Köy Enstitülerini Onurlandıran Bir Kitap: Yarının Türkiyesine Seyahat
5 Ağustos 1944 Cumartesi
Çakı Efe, gerçekten çakı gibi sarmalı dizini merdiven basamağına dayamış, bana:
-Çok yorgunsan gelme. Biliyorsun, cumartesileri ben hep yalnızım.
Hüsnü de uyanmıştı, hemen Efeye takıldı: "Yalnız Efe!
Hüsnü'den ayrılınca Hasan Çakı Efe sordu:
-Nedir bu Yalnız Efe sözü? Ben yeterince sizlere sokulamıyorum mu?
Efenin boynuna sarılasım geldi. Hiç de öyle değil, özellikle ben o denli alıştım ki, ayrılınca ne yapacağımı kara kara düşünür oldum. Gerçi arkadaşlar dönünce yapılan işbölümlerine göre beni kimse yalnız bırakmayacak ama alışma duygusu bambaşka bir olay. Gerçekte arkadaşların dönüşü benim yükümü neredeyse sıfırlayacak. Şimdilerde mandolin gruplarını küme öğretmenleri yüklenmiş durumda oysa arkadaşlar gelince kümelerin her biri, bir küme ağabeyine veriliyor. Küme ağabeyleri, salt mandolinle değil, şarkıları, türküleri öğretiyor. Bir tür ders uygulaması. Bu uygulama, son sınıflar için zorunlu.
Konuşmamız iyi oldu, Çakı Efe iyiden iyiye coştu. Atatürk'ün çok sevdiği söylenen Sarı Zeybeğin birkaç figürünü gösterdi. Uyarıda da bulundu:
-Sarı Zeybek meydan zeybeği değil, salon zeybeği. Zaten Atatürk coşunca onun kendine özgü tavırlarıyla salonlarda oynarmış! dedi.
Biz konuşurken Sıtkı Şanoğlu geldi. Daha önce bir şeyler düşünmüş olacak, Çakı Efe ile ikimize birden sordu:
-Siz bu çalışmalardan memnun musunuz? Efe'ye baktım, yüzü değişti, besbelli alındı:
-Nasıl çalışalım efendim? Sıtkı Şanoğlu elini efenin omuzuna koyup:
-Beni yanlış anlamayın, siz size düşeni yapıyorsunuz. Ben kendi açımdan bir değerlendirme yapmak gereğini duyuyorum. Kusura bakmayın, benim branşım jimnastik. Ben anladığım kadarıyla yapmam gereken jimnastik çalışması yapamıyorum. Siz oyunları güzel öğretiyorsunuz ama oyunlar bir jimnastik sayılır mı? Ben bu inançta değilim. Sizin oyun düzeninizi bozmadan ben gene düdüğü yakama takıp mesleğimin vecibelerini yerine getireceğim. Sizden ricam, büyük meydandan az ötede oyun kurmanız.
Sıtkı Şanoğlu Öğretmenle birlikte gezip meydanın kuzey çukurluğunda kendimize yer hazırladık. Az da olsa biraz çukura inmemiz beni çok sevindirdi. Birbirimizi anlamış olarak kahvaltıya indik. Günün cumartesi olması benim için yeni bir durum gibi. Kahvaltıdan çıkarken Nebahat Öğretmenle karşılaştım, güzel bir yüzün yanında neşeli bir gülüş elimi ayağımı birbirine dolaştırır gibi oldu. Çalışma yapıp yapmayacağımı sordu. Tüm günümün boş olduğunu, çok da çalışmak istediğimi söyledim. Çocukların banyo günüymüş, ancak akşam dinlenme saatinde istersen geliriz! dedi. Benim de istediğim buydu. Kendisinin de çocuklarla gelmesi beni daha mutlu ediyordu.
Kulübeye uğrayıp bir süre sırtüstü yattım. Bir süredir elimi sürmediğim Yıldız dergilerini karıştırdım. Hüsnü Yalçın'a bir numara hazırladım. Mapi Cortes'in boy resmini açıp yastığının üstüne koydum. Bir de pusula ekledim:
-Seni vefasız seni!
Çakı efe neden efkârlandıysa çıktı geldi. Rahatsız etmiyorum ya? diye sorduktan sonra Hüsnü için hazırladığım numaraya güldü. Olayı biraz açıkladım:
-Biz çok rahat gibi görünüyoruz ama gerçekte sıkılıyoruz. Görüyorsun, belli saatlerde görevlerimizi yapıyoruz. Ondan sonraki zamanlar sıkıntılı olabiliyor. Ben öteki arkadaşlara göre çok rahatım. Bakın şimdi öğle yemeğine dek burada sırtüstü de yatabilirim. Ancak benim kendime göre yüklendiğim bir görev var, bu aklımda oldukça yatma olasılığım yok. Kendiliğimden kalkıp salona giderek terleyesiye çalışıyorum. Cumartesi dışında her gün öğleleri bir saat, akşamları bir saat mandolin çalıştırma yapıyorum. Beraber olduğumuz zaman benim için en rahat, en eğlenceli çalışma oluyor. Çünkü bu çalışmayı herkes görüp bir olayın geliştiğini görüyor. Oysa öteki çalışmalarda öyle görünürde olan-biten bir durum yok. Öğretmenlerin çoğu:
-Haydi çocuklar, mandolinleri alın gidelim! deyince iş bitmiş sayılıyor. Çocuklar daha anlayışlı, bir birleriyle yarışırca işlerine sarılıyor. Zil çalınca bir de bakıyorum, sabırsızlıktan çatlamışça (hepsi değil) küme öğretmeni doğrulup gidiyor. Böyle durumlarda bütün çalışma hevesim kaçıyor. Bu kez kendime dönerek piyanoya oturup tuşlara sarılıyorum. Sarılıyorum ama kimi kez içimden bir ses:
-Senin tüm yaşamın böyle olacak! gibi bir duygunun etkisi altında kalarak kendi çalışma düzenimi de aksatıyorum.
Beni dikkatle dinleyen Çakı Efe:
-Sorma, ben de öyleyim. Ne biliyorsam onları tüm öğrencilere aktarmak istiyorum. Bana kimse engel olmuyor. Ben yıllardır buna alıştığım için fazla bir şey beklemiyorum. Gene de beğenilmek bekliyorum. Benim ayrıca özel bir durumum var, evim, çocuklarım. Oğlumu özledim ki, küçük sınıfların yüzlerine bakarken oğlumu andıran yüzler saatlerce gözümün önünde duruyor.
Çakı Efe'nin yüzünün gerilişini izlerken birden oynarken yaptığı gibi ellerini birbirine şaplatarak:
-Sen şu Yalnız Efe olayını anlatsana! deyiverdi.
Ömer Seyfettin'in hikâyelerini bir zaman gerçek olay olarak okuduğumdan tıpkısını olmamakla birlikte rahat anlatabiliyordum. Beyaz Lâle, Bomba, Kaşağı, Mermer Tezgâh gibilerini ise şimdi de gerçek olay olarak benimsemekteyim. Çakı Efe Bergamalı, ancak salt Efelik değil Ege Bölgesi'nin özelliklerini biliyor. Sayısız Efe olayını dinlemiş. Kızılçullu'da çalışırken Muğla'dan Balıkesir'e uzanan Ege yöresi Efeler diyarının söylene gelen hikâyelerini de iyi dinlemiş. Kuyucak, Ödemiş ya da Susurluk dense birçok çağrışımlar uyandırıp anılarını ekliyor. O nedenle Yalnız Efe'yi kolay kavrayacağını düşünerek anlattım:
-Özellikle Osmanlı Döneminin son günlerinde İzmir azınlıklarının kışkırtısıyla, Rum, Ermeni ya da başka sömürü kuruluşlarına katılan yerli soysuzlar, Efelerin koruyucu alanları dışındaki kenar köşede yaşayan halkı yaşamdan bıktırmışlar. Büyük çatışma çıkmasını istemeyen Osmanlı yönetimi, sözde halkı koruma bahanesiyle zaptiyeler adı altında görevli gönderiyormuş ama; barış getirmek için gelen sözüm ona zaptiyeler, işi iyice halk soygununa dönüştürmüş. Çaresiz halk her türlü acıya karşın yaşamını sürdürmeye çalışırken bu kez de cinayetler giderek artar. Kimse kimseye hesap vermez, öldürülenler, öldürüldüğüyle kalır. Hak aramaya kalkanlar Zaptiyeler tarafından hakarete uğrar. Gene de canı yananlar bir yarar umarak zaptiye kapılarından ayrılmazlar. Böyle bir kargaşada o bölgeye görevli gönderilen bir subay, Efeler geleneğine uyarak, yanına bir yardımcı alıp rezaletlerin ayyuka çıktığı bir sürede üstüne düşen görevi yapma duygusuyla martini omuzunda, ter-toprak gezerken bir duraklama anında geriye dönüp olanları anlatır, bir tanesinin üzerinde önemle durur. Olay, on beş yıl karar önce gerçekten yaşanmıştır. Arkası kesilmeyen ölümlerin sürdüğü günlerde 14-15 yaşlarında bir kızın gözleri önünde babası öldürülür. Eşinin bedenine sarılıp ağlayan anne de kızın gözleri önünde öldürülür. Ortalıkta yapayalnız kalan kız, çareyi devletin zaptiyelerine başvurmakta bulur. Ne var ki, hangi kapıyı çalsa hakarete uğrar, küfredilir, dahası istifade etmeye kalkılır. Direnen kız, "Sürtük, oruspu!" hakaretleriyle kapılardan kovulur. Çaresiz çocuk, sığıntı mığıntı bir süre ağlar, oyalanır. Aklı fikri anne-babasının suçlularının neden bulunmadığı üstünde döner durur. Son bir başvuruda düpedüz kirletmeye kalkan bir zaptiyeyi nasılsa eline geçirdiği tüfekle vurur. Durum değişmiştir, kız, tüfeği aldığı gibi iz bırakmadan kaçar. Artık ağlamaz, öc almanın seçimini yapmıştır. Uzak-yakın tanıdıklarına sığınarak bir süre kendini toparlar. Çalma-çırpma ya da yardımlarla bir at sahibi olur. Çevrede Efeler vardır. Onlar tanışsa da tanışmasa da birbirleriyle hiç değilse gönülden bağlıdırlar. Ancak Efe geleneğinde kesinlikle en az iki efe bir arada olur. Tek bir efe bu kuralı bozmuştur. Tek başına tığ gibi bir efe türer. Genç efe öteki efelerce izlenir. Genç efenin hiç bir kusuru görülmez. Ancak gün geçmez ki bir ya da iki zaptiyenin leşi ağaçlara takılır. Yöreyi korku sarmıştır. Giderek yol köşelerine işaretler bıkılmaya başlanmıştır. Filanca köydeki soyguncu, üç gün içinde falanca köye şu kadar para, ya da yiyecek göndermezsen sabah akbabalara yem olacaksın! Bu buyruklara uymama gafletini gösterenler sahiden akbabalara ziyafet olmuş. Tüm Ege Bölgesi Efeleri, yeni bir durumla karşılaşmış. Yol kavşaklarında işaretler A köyündeki cami derhal onarılacak! B, C, D köyleri Rum tüccarlara satış yapmayacak. Yalnız Efe'nin kuralları; öteki Efelerin de katılımıyla Ege Bölgesinde gerçek anlamında bir Efelik düzeni kurmuş. Düzen kurulmuş ama Osmanlı yalakaları varlıklı Ege Bölgesi ganimetlerinden yoksun kalınca "Gavur İzmir'i!" diye küçümsemelerine karşın, Batı dünyası ile elbirliği edip Anadolu'yu kurutan azınlıklara yaranmak amacıyla Ege bölgesinde başlattığı yıllarca süren büyük bir arama-tarama sonunda, haklı-haksız katliamlar tüm Ege bölgesini sardı. Padişah kuvvetlerinin de bir ara ikiye bölünüp birbirini kırdığı sırada Yalnız Efe'den son duyuru yayıldı:
-Hepimiz Türk'üz, Müslüman kardeşleriz durdurun şu kanı! olmuş. Hikâyeyi dinleyen subay merakından sorar:
-Belki de Yalnız Efe, kendini şu uçurumdan aşağı bıraktı! Anlatan subayı susturur:
-Asla! Yalnız Efe bunu yapmaz. Öyle olsa her gece buraya Nûr iner miydi?
Ömer Seyfettin
“Türk dili ve edebiyatında sadeliğin en büyük savunucularından, kısa hikâyeciliğin duayenlerinden olan Ömer Seyfettin; 11 Mart 1884 tarihinde Balıkesir'in Gönen ilçesinde dünyaya gelmiştir. İlkokul yıllarını mahalle mektebinde başlayan Ömer Seyfettin, babasının görevi dolayısıyla sürekli olarak yaşadıkları yerleri değiştirmek zorunda kalmışlardır. İstanbul’a yerleştikten sonra Mektep-i Osmaniyeye kaydoldu. Daha sonra da Askeri Baytar Rüştiyesine kaydı alındı. Buradan mezun olduktan sonra Edirne Askeri İdadisine devam etti ve buradan da mezun oldu. Daha sonra Mektep-i Harbiye-i Şahaneye başladı ve buradan da mezun oldu.
Okulunu bitirince ilk görev yeri olarak Selanik'teki Üçüncü Ordu'da göreve başladı. İçindeki edebiyat ateşi sayesinde 1906 yılında İzmir Jandarma Okuluna öğretmen olarak atandı. Görev yaptığı İzmir'deki batılılardan Fransızca öğrenerek kendisini geliştirdi. Aynı zamanda Necip Türkçü’den millî Edebiyat akımı hakkında fikirler edindi. 1909 yılında ocak ayında Selanik'te Üçüncü Orduda göreve başladı ve burada da yazılarını yazmaya devam etti. Selanik'te görev yaptığı sıralarda çıkmakta olan Hüsün ve Şiir dergisinin ismi Genç Kalemler olarak değiştirildikten sonra Ömer Seyfettin ilk başyazısı olarak nitelendirdiği Yeni Lisan isimli yazısını imzasız olarak bu dergide yayımlamıştır. Bu yazısı ile kendini ve fikirlerini genişleten Ömer Seyfettin'in Yeni Lisan adlı yazısı, Mili Edebiyat akımının başlangıcı olarak kabul edilmektedir.
Yazılarına gösterilen ilginin sebebi olarak, halkın konuştuğu dil ile yazılar yazması, Türkçenin kendi kurallarına uygun olarak yazılmasını savunması ve Arapça ve Farsçayı kullanmaktan kaçınması etkili olmuştur. Yazılarındaki üslup ve kullandığı sade Türkçe dolayısıyla Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem ile birlikte Millî Edebiyat akımının öncüleri arasındaki yerini almıştır. İlerleyen zamanlarda Yeni Mecmua adlı gazetede yayınlanan öyküleri ününe ün katmıştır. Yazdığı yazılarda toplumun temeline inmesi ve toplumsal olaylara yer vermesi her kesimden okuru olmasını ve tüm okurların kendisini sevmesini sağlamıştır. Bilinen 114 Hikayesi 9 cilt olarak yayınlanmıştır. 10. cildi tamamlayacak öyküsü olduğunu bilenler araştırmalarını sürdürmektedirler.”
Beni can kulağıyla dinleyen Çakı Efe, ellerimi ellerine alarak teşekkür etti:
-Ne de güzel anlattın. Ben gerçek bir efe değilim, biliyorum. Ancak; boş bir insan olmadığımı da sanıyorum. Çok duygusalımdır, durup dururken ağladığım olur.
Efe kalkarken dönüp bir daha Hüsnü'nün yastığındaki dergiye baktı. Başını sallayıp, gülümseyerek ayrıldı.
Cumartesi günleri görevli olmadığımdan törenlere katılmıyorum. Komutları Sıtkı Şanoğlu kendisi veriyor. Ömer Çiftçi okulu bitirdi ama burada kalacağı kesinleştiği için sevincinden gelmiş. Beni görünce, yönetim yerinden iner gibi yaptı. İşaret edince yerini alıp bayrağı çektirdi. Her zaman törenden sonra konuşan Müdür Rauf İnan bu kez uzun bir konuşma yaptı. Konuşma çoğunlukla gelecek yeni öğrenciler üstüne oldu. Sözü, dönüp dolaşıp Yüksek Bölüm Binası üstüne yıktı. Anladık ki, ekim ayında gene bir ay kadar işte çalışacağız. Yanda durduğum içim yüzümü görmemişti. İçimden, ekşidim mi acaba diye düşünürken bana dönerek:
-Korkma dostum, sizler geçen yıl görevinizi tamamladınız. Bu yıl yeni gelecekler için yerleşim planlarımızda değişiklik yapacağız. Bu yıl oldukça geniş bir grup geliyor. Ayrıca kızlarımızı düşüneceğiz! deyip yürüdü.
Önce alınganlık ettim:
-Neden bana söyledi? Giderek kendimi yatıştırdım; öbür tarafa dönüp söylese bu kez de ona kulp arayacaktım. Çoktandır bu okulda, ilk cumartesim. İnsanlar biraz daha değişik göründü. Bayan öğretmenler oldukça cicili bicili. Çaktırmadan bakıyorum. Her birinin bir özelliği var. Örneğin Aysel Öğretmen yüzünü kaplayan gözlüğüne karşın güzel. Güzel görünmek için de neşeli, gülecek sözler bulup çevresindekileri neşesine katıyor. Öğrenciler arasındaki olayları kimseyi incitmeyecek sözlerle anlatıp, bildiği olaylara yeni duymuş gibi katılıyor. Yanında, kendisinden biraz yaşlıca Bediha öğretmen var. O zaten gülmek için hazır, basıyor kahkahayı. Onlar gülerken arkadaşların Bediha Öğretmene yakıştırdığı sıfatı, "Çamaşırcı!" sözünü anımsadım. Neden Çamaşırcı? Acaba o bunu biliyor mu? Bu ad takma olayı bizim Kepirtepe'de çok yaygındı. Öyle bir "Ad takıcı”mız vardı ki, benzeri bulunmaz. Okuldaki kızların hemen hemen hepsi onun diliyle anılırdı. Düşündüm, arkadaşım Mehmet Yücel buraya geldi ama geri döndü. Şimdi Kepirtepe'de öğretmen. O ad taktığı kızlarla konuşurken neler duyumsuyor? Yakışıksız yakıştırmaları oluyordu ama, kişileri tiplemesi de yerinde oluyordu. Kızın birine "Madam!" demişti. Öyle bir yakıştırma yapmıştı ki, kızı anımsıyorum ama adını bir türlü çıkaramıyorum. Röslein'i sevecek boyutta sayar, ona "Kınalı Yapıncak!" derdi. Arkadaşımız Yusuf Asıl'ın köylüsü, uzunca boylu biri vardı. Onun da kendi adını anımsayamadım. Ancak o da Mehmet Yücel'den unutulmaz bir ad almıştı; "Sırıklı!" Ben bunları aklımdan geçirirken Rahmiye Öğretmenle, bayan öğretmenlerin en uzun boylusu geldi. Rahmiye Öğretmen gülümseyerek selam verip oturdu. Yanındaki de yarı anlaşılır yarı anlaşılmaz bir şeyler söyleyip oturdu. Orada öğretmen olduğunu biliyorum ama küme öğretmeni olmasa gerek, mandolin çalışmalarına katıldığını anımsamıyorum. Tek bildiğim, Bakanlık kodamanlarından sayılan Ferit Oğuz Bayır'ın kızı olduğu. Konuşmalarda da genellikle Bayan Bayır deyip geçiştiriyordum. Birden gülesim geldi, Mehmet Yücel buna ne ad verirdi? "Sırıklı!" Sırıklı, eli sopalı anlamında kullanılıyormuş. Ben bunları anımsayıp içimden gülümserken Bayan Bayır sinirli sinirli bir öğrenci adını verdi:
-Beni öyle kızdırdı ki, çevire çevire dövecektim! O böyle konuşurken birden Kepirli "Sırıklı”nın adını anımsar gibi oldum. Nefise! Güzel bir admış, derken durum ikircilleşti, yoksa Nazife miydi?
Arkadaşların cumartesi öğle dinlenmeleri iki saat. Hüsnü Mapi Cortes'i gördü, gülümseyerek alıp pencereye koydu. Kendi kendine konuşarak:
-Hadi Mapikom, senin yerin orası! dedi. Hüsnü'ye sordum:
-Mapikom ne demek? Hüsnü güldü:
-Biliyorsun işte, Alpullu'dayken Fikret Madaralı Öğretmen bizi evine çağırmıştı. Sen, ben, Halil Basutçu, Emrullah. Konuşmalar arasında Fikret Madaralı Öğretmen eşine Canikom! demişti. Bu söz bizim dilimizden uzun süre düşmemişti. Bunu sen de unutmadın, neden soruyorsun?
Arkadaşları rahat bırakıp salona indim. Cumartesi, mandolin çalışması olmadığından, çıkıp gelenler olmazsa sere serpe çalışacağım. Gelir mi gelmez mi, Nebahat Öğretmen sormuştu:
-Gelebilir miyiz? Bir süre çalıştıktan sonra Nebahat Öğretmenin çocukları geldi. Çocukları aldım, kendisi gelmeyince azıcık burkuldum ama istekle çalışmaya başladık. Az sonra Nebahat Öğretmen, her zaman esirger gibi durgunlaştırdığı güzel yüzünü olabildiğince açarak geldi. Gelir gelmez eline bir de mandolin aldı. Öğretmen okulundayken okul korosunda çalışmış. Mandolini bırakmış ama, hiç değilse çocuklara uydu. Topluluğa uyamayanlara yardım etti. Öğle tatili boyunca çalıştık. Akşam dinlenmesinde de çalışmak üzere ayrıldık.
Çocuklar ayrılınca sevinç içinde çalışmaya başladım. Bir yandan da akşamın çabuk olmasını bekliyorum. Arabalar geçti gibi sesler oldu. Çıkıp baktım, iki araba tozutarak yönetim binasına geçti. Bizim salona uğrayacaklarını hesaplayarak iki parça seçtim. Parçaları belki beş kez tekrarladım. Arkamdan sesler duyunca kalktım. Öğretmen Ali Kılıç arka arkaya kapıdan salona girerek açıklamalar yaptı. Ben de kalkıp sandalyeleri biraz dağıtarak oturmaları için yer açtım Gelenlerin içinde yakından tanıdığım Sivas Milletvekili Reşat Şemsettin Sirer'e gülümsedim.
Reşat Şemsettin Sirer
“Reşat Şemsettin Sirer -Sivas Milletvekili
Mustafa Ziya Bey ile Sıdıka hanımın oğlu, Necip Bey’in torunudur.
İlk öğrenimini Sivas’ta, orta ve lise öğrenimini İstanbul’da yaptı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe bölümünü bitirdi. Önce Adana Lisesi, sonra İstanbul Galatasaray Lisesi ve Kız Öğretmen Okulu’nda felsefe ve pedagoji dersleri okuttu. 1926’da Bakanlık Müfettişi oldu. Latin harfleri kabul edilince bu harflerin yayılması ve Millet Mektepleri’nin kuruluşu ile yönetiminde görevlendirildi. 1930’da Orta ve Batı Avrupa öğretim durumunu incelemek üzere Almanya’ya gitti. Dönüşte Bakanlığa inceleme ve görüşlerini içeren detaylı bir rapor sundu. Hitler Almanyasının eğitim ve gençlik problemlerini hangi açıdan ele aldığını uzun uzun anlattı. İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne atandı (1933). 1934’de tekrar gönderildi. Bu seferki görevi Öğrenci Müfettişliği idi. 5 yıl orada kaldı. Dönüşünde Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğine, 2 yıl sonra da Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğü’ne getirildi. Sivas milletvekili (28. 2. 1943)”
* * *
En sonra gelen iki kişiden birini tanıyordum. Daha doğrusu çok görmüştüm. Kızılırmak Kıraathanesi bitişindeki İstanbul Pastanesinde oturur, yanına giden gençlerle konuşurdu. Bir kaç kez Mehmet Yelaldı çağrısıyla ben de katılmıştım. Ulus Gazetesi Başyazarı Falih Rıfkı Atay.
Falih Rıfkı Atay
“Falih Rıfkı Atay, Ulus Gazetesi Başyazarı
1894’te İstanbul’da doğdu. Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. 1911’de “Tecelli” dergisinde ilk şiirleri, Servet-i Fünun dergisinde ilk denemeleri yayınlandı. 1913’te Tanin gazetesinin başyazarı oldu. İstanbul mektupları, röportajlar, köşe yazıları yazdı. 1913-1914’te Bahriye ve Dahiliye kalemlerinde çalıştı. 1’inci Dünya Savaşı’nda yedeksubay olarak Suriye’de bulundu. 4’üncü Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın özel kaleminde görev yaptı. Cemal Paşa Bahriye Nazırı olunca bakanlıkta çalışmaya başladı. Heybeliada Çarkçı Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği yaptı. 1918’de birkaç arkadaşıyla birlikte Akşam gazetesini kurdu. Gazetenin Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesi nedeniyle divan-ı harpte yargılanıp tutuklandı. 2’nci İnönü Savaşı’nın kazanılmasından sonra serbest bırakıldı, Anadolu’ya geçti. 1922’den sonra Bolu ve Ankara milletvekili olarak Meclis’e girdi. Atatürk’e yakın kişiler arasında yer aldı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin yayın organı olan Hakimiyet-i Milliye gazetesinde, ardından Ulus’ta yayınlanan köşe yazılarında, Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçişin yarattığı sorunlar üzerinde durdu. Yapılan reformları ve Batılılaşma çalışmalarını savundu. Gezi yazılarıyla Cumhuriyet döneminin ilk örneklerini verdi. Zeytin Dağı adlı kitabı, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü, Roman adlı kitabı da Cumhuriyet Dönemi de süregelen bozuk düzenin kalıntıların anlatır.”
Onu ayrıca Roman adlı kitabından da tanıyordum. Yanında oldukça sert bakışlı biri ile tartışarak girdi. Karşılıklı oturdular ama sanki konuları ayrıydı. Sert bakışlı oldukça yuvarlak görüntülü yüzlü adam, yüksek sesle:
-Sabahattin'le anlaşmak daha doğrusu anlaşmaya kalkışmak bihude akıntıya kürek çekmek olur! deyip elini yere doğru silkeledi.
-Gene kızdırdınız Ataç'ı deyince kızan kişinin Nurullah Ataç olduğunu anladım. Konuşan kişiyi
Nurullah Ataç
“1898 yılında İstanbul-Beylerbeyi'nde doğdu. İlkokulu orada bitirerek, o zamanki adıyla Galatasaray Sultanisine gitti (Galatasaray Lisesi) Daha sonraki yüksek öğrenimini Edebiyat Fakültesinde sürdürdü. Galatasaray Lisesi'nde okumuş olmasına karşın Fransızcayı kendi kendine öğrendiğini söyler. Öğretmenliğe Nişantaşı Lisesinde başladı. Bir süre sonra Ticaret Bakanlığı'na geçti. Bir yıl kadar çalıştıktan sonra gene öğretmenliğe döndü. İstanbul, Adana, Ankara liselerinde çalıştı. Şimdilerde Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü'nde öğretmenliğini sürdürmektedir. Yazarlığa şiirle başladı. İlk şiirleri Dergâh dergisince çıktı. Şiirle yetinmedi, makale, deneme, çeviri, özellikle de eleştiri konusuna kayarak tüm sanat dallarında yazılarını sürdürdü. Cumhuriyet dönemi şairlerini savundu. Böylece, Eski-Yeni ayırımı yapanlara karşı Yenilikçi kanadın özellikle de Cumhuriyet kuşağı denilen genç şairlerin, yeni şiir anlayışının (serbest nazım) yılmaz savunucu olarak ün yaptı. Bir yandan da süregelen Halk şiirindeki yalın Türkçeyi örnek vererek konuşma-yazma alanında tüm Türk halkını uyardı. Kendisi, yabancı dil bilmesine, üstüne üstlük Divan Edebiyatını çok iyi bilmesine karşın yazılarında bunlardan uzak durması, bunu her Türk yazarının yapması gerektiğini savundu. İnandığına tapan, savunduğunu yapan! kişi olarak gençler üstünde etkisi olan yazar, kendi yazılarını kitap olarak yayınlamamıştır. Ancak; Yunan, Latin, Fransız, Rus klâsik ya da çağdaş eserlerinden kırkın üstünde çevirisi bulunmaktadır.
Necmettin Sadak
“Necmettin Sadak, Sivas Milletvekili
Gazeteci ve siyaset adamı Necmettin Sadık Sadak 1890’ta Isparta’da doğan Sadak, Fransa’da Lyon Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. Basın hayatına, Fransa’da yayımlanan Progrés gazetesinde yazdığı yazılarla başladı. 1916’da İstanbul’a dönünce Maarif Nezareti Telif ve Tercüme Dairesi’nde görev aldı, ardından Darülfünun’un İctimaiyat (sosyoloji) bölümünde öğretim üyeliğine getirildi. 1918’de birkaç arkadaşıyla Akşam gazetesini kurdu ve başyazarlığını üstlendi. Kurtuluş Savaşı yıllarında yazdığı yazılarla Milli Mücadele’yi destekledi. 1928’de Sivas milletvekili olarak TBMM’ye girdi; 1932’de Cenevre Silahsızlanma, 1936’da Montreux konferanslarına Türkiye delegesi olarak katıldı. Necmettin Sadak’ın kaleme aldığı Sosyoloji (1936) kitabı yıllardır Liselerde okunmaktadır.”
Akşam okuduğumdan beri tanırdım, Akşam Başyazarı Necmettin Sadak.
Necmettin Sadak, orta bulucu bir tavırla ortaya:
-Tercüme işleriniz yoluna girdi, bence iyi değil çok iyi gidiyor! dedi.
Okul Müdürü özür dileyerek geldi. Bütün sevimliliğiyle konukların ellerini sıktı, hatırlarını sordu. Reşat Şemsettin Sirer'le iki ikiye konuşan Yakup Kadri Karaosmanoğlu'ya dönerek özel olarak teşekkür etti:
-Beş yıl çalıştığım Eskişehir bölgesini karış karış gezdim, karşılaştığım zorlukları aşarken hep sizi düşündüm! dedi. Yaban Romanını anımsatarak:
-Sizin koyduğunuz teşhis, azalmakla birlikte sürdürülme inadı sürdürülüyor. Emete Kadınlar, Süleymanlar çoğalsa da İmamlar, Salih Ağalar bu kez Toprak Ağası olarak hükümlerini sürdürüyorlar! dedi.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
27 Mart 1889’da Kahire’de doğdu. Yazar, diplomat, politikacı. Karaosmanoğulları’ndan Abdülkadir Bey ile İkbal Hanım’ın oğlu. Yazar Burhan Asaf Belge’nin eniştesi. Yazar Murat Belge’nin eniştesi. İlköğrenimine ailesiyle birlikte 6 yaşındayken gittiği Manisa’da başladı. 1903’te İzmir İdadisi’ne girdi. Ömer Seyfettin, Şahabeddin Süleyman ve Baha Tevfik ile burada tanıştı. Babasının ölümünden sonra 1905’te annesiyle birlikte Mısır’a gitti. Öğrenimini İskenderiye’deki bir Fransız okulunda tamamladı. 2’nci Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre önce İstanbul’da geldi. 1908’de başladığı İstanbul Hukuk Mektebi’ni bitirmedi. 1909’da Şehabettin Süleyman aracılığıyla Fecr-i Âti topluluğuna katıldı. Muhit, Şiir ve Tefekkür, Servet-i Fünun, Rübab, Türk Yurdu, Peyam-ı Edebi, Yeni Mecmua, İkdam gibi dergi ve gazetelerde yazıları yayınlandı. 1916’da tedavi olmak için gittiği İsviçre’de üç yıl kaldı. Mütareke yıllarında İkdam gazetesindeki yazılarıyla Kurtuluş Savaşı’nı destekledi. 1921’de Ankara’ya çağrıldı. “Tetkik-i Mezalim” komisyonundaki görevi nedeniyle Kütahya, Simav, Gediz, Sakarya yörelerini dolaştı. Cumhuriyet’in ilanından sonra 1923’te Mardin, 1931’de Manisa milletvekili oldu. Burhan Asaf Belge’nin kızkardeşi Leman Hanım’la evlendi. 1932’de Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin ile birlikte “Kadro” dergisini kurdu. 1934’te dergi kapatıldı. Tiran elçiliğine atandı. 1935’te Prag, 1939’da La Hay, 1942’de Bern elçiliklerine bulundu.
Çocukluktan başlayarak babasının zengin kütüphanesinden yararlanıp okuma zevki edindi. Mısır’daki günlerinde bu zevki geliştirdi. Yazarlığa Ümit, Servet-i Fünun, Resimli Kitap gibi dergilerde başladı. Fecr-i Âticiler’in “sanat kişiseldir” görüşünü paylaştığı ve “sanat için sanat” yaptığı bu ilk döneminde “Nirvana” adlı bir oyun, makaleler, denemeler, şiirler ve öyküler yazdı. Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı sırasında ülkenin içinde bulunduğu zor koşullar, sanat anlayışını değiştirmesine yol açtı. Sanatın toplumsal işlevine de ağırlık vermeye başladı. Bu ikinci dönem eserlerinde önce Ömer Seyfettin ve arkadaşlarının dilde yenileşme çabalarına karşı çıktı. Sonra Ziya Gökalp’in de etkisiyle Yeni Lisan ve Milli Edebiyat akımını benimsedi. Daha çok romancı yönüyle ön plana çıktı. Bu türün edebiyatımızdaki önemli temsilcilerinden biri oldu. Yazarlık yaşamı boyunca Batı edebiyatı özelliklerine de sıkı sıkıya bağlı kaldı. Balzac, Flaubert ve Zola’dan etkilendi. Eserlerinde belli tarihsel dönemleri ele aldı. Kiralık Konak I. Dünya Savaşı öncesinin, Hüküm Gecesi II. Meşrutiyet’in, Sodom ve Gomore Mütareke döneminin, Yaban Kurtuluş Savaşı yıllarının, Ankara Cumhuriyet’in ilk on yılının, Bir Sürgün 2’nci Abdülhamid döneminin işlendiği romanlardır. Romanları arasında en ünlüleri Nur Baba, Kiralık Konak ve Yaban’dır. İlk romanı Nur Baba, 1922’de kitap olarak basılmadan önce gazetede yayınlandı.
* * *
Yakup Kadri, Rauf İnan'a teşekkür etti. "Bizler, insandan insana geçen, kültür etkisiyle bitmez tükenmez yaramıza teşhis koymaya çalıştık. Yaraya neşter çalacak bir pratiğimiz yoktu. Sizler, o pratiğe de sahipsiniz; bunu yakından izliyor, mutlu oluyoruz. Başarılı çalışmalarınız meyvesini verecektir! Teşekkür ederim!” dedi.
Necmettin Sadak Aşık Veysel'i sordu. Ali Kılıç Öğretmen açıklama yaptı:
-Her türlü ihtiyacı karşılanıyor. Arifiye Köy Enstitüsü Müdürünün adını vererek:
-Süleyman Edip Balkır'ın özel çağrısına uyarak bir süre orada kalacak! dedi. Bir an bir sessizlik oldu… İçimden; " Sıra şimdi bana gelecek!" kuruntusu yaşarken Necmettin Sadak ellerini dizlerine kapatarak doğruldu. Ötekiler de ayaklandılar. Ayağa kalkanların hepsi bir şeyler söylerken Nurullah Ataç hızla yürüyüp kapıdan çıkarken Falih Rıfkı Atay gülerek arkasından seslendi:
-Sakın arabadaki yerime oturma, kaldırırım! Gülüşerek ayrıldılar. Onlar gidince Nebahat Öğretmen çocuklarıyla geldi, yemek saatine dek çalıştık. Yemeğe de birlikte gittik. Gelenlerden herkesin haberi var ama, kim neyin nesi, bilinmediğinden arkadaşlar ilgileniyor. Ali Kılıç Öğretmen bu konuda en yetkili, yemek boyunca açıklama yaptı. Necmettin Sadak, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Nurullah Ataç ilk kez gelmişler. Kulübemize dönünce biz de gelenleri konuştuk. Gerçekte onların çoğunu ad olarak biliyoruz ama, bizdeki adlar birer resim gibi. Örneğin Falih Rıfkı Atay'ı bize Fikret Madaralı Öğretmen en güzel başmakale yazan yazar olarak tanıtmıştı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nu ise Yaban romanıyla tanıyorum. Doğrusu kendilerini görünce birden bağlantı kuramıyorum. Sessiz, sakin oturan bir Yakup Kadri Karaosmanoğlu. Yaban romanında anlattıklarını nasıl düşlemiş. Müdür Rauf İnan kendisine övgü yağdırırken neredeyse söylenenlere yabancıymış gibi bakıyor. 1939 yılında Akşam Gazetesi okuyordum. İlk sayfanın ilk sütununu hep Necmettin Sadak yazıyordu. Çoğunlukla da dış politika üstünde duruyordu. Ben daha çok Va-Nu olarak kısaltılmış adla yazan Valâ Nurettin'le Şevket Rado'yu okuyordum. İkisinin adları da bana değişik geliyordu. Şevket Rado? Ama güzel, eğlenceli, yazılar yazıyordu.
Ben bunları anlatırken Ekrem çok yorgunmuş, uyudu. Hüsnü de Tonberg'i susturdu. Akşam Gazetesi beni Alpullu'ya götürmüştü bir kere, öğrenci olmadan önce fabrikaya pancar taşıdığımız günlere gittim. Gündüzden doldurulan pancar arabaları sabaha karşı yola çıkardı. Bizim arabada benim için bir çukurluk hazırlarlar, istersem oraya büzülüp uyurdum. Bektaş Ağabeyimle gittiğimde genellikle uyurdum. Bektaş Ağabeyim araba arkasındaki kapağı yükseltir, üstüme bazen kendi ceketini bazen de bir keçe örtüyü çekerdi. Mahmut Ağabeyimle gittiğimde uyku olmazdı. Çünkü Mahmut ağabeyim türkücüydü. Türkü söylemediği zamanlar da öndeki ya da bir hayli arkadaki komşu arabalara seslenirdi:
-Dikkat, Müsellim yokuşuna tırmanıyoruz, Edirne yolunu geçiyoruz ya da Pancarköy çamuruna ulaştık! Bu noktalar, belâlı noktalardı. Öteki zamanlarda türkü söylerdi, "Dayler dayler (Dağlar dağlar) viran dayler”, Havada uçan Turna sesi kanadı burma, At Martini de bre Hasan dağlar inlesin, Drama mahpusunda bre Hasan dostlar dinlesin, Urusçuk (Rusçuk) içinde Müftü Kızıydım, annemin babamın bir kuzusuydum, Kırım'dan gelirim adım da Sinan'dır hey! türkülerini çok söylerdi, Benim için de özel olarak bir türküsü vardı:
Kavaktan bir dal kestim, baygın Cemile'm
Gel benim Eğri Feslim!
Evvel kendin gelirdin, Baygın Cemile'm,
Şimdi selâmı kestin!
deyip arkasından gülerdi:
-Korkma korkma, o senden ayrılamaz! Sizinki Göbek Nişanı! Göbek nişanı demek, nikâh demektir.
6 Ağustos 1944 Pazar
İçimizde en çok yorulan Ekrem Ula, stajyer değil ağır işçi. 1. Sınıfta Kayseri/Pazarören'de staj yapmış. Okul Müdürü, Kızılçullu'dan öğretmeni:
-Haydi göreyim seni Ekrem! demiş, Ekrem 4 ay süreyle hem öğretmen hem öğrenci sıfatları altında oldukça terlemiş. Üstelik bir de aşık olmuş. Duyumundan yakınmıyor ama bu yıl ikinci stajını arkadaşları gibi kendi Enstitülerinde denetleyicilik beklerken torpil vurmuş, bu kez Hasanoğlan'da doğrudan inşaat sorumlusu. Gene de yakınmıyor. Ancak yorgunluğu zaman zaman belli oluyor.
Belli ki bugün hava tam ağustosluk yapacak. Ekrem uyurken, güneş gölgesi az kesik olarak yüzüne vurmuş. Hayret bir durum, Ekrem'im yarı yüzüne vuran güneş orasını terletmiş. Hüsnü ile güldük. Ses dozu kaçırmışız, Ekrem uyandı. Özür diledik. Umursamadı:
-Uykumu almıştım! deyip gerinerek kalktı. Üstelik benimle oyuna geldi, Efeden rica etti, az bekletip Güvende Zeybeğini oynadı. Çakı Efe'nin Efe kılığı öğrenciler için arada bir aşılmaz duvar gibi. Efe ne denli yakınlık gösterse kılığı öğrencilerle arasında bir ayrıcalık yaratıyor. . Ekrem öylesi günlük çalışma kılığıyla oynayınca bir alkış koptu. Kısa bir gösteriden sonra Ekrem de Bengi oyununa katıldı. Ekrem'in katılması Çakı Efe'yi de neşelendirdi. Oyundan sonra uzun uzun Kızılçullu çalışmalarını andılar. İlk çalışmalarda Okul Müdürü Emin Soysal'ın kısa boyuyla yere bakarak ayak değiştirdiğine güldüler. Ahmet Yekta Madran'ın Zeybek Havalarında Klârnet istediğini, akordiyon çalan Yaşar Özgün'ü sık sık payladığını, akordiyon çalışan Hicri Kızık'la Hüseyin Çakar'ın uzun süre ortalığa çıkamadıklarını anlattılar. Bu arada Emin Soysal'ın Milli Oyunlara karşı içtenlikli bağlılığını da andılar. Ekrem'e göre Emin Soysal neden olmasaydı, Köy Enstitülerinde Milli Oyunların bu kadar yaygın olmayacağını söyledi. Emin Soysal bu konuda hiç ödün vermezmiş.
Kahvaltıdan sonra akşam banyoya gitme kararı alıp dağıldık. Benim Pazar günleri iki mandolin grubum var, onların saatleri belli. Öğlede Ziya Kaplan Öğretmenin grubu, Ziya Öğretmen her zaman gelmiyor. Ancak gelmeyeceğini önceden bildirdiği için ona göre önlem alıyorum. Akşamüstü çalışması serbest, gelen grupla çalışıyorum. Ancak bu saat çalışmalarında grup öğretmenleri zorunlu geliyor. Öğrenciler kendiliğinden dağılmadıklarından Bayrak Töreni aksamaları oluyor. Okul Müdürü Rauf İnan bu konuda haklı olarak titizlik gösteriyor.
Salona gidince özellikle Weber, Dansa Davet! Çalanlar da ne çalmış ha! Gözlerimi kapatıp filmlerden izlediğim dans olaylarını anımsamaya çalışıyorum. Tolstoy'un Kreutzer Sonatı için sözünü anımsıyorum. Tolstoy der ki:
-Kreutzer sonatı çalan ayrı cinsten iki sanatçı kesinlikle bir birine aşık olur!" Bana göre de Weber'in Dansa Daveti'ni bir salonda bakışarak dinleyen (ayrı cins) iki genç kesinlikle birbirine yaklaşma isteği duyarlar. Hiç değilse o dinleme anında aklından geçen duyguları kolay kolay unutamazlar. Bunları düşünüyorum ama ya kendi kendime söyleniyorum ya da yeri gelince Ekrem'le Hüsnü'ye anlatıyorum. Oysa bunları konuşabilecek çevremizde arkadaşlarımız var. Ancak onlara bu tür konuları açmak kolay değil. Yoksa okuduğumuz romanlar, şiirler, filmler mi bizi kandırıyor? Şiir deyince anımsadım. Talip Apaydın, Şinasi Özden'in şiirlerini severdi. Varlık Dergisinde sürekli şiirleri çıkıyor, onları toplasam sanırım çok sevinir. Şinasi Özden sahiden ünlü biri, Oidipus kitabındaki yaratık gibi durmadan sorular soruyor. Neyse ki sorular Oidipus'taki gibi ölümcül değil. Öğretmenlerimizden Sabahattin Eyuboğlu ile Yunus Kazım Köni öğretmenimizle de konuşmalar yapmıştır. Daha başka bilmediğim birçok kimseye sorular sormuştu. Bilmediğim diyorum ama içlerinde gördüklerim de var. Hasan Ali Yücel, Falih Rıfkı Atay, Sadri Ertem, Salahattin Batu, Nurullah Ataç, Behçet Kemal Çağlar gibi. Ben kafamdaki kişileri bir ayırım yapıp sürekli tanıma yollarını kurarken mandolinciler geldi. Ziya Kaplan Öğretmenin disiplin örneği sınıfı. Ziya Öğretmen bir pusula yazmış, "Özür dilerim, yaramazlık edenler üzerinde birlikte dururuz.” Öğrenciler, benden önce pusulayı okumuş olacaklar. Onlardan önce tahtaya Sonbahar adlı şarkının notasını hazırlamıştım. Hiç bir zorluk çekmeden parça ortaya çıktı. O denli güzel çalıp söylediler ki bu çocukları birisinin, takdir edecek birisinin dinlemesini isterdim! derken Genel Müdür yanında kendi yaşdaşlarından biri ile gülümseyerek kapıdan girdi. "Hoşgeldiniz!" anlanın şarkıyı önce söylettim. Bir de arkasından çaldırdım. Zil çalınca çocuklar gitti. Gelen konuk, çocukların sınıflarını, Genel Müdür de öğretmenlerini sordu. Elimdeki pusulayı göstererek Ziya Öğretmenin her çalışmaya katıldığını anlattım. Bu kez de Genel Müdür konuğu tanıttı:
-Cumhuriyetin kuruluşundan sonra en alt basamaklardan başlayarak Şairin dediği gibi “Ağır ağır merdivenleri tırmanmış”, üst basamakta da önemli gördüğü işleri tamamlamak üzere T.B.M.M'ye geçmiş bir meslektaş ağabeyimiz! Nafi Atuf Kansu!
Nafi Atuf Kansu, Milli Eğitim Bakanlığının alt basamaklarından başlayarak müsteşarlığa dek başarılı çalışmalarından başka halkın okuması için çabalar göstermiş, özellikle Köy Enstitüleri'nin kurulması aşamasında üst düzey kurullarda önemli görevler yapmıştır. Pedagoji Tarihi başta olmak üzere eğitim araştırmaları üstüne çok değerli kitaplar yazmıştır.
Ali Kılıç Öğretmen geldi, konukları alıp yönetim binasına götürdü. Kapıdan çıkana dek arkalarından gittim. Genel Müdür bir söz unutmuş gibi, bana dönerek (Fahri Yücel için) “Arkadaşınızın işi yoluna girdi, arkadaşlarına söyle!" dedi.
Genel Müdürle beraberindeki konuk gidince az düşündüm:
-“Arkadaşınızın işi oldu!" ne demek? Akşam aralığında bir mandolin çalışmam daha var. Sonra banyoya gideceğiz. Oldukça başıboş sınıflardan biri, Aysel Öğretmenin kümesi geldi. Aynı kümede olmamasına karşın Hasan Tekin'i başlarında göndermiş. Hasan Tekin şimdiden bir öğretmen. Ne var ki, öğrenciler uyarılmazsa alıp mandolinleri geliyorlar. Öyle olunca da vakit akort işleriyle geçiyor. En korktuğum bu anlar oluyor. Genel Müdür konuğuyla şimdi uğrasa! diye düşünürken kimse gelmedi.
Başarısız bir dersten sonra sevinç (!) Öğrenciler gidince kulübeye uğradım. Ekrem'le Hüsnü yeni gelmiş. Beni görür görmez sordular:
- O gelen kim? Biliyor musun? diye sordular. Ben işi, meslek yönünden alarak bildiklerimi anlattım. Arkadaşlar güldüler. Onlar işi başka yoldan değerlendirmişler. Nafi Atuf Kansu, Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'ın bacanağı imiş. Kendisi aynı zamanda C. H. P Genel sekreteri, bir bakıma C. H. P içinde İnönü'den sonra en yetkili olduğu için bizim Genel Müdür gücünü ondan alıyormuş. O güne dek konu üzerinde durmadığım için "Hı!"deyip geçtim ama doğrusu parti konusunda belirli bir duyarlığım vardı. Babam koyu bir İttihat-Terakki'ciymiş. Cumhuriyet döneminde ise, "Hükümet Partiliyim!" derdi. Serbest Fırka kurulunca, o tarafa akanları uyarırdı:
-“Sık sık fırka (Parti anlamında) değiştirmek akıl işi değil. Bu konuda iyi düşünmek, doğru karar vermek gerekir!" diye uyarılarda bulunurdu. Nitekim kurulduğu zaman Serbest Fırka'yı savunanların sözlerine aldanarak koşuşurca o tarafa geçenlerin aldandığı görüldü. Sinmiş, kış uykusuna yatmış olan molla takımı hemen ağızlarından lokmayı çıkarıp zehirlerini saçmışlardı.
Nafi Atuf Kansu, çekirdekten yetişme bir eğitimci olduğu için sezdirmeksizin öğrencilerden, öğretmenlerden bilgiler almış. Bir öğrencinin elinde gördüğü Ahmet Emin Yalman'ın Yarınki Türkiye'ye Seyahat kitabı üstüne sorular sormuş. Çocuklar, karşılarındaki insanın kimliğini bilmediklerinden sanırım biraz ileri geri konuşmuşlar. Sözün özü Nafi Atuf Kansu konuştuğu birkaç öğrencinin özellikle kendileri için yazıldığı belirtilen kitaba ilgisizliğini sezmiş. Özellikle de öğrencilerin:
-Biz almadık; okuldan dağıttılar! türlü söylemlerine takılmış. Ancak olay üzerinde durmamış gibi görünerek öğrencilere:
-Siz öteki kitaplara da böyle mi bakıyorsunuz? Sorusuna öğrenciler beklenilen yanıtı vermişler. Konuklar gittikten sonra konu üstüne eğilen öğretmenler arasında olay bir kez daha ele alınmış. Olayı, yeni öğretim yılı ilk Öğretmenler toplantısında konu edip tartışmaya karar vermişler. Arkadaşlar, bunu bana anlatınca Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'e (o zaman kitap henüz çıkmamıştı) Kars/Cılavuz Köy Enstitüsü Müdürü Halit Ağanoğlu sorduğunda, Hasan Ali Yücel açık açık:
-Sizin için bir övgü umudu olabilir ama ben, Ahmet Emin Yalman'a hiç bir zaman güvenmedim, bu kanım devam ediyor. Bilindiği gibi o bir "Mandacı”dır, davasından vazgeçmez. Yalnız o değil, karı-koca Sertel'ler de böyledir! Onların Amerika kaldıklarını, gazeteciliği de oradaki gibi yaptıklarını söylerler. Oysa Amerika'da gazeteler serbesttir. Yazarları eleştiri yapar ama, onlar yaptırımcı değil uyarıcıdır. Bizim söz konusu Amerikancılar ise doğrudan yaptırımcıdırlar. Bu kanaatımdam olacak ben Ahmet Emin Yalman'dan bir yardım ummadığım gibi onun nasıl bir çıkar peşinde olduğunu değerlendirmeye çalışıyorum. Sonuç olarak gazetecilik de bir ticaret işidir. Ahmet Emin Yalman'ın gazetesi tirajı iyice düşürdü. Gene de, hiç değilse şu sıralar, bizi köstekleyenler arasında olmamasını yararımıza sayalım!” demişti (o tarihli notlarımda vardır). Yarınki Türkiye'ye Seyahat kitabı içinde Ekrem Ula da var. Ekrem de ondan gocunuyor:
-Vay anasını nasıl da faka bastık!
Kitap konuşmasını kesip Tonberg'in Bulgar yayınını dinledik; gaydalar aynı havayı nasıl da güzel çalıyorlar.
Gece çatırtıdan uyandım. Tonberg açık kalmış.
7 Ağustos 1944 Pazartesi
Çakı Efe geldi, çok neşeli. Hemen anlattı, köylü gençler davet etmişler, Efelik, oyunlar, Ege, Bergama, Edremit yöreleri için bilgi istemişler. Hasanoğlan'ın değilse bile yörenin oyunları; türküleri varmış, onları öğrenciler yardımıyla derleyeceğiz. Efe'ye göre ben Hasanoğlanlı denecek kadar eskiyim ama doğrusu katılım konusunda o benden hamarat. Gerçekte 1941 yılında biz Kepirliler Hasanoğlan yakınında konaklamış asker gibiydik. Köyü karşıdan görüyorduk ama içine yolcu gibi girip çıkıyorduk Sonra da sıra ile 20 kişilik ekipler gelince onlarla ilişkilerimiz belirli bir doyum sağladığından yakın bir bağ kuramadık. O süreçte geçen bir dini bayramda Hasanoğlanlı bazı ailelerin az da olsa evlerine çağırmaları, hepimizi mutlu etmişti. Ne yazık ki ilişkimiz o düzeyde kalmıştı. Açıkçası biz onlara "Yaban!" gözüyle bakarken kendimiz "Yaban” durumuna düşmüştük. İyi insan Köy Muhtarı Ahmet Çakır’la bir şakalaşma sözünden sonra bana "Ben de Aleviyim; sen de, boşuna saklama, Muhtar amcana selamımı yaz!” diyecek derecede içtenlikli yaklaşımına karşın Yeni Bedir Köyü muhtarı Kamber Amcama, 8 ay sonra Kepirtepe'ye dönünce anlatmıştım. Kamber Amcam bile o zaman "Yeğenim, bu Alevilik malevilik değil insanlık işi, bunları o zaman daha sıcağı sıcağına yazmalıydın!” diye uyarmıştı.
Çakı Efe konuşurken bunları anımsayınca alt çene dişlerimin kenetlenirce bir birine girdiğini farkettim.
Çakı Efe, önce bir açıklama yaptıktan sonra Harmandalı'da ileri geri gidişlerde kolları eleştirdi, tekrarlattı. Bengide ise dizlerin çekilerek sağa ya da sola döndürmelerde ayak tabanlarının düzgün duruşlarını gösterip tekrarlattı. Okul Müdürü arkamızdan gelip gözlemiş. Oyun bitince önce Efe'ye teşekkür etti. Bana dönünce de gülümseyerek:
-Ben, sizi bu konuda anlaşır bir ikili olarak düşündüğümden, teşekkürü tekrara gerek görmüyorum! deyip ayrıldı. "Onun teşekkürüne gerek yok!" desem, yalan söylemiş olurum. Sık sık insanlar, “göğsüm kabardı!” derler ya, bu sabah sahiden göğsüm kabardı.
Kahvaltıda, dün gelen konuk Nafi Atuf Kansu üstüne konuşmalar oldu. Nazif Balcıoğlu oldukça övücü sözler söyledi. Köklü bir aileden geliyormuş, Osmanlı geleneğini sürdürüp Beyler Paşalar arasında olma yerine öğretmenliği seçmiş, hem de çok sıkıntılı dönemlerde tüm çabasını eğitim konuları üzerinde sürdürmüş. Üç erkek oğlunu da önemli üç mesleğe yönlendirmiş Doktor, Mimar, Arkeolog! Kardeşi ise Dil Tarih- Coğrafya Fakültesi Dekanıymış. Güzel insanların, bizi yetiştirenlerin emeklerine saygı duyarak çalışmalarımıza döndük. Kısa da olsa Öztekin Öğretmenin yokluğu beni biraz (Büyük ablamın deyimiyle) bayınlaştırmıştı. Salona girince Öztekin Öğretmenle karşılaşınca yalandan sevinme gösterisi yaptım ama sanırım yerine oturmadı. Öztekin Öğretmen zaten gösteriş sevdalılarından değil. Gülerek:
-Eee, ne var ne yok deyip, ilk gördüğünde ilgilenmemiş gibi eğreti baktığı pikaba, yeni plâklara ilgiyle baktı, çalıp çalmadığımı sordu. Sık sık çaldığımı anlattım. Faik Canselen Öğretmenin geçen cumartesi İstanbul’da olması nedeniyle bir hafta ara verdiğimizi, arkasından bir grup öğretmeni operaya götürdüğümü anlattım. Öztekin Öğretmen kendisi için:
-İşte bunu ben yapmalıydım! dedi, arkasını getirmeden Fahri Yücel'le Mandolin Orkestrası gece konserine gittik! deyince hemen ekledim:
-Fahri izinli gelmişti. O gün en iyi mandolin grubumla çalışırken Genel Müdür geldi. Ders sonunda bana:
-Benim mandolin orkestrası çalıştıran bir dostum var, Enstitülere mandolini öngördüğümüz için çok memnun olmuş, uzun zamandır konserlerine çağırıp duruyordu. Bir türlü fırsat yaratamamıştım. Geçen gün resmen üç davetiye göndermiş, gitmek zorunluğu duyuyordum. Çalışmaları dinleyince kararımı verdim. Yanına bir arkadaş al, çarşamba saat 19:00’da arabam gelip sizi alacak! dedi, Fahri Yücel birkaç gündür buradaydı. Söylenen saatte araba geldi, şoför aldığı emir üzerine bizi Genel Müdürün evine götürdü. Genel Müdürümüzle konuşa konuşa akşam yemeği yedik, konsere gittik. Orkestra şefi Kenan Atakurt, Genel Müdürümüze büyük saygı gösterdi. Bizim mandolinlere hiç sığmayacağını sandığımız ünlü parçalar çaldırdı. Gerçek iki sesli, üç sesli Mandolin orkestrasını orada dinledik. Dönüşte Genel Müdürümüzün konuğu olduk. Sabah uyandığımda Genel Müdürün Eskişehir'e gittiğini, giderken Fahri'yi de götürdüğünü öğrendim. (Fahri orada görevliydi) Sabahleyin Engin’le kahvaltı edip ayrılırken genel Müdürün bana verilmek üzere yazdığı bir pusula verdiler. Pusulada, "Cuma akşamı aynı saatte on kişilik bir araba sizi alacak. Bayan arkadaşları düşünerek öyle karar verdim. Ancak şoförün çok geç dönmesini doğru bulmadığımdan orada kalmasını istedim. Bir yatak temin edersiniz. Şoföre bu konuda gerekli bilgi verilmiştir.” Dört erkek, 6 bayan rahat rahat gittik, Figaronun Düğünü operasını da böylece ben ikinci kez görmüş oldum!
Öztekin Öğretmenin yüzü değişti, neredeyse patlayacak bir sesle:
-“Bu adamı üzüyorlar, İsmail Hakkı Tonguç eli öpülecek değil ayakları öpülecek bir insan, insan da değil, İnsanüstü bir insan!" dedi.
Öztekin Öğretmenin izini bitmemiş, eşiyle döndüğünde kalacağı yerin ölçülerini öğrenip ona göre eşya tedariki amacıyla gelmiş. Beni neşeli gördüğüne sevindiğini söyledi. Yakında görüşmek üzere deyip ayrıldı. Bir süre kendimi rüyadaymışım gibi duyumsadım. Başımdan geçen olayı yoksa rüyada mı anlattım? diye sorasım geldi. Pikaba bu kez bilerek Beethoven'in Coriolanus Uvertürünü takıp duygulanarak dinledim. Arkasından son ödevim olan Josef Haydn 59'un gözünü başını yara yara birkaç kez tekrarladım,
Yemekte bu kez Nafi Atuf Kansu'nun oğullarının seçtiği meslekler konuşulurken arkeoloji üzerinde duruldu. Arkadaşlar konu üzerinde dururken Şevket Aziz Kansu adı geçmişte konuşulmuştu. Onu dünmüş gibi anımsadım. Bazılarının deyimiyle "Patadak!" Arkeolog olan oğul için amcasının mesleğini seçmiş! dedim. Gülümseyenler oldu. Kepirtepe Köy Enstitüsü görme alanı içinde üç tane höyük olduğunu, bunların birinin hemen okulun karşısında Edirne-İstanbul yolu üzerinde olduğunu, diğer ikisinin de Umurca denilen köyde olmasına karşın düz bir alanda olduğu için rahatça gördüğümüz gibi üçüne de gidip inceleme, soruşturma yaptığımızı anlattım. Üç höyüğün de bir yanlarında kazı yapıldığı belli oluyordu. Bu soruşturma sırasında Şevket Aziz Kansu'nun adı geçmişti. Öyleyse arkeoloji o aile için bilinen bir meslek; hemen ekledim:
-Son gezimizde, hem Gönen/Isparta Köy Enstitüsü, hem de Konya/Ereğli köy Enstitüsü alanlarında kazılar yapılıyordu. Onların birinde çalışıyordur. Bu bilgilerle gitmiş olsaydım kesinlikle araştırırdım. Ekrem Ula kendini tutamadı, sırtıma dokunarak:
-Yaşa, arkadaşım, sana ihanet etmeyen bir belleğin var! Nezaket gereği Ekrem'in belleğinin de güçlü olduğunu söyleyen oldu. Ekrem Ula:
-İnsan olarak hepimizde bir miktar bellek de zekâ da var ama yerinde kullanabilmek önemli! deyip kalktı. İşini öne sürüp ayrılmıştı ama aslında Ahmet Emin Yalman olayına sinirleniyordu. "Ben bu kadar saf mıydım?” Ekrem'i tedirgin eden tevatür gerçek olabilir mi? Kulaklarımla duyduğum konuşmasında Hasan Ali Yücel ayrıntılara inmedi ama yoksa bunları mı söylemek istemişti! Konu üzerinde durmayıp kendi işlerime koyuldum. Varlık dergisinde Vahit Lütfi Salcı Dedenin sürdürdüğü Gizli-saklı, adı ne olursa olsun, halkın çok sesli müziğe doğal ilgisine koşut -geç de olsa- sonradan Osmanlı Yönetiminin el atmasını, Mahmut Ragıp Öğretmenin konser arası konuşmalarından esinlenerek irdelemek istedim. Bu konuda bilgisel yorum yapamayacağımı biliyorum. Buna karşın tarihe karşı büyük ilgime, önemli tarih olaylarını kolay bellememe güvenerek bir müzik olayı zincirinin konuyu belgelemekte yardımcı olacağını düşündüm
Osman Gazi 40 arkadaşıyla başlattığı bir mekâna sahip olma savı, eğer söylendiği gibiyse o günkü koşullara uyularak, kendisinden ayrılan Selçuklu başbuğundan başarı dilekleriyle birlikte bir de sembol olarak bayrak-kalkan-kılıçla davul almıştır. Bayrak-kalkan-kılıç sembol olarak daha önceki dönemlerde de genelenmiş bir olaydır. Burada davul eklenmesinin bir anlamı olsa gerek. Davul, gürültülü bir aygıttır ama gene de onun gürültüsü içinde duyabilen kulak için sesler vardır. Ayrıca birlikte kullanılan (söylenmemekle birlikte) başka çalgı da olabilir. Eldeki belgelere göre bizler, salt davul deyip geçiyoruz. Osman Bey’in oğlu Orhan Bey (bunu, Osman Bey'in torunu 1. Murat için de derler) askerlerinden seçtiği 10 genci, o günlerin saygın Ermişi olarak tanınan Hacıbektaş Dede'ye gönderip dualarını diler, ayrıca askerinin ad babası olmasını ister. Hacıbektaşıvelî askerleri iyi karşılar, başarılı olmalarını dileyip adlarını koyar: YENİÇERİ. Ancak, vaktiyle Selçuk Sultanının davuluna ek olduğu sanılan bir övüdü daha olur. Bu sesli bir övüttür. Yeniçeri Birlikleri bu övüdü, Ocak kurulduğundan kaldırılana dek 500 yıl her sabah okumuştur. Yeniçeri Öcağının GÜLBANK'ı denilen bu sesli söylem:
Allah Allah illâllah
Baş uryan, sîne püryan, kılıç alkan
Bu meydanda nice kelle kesilir
Olmaz bir duyan.
Eyvallah eyvallah
Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan
Kulluğumuz Padişaha ayan
Üç'ler, Yedi'ler, Kırk'lar
Gülbank'ı Muhammedî, Nuh-ı Nebî, Kerem-i Alî
Pirimiz, sultanımız Hacı Bektaş-ı Velî
Demine devranına "Hu!" diyelim "Hu!"
İster özel dua ya da marş densin, isterse başka adlar verilsin olayın özünde insan gücüne ses katılımı var. İşte bu ses katılımı orduları, ordu yöneticilerini daha değişik arayışlara yönelterek ilkel alanını aşamamış insanları sindirmede etkili bir silah durumuna getirmiştir.
Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında bu tür sembollerle başlayan müzik bilinmez nedenlerle, daha doğrusu apaçık bilinen İslâm ulemasının dinsel bağnazlığı yüzünden mehter müziği denilen iki ileri bir geri teranesiyle Arabın yalellisine dönüştürülüp dünyada bir benzeri bulunmayan Değişmezlik markası örneği olmuştur. 1683 Viyana'yı 2. kez kuşatmaya kalkışıp Tuna Nehri'nin altına dek büyük topraklar kaybeden Osmanlılar içinde gelecek için daha da acı günler yaşanacağı kaygısıyla orduda yenileşme önerileri üretmeye başlamıştır. Örneğin yeni silahlar, özellikle de uzman askerlerin fikirleri itibar görmeye başlamış, giderek de uygulamaya kalkışılmıştır. Humbaracı Halil Paşa ile benzerleri bir ucundan denemeler de yapmıştır. Yeni silahlar getirilmiş, atış eğitimlerini uzaktan izleyen halk umutlanmış, halk ozanları belleklerini kurcalayarak şiirler söylemeye başlamıştır. Gariptir, bu yenileşme girişimlerinde (Yeniçeriler zoraki de olsa) hiç değilse susarken, günümüzde bile anıladurulan o dağdağalı, o şaşaalı Mehter Takımında hiç bir kıpırdama görülmemiştir. Çünkü Mehter takımında küçük bir değişim müziğe açılabilir. Bunu önlemek için bir de masal uydurulmuştur. Sözde Fransa Kıralı 1. Fransuva, Alman İmparatoru Karlos'a yenilince Padişah Kanuni Sultan Süleyman'dan yardım istemiş. Kanuni bu isteği karşılıksız bırakmamış olacak ki Fransa Kıralı 1. Fransuva şükran borcu karşılığı başka hediyelerle bir de 30 kişilik orkestra göndermiş. Kanuni bu hediyelere sevinmiş. Ancak orkestra kısa bir zaman içinde geri gönderilmiş.
İrade Padişahın değil, şeyhulislamın. Halk ya da asker bu tür müzik dinlerse yüreği yufkalaşır, savaş hırsını kaybeder. "El cevap, katledilmeye, ancak tez elden canlı olarak iade!" Buyruk yerine gelmiştir. Gerçekten Kanuni Sultan Süleyman'la 1. Fransuva arasında benzer bir olay geçmiştir. Ancak bunun böyle sonuçlanacağına biraz tarih bilgisi olan kesinlikle inanmaz. Çünkü tarih yazmaktadır. Manisa sokaklarında keman çalarak günlük yiyeceğini sağlamaya çalışan takma adlı İbrahim'i şehzade Süleyman himayesine alır, kendisi de Kanun çaldığından uzunca bir eğlenceli yaşam sürerler. Öyle ki kemancı İbrahim, Kanuni'ye tam 10 yıl sadrazamlık yapar. Öte yandan Kanuni'nin en sevdiği, en çok sevdiğini manzum olarak belgelediği Hürrem Sultan'ın ud çaldığını yapay, uydurma resimlerden değil, özgün minyatürlerden bilmekteyiz. Öte yandan (Muhibbî) mahlasıyla şiirler yazan, Hürrem Sultana sevgisini:
"Celîs-i halvetim varım habîbim mah-ı tâbânım
Enîsim mahremim, varım güseller şâhı sultânım
Hayatım hâsılım ömrüm şarab-ı kevserim adnim
Baharım behçetim rûzum nigârım verd-i handânım
Neşâtım işretim bezmim çerâğim neyyirim şem'im
Turuncu u nâr u nârencim benim şem-i şebistânım
Nebâtım sükkerim gencim cihan içinde bî- rencim
Azizim Yusuf um varım göçnül Mısr'ındaki hânım
Stanbûlum Karaman'ım diyâr-ı millet-i Rum'um
Bedehşân'ım ve Kıpçağım ve Bağdâd'ım Horsânım
Saçı mârım kaşı yayım gözü pür vitn bîmârım
Ölürsem boynuna kanım meded hey nâ-müselmânım
Kapında çünki meddâhım seni medh ederim dâim
Yürek pürham gözüm pür nem Muhibbi'yim hoş halim"
diye anlatan bir yürekten müzik düşmanlığı beklenir mi? Besbelli ki her ilerleme konusunda olduğu gibi "İstemezüg” taifesi "Ezan sesi bize yeter!" deyip Mehter takımının da ümüğünü sıkmışlar. Ancak onlar gaflet uykusunda ya da kendi yarasa karanlığında yaşadığını sanırken Aydınlanma Çağı insanları karanlıktan kurtarmış Apaydınlık bir dönem başlamıştı. Büyük Fransız Devriminin Tanrı buyruğu gibicesine yürekleri hoplatan Devrimcilerin ulusal marşları La Marseillaise öteki ulusları da uyandırmış. Büyük Devrim o toz-duman günlerinde bile giyotine giden insanların La Marseillaise söyleyerek kellelerini vermeleri olağanüstü bir etkileşimdir. O güne dek kralların ya da soylu geleneğine uyarak bir takım simgeleri kutsal sayarak, at ya da atlı arabalar, kartal ya da ne idiği belirsiz Ejder-mejder simgeleriyle kamuoyu toplamaya çalışanları La Marseillaise öyle gölgeledi ki Almanya, ünlü besteci Franz Josef Haydn'dan, Avusturya İmparatorluğu da Wolfgang Amadeus Mozart'tan melodiler seçip millî marşlarını öne çıkardılar. Sonrasını biliyoruz, "Ulusum!" diyen toplulukların birer marşı vardır. (Aşiret çizgisini geçemeyenler hariç)
Allons enfants de la Patrie
Le jour de gloire est arrivé!
Contre nous de la tyrannie
L'êtendard sanalant est levé (bis)
Entendez-vous dans les campagnes
Mugir ces féroces soldats?
IIs viennent jusque dans nos bras
Egorger nos fils, nos compagnes!
Bizim dilimizle:
İleri kardeşler vatan için ileri!
Şan şeref günü geldi çattı işte!
Karşımıza gelmiş, kanlı sancağını
Tiranlık bir kez daha çekiyor göndere
Nasıl bağırıyor duyuyor musunuz uzaktaki
Alanlarda bölük bölük askerler?
Saflarımıza dayandılar öldürmeye gelmişler,
Karılarımızı, çocuklarımızı ve bizleri
Büyük Kıyım durunca da yurtlarına saldıranlara karşı salt Marseillaise'le değil bu kez de büyük müzik topluluklarıyla direnmeleri, Napolyon Bonapart ordularının topçu gruplarıyla Bando takımlarının birlikte zaferden zafere koştuklarını duymayan kalmamıştı. Napolyon Bonapart'ın ünlü orkestralar Şefi François Joseph Gossec'ın yönettiği 10.000 üyeli Orkestrasıyla 10.000 üyeli korolarının sesini dilimizde sık sık söylenen "Mısır'daki sağır Sultan bile duydu!" sözü, gerçekleşmişçesine, Napolyon Bonapart Mısır'ı alınca İstanbul'daki yarasalar da duydu. Gelişen dünya olaylarını izleyen zamanın genç padişahı kokuşmuş Yeniçeri ocağını kaldırıp Mehter takımının davullarını patlatıp, kavuklarını da yaktırarak Yeniçeri Ocağıyla birlikte tarihe gömdü. Kurduğu modern orduya örnek aldığı modern ordularda uygulandığı gibi bir bando ekledi. Ancak bando işi, dışardan bakanlar için önemsiz görünmesine karşın öteki yeniliklerden daha büyük sorun oldu. Söz gelimi yeni silahlar "Gavur icadı!" yaygarası yapıldı ise de karşıcı Mollalar, işlerine geldiğinden silahlara tezelden ısınıp sarıldılar. At, eyer, araba hatta tüfek, mermi bir suskunluk sürecine karşın benimsendi. Bir hiciv karakteri taşımasına karşın "Araba Sevdası!" türü romanlar bunu belgelemektedir. Bandoya gelince; tıpkı öteki askeri teçhizat gibi bando gereçleri de dışardan alındı ama bu gereçler çok sesli düzen için yapılmıştı. Davul, zurna sesleri arasında kısılmış kalmış halk bir süre buna ayak uyduramamaktan yakındı. Neyse ki azınlıklar her işte olduğu gibi bando işinde de bize Kösemlik yaptı. (rehberlik-kılavuzluk anlamında) Oysa Padişah 2. Mahmut bu işe çok önem vermişti. Özel elçiler aracılığıyla Napolyon Bonapart bandolarından yetişmiş, dünyaca ünlü İtalyan opera bestecisi Gaetano Donizetti'nin kardeşi Gioseppe Donizetti'yi Paşalıkla payelendirip geniş yetkilerle donatarak düşlediği kurumu uzun ömürlü kılmak için, bir dize önlemler almıştı. Örneğin Azınlıklar için bu bir uygar yaşam alanı sayıldı. Bir süre sonra da tüm çevre (Molla-mugalata) direnmelerine, daha doğrusu birilerince (!) direttirilmelerine karşın müslüman çocuklar da bandoya, daha doğrusu müzik çalışmalarına katıldı. Donizetti, gerçekte besteci değildi ama ortasına girdiği ortama uyacak yeteneği vardı. Bir yandan kurumunu sağlamlaştırırken besteler de yaptı, yaptırdı. Günümüze kadar gelen Padişah Abdülmecit için yazdığı Mecidiye marşı bunlardan biridir. Dolmabahçe (yeni yapılmıştı) Sarayı önünde modern Türk Bandosu Mecidiye Marşı çalıyor. İstanbul halkı için bu yetmedi ama gene de bir ferahlık getirmişti. Donizetti'nin koyduğu ilkelere uyan ardılları, Angello Marianni Paşa, Luigi Arditi Paşa, Guatelli Paşa, D'Aranda Paşa (İspanyol). Bundan sonra yerli şefler yetişti. Saffet Atabinen, Zati Arca, Mehmet Ali Bey, Osman Zeki Üngör, Veli Kanık, İhsan Künçer (1944-bu bilgileri veren Albay)
İtalyan kökenli Gioseppe Donizetti Paşa-Donizetti Paşa'nın çok sesli girişimlerinin ilk notaları
Padişah 2. Mahmut'un çağrısıyla ülkemize gelerek ilk modern bandoyu kuran Donizetti Paşa, 1830
İlk nota denemeleri de yukarıda görülen bu çağdaşlaşma uğraşı, 1915 yılına dek sürmüş, kendi içinden yetiştirdiği yerli yöneticilerin çabalarıyla doruğa ulaşmıştır. 1915 yılı Almanya turnesindeki başarılı konserleri özellikle de Richard Wagner'in ünlü Tannhauser Uvertürünü yorumlayışları tüm Almanya'da ayakta alkışlanmış, Alman basınında günlerce övgüler yayınlanmıştır.
Padişah 2. Mahmut'un bu girişimi, gerçekte bir Asker-Ordu görünümünde ise de dolaylı olarak gelişen Batı karşısında Mollaların hadımlaştırdığı Osmanlı toplum kurumlarını ırgalamak anlamına geliyordu. Öteden beri Batı ile ilişkilerini sürdürerek yeniliklerle beslenen azınlıklar, bu girişimi de kendilerine yarayacak şekilde ele alarak doğrudan ayrılma yerine ortak bir yol bularak Molla takımını saf dışı bırakmadılar. Ermenilerin kullandığı Hamparsum notaları incelenince görüleceği gibi Donizetti'nin getirdiği yeniliğe ayak uydurup değişik bir hava yaratılabilirdi. Ne var ki hangi yöntem üretilirse üretilsin Saray, özellikle Padişah Abdülmecit zamanında Donizetti akımını destekliyordu. Batı'dan çağrılı -çağrısız gelen ünlü besteciler, solistler, opera grupları Saray'da ağırlanıp taraftarlarını gün günden artırıyordu. O günlerin ünlü alaturka bestecilerinden Hamamizade Dede Efendi 1848 yılında Hacca giderken bu konu açıldığında, Dede Efendi açık açık söylemiştir:
-Biz bu davayı kaybettik! Alaturkacıların baş tacı ettiği, günümüzde de en beğenilerek çalıp söylediği Gülnihal, gerçekten güzeldir ama daha çok danslı salonlarda vals oyunu havası olarak kullanılır. Ayrıca genel çizgileri içinde Batı etkisi özellikle Weber'in Dansa Davet'ini anımsatır.
Bağnaz ya da molla takımının ebediliği karanlıktır. Güzele, duygusallığa kısacası sanata karşı olduğu sürece ayakları üstünde dolaşacağına inanmıştır. Bunu en güzel örneğini değerli romancımız Halide Edip Adıvar Sinekli Bakkal'da anlatmıştır. Sıradan bir mahalle olan Sinekli Bakkal'da çocuk Tevfik’in Karagöz oyunu filan derken insanlığın bilinen 3000 yıllık tutkusu olan tiyatroya karşı duyarlılığı başına yıkılmadık suçlamalardan kurtulamaz, sonunda sürgün edilir. Tevfik sürgün edilir ama yaşam bir yandan sürmektedir. Sürgünlerde de tiyatro sevdasını sürdüren Tevfik'in kızı Rabia gelişmektedir. Tevfik'in başını derde sokan duygusallık kızında da olacaktır. Ancak bu doğal eğilim tıpkı olmaz. Rabia'nın da sesi güzeldir. Molla Dedesi parsayı kapmak için Rabia'nın sesi hemen dinsel alana (çıkar için) kaydırır. Rabia tüm İstanbul, Ayasofya başta olmak üzere camilerden güzel sesini duyurur. Ancak insanların bir de önüne geçilemeyen gönül nehri vardır. O, nereye yönelirse oraya akar. Nitekim Rabia'nınki de Peregrini adlı bir İtalyan piyanisttir. Halide Edip Adıvar bir sanatçı duyarlığı ile bu konuyu anlatmıştır. Peregrini Hıristiyandır. Rabia ile evlenmek için Müslüman olup Osman adını alır. Romanda konu değişik açılardan irdelenerek insanların yaşamlarındaki bireysel-toplumsal çatışmalarını ya da dirençlerini irdeler, belki de bir kader sonucuna bağlar.
Ben salt olayın Çoksesli-teksesli müzik açmazının (gerçekte teksesli değil) bir müzik düşmanlığı yönüne değinmek istedim. Çünkü müzik bir sanattır, doğrudan doğruya sese dayanır. Sorun, o sesin, doğal sınırlarına dek çıkarılması uğraşıdır. Tıpkı bir atletin çıta yükseltmesi, bir yüzücünün bir kulaç daha fazla atma çabası gibi. . .
***
Gelenler olduğunu duyunca ara verdim. Bu kez, arkadaşlar geldi, onlara özel bir konser verdim. Hüsnü şaşırdı:
-Sen ne olmuşsun böyle, be arkadaş! diyerek bir süre yüzüme baktı. Hüsnü Yalçın’la 6 yıldır aynı kazanlardan, aynı yemekleri yiyoruz. (Burada ayrı bölümlerdeyiz.) Alın terlerimiz de aynı toprağa damlıyor ama uğraşlarımız farklı, benimki dışa dönük olduğundan göz görüyor, kulak duyuyor, fark bu!
Birlikte Kulübeye döndük. Dedikodu tatlı şey. Söz döndü dolaştı gene Ahmet Emin Yalman'a geldi. Yarınki Türkiye'ye Seyahat 150 kuruşa satılıyormuş. Fiyatı beni pek ilgilendirmedi. Ara ara aldığım Yıldız, Müzik, Yedi Gün, gibi dergiler de hemen hemen o fiyatta satılıyor.
Kayseri/Pazarören grubu gitti. Ekrem'i gözledim; gittiklerinden hoşnut gibi. Açıkladı:
-Ömer Epçim, Kızılçullu'dan öğretmeniymiş. Sabiha Öğretmen içinse “gevezenin teki, onlarla konuşurken kimi kez yanlarında kendime uygun bir yer bulamadım. Bu da beni zaman zaman sıktı!” dedi.
Tonberg, dünya olaylarını veriyor. Dikkatli dinleyince kafam karışıyor. Sovyetler, neredeyse Almanya'ya girmek üzere, Amerikalılar Fransa'ya çıktı. Oysa birtakım yörelerde Almanya'nın işgalinden söz ediliyor. Bir yandan da İngiltere'ye atılan pilotsuz bomba uçaklarından söz ediliyor. Hitler'e suikast hazırlayan subayların hepsi kurşuna dizilmiş. . . . .
Tonberg' susturup yattık.
8 Ağustos 1944 Salı
Akşam yattığımız sıra dinlediğimiz haberlerde Adolf Hitler için yapılan bir suikast plânı çıkmış, adı geçen planda adları geçenler kurşuna dizilmiş. Yatarken bu korkunç olayın rüyama gireceğini sezmiştim. Ancak kurşuna dizilme olayına tanık olmadığım için rüyama gerçeğine uygun gireceğini düşünmüyordum. Sıkıntılı yattığımdan neşeli rüya beklemiyordum. Uyandığımda ilkokul arkadaşım, sonradan Fırıncı Hasan dedikleri hemşerim gözümün önüne geldi. İki kardeştiler, büyüğü Şahin, küçüğü Hasan. Aynı sınıftaydık. İki kardeşin de dersleri orta derecede idi. Ben yakın köyden günlük gelip gitmeme karşın okula onlardan daha dengeli gidiyordum. Derslerim de onlara göre iyiydi. Ama nedense ben o iki kardeşi seviyordum. Şahin avcılık konusunda usta yalancı idi. Düş görme, düş kurma, gönlünden geçeni söyleme konusunda bilgimiz olmadığından görmediğimiz ya da düşünemediğimiz sözlere toptan yalan diyorduk. Gene de Şahin'in yalanlarını dinlemek için can atardık. Şahin bir gün bir çobanın köpeğiyle oynarken yaptığı bir hileyi anlatmıştı. Çoban, elinde ekmekten bir lokma koparıp havaya atarmış. Köpek, ekmeği gözetip yere düşmeden zıplayıp kaparmış. Çoban için bu bir eğlence olmuş, giderek daha çok oynamaya başlamış. Bir gün şeytan çobanı dürtmüş, ekmekler arasında yanan bir kor ateşi atmış. Köpek bir süre kıvranmış. Çoban aldırmadan oyununu sürdürmüş. Köpek gene sıçrayıp kapmış. Çoban ikinci bir ateş atmış. Köpek gene ateşi almış ama çabuk davranıp eskisi gibi kıvranmamış. Ancak bundan sonra somunu atsan çevirip kafasını bakmamış. Şahin'in anlattıklarını biz eğlence olarak dinlerdik. Ben rüyamda Şahin’i değil kardeşi Hasan'ı gördüm. Son duyumuma göre Hasan Edirne dolaylarında asker. Hasan'a Kepirtepe'deyken sık sık uğrardım. Tek tip ekmek çıkıyordu. Ancak, kaçak olarak beyaz ekmek gizli olarak çıkarıyorlardı. Köye giderken Hasan bana beyaz ekmek verirdi. "Köyden, köylüden zarar gelmez!" Kasaba insanı görürse ihbar kesin yapılır! Derdi. Yatarken bu anlattıklarımın hiç birisi aklımdan geçmemişti. Nedense rüyamda Hasan elinde bir tüfek, raftan bir ekmek alıyor havaya atıp ekmeği deliyor. Sonra da bana soruyor:
-Nasıl arkadaşım, vuramadığım ekmek gördün mü? Bakıyorum bir dizi ekmek altları kurşun yarası. Hasan’ın yanından kaçmaya çalışıyorum. Hasan yine o güzel arkadaş, “kaçma bu bir numara, atılanlar kurşun tüfeği değil etiket makinesi, yeni aldım.” Bu anlamsız rüya ile Hitler için kurşuna dizilenlere üzülme arasında bir bağ var mı?
Arkadaşlar, geç uyandı. Ekrem, Pazarören /Kayseri Köy Enstitüsü'nden Yüksek Bölüm için seçilmişleri öğrenmiş. İlk olarak Veli Dalak'la Hüseyin Öztürk'ü sordum. Ekrem şaşırdı: Sen nerden tanıyorsun onları?
1941 yılında gelen ekipler içinde en çok onlara ısınmıştık. Onların bir Timurağa oyunları vardı, Veli başta, Hüseyin sonda 20 kişilik ekibi bakışarak öyle yönetiyorlardı ki başka ekiplerde o düzeni görmedik. Sonra da tanışınca melodi kolay olduğundan kısa zamanda ben onlara akordiyonla uydum. Onlar kendileri sesle söylüyordu ama akordiyon olunca başka bir güzellik buldular. Ayrılınca Veli ile mektuplaşmıştık. Bu gezide onların sınıfı bir yere gitmiş, görüşemedik. Ekrem, öğrencileri tanıdığı için hemen adlarını sıraladı:
Veli Dalak -Mehmet Gökdemir
Tufan Doğan -Hatun Efe
Ali Dündar -Turgut Kavraal
Naci Tataroğlu -Mehmet Ali Şengül,
Bir kişi daha varmış ama onu anımsayamadım! dedi. Hüseyin Öztürk olmayışına üzüldüğümü söyledim. Hüsnü de bana takıldı:
-O dediğin yok ama bak sana bir Efe daha geliyor. Ekrem güldü:
-Ben de tam onu söyleyecektim, doğuştan kınalı saçlı güzel bir kız! Ekrem Hüsnü'ye çıkıştı:
-Neden İbrahim'e yıkıyorsun, boyu tam sana göre. Hüsnü ile ikimiz de şaşırdık. Hatun, kız adıymış. Kadınlara hatun dendiğini biliyorduk ama ikimiz de Hatun olarak kız adı duymamıştık. Ya Efe'si ne oluyor? Yoksa Sırıklı türü mü? (Sırıklı, bizim Kepirtepe'de kavgacı kız ya da kadın simgesiydi) Hüsnü hemen vazgeçti:
-Ben kavgacılardan korkarım. İbrahim gelir onun hakkından! Ekrem yalvarır gibi:
-Yapmayın arkadaşlar, gördüğünüzde bu konuşmalarınızdan utanacaksınız vallahi, Hatun melek gibi bir kız!. . . . .
***
Kızlardan söz ederken gecikir gibi olmuştum, baktım Hasan Tekin çakı gibi Efenin yanında, akordiyonla Güvende'ye devam ettik. Çocukların isteği üzerine Bengi’yi de tekrarladık. Bengi’de karşılıklı uyum sağlanınca bir başka güzellik ortaya çıkıyor. Az ilerimizdeki jimnastik grubuna baktım. İlk kampımızı Lüleburgaz Piyade alayında yapmıştık. Yakınımızda askerlerden Yeni Erat dedikleri bir birlik vardı, durmadan koşuyorlardı. Onları anımsadım. Sıtkı Şanoğlu Öğretmen, durmadan koşturmuyor ama her öğrenci üstünde titizlikle duruyor. O nedenler öğrenciler sürekli tetikte.
Efe pazar günü yeni bir grup kuracağını söyledi, gene 40 öğrenci ama konuk ekiplerden almayacakmış. Ekipler için, "Türlü bahanelerle gelmiyorlar, oysa okullarına dönünce "Efe bize öyle öğretti!” diyecekler! Böyle olunca, "Al sana Aksu'da bir Bengi, Akçadağ'da bir başka Bengi!" Gerçekte de böyle zaten, bak bir sürü Güvende var, Arpazlı da öyle! Biz bunu, bu okullar, daha doğrusu öğretmenler aracılığıyla aza indirelim diyoruz. Çakı Efe son uygulamadan, seçtiği öğrencilerle kendi deyimiyle işi pişirmekten memnun. Ancak, bu durumdan okul Müdürü Rauf İnan'ın hoşnut olmadığını biliyor. Doğrudan bunu söylemiyor da:
-Çalıştığım bazı Enstitülerde okul müdürleri, çalışırken uzaktan bakıp geçer! diyerek tedirginliğini belli ediyor.
Yarın bizim Trakya oyun havalarını inceleyecek. Öğretmek için değil grup oyunu olabilecekliği üzerinde duracak. Önce benden özür diledi "Trakyalı olarak kusura bakma!" Ahmet Yekta Madran-Osman Bayatlı ile çalışmalarında bir kez "Siktir et şu çingene uydurmalarından, ayık, sarhoş sarhoşlar, estiği gibi uyduruyorlar!" demiş. Trakyalı olduğum için, önce özür dilemişti ama söyledikten sonra Efe gene de, söylediğine üzüldü. Ben de:
-Genelde bunu söyleyen haklı. Ancak, oyun seven kimseler onu duyarak oynayınca oyun, kişinin bedeninde şeklini alıyor. Biz, Kepirtepe'de kendi aramızda oynarken herkes katılırdı ama içlerinden biri, Yakup Tanrıkulu adlı arkadaş bütün gözleri üstüne çekiyordu. Öyle çok oyuncu falan da değildi. Neredeyse hatır için kalkar, kalkınca da çevresindeki cıvıtıcılar oyunu bırakıp, onu izlemeye dönerdi. Çakı Efe bana iltifatta bulundu. "Sen bu işin içine epeyce girmişe benziyorsun!”
Kahvaltıya birlikte gittik. Arkadaşların çoğu kalkmış. Bedia öğretmen Çakı Efe'ye takıldı. Efeler hep erkek mi olur? Çakı Efe gülerek:
-Doğrusu ben düne dek efelerin hep erkek olduğunu sanırdım. (Beni göstererek) Arkadaş bana bayanlardan da Efeler olduğuna inandırdı.
Bedia Öğretmen bana bakarak:
-O ne bilir, Egeli değil ki? "O ne bilir?" sözünün salt "O!" sunu alıp yanıtladım: -"O!" okuyan, okuduğunu anlayan, anlamadığını soran bir öğretmen olmak için yola çıkmış bir insandır. Roma İmparatorluğunu titreten, neredeyse ortadan kaldırmaya ramak kalan Anibal da bu topraklarda yatmaktadır. Ama bunu pek az insan bilir. Bunlara okuyan, araştıran insanlar denir. Bunlar, okudukları arasında Bayan Efe olarak birini okumuşsa, bildiklerini ortaya koyar, kanıtını da gösterir. Böylece, ortaya çıkıp “O ne bilirmiş?” diyenlerin bazı bilgilerden yoksun olduğunu da ortaya koymuş olur. Kısacası "Bir taşla iki kuş!" özlü sözü gerçekleşir.”
Bedia Öğretmen oldukça pişkin:
-Hiç bir şey anlamadım, kardeşim, benim aklım karışık şeylere ermez! Ben de:
-İzninizle, bana göre doğru, size göre karışık sözlerin salt size düşen payınızı geri aldım. Nazif Balcıoğlu ortayı bulmak için:
-Efelik te öteki başarılar gibi bir cesaret işidir. Cesaretse erkeklere özgü değildir. Tarihte okuduğumuz İskitli bayanlar roman kahramanı değil yaşayan insanlardı. Cesurluğunu kanıtlayan insanlara Ege'de Efe diyorlar. Oysa dünyanın her yanında cesur insan var. Özellikle bizim yurdumuzda Nene Hatunlar, Kara Fatmalar, Fransızların Jan Dark'ı hepsi birer Efedir.
***
Kahvaltıdan sonra azıcık gevşettiğim piyano çalışmamı Oskar Beringer etütlerinde hiç değilse yerine getirmeğe çalıştım. Şimdiye dek çok çalıştım ama hiç terlememiştim. Bu kez kalktığımda bedenim yapış yapıştı. Çalışma grubu geldi. Fatma Öğretmenin grubu. Oldukça disiplinliler. Sınıf başkanları bir kız. İzinden yeni dönmüşler. Başlangıçta akort işleri biraz zamanımızı aldı. Onlara da Maman’ı yazdım. Tahtadaki notaları kolay çaldılar. Bu kez notanın aslını piyanoya koydum. Şarkının sözlerini çoğu biliyormuş, ilkokullarda hep söyleniyormuş. Hemen bunu söylediler. Ben de bunu bekliyordum. İlk notaları çalınca hepsi katıldılar. Çalmayı sürdürünce gülüştüler. Benim şaşırdığımı sanmışlar. Birkaç kez tekrarladım, iyice dikkat kesildiler. Şarkıyı bundan 200 yıl önce Fransız çocuklarının söylediğini, bunu duyan besteci Mozart’ın, şarkının başını alıp çok sesli denen müziğe bir geçiş örneği verdiğini, bu bölümü söylemek için değil çalmak için yaptığını anlattım. Evinde piyanosu olup çalışan çocukların böyle parçaları çalarak kolaylıkla çok sesli müziğe ısındıklarını anlattım. Çocuklar çok neşeli ayrıldılar.
Çocukları uğurladıktan az sonra Ali Kılıç Öğretmen bir grup konukla geldi. Gelenlerden birini tanıyordum, Almanca dersimize gelmişti. Prof, Selahattin Batu. O da beni anımsadı. Konuklar girerken bana yaklaşıp Guten Tag! dedi. Eğilerek ben de guten tag! dedim. Yanındaki Batu'ya dönerek:
-Bir tanıdık buldun!
Ali Kılıç Öğretmen; “Dersler olmadığı zamanlar konuklarımız sabah erken gelir ya da akşamları kalırsa öğrencilerimizin sabah faaliyetlerini gösterebiliyoruz. Bu saatler dışında en derli toplu çalışma yerimiz burası, Güzel Sanatlar Bölümü. Ders zamanında tiyatro, müzik çalışmalarımız olur. Şimdilik burada stajyer arkadaşımız bulunuyor. Öğle-akşam saatlerinde enstitü bölümü öğrencilerine mandolin çalıştırıyor. Boş zamanlarında da kendisi çalışır.” Bana dönerek:
-Doğru mu söyledim? diye sordu. Konuklar güldüler. Prof. Selahattin Batu:
-Biz de onu dinleriz! deyince önce Robert Schumann'dan Der Reider, arkasından Beethoven Menuet, Für Elise, Franz Schubert Moment Muzikali çaldım. Alkışladılar. Alkışları duymamış gibi Mozart Kv. 331 la major sonata başladım. Kısa bölümlerden kurulmuş varyasyonlu sonatın, 6. bölüm dışında tamamını çaldım. Sonundaki Türk Marşı için Prof. Selahattin Batu ile yanındaki "Bravo!" dediler. Prof. Selahattin'in yanındaki ince yüzlü kişi, göçmen olup olmadığımı sordu. Kırklareli deyince Vahit Lütfi Salcı'yı sordu. “Salcı Dedem!” deyince gülüştüler. İnce yüzlü adam: “Senin Salcı Deden benim dergimin yazarıdır. Varlık okuyor musun?” deyince Varlık'ı elimden düşürmediğimi, Salcı Dedemin tartışmalarını dergiden aldığımı söyledim. Prof. Selahattin başıyla göstererek:
-Derginin sahibi Yaşar Nabi Nayır! (Adını eskiden beri duyduğum Yaşar Nabi Nayır'ı böylece tanımış oldum!) deyince "Sağolun ben sizi daha önce Göl şiirinden tanımıştım. Oturdum bir Göl şiiri de ben yazdım ama Vahit Dedeme beğendiremedim. Şimdi gene onun etkisiyle çok sesli müziğin gelişmesi üstünde çalışıyorum. Yaşar Nabi, “Yazdıklarını oluşturdukça dergiye gönder!” dedi. Konuşmalara hiç katılmayan kişi (Halil Bedii Yönetken):
-Faik Canselen'in öğrencisidir! deyince diğer üçü dikkatle baktılar. Hiç konuşmayan öteki de (Ferit Apa) Malik Aksel de geliyor dedi. Ne demek istediler düşünmedim. Varlık gözümün önünde büyüdü. O denli soracak sorum vardı ki hiç birisi aklıma gelmedi. Yaşar Nabi, Hamdi Keskin Öğretmen'i sordu. Ben de onu da, dersini de çok sevdiğimi söyledim. Yaşar Nabi:
-O biraz eskicidir! deyince Varlık'tan tanıdığım yeni genç şairleri (Baki Süha Ediboğlu'ndakileri de katarak Hamdi Keskin Öğretmenden öğrendiğimi söyleyince Yaşar Nabi çok memnun oldu. Kitaplığa Varlıkların düzenli gelip gelmediğini sordu. 1941-42-43-44 yıllarının bulunduğunu söyledim. Ali Kılıç, okulun açılışının 1941 yılı olduğunu ekledi. Bu kez Yaşar Nabi Nayır:
-Eski sayıları bir soruşturayım, varsa gönderelim! dedi. Gördüğüm kadarıyla çok hoşnut ayrıldılar.
Yaşar Nabi Nayır
25 Aralık 1908’de Üsküp’te doğdu, 1929’da Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Bir dönem bankacılık yaptı. Ulus gazetesinde, Türk Dil Kurumu’nda, Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda çalıştı. İlk sayısını 15 Temmuz 1933’te çıkardığı Varlık Dergisi’ni yayınlamaya başladı. Sanat yaşamının ilk döneminde şiirle uğraştı. Yedi Meşale Topluluğu’nun kurucuları arasında yer aldı. Sonraları öykü, roman, oyun ve deneme türünde de ürünler verdi. Çok sayıda çevirisi var. Ancak asıl önemli yönü, 10 yıl hiç aksatmadan yayınladığı Varlık Dergisi’dir. Varlık Dergisi, Türk Edebiyatına büyük katkı sağladı, birçok yeni yazar kazandırdı.
Selahattin Batu
Selahattin Batu (D. 25 Aralık 1905 - veteriner hekim, akademisyen, Oyun yazarı, şair, siyasetçi, edebiyatçı.
Selahattin Batu 1905 yılında Çanakkale'nin Eceabat ilçesinde doğmuş, doğduğu yeri şöyle anlatmıştır. "Eceabat, benim doğduğum yerdir; denizi ilk gördüğüm kayalıklar işte şuracıkta. Zengin, bayındır bir Rum kasabasıydı o zamanlar, çok bakımlı mahalleleri vardı; halkı çok neşeli, çok çalışkandı. Doğduğum ev de denizin içinde diyebilirim.
Babası Çanakkale İdare Meclisi Başkâtibi Emin (Batu) Bey, annesi Gelibolu eşrafından Hacı Ahmet Bey’in kızı Adviye Hanım’dır.
I. Dünya Savaşı sırasında ailesi ile birlikte Çanakkale’den ayrılmak zorunda kalsalar da sonra tekrar dönmüşlerdir. İlk öğrenimini Lapseki ilkokulunda, orta öğrenimini Gelibolu idadisinde yaptıktan sonra 1921 yılında İstanbul Öğretmen Okuluna kaydolmuş ve aynı yıl İstanbul Baytar Mektebi Alisi'ne kabul edilmiştir.
Ortaöğrenimden sonra devam ettiği İstanbul Yüksek Veterinerlik Okulu’nu 1925’te tamamlar. Öğrenciyken Aydınlık dergisinde şiirleri yayınlanmaya başlamıştır. Bu şiirleri nedeni ile tutuklanmış ama yargılama sonunda serbest bırakılmıştır.
1926 yılında bitirdiği okula asistan olarak alınarak İstanbul Yüksek Veterinerlik Okulunda göreve başlar. Asistan olarak atandıktan bir yıl sonra 1927’de Ziraat Bakanlığı tarafından Almanya’ya uzmanlık yapması için gönderildi. İki yıl Hannover Yüksek Veteriner Okulunda, yıl da Berlin de kaldıktan sonra Almanya’da dört yıl süren öğrenimi sonrasında Almanya da doktora programlarına da başvurur. Dört yıl sonra zootekni ve genetik konusunda doktorasını vererek yurda döndü.
1. 933 de İstanbul'daki Yüksek Baytar Mektebi'nin Ankara'ya nakledilmesiyle Kurulan Yüksek Ziraat Enstitüsü Baytar Fakültesinin Zootekni Enstitüsü şefliğine atandı. 1936 yılında aynı okulda doçent olarak görev yapmaya başladı. 1941 de profesörlüğe yükseldi. Aynı yıllarda siyaset hayatına başlayarak 1943’te CHP yönetimi ile Çanakkale'den milletvekili seçilerek parlamentoya girdi.
Yaşar Nabi Çok candan davrandı. Özellikle piyano çalışımı alkışladı, burada öğrendiğimi söyleyince ötekilere dönerek "Bak bak!" dedi. O öyle söyleyince onun 1940 yılında yazdığı bir yazıyı anımsatmak aklımdan geçti ama içinde bulunduğumuz güzel havaya yakışmayacağını düşündüm. Ayrıca Varlık'ta okuduğum yazılar, sanırım benim o yazıyı unutmamı hiç değilse bir öfke anısı olarak saklatacak ölçüde olumlu etkiledi. Oysa yakın zamanlara dek Köy Enstitüleri üzerine yazıların en acımasızlarından biri onundu. Yunanistan'da gördüğü bir öksüzler okulundan söz ediyordu. "Yağmur, çamur demezler, yalınayak başı kabak çalışırlar, barındıkları kurumun kazancını artırmak için tüm gayretleriyle çalışırlar!" gibisinden yasa hazırlayıcılarına uyarılarda bulunmuştu. O yazıyı okuduğumda, Booker T. Washington'un Tuskegee zenciler okulunu da okumuş olduğumdan, yazarın ne demek istediğini kolayca anlamıştım. "Okulumuz, senin dediğin koşullarda kurulsaydı, şimdi ben size Mozart Türk Marşı değil yanınızdan geçen sığırlara ya da eşeklere "Ohaa, çuşş!" diyecek, belki de kamyonlara tahıl yükleyecektim. Kılığım da gördüğünüz gibi olmayacaktı.” Böyle düşündüğüm için kendi kendime çıkıştım, çünkü ben zaten öyle olsaydı okulu terkedecektim. Hıfsırrahman Raşit Öymen'i de unutmadım. O da öğretmen çıkınca kentlere inmesinler deyip yasaya madde öneriyordu. O nasıl olacaktı acaba? Köyüm Lüleburgaz'a 15 km. Çeşmekolu -Yeni Bedir köylerinin yolu Lüleburgaz'ın tam ortasından geçer. Yeni Bedir köyü Lüleburgaz'a 5 km. Babamın ablası Yeni Bedir köyündedir. Oğulları kızları orada oturur. Öğretmen olduğumda ben onlara ya gidemeyecek ya da kaçak gidecektim. Kırklareli ise benim için daha ilginç. Babamın Ağabeyi Müderris Ahmet Amcam Kırklareli içinde oturuyor. Yine babamın bir büyüğü Mehmet Amcamın oğlu Hasan Amcam Kırklareli Millet Hastanesi Yöneticisi. Ben onları göremeyeceğim. Oysa Çeşmekolu köyü Kırklareli'ye 20 km. Hıfsırrahman Raşit Öymen beni nasıl durduracaktı? Üstelik bu kişi öğretmenmiş. Yaşar Nabi, çok yararını gördüğüm Varlık dergisi nedeniyle dilimden kurtuldu ama sanmam Hıfsırrahman Raşit Öymen karşısında susayım...
Akşam yemeğinde gene konu Yarınki Türkiye'ye Seyahat. Olayın tümüyle karşısında olmama karşın (belki Müdür Rauf İnan'dan çekindiğimden) konuşulanları anlamazdan geliyorum. Ben anlamazdan geldikçe karşımdakiler, türlü olasılıklar ileri sürdüler. Bir ara Genel Müdür korunurca, Hasan Ali Yücel için, “Bakan emretmişse” denince baklayı ağzımdan çıkardım, bizim salonda Enstitü Müdürleri ile konuşurken Hasan Ali Yücel'in Ahmet Emin Yalman için söylediklerini tekrarladım. Konu giderek okul Müdürü Rauf İnan'a kaydı. Ahmet Emin Yalman geçen yıl da Çiftelere giderek gözlemler yapmış ama gazetesinde yazmamış. Kitabı ben de gördüm. İçlerinde Ali Yılmaz, Ekrem Ula, Enver Ötnü, Galip Şahin, Hüseyin Sezgin gibi sevilen arkadaşlar olduğundan üstüne varmak istemedim.
Yemekten sonra Kulübede de konu olunca Ekrem Ula kitabı satır satır okudu. O okudukça ben kitapta geçen adlara takıldım. İki yerde Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç; iki yerde Süleyman Edip Balkır, bir yerde Hürrem Arman, bir yerde bir takım övücü sözlerle Rauf İnan, özellikle de Çifteler Köy Enstitüsü baş tacı ediliyor. Ekrem nedense çok kızmıştı, ona ters gelecek karşılık vermekten kaçındım ama bir sözüne katılmadığımı söyleyebildim. Ekrem:
-Ahmet Emin Yalman, gerek Köy Öğretmen Okulları gerekse Köy Enstitüleri için şimdiye dek hiç yazı yazmamıştır! deyince ben:
-Böyle bir hüküm vermek için Vatan gazetesini incelemek gerekir. Vatan gazetesi okumadığıma göre bu sözünüze katılamam. Ama eldeki kitap için yorumlarına katıldığım taraflar çoktur.
Kepirtepe'de yaşadığımız bir olayı anlattım. O zaman okulumuz Trakya Köy Öğretmen Okulu adıyla anılıyordu. 1939 güzü. Akşam gazetesi okuyordum ama başka gazete izleme olanağım yoktu. Gerçi okulda bir gazete masası vardı, o masaya sürekli Ulus, ara ara da Cumhuriyet gazeteleri konuyordu ama tüm öğrencilere açık olduğundan sanırım kimse düzgün izleyemiyordu. Önce hangi gazetede çıktı tam anımsamıyorum, arkasından birkaç gazetede aynı haber çıktı: Trakya Köy Öğretmen Okulu, tarım yapacak, hayvan yetiştirecek, kendi yiyecek gereksinimlerini sağlayacaktı. Oysa bu okul gazetelere yiyecek alımları için ilân vermektedir. Bize hiç bir kimse uyarıda bulunmadı başta ben olmak üzere bir grup arkadaş bu gazetelere tepki gösterdik. Ancak, tepkimizi nasıl göstereceğimizi bir türlü saptayamadık. Okul Müdürümüze çıktık. Müdür Nejat İdil bu duruma kendisinin de üzüldüğünü söyledi. Tam o günler okulumuza bir bakanlık müfettişi gelmişti, Hayrullah Örs. Durumu ona anlattık. O bizi yatıştırdı:
-Gazetelere yazı yazmak iyi bir yöntem değil. Gazeteler, yasal kuruluşlardır, yetki alanları içinde haber yazar, uyarı yapar, yapılanları eleştirir. Bu nedenle sizin savunmalarınız onları bağlamaz. Siz ne diyorsunuz? Önce o noktada birleşin; niçin ilânlara takıldıklarına değil, ilân vermek zorunda kalış nedenlerini anlatın. Bunu da yazıyla değil topluca İstanbul'a gidip gazetecilerle konuşup, bilgi verin. Müfettiş Hayrullah Örs, ne düşünüyse:
-Sizin buradan gidip ayrı ayrı tüm gazeteleri gezmeniz çok zaman alır. Bir gün saptayın, o gün gazetelerden bir temsilci çağırıp topluca konuşun. Ben de İstanbul'da olacağım, adres olarak İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğünü verin! dedi. Öyle yaptık. Okul Müdürü bize kamyonu verdi, erkenden İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğüne ulaştık. Yazdığımız yazılardan sonra o gün telefon da ettik. Yeni Adam dergisinden Hüsamettin Bozok, olayla ilgisi yok öğrenci olduğum için geldi konuştu. Bir de Cumhuriyet Gazetesi'nden Salih Sel, o da Milli Eğitim Müdürlüğünden geldiği için bizimle ilgilendi. Gazetesinde zaten böyle bir ilân eleştirisi de çıkmamış. 4 saat bekledik, aklımızca küfrederek okula döndük. Bu olay bende, gazete-birey arasında büyük bir duvar bulunduğu kanısını uyanırdı. 2 ya da 5 kuruş verip alıp okumak başka, onu oluşturan kuruluşun gerçeği başka.
Ekrem esneyince Hüsnü'ye baktım, çoktan uyumuş. Tonberg'i çıtlatıp Ahmet Şükrü Esmer'i de uykuya davet ettim.
Ekrem'e asıl söyleyeceklerimi söyleyemedim. Ahmet Emin Yalman'a niçin kızıyor? Onunla gidip konuşan o! Kitap olarak çıkaracağını bilememiş. Çok iyi anımsıyorum, bir bölümü de adımız kitapta çıkacak diye seviniyordu. Arkadaşlar dönünce sanırım daha büyük çıngar çıkacak.
9 Ağustos 1944 Salı
Ekrem uyanınca önce dişlerini fırçalar, sık sık da traş olur. Çoğunlukla tıkırtısından uyanırım. Bu benim için zamanında bir uyarı. Onlar, kahvaltıya göre hazırlanıyor, bense kahvaltıya oyunlardan sonra geliyorum. O nedenle Ekrem, benim uyanmamamı önemsemiyor. O daha çok Hüsnü'yü kolluyor. Hüsnü'nün yüzü pencere tarafında, güler gibi. Ekrem uyandığını sanıp gülerek:
-Hadi gerin, biraz gerin. Sabah uyanınca gerinmek boyu uzatır! dedi. Ben çıkmak üzereydim. Hüsnü gözleri kapalı konuştu:
-Siz halâ uyumadınız mı? Şaka olarak algılayıp oyun alanına gittim. 40 kişilik grup şimdilik Çakı Efe değiller ama gerçekten çakı gibiler. Çakı Efe önce bir Harmandalı. Oyun sonunda 10 kadarını ortaya çıkarıp kolları sallamayı eleştirdi. Bengi'ye geçildi. Bengi’de ayakların toplanıp ayrılmasında kolların durumları üzerinde durdu. Oyun saati tariflerle geçti. Çakı Efe ilk kez buradaki okul yönetimi anlayışından yakındı. Anladığıma göre o da birileriyle konuşup dertleşiyor. Önce Ekrem aklıma geldi. Ancak Ekrem, iş disiplini tutkunu, işi dışında bir zamanı yok.
Kahvaltıda herkes "Nasıl bildim ama! Ben daha başlangıçta bilmiştim!” "Neyi? demeye gerek kalmadan Yarınki Türkiye'ye Seyahat! adı anılıyor. Müdür Bey soruyormuş:
-Her öğrenciye bir kitap verelim, şimdiden dağıtalım mı yoksa tüm öğrenciler dönünce mi dağıtalım? Okulu bitirenlere verilmiş. Köy Enstitülüleri için uyarıcı, bağlayıcı örnek bir kitap olarak tanıtılmış. Öğretmenler ağız ucuyla çevre yoklaması yapıyor. Bir grup sessiz. Ancak “herkes aleyhte yazıp konuşurken bu büyük bir cesaret işi!” deyip kesiyor. Bana da sorulacağı besbelli:
-“Olayı ta baştan sevmedim. Dersleri düzenli dinlemeyenler, işlerden kaçanlar Ahmet Emin Yalman geldiğinde bülbül olmuştu. Ben o bakımdan çoğunluğu yansıtan bir kitap beklemiyordum. Ayrıca İstanbul'un burnu dibinde Kepirtepe, Köy Öğretmen Okulu’na tek bir gazeteci uğramadı. 30 öğrenci, bir deyim gereği “Kör gözüne parmağım!" dercesine İstanbul-Edirne asfalt yolun üstüne bir bina dikti, bunu gören olmadı. İzmir Amerikan Koleji binasına açılmış aynı okul için destanlar yazıldı. Eskişehir'de kurulmuş binalar, haralar, hazır çiftlikler üzerine oturtulan okul için kitap yazıldı. Kepir denilen netameli yerden su çıkaran, köylülerle birlikte bileğiyle çalışarak su çıkaran okul müdürü köylülerce çalışkanlığı ile ilahlaştırılırken adı anılmayan Kepirtepe, üstelik kurulduğunda saray eşyaları üstüne oturmuşken göç edince sap yataklarda üç katlı ranzalara muhtaç edilen Kepirtepe belleklerden silinmişçe bir kenara itilmiştir. Devletin tescili tutanağı olması gerekir. Edirne/Karaağaç'ta açılıp kapanan binadan eşyaları biz taşıdık. Taşınan eşyaları Sinanlı köyünde depolara biz koyduk. O çok değerli yataklar, o yaldızlı karyolalar, o porselen tabaklar, altın, gümüş işlemeli vazolar, o dolaplar dolusu saraylı giysileri ne oldu? Bunlara bigâne kalan gazetelere ben zaten güven duymam. Biz tanık olan öğrenciler bunun kuşkusunu hep duyduk. Bu nedenle ben sizlerden biraz farklı düşünüyor, hemen karar vermiyorum. Kitabı okurum ama ne okuyacağımı bilir gibiyim. Çünkü toplantı gecesi konuşulanları can kulağıyla dinledim. “
Dinleyenlerde büyük bir dikkat, büyük bir merak uyandı. Sanırım hepsi dilimin altında bir de soygun olayı olduğunu sezdiler. Konuyu gene Yarınki Türkiye'ye Seyahat'a getirerek “hiç değilse Ahmet Emin Yalman tümünü değilse bile iki üç Köy Enstitüsünü görmüş, onları kitaplaştırmış. Sanırım bununla kalmaz hepsi için birer kitap yazar” der demez Fatma Öğretmen hemen sordu:
-Sahi bu bize verilen kitapların parasını kim ödedi?
Kimseden yanıt çıkmadı. Ben duymamış gibi bir konu değişimi yaptım: "Meyveli ağaca taş atan çok olurmuş! En iyisi kitabı güzel bir okuduktan sonra üstünde konuşmayı daha yararlı buluyorum. Şaka değil bu bir girişim, belki bundan sonra benim demin söylediklerim de yazılacaktır. "Bekleyen derviş, muradına ermiş! derler, bekleyelim bakalım arkasından neler gelecek!...”
Cumartesi günü Faik Canselen öğretmenin geleceğini düşünerek Haydn 59'u bir kaç kez tekrarladım. Çocuklara sık sık çaldığım, onlara da Maman diye tanıttığım Mozart Kv 265 C (do) major varyasyonun tamamını çalmaya kalkıştım. Kalkıştım diyorum, çünkü eserin tamamını hiç dinlemedim. Varyasyon türünün gelişim, yama, şekillendirme anlamına geldiğini biliyorum. Mozart'ın çaldığım Kv 331 Sonat denmesine karşın o da gerçekte bir varyasyon ama onda parçalar zaman zaman bir karakter oluşturuyor. Örneğin onun sonundaki Alla Turka ya da bizim dediğimiz gibi Türk Marşı özelliği olan bir parça. Maman böyle değil. Çocukların oynadığı "Ce!" oyunu gibi arada ana tema bir "Ce!" diyorsa da arkalarından yağmur damlaları gibi 32'lik ya da 64'lük değerinde nota dizileri zincirleme geliyor. Kendi kendime:
-Gene de çalınıyor! deyip Mozart'tan bir başkasını, 545 Kv c dur sonatı tekrarlamayı düşündüm. Onun notaları16'lıktır ama tempo tümden allegro gidiyor. O başarımdan güç alarak saatlarca çalıştım. Tam başardım diyemem ama ilk sayfayı oldukça kotardım. Zaten bunu istiyordum.
Çocuklar, ayırdında değilmiş gibi dururlar ama içlerinden onlar da bir değerlendirme yaparlar. Şarkıya başlarken hepsi söylüyor. Sözlerin bittiği yerde sözde ben çok sesliliğe geçiş yapıyorum ama hep aynı yerde kesince bunu düşündüm; bunlar susar gibi görünürler ya içlerinden kesinlikle:
-Seninki de buraya kadar derler (!) Bu deyiş sürerse öteki çalışmalar için de bir kötü örnek olur. İşte ben bu olsun istemiyorum. O nedenle her zaman olmasa da arada bir eserin tamamını çalmak istiyorum. Bugün bunu başardığım için oldukça mutlandım. Zaman zaman Varyasyonu tamamladığım yerde tekrar başa dönüp söz yakıştırılan bir vuruşluk notalara geçiyorum.
Dilediğimi yaptım sandığımdan oldukça neşeli yemeğe gittim. Hidayet Gülen Öğretmen de geldi. Nöbetçiymiş. Bir ay tatil yapmış. Nereye gittiğini sordular. Konya/İvriz kazılarını görmüş. Bizim yarım gördüklerimizi tamamlayarak anlattı. Bir de Anıt Tepeyi, daha doğrusu Atatürk için hazırlanan Anıt-Mezar'ı görmüş. Onu söyleyince Prof. Emin Onat'tan söz edecek oldum. Hidayet Öğretmeni o gezdirmiş. Hidayet Gülen Öğretmen çok güçlü sezgisi olan bir insan. Demedim ama aklımdan geçirdim:
-Onu ben tanıyorum, sen nereden tanıdın? Hidayet Öğretmen aklımdan geçeni okumuş gibi;
-“Prof. Emin Onat Kepirtepe plânlarını çizdi. O zamandan kalma bir tanışıklığımız var. Buraya geldiğinde de bir süre konuştuk. Ayrıca orada bizim Bakanlık temsilcimiz var, onunla da tanışırız.” deyince pısırıp kaldım. Soru soranlar oldu. Hidayet Öğretmen kestirme olarak:
-Filmlerde gördüğümüz A. B. D Beyaz Sarayı gibi görkemli, kubbeli bir anıt olacak, ancak en az 15 yılda biter! deyince "Oho!, Yaaa? Vay be!” ünlemleri tekrarlandı. Prof. Emin Onat geldiğinde, azıcık bilgilendiğim için fazla şaşırmadım. Yalnız Prof. Emin Onat “10 yıl” demişti. Tarih öğretmenimiz Selçuk Korol, Edirne Selimiye Camisini anlatırken 8 yılda yapıldığını söyleyince arkadaşlar çok bulmuş olacaklar; "Vay, may!” dediklerinde Selçuk Öğretmen İstanbul'da Yeni Cami'nin 70 yılda yapıldığını söyleyince neredeyse dillerimizi yutacaktık.
Hidayet Gülen Öğretmen, Samsun/Lâdik Köy Enstitüsü'nde stajta bulunan Harun Özçelik'ten mektup almış, karşılık veremediğini söyledi; “haberleşirsen, izinden yeni döndüğümü söyle” dedi. Hiç niyetim yokken cumartesi günü mektup atacağımı söyledim. Hidayet Öğretmen'i çok saydığım için hemen bir mektup hazırladım.
Öğle çalışmasında Ziya Kaplan Öğretmenin grubu geldi. Kendisi gelmedi. Ancak çok disiplinli bir sınıf, ayrıca mandolinde de çok iyiler. Onların gelişine sevindim. Düşündüğüm gibi hem çalışmak hem de özendirmek için düşlediğimi rahatça yaptım. Maman'ın iki portesini tahtaya yazdım. Öğrenciler üst notaları okurken alt sıra notaları piyanoda çaldım. Bu kez nota yerine şarkıyı söylettim. Onlar şarkıyı söylerken ben gene alt notaları çaldım. Ardından piyanoda parçayı çaldım. İşte iki sesli bir şarkı, dedikten sonra alttaki partiyi çaldım. Çocuklar can kulağıyla dinlerken Ziya Öğretmen geldi. Ona da tekrarladım. Kısaca da açıkladım. "Biz şimdi müzik dersi değil mandolin çalışması yapıyoruz. Derslere başlayınca tahtadaki iki sesliyi hem çalıp hem söyleyeceğiz. Benim ek çaldığım, kendimi çocuklara tanıtmak için!” deyince Ziya Öğretmen çok memnun kaldı. Çocuklara:
-Ne mutlu sizlere, ben de yıllarca müzik okudum. Do'dan do'ya kadar bir iki bağırır dersi atlattırdık! deyip güldü. Öğrenciler gidince dört saat kendi kendime kalıyorum. Saat 16' da bir grup gelecek. Hidayet Gülen Öğretmene verdiğim sözü tutup Harun Özçelik'e mektup yazdım. Fikret Madaralı Öğretmen oralarda uzun yıllar çalışmış, kaldığı yerlerde nasıl bir etki bırakmış, merak ettiğimi yazdım. Çukurbük Köyü. Ektiği cevizler halâ duruyor mu? Müdür Enver Kartekin buraya geldiğinde çok yumuşak davranıyor. Okulda da öyle mi? gibilerde sorular sorup sözü Hidayet Gülen Öğretmene getirip selâmlarla mektubu kapattım. Sorumlu ödevim olan Josef Haydn 59 piyano sonatını defalarca çaldım. Gidip pikap dinledim, Weber Dansa Davet'i iki kez tekrarladım. Gelen giden olmadığına sevindim. Akşam serbest çalışmada Nebahat Öğretmen geldi. Çok terbiyeli sınıfı tüm hazırlıklarını yapıp geliyor. Onlarla da hazırladığım plânı uyguladım. Sol anahtarına göre sırayı tempolu olarak okuttum. Onlara da 2. Partiyi piyanoda çaldım. Türkü istediler. Türküleri, Yenice yolları, Hoşbilezik, Sarıkız. Türkülerine akordiyonla katıldım. Ona da çok sevindiler. Nebahat Öğretmen bütün çabasıyla kendini korur gibi görünüyor ama bir yandan da "Gel, gel!" eden tavırlarını da gizleyemiyor. Grubunun haftaya gelemeyeceğini söyledi, üzüldüm. Nedenini sormadım ama kendisi söyledi. Etimesgut nöbetleri varmış. Bunun ne olduğunu sordum. Okulun orada bir uygulama sınıfı varmış. Öğrenim zamanlarında orada kalıyormuş. Tatilde uygulama olmadığından orası boş kalmasın düşüncesiyle bir sınıf orada kalıyormuş. “Yalnız nasıl kalıyorsun?” diye sordum. Annesi yanındaymış. Ayrıca orası okul gibiymiş, aşçısı, bekçisi varmış. Annesini hiç düşünmemiştim, meğer burada da annesiyle oturuyormuş. Başarılar diledim. Ama içimden üzüldüm. Niçin üzüldüğümü de tam kestiremedim. Okulun Etimesgut denilen yerde öğrencisi varmış, bunu da hiç duymamıştım. Başka bir yerlerde vardı, duyuyordum ama bunu yeni duydum. Etimesgut'tan trenle geçtim, biliyorum ama gene de uzak bir yer. Nebahat Öğretmen neredeyse memnun
-Gidip gelmek kolay, bazan cumartesi günleri geleceğim! dedi.
Nedense, Nebahat Öğretmenin gidişi beni etkiledi. Öğrencilerini mandolin grubu olarak beğeniyordum. O gittikten sonra kendi çalışmama daldım. Josef Haydn 59 bana göre toz oldu. Zaten başka parça eklemek istersem ben seçecektim. Faik Öğretmen sorarsa Mozart varyasyonu söylemeye karar verdim. Akşam yemeğinde gene Ahmet Emin Yalman'dan söz edildi. Söz edildi ama doğru dürüst bir söz yok. Söylenecekleri söylememiş de hep geleceğe yönelik umutlara değinmiş. Kitabı tam olarak okumadığımı salt konuşan yazı veren arkadaşları okuduğumu söyledim. Bir de baktım ki hiç kimse okumamış. Bu kez eni konu okumaya karar verdim. Bir başka kararım da kitabı okumamışlarla bu konuda konuşmamaktır. Dilerim kararımda durayım. Bu duygularla yattım.
10 Ağustos 1944 Çarşamba
Derinliğine uyumuşum, Hüsnü Tonberg'i çatırdatmasaydı uyanamayacaktım. Teşekkür ettim. Hüsnü biraz kekremsi baktı. Kimi zaman:
-Gene mi tulum sesi? derdim. Tulum sözü değişik anlamda kullanılır ama bizimki Burgaz gaydası anlamında. Gaydalar koyun derisinden yapılırmış. Kimi zaman Ekrem sorar:
-Eşek derisinden yapsalar Bulgarlara daha yakışır! Söze ben de karışırım: “İskoçyalılar daha küçük hayvan derisinden yapıyor, daha büyüğünden neden yapılmasın?” Deriden çalgılardan sonra kendi kendimize güleriz "Bizimkiler hiç zahmete girmeden kasnağa takıp davul yapmışlar.” Kös denilen davullar çok büyükmüş. İstanbul alındıktan sonra bir süre ezan yerine kösler çalmış. Camiler, minareler çoğalınca köslerden vaz geçilmiş.
Biz gülüşürken Çakı Efe, Efe kılığıyla geldi. Bugün oldukça keyifli. Böyle olduğu zamanlar tam Efe görüntüsü veriyor. Bunu söyleyince bir "Çık!" çekiyor:
-Beni avutmayın, siz gerçek Efe görmediniz ki. Kendisi, Demirci Mehmet Efeyi görmüş. Yaşlılığına karşın kalkıp kollarını, dizlerini yay gibi kullanıyormuş.
Güvende ile başladık. Efe kendisi de oynadı. Kendisi oynayınca çevresini gözleyemediğinden karışıklık oluyor, öğrenciler sözde oynarmış gibi koşuyor ama gözler efede. Son kez ortaya geçti, "Sen! Sen!” diyerek uyarı yaptı. "Sen, sen”ler ortaya çıkıp oynadı. Beğenilmediler, yarın önce onlar ortada oynayacak!
Kahvaltıda duyduk, Aşık Veysel gelmiş. Soranlara sıkıldığını söylemiş. Oysa Arifiye bu aylarda serindir. Nazif Balcıoğlu orada kalmış:
-Serin olduğu için insanlar dağılır. Veysel yapayalnız kalmıştır. Zaten nereye gitse buradaki ilgiyi toplayamaz! Okulun ilgisinden çok burada köy onun işine yaradı...
Kahvaltıdan sonra salona geçip bir süre çalıştım. Öğleye dek boşum. Plâk dinlerken Yarının Türkiyesine Seyahat. Güldüm, herkes bilgiç ama dikkatsiz. Kime sorsan kitabın adını bile değişik söylüyor. Ben de duya duya öyle algılamışım: Yarınki Türkiyeye Seyahat. Arada pek büyük anlam farkı yoksa da yazı farklı. Fark farktır. Önemli olan kişinin dikkatsizliği...
(*)
Niyetim, Ahmet Emin Yalman gibi yurt çapında ünlü bir gazeteciyle adımın anılması, dolaylı olarak bireysel bir çıkış yapmak değil. Buna niyetim olsa da sonucun zararıma olacağını biliyorum. Bu nedenle yazarın, bu kitabı yazma gereğinin nedeni, niçini üzerinde durmayacağım. Gene de yazarın başlangıçtan bu yana ele aldığı konuyu yakından izlediği inancına vardığım için arada sorularım olacak. Örneğin, Eğitmen Kursları konusu ortaya atıldığında doğru ya da yanlış görüşünüzü ortaya koydunuz mu? Kısa bir Eğitmen denemesinden sonra 3 Köy Öğretmen Okulu açıldığını bildiğiniz anlaşılmaktadır. O zaman da yurdumuz kitabınızda belirttiğiniz acılarla kıvranmaktaydı. Siz o zaman da uygar dünyayı, özellikle Amerika'daki eğitim denemelerini biliyordunuz. Bunlardan ivedi ele alınmaları için bir girişiminiz oldu mu? Okul ya da çocukları yetiştirmek için yapılacak ilk sağlıklı denemeler bir çok ülkede çok önceden başlamıştı, bunu herkes biliyor. Ancak Fransa 1900 yıllarından başlayarak yığınları toplayıp sayısal çokluk yerine bireysel yeteneklerin önünü açmak için yeni bir yol denemekteydi. Çok iyi bildiğiniz Amerika da bu girişimi geç de olsa desteklemek demek yetmez, "Boynuz kulağı geçer!" özlü sözüne uyarca denemeyle yetinmeyip geniş çapta uygulamaya geçmişti. Bizde de, ardarda eklenen savaşlar insanımızı bunaltmış bir durumda iken bir avuç kahraman destanlar yazdırarak işgalci düşmanları yurdumuzdan kovup Cumhuriyeti kurdu. 1923 yılında Cumhuriyeti kuranlar, çok değil bir yıl sonra sizin çok iyi bildiğiniz Amerika’da söz konusu konuyu en iyi bilen kişi sayılan John Dewey'e başvurdu. Oysa John Dewey, uygulayıcıdan çok teorici, yol göstericiydi. Kendi memleketi Amerika'da yenileşme akımına katılan eğitim kurumlarına kendi ilkelerini rahatlıkla öneriyordu. Onun önerilerini tıpkı almasa da Avrupa'da da benimseyenler vardı. Ancak belli bir düzeydeki eğitim kurumları için geçerli önerileri vardı. Örneğin din konusuna hiç değinmiyordu. Oysa bizim gibi din adına yenilikleri köstekleyenler için John Dewey suskun kalıyordu. Daha doğrusu bunun olabileceğini aklından geçirmiyordu. Bize yaptığı önerilerde din konusuna değinilmediği için beklenen ya da umulan destek yeterli görülmedi. John Dewey raporunu özgürlük ilkesine dayandırıyordu. Oysa rapor, velilerin çocuğunu okula götürünce "Eti senin kemiği benim!" anlayışına taban tabana zıttı. Raporu inceleyenler de velilerden farklı değildi. Öğrenci özgürlüğü Cumhuriyet Yönetimine karşıtlık olarak algılandı.
John Dewey
Böylece John Dewey raporu uzunca bir süre rafa kaldırıldı. Ancak araştırmalar sürdü; ünlü Alman pedagog Kerschensteiner'e de baş vuruldu. O, salt ünlü bir pedagog olduğu için yönetimsel ya da yaşamsal anlayışlardan çok çocuğun yaşına göre öğrenme aşamalarını ilkeleştirmişti. Georg Kerschesteiner ilkeleri adı ile anılan
Georg Kerschensteiner
7 ilkeyi benimseyip müfredat Programına aynen koyarak eskiye göre bir yenileşme yapılmış oldu. Salt bununla kalınmadı, İtalya'da Montessori, Belçika'da Dr. Decroly, İsveç'te Hellen Key, İsviçre'de Angelo Patri v. b. çalışmalarını izlediler.
1924 yılından söz ediyoruz. Oysa şimdi 1944 yılını bitirmek üzereyiz. John Dewey'in verdiği bilgileri ya da önerileri 20 yıldır uygulanmadı da sümen altında kuluçkaya mı yatırıldı? Uygulandı da yanlış mı uygulandı? Hangi hal ise her ikisinin de gün yüzüne çıkarılması, bu konuda özellikle bilgiç, başka konularda kesin buyruklar verircesine gazete dolusu makale yazanların ödevi değil miydi? Bundan salt sizi sorumlu tutmak gibi kişisel bir amaç gütmesem bile olayın dışında olmadığınızı varsaydığımdan bu konudaki sorumluluktan tümüyle sizi de arıtmış değilim. Gene de, ele aldığınız konunun başarılı olacağını öne sürmeniz, bu umutla gençliğimi bağışladığım Köy Enstitüleri ülkümüz adına sevindirici bir olay. Ancak bu yetmiyor, sizin de belirttiğiniz gibi John Dewey'in kendi ülkesindeki uygulamalarda başarı göstermiş önerileri, yurdumuzda 20 yıl beklediğine göre (bir bölümü beklediğine hatta daha çok bekleyeceğinden kuşkum yok) bunun yasal bir dayanağı yok. Öte yandan sizin de belirttiğiniz gibi halk okumak istiyor. Bunun gerçekleşmesi yolunda beklenenlerin üstüne kim gidecek? Örnek verdiğinize göre Amerika halkı adına bunu basın yapıyor. En güzel örneklerinden biri Eugene O'Neill'dir. Karaağaçlar Altında adlı kitabı yasak edilmişti ancak oradaki basın halk adına Eugene O'Neill'i değil verilen yasağı yasak etmişti. John Dewey raporundan bu yana 12 sorumlu Kültür Bakanı gelmiş geçmiştir. Bakanların engel olduğunu kimse söyleyemez. Bakanlık örgütünün sürekli-sorumlu görevlileri vardır. Sözgelimi müsteşar Nafi Atıf Kansu'nun müsteşarlığında 3 bakan değişmiştir. Müsteşarlarla onun yardımcıları, Genel Müdürler, Talim -Terbiye Kurulları, Teftiş kurullarının hiç mi yaptırım yetkisi yoktur? Yoksa bu da bir eksikliktir, varsa da yapılmıyorsa bu doğrudan devlet ihmalidir. Uygar dünyada halkın gözü kulağı olan basın, bizim ülkemizde yoksa komaya mı girmiştir? Devlet sorumlularını uyarmasını beklediğim basın, acaba kendinin görev sınırlarını saptamış mıdır? Yetersiz bir saptama yapılmışsa bu saptamayı bir daha gözden geçirmeyi düşünmüş müdür? Örneğin sizin bir yönünüz ilgimi çekti. Cumhuriyet yönetimi kurulduktan on yıl sonra 72 ulusun dil karışımı olan Osmanlı dil kargaşasından kurtulmak için ilk girişimi 1912 yıllarında başlayan Türkçe yazıp konuşma konusunda siz bu girişimi benimseyip halka bu duyarlığa çağrıda bulunuyor musunuz? Örneğin yazınızın daha ilk girişinde kullandığınız prototip sözü benim gibi biraz psikoloji okuyanlarda Lombroza ya da Ernest Kretschmer'i anımsatıp ürpertiyor. Doğrusu önsözünüzün ilk cümlesinden daha, sizin yurdumuzda dil duyarlığının miladı sayılan 1912 yılının ötesinden sesleniyorsunuz. Oysa kitabınıza konu aldığınız insanlar (öğrencileri anımsatmak istiyorum) Kültür Bakanlığı koşulları içinde, onun koşullara uyacağına and içerek katılmış, geriye dönmemek üzere yaşamını adamıştır. Kültür Bakanlığı örgütünün başında bir Kültür Bakanı vardır. Bu bakanın bir ötekinden ne eksik ne de fazla bir görevi daha vardır: Türk Dil Kurumu Başkanı. Türk Dil Kurumu Başkanı, yani Kültür Bakanı öğrencilerin anadillerini doğru öğrenmesinden öğretmenlerin de bu doğrultuda yetişmesinden sorumludur. Kültür Bakanının bu konudaki titizliğine saygı göstermeyenlerin öteki ayrıntı sayılacak türden övgüleri bence gel-geç bir esintidir. Ayrıntılar önemsiz demiyorum, örneğin sizin genelde Çifteler olmak üzere övgüye değer bulduğunuz Köy Enstitüleri üstüne sözleriniz bizleri sevindirdi.
Ancak, övgülerinizin söz konusu kurumlara mı yoksa kişilere mi olduğunu da kesinkes ayıramadığı mı söylemek gereğini duymaktayım. Çifteler Köy Öğretmen Okulu 1937 yılında açılmıştı. Okulun kuşkusuz bir yöneticisi vardı. 1938 yılında kardeş okul olarak bizimki de Edirne'de açılınca numara arkadaşlarımızla mektuplaşıyorduk. Sonradan kendisini tanıyıp çok sevdiğim 25 numaralı Ali Yılmaz bunlardan biriydi. "Sizinle konuşan, sizin de adını kitabınızda adını andığınız Ali Yılmaz "Biz Edirne'den Kepirtepe'ye göçerek kendi okulumuzu kendimiz yaptık!" övüngenliği içinde yazdığımız mektuplara aynı ağırlıkta işlerin orada da başarıldığını anlatıyordu. 17 Nisan 1940 tarihinde adı değişen okullar, geçmiş üç yılın temelleri üstüne kurulmuştu. Varolanları yok sayar gibi gösterme yerine konunun bir bütünlük içinde ele alınması, bunun herkesin anlayacağı bir ses tonuyla anlatılması emeği geçenleri sevindirir. Bunun yapılmadığını bir eksiklik saydığımı anımsatmadan geçemedim.
Ancak bizler, sizin sık sık değindiğiniz gibi birlik-beraberlik ilkesine sarılmış, Cumhuriyetimizin 10. Yıl kutlama simgesi olan marşta söylediğimiz gibi:
"Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;
İmtiyazsız, sınıfsız KAYNAŞMIŞ BİR KİTLEYİZ.
Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülküye biz;
Tersine dünya yolumuzdan dönmeyiz. "
diyerek andiçtiğimizden başka bunu yolda- belde marş olarak coşkuyla söylüyoruz. Kendimizi kaynaşmış bir millet olarak görüyoruz, başkalarının da bunu bilmesini istiyoruz.
Ancak, sizin Müdür Rauf İnan'la yaptığınız konuşmada (çok özel olmasına karşın) halk için, karışık-Boşnak sözü, ya da bu tür özel konuşmalarda önemsenmeden söylenen (Osmanlı ağzı) bu tür konuşmalar umursanmaz gibi görünse de günümüzde kimi kişilerde sinsice sürmektedir. Hem de belgelendirilerek uzun süre belleklerde kalıp tehlikeli durum yaratacak ölçüdedir. Sanırım sizin aklınızdan geçmeyen bir olaya biz burada şaşarak tanık olduk. Konu Kurtuluş Savaşı, iç isyanlar. İç isyanların, sindirilmesine karşın içten içten sürdürüldüğü, bunun günümüzde de bir direniş olarak varlığı üstüne yapılan bir tartışmada ortaya atılan kanıt (İzmir/Kızılçullu ile Eskişehir/Çifteler çıkışlılar arasında) hepimizi şaşırttığı gibi derin derin düşündürdü. Kızılçullulu arkadaş Kızılçullu Köy Enstitüsüyle Çifteler Köy Enstitülerinin ilk 100 kişisi arasında bir ad taraması yapmış. Kızılçullu Köy Entitüsü ilk 100 öğrenci arasında 7 Kemal adı saptamış. Buna karşın Eskişehir/Çifteler ilk 100 kişilik grupta tek bir Kemal ad bulunmamış. Ona göre bir varsayım ön sürülmüş:
-Çifteler Bölgesi Atatürk'e, dolayısiyle devrimlere ısınmamış, içten içe yüzeysel gibi görünse de bir direniş duygusu taşımaktadır. Bunu açıklayan arkadaşa başta Konyalı Veli Demiröz karşı savunma yaparken hiç beklenmeyen bir arkadaş ki, o da Çiftelerli, aynı zamanda Konya/Karamanlı Bekir Semerci, konuşan Veli Demiröz'e sordu:
-Sen, Konya Bozkırlısın, Senin Bozkırlılar iki kez isyan çıkardılar. Suçlu görünen oldu ama ötekiler affa uğradılar. Affa uğrayanların sahiden eski kafaları değişti mi sanıyorsun? Onların çoğu içindeki karşıtlığı silip atamamıştır. Bunlar kalkıp da karşı olduğu tarafın adını koyar mı? Ege bölgesi genelde işgale karşı oldu, savaşı kazandı. Kazandı ama esas kazanan Mustafa Kemal'di. Onlara 7/100 Kemal'i bile az buluyorum! Bekir'e hemşehrisini eleştirdiği için çatanlar oldu ama o doğru konuşmuştu; az sonra Devrim Tarihi dersinde aynı olaylar büyük boyda işlenince, bir önceki varsayım gölgede kalmıştı ama zafer sevinci döneminde doğan çocukların adları arasındaki fark değerini hiç bir zaman yitirmedi.
Yazılarınızda kaldığınız Köy Enstitüsünün hep görünen yanına değiniyor, 1300 öğrenci öylesine elbirliğiyle çalışıyor diyorsunuz.
Bu bir dış görüntü olamaz mı? Hoş böyle çalışan gruplar vardır. Ancak böyle bir bilinçle çalışılması için bireylerin bir yaratılış ya da yaklaşık yaratılış yakınlığı gerekmez mi? Görüntü olarak bunu ordu birliklerinde görüyoruz. Ancak o çok sınırlı bir alanda o toplulukça yapılacak benzer amaçlı, zoraki çalışmalardır. Düşmana hücum ya da benzeri büyük işlere bir hazırlıktır. Öğrenciler için böyle bir kaygı yok. Öğrenciler, öğretmen olunca bunun tam tersine kendiliklerinden bir çalışma düzeni kuracaklardır. Bu nedenle anlatılan kitlesel dayanışmalı tavırların bireyselleşince alacağı şekli düşünmek gereğini düşünüyorum. Ayrıca burada bireysel (yaratılış, yaş) durumlarını önemsiyorum. Beş yıl ben de öyle bir topluluk içinde çalıştım. İşbaşı zili ya da işareti verilince çevremde koşanların gerçek işbaşına geçildiğinde balonları çabucak sönüyordu. Bunu ben hileye değil gerçekten güçsüzlüğe yoruyordum. Çünkü iş ortaklarımın çoğu benden 5 yaş küçüktü. Bu yaş farkı nedeniyle öğretmenlerim gibi ben de hoş görüyordum. Ancak bu giderek kaytarmaya yol açtı. 13 yaşında bağışladığım arkadaş 17'sine gelince işin hilesine kaçmayı yeğliyordu. Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç daha genel müdür olmadan bir arkadaşıyla (o zamanki İlköğretim Genel Müdürü Reşat Şemsettin Sirer) Almanya'da Maarif adlı bir çeviri kitaplarını okudum. O kitapta anlattığım olaylar göz önünde tutularak grupları yaşa göre oluşturmuşlar. Ayrıca çalışma gruplarını isteğe göre hatta sağlık durumuna göre bölümlere ayırmışlar. Buna aklım yattı. Böyle olunca koşarak işbaşı yapanların farklı sonuçlar alacağına inandım. Üstelik onların da başarı ölçekleri var, çalanla parsa toplayan sürgit birlikte kalmıyor. Çalışan sonuca koşarken parsa toplayan ikinci yıl sonunda ayrılıyor. Oysa Köy Enstitülerinde böyle bir ayrım da yok. Benim görebildiğim uygar dünyanın çoktan bırakmış olduğu bu toptancılığı sizin farketmemeniz olanaksız. Nedense bu konuda bir uyarıda bulunmuyorsunuz. Oysa anlattıklarımın tıpkısı olmasa bile, hiç değilse bir beceri ölçüsünde ordumuzda bile belli ölçeklerine göre görev ayırımı yapılır. Örneğin, muharip sınıflarda başarı sağlayamayacağı açık açık belli olanlar sakalık, emirerliği, araba sürücülüğü depo bekçiliği v.b. gibi. işlere ayrılıyor.
Köy Enstitüleri için herkes:
-“İş esasına dayalı, klasik Pedagojiyi aşmış bir sistem” deyip duruyor. Bunu kim diyor? Bana göre bunu söyleyen ya da yazanların ne Köy Enstitüleri'nden ne de Pedagojiden haberleri var. Pedagoji çocuk bilgisi, Köy Enstitüleri de öğretmen yetiştirdiğine göre bunları birbirinden nasıl ayırırsınız? Bunları bilmemek, tıpkı Osmanlılarda olduğu gibi karineden hareket ederek sille tokat, hatta falakalarla eğitim değil, korkuya dayalı insan davranışı şartlandırması olur. Fizyolog İvan Pavlov öncesi falaka koşullandırması türü... Oysa uygar ülkelerde uygulanan eğitim gerçek pedagojinin ta kendisi. Zaten Köy Enstitüleri uygulamacısı olarak bilinen Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'un pedagojiden koptuğunu ya da ayrı düşündüğünü söylemek onu tanımamak ya da onun adına eksik konuşmak olur. Köy Enstitüleri Müfredat proğramını çıkartan o, ayrıca yazdığı Canlandırılacak Köy eserinde, bir arkadaşıyla ortak çevirdiği (Reşat Şemsettin Sirer) Almanya'da Maarif kitabında pedagoji karşıtı değil Jean Jacques Rousseau'dan bu yana söylenen kimi basma kalıp durumuna gelmiş sözleri irdelemek istemektedir. Örneğin çocuklar, büyüklerin kullandığı araçları ya da benzerlerini kullanmalı! övüdünü tutarak öğrenci öğretmenin kullandığı rendeyi kullanmakta, destereyle oynamak yerine gereksinim duyulan tahtayı kesmektedir. Bu düşüncelerini kavramış yeterli öğretmen bulunmadığından 20 Enstitüde istenen başarı gösterilemediyse bu uygulanan ya da uygulanması istenen metot eksiğinden değil, uyulması gereken rehber eksiğindendir. Bunu Yüksek Bölüme gelince uzun boylu tartıştık. Gerçekten klâsik lise programlarına göre kimi eksiklikler vardır. Açık açık söylenmedi ama dolaylı olarak imada bulunuldu. Hiç değilse ben bu kanıya vardım. Köy Enstitüleri, Türk Ordusu kurumundan alınmış bir yan modeldir. Asker kökenli bakanlar önce çavuşlardan yararlanıp Eğitmen kurumunu denemişler. Onların bir de gedikli denilen rütbesel bir, sınırlı sorumluluk taşımasına karşın önemli işlevler yüklenen bu adsız kahramanlar neden okullarda görev almasın? Ancak sayısal bir sorun ortaya çıkıyor. Kaç gedikli bu işe ayrılır? Öneri yerindedir ancak uygulama olanak bulmaz. Bu kez de tıpkı gedikli statüsü içinde köy öğretmeni yetiştirmek görüşü ortaya atılır. Çavuş eğitmenlerin bir üstü gedikli çavuş köy öğretmeni. Bu görüş o zamanki Bakanlık içinde uzun tartışmalara yol açar. Asker kökenli Bakanın uygulamaya koyması yerine bu girişimi sevilen bir sivilin uygulamaya koyması yeğlenir. Bu işe de o sıralar çok yönlü bilgisini kanıtlamış Hasan Ali Yücel seçilir. Hasan Ali Yücel, o günlerin en sevilen eğitimcisidir. Fransa'daki gelişmeleri incelemiş, Fransız Eğitim uygulama yöntemlerini araştırıp dilimize kitap olarak kazandırmış, ayrıca yurdumuzda her türlü eğitim basamaklarını başarıyla tırmanmış, Atatürk'ün takdirlerini toplamış bir eğitimcidir. Kültür Bakanı oldu ama, hazırlanan Gedikli modeli taslağını kabul etmedi. Bunun düpedüz öğretmenlik mesleğinde bir ayırım yaratacağını öne sürdü. Kırpa-ekleye Ordu patenti Gedikli modeli sivilleştirilerek öğretmenlik adı eklendi ama sorumluluk, itaatkârlık, emre her an amadelik (Gedikli statüsü) aynen kaldı. 20 yıl zorunlu hizmet, aylıksız çalışma, iş bağlılığı, Muhtar-Gezici-Başöğretmen-Maarif Memuru sacayağı arasında, yerine göre Bucak müdürü, İlköğretim Müfettişi, Ziraat Memuru, Köy Muhtarı kıskacında görev yapılacaktı. 3803 sayılı yasa bu çerçeve içinde çıktı. Yasa çıktı ama sarmalında sayılan kurumlar sağlıklı işlemiyordu. Bunların her biri asıl şikayetçi olunan mütegallibenin elindeydi. Ordunun gediklisindeki gibi çevre, disiplin ağı içinde de değildi.
Bunu bile bile Köy Enstitülerindeki yaldızlı görüntülere bakarak övgüler yağdırıldı.
Gazeteler boy boy, Vatan Gazetesi de dahil, yürüyen tanka atlayan askerleri, batan gemilerden saatlerce yüzerek çıkan askerleri, yüzlerce metreden paraşütle atlayıp dimdik duran asker resimlerini gösterdi de bir gün olsun Bir Köy Enstitüsüne uğrayıp:
-Bu çocuklar sabahları kalkıp Harmandalı oynuyor ama bedeni geliştiren sportif hareketler yapıyor mu? demedi. Nitekim gerek Enstitülerde gerekse bu yılki Üniversite kampında bunun büyük eksikliğini gördük. Kurallara uymada bir zorluğumuz olmadıysa da uzun mesafe yürüyüşlerinde çoğumuz son çabalarına dek gerildi.
Yarınki Türkiyeye Seyahatte bir dikkat çekici nokta, hatta iddialı sav da kitabın arkasına eklenmiş şiir demeyeceğim, manzume denemeleridir. Yazar çok beğenmiş olabilir. Ancak şiir konusu bu sıralarda Edebiyatçılarımızın neredeyse meydan savaşı sürecinde. Uzun yıllar kıyasıya zıtlaşan Divan şiiri ile halk şiiri, Kaside avantasının ortadan kalkmasıyla Divan şiiri duraksamış ama kurallarını iyi bilen şairlerin eliyle günümüze dek gelmiştir. Öte yandan halkın ortak zevki olan Halk şiiri de özellikle son yüzyılda aydın şairlerin katılmasıyla (örneğin Hececilerin) bayrağı ele almıştır. Ancak günümüz gençleri yabancı dil kazanımlarının verdiği cesaretle bir üçüncü şiir akımı başlatmıştır. Ustaların kıyasıya yarıştığı bu alanda, doğru dürüst öğrenim yapmamış, dağarında salt çevresel halk türküleri ya da masalların manzum kalıntılarıyla beslenen hevesli öğrencilerin yazdıklarını kimler nasıl değerlendirir? Rıza Tevfik, Mehmet Akif, Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Yahya Kemal, ya da Halk şairlerini okumamışlarsa bu konuya tümden yabancılar. Halk bir yana Köy Enstitüleri'ne ilkokullardan atanan birçok öğretmenin daha önce üstünde durmadığı şiir konusunu derslerinde de gereğince işlemediğini, işleyemediğini üstünkörü geçtiğini çok iyi biliyorum. (**)
(**) Bu konuyu bilgisayara geçerken, sonraları okuduğum, Köy Enstitüsünü bitiren bir öğretmenin anılarını anımsadım. Öyle az buçuk bir kimsenin değil, Milli Eğitim Bakanlığının tüm kademelerinde çalışmış, Parlamentoya dek çıtasını yükseltmiş olmasından başka 30 kadar çocuk kitabı yazmış, bu konuda sayısız ödüller kazanmış bir yazar öğretmenden, izniyle söz ediyorum. Hasan Lâtif Sarıyüce:
"Okuduğum enstitüde değerli öğretmenler de vardı, eşleri nedeniyle enstitülerde görev almış iki bayan öğretmenin bilgisinden kuşkuluydum. Orta 3. sınıfımızda Türkçemize gelen bayan öğretmen bize Yahya Kemal'in Akıncılar gibi şiirlerini “hece ölçüsüyle yazılmıştır!" deyip geçiyordu. Oysa ben o yıl ilk şiir kitabımı bastırmıştım. Nihat Sami Banarlı'nın kitabını okuyarak Aruz ölçüsünü de öğrenmiştim!"
Bunu, istisna sayıp geçemeyiz. Çünkü bir başka anıda bunu daha yaygınlaştıracak ipuçları bulunmaktadır. Bunu yazan da "Köy Enstitüleri Gerçeği" gibi sabır, sürekli emekle oluşmuş kitabın yazarı Nedim Menekşe'dir. Belki de o salt şekilsel bir olaya değinmek istemiştir ama, olay genişletince Köy Enstitülerinin genel amacına ters düşen bir sonuç çıkarılmasına neden olacak boyuttadır. Söylem şöyle:
-Köy Enstitülerinde (Boş ders) öğretmensiz geçen ders olmazdı. Her hangi bir nedenle derste bulunmayacak öğretmenin yerine hemen bekleyen öğretmenlerden birisi görevlendirilir zaman boşa harcanmazdı. Köy Enstitüsünde beş yıl öğrenciliğim sürecinde boş bir dersimin geçtiğini anımsamıyorum! deniyor.
İstersek bunu "Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür!” deyip geçebiliriz. Ancak son örnekten kendimi arındıramadım. Nedim Menekşe'nin andığı Enstitüde söz konusu 5 yılın 3'ünde ben de bulunduğum için nisyan ile malûl, tarafına değinmeden hafızaya çağrışım yaptırmak gereğini duydum. İzninizle Nedim Menekşe'den soruyorum; Matematik Öğretmenimiz Ahmet Gürsel askere alınınca matematik dersine kim ya da kimler geldi? (Matematik dersi öğretmen askerden dönene dek boş geçti!) 1. 2. 3. sınıflarda sizin müzik derslerinizi öğretmen odasında görev bekleyen hangi öğretmen müzik kavramının m'sini öğretti? Ben de orada öğrenciydim. Müfredat proğramında, "Okutulur!" denmesine karşın 3. 4. sınıflarda 2'şer saatlik kimya derslerim 2 yıl boyunca boş geçti. Yıllar sonra salt kendimi denemek, Hukuk Fakültesine girmek için istenen diplomayı almak için girdiğim Lise sınavlarında tüm derslerimden tam numara almış tek bir dersim, kimya sınavım kalmıştı. Notlarımı gören lise müdürü beni kutlamış, "Bu lise açılalıdan beri bir ilk oluyorsun. Lise bitirmelere dışardan giren şimdiye dek hiç kimse birinci girişte diploma alamamış, ayrıca kimse peki dereceyle bitirememişti. Kutlarım, sen bu durumu değiştireceksin!” demişti. Sahiden tek dersim kalmıştı, kimya. Kimya okumamıştım ama oldukça çalışmıştım. Tüm çabama karşın kimya sınavında ancak 5 numara koparabildim. Bu da benim, söz konusu lisede dışardan sınava girenlerin ilk pekiyi diploma alma adayı gösterilirken kimya nedeniyle engelledi. Bunu, kimya dersi diye bir ders görmediğime yordum. Çünkü soruların, kitapta yazanlarının karşılığının deney yapılışına ya da sonuçlarına geçince dut yutmuş gibi susmuştum. Nedim Menekşe ile birlikte olduğumuz yıllar, Almanca, coğrafya, müzik dersleri de hep boş geçti. Boş derslerde arkadaşlar gürültü edince susturmak için gelen nöbetçi öğretmenleri kastedilmiyorsa belleklerimizi bir daha yoklayalım. Örneğin, 9/9/1942 tarihinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü geldiğinde bir grup öğrencinin yüksek sesle "Müzik Öğretmeni isteriz!" diyen yakarışçıların arasında Nedim Menekşe'nin de bulunduğunu anımsar gibiyim. Aradan 70 yıl geçti. Günümüzde bile eksik olan öğretmenlerin bilgi donanımlarının o zaman tam olduğunu söylemek Köy Enstitüsü olgusu için fazla bir değer taşımaz. O bir denemeydi, başarılsaydı iyi olacaktı. Ancak, daha başlangıçta sağlam temellere dayanılmadan başlanması büyük bir talihsizlik oldu. Olgunlaşmamış bir demokrasi içinde bir parti ile onun başkanının desteğinin sınırları iyi kestirilememişti. Olay bu denli açık. Kurtuluş savaşına karşı duranlar, yaşadıkça gördüğümüz daha da göreceğimiz gibi tüm kaleleri çökertmeye çalışacaklar. İlk bizi, Köy Enstitülerini seçtiler. Bizim için başka suçlu öne sürüp avunmanın hiçbir anlamı yok. Yokluk içinde, çokluğun benimsemediği bir yenilik yapılsın istendi. Yerinde bir istekti. İstekler, özellikle halk denilen karmaşık olgu adına olursa kolay kolay durulanıp yoluna konamaz. Enstitülerden önce açılan Köy Öğretmen Okullarına öğrenci alınırken kesin bir koşul konmuştu. Ben bu koşula uyarak girdim. Daha sonra öğrendim ki 30 kişilik sınıfın yarısı bu kurala uymadan alınmış. 18 arkadaş doğrudan ortaokullardan gelme, içlerinde iki yıl kalıp belgeliler olduğu gibi cezalı ayrılanlar da, ilkokulu kentlerde okuyanlar da var. Bu durum, görevlilerin o günlerde daha doğrusu daha bismillah derken görev yapmadığını gösteriyor. Böyle bir anlayış taşıyan genel görevli katmanı, Köy Enstitülerindeki yeni anlayışı benimser mi? Biz farkında değilmişiz, o günün tüm görevli takımı bizim karşımızdaymış. Biz onlara sevgiyle bakıp şarkılarını söyler, oyunlarını oynarken, içlerinden birilerinin yürekleri düpedüz kin depoluyormuş.
***
Kimseyi beklemiyordum. Bir grup öğrenciyi görünce günlük proğramımı aksattığımı düşünerek üzüldüm. Çocukların arasında Aşık Veysel'i görünce sevindim. Hasanoğlan'a geldiğinden beri ara ara konuştukça bizim bölümün çalışmalarını merak eder dururdu. Bu kez Arifiye'ye gidince oradaki çalışmaları dinlemiş, çok beğenmiş, gelir gelmez bizim bölümü görmek istemiş. Dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalıştım. Piyanoda parça çaldım. Akordiyonla çocuk şarkıları çaldım. Öğrencilerle mandolin çalışmalarını anlattım. Dersler başlayınca sık sık gelmesinden mutlu olacağımızı söyledim. Ne düşündüyse:
-Davetinizi iyi niyetle karşılıyorum, bir sandalye verirseniz size zararım olmadan saatlerce dinlerim! deyip güldü. Arifiye'deki müzik öğretmenini övdü. Birlikte yemeğe gittik. Öğretmenler:
-Özledik! deyince Aşık Veysel, gözlerini sildi. "Ben de sizi, ben de sizi!” diyebildi. Nazif Balcıoğlu geldi. Onunla daha içten konuşuyor, konuyu hemen genişletti. Sivas Millet Vekilleri, Necmettin Sadak, Reşat Şemsettin Sirer, Çanakkale Milletvekili Selahattin Batu'nun geldiğini anlattı.
Yemekten sonra Hasanoğlan Köy Okulu Öğretmeni Hacı Karaca ile bir grup öğrenci birlikte Veysel'i kaldığı yere götürdüler.
Kulübeye dönünce konumuz Aşık Veysel oldu. Kendisine; daha doğrusu bağlama çalışına yaktığı türkülere zarar vermiyor mu? Karar veremedik. Ben zaman kaybetmesi bakımından düşündüm. Ekrem çok daha başka düşünüyor:
-Sanatçı tarafı mutlu olunca daha doğurgan olur. Üstelik tek yanlı karamsarlığından kurtulur.
Aşık Veysel üstüne yorum yaparken uyuduk.