Öğrendiklerimizden Bizde Kalanları Bize Gösteren Ayna: Sınav
2 Ağustos 1943 Pazartesi
Gülmeler, fısıltılar arasında uyandım. Hilmi Altınsoy'a Kadir takılıyor:
-Horluyorsun! Hilmi'nin savunması ilginç, “Uyumuyordum ki horlayayım! Hasan Üner hemşerisini savundu:
-Arkadaş çok yorgundu, rahat soluyamamıştır; ona horlama denmez, geçici bir durumdur!
Herkes bir numara söylüyor. İlk iki numara ile kendi numaramın önünde sonunda olanları ezberledim. Gerçekte numaraları yazanlardan biri olarak hep biliyordum ama zamanla ilgim azalmıştı. 1 Numara Mehmet Aygün'e takıldım:
-Sen zaten hep bir numaraydın, şimdi de “O” oldun! dedim. Yanımızdakiler gülüştüler ama, gülüşleri Mehmet'in ilk numarada kalışınaydı. Oysa ben Mehmet 'e takılmıştım. Demek istediğimi Mehmet hemen anladı, gücendiğini söyledi:
-O, aynı zamanda sıfırdır, onu mu kastediyorsun? dedi. Gülüşenler şaşkın şaşkın bakarken ben, Hasan Ali Yücel için söylenen, duyunca hepimizin sevdiği benzetmeyi anımsattım. Arkadaşların hep bildiği:
-Sizin karşınızda ben paşam! Ben anlatınca Mehmet Aygün yumuşadı, ancak gene de bana:
-Senin karşında ben ha (!) demek gereğini duydu. Mehmet Aygün'ü çok iyi tanıdığım, o ölçüde de sevdiğim için gönlünü almadan bırakmadım. Sözü ilk söylediğimde hiç bir amacım yoktu. Söz öyleye çekilebilecek duruma kendiliğinden gelmişti. Öyle bir anlama geleceğini anlayınca şaka olsun diye ben de söz oyunu yapmaya kalkışmıştım.
Dersliğe gidince yeni numaralar düpedüz söz oyunlarına dönüştü. Özellikle de 72-79 arası numaralar 22-23-24-25-26-27-28-29, 72-73-74-75-76-77-78-79 numaraların karşıtı olunca bu numaralı arkadaşların 50/100 kayıbı olduğu öne sürüldü. Bunu duyunca:
-Böyle bir matematik hesabı olmaz dedim. Bir kayıp söz konusu olunca, başka birimlerin ele alınması gerektiğini söyledim. Sami Akıncı da beni doğruladı. Bir örnek ele alınıp yapıldıktan sonra ötekiler yaklaşık olarak değerlendirildi. (Yüzde olarak değil sayısal ölçüler içinde) Öyleyken birilerinin ağzında yüzde ölçeği sürdü gitti. İşin içine matematik sözü girmişti, herkes dikkat kesilip, bir birini dinlemeye başladı. Oyunun sonu acıklı bitti. Sayısız arkadaşın, yukarıdaki başlatılan yüzde hesaplarını iyice unuttuğu ortaya çıktı. Buna da en çok Sami Akıncı güldü. Kendini tutamadı:
-Olacağı buydu! dedi.
Kahvaltıda bizim masada konu gene açıldı. Konu gene açılınca ben kendi numaramı örnek alıp sayısal olarak 66 olan eski numaramı kayıp, yeni olan 20 numaramı kar sayıp 46 farkı söylerim. Anlamsız olsa da böyle bir karşılaştırma yapılır. Oysa yüzde hesabı yapılınca 20/66=3. 3 gibi bir sonuç çıkar. Bu ise konuşulan konuda bir anlam taşımaz. 66 olan bütünün 3. 3'alınmış geriye kalan 62. 7 kayıp sayılacak. Hilmi Altınsoy dinledi dinledi, sonunda:
-Öffff, sıkıldım bu işten, az sonra ne yapacağız, bari onu konuşalım! deyince Hilmi'yi hepimiz haklı bulduk.
Dersliğe dönünce kapıda sınav listesini gördük. Bir gün arayla sınav var. İlk gün için salt “Yazılı Sınav” denmiş. Saat, sabah 10 -12 arası. . . . . .
Sınav Günleri
2 Ağustos Pazartesi, Yazılı sınav,
4 ʺ Çarşamba, Tarih,
6 ʺ Cuma Türkçe
9 ʺ Pazartesi Matematik
11 ʺ Çarşamba Tabiat Bilgisi-Fizik
13 ʺ Cuma Zirai İşletme
16 ʺ Pazartesi Müzik
18 ʺ Çarşamba Resim
20 ʺ Cuma Askerlik
10. 23 ʺ Pazartesi Öğretmenlik Bilgisi
11. 25 ʺ Çarşamba Beden Eğitimi ve Oyunlar
12. 27 ʺ Cuma Yabancı dil (Almanca)
Sami Akıncı'dan başka yüzü gülen yok. Sami de bunu bile bile yapıyor gibi. Söz atanlara ya da soru soranlara, sesini yükselterek:
-Eee, ne var bunda? Burası okul, bir gün bunun olacağı belliydi, öğretmenlerimiz ilk günlerde daha bunu söylüyordu! Sami haklıydı ama bunu bugün söylemesi doğru değildi bence. Belli olmaz belki onun da bilemeyeceği sorular çıkar. Böyle düşündüğüm için olacak kendimi tuttum. Birilerine benim de söz söylemem gerekiyordu ama kendimde bu hakkı bulamadım. En çok şaşıranlardan biri Hilmi Altınsoy. Yanıma geldi:
-Abi, işimiz zor mu? diye sordu. Derslerden ne farkı olacak? diye ben de ona sordum. Kahvaltıya birlikte gittik. Gerçekte sınav listesi değil de bugünkü yazılı sınav beni şaşırtmıştı; bu hangi dersle ilgiliydi? Kahvaltıda dikkat ettim hiç kimse benim düşündüğümü düşünmüyor. Arkadaşların kafasını daha fazla karıştırmamak için ben de sustum. Konuyu kahvaltıya birlikte gelen yeni çiftlere getirdik. Buraya yazmadığım varsayımlar öne sürüldü. Örneğin daha önce tanışmış olabilirler. Bekleyip burada buluşmayı planlamış olabilirler. Konuyu derinleştirmemek için Mehmet Aygün'le, Yusuf Asıl'ın da böyle planları olabilir! dedim. Yusuf karşı çıktı. Onu susturmak için:
-Bizim köy muhtarının kızı çok güzel, bu kez onu gördüm! dedim. Yusuf duraksadı. Belli ki yengemin sözlerini anımsadı. Söylesem, arkadaşların ağzına düşmekten korktuğu için yalvarır gibi yüzüme baktı. Yusuf susunca bu kez Mehmet Aygün savunma yaptı:
-Daha 20. yaşıma bir yıl var, evlenmeyi düşünmüyorum, 30'una merdiven dayayanlar düşünsün! dedi. Arkadaşlar güldüler. Hasan Üner:
-Abi buna katlanmak kolay değil, ne dersin? deyince öğretmenler masasını gösterdim:
-Biz aslında ne konuşuyorduk? Yanımızdan geçerken İsmet bana sordu:
-Dayı, bu yazılı sınavı hangi dersle ilgili olabilir? Deminden beri açmaktan çekindiğim konu önümüze geldi. Karşılıklı olarak birbirimize sorduğumuz yanıtsız sorular başlayınca hep birlikte kalkıp dersliğe döndük. Yolda kendi kendime:
-Az sonra gerçeği öğreneceksin! dedim.
Derslikte tek tük gülen olmakla birlikte büyük bir sessizlik oldu. Hemen hemen herkes kendisinden başkalarını gözler duruma girmişti. Kime baktıysam onun da bana baktığını görür gibiydim. Yeğenim İsmet'in bu sabahki son sözü:
-Dayı, rahat mısın? Ben çok rahatım! oldu. Mehmet Pekgirgin Öğretmen elinde bir tomar kağıtla geldi. Arkasından Eğitimbaşı Kemal Üstün, Selçuk Korol Öğretmenler geldiler. Eğitimbaşı, genel sınavlar üstüne kısa bilgi verdi. Örneğin liselerde genel bir kompoısizyon sınavı varmış. Bu sınavla öğrencinin genel kültürü saptanıyormuş. Bizim bu sınavımız da benzer bir amaçla yapılıyormuş. Yazım kuralları anımsatıldı, Türkçe derslerinden öğrendiğimiz yazma kurallarını uygulamamız istendi. Konu: KÖYÜMÜZ. Bilmeyen bir kimseye köyümüzü tanıtacağız. Yazımızı okuyan bir kimse bizim köye geldiğinde fazla yabancılık çekmeyecek! Herkesin yüzü güldü Arkadaşların güleç yüzlerini görünce birden tasalanmaya başladım. Konuyu ben mi yanlış anladım? Koskoca bir köy, bir kağıda ben onun nesini sığdırabilirim ki? Sami el kaldırıp sordu:
-Başka kağıt alabilecek miyiz? Eğitimbaşı Sami'ye takıldı:
-Köyün tüm ayrıntılarını mı yazacaksın? Sami:
-Bizim köy biraz büyüktür öğretmenim, bölmeden anlatmak istiyorum! Öğretmenler güldüler. Selçuk Öğretmen Sami'ye:
-Yazabileceğini yaz, kağıt vereceğiz; ancak zamanını iyi kullan! dedi. Sami'nin sorusu bana yetti. Köyü görünüşüyle değil, içinde bulunan varlıklarıyla, belli başlı özellikleriyle anlatmamız istendiğini sezdim. Daha önce kendiliğimden saptadığım için köyüm hakkında oldukça bilgim vardı. Önce genel coğrafya bilgilerimden yararlanarak yerini saptadım. Lüleburgaz-Babaeski-Pınarhisar ilçelerinin konma noktalarından çizilecek bir üçgen ortasında olduğunu her üçüne de eşit denece uzaklıkta (Lüleburgaz 15, Babaeski 16, Pınarhisar 17 km.) belirttim. Arkasından da tarih derslerinden yararlandığım bilgilerle kuruluşunu savaş tarihlerine bağladım. 1876-1877 Plevne Bozgunu sonu Bulgaristan'da yaşam şansı kalmayanların kendi yurtlarına dönme isteği sonucu kurulan köyümüzün Balkan Savaşında Bulgarların, Kurtuluş Savaşı öncesi Yunanlıların 2'şer yıl yönetimi altında kalarak soyulan köyümüzün Cumhuriyet Döneminde şimdiki rahatlığını anlattım. 1928 yılında açılan önce 3 sınıflı İlkokulun sonra 5 sınıflı olduğunu, 20 yaşın altında köyde herkesin okur yazar olduğunu, Köy, hane olarak artmamakla birlikte evlerdeki insan sayılarının giderek çoğaldığını, her haneye düşen ekilir toprakla (Dönüm olarak) ortak mer'a, koruluk alanlarını gerçeğine uygun yazdım. Tarım çalışmalarını, ekilen -toplanan ürünleri, adlarını çoktan aza doğru sıralayarak, Eğitimbaşı kolunu kaldırıp saatine bakarken kağıdımı verdim. Dışarı çıkarken ilk ben verdim sanıyordum. Oysa kapı ilerisinde İsmet, Halil, Bekir, Abdullah, Emrullah, İdris Destan bekleşiyorlarmış. Soru sordular:
-Köyümü, olduğu gibi anlattım! deyip kestim. Azıcık da üzüldüm:
-Böyle sınav sorusu mu olur? Herkes köyünü az çok bilir. Demek ki bugün, ”Suyu getiren de, destiyi kıran da sınıfını geçecek! Ahmet Gürsel Öğretmenin kulakları çınlasın. O bunu söyler, arkasından da:
-Olmaz öyle şey! derdi. Oysa oluyormuş! Arkadaşlar, çıkacakları beklerken ben küçük kapıdan çıkıp Tarım Binası tarafına gittim. Tam binaya dönerken Besim İyitanır Öğretmen beni gördü, çağırdı. Önce sordu, arkasından da:
-Kaygılanma, sen çok iyisin. Neye kararlısın? Dikkat et, bu okuma senin için güzel bir fırsat! Bu sözümü sakın unutma, böyle fırsatlar yaşam boyu bir kaç kez karşımıza çıkar. Köyüm möyüm deyip hemen oraya koşmaya kalkma! O köy zaten senin, ne zaman olsa oraya dönersin! Kapıda Hikmet Öğretmen göründü, köyden konuştuğumuzu sandı:
-Karpuzları mı anlatıyorsun? Bizim başaramadığımızı köydekilere anlattın mı? dedi. Yanıt vermemi beklemeden, gelecek yıl, bizim köye giderek bizzat ekimleri izleyeceğini, ekilen toprakların içeriğini anlatarak yanımıza geldi. Besim Öğretmen beni göstererek:
-İlk sınavını verdi! dedi. Hikmet Öğretmen de:
-Ya, öyle mi? Sahi bugün sınavlar başladı, bizim dersi sonlara atmışlar, pek ilgilenmedim!
İzin isteyip ayrıldım. Mısırlık tarafına dönüp mısırları gözledim. Bizim mısırlara göre bunlar çok bücür. Çok sapta bir ya da iki koçan var ama onlar da daha püskül bile çıkarmamış. Oysa püskül sarkmamışsa orada koçan olsa bile mısır tanesi oluşmaz. Çünkü mısır tanesinin oluşunu o püskül belirlemektedir. Bektaş Ağabeyim sütlü mısır seçerken bana takılırdı:
-Püskülü büyükleri seç, püskül tellerinin sayısı kadar tane olur! derdi. Önceleri bunu şaka, bana takılmak için böyle söylüyor sanıyordum. Sonra sonra kendi gözlemlerimle bunun doğruluğunu öğrendim. Mısırların arasından dere tarafına gittim. Aşağılara indikçe mısırların gürleştiğini gördüm. Zaten bakınca belli oluyor, dere tarafına bakınca mısırların yaprakları daha yeşil, tepeye çıktıkça yeşillik sarımsılaşıyor. Zil çalınca atölyelerin yanında yemekhaneye girdim. Arkadaşlar beni aramışlar. Besim Öğretmenin çağırdığını söyleyip şaşırtma yaptım. Sözde Besim Öğretmenin bizim köyde tanıdığı varmış, onu sormuş. Arkadaşlar inandılar. Bir süre de Besim Öğretmen üstüne konuşuldu. Mehmet Aygün:
-Besim Öğretmen göçmen kuşlar gibi, bir gidiyor, uzun süre görünmüyor! dedi.
Sınavlar başlayınca atölye çalışmaları yapılmayacak deniyordu. Oysa Sınav programının altında sınavların öğleye dek süreceği, öğleden sonra atölye çalışmalarının süreceği, ayrıca sınav konmamış günlerin öğleye dek atölye çalışmaları süreceği öğleden sonra sınav hazırlık çalışmaları yapılacağı yazılı. Böylece bizim sınav için sürekli bir çalışma izinimiz söz konusu değil. Bunu konu ettik. Ettik ama yanıtını kendimiz verdik:
Herkes günde 8 saat çalışırken bizim ortalıkta Medine Dilencileri gibi dolaşmamız doğru olur mu? Müdür Beyin Mehmet Başaran'a söylediği bu söz, o gün bizi üzmüştü ama bugün gülme konusu oldu. Yusuf hemen bana:
-Sen ol zaman çok kurnaz davrandın! dedi. Yusuf'a göre arkadaşlar bana:
-Müdür Beyle sen konuş! demişler. Her zaman böyle durumlarda ben öne geçmeye çalışırken bu kez yan çizmişim. Çünkü Müdür Beyin kızacağını anlamışım. Yusuf'un yanıldığını anlatmaya hazırlanırken arkadaşlar benden önce davranıp gerekli yanıtı verdiler:
-O zaman Müdür Beyle konuşulmasını isteyenler, işlerden kaytaranlardı, çoğunlukla da duvarcılardı. Üstelik onlar Müdür Beyle konuşacak arkadaşları kendileri seçmişlerdi. Önce Halil Basutçu'yu öne sürdüler. O üslenmeyince Sami Akıncı'ya döndüler. Sami de yan çizince Mehmet Başaran'a döndüler. Amaçları Akın Piyesinde Müdür Beyin beğenisini kazandıklarına inandıkları için olumlu yanıt alacaklarını umuyorlardı. Olan Mehmet Başaran'a oldu. Kendini piyeste sanarak Müdür Beyin karşısına çıkan Bumin, Medine Dilencisi oluverdi. Arkadaşların sözlerine olduğu gibi katıldım. Gene de Yusuf'a; “Yanlış hesap çarşıdan döner!” atasözünü anımsattım.
Konu gene sınav programına dönünce bu kez de sözü kestirme bağladım:
-Programın altında Okul Müdürünün imzası olduğuna göre yasal olmayan bir durum sözkonusu olamaz. Öyleyse bize çalışmak düşüyor; bahane aramadan derslerimize çalışalım!
Öğlede kendi yaptığımız satranç tahtaları üstünde Yusuf'la satranç oynadık. Yusuf'un hemşerisi Rafet geldi, sınavın nasıl geçtiğini sordu. Yusuf gülerek:
-Hemşerim, şimdi ben sana ne söylesem kusurumu bulacaksın. Çünkü benim yazdığımın en iyisini sen biliyorsun. O nedenle ben bu konuda sana hiç bir şey söylemeyeceğim! Rafet önce duraksadı sonra da satrancı izlemeye başladı. Alınmamış olacak ki, Yusuf'a yardım etti.
Atölyede işimiz hazırmış, Halis Öğretmen bizi gene iki gruba ayırmak istedi, 1. Ranza yapacaklar, 2. Sıra yapacaklar. Yusuf Asıl başta olmak üzere arkadaşlar bu kez birlikte çalışmamızı, son çalışmamız olacağı için bir arada olmak istediğimizi söylediler. Halis Öğretmen:
-Haklısınız, bakın ben onu düşünmemiştim, 20 ranza ile 30 sıra isteniyor, işbölümünü siz yapın! dedi. Harun Özçelik'le Yusuf Asıl işbölümünü üslendiler. Halis Öğretmen eski çizimleri çıkarıp verdi, çalışma yarım günlerimizi tüme çevirip 12 tam iş günümüz olduğunu söyledi. Yetiştireceğimize söz verdik, hemen işe başladık. Saptanan ölçülere uygun kerestelerin hemen hemen çoğunu bir köşeye yığıp kesime hazırladık. Aramızdaki konuşmalar çok uyumlu geçtiği için sınavın sözü bile edilmedi. Bir ara Fahri Tosili Öğretmen geldi, Yusuf'la Hasan'a takıldı:
-Boylarınızı büyütmek için özel spor yapın! dedi. O tür sporların adlarını saydı. Askerlik Kampında erlerin yüksek demirlere asılıp kendilerini çektiklerini görmüştük, onları önerdi. Bu kez ben söze karıştım:
-Arkadaşlar daha üç yıl okuyacaklar, gittiğimiz yerde o sporlar yapılıyor, o üç yılda büyürler! dedim. Fahri Öğretmen çok neşeli, olumlu konuşan bir öğretmen, hemen:
-Ne güzel, orada da beni anımsayın bu dediğimi sakın aksatmayın! deyip ayrıldı.
Paydosta futbol oynayanlara baktık. Okula dönerken benim tarımcılığım tuttu, mısırlığın yanından geçerken bildiklerimi tekrarladım.
Dersliğe dönerken Şevki Aydın Öğretmen beni çağırdı, piyano çalışmamı önerdi:
-Okumayı sürdüreceksen Güzel Sanatlar Kolunu seçmeni öneririm. Orada piyano çalmak zorunda kalacaksın. Yoksa kemana başlamak niyetinde misin? diye takıldı. Piyanoyu gösterdi. Metot varken piyano çalışmak bana kolay geliyordu, metotsuz piyano başında durup kalıyorum. Gene de gam yapmaya başladım. Asım Öğretmen zamanında gam yapmayı oldukça hızlandırmıştım. Bu kez de denedim. Şevki Aydın Öğretmen:
-Parmaklarını bak ne güzel kullanıyorsun, bizim ikinci sınıfa geçenler bile bu denli çalamıyorlar! deyince iyice hızlandım. Piyanodan kalkınca içimi yeni bir sevinç doldurdu, iyimser bir tavırla dersliğe döndüm. Derslikte sabahki sınav konuşuluyordu. Herkes yapmıştı ama anlattıklarına göre başı sonu belli olmayan anlatımlar oldukları da açık açık belli oluyordu. Bu tür konuşmaları dinledikçe rahatladım. Lise 1. 2. sınıf tarihlerini açıp karıştırdım. Sayfalara baktıkça bu kitaplardan soru çıkmayacağı kanısına vardım. Küçük kitap dediğim müfredat Proğramını açtım. Gerçekten 5. sınıf konuları 18. yy sonrasını anlatıyor. Belli başlı olayları not edip, onları toparlamaya çalıştım. Özellikle de Selçuk Korol Öğretmenin bastıra bastıra söylediği Kurtuluş Savaşı sürecindeki belli başlı olayları, 1923 Cumhuriyet ilanından sonra yapılanları sıralamaya çalıştım. Kafam iyice tarih konularına sarılmıştı. Yemekte konuşulanları hiç dinlemedim. Arkadaşlar rahatsızlığım ya da gizli bir düşüncem olduğuna yordular. Sonunda Mehmet Aygün gülerek:
-Köyündeki muhtarın güzel kızını düşünüyordur! dediğinde bile bir tepki göstermedim. Yan gözle Yusuf'a baktım. Yusuf baktığımı bilmesine karşın sustu. Ancak aklından geçenleri yüzünün çizgileri oynayarak belirtiyordu. Nitekim az sonra konuşmalarla hiç ilgisi olmayan bir soru sorarak konuyu değiştirmeye kalkması gözden kaçmadı. Soru, şimdiye dek bizim masada hiç değinilmeyen bir konuydu: Hüsnü Yalçın'la Emrullah Öztürk hangi köyleri seçecek? Yusuf önce ortaya sordu sonra da soruyu bana çevirdi:
-Sence onlar ne yapmalı? Gereksiz bir soruydu, ya da bizim yanıtlayacağımız bir soru değildi. O nedenle ben de başımdan attım:
-Köy seçmelerine ne gerek var? Nasıl olsa herkes sınıf geçiyor. Öyleyse onlar da gider 3 yıl daha okurlar. Sözüm, sahiymiş etkisi yaptı. Konuşmalar, bugünkü yazılı üstüne döndü:
-Böyle sorular sorulursa gerçekten kimse sınıfta kalmaz!
Daha önce pek konuşulmamıştı ama derslikte benzer bir hava vardı. Tarih sınavı için çalışacak çok zamandan söz edip, gülenler bile vardı:
-Yarın öğleden sonradan başlayıp yatana dek çalışmak yeter! Bu akşam çalışırlarsa çatlayacaklar. Bir ara kızar gibi oldum, kendimi çabuk topladım, “Her koyun kendi bacağından asılır!” diyorlar. Bu sözün anlamını biliyorum, daha doğrusu söylene gelen anlamını biliyorum ama gerçekten söz, kullanılan anlamı karşılıyor mu? Bir süre bunu düşündüm. Her koyun sahiden kendi bacağından mı asılır? Niçin iki koyun bir birine takılarak biri ötekini çengele takmasın? Böyle dedim ama hemen sözümden döndüm. Söz çengele takma değil nereye olursa olsun koyun kendi bacağından asılır. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin sık söylediği söz:
-İstisnalar kaideyi bozmaz!
Kitaptaki başlıkları bir daha okudum:
1. 18. yy'da Osmanlı İmparatorluğunun komşuları ile ilişkileri,
A. Osmanlı-Rus anlaşmazlıkları,
B . Petro ve Rusya,
C. Osmanlı İmparatorluğu ve Pertro,
D. Osmanlı-Venedik, Osmanlı-Avusturya ilişkileri,
E. Osmanlı-İran ilişkileri,
F. Osmanlı-Rus, Osmanlı-Avusturya savaşları ve Belgrat anlaşması.
Daha önce yapılan 1699-Karlofça anlaşması için biraz bilgim vardı ama Belgrat için hiç bir fikrimin olmadığını anladım. Petro'yu da Prut Savaşı nedeniyle biliyordum. Ancak burada özellikle Petro üstüne bilgi isteniyor. Sorulursa ne diyebilirim? Lise 2. Sınıf tarih kitabında bilgiler buldum. Hayat Ansiklopedisi aklıma geldi. Onda Deli Petro için bilgiler olabilir. Daha önce onda Baltacı Mehmet Paşayı bulmuştum. Deli Petro ile o savaştığına göre o da bulunabilir. Ayrıca Gazi Osman Paşayı da oradan okumuşum. Tarih kitabından az da olsa Venedik'le Avusturya için bilgiler buldum. Ayrıca Kırım için Rusya'nın çevirdiği dolapları da biraz öğrendim. Kırım'ı bizden ayırmak için Kırımlıları hoş tutmaya çalışıyorlar.
Abi öğretmenlerimiz, sıra ile bizim masalarda yemek yiyorlar. Bu akşam Mustafa Ersoy Öğretmen geldi. Çok neşeli, öğretmen demememizi tembihledi. Gülerek:
-İçinizden birileri Hasanoğlan'a gelince arkadaş olacağız, arkadaşlığımız burada başlasa daha iyi, olmaz mı? Arkadaşlar:
-Öyleyse “Ağabey diyelim!” deyince de beni göstererek:
-Yaşça benden büyük, büyükler küçüklere “Ağabey!”der mi? diye sordu. Gülüşerek, neşeli neşeli yemeğimizi yedik. İçimden içimden düşündüm, kesin kararımı verdim:
-Stajiyerlere öğretmen demeyeceğim. Okul yöneticileri bile onları bize tanıtıp, şöyle deyin diye bir şey söylemedi. Öyleyse ben neden öğretmen diyeyim?
Derslikte gece boyu arkadaşlar konu ettiler:
-Ne diyelim? Sami Akıncı en doğru öneride bulundu:
-Onların birer adı var, adlarını söyleyin. Kendileri böyle istediğine göre biz bunu neden sorun yapalım? Bekir Temuçin “Ağabey” diyeceğini söyleyince Recep Türköz anımsatıldı. Recep, küçük büyük seçmeden herkese “Ağabey!”diyormuş. Bir süre konu edildi, genellikle de eleştirildi.
Ben canım daralarak yarını düşünürken, kitaplığa gidip ansiklopedide Petro için bilgi tasası çekerken arkadaşların neşelenerek yat zilini beklemelerini şaşkınlıkla izledim. Zil çalınca da hahaha hihihi yaparak kalkıp gitmeleri şaşılacak bir şeydi. Neşeleri, yarın sınav olmamasındanmış.
Yatınca bir süre bunu düşündüm. Tümü değil, Orhan, Bekir, Başaran, Harun, Yusuf, Arif, Sefer, Yakup, ara ara İsmet, Mehmet, Yücel, Halil Basutçu çalışıyor. Ancak ötekilerin sürekli vır vırı zaman zaman onları da aralarına çekiyor.
Yatarken kendime göre bir ayırma yaptım, bana sorulsa arkadaşlardan, Sami dışında, en fazla 9 kişiye okuma yolunu açarım. Ötekileri kesinlikle köylerine, gönderirim. Harun, Yusuf, Orhan, Recep, Mehmet Aygün, Mehmet Yücel, Bekir, Halil. Kendimi de katarak grubu on yaparım. Abdullah Erçetin müzik olarak iyi ama zerrece çalışmıyor. Hasan Üner, çok okuyan bir arkadaşımız ama bir alan seçip o alanda çalışmaya yanaşmıyor. Salih Baydemir el işlerinde, çizimlerde hepimizden üstün olmasına karşın oturup bir kitap okumuyor. Ötekiler için ise söyleyecek bir sözüm yok. Zaten onlar okumak niyetinde değiller.
Kendimi de yargıladım, böyle bir ayırım yapmaya hakkım var mı? Az düşündükten sonra kendimi hoşgördüm. Düşüncelerim benim içimde kaldığına göre kimseye bir zararım olmamaktadır. Öyleyse bundan kimse zarar görmeyecektir. Herkesi sevmek zorunda olmadığıma göre beni kimse kınayamaz. Arkadaşlar içinde benim de olumsuz taraflarımı ele alacaklar olacağı gibi ben de onların olumsuz yanlarını irdeleyebilirim.
3 Ağustos 1943 Salı
Öğleden sonra çalışsaydık! türü konuşmalar arasında uyandım. Akşamdan bir tersliğim vardı zaten. Hemen yanıtladım:
-O zaman bizi kaldırmak için sopayla gelmek zorunda kalacaklardı! dedim. Fettah Biricik yanıt verdi:
-Ne var bunda? Biz köylü çocuğuyuz, sopa bizim yabancımız değil! Yanıtı ben de yanıtla karşıladım:
-Sopa senin tanıdığındır ama insanlar ellerini, insanlara karşı kullanmak üzere sopa taşımaya alıştırmak istemezler! O nedenle, sabah çalıştırıp, öğleden sonra ötede beride savsaklayacakları, gönüllerince bırakmayı yeğlerler! dedim. Mehmet Yücel:
-Birisi ağzının payını aldı! dedi. Arkasından İsmet:
-Yaşa dayı! diye bağırdı. Fettah'dan ses çıkmayınca konu kapandı, sandım. Kapıdan çıkarken birisi konuştu ama tam anlayamadım. Ancak hemşerim Kadir Pekgöz'ün:
-O kendini hep öyle bizden ayrı tutar! dediğini iyice duydum. Önce durdum, sonra da yürüdüm, fazla söze gerek yok, benim söylediğim herkesi ilgilendiriyor. İsteyenler kendi paylarını alırlar. Benim, kendimi birilerinden ayrı tutmam çok doğal, hemşerim Kadir'le nasıl bir olurum? Ben, ortaya bir söz söylüyorum o ise insanların arkasından konuşuyor. Konu gene açılırsa bunu söylemeyi tasarlayarak dersliğe gittim. Derslikte daha önemli bir konu çıktı:
-Biz istersek Tarih sınavı yazılı yapılabilirmiş. Yazılı mı, sözlü mü? Tartışması tüm konuları bastırdı. Sami Akıncı:
- Benim için farkatmez! deyip oy kullanmadı. 14-14 eşit istek olunca Sami'ye yalvarmalar başladı. Ancak Sami diretti. Kahvaltıya böyle bir gerginlik içinde gittik. Masaya oturunca konu gene açıldı. Masamızın da dörderli iki grup olduğunu görünce önce şaştım, sonra da kuşkulandım. Birileri bu ayrılımı bilerek yapıyor gibi geldi. Bu kez, önce yazılı istememe karşın, sözlüye döndüm. Beni duyan İsmet sözlü isterken yazılıya geçtiğini söyledi. Başkaları da böyle yapıyormuş. Atölyeye bunu tartışarak gittik. Kaldığımız yerden başlayarak ranza ayaklarının kesimine başladık. Ekonomik olması için ranza boylarını 1.90'a düşürdük. Keresteler 4 m. Ancak en düzgünlerinin bile başlarından en az 5 cm. atmak gerekiyor. Halis Öğretmen işi bize bıraktığını söyledi. Yeni geleceklerin, eskileri kadar uzun boylu olmayacağını düşündük. Gerekçemiz de hazır:
Bundan böyle Köy Enstitülerine eskiden olduğu gibi beklemişler (Gedikli öğrenciler) gelmeyecek, çünkü o türleri bir kaç yıldır köylerden abur cubur ne varsa toplandı. Yusuf Asıl bunu söylerken benden özür diliyor ama, kesinlikle beni örnek aldığı da belli oluyor. Ancak tartışma olacağından çekinenler hemen Yusuf'a hemşerisi Sırıklı'ı anımsattılar:
-Erkekler için dediğin doğru ama bu söylediğin kızlar için de geçerli mi? Yusuf gene bana baktı. Ancak bu kez özür dilemekten çok yardım içindi. Kızlar sözü geçince bu kez ranza aralarının ölçüsü dile dolandı:
-Kızlar üçlü ranzalarda yatarsa bu aralara nasıl sığacaklar? Sazan örnek gösterilerek bir süre güldürücü sözler söylendi. Tek örnek Sazan, denmesine karşın başkaları da adı söylenmeden tavırlarıyla anımsatıldı. En çok da N dile dolandı. Eskiden N ile Sami arasında ilişkiden söz edilir, üzerine fazla gidilmezdi. Genellikle arkadaşlar Sami'yi gücendirmekten sakınırdı. Nedense son zamanlarda bu olasılık ortadan kalmış görünmektedir. Ben de bunu sordum:
-Ne oldu da bu yakıştırma ortadan kalktı? Recep Kocaman:
-Sami açık açık okumak istediğini söylüyor. Bu okuma işi kaç yıl sürecek? Belki kız bunu düşünerek uzaklaşmıştır. Hüseyin Orhan benzer olasılığı ters çevirdi:
-Kız değil, bunu Sami böyle düşünmüştür! Söz birden Mustafa Saatçı'ya kaydı. Salih Baydemir gülerek Mustafa Saatçı için:
-Yok yahu, İmamın kız mız sevdiği yok, o, bize karşı öyle davranıyor. Göreceksiniz, kızın bu işten haberi olmadan bizim İmam çekip gidecek!
Ranza ayaklarıyla kısa parçaları, planyadan geçirdik. Uzun tahtalar planyaya hazırlanırken yemek zili çaldı. Yusuf Asıl zil çalınca sevindiğini söyledi. Salih Baydemir Yusuf'a bakarak:
-Şu çocuğa bak, neden seviniyorsun? Öğleden sonra buradakinden daha mı rahat olacaksın? Yusuf ders çalışacağını söyleyince tartışma yemekhaneye dek sürdü. Son olarak ortak söylenen söz:
-Bizim arkadaşların bulunduğu bir yerde ders çalışılmaz!
Öğle paydosunda Mehmet Pekgirgin'le satranç oynadık. Çok düşünüyor ama iyi oynuyor. Zil çaldığında benim bir atımla bir filim 2 piyonum vardı. Onunsa üç piyonuyla bir kalesi. Ancak onun vezir çıkma olasılığı vardı. “Berabere!” dedik. Şevki Aydın'ın izniyle bir süre piyano çalıştım. Kitaplıkta Hayat Ansiklopedisi'ni karıştırdım. Kırım Savaşı adlı bir kitap buldum. Kitap Kırım Savaşı adını taşıyor ama Osmanlı Rus savaşlarının kimilerine de değiniyor. (1838)-(1854-56)-(1876-77) Kırım bizimmiş ama 1683 Viyana Bozgunundan sonra sürekli sorun olmuş, son savaştan sonra da büsbütün elimizden gitmiş. Oysa 1854-56 savaşını sözde biz kazanmışız.
Dersliğe döndüğümde arkadaşların çoğunun olmadığını gördüm. Halil Basutçu gülerek:
-Çok çalıştıkları için biraz dinlenecekler (!) dedi. Yusuf Asıl, ter toprak içinde geldi, top oynamış. Yazılı mı yoksa sözlü mü olsun? tartışması gene ortaya atıldı. Bu kez, sözlü sınav olmasını isteyenler tarafına katıldığımı, katılış nedenlerimi de anlattım:
-Böylece çalışmamış olanlar öğretmenlerin karşısında boyunlarını büküp kalacaklar (!) dedim. Yusuf gülerek:
-Sen böyle dersen onlar da karşı tarafa döner, gene sayı tutturulmaz! deyince Sami Akıncı:
-Ben de sözlü istiyorum, kararım kesin! deyince bir sessizlik oldu. Recep Kocaman dersliktekilere bakarak (Önceki duruma göre):
-Tamam, çoğunluk sözlü isteyenlerde! deyince karşı çıkanlar oldu:
-Beni ne tarafta saydın? Mehmet Başaran'la Abdullah Erçetin daha önce sözlü isterken bu kez yazılıya geçtiler. Gelenler oldu. Onlar da yeni duruma göre yan değiştirerek derslikteki sayıyı gene eşite çevirdiler. Son olarak derslikte Mustafa Saatçı, Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk'ün olmadığı saptandı. Öteki 26 kişinin 13-13 eşit ayrıldığını görünce herkeste bir kazanma inatlaşması depreşti. Önce Mustafa Saatçı geldi. Mustafa Saatçı'nın çevresini yazılı isteyenler sardı. Mustafa Saatçı Sami Akıncı'ya bakınca Sami başını attı. Mustafa Saatçı sözlü istedi. Az sonra Emrullah Öztürk geldi. Emrullah Öztürk Hüsnü Yalçın gelmeden konuşmayacağını söyleyip yerine oturdu. Başına toplaşıp konuşturmaya çalışanlar oldu. Bu sıra da Hüsnü Yalçın geldi. Hüsnü Yalçın, önce Halil Basutçu'ya sonra da Sami Akıncı'ya bakıp “Sözlü” dedi. Emrullah Öztürk'ün Hüsnü'ye uyacağını sananlar Emrullah konuşmadan alkışladılar. Alkışlar durunca Emrullah Öztürk:
-Ne olursa olsun, “Yazılı diyorum. Anasını sattığım!” deyip çevresine baktı. Böylece yazılı taraf bir fazla oy almış oldu. Daha önceki konuşmalara göre bu konu kapanmış olacaktı. Öyle olmadı, Emrullah'ın Hüsnü gelmeden bir şey demem sözüne karşın az sonra tersini yapması bardağı taşırmış oldu. Önce kendisi de yazılı isteyen İdris Destan Emrullah'a:
-Ne biçim arkadaşlık bu, o gelmeden fikrimi söylemem! diyorsun, arkadaşın gelip fikrini söylüyor; bu kez de sen onun karşısına çıkıyorsun! deyip “Bu ne biçim arkadaşlık? ” sorusunu tekrarladı. Gülüşler arasında Emrullah için bilinen takılmalar oldu. Ancak Bekir Temuçin de İdris'e:
-Senin ondan farkın ne, sen de söylediğinin tersini yapıyorsun, Emrullah senin istediğini yaptı, teşekkür edeceğine eleştiriyorsun! dedi. Birden derslikte değişik sesler bir birine karıştı; Bekir'e çıkışanlar kadar İdris'e çatanlar oldu.
Sonuç olarak bir sayı çoklukla yazılıya karar verildi. Ancak, sabah saat 10'00 da sınav başlayacak. bu kararı kim, kime duyurup da uygulamaya geçirecek? Mehmet Yücel rüyasında Selçuk Öğretmene söyleyecek oldu. Mehmet Yücel'e sataştılar. Mehmet Yücel'e yapılan sataşmayı onaylamayanlar bu kez dönüş yapıp yazılıdan vazgeçtiklerini söylediler. Bunlardan birisi de Mehmet Yücel'in köylüsü Mehmet Başaran'dı. Birisi “Kalleş” dedi. Kalleş diyen Hilmi Altınsoy'un sözlü istediği öne sürüldü. Hilmi kendini yeminli billahalı savunurken yemek zili çaldı.
Yemekte Hilmi sürekli kendini savundu. Arada da beni tanık gösterdi. Dinlememiş gibi yapıp sürekli sustum. Sonunda da çıkıştım:
-Akşam yemeği yiyoruz; az sonra da yatacağız. Derslikte bunlar konuşuldu, tatsız konuşmalara dayandı. Gene aynı noktaya dönmenin anlamı ne? diye sordum. Olay kapandı. Bu kez de sınavda kimlerin olabileceği konusu açıldı. Bayan öğretmenlerin olmasını istemeyenler çıktı. “Sözlü olacaksa ben de istemem ama yazılıda kim olursa olsun!” dedim. Sözlüde olması istenmeyen öğretmenler öne sürülünce, bu konuşmaya da karşı çıktım:
-Bizim daha önce benimsediğimiz kuralımız vardı, ona uymamızı anımsattım.
Dersliğe dönünce sırama oturup Köy Enstitüleri Müfredat Programının tarih bölümünü açıp, bilmemiz gereken konuları dikkatlice okudum.
Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimleri:
1914 Genel Savaşının sonunda ve Osmanlı İmparatorluığunun parçalanması kararı karşısında:
a) Padişah hükümetinin,
b) Hıristiyan tebanın,
c) Türklerin görüşleri ve yaptıkları işler.
Mustafa Kemal'in başa geçmesi. Siyasi ve askeri geçmişi. Milli Savaşı hazırlaması.
Erzurum ve Sivas kongreleri. Milli birlik. İstanbul'un Yabancılarca işgali.
Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin kurulması ve İstiklal Savaşı.
a) 1. ve 2. İnönü Savaşları,
b) Sakarya Zaferi,
c) Büyük Taarruz ve zafer,
d) Mudanya Mütarekesi,
e) Saltanatın kaldırılması,
f) Lozan Barış anlaşması,
g) Cumhuriyetin ilanı, Halifeliğin kaldırılması,
h) Siyasal, toplumsal, kültürel ve iktisadi alanlarda yapılan yenilikler,
ı) Ebedi Şef Atatürk'ün ölümü, bu olay karşısında Türk Ulusunun ve dünya uluslarının tutumları.
i) Milli Şef İnönü'nün Cumhurbaşkanı seçilmesi, Türk Ulusunun devrim yolunda ilerlemesi. . . . .
Kitaptan bunları yazınca sırasıyla baktım. 1914 yılında başlayan büyük savaş bizim ülkemizde Mondros Ateş kes anlaşmasıyla 1918 yılında son bulmuştu. 1918 yılını biliyorum ama ayını unuttum. Ayrıca Mondros neresidir, onu da bilmiyorum.
Ateş kes anlaşmalarından sonra Padişah Vahdettin düşmanların isteklerine uyarak yurdun bir çok yerinin işgaline göz yummuş, örneğin İstanbul'a İngiliz, Fransız, İtalyan askerleri gelmiştir. Antalya dolaylarına İtalyanlar, Adana dolaylarına Fransızlar asker çıkarmıştır. Öte yandan Ege bölgesindeki azınlıklar bağımsızlık için başkaldırmışlar, çevresindeki Türkleri kaçırarak sayı çoğunluğunu sağlamaya çalışmışlardır. Buna karşı da Türkler, kurtuluşu savaşmakta görüp yer yer direnmeye başlamışlardır. İşte bu sırada Atatürk, Karadeniz kıyılarındaki direnişleri yatıştırmak (!) üzere Samsun'a gitmiş, incelemeler yaptıktan sonra halkın haklı tepkisine destek olup Kurtuluş Savaşını başlatmıştır. Ege'den Kars'a dek yapılan küçük direniş gruplarını birleştirmek için kongreler toplamış, küçük grupların bir biri ile bağlantısını kurmuştur. Önce Erzurum, sonra Sivas'a yapılan kongreler bunların başlıcalarıdır. Ancak düşmanlar, kendi çıkarları açısından (işlerine öyle geliğinden) padişah tarafını tutmuş, Padişah Vahdettin'in ayakta kalması için onu tüm güçleriyle desteklemiş, Atatürk'le elbirliği eden Türk Ulusuna savaş açmıştır. Atatürk, tüm Türkiye'yi birleştirmeye çalışırken, padişah yanlılarla işbirlikçi düşman beslemeleri Kurtuluş yanlılarına acımasızca karşı olmuştur. Düşman için birleşen Ulusal Güçler bu kez iç isyancılarla da savaşmaya başlamıştır.
Atatürk'le arkadaşları Sivas Kongresi'nde Türk Ulusunun tümünün kendilerini desteklediğini anlatınca yeni bir hükümet kurmaya karar verilmiş, bu hükümetin Ankara'da daha rahat çalışacağını düşünerek 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara'ya gelerek Kurtuluş Savaşını oradan yönetmiştir. Bunları yazdım ama Sivas, Erzurum Kongrelerininkiler gibi Mondros Ateş bırakışmasının da tarihini bir türlü anımsayamadım. Tek iyi bildiğim tarihler:19 Mayıs 1919 Atatürk'le arkadaşlarının Samsun'a çıkışı, 27 Aralık 1919 günü Ankaraya gelişi, 23 Nisan 1920 T. B. M. M açılışı ile 29 Ekim 1923 Cumhuriyet ilanı. . .
Yat zili çaldığında oldukça üzüldüm. En sevdiğim tarih dersinin sınavına bile istediğim gibi hazırlanamadığımın ayırdına yeni vardım.
Yatarken aklıma gelen tarihlerden biri de 10 Kasım 1938 oldu. Az önce onu bile unutmuşum. Oysa bu tarihler sayısız şiirde, şarkıda geçiyor. Celal Sahir Erozan O GELİYOR! diyor. Sık sık söylenen şarkı: BUGÜN 23 NİSAN! diye başlıyor:
Bugün 23 Nisan-Neşe doluyor insan-Kamutay bugün doğdu-Saltanatı kovdu!
4 Ağustos 1943 Çarşamba
Arif Kalkan'ın sesiyle uyandım:
-Ne haber İskelet, dediğini yaptın mı? Mehmet Yücel rüyasında yapılacak tarih sınavı için Selçuk Korol Öğretmene rica edecekti. Mehmet Yücel gülerek:
-Rüyama yanlış öğretmen geldi, Besim İyitanır Öğretmen, biliyorsun onunla aram pek iyi değil, ona söyleyemedim! dedi. Arif Kalkan arkadaş pek görmediğimiz bir öfkeyle:
-Sana adam diye, arkadaş diye takıldık. Meğer sen umduğum gibi, adam değilmişsin! deyip yürüdü. Mehmet Yücel kızacak sanmıştım oysa o kızmadı gülerek:
-Ya, böyle işte eloğlu sana takılsın, sen ona azıcık dokundurunca küplere binsin! dedi. Bu tür konuşmalara hiç karışmazken nedense bu sabah bu konuşmaya takıldım. Gerçekte Arif Kalkan'la Mehmet Yücel en iyi anlaşan iki arkadaşımızdır. Meğer onların da aralarında duyarlı konuları varmış. Bir tarım çalışmasında Besim İyitanır Öğretmen Arif Kalkan'a takılmış:
-Benim karşımda ağzı dolu insanlar gibi konuşma, ağzını boşalt da öyle konuş demiş. Gerçekten Arif arkadaş zaman zaman ağzında sanki bir yiyecek varmış gibi konuşur. Özellikle az sesle konuştuğu zamanlar sözleri pek anlaşılmaz. İşte bu sabah beklemediği bir sırada Mehmet Yücel'e takılınca o da Besim İyitanır Öğretmenle aralarında geçen o tatsız olayı anımsatmış.
Derslikte herkes suskun, Halil Basutçu sordu:
-Eee, kimin dediği olacak? Az durduktan sonra da:
-Sözlü mü, yoksa sazlı mı olacak? deyince:
-Sazlı, sazlı! sesleri yükseldi. Arkasından da birileri birinin adını vererek:
-O oynayacak, bu oynayacak! denmeye başlandı. Genellikle sazlı sözlü oyunlarda Abdullah Erçetin'le Fettah Biricik üstüne yüklenen oyunlar gene onların üstüne yıkıldı. Hanende, rakkase, çengi, köçek sözleri arasında kahvaltıya gittik.
Kahvaltıda Hilmi bana sordu:
-Ya abi, kaç yıldır birlikteyiz, oyundan, sazdan söz edince arkadaşlar Fettah'la Abdullah'ı öne sürüyorlar. Oysa onların oynadığı falan yok. Oysa siz hem çalıyor hem oynuyorsunuz, size neden kimse sataşmıyor? Yusuf hemen yanıtladı:
-Oğlum Hilmi, bizim oynadığımız oyunlar Efelerin, erlerin, erkeklerin oyunu. Onlara dil uzatmak kimin haddine. Size takılmalar ise kadın oyunları, çingenelerin, çengilerin oyunları deyince Hilmi birden sinirlendi:
-Kime bana mı? diye gözlerini açıp ayağa kalktı. Elimi uzatarak, oturmasını söyledim. Abdullah ya da Fettah arkadaşlarımızla bizim aramızda belli bir fark yok. Ancak geçmiş günlerimizde, belli olaylar karşısındaki tavırlarımıza göre takılmalar oldu, bu takılmalar giderek belli kişilerde iz bıraktı. Fettah önceleri kendisi kalkıp oyun taklidi yapıyordu. Aynı oyunları İsmet yanar da yapıyordu. Ancak Fettah fazladan bazı arkadaşlara ad takınca onlar da ona yakıştırma yaptılar. Zenne bunlardan biriydi. Zenne, oyuncu anlamına geldiği için saplanıp kaldı. Abdullah da böyle şarkı söylerken falan kız taklidi yaptı. Sonra da bu sözlerden kurtulamadı. Sana gelince sen böyle şakalara hep katıldın, sonuna götürmeden işi kavgaya dönüştürdün. Bu kez de arkadaşlar arkandan konuşmayı yeğlediler. İster kız ister kızma, Fettah'la Abdullah için yapılan şakalar senin olmadığın yerlerde senin için de yapılmaktadır. Hilmi birden; “ Sahi mi?” diye sorunca arkadaşlar:
-Ha şunu bileydin! dediler. Ben de:
-O bunu bilmese konuyu burada açmazdı! dedim. Hilmi baktı. Başını eğerek çevirdi. Bu kez Yusuf'a:
-Sen misin erkek, sen misin Efe? diye sordu. Yusuf güldü ama karşılık vermedi. Gene ben:
-Bakın sınavlara giriyoruz, iyi fena bir sonuç alıp ayrılacağız. Burada geçen zamanlarımızda çekilmiş fotoğrafglar var, hepimizin iyi kötü birer fotoğraf defterimiz var. Onlara bakınca beni ya akordiyonla ya da zeybek oynarken göreceksiniz. İsterseniz bakmayabilirsiniz ama sizin gibi düşünmeyen arkadaşlar bakacak. Onlar beni öyle anacaklar. İşte Yusuf, Ahmet Güner. Her oyunda onları herkes görecek. Oyunlarda Fettah var mı? Abdullah Erçetin var mı? İkisi de yok ama, karşılaştığımızda bu günleri konuşurken bunları da anımsayacağız. Reşat Tekinay Öğretmenin anlattıklarını unutmayın, Okul Müdürünün baldızı Nurefşan'ı anlatırken parmağındaki yüzüğün taşını bile anıyordu. Hilmi, bir iki kez sözümü kesmeye kalkıştı ama nedense durup dinledi. Sonra gene:
-Kim, ben mi Yusuf'u anacağım? Aklımı yemiş olmam gerekir! deyince hep güldük. Yusuf sevecen bir sesle ben hemşerimi anacağım. Ayrıca her yıl en az bir kez görmeye gideceğim! dedi. Hilmi şaşırmış gibi baktı. Mehmet Aygün Yusuf için:
-Aklını yemiş olmalı deyince, Hilmi bu kez Mehmet'e:
-Munafık! dedi. Birlikte kalktık. Eğitimbaşı, Ahmet Kun Öğretmenle oturuyordu. Ahmet Kun Öğretmenin sınavda bulunabileceğini düşündük. Dersliğe dönerken, Ahmet Kun Öğretmenle yıldızımın barışmadığını bilen arkadaşlardan dönüp anlamlı anlamlı bana bakanlar oldu. Hiç etkilenmedim:
-Tarih bilgime güveniyorum, kim olursa olsun Tarih sınavından korkmuyorum! deyince Hilmi:
-İşte ben de böyle olmak isterdim! deyiverdi. Arkadaşlar bu kez de:
-Geç kaldın arkadaş, Tarih sınavı bugün, (Beni göstererek) o, yıllardır çalıştı, biz top oynarken o sınıfta ya da kitaplıkta tarih okuyordu. dediler. Bu kez de Hilmi:
-Yahu arkadaşlar, ben top da oynamadım, sahiden beş yıldır burada ne yaptım? diye sordu. Mehmet Aygün gülerek Hilmi'nin boynuna elini atıp:
-Ense yaptın! dedi. Bu kez de Hilmi Mehmet'e çıkıştı. Merdivenlerden inen öğretmenleri görünce toparlanıp dersliğe girdik.
Az sonra Selçuk Korol Öğretmen geldi, sınavın Öğretmen Odasında yapılacağını, böylece bizim dersliğimizde rahat oturabileceğimizi söyledi. Her arkadaşa üç soru sorulacağını, üç sorudan ikisine olumlu yanıt alınınca başarılı sayılacağını anlattı. Saat tam 10’da yeni numaralarımıza göre 1-2 numaralı Mehmet Aygün'le Fettah Biricik birlikte girdi. Sessizce arkadaşları bekledik. Uzun süre gelen giden olmadı. Giderek durumu kötüye yormaya başlamıştık. Mehmet Aygün gülerek geldi. Çok kolay geçtiğini söyledi. Derslikte sevinçli bir hava oluştu. 3 Recep, 4 Hüseyin çağırıldı. 2 Fettah gelmeyince olumsuzluklar öne sürüldü. Az sonra Fettah da geldi. Meğer Fettah'ı mutfağa göndermişler. Fettah neşeli dönünce kaygılar azaldı. Sefer'le Sami çıkınca sınavın çok kolay geçtiği iyice anlaşıldı. 19 Hilmi ile 20 benim numarama sıra gelirken öğle paydosu oldu. Bizim masada girip çıkan 4 arkadaş 1 Mehmet Aygün, 3 Recep Kocaman, 12 Yusuf Asıl, 13 Harun Özçelik, 17 Salih, 18 Hasan kendilerine sorulan soruları söylediler. Verdikleri yanıtlarla karşılaştırdık. Hemen hemen hiç birisi tamam değil. Öyleyken hiç kimseye 3. soruyu sormamışlar. Aralıklarla sorulan sorulardan bir Halifeliğin niçin kaldırıldığı olmuş. Gene de Hilmi ile ben oldukça gergin bir yemek yedik. Sınavın başlama saatini derslikte bekledik. Öğretmenlerin biri Bayan Cemile Kun. Ötekiler, Ders öğretmeni Selçuk Korol'la Seyfi Çaçur öğretmenler. Nöbetçi öğrenci bize işaret etti. Önce Hilmi girdi. Beni çağırdıklarında Hilmi'nin tahta yanında elinde bir kağıtla durduğunu gördüm. Cemile Öğretmen bana da bir kağıt verdi. Kağıtta Kırım Savaşının sebep ve sonuçlarını anlat. Avrupa'daki Rönesans Hareketinin başlamasına Osmanlıların nasıl bir etkisi olmuştur. Yeni Çeri Ocağının kaldırılmasından sonra kurulan yeni orduda en büyük asker rüdbesi nedir, bu rüdbeyi alanlardan birini söyler misin?
Soruları hemen tarih sırasına koydum, Rönesans, İstanbulun alınmasından sonra Batıya giden Bizans bilginlerinin götürdüğü oralarda bilinmeyen fikirleri yaymasıyla derken Seyfi Çaçur Öğretmen, 2. soruya geçmemi söyledi. Prut Savaşı'nda istediğini alamayan Rusya'nın Karadeniz'e inme emeli sürmüştür. Kırım'ı almak için sürekli savaş açarak Osmanlıları yıldırmaya çalışmıştır. 1711 yılından sonra sürekli bahaneler öne sürüp Osmanlı topraklarına girmiştir. 1838 Kafkas Savaşları yine Avusturya-Osmanlı savaşlarından yararlanarak Kırım'a inmeler yapmıştır. 1852 yılında ise doğrudan Sinop şehrini Rus gemileri bombalamıştır. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Rusya'nın bu davranışını uluslar arası bir konu yapıp Rusya'yı suçlandırmak istemiştir. Rusya'nın buna da karşı çıkması sonunda İngiltere, Fransa, o zamanki İtalya Devletlerinden Piyemonte Krallığı iş birliği yaparak Osmanlı ordusu Başkomutanı Ömer Paşanın yönetiminde Rusya'ya savaş açmıştır. Kırım'daki Sivastopol kentini bombardman eden birleşik ordu karşısında Rusya barış istemek zorunda kalmıştır. 1854-56 yılları arsında yapılan bu savaşa Kırım Savaşı denmektedir.
Yeni Çeri Ocağının kaldırılmasından sonra derken Cemile Öğretmen sordu:
-Gerek var mı? Selçuk Öğretmen gülümseyerek:
-Madem istekli olarak başladı, bitirsin! dedi. Ben gene:
-Yeni Ocağının kaldırılmasından sonra kurulan yeni ordu, Avrupa devletlerindeki gibi yeni düzenlemeleri benimsemiştir. Bu düzenlemelerdeki komutan rüdbeleri de ona göre sıralanmıştır. Ordu komutanı, Kolordu, tümen komutanı gibi. Tüm Orduları buyruğunda toplayan bir baş komutanlık vardır. Biz bu Başkomutanlığa Genel Kurmay Başkanı diyoruz. Bir de savaşlarda komuta ettiği ordu ile zafer kazanan ordu komutanları vardır. Onlara Osmanlılar döneminde Müşir, Cumhuriyet dönemimde Mareşal denilmektedir. Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa ile Kırım Savaşı Başkomutanı Ömer Paşa Müşir olarak, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile Fevzi Çakmak da Mareşal olarak anılmaktadır. Bana çık dediler. Hilmi orada kaldı. Arkadaşlar Hilmi'yi sorarlarsa ne söyleyeceğimi bilemediğim için hemen tuvalete girdim. Uzun süre tuvalette bekledim. Pencereler açık olduğu için yukardan ses geliyor ama gelen sesler hep gülme sesleri. Hilmi'nin duruşuyla gülmeyi bir arada düşünemediğim için olaya bir anlam veremedim. Uzun bir süre sonra Halil Basutçu'nun da tuvalete geldiğini gördüm . O da girmiş, çıkmış. Hilmi'yi sordum. Halil:
-Biliyorum, galiba onun birden başı dönmüş, öğretmenler oturmasını söylemişler. Benden sonra o da çıktı dedi. Hilmi'nin kimi kurnazlıklarını bilirdim ama buradaki gerçekten bir kurnazlık mı yoksa sahiden rahatsız mı oldu? bunu doğrudan kestiremedim. Derslikteki arkadaşların soru soracağını bildiğim için oraya da gitmek istemedim. Hilmi gerçekten rahatsız olduysa çıkınca revire gider, diye düşündüğümden Revire gittim. İyi kestirmişim, Hilmi revirdeydi. Hemşire Ayşe Abla derece koymuş, Hilmi'nin ateşi varmış. Hilmi ateşinin olduğunu duyunca beti benzi atmış, kesik kesik konuşarak:
-Şaka yapmayı düşünüyordum ama sahiden rahatsızmışım, gece de karışık rüyalar gördüm! dedi. Hemşire Hilmi'yi hemen yatırdı, ateş düşürücü ilaç vereceğini söyledi. Çıkarken kuşkulu bakışlarla Hemşireye sordum. Hemşire Ayşe Abla:
-Sınava bile girmemesi gerekirmiş, o ayırdında değil, ateşini de eksik söylüyorum, aramızda kalsın! dedi. Revirden çıkınca Tarım binasına gidiyormuş gibi yapıp mısır tarlası arkasına dönüp mısır gölgeliği altına oturdum. Bir süre sonra Ahmet Güner'le Yusuf'un sesleri geldi.
Ahmet Güner, kendisine kolay soru geldiğinden söz ediyordu. Ahmet çıktığına göre sınav bitmiş . Onlara:
-Şişşşşt! diyerek durdurdum. Birlikte futbol sahasına doğru gidip döndük. Paydos zili çalınca oyuncular doluştu. Bir süre biz de orada oyunculara baktık. Arkadaşlara onların tanıdığı çocuklar takıldı, ben izin isteyip ayrıldım. Derslikteki arkadaşların çoğu sevinçli. Arif Kalkan'la Sefer Tunca suskun:
-Sorulan soruları iyi yanıtlayamadık! deyip kestiler. Kimi arkadaşlar ise soruyu söyledikten sonra verdiği yanıtı da söylüyor. Ayırdında bile deği,l verdiği yanıt yanlış değilse bile yetersiz. Padişah ile Halifeyi karıştıran olduğu gibi Sivas Kongresi ile Erzurum kongrelerinin yerlerini değiştirenler de çıkıyor. Hele Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışı ile Cumhuriyet ilanını birleştiren konuşmalar sabrımı taşırdı. Tam bir şeyler söylemek üzereyken Sami Akıncı yetişti:
-Arkadaşlar, iyi fena Tarih sınavı geçti. Bildiklerimizi öğretmenlerimize duyurduk. Onlar da bize hak ettiğimiz notları verdi. Tarih dersini unutalım! deyince:
-Ne o rahatsız mı oluyorsun? soruları soruldu. Sinirlenen Sami:
-Evet rahatsız oluyorum, benim doğrusunu bildiğim bir konu burada yalan yanlış anlatılırsa ben bundan rahatsız olurum. Çünkü yanlışı dinlersem benim belleğimdeki doğruyla uyuşmayan bir durum ortaya çıkıyor. Ben bundan rahatsız oluyorum. Konuşacaksanız gelecek sınavlar üstünde konuşun! Başka arkadaşlar da Sami'ye katılınca konu değişti. Bu kez de Hilmi'nin sınavdan geç çıkması ortaya geldi. Bir iki yakıştırmadan sonra olayın gerçeğini anlattım. Önce arkadaşlar bana inanmamış gibi davrandılar. Sonra da büyük bir grup Revire yollandılar. Revirden gelen arkadaşlar da benim gibi şaşırmışlar. Dün Hilmi’de bir şey yoktu, sınav korkusundan olmuştur! gibilerde varsayımlar öne sürüldü. Harun Özçelik, Hemşire ile konuşmuş, Hilmi'nin safra kesesi sorunu varmış, yediği bazı yiyecekler gibi fazla üzüntü de bu derdi depreştirirmiş. Bunu duyunca bizim yemek masası takımı hemen tanıyı koydu:
-Hilmi'nin ikide bir sinirlenmesi bundanmış!
Akşam yemeğinde konumuz Hilmi oldu. En umulmadık zamanlarda birden sinirlenip masadan kalkması. Öfkeli kalkıştan sonra umulmadık bir yavaşlıkla gene dönüp oturması, hep dikkatimizi çekmişti. Öfkesinin çabuk parlayıp gene çabuk sönmesi safradan olur mu? Safra üstüne de fazla bilgimiz yok. Benim safra bilgim, sıtma tuttuğu zamanlar kimi kez ağzıma yakıcı sarı sular gelirdi. Büyük Ablam o zamanlar:
-Sıtma safra yapmış! derdi. Safra bilgim bu kadar. Belki de Hilmi çocukluğunda çok sıtma geçirmiştir. Hemşerisi Hasan Üner, onların oralarda sıtmanın çok olduğunu özellikle çocukların sıtmadan kırıldıklarını anlattı.
Dersliğe dönünce bir süre düşündüm “Destiyi kıranla suyu getiren” bir mi tutulacak? Ben böyle düşünürken Mustafa Ersoy geldi. Gülümseyerek:
-Sınavlarınız hayırlı olsun! dedi. Konuşmak istediği besbelliydi. Yapıcı olduğu için o koldaki arkadaşlarla daha yakınlık kurmuştu. Mehmet Yücel, geçen yıl onların bitiriş sınavlarını sordu. Mustafa Ersoy sınavlar için:
-Bizim de böyle olmuştu, zaten tüm sınavlar böyle oluyor! dedikten sonra onlardan kimsenin kalmadığını söylemesi arkadaşlarda büyük bir sevinç uyandırdı. Soru soruyu açtı, sonunda Yüksek Bölümdeki yaşamı anlattı. Özellikle Ankara'da gezme zamanlarının sınırsız olması bir çok arkadaşı özendirdi. Kararsız durumdaki Mehmet Yücel kesin okumaya karar verdi. Abdullah Erçetin, Hüseyin Orhan, Kadir Pekgöz karar değiştirdiklerini söylediler. Hüsnü Yalçın'la Emrullah Öztürk de cesaretlendiler. Onlar sınıf geçemeyeceklerini düşünüyorlardı. Geçen yıl kimse burakılmadığına göre, bu yıl da bırakılmaz varsayımına kapılarak bir umuda kapılmışlar.
Yataklara neşeli gülüşler, geleceğe yönelik güzel dileklerle dağıldık. Cuma günkü Türkçe sınavından kimse söz etmedi.
Yatınca ben de ders konularını anımsamaya çalıştım. Okuduğum kitaplarla, ezberlediğim şiirlerden başka önemli bir konu anımsayamadım. Dilbilgisinden söz türlerini tekrarlarken uyumuşum.
5 Ağustos 1943 Perşembe
Kalk zili çalarken Halil başını uzattı:
-Haydi bakalım, Hasanoğlan'a gene büyük bir kalabalıkla gidilecek, oralarda yalnız kalmayacaksın! dedi. Halil'in demek istediğini anladım: Destiyi kıranla suyu getiren bir olacak! diyor. “Olsun arkadaşım; bizim destilerimiz sağlam kalsın, hiç değilse suyumuz olur.”
Dersliğe birlikte gittik. Hilmi'ye üzülenlerden biri de Halil. Sanırım arkadaşlıktan öte kendi rahatsızlığı nedeniyle özel bir duyarlık gösteriyor. Başağrısını sordum. Eskisi kadar rahatsız edici bir durum olmadığını anlattı. Ablamın söylediklerini anımsayıp çaktırmadan yüzüne bakıyorum. Röslein ile bir araya getirip tavırlarını gözlesem bir şeyler sezer miyim? Planımı beğeniyorum ama fazla cesaret edemiyorum; ya sahi çıkarsa? Bir başkasından kıskanmayacağımı düşünüyorum ama galiba en yakın arkadaşımdan kıskanacak gibiyim.
Yerime oturunca Asım Öğretmenin “Küçük kitap” dediği Köy Enstitüleri Müfredat Programını açtım. Türkçe bölümünde uzun uzun yazılmış bilgiler var ama onların hiç birisi öğrenilecek gibi değil, okumanın nasıl yapılacağı, yazı yazmanın nasıl öğretileceği üzerine bilgiler. Oysa biz Türkçe derslerinde özellikle Fikret Madaralı Öğretmen, şiir, düz yazı, roman, hikaye, makale, fıkra, tefrika, seyahat, hatıra, biyoğrafi, nutuk, beyit, manzume, Fabl, didaktik, pastoral, epik, mısra, kafiye gibi sözleri bilmemizi istiyordu. Ayrıca, Mehmet Akif Ersoy, Ahmet Haşim, Tevfik Fikret, Yahya Kemal Beyatlı'nın şiirlerini okurken açıkladığı, aruz ölçüsü ile gazel, mesnevi, kaside şekillerini istiyordu. Sabahat Öğretmen de bunlara Tiyatro, piyes, sahne, rol, süflör, komedi, dram; ayrıca hece vezni ile yazılmış şiirler üzerinde durarak mısra, durak, bölüm, uyak, (Tam-yarım) nakarat sözlerini eklemişti. Bunların hangisini ne ölçüde biliyorum? Bunları, defterimden okuyarak tekrarlamaya başladım. Benim defterlerim arkadaşların tuttuğu defterlerden büyük. (İlk yılda daha Ahmet Gürsel Öğretmenin geometri çizimleri için önerdiği çizgili metot defteri) Fikret Madaralı Öğretmen benim defteri kaldırıp arkadaşlara göstererek:
-Bakkal Defteri! demişti. O bakkal defterlerini tuttuğum için çok sevinçliyim. Onlara dayanarak bir çok bilgiyi gene gene okuyarak belleğimde perçinliyorum. Defterimden, şiir olarak Yahya Kemal Beyatlı'nın Mahurdan Gazelini seçtim. Aruz, beyit, gazel, kafiye, uyak, açık-kapalı hece sözlerinin anlamlarını tekrarladım. Şiir olarak ezberlediğim Faruk Nafiz Çamlıbel'in Ali şiirini seçtim. Ondan da kafiye, uyak, durak, kıta sözlerini sıraladım. Kafiyelerin şemalarını çıkardım. a. b-a. b-cccb-dddb-eeeb kafiye dizisine bir daha baktım. Şiir konusunda oldukça bilgim olduğunu anladım.
Kahvaltıda arkadaşlar atölyedeki ranzalardan söz ederken ben yarım kafiye, tam kafiye diye söze başladım. İyi ki başlamışım, arkadaşların bunları iyi bildiğini öğrenmiş oldum. Recep Kocaman sanırım bunları düşünüyormuş, hemen:
-Hani failatun, mailatun vardı, onlardan sorarlar mı acaba? diye sordu. Ben de:
-Mailatunu sormazlar ama failatunu sorarlar. Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı, Tevfik Fikret, Mehmet Akif Ersoy sorulacaksa kesinlikle aruz ölçüsü anılacaktır. Aruz anılınca da failatun kendiliğinden ortaya gelir! dedim. Bu arada İstiklal Marşı anımsandı. Yusuf Asıl parmaklarıyla kork-ma -sön-mez-bu-şa-fak-lar-da-yü-zen-al-san-cak diye sıralarken Salih Baydemir ellerini bir birine vurarak:
-Ben hapı yuttum öyleyse! dedi. Hem güldük hem de konuyu birlikte irdeledik.
Halis Öğretmen bir ara geldi gitti. Tarım binasına eklenen bölümün çatısı yapılıyor, öğretmen onun başından ayrılamıyormuş. Bizi bir süre övdü:
-Siz ilk olmanın yanında iyi yetişmiş olarak da anılacaksınız! dedi. Bu söze biraz şaştık. Çünkü Halis Öğretmen böyle sözleri pek söylemezdi. Daha doğrusu bu tür konuşmalara pek yanaşmazdı. Oysa bizim sınıf gerçekten sanat derslerinde iyi yetişmişse bu ilk öğretmenlerimizin bizimle senli benli konuşması nedeniyle olmuştur. Onların candan konuşmaları bize işleri sevdirdi. Nasıl sevmeyiz ki? Naci İnan Öğretmen bir işe başlarken önce kendisi yapar, ya da anlatır, arkasından da görev verdiğine yardımını sürdürürdü. Hamdi Bağ, İrfan Evren Öğretmenler de öyle. Onlar bize şu işi yap, ya da yapılacak, deyip susmazlar, yapılacak işin ilk girişimini onlar yaparlardı. Halis Öğretmen gittikten sonra bunları andık. Halis Öğretmen bunların hiç birisini yapmıyor. Salt bize değil öteki küçük öğrenciye de yapmadığını duyuyoruz. O nedenle aramızda karşılıklı bir güven duygusu oluşmamış durumda. Halis Öğretmenin geçen yıl bana yaptığını anımsadım. Öğretmen evinin pencereler çerçevesini kasaya yerleştirirken dışardan korkuluğu hızla itmişti. Parmaklarımı zor kurtardım. Öğretmen geldi gördü, geçmiş olsun bile demedi de bana:
-Sen orada mıydın? diye sordu. Benim orada oluşumu pekala biliyordu. Ben orada olmasam o, orada ne arayacaktı? Çerçeveleri alıştırmaya beni oraya o göndermişti. Üstelik yanımdan ayrılıp dışarı çıktı. O olayı hiç unutamıyorum. Elim geçtikten sonra atölyeye geldiğimde de ilgilenmedi. Oysa öteki öğretmenler, sağolsunlar, Namık Ergin, Besim İyitanır Öğretmenler beni teselli ettikleri gibi elimi kullanmayacağım işe alarak rahatlattılar. Yusuf, Halis Öğretmene kızgın olup olmadığımı sordu:
-Kızgın değilim ama onu sevdiğim öğretmenlerin yanına da koymuyorum.
Ranzaların tüm parçalarını kesip planyadan geçirdik. Sıra ayaklarının da direkleri tamam.
Paydosta arkadaşlar gene top oynamaya gitti. Ben dersliğe döndüm bu kez bakkal defterimin yerine İsmail Habip'in Edebi Yeniliğimiz kitabını açıp okudun. Daha doğrusu karıştırdım. Bu arada ilkokula başladığımda öğrendiğim bir şarkının sözlerini buldum:
Akdeniz Kıyılarında
Samih Rifat
Önce şiiri gördüğüme sevindim. Sanırım ben bu şiiri ezberleyeli on yıldan fazla oldu. Okurken anımsadım, şiirin bir dörtlüğü daha vardı. Nedense onu buraya almamışlar.
Korkma açıl şen yurdum,
Dağlara ordu kurdum.
Açık denizlerine,
Süngümle kilit vurdum.
Dörtlüğü yazınca bir sevinç duydum. Beni gözleyenler varmış, bana duyurmadan aralarında konuşmuşlar. Mehmet Yücel:
-İsmet'in dayısı, kendi kendine ne yapıyorsun öyle? diye sorunca önce baktım, arkadaşın gerçekten ilgiyle sorduğunu anlayınca anlattım:
-On yıl önce ezberlediğim bir şiir buldum. Ancak şiir burada eksik. Ben bu şiirin tamamını ezber biliyorum. Kendi kendime okudum. Şiirin tamamını doğru okumuş olmama sevindim. Başkaları da ilgilendi. Sefer Tunca ise:
-O şiir değil şarkı! deyince küçük bir tartışma oldu. Şiirle şarkı yakınlığı anımsatıldı. Bu arada da Fettah Biricik söze karıştı:
-Breh breh, ellerde ne kafa var! Ben dün ne yediğimi unutuyorum; birileri on yıl önceki şarkıyı demeye kalmadı Bekir Temuçin:
-Şarkı değil şiir, şarkıyı herkes ezberler; derken Sami Akıncı:
-Eller değil bizim arkadaşımız, bu nasıl arkadaşlık anlayışı? diye sorup bir süre Fettah'a baktı. İsmet daha ileri giderek:
-Sen de başka! şey büyütüyorsun deyince savunucular çıktı. Gülüp geçecektim ama İsmet'e yanıt verenler olunca sesimi yükselterek Fettah'a:
-Yediğini unutmana şaşmadım. Ancak sana unutamayacağın bir şey yedirseler sanırım yaşamın boyunca aklında durur. Bu sözümü sakın unutma!
Abdullah Erçetin'le Yakup Tanrıkulu şiirin şarkısını biliyormuş, söylemeye başladılar. Şarkıyı anımsayanlar çoğalınca tartışma kesildi. Bu arada Hilmi Altınsoy revirden çıkmış. Önce sevinç gösterisine dönüştü az sonra ise Hilmi'nin Revirden kaçmış olacağı öne sürüldü. Şakalar arasında yemeğe gittik. Bizim masada konu Hilmi'nin hastalığı oldu. Hilmi, çocukluğunda da çok hastalanırmış. Bir süre geçirdiği hastalıkları saydı. Sonunda da bu okula geldiğinden beri hastalanmadığına sevindiğini şükretti. Hilmi ile numara yakınlığımızdan dolayı bazı olayları anımsadım. Hilmi, Yakup, Mehmet Başaran daha ilk günler revire çağırılıp gözetleniyordu. Münevver Hemşirenin bunları sık sık çağırdığını anımsıyorum. Mehmet Başaran'la Yakup Tanrıkulu yakın zamana dek revire çağırılıyordu. Mehmet Başaran için bir ara doktor Sezai Feray “Ciğer yesin!” demişmiş. Yedi mi, yemedi mi? bilmiyorum ama uzun süre adı “Ciğerci!” kalmıştı. Herhalde Hasanoğlan'a gidince bunlar ortadan kalktı. Dönünce de evlerimizde 40 günlük bir beslenmeden sonra kışı bir solukta çıkardık. Sonra da yönetim değişikliği, yeni dersler falan derken bu günlere geldik. Ne ciğerci kaldı ne kebapçı! Derken Hilmi sınavda fenalaştı, kısa sürede de iyileşti; hepsi bu kadar. Arkadaşımızın bir ara Tekirdağlı Hüseyin'in yerine göz diktiğini hep biliyoruz. Demek arkadaş, benim söylediğim dönemi ötekilere göre erken atlatmış. Yusuf Asıl:
-Benim hemşerim kurnazdır, gittiyse bile revire gittiğini saklamıştır. Hilmi sakin sakin:
-Saklamak istesem bile sizden bir şey saklanır mı? Baksana revirde kimin ne yediğini bile biliyorsunuz. Hilmi'nin sözü doğrudan banaydı. Ancak onu üzmemek için ortaya konuştum:
-Doğrusu kimse başka birinin ne zaman, ne yediğini saptayamaz. Benim değindiğim; onun kendi sözlerine göre arkadaşlar bir ara Mandirisalı Küçük Mehmet'e öyle derlerdi, onu anımsadım.
Arkadaşlar Hilmi Altınsoy'a neden bir iki gün daha yatmadığını sordular. Hilmi öğrenmiş, yatarsa sonra onun için başka bir sınav açılacakmış. O sınavın soruları daha zor olabilirmiş. Bu nedenle yarın sınavı atlatınca gerekirse gene revire dönecekmiş. Mehmet Aygün gülerek:
-Bak, bak, bak ! Yoksa hemşirenin bir kızı daha mı var? deyince Harun Özçelik dik dik baktı. Harun Özçelik'in hemşire Ayşe Ablanın kızı Hadiye ile ilgilendiği söyleniyordu ama bunu kimse Harun'un yanında açıklamıyordu. Mehmet Aygün bir bakıma baltayı taşa vurmuştu. Ancak Mehmet hiç oralı olmadan sözünü sürdürdü:
-Ne iyi olur, iki hemşeri bacanak olursunuz! Hep bakıştık ama susunca biz de sustuk. Bu kez ben Hilmi'ye sordum:
-Bacanaklığı kabul ediyorsun galiba! Hilmi'den önce Harun, bu kez gülümseyerek:
-Başka kızı yok! dedi. Bir süre salt kaşık sesi duyuldu. Hilmi:
-Kafam iyice karıştı, yarın ne yapacağımı da bilmiyorum. Benimle biriniz azıcık çalışır mı? diye sordu. Arkadaşlar hep gönüllü oldu, Recep, Orhan, Mehmet Aygün birlikte çalışabileceklerini söylediler.
Dersliğe döndüğümüzde Hilmi Mehmet Aygün'ün sırasına oturdu. Ara ara baktım, çalışmadan çok tartışır gibi tavırları vardı. Yatarken Hilmi'ye takıldım:
-Umarım iyi çalıştınız. Hilmi neşeli bir tavırla: Söyledikleri doğruysa Mehmet bilmediğim birçok şey öğretti! dedi. “Söyledikleri doğruysa!” kuşkusu içinde öğrenilen bilgiler nasıl doğru olur ki? Mehmet Aygün'ün belleği iyidir. O pek çalışmaz ama gene de ortalama bir yolda gider. Bir çok arkadaşımızın başına gelen tahta başındaki boyun bükme ya da düpedüz hakaret görme düzeyine düşmediğine göre Mehmet Aygün onurlu bir dönemi geçirmiş durumda. Atölye çalışmalarında da öyle. Çoğunu birlikte yaptığımız sanat çalışmalarında da Mehmet Aygün'ün kandırıcı bir tavır takındığını görmedim. Bu konuda benim en değişmez ölçüm kendim. Benim grubumda olmasını hep istedim. Çalışmayanlara karşı hiç bir zaman hoşgörülü olamadım. Bu hoşgörülü olma sözü bana Mustafa Güneri Öğretmenden kalmıştır. Söz bir anı olarak kaldı ama, sözün anlamını uygulamaya hiç yanaşmadım. Hasanoğlan'da çalışırken benim grubumdaki arkadaşlarla çok iyi anlaşmıştım. Tüm inşaat işlerinin sorumlu yönetmeni Sili Usta (Biz usta diyorduk ama adam kendi ülkesinde profesör. Almanya Macaristan'ı işgal edince kaçmış) benim grubumun işlerinden çok memnundu. Neşeli çalışmalarımızı sürdürürken bir gün yanımıza bir yabancı arkadaş getirdiler. Arkadaş, Eskişehir/Çifteler Köy Enstitüsü son sınıf öğrencisi. Bizden bir sınıf önde bir ağabeyimiz. Sevindik. Bize hem bir başka okulu tanıtacak, hem de bir sınıf büyük olduğundan eksiklerimizi tamamlayacak. Tüm arkadaşlar çok sevindi ama açıkçası ben de biraz buruklaştım. Çünkü benim grupta ağabeyliğim bitiyordu. O haftaya böyle başladık. Ancak aradan bir iki gün geçince olayın umduğumuz gibi sürmeyeceği anlaşılmıştı. Bizim ağabey, kesinlikle çalışmıyor, çalışmak istese bile elinden bir iş gelmiyordu. 20 kişiyi yönetmek şöyle dursun söylenen sözleri bile algılamakta zorluk çekiyordu. Tek yaptığı, istenirse oradan buradan (Gösterilen yerlerden) bir nesneyi alıp, istenen yere götürmekti. Bizim 1. sınıf öğrencileri ondan da anlayışlı davranıyordu. Hafta sonunda Mustafa Güneri Öğretmen geldiğinde bana sordu:
-Nasıl, arkadaş yararlı oluyor mu? Hiç beklemediği yanıtı verdim:
-Bizden bir sınıf büyük olduğuna göre, bu denli iş kaçağı ya da yabancısı olacağı düşünülemez. Öyleyse bizi aptal yerine koyup bilmez numarası yaparak gününü gün ediyor! dedim. Mustafa Güneri Öğretmen gülerek:
-Yapma İbrahim, sanırım şaka ediyorsan; bunun şaka bir tarafı yok. Bu arkadaş, Çifteler Köy Enstittü yönetiminin iftihar ettiği bir öğrenci. Ailesi ya yok ya da çok fakir olduğu için İlköğretim Genel Müdürüne duyurulmuş. İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç bize gönderdi:
-Kendisinden yararlanın! dedi. Senin söylediklerinle bunlar çok ters düşüyor. Sana inanıyorum. Ancak biraz daha “Hoşgörü” ile yaklaşıp bir hafta daha gözetleyelim. Mustafa Güneri Öğretmen gülerek tekraraladı:
-Dikkat! Hoşgörü ölçüleri içinde, olabildiğince sabırla! Eskişehir/Çifteler Köy Enstitülü son sınıf öğrencisi (1941 haziran) Abdullah Özkucur'u hoşgörü içinde bir hafta denedikten sonra Mustafa Güneri Öğretmen bizim tempomuza ayak uyduramadığı için alıp yapabileceği bir işe göndermişti. Güzel bir anı olmamakla birlikte çalışma anlayışımı, anlayışımın geçerlilik düzeyini kanıtlama bakımından bir örnek olur düşüncesiyle anlattım. Beni dinleyen arkadaşlardan Hüseyin Orhan'la Salih Baydemir anımsattılar. Sahi o çocuk, okulu bitirdi mi? Onu öğrenmek kolay, bitirdiyse kesinlikle Hasanoğlan'a gelmiştir: stajyerlere soralım. Bu görevi de üstlendim. Abdullah Özkucur Hasanoğlan'a geldi mi?
Dersliğe dönerken Şevki Aydın'la karşılaştık. O bize sordu:
-Sınavlar nasıl gidiyor? Ben de hemen sordum:
-Çiftelerden Abdullah Özkucur! der demez Şevki Aydın:
-Arkadaşımız, orada okuyor. Hasanoğlan'a gelmişti, deyince de Şevki Aydın:
-Şuna bak, onun ne işi varmış orada? O inşaatta çalışmaz ki! deyiverdi. Sonra da kendi okullarından o zaman Hasanoğlan'a gelen ekibi hep çalışkanlardan seçtiklerini anlattı. Çiftelerden de çok çalışkanların olduğunu, Abdullah Özkucur'unsa bilek işinden çok laf üretici olduğunu anlattı. Dersliğe dönünce bir süre Hasanoğlan konuşuldu. Hidayet Gülen Öğretmene vefasızlık yapıldığını, Mustafa Güner'e de saygısız davranıldığı söylendi.
Yerime oturunca Bakkal defterimi açıp Dil Bilgisi bölümünü karıştırdım. Söz türlerini, türemeleri, sıfat, zamir olan sözler, bunların kullanış türleri. İsim-fiil ilişkisi bir birinden ötekini türetme yöntemlerini gözden geçirdim. Fiillerin sıfat olarak kullanılmasını, sıfatların ad olarak kullanılmalarına örnekler yazarak bilgilerimi yeniledim. Yağan yağmur, biten iş, görünen köy, gibi. . Yeşillik, uzunluk, kısacık vb. lik, siz-sız eklerinin kullanışlarına baktım. Çekimleri tekrarladım.
Şiir sorarlarsa kesinlikle aruz ölçüsüne göre yazılmış şiirden söz etmeyi, aruz kalıplarını bildiğimi göstermeyi planladım:
“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerdenEteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak”Ahmet Haşim
A ğır a ğır çı ka cak sın bu mer di ven ler den
. - . - . . - - . - . - - -
Me fa i lün fe i la tün me fa i lin fa lün
”Aheste çek kürekleri, mehtap uyanmasın,Bir alem-i hayala dalan ab uyanmasın. ”
Yahya Kemal Beyatlı
A hes te çek kü rek le ri meh tab u yan ma sın
- - . - . - . . - - . - . -
Me fu lü fa . la tü me fa i lü fa i lün
“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancakSönmeden yurdumun üstünde en son ocak. ”
Mehmet Akif Ersoy
Kork ma sön mez bu şa fak lar da yü zen al san cak
- . - - . . - - . . - - - -
fa i la tün fe i la tün fe i la tün fa lün
“Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder,Bugün açız yine, lakin yarın, ümit ederim. ”
Tevfik Fikret
Bu gün a çız yi ne ev lat la rım di yor du pe der
. - . - . . - - . - . - . - -
me fa i lün fe i la tün me fa i lün fe ü lün
Yazarlarını sorarlarsa hemen hemen hepsinin doğum-ölüm tarihleriyle kitaplarının adlarını biliyorum. Ancak hiçbirinin kitaplarını okumadım. Mehmet Akif Ersoy’un 7 kitap olduğu söylenen Safahat kitabını görmedim bile. Tevfik Fikret'in oğlu Haluk için yazdığı söylenen kitaplarını da görmedim. Yahya Kemal Beyatlı zaten kitap yazmamış. Ahmet Haşim'in Frankfurt Seyahatnamesi’nden parçalar okudum. Ayrıca okuma kitaplarımızda Atatürk için bir yazısını okumuştuk. Kargalar üstüne yazdığını ise hiç unutmuyorum. Ona göre kargalar dörde dek sayıyormuş.
Hilmi yanıma geldi. Nedense bana çalıştığını söyledi. Sanırım bir düşündüğü var. Ya arkadaşlar arkasından çalışmadığını söylediğimi ilettiler ya da yakınlık duygusuna kapıldı. Yanım boş olduğu için oturdu. Benden imzalı fotoğraf istedi. Arkadaşlar arasında yeni bir olay, birileri yakın bulduklarından imzalı fotoğraf istiyor. İsteyen olmadı ama, isteseler de imzalı fotoğraf vermeyeceğim.
Zil çalınca Hilmi ile birlikte yatakhaneye gittik. Kadir Pekgöz Hilmi'yi göstererek takıldı:
-Bu tilki, yarınki soruları senin bildiğini düşündüğü için sokuluyor dedi. Hilmi karşılık verdi:
-Hadi oradan Domuzormanı kurnazı, o soruları bilse, sen yanından ayrılmazsın! Seni çıkarcı seni! deyip yatağına geçti.
Konuşulanları duymazdan geldim ama, konuşmalarının önceliği olduğu besbelliydi. Zaman zaman böyle şakalar arasında adım geçtiği kesin. Uyumak üzereyken Ahmet Haşim’den bir kitap okuduğumu anımsadım. Salt kargalar değil, öteller, insanlar hakkında, hemşireler üstüne söylediklerini anımsadım. Almanya'da gördüklerini de anlatıyordu. Onları toparlamaya çalışırken uyumuşum.
6 Ağustos 1943 Cuma
Türkçe dersi konularını anımsarken uyumuştum. Rüyamda bir yere gitmişim, orada herkes şiir okuyor. Ben kendimi yabancı saydığım için susuyorum. Ancak bir çok insan benim bildiğim şiirleri başka başka okuyor. İçimden:
-Tamam, bu şiiri biliyorum; bunu ben de okurum derken şiir değişiyor. Asım Öğretmeni gördüm. Asım öğretmen de bana:
-Sen burada ne arıyorsun? deyince kendime geldim. Sanırım rüyam bozuldu, uyandım. Gördüğüm kalabalıkta seçebildiğim tek bir yüz yoktu. Yüz seçmeye çalışırken uyumuşum. Kalk zilini duyar gibi oldum ama kulağıma gelen sesler, uyur uyanık rüyamı anımsattı. Bekir Temuçin, Celal Sahir Erozan'dan O Geliyor'u, Mustafa Saatçı ise; “Dedem Koynunda Yattıkça” diye başlayan şiirin ilk dizelerini okuyor. Gözlerimi açtığımda Mustafa Saatçı'ya soruluyordu:
-Okuduğun şiir kimin? Mustafa Saatçı hiç anlamamış gibi yanıt verdi:
-Dedemin! Bu arada Kadir Pekgöz'ün Celal Sahir Erozan'ın Sahir adını Sair olarak söylediği öne sürüldü. Tartışma büyüyünce uyarılar oldu. Uyarılara ben de katıldım. Bir yandan da aklımdan rüyamı geçirdim:
-Acaba ben bu gece bu sabahın gürültülü rüyasını mı gördüm?
Mustafa Saatçı'ya soru gene sorulunca bu kez adlar sayılmaya başlandı. Ahmet Haşim'den başlanarak Faruk Nafiz Çamlıbel'e dek bir dizi şair anıldı. İsmet bana:
-Dayı yetiş! deyince Esir Aslan! diye yanıt verdim. İsmet toparlayamadı:
-Ne dedin ne? Derken Bekir Temiçin Süleyman Nazif'i yapıştırdı. Şiirin tamamını 2. sınıftayken yazmıştık “Milli Neşide”
Dersliğe gidince bu kez sorular başladı:
-Yazar sorarlar mı? Sorarlarsa hangi yazarları sorarlar? Herkes kendine göre adlar sıralayınca hem adlar çoğaldı hem de karma karışıp bir ad durum ortaya çıktı. Bir çok yazarı bildiğimi sanırken oturup bir daha düşündüm, benim bir çok dediğim 6-7'yi geçmiyordu. Oysa şimdi 10'dan fazla şair adı anımsatıldı. Sırama çekilip kendime göre bir ayıklama yaptım: Örneğin Süleyman Nazif sorulmaz! Orta Okul 2. sınıf okuma kitabında bir parçası okunan bir yazarı bugün sınavda neden sorsunlar?
Kahvaltıda kesinlikle sınavdan söz etmedik. Hilmi bir kaç kez kalkıştı ama öteki arkadaşlar engel oldular. Aramızda konuşmamıştık ama sanırım onlar da benim gibi düşünmüş:
-Burada konuşursak, kafalarımız iyice karışacak! Sınav sözlü olacağına göre gelecek öğretmenleri özellikle bayan öğretmenleri giysilerinden seçmeye çalıştık. Hasene Öğretmenle Zehra Öğretmenin bu sabahki giysileri değişik, ikisi de gelebilir. İlk tepki Mehmet Aygün'den geldi:
-Eyvah, yandık öyleyse! Niçin yanacağımızı sordum. Arkasından da:
-Onlar ikisi de okullarını yeni bitirmiş birer ilkokul öğretmeni. Onlar da öğretmen okulunda okudu. Onların da öğretmenleri askere alındı, derslerinin çoğu boş geçti. Üstelik onlar şehir okullarında okudukları için boş zamanlarını eğlencelerde geçirdiler. Bu nedenle bizden çok bilgili olmaları kuşkuludur. Hilmi boynuma sarılmak istedi: Onu çok cesaretlendiriyormuşum.
Derslikte de sınava girecek öğretmenler konuşuldu. Sınav yeri gene bizim eski sınıfımız, şimdiki Öğretmen odası. Mustafa Saatçı ikide bir:
-Bir Mehmet! diyor. O dedikçe gülünüyor ama gene de başlar kapıya dönüyor. Derken Eğitimbaşı geldi, sınavlar için kısa bir konuşma yaptı. Bu arada İsmet, aramızdaki konuşmalardan esinlendiği kuşkuyu kendine göre yumuşatarak ortaya getirdi:
-Türkçe sınavına giriyoruz ama, ders öğretmenimiz yok, neler okuduğumuzu bize soru soranlar nasıl bilecekler? Eğitimbaşı İsmet'e teşekkür etti:
-İyi ki sordun bunu ben de düşünmüştüm, dedikten sonra az durup:
-Neyi düşünmüştüm, biliyor musunuz? Sizin böyle bir soru soracağınızı, daha doğrusu sormanız gerektiğini, bunun da sizin hakkınız olduğunu. O nedenle vereceğim bilgilerden sonra rahat olmalısınız diyerek “Öğretmenler derslerde işleyeceği konuları yazılı olarak verdiği gibi, işlediği konuları da bildiren raporları da ayrıca okul müdürlüğüne verir. İşte bu ders işlediğini bildiren raporlar, sınavlarda esas alınır. Örneğin bugünkü Türkçe sınavında size anlatılmamış bir konudan soru sorulmayacaktır. Gelelim Türkçe öğretmeninin yokluğuna; dersin öğretmeni olması istenilen bir haktır. Ancak bu çok defa gerçekleşmez. O zaman okuldaki öteki aynı dersi okutan ya da okutma yetkisi olan öğretemenler ders öğretmeni yerine geçer. Örneğin bugün Bayan Kartekin Öğretmenin yerine dersin öğretmeni sıfatıyla ben gireceğim. Şimdi yöneticiyim ama benim de Türkçe dersi okutacağıma izin veren diplomam var. Ben gerçekte Pedagoji Bölümünü bitirdim Öğretmenlik Bilgileri öğretmeniyim ama, bu derslerin olmadığı okullara atandığımda örneğin liselerde Öğretmenlik Bilgileri dersi olmadığından Türkçe- Edebiyat dersleri okutmaktayım. Bu yetkime dayanarak bugün, Bayan Kartekin Öğretmenin raporlarına uyarak size gönül rahatlığıyla sorular soracağım.
Eğitimbaşı gittikten sonra kısa bir sessizlik oldu. Sami Akıncı dayanamadı:
-Azizim bizim okulun lise mise seviyesiyle bir ilgisi yok. Öğretmenlerin çoğu ilkokul öğretmeni. Aralarında bir kaçı yüksek okulda okumuş; onların eline de her dersi okutur diye belge verilmiş. Bu belgelere göre derslere giriyorlar ama başarıları nereye dek gidiyor, kimsenin bildiği yok. Benim takıldığım bir geometri problemi (Kesik koniler bölümünde) üzerinde 3 aydır sonuç alamıyorum. Bizim okulda kimse yardım edemediği gibi Lüleburgaz'daki matematik Öğretmeni Hasan Bey de yapmak üzere aldı ama bir aydır ondan da bir ses çıkmadı.
Mehmet Yücel Hasan Bey'e öğrencilerin taktığı adı söyledi (Çömek Hasan) Sami Akıncı Mehmet'i sustururken 1 numara Mehmet Aygün sınava çağırıldı. Arkasından 2 Fettah Biricik söylenerek gitti:
-Yahu bu numaraları neden değiştirdiler, kendimi alıştıramadım. Arkadaşlardan gülenler oldu:
-Fettah yedi sözü ile yemek arasında bağlantı kurduğundan eski numarasından vazgeçemiyor. Bu söze de birçok karşı söz söylendi:
-Yeni numaralara hiç birimiz alışamadık! Ahmet Güner de buna karşı oldu:
-29 kişilik sınıfta 29. uncuyum. Bundan daha güzel bir numara düşünemiyorum! 29 numara ile 29 harfli albeyi karşılaştırararak herkesi bir harfle simgelemeye kalkışanlar oldu. Birden harfler bölüşülmeye başlandı. Sessiz sessiz duranlar bile birden harf seçmeye başladı. Derslikteki harf sesleri bana ilkokul 1. sınıfını anımsattı, o zaman da böyle harfler söyleniyordu:
a, b, c, ç, d, e, f, g, ğ, h, ı, i, j, k, l, m, n, o, ö, p, r, s, ş, t, u, ü, v, y, z. Bu arada “ Susun!” uyarıları da yapıldı.
Derken Mehmet Aygün gülerek geldi. Sınavı çok güzel geçmiş. Enis Behiç Koryürek'ten Gemiciler şiirini okutmuşlar. Şiirin şekli, ölçüsü istenmiş. Yazarın başka şiirleri sorulmuş. Mehmet ilk yıl öğrendiğimiz Biz kimleriz marşının sözlerini:
“Biz kimleriz, biz Altay'dan gelen erleriz,
Çamlıbel'de uğurdarız, coşar, gürleriz. ”
deyince kestirip çıkmasını söylemişler.
İlk çıkanın “Kolay geçti!” sözü tüm arkadaşları coşturdu. Derslik, birden öteki zamanlara döndü. Herkes rahatladı. Oysa ben rahatlayamadım, kalkıp kitaplığa gittim. O kitabı, bu kitabı alayım derken yemek zili çaldı. 18 Hasan Üner, öğleden önceki grubun son kişisi olarak çıktı. Hasan çok uzun kalmış. Okuduğu kitapları sormuşlar. Hasan 20 kadar kitabın adını verince sorular çoğalmış. Özellikle Zehra Öğretmen kitapların özetleri ile belli başlı kişileri üzerinde çok durmuş.
Yemekte Hasan uzun uzun anlatınca ben rahatladım. Tüm arkadaşlara okuduğu kitaplar sorulduğuna göre bana neden sormasınlar? Hasan gibi yerli yazarlardan değil çok ünlü romanlardan bir sıralama yaptım:
-Babalar ve Oğullar, Kırmızı ve Siyah, Sefiller, Beyaz Geceler, Anna Karenina, Rüzgarlı Tepe, Nora, Peer Gynt, Islanda Balıkçısı. 9. Hariciye Koğuşu, Sinekli Bakkal, Yeşil Gece, Roman. Çok okumuş Hasan, Nora, Peer Gynt, Babalar ve Oğullar, Yeşil Gece ile 9. Hariciye Koğuşu'nu okumamış.
Herkes kolay geçti diyor ama ben gene de kuşkuluyum. Recep Kocaman'a baktım, ona göre öğretmenler gerçek yüzlerini belli etmiyormuş. Kendisi bir örnek verdi. Söylediği bir kitabın adını önce yanlış söylemiş. Soruyu geçerken aklına gelmiş düzeltme yapmış. Öğretmenler bir birine göz kırpmışlar. Recep'in gözlemi bana göre de önemli; yanlış söylenince; ”Yanlış söyledin!” diyecek değiller ya, atlayıp geçerler. Sınav konusu bir yana itilerek gene alfabe sırasına dönüldü. Bizim masada bile harf bölünmesinde anlaşma yapılamadı. Şaştım kaldım, bu önemli bir olay değil, 29 arkadaşın 29 harf olan alfabemize uygun bir simge bölüşmesi. Bunu neden bu denli önemsediler. Yusuf'la Hilmi a harfi için neredeyse işi kavgaya dönüştürdüler. Yusuf'un soyadı Asıl. Hilmi'nin de Altınsoy. Oysa daha arkadaşlardan adı ya da soyadı a ile başlayan çok kimse var. Ali Önol, Sami Akıncı, Abdullah Erçetin, Arif Kalkan, Ahmet Güner. Yusuf'la Hilmi'yi anlaştıramayınca bu konuyu kapatmak istedik. Meğer öteki masalarda da tartışılmış. Öyle ki onlar bizim gibi vazgeçme yerine yeni bir yöntemde anlaşmışlar; sınıf numara sırasına göre harfleri benimsemek. Böylece, 4 Mehmet Aygün A, 7 Fettah Biricik B, 11 Recep Kocaman C, 15 Hüseyin Serin Ç, 16 Sefer Tunca D, 18 Sami Akıncı E, 243 İbrahim Ertur F, 26 Mehmet Yücel, G, 28 İdris Destan Ğ, 42 Mustafa Saatçı H, 44 İsmet Yanar I, 48 Yusuf Asıl İ, 49 Harun Özçelik j, 50 Abdullah Erçetin K, 51 Bekir Temuçin L, 53 Ali Önol M, 60 Salih B aydemir N, 61 Hasan Üner O, 63 Hilmi Altınsoy Ö, 66 İbrahim Tunalı P, 70 Halil Basutçu R, 72 Hüseyin Orhan S, 73 Kadir Pekgöz Ş, 74 Mehmet Başaran T, 75 Yakup Tanrıkulu U, 76 Arif Kalkan Ü, 77 Emrullah Öztürk V, 78 Hüsnü Yalçın Y, 79 Ahmet Güner Z. . . . Önce büyük bir suskunluk oldu. İlk tepki İsmet'ten geldi. Kendi adının ilk harfi olan İ, komşusu Yusuf Asıl'a düşmüş. Oysa Yusuf Asıl'ın soyadında “I” harfi varmış, böylece değişmesi gerekecekmiş. Yusuf yüksek sesle bağırdı; “Kesinlikle olmaz!” Arkasından Yakup Tanrıkulu, kendisine U düştüğünü, onun da Hüsnü Yalçın'a düşen Y ile değişmesi gerektiğini öne sürünce birden ortalık karıştı. Bu arada İsmet sözünü geri aldı. Yakup ise sözünü geri almamamakta diretti. Arkadaşlardan Hüsnü Yalçın'ı savunanlar oldu:
-Arkadaşın zaten soyadı Yalçın, “Y” ile başlıyor. Bu kez de Yakup kendine göre savunmaya kalkıştı. Arkadaşlar zaman zaman Hüsnü adını Trakyalıların söyleyişlerine çevirerek gene öyle söylemelerini önerdi. Trakya'da bölge bölge Hüsnü adları, Üsnü, Füsnü, Fusnü, Fusni gibi söylenmektedir. Öyleyse Hüsnü Yalçın'ın “U” harfini almasında bir sakınca yokmuş. Arkadaşlar Yakup'un gerekçesine gülerken Mustafa Saatçı, bu oyunun kendisi için düzenlenmiş bir numara olduğunu söyledi. Kendisine “H” harfi düşmüş. Onun Hafız'lığını sürdürmek için kurnazca düzenlendiğini, bunu kimlerin niçin düşündüğünü bildiğini de ekleyerek, katılmayacağını kesinlikle söyledi. Mustafa Saatçı'ya önce Sami Akıncı karşı durdu:
-Yapma Mustafa, bizim alfabemizin değişmeyen bir sırası vardır. “H” harfinin yeri değişmiş değildir! deyince bu kez de Mustafa Saatçı:
-Olsun, benim sezgime göre bu oyun beni düşünerek tertiplenmiştir. O nedenle katılmıyorum! Mustafa Saatçı böyle kesin konuşunca derslikte bir suskunluk oldu.
Tarih dersinde olduğu gibi gene Hilmi Altınsoy'la ikimiz bekliyoruz. Derslikten çıkınca satranç oynayanların yanında oyalandık. Eğitimbaşı'nın sesini duyunca yukarı çıktık. Eğitimbaşı bizi görünce gülerek:
-Ne iyi kapıda mı beklemiyorsunuz? Sınav kapısında beklemek kadar sinir bozucu bir olay yoktur. Ben hep sınavlarda sıra bekleyenlere “Gidin , uzaklarda dolaşın! derim. Ancak size demiyeceğim, çünkü saatiniz geldi! deyip saate baktı:
-İlk sırakiler gelsin! Deyince, ilk sırada biz olduğumuzu söyledik. Eğitimbaşı bu kez:
-Öyle miiii? diye uzattıktan sonra:
-Hadi gelin öyleyse, beraber çıkalım!
Eğitimbaşı ile sınav odasına çıktık. Öteki öğretmenler, Selçuk Korol Öğretmenle Zehra Öğretmen gelmişti. Az bekledikten sonra önce Hilmi öğretmenlerin yakınına çağırıldı. Hilmi uzun süre bir şeyler anlattı ama çok yavaş konuştuğu için söylediklerini tam saptayamadığım gibi sorulan soruları, ele alınan konuyu bile kavrayamadım. Bir ip ucu yakalamak için dikkat kesildiğim bir sırada Hilmi çıktı. Az sonra da beni çağırdılar. Selçuk Öğretmenin önünde bir kitap vardı, kitabı bana uzatarak:
-İşaretli yeri oku! dedi. Yazıya baktım, ortaokul okuma kitaplarının birinde okuduğumuz Cenap Şehabettin'in Plevne'den Geçerken yazısıydı. Yazıyı yarısına kadar okuyunca durdurdular. Yazının konusunu sordular. Yazarı hakkında bilgimi sordular. Plevne'nin bana anımsattıkları sordular. Selçuk Öğretmen öteki öğretmenlere:
-Vaktiniz varsa İbrahim 93 Harbi denen faciayı bize uzun uzun anlatır! dedi. Zehra Öğretmene baktı. Zehra Öğretmen başını sallayınca Eğitimbaşı çıkmamı söylediler. Sevinemedim, tersine üzülerek çıktım. Kafamda neler neler vardı; hiç birini söyleyemememi üzüntü yaptım. Hani nerde Dilbilgisi soruları, şiir kalıpları, ezber şiir okumalar, özellikle yazarlar! Tuvalete indim. Tuvalette kemancılar Doğan Güney'le İlyas Özcan vardı. İkisi de kulak kesilmişler, durdum, Şevki Aydın'ın keman çalışını dinliyorlar. Şevki Aydın çok ciddi çalışıyor olmalı aynı parçayı tekrar tekrar bir yerden alıp götürüyor. Küçük bir titremede belli bir yeri bir kaç kez tekrarlıyor. Bizim kemancılarsa buna gülüyor. Takıldım:
-Yüksek Bölüme gidince siz de böyle çalışacaksınız! dedim. Benden sonra Halil Basutçu da çıktı. O da başarılı olamadığını söyledi. Ona tiyatro parçası sormuşlar; komedi, dram, trajedi nedir? Aralarında ne farklar vardır? demişler. Komedi ile Dramı söylemiş, Trajediyi anlatamamış. Uyak sormuşlar, Akın piyesinden bir parça okumasını istemişler. İki yerden okumaya kalkışmış ama ikisinde de takılmış. İkimiz de dertleşerek İdil Suyuna (Artezyen) dek yürüdük. Orada bir süre oturduk. Bizi görenler olmuş, onlar da geldi. Arif Kalkan, Sefer Tunca, İsmet Yanar, Yakup Tanrıkulu Yeni Bedir tarafına bir süre daha yürüdükten sonra geri döndük. Arkadaşlar Türkçe sınavının iyi geçtiğini söyleyince Halil'le ben de onlara katıldık:
-Herkes için iyi olan bizim için de iyidir. Hoş bir gezinti yaptık. Halil'le benim dışımdakilerin hepsinin kurdukları düşler var, bir bir sıraladılar. İsmet'i iyi biliyorum, o, Zühre Teyzemin etkisinde; hemen evlenecek. Çocukları olacak, çocuklarını İsmet'in annesi, Zühre Teyzem yetiştirecek. Bu arada İsmet askerliğini yapıp dönecek falan filan. . . Sefer de benzer sözler söyledi. Ancak Sefer yerleşmek için tam olarak köy seçmiş değil. Anladığım kadarıyla iki köy arasında seçim yapmakta zorlanıyor. Ede köy, Sofulu arada bir de bir başka köyden söz ediyor. Yakup sordu:
-Nişanlın o köyde galiba? Sefer biraz kem kümle geçiştirdi. En çok sorgulanan Yakup oldu. Yakup'a yapılan takılmaları ilgiyle izledim. Yakup, sessiz, sakin görünüşlü bir arkadaşımız. Kolay kolay ortaya çıkmaz. Dersleri pek iyi değildir. Bu, zekasından değil disiplinli çalışmamasından ileri gelmektedir. Boyuna göre bedence de pek güçlü görünmemektedir. Buna karşın süslenmeye, temiz giyime özen gösterir. Özellikle saçlarını uzatmak onun için çok önemlidir. Saçlarını 3 numara kestirdiği günlerde bile ayna karşısında elinde tarakla dakikalarca saç şekillendirmeye çalışır. Arkadaşlar bir ara Yakup'un bu davranışını aşıklığına yordular. Aşık olduğu kız ise, söylentilere göre Röslein'di. Tüm arkadaşların benimsediği bu yakıştırmaya pek inanmamakla birlikte “Olamaz” da diyememiştim. Ancak zaman içinde bu söylentinin salt Yakup'a takılmak için tek yanlı bir yakıştırma olduğunu anladığım için önemsemiyordum. Bugün yapılan takılmalarda bu konuya da değinildi. Sefer Tunca geçmişteki söylentiye inandığını, kızın da güzelliğini bir süre övdükten sonra Yakup'a neden vazgeçtiğini sorunca Yakup'un vereceği yanıttan çok Halil'in tavrını önemseyip ilgiyle izledim. Yakup önce sustu, ya da susar gibi yaparak söyleyeceklerini toparladı. Halil bu sıra dikkat kesildi. Yakup, bu söylentinin Mustafa Saatçı'nın SS olayı gibi şaka olduğunu, arkadaşların kendi aralarında bir eğlence konusu yaptıklarını, kendisinin de zaman zaman bu eğlenceli takılmalara katıldığını anlatınca çatılan kaşların, gerilen yüzün düzgünleştiğini gözledim. Bu arada İsmet:
-O kızın da amma da çok isteklisi var ha! deyince düzelen yüzün birden gerginleşmesi gözümden kaçmadı. Arif Kalkan ise Yakup'a:
-Neden saklıyorsun? Köyde sözlün olduğunu bilseler sana böyle saçmalıkları yakıştırmazlar, gerçeği neden saklıyorsun? deyince Yakup sözlü olduğunu anlattı. Sıra Arif Kalkan'a gelmişti. Ancak yolumuz da okul bahçesine dayanmıştı. Asfalttan okula dönerken sol köşedeki (Kocaman ağaç) elma fidanını göstererek:
-Benim elmam! dedim. Arkadaşlar, elma ağacının köküne adımı yazmamı önerdiler. Onlar bunu takılmak için söyledi ama ben sahiden böyle bir düşünceye saplanmıştım. Köyde babam, benim gibi ağabeylerim için de diktiği, ceviz, dut, erik ağaçlarına hep yazdırmıştı. (Teneke üstüne yazıp bir kenarına çakılmış)
Dersliğe döndük. Derslikte yeni bir girişimle karşılaştım. Pazartesi günü matematik sınavına iyi hazırlanmak. Derslikte kimse şamata etmeyecek, çalışanlara engel olunmayacak, soru soran olursa bilenler yanıt verecek! Kararlara aynen uyacağımızı söyleyerek yerlerimize oturduk. Ancak benim aklımdan Şehri Kadın'ın ablama söylediği söz, bir türlü çıkmadı:
-O çocuk hasta masta değil, sırıl sıklam aşık! Bu kez de aşık olmanın nasıl bir duygu olduğunu düşünmeye başladım. Ben de birilerini sevdiğimi sanıyorum, ancak öyle kara kara düşünecek derecede üstüne düşmüyorum. Salt kıskanıyorum, bir başkasının takılıp takılmadığını düşünüp araştırmaya çalışıyorum, olanak buldukça da yaklaşıp konuşmak istiyorum. Yakup için Röslein söylentisi çıkınca uzun süre inanır gibi olmuştum. O zaman bunu doğal karşılayıp sabırla ilişkilerini gözlemiştim. Hiçbir ilişki kurulmadığını anlayınca Röslein'ı ara ara yoklamıştım. Ondan bir tepki gelmeyince olayın asılsız olduğunu kanısına vardım. Bu kez de Halil için benzerini deneyebilirim. Ne var ki bu kez böyle bir deneyime pek gerek görmüyorum. Nasıl olsa ayrılıyoruz, gideceğimiz yerlerde değişik olaylarla karşılaşacağız. Kuşkusuz buradaki düşüncelerimizin çoğu kendiliğinden değişecek.
Ben de matematik defterimi açtım. Önce cebir denklemlerimi gözden geçirdim. Tam sayı, ondalık kesirler. Ondalık kesirlerin çarpılması ve bölünmesi. Sayısız örnekler var, bunlardan korkum yok. Kare kökü alma. Kare kökü alınamayan sayılar “İrrasyonel sayılar. İrrasyonel sayıların tanımı:Bir sayının kendi olmayan ya da tam sayılara bölünemeyen sayılara irrasyonel sayı denir. Örneğin 4x4=16. 16, 2-4-8 sayılarına bölünmektedir. 17 sayısıni tamsayılara bölmek olası değiltir. Bu tür sayıların kökleri tam sayı olmadığı için kökü aranmaz ya da yaklaşık olarak tanımlanır.
Cebir:Terimler, katsayılar, parantezler, eksi ve artı sayılar. x+y, 2x-y, 4x4y-3,
18x+5x-3x+46 _ 14x-4x+20x+12= 4x+9x+23x+48 Sayısız örnekten sonra problemlere geçtim. Biliyorum Ahmet Kun Öğretmen problemler üzerinde duracak. Örneğin bir adamın yaşının 7'de beşinden 5 çıkarılırsa 30 yaşındaki eşinin yaşı bulunur. Adamın yaşı kaçtır. Aranan yaş x.
5/7x-5=30, 5/7x+=35, x= 35 x 7/5=49 kocanın yaşı 49'dur.
Ahmet Kun Öğretmen bir nöbetinde bizim dersliğe geldiğinde benzer sorular sormuştu. Bunlardan birisi 1200'ün 1/8'inin 4/6'sı kaçtır. 1200/8=150, 150'nin 4/6'sı, 25x4=100. Bunu ben fazla düşünmeden yapmıştım. Üstelik sayının tümüne dokunmadan, 1/8'in 4/6'ünü 4/48 çevirerek 12 elde ederiz, öyleyse 12/1200=100 demiştim. Ahmet Kun Öğretmen önce kabul etmemiş benzer sorular sormuştu. 1600'ün 2/4'ü ile 2/4 ü gibi, Bunu kısaltabiliriz. 1600/2=800/2=400, ya da 1600/4=400 çıkar. Ya da iki kesrin alt toplamı 4, üst toplamı 1'dir, 1600'/4=400x1=400 Ahmet Kun Öğretmen biraz hayretle yüzüme bakmış sonra da arkadaşlara dönerek benim için “Akordiyoncu!” (Akordiyon çaldığım için olacak) diyerek bir bakıma küçümsemişti. Ancak Sami Akıncı da benim için çekinmeden:
-Arkadaşımız öncelikle matematikçidir! demişti.
Sanıyorum Ahmet Kun Öğretmenden bu tür sorular gelecek. Gene de defterimdekileri inceden inceye gözden geçireceğim. Yukarıdaki örnekler pekala bir rastlantı da olabilir.
Biraz da geometri. . . Ahmet Gürsel Öğretmeni saygıyla anıyorum:
-Geometri, nokta ile başlar! diyordu. Noktadan sonra bir başka noktayı bitişik olarak tekrarlayarak çizgi oluştururdu. Sonra da bir başka çizgi, ile o çizgiyi kesiştirirdi. Kesişen çizgileri göstererek:
-İşte geometri! derdi. Kesişen çizgiler arasında oluşan açıları, açıların tersi ya da dışı dediği açıları göstererek teoremleri söylerdi:
-Kesişen iki doğrunun oluşturduğu zıt açılar eşittir, ya da kesişen iki doğrunun oluşturduğu iç ve dış açılar 180 derecedir! derdi. Bundan sonra sorular sürerdi:
-Neden 180 derecedir? Çünkü daire 360 derecedir, bu ıspata gerek duyulmaz. Arkasından da Teorem, Aksiyon(m), Postulat, Hipotez, Ispat sözleri sıralanırdı. Bunları duyar gibi bir ürperti içinde çizdiklerime bakıyorum. Bir biriyle ayrı üç noktada kesişen üç doğrunun oluşturduğu üç köşeli alana üçgen diyoruz. Üçgenler, kenarlarına göre anılırsa:
-Çeşitkenar, ikizkenar, eşkenar üçgen olarak adlanır. Açılarına göre ise:
-Geniş açılı , dar açılı adlarını alır.
Çeşitkenar üçgen:Üç kenarı değişik uzunlukta olan üçgen,
Eşkenar üçgen:Üç kenarı birbirine eşit üçgen,
İkizkenar üçgen:İki kenarı bir birine eşit üçken.
Üçgenlerde Eşitlik Teoremleri:Üçgenlerin eşit olması için kesin koşullar konmuştur. Sözgelimi bir açısı ile o açıya değgin iki kenarın ya da bir kenarı ile o kenar uçlarındaki açıların belirtilmesi gerekir. Birden bire kendimi bir zaman üstünde çok çabaladığım Pisagor (Pfisagor) çizimi karşısında buldum. Kırmızı-mavi renklerle çizilmiş üç çizim. Bir dik açılı üçgen kenarları üzerine çizilmiş üç değişik boyda dörtgen. Bu üç dörtgenin küçük olan ikisinin alan toplamı, büyük olanın alan toplamına eşit. Bunu ispatladığım zaman Ahmet Gürsel Öğretmen bana “Aferin!”dedikten sonra, bunun başka yolu da vardır; ”İşte meydan, göreyim seni! demişti. Uzun bir uğraştan sonra Ahmet Gürsel Öğretmenin gülerek:
-Makaslı Ispatlama! dediği kağıt kesme-yerleştirme ile dört yol bulmuştum. Burada yazılı üç çizime bir daha baktım.
Yemek zili çalınca afalladım; neredeyse yatma zili diyecektim. Arkadaşlar yemekten söz edince toparlandım.
Seyfi Çaçur Öğretmen nöbetçi bize haber göndermiş, yemekten sonra bizim dersliğe uğrayacakmış. Sorular soruldu:
-Acaba ne diyecek? Bana göre dese dese dersi ile ilgili bir şeyler der. Olasılıklar kısa sürdü, pazartesi günü yapılacak matematik konuları bastırdı. Önce karışmadım, salt dinledim. Matematiğin zorluğundan uzun uzun konuşuldu da okunan konuların adlarından ya da alanlarından hiç söz edilmedi. Önce matematiğin neresinden korkulduğunu, sonra da bizim okuduğumuz matematik işlemlerin nesinden korkulduğunu sordum. Köylülerin, pazarda iş görenlerin de matematikten yararlandıklarını söyledim. Arkadaşlar onları biliyormuş ama işin içine x, y girince iş değişiyormuş. Masadaki tüm arkadaşlar karşıma geçince sözümü geri aldım. Ancak Ahmet Gürsel Öğretmen gittikten sonra yani 11 aydır hiç birisi matematik konularıyla ilgilenmediklerini söylediler. O zaman ben de olayı tersine çevirip bizim köy kahvesindeki matematik sorularını anlattım. Anlattıklarımın hiç birisi kahvede geçmemişti ama ben konuları hep köye göre çevirdim. Çocuklar arasındaki yaş farklarını, karı-koca yaş farklarını, kardeşler arasındaki boyları ya da ağırlıkları probleme çevirip anlattım. Söylediklerimin birini Mehmet Aygün yaptı. Ötekiler yüzüme baktı kaldı. Yusuf Asıl bir ara, inanamadığını söyledi.
Dersliğe dönünce ise Hilmi Altınsoy bir problemi Sami Akıncıya sormaya kalkıştı. Ne var ki sayıları doğru söyleyemeyince Sami soruyu benden sormak zorunda kaldı. Ben de kasıtlı olarak unuttuğumu söyleyip savuşturdum.
Az sonra Seyfi Çaçur Öğretmen geldi. Yemekte konuştuğumuz gibi dersi ile ilgili açıklamalar yaptı. Dersimizin kitabı olmadığı için kaynak kitap olarak genel coğrafya kitaplarına bakmamızı önerdi. Son sınıflarda coğrafya olmadığı için sınav konmadığını, buna karşın yerküresi oluşumu, yer yüzü şekillerinin coğrafya kitaplarında olduğunu anımsattı. Aynı konular ilkokulların 2. döneminde geçtiği için zaten size gerekli diyerek ayrıldı.
Seyfi Çaçur Öğretmen ayrılınca bir süre tartışıldı:
-Bu saatten sonra coğrafya kitabını kim nereden bulacakmış? Arkadaşlar eski kitaplarını ne yapıyorlar acaba?
Sıramdan Lise 1. Sınıf Geometri kitabımı açtım. Kitabın girişindeki yazıları bir daha okudum. Kitabı Hasanoğlan'a gittiğimizde oralı bir lise öğrencisi olan Ali'den almıştım. Daha doğrusu Sami Akıncı aracı olarak Ali'ye arkadaşlarından bana lise 1. sınıf kitaplarını buldurmuştu. Kitap, İnönü Lisesi öğrencisi 4/D sınıfından 114 numaralı Bekir Budak'tan alınmış. Ben onu bile korurken arkadaşlar geçen yıllarda okudukları kitapları hep yok etmişler. Geçen yıl okuduğumuz geometri konularını yazdığım defterdeki çizimlerle kitaptakileri karşılaştırıyorum:
Paralel doğrular, Öklit teoremleri, simetrik noktalar, simetrik şekiller, simetrik eksenli dörtgen, dairenin kirişleri, çemberler, iki dairenin birbirine göre durumları, Üçgen çevresindeki iç ve dış açılar, Eşdeğerli paralel kenarlar, Öklit teoremi, Pfisagor teoremi. . . . Bunlar, değişik örneklerle anlatılmakla birlikte kitapta hep var. Kitabı yeni görüyormuşum gibi içerek okudum. Özellikle vurgulanarak terimlerin belirtilmesi ilgimi çekti. Terimlerin tariflerini kitap da çok önemsiyor. Yat zili çaldığında kitabın yarısını gözden geçirmiştim. Arkadaşların çoğu yarını sınava nasıl geçireceklerini konuşurken ben, böyle bir kaygıda olmadığıma sevindim. Bu kez de Köy Enstitüleri Müfredat proğramı aklıma geldi. Okumuştum ama bir kez daha okumakta yarar gördüm. Önce 5. sınıf konularına baktım:
5. SINIF MATEMATİK
Cebir Bölümü,
Üsler teorisi(tam ve kesirli üsler)Yadrasyonel ifadeler üzerine tatbikat. Yadrasyonel ifadeler hakkında fikir. Sanal sayılar hakkında basit fikir. Sayılar hakkında genel bir görüş.
Genel şekilde ikinci dereceden denklemlerin bir bilinmeyenli çözümü. Köklerle kat sayılar arasındaki münasebetler, irdeleme. İkinci derece üzerine denklem ve problemler. . İkinci dereceye inen denklem ve problemler. İki kareli denklemler. İkinci derece eşitsizlikleri:
y=ax+b, y=ax2+bx+c, y= ax+b/a'x+b fonksiyonlarının işaret, değer değişimleri ve grafikleri. İkinci derece denklemlerin grafikle çözümü.
Üslü fonksiyonlar. Logaritmanın özellikleri, logaritma tablolarının kullanılması ve hesap cedvelleri.
Logaritma ve üslü basit denklemlerin çözümü.
Aritmetik ve geometri diziler ve grafikle gösterme.
Bileşik faiz ve gelir hesapları: Taksit ve borç ödenmesi problemleri.
Geometri Bölümü
Dik izdüşüm: Düşey ve yatay doğrular, düşey izdüşüm. yatay işzdüşüm, basit örnekler. Bu arada dairenin izdüşümü.
Eğik izdüşüm, dik izdüşüm.
Prizma:Dik dörtgen prizması, Prizma, silindir, piramit, koni yüzey ölçümü ve hacimleri.
Küre: Tanımlamalar, teoremler, yüzey ölçümleri ve hacım uygulaması.
Trigonometri: Tanımlamalar, trigonometrik fonksiyonların açılar için tanımı grafiklerle gösterilme. Trigonometrik fonksiyonların değişimi, bütün açıların trigonometrik fon ksiyon ilişkisi. Bir açının trigonometrik fonksiyonları arasındaki ilişkiler. 30, 45, 60 derecelik açıların trigonometrik fonksiyonlarının hesaplanması. Dar açıların değer tablosu. Dik ve ikizkenar üçgenler çözümleri.
Sinüs ve koninüs teoremleri ve uygulaması. Yarı formülleri Bir üçgenin alanı. Üçgen ve dörtgen uzerine uygulamalar. Trigonometrik fonksiyonların hjer hangi bir açı için tanımları. Her hangi bir açının trigonometrik fonksiyonlarının limiti.
Özellikle geometride genellikle Trigonometri üzerinde durulmasına üzüldüm. Bu kez de 4. Sınıflar bölümüne baktım. Arkadaşlar 5. sınıfta görmedik deyip diretiyor ama 4. sınıfta okumamız gereken konuları acaba okuduk mu? 4. Sınıf bölümüne bakarken 3. sınıflar gözüme takıldı.
Önce onları yazdım.
3. Sınıf Cebir:
Bir bilinmeyenli birinci derece denklemlerin çözümü. (Katsayılı, kesirli ve kesirsizÇok terimli ifadelerin çözümü ve buna dayanarak küpü. . . . . . Birinci dereceden iki bilinmeyenlerin denklem sistemleri v. b
3. Sınıf Geometri:
Eğik ve dik izdüşüm. Tales teoremleri, ilk trigonometri bilgisi, dar açılarda sinüs kosinus, tangent ve aralarındaki ilişkilerin uygulanması. Tamamını yazmaya gerek görmediğim buna benzer bilgiler daha 3. sınıfta okutuluyor. Biz bunların bir bölümünü gerçekten göremedik. Ahmet Gürsel Öğretmenin askere ayrılması programamaızın yarım kalmasına neden olmuştu.
4. SINIF MATEMATİK
Cebir Bölümü:
Cebir sayıları ve işlemleri. Fonksiyon fikri. Cebir ifadeleri ve işlemleri (Her işlemin açıklanmasından sonra bir bilinmeyenli birinci derece denklemler ve problemler üstünde uygulama yapılacak ve tam ifadelerin çarpanlara ayrılması, orantı özellikleri, kesirli ifadelerin işlemleri üzerinde durulacak)
Birinci dereceden iki ve üç bilinmeyenli denklemler, tatbikat ve problemler,
Yüzeyde dik eksenler, koordinatlar, birinci derece fonksiyonu ve grafiği,
Birinci derece denklemlerinin grafikle çözümü, eşitsizlik özellikleri.
Geometri Bölümü:
İlk tanımlamalar, kavramlar, açı ve açıyı ölçmek üzere daire, iletki, komşu, tümler, bütünler, ters açılar ve bunların özellikleri, paralel doğrular.
Bir üçgende açı ilişkileri, iki kenarın farkı ve toplamı. Dikey doğrular.
Simetri:Simetrik şekiller, bazı şekillerin simetri eksenleri.
Bir üçgende kenar ve açı karşılaşması,
Eşit şekiller: Üçgenlerin eşitlik durumları, uygulamalar.
Geometrik yer, örnekler, açıklamalar, çizimler,
Dörtgenler: Tanımları, paralel kenar, dik dörtgen, eşkenar dörtgen, kare, yamuk, özellikleri, dörtgenlerde simetri eksenleri,
Daire:Yaylar, kirişler, çap eksenine göre dairenin değişmesi, elips, teğet, dairede açılar. İki dairenin birbirine göre durumları ve iki daireye ortak teğetler çizmek. Üçgenin dışına çizilen daire ile iç ve dış daireleri, daire içine ve dışına çizilen dörtgen.
Denk şekiller:Paralel kenar, üçgen, Öklit ve Fisagor teoremleri.
Dik dörtgen, yamuk, paralel kenar üçgen alanları.
Daire ve çevre alanı,
Düzgün çokgenler, Kenar hesapları, çevre ve alanları, orantılı paraleller sistemi, Tales teoremi ve uygulaması,
Benzer şekiller: Üçgenlerin teoremleri, benzer çokgenler, uygulamalar, Dik üçgenlerde sayıca ilişkiler, dairede orantılı bölümler, çizimler, Harmonik noktalar.
Arkama yaslanıp işte arkadaşlar, okumamız gereken bilgilerin konuları burada, bunları okursak neler bilmemiz gerektiğini anlarız. Onların yanına kendi bilgilerimizi koyunca da boyumuzun ölçüsü ortaya çıkar. Söylediğim sözlere karşılık beklerken İsmet seslendi:
-Dayı yarın Yeni Bedir'e gidelim!
Neden Yeni Bedir'e? Lüleburgaz'a gidelim, yeni giysilerimi alacağım! Duyanlar sözü hemen giysiye çevirdiler. Arkadaşların hepsi kendi ilçe ya da illerinde donanmayı düşünüyor.
Şevki Aydın kendi deneyimine dayanarak Hasanoğlan'a gideceksen kesinlikle kalınca bir pardesü ya da palton olsun diyor. Kışın Ankara'da dolaşmak çok dondurucu oluyormuş. Şimdiye dek bunu hiç düşünmemiştim. Şimdiye dek böyle birşey kullanmamıştım. Öğretmenlerde hep görüyorum ama bunları kaç liraya aldıklarını da öğrenmemiştim. Yatarken onu düşündüm. Üç takım giysimi az bulup 4. takımı hesaplarken birden kaygılandım. Yarın Lüleburgaz'a gidince bunu öğrenmeliyim.
Öğretmenlerin giydiği palto ya da pardesüleri gözlerimin önünden geçirirken uyumuşum.
7 Ağustos 1943 Cumartesi
Kalkar kalkmaz Lüleburgaz'a gitme sözü yaygınlaştı. Fettah Biricik hayıflanarak:
-Parasız dolaştıktan sonra Lülerburgaz'a neden gideyim? dedi. Mehmet Yücel ise:
-Şimdiye dek dolaştığın gibi dolaşırsın, sana paranı soran mı var? Lüleburgazlılar halden anlar! deyince araya başkaları girdi:
-Okulu bitiriyoruz, azıcık farklı dolaşmamız gerekmez mi? Bu farklı dolaşma değişik alanlara çekildi. Örneğin öğretmen olarak göreve gidenler aylıklarını 3 ay sonunda alacaklar. Bu arkadaşlar demek daha üç ay öğrenci yaşamı sürecekler! Gülenler oldu:
-Ne var yani, züğürt öğrenci olur da züğürt öğretmen olmaz mı? Konuşma gide gide gene Öğretmen Okulunu bitirenlere gitti. Onlar atandığı gün aylığını alacaklar. Aynı köye atanan Köy Enstitüsü çıkışlı ile Öğretmen Okulu çıkışlı öğretmenleri karşılaştırdılar. Enstitü çıkışlı 3 ay sonra 60 lira alınca Öğretmen Okulu çıkışlı 3. aylığını alacağı dolayısiyle en az 300 lira parası olacağı öne sürüldü. “Vay anasını! , Vay canına!, Yaaaa!, Ne sandınız!, Ne bekliyordunuz? ” sözleri arasında dersliğe gittik. Derslikte Mehmet Yücel gülerek:
-Ha şunu bileydiniz! Bunun böyle olacağı daha Edirne /Karaağaç'ta belli olmuştu ama biz anlamazdan gelmiştik. Edirne Öğretmen Okulu Öğrencileri lacivert kumaş giysilerini giyerken bize çöpçü kılığı uygun görülmüştü. Mehmet Yücel'in sözlerine kızanlar oldu. Küçük takımı diye takıldığımız Yusuf Asıl, Hasan Üner, Mehmet Başaran, Bekir Temuçin, Kadir Pekgöz, Harun Özçelik hep birlikte:
-Sen anladın da ne oldu? Neden kaldın? dediler. Mehmet Yücel çok sakin bir tavırla:
-Ben daha önce boyumun ölçüsünü almıştım, başka bir şansım yoktu. Oysa siz zaten orta okullardan gelmiştiniz, giysilerini sırtınızda, kasketleriniz başınızdaydı. Kaybetseniz bile bir yıl kaybedecektiniz. Sami Akıncı başını kaldırıp:
-Azizim siz, “Bayram geçince yağı başına çal! denen atasözünü duymamış gibi konuşuyorsunuz. Ya da “İş işten geçmiş!” sözünü bilmiyorsunuz. Sınavlarımız neredeyse bitecek. Öğretmenliği seçecekler, bilemedik eylül başında göreve başlayacaklar. Bize 3 ayda bir çalışma sonlarında maaş verileceği bundan 2 yıl önce bir yasayla duyurulmuştu. Bu konuştuğunuz yeni bir olay mı ki bu sabah oturmuş dertleniyorsunuz? Sesler kesildi.
Kahvaltıda hangi konu açılırsa açılsın konuşmamaya karar verdim. Sanki benim kararımı biliyormuş gibi herkes sustu. Fahri Tosili Öğretmen yeni beyaz giysilerle geldi. Onu görünce Yusuf Asıl film artisti gibi benzetmesini yaptı. Sinema artisti sözü, sinemaya gitme hevesi doğurdu. Eğitimbaşı'dan izin alınabilirse sinemaya gidilecek. Ancak sinema için izin isteyecek yürekliliği kimse üslenemedi. Böylece gündüz Lüleburgaz'a gidenler, film oynatılıyorsa sinemaya girebilecek. Pek düşünmediğim için üstünde durmadım. Salt Terzi Şükrü'ye söz verdiğim için gideceğim. Bu arada aklıma takılan pardesü ya da palto işini terzi Şükrü'den öğrenebileceğimi umuyorum. Nasıl olsa oraya uğrayacağım, konuşurken arada onu da sorarım. Onlarda yok biliyorum ama getirip getirmeyeceklerini sorar, onlar getirirse, kaça getireceklerini ya da dikecekleri fiyatı öğrenerek bir fikir edinmiş olurum.
Kahvaltıdan kalkınca bizim grup doğrudan atölyeye gittik. Bugün ranzaların bağlantıları tamamlanacak. Kendi kararımız, ranzaları tamamlamadan paydos etmek yok. Halis Öğretmenle birlikte Fahri Tosili Öğretmen geldi. Arkadaşlar önce Fahri Öğretmenin giysilerini nerede diktirdiğini sordular. Fahri Öğretmen terzi Şükrü'yü söyleyince sevindim, kendiliğimden:
-Ben de orada diktiriyorum! dedim. Fahri Öğretmen Terzi Şükrü için:
-Çok şeker çocuk! dedi. Söz sözü açtı. Yusuf Asıl arkadaşların Fahri Öğretmeni film artistine benzettiğini söyledi. Bunu duyunca Fahri Öğretmen hangi artise benzettiklerini sordu. Arkadaşlar susunca Fahri Öğretmen bana sordu. Hiç erkek artist adı bilmediğim için sustum. Harun Özçelik önce Şeyh Ahmet! dedi. Fahri Öğretmen, o çoktan öldü! deyince bu kez Harun :
-Şeyhin Oğlu, dedi. Fahri Öğretmen gülerek:
-İşte bu olmadı, onlar ikisi de aynı adam, biri ölünce diğeri de öteki dünyayı boyladı! deyip güldü. Öğretmenler gidince bir artist adı bulma konusu ortaya atıldı. Üç Ahbap Çavuşlar, Lorel Hardi, Şarlo filmlerinin artistleri sayıldı. Hasan Üner bu konuda da on-oniki kadar ad sayarak öne çıktı. Film görmede Harun, artist saymada Hasan bugünün önderleri oldu.
Lorel-Hardi-Arşak Palabıyıkyan, Yusuf Vehbi, Ümmü Gülsüm, Turhan Bey, Münir Nurettin, Ertuğrul Muhsin, Talat Artemel, Yahya Kaptan, Cahide Sonku, Neyyire Neyir, Hazım Körmükçü, Şarlo vb.
Sözümüz yerine geldi, ranzaları tamamlayıp atölye arkasına sıraladık. Kullandığımız araç gereci toplarken zil çaldı. Bayrak törenine rahat yetiştik. Eğitimbaşı kısa açıklamasında, bizim sınıfın izinli olduğunu, gerekçe olarak da fotoğraf çektirecekler bulunduğunu, öteki sınıfların kendisinden izin almaları gerektiğini anımsattı.
Yemekte oldukça neşeliydik. Yusuf, Hasan, Harun birlikte gezmeye karar verdik. Onlar resim çektirecek, Harun ayakkabı alacak, ben giysilerimi alacağım. Ben ayrıca pazar yerine uğrayıp Salim Dayımı (oradaysa) göreceğim. Elimde paketle sinemaya girmeyeceğimi öne sürüp onlardan ayrılacağımı baştan belirttim.
Yemekten sonra büyükçe bir grup oluşturarak Lüleburgaz'a gittik. Önce Belediye parkındaki Çay Bahçesine bir süre oturup limonata içtik. Mehmet Yücel, Lüleburgazlı arkadaşların burada sık sık toplanacağını söylemesi üzerine bir tartışma başladı: Lüleburgazlı kaç arkadaş öğretmenliğe gidecek? Doğrudan kimse hayır demiyor ama konuşmalardan tersi anlaşılıyor. Mehmet Yücel kendisi bile başarabilirse okumak istediğini söylüyor. Öyle olunca Lüleburgazlıların tamamı okumaya gidecek. Bu arada bizim kovanların ne olacağı soruldu. Kovan konusunu bilmeyen varmış, bilenler anlattı:
-Arıcılık öğretmenimiz Mehmet Salih Arı, Lüleburgaz köylerindeki arıcılığı canlandırmak için ilk Kepirteli öğretmenlere ikişer kovan hediye edecekmiş. Bu arıların kovanlarını biz yaptık. Kovanlar Mehmet Salih Öğretmene gönderildi. Köylere gidecek arkadaşlara verilmek üzere hazır bekliyor. Kovan alma koşulu, Lüleburgazlı olup gene Lüleburgaz köylerinde çalışmaktır. Bizim sınıfta Lüleburgazlı 5 arkadaş olduğu için 10 kovan hazırlandı.
Kalkınca çarşıya kadar birlikte gidip orada dağıldık. Bizim dörtlü grup önce fotoğrafçıya gittik. oradan sonra biz de ayrıldık. Yusuf benimle terziye geldi. Terzide bir süre oturduk. Pantolonun alt kıvrımları ütülendi. Giyindim, usta bakıp şurasını burasını bastırıp bıraktı. Omuzların biri üstünde bir süre durdu. Çıkarıp astarıyla bir süre uğraştı. Bir daha giydim. Bana göre çok güzeldi ama usta beğenmedi:
-Sol kol, kusurlu, az bir düzeltme gerekiyor, acelen yok, pazartesi gününden sonra istediğin zaman gel, al.
Giysileri almayınca daha rahat gezmek amacıyla Yusuf'la önce pazar yerine uğradık. Kimsecikler yoktu. Bildiğim kadarıyla Salim Dayım genellikle pazar akşamları sergisini açıyor ama kimi zaman da cumartesi günleri açtığını söylemişti. Bu kez biz de sinemaya girmeye karar verdik. Arkadaşları bahçede otururken bulduk. Kapalı salonda sünnet düğünü yapılıyormuş, filmler hava kararmadan gösterilmeyecekmiş. Kalkınca bizim kaldığımız okulun bahçesinde voleybol oynayanlar vardı. (Şimdi Atatürk, eski Emrullah Efendi okulu) Baktık Mehmet Yücel, İdris Destan, Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu arkadaşlar orada. Oynayanlar da Lüleburgazlı yüksek okullarda okuyanlarmış. Yaklaşınca tanıdım, benim ilkokul arkadaşlarımdan İbrahim Sarıdemir ile İsmet Akın da oynuyor. Karşılarındaki takımda ise Ortaokul matematik öğretmeni Hasan Bey var. Yanımızda duran Lüleburgazlı izleyiciler Hasan Bey sayı kazanınca yaşa diye bağırıyor, kaçırınca ise homurtu gibi sesler çıkarıyorlar. Dikkat ettim öğretmene düpedüz “Çömpe, çomuk, çömek!” diyorlar. Çömpe, benim bildiğim bir kuş adı. Çomuk ya da çömek ise kısa boylu demekmiş. Öğretmene neden böyle dendiğini bir türlü anlamadım. Lüleburgaz Ortaokulunda okuyan köylüm Emin Özdil'i görünce sormayı tasarlarken yanımdaki birisi kendiliğinden açıkladı:
-Hasan Bey çok hareketli, voleybol, futbol oynadığı gibi her işte başarılı, yerinde durmayan biri; o nedenle öyle diyorlar. Daha başka adları da var. O biliyor bunları ama aldırmıyor. Öğrencileri onu çok seviyor. Bu adları da öğrencileri onu sevdiklerinden takıyor.
İbrahim Sarıdemir'le İsmet Akın'ın Kadir Pekgöz'ün köylüleri olduğunu söyleyince arkadaşlar:
-Bunlar ikisi de uzun boylu bizimki neden bücür kalmış? türü sorular sorup bir süre yorum yaptılar. İbrahim Sarıdemir'in subay çıktığını, İsmet'in ise Ankara Üniversitesinde okuduğunu anlattım. İşi anılara çevirip ikisinin de kız kardeşleri olduğunu, İsmet'in kardeşini arkadaşların gördüğünü anımsattım. Hamitabat'a gittiğimizde Millet Vekili Zühtü Akın'ın köşk bahçesinde otururken gelen iki bayandan birinin İsmet Akın'ın kardeşi Hamdiye olduğunu söyleyince Yusuf anımsadı. Meğer Yusuf o zaman onu yaşlı biri sanmış. İbrahim'in ablası Leyla'yı biraz överek anlattım. Arkadaşlar hemen:
-Sen ona aşık olmuşsun! Arkadaşların hakkı vardı, gerçekten Leyla okumayı sürdürseydi 2. yıl ben ona aşık olabilirdim. Aşık olmadım ya da olamadım ama onu hiç unutmadım. Ayrıca okuldan alınınca hemen evlendirilmesine de çok üzüldüm. Onun üstüne kötü bir haber almaktan korktuğum için o günden beri hiç arayıp sormadım. İbrahim'le de adaş konuşuruz, çok yakın zamanlarda konuştuk ama Leyla'yı soramadığım gibi kötü bir haber verebilir diye tedirgin olduğumu da söyleyebilirim. Ben bunları anlatınca arkadaşlar kendilerinden söz ettiler. Onların da okuduğu okullarda kızlar varmış ama onlar böylesi bir anı taşımıyorlarmış. Ben de buna inanamadım; erkek çocuklarlar kızlara nasıl uzak durur? Davranış olarak uzakmış gibi dursa bile içinden neden istekler geçirmez? Bu kez Mehmet Yücel'e takıldım:
-Hadi bunlar çok çocuk, sen ayrıca ortaokulda okudun, orada da hiç bir seçimin olmadı mı? Hiç değilse içinden geçirmedin mi? Mehmet Yücel kahkahayı patlattı:
-Geçirmez olur muyum? Hem de ne geçirmeler! Mektuplar bile hazırladım. Cesaret edemedim. Ben ortaokulda çok yalnızdım. O yalnızlık beni ürkek yaptı. Benim şimdiki durumumu eski arkadaşlarıma anlatsanız kesinlikle inanmazlar. Benzetmek gerekirse şimdi bizim sınıfta Emrullah neyse ben de ortaokulda okuduğum sınıfımda öyleydim. Sınıfımdakiler o kasabanın açıkgöz çocuklarıydı. Oysa ben köyden gelmiş bir garibandım. Yıl sonuna doğru alışmaya başlamıştım ama iş işten geçmişti. Mehmet Yücel böyle konuşunca tüm defterler açıldı. Arif Kalkan, köşede kız beklediğini, konuşmak için değil salt görmek için beklediğini, kızın geldiğini görünce ise görünmeden nasıl kaçtığını gülerek anlatınca Yusuf Asıl da ona katıldı. Okula neşeli bir hava içinde girdik. Dersliğe girince arandığımı öğrendim. Tevfik Uğurlu. Tevfik Uğurlu kitaplık nöbetçisi olduğu zaman kitaplıktan kitap almıştım. Uzun zaman geçmesine karşın kimse sormadığı için kitapları vermemiştim. O kitaplar isteniyormuş. Dr. Halil Fikret Kanad'ın Pedagoji Tarihi ile Pedagoji kitabı. Tevfik'i görünce:
-Sınavı geçmeden vermem! dedim. Meğer kitapları Müdür Bey istiyormuş. Az düşündüm. Müdür Bey istiyorsa bunlardan başka kitap var, onları versinler. Tevfik duraksadı. Sonra da:
-Haklısın Abi, kitaplıkta başkası var. Arkadaş bunların bende olduğunu görünce söylemiştir. Arkadaş kitaplık nöbetçisi ama kitap okuduğu falan yok. Raflarda arama yerine benden istemeyi yeğlemiştir! deyip gitti. Az sonra da elinde kitaplarla geldi:
-Buldum, sınavlarına rahatça hazırlanabilirsin! Tevfik, ders konusunda titiz, dikkatlice girdiğimiz sınavlarda sorulan soruları, verilen yanıtları dinledi. Ben de dilimin döndüğünce verdiğim yanıtları anlattım. Tevfik'in bilgisine güvendiğim için anlattıklarımın tepkisini de bekledim. Tevfik genellikle benim yanıtlarıma katıldı. Ben de böyle bir destek bekliyordum. Tevfik ayrılırken arkasından ben de dışarı çıktım. Şevki Aydın işaret etti, gittim önce çalıştığı Martini'nin Gavotunu çaldı. Keman sesleri bana sert geldi ama gene de geçen güne göre iyiydi. Arkadaşlarıyla Lüleburgaz'a gidecekmiş, istersem piyanoda çalışabileceğimi söyledi. Buna çok sevindim. Giderken bana haber verecek. Neşeli bir şekilde dersliğe döndüm. Arif Kalkan sordu:
-Birisini gördün galiba! Şevki Aydın'ı gördüğümü, odasında çalışmama izin verdiğini söyledim. Kapıyı içerden kilitleyip yat ziline dek çalışacağım! dedim. Arif biraz tuhaf olarak yüzüme baktı:
-Çalışmaya daha bıkmadın mı? diye sordu. Gidebilirsem, gidip okuyacağımı, çok önceleri kurduğum düşleri yakalamaya çalışacağımı anlattım. Arif başını sallayarak:
-Yok arkadaş, bende yok öyle düşler; bana ne kadar anlatsan anlamam. Ben köyüme dönüp, düşlerimi oraya göre kuracağım. Yemeğe giderken Şevki Aydın anahtarları uzattı:
-Bende var, sen salt kapıyı kilitle! dedi.
Yemekte Şevki Aydın'ın bana anahtar vermesi çok önemsendi. Hilmi Altınsoy bunu benim kurnazlığıma bağlarken Hasan Üner, Şevki Aydın'ın olgunluğuna bağladı. Öteki arkadaşların görüşlerini dikkatle izledim; Recep Kocaman'la Salih Baydemir, benim tarafıma çekecek bir söz söylememeye özen gösterdiler. Harun Özçelik, Mehmet Aygün, Yusuf Asıl iki taraf için de haklı olacak yorumlar yaptılar. Yusuf beklediğim gibi beni öne çıkaran sözler söyledi. Giden öğretmen Asım Kaveller'i örnek verdi, onun odasına da girdiğimi anımsattı. Hüseyin Orhan'sa hiç beklemediğim Sili Ustayı (Profesör Sili Layoş sanıyla) örnek verdi. Hasanoğlan'da beni öğretmenlerle bir tuttuğunu, örneklerle anlattı. Kalkarken arkadaşlara teşekkür ettim:
-Bu akşamki konuşmalarınızı defterime yazıp sık sık okuyacağım! dedim. Hilmi Altınsoy birden:
-Tuh be, ben burada da sizden ayrı düştüm. Bana dönerek:
-Abi benim de düşüncelerim vardı, onlar kaldı mı şimdi? Mehmet Aygün Hilmi'ye düşüncelerini yazılı vermesini söyledi. Mehmet, bunu şaka olarak söylemişti ama bu fikir öteden beri vardı; geçmişte bu tartışılmış, benzer örnekler dikkate alınarak yapılmasında yarar görülmüştü. Arkadaşların fotoğraf vermeleri yanında defterlerine de yazı yazılacaktı. Harun, Yusuf, İsmet, İdris buna bir ara başlamıştı. Konu buraya sıçratılarak Hilmi'nin gönlü alınmış oldu. Ne var ki Hilmi, hangi amaçla olursa olsun bu geceki benim üstüme yapılan konuşmalara katılmamıştı. Mehmet Aygün gene duramadı Hilmi'ye:
-Sen zaten bizim gruptan, yani Marangozluk Kolundan değilsin. Yapı Kolundakilerden zaten fazla incelik beklenmez. Onlar yapıların bile kaba işlerini yapıp sıvışırlar! sözlerini ekledi.
Derslikte kısa bir süre durduktan sonra piyanoya gittim. Çok yavaş olmak üzere uzun süre parmak çalışması yaptım. Hevesle çalışırken yalnızlığım aklama takıldı. Müzik çalışmalarını sürdüreceksem, ben Ankara'da da böyle köşe bucak çalışacağım. Arkadaşlar Ankara'da dolaşırken kapalı odalarda piyano çalışmak iyi mi olacak yoksa kötü mü? Birden içimde bir burkulma oldu. Piyanonun sesi bile tatsız gelmeye başladı. Piyanoya kapanıp bir süre düşündüm. Doğrulup kendimi zorlayarak gene gamları sıralamaya başladım. Ezberlediğim iki parça buldum, Beringer'in ilk parçalarından, onları toparladım. Onları tekrarlayınca yeniden bir sevince kapıldım. Kapı vuruldu. Önce yöneticilerden biri diye kendimi savunacak sözler düşündüm. Çekinerek açtım. İdris Destan'la Abdullah Erçetin. Onları da içeri aldım. İkisi de çalışmaya yanaşmıyorlar ama müziği sevdiklerini biliyorum. Çaldığım küçük parçalara (Parça no 37 Schubert-Walzer ile parça no: 39 Duport- Menuet) bayıldıklarını görünce deminki kuruntularım kayboldu. Bu arada Abdullah, eğer seçilirse Müzikli bölüme katılacağına karar verdi. Hem de piyano çalışacakmış. Buna da sevindim, Abdullah'la birlikte çalışmak isterim. Konuşurken yat zili çaldı. Arkadaşların gelişine sevindim, Abdullah sonradan caysa bile bu gece bana cesaret vermesi iyi oldu.
Yatınca az önceki düşüncelerim hep dağıldı. Şevki Aydın'ın sözleri, sınavlarımın iyi geçtiğini kestirmeye çalışmam, Besim İyitanır Öğretmenin sözleri beni umutlandırdı. Eski düşlerime daldım: Ankara'da Asım Öğretmeni, Süheyla Öğretmeni okullarında göreceğim. Bunları rüyamda görme isteği içinde uyuduğumu sanıyorum.
8 Ağustos 1943 Pazar
Hazım Körmükçü, Haynaros Kadısı, Cahit Sonku, Ertuğul Muhsin Şehvet Kurbanı sözleri arasında uyandım. Belli ki sinemadan, filmden söz ediliyor. Cahide Sonku'nun o güzel yüzünü görür gibiyim ama kişilerden kırk yıllık tanıdık gibi söz edilmesine şaştım. Harun Özçelik, sinema denince bülbül kesiliyor. Bir zamanın kitap okuyucusu Hasan Üner, bu kez artistleri sıralıyor:
-Şişt, Lorel şişman olanı diye bağırınca, ben de anladım, o aptal adamın adı Lorel'miş. Mustafa Saatçı söze karıştı:
-Ben öyle öğrenemem, en iyisi onların birini Hilmi'ye birini de İdris'e benzetin! deyince gülmeyen kalmadı. Bu kez de Mustafa Saatçı önce Şehvet Kurbanı'ndaki güzel kadının yanında soğana bakan ihtiyara benzetildi. Bu yetmedi, Aynaroz Kadısındaki sakallılar sıralandı. Çok neşeli bir uyanış oldu. Mustafa Saatçı'ya çok yüklenilmiş olmasına karşın bu sabah benzetilmelere katlandı. Ancak kapıdan çıkarken Ali Önol'un:
İmamı susturdular! demesi Mustafa Saatçı'ya dokunmuş olacak, koşarak Ali Önol'a yakından baktıktan sonra:
Buldum, o şişmana benzeyen birini buldum, saçını uzatınca tıpkısı olacak! dedi. Kastettiği az önce konuşulan Lorel'di. O kadarla kalmadı, bir kaç yıl sonra tıpkısı olacağını öne sürünce Meriçli hemşeriler birleşerek Mustafa Saatçı'ya demedik bırakmadı.
Tartışma derslikte de sürünce Halil Basutçu uyardı:
Edirnelilere ne oluyor böyle, hani hemşerilik? deyince Kırklareli'lileri överek örnek gösterenler oldu. Bu kez de Fettah Biricik:
Kırklarelililer, sinsice duygularını saklıyor, bizim gibi açık yürekli değiller! deyince İsmet; Mehmet Yücel, Mehmet Başaran Fettah'a birlikte sataştılar:
Sen misin açık yürekli? Sen misin arkadaş canlı? gibi sorularla söze başlayıp Fettah'a türlü sıfatlar taktılar.
Bu sabahki kahvaltımızı önce Fettah üstüne söylenenlerle sonra da Mustafa Saatçı'nın şakalarda geniş hoşgörüsü üstüne konuşmalarla geçirdik. Ben şöyle bir karşılaştırma yapmaya çalıştım:
Mustafa Saatçı'ya bu sabah en az 50 sataşma olmuştur. Buna karşılık onun söylediği sözler beşi, bilemedin onu geçmez. Sayısal olarak kendisine kırk takılma fazla olmasına karşın Mustafa Saatçı kimseye sen öylesin ya da böylesin diye incitici bir söz söylemedi. Bunca patırtıdan sonra da kimseye kızmadı. Buna karşın Ali Önal, Fettah Biricik sinirden titrediler.
İlk konuşmalarda Hilmi Altınsoy'un adı da geçmişti. Bu kez de Hilmi, karşılık vermediğini söyleyerek kendine pay çıkarmaya kalkıştı:
Kim ne derse desin, ben, benim! diyerek nedense benim yüzüme baktı. Hilmi'yi dikkatle izleyen Mehmet Aygün Hilmi'ye:
Öyle diyorsun ama, dediğin gibi olmadığını bu konuşmanla kanıtlamış oluyorsun. Belli ki sen de aklından bir şeyler geçirmişsin! Hilmi:
İşte bir sinsi Kırklarelili! levhasını yapıştırdı.
Sinsiliğin nemene birşey olduğunu bilmediğimi ancak çok insan için kullanıldığını söyledim. Başkalarının kötülüğünü isteyenler, yalan söyleyerek en yakınlarını bile zor durumda bırakanlar için söylendiğini sıraladıktan sonra hangi Kırklarelili arkadaşın bunları sana ya da yakınından birine yaptı? diye sordum. Hilmi bir iki kem küm ettikten sonra sözlerini geri aldı. Geri aldı ama bu kez de Mehmet Aygün “Dönek” sözünün anlamını sordu. İşin büyüyeceği besbelli oluyordu. Banyo işimizi öne sürerek soruya yanıt vermeden masadan kalktık.
Derslikte durup duruken bir tartışma çıktı. Banyo günümüz, iki grup olarak giriyoruz. İdris Destan:
-Okuldan ayrılınca özlesem özlesem tek banyosu özleyeceğim! dedi. Gülenler oldu. Ali Önol ise:
-Banyonun nesini özleyeceksin? diye sorunca İdris, kendi köyündeki durumu açıkladı:
-Doğru dürüst bir banyo yok. Yapmaya kalksan; köylüler hemen bunu sorun yaparlar. Bu kez de köylülerin bunu neden sorun yapacağı soruldu. İdris biraz sinirlenerek:
-Sanki sizin köylerinizde böyle banyolar varmış gibi soruyorsunuz, kaçınızın evinde banyo var ki? diye çıkıştı. İsmet, “Bizim var!” deyince de İdris:
Ihhh, varmış! Varsa bile bir teneke suyla ıslanıp çıkıyorsun. Hem sen iki katlı evden söz ediyorsun, herkesin öyle iki katlı evi mi var? Çoğu evlerinin kapılarından eğilerek giriyordur! deyince çoğunluk güldü. Ancak İdris'e haklısın! diyenler de oldu. Özellikle Sami Akıncı İdris'i destekledi:
Haklısın, örneğin bizim köyde hemen hemen tümünde özel olarak ayrı bir banyo yoktur. Sizin köylerinizde var mı arkadaşlar? Hepimiz gördük, köylerinizde Hasanoğlan köyünde olduğu gibi bir ortak banyo, bir çamaşırlık var mı? Hasanoğlan köyü anımsatılınca herkes sustu. Arkasından da:
Eeee, orada su bol, yapmışlar! denince Sami gülerek:
Yapmışlar değil, onlar bile yapmamışlardı, biz yaptık. Onlar da hayvanların su içtiği yerlerde çamaşır yıkamaktaydı. Banyo yaptıkları yerler açıktı. Yüz yıllardır öyle açıkta yıkanmışlar. Biz kapatınca sevindiler. Hasanoğlan köyünde su bolluğundan söz edenlerden biri de gene Ali Önol oldu. Sami Akıncı bu kez de Ali Önol'a:
Senin köyünün de burnu dibinde koskoca bir Meriç Nehri akıyor, oradan su alınamaz mı? Hasanoğlan'a gelen su dağlardan gelme değil mi? diye sorunca soru yanıtsız kaldı. Ancak Sami Akıncı'ya karşı çıkmış olmamak için susulduğu da seziliyordu. Bir ara Yeni Bedir'e gitmeyi düşündüğüm için Recep Kocaman'la değişerek banyoya birinci grupla girdim. Birinci grupta Sami Akıncı, yanında benim, evlerini bildiğim İdris Destan gibi Yusuf Asıl'la İsmet Yanar da var. Ayrıca Hamitabatlı Kadir Pekgöz'ün evini de biliyorum. Yusuf Asıl'la İdris'in evleri, bir birinin tıpkısı. Bir banyoları varsa bile bizim evdeki gibi, bir bir buçuk metre alanı olan kapalı, karanlık, altından suları bahçeye akan bir yer olabilir. Bizimki öyle. Tenekeyle ısıtılan sularla yetiniliyor. Köyde çoğunluğun ahırları banyo olarak kullandığı hep biliniyor. Banyodan geçtik tuvaletler hep sokaklara bırakılıyor. Lüleburgaz Kaymakamlığı jandarma aracılığıyla kaç kez ceza yazdırıp, zorla çukur kazdırdı. Çok iyi bildiğim Hamitabat, Kavakdere, Asılbeyli, Erikleryurdu, Kızılcıkdere, Deveçatağı, Kumrular, Müsellim, Kırıkköy, Pancarköy, Sofuali köyleri de öyle. Bunları düşünerek arkadaşların banyo tartışmalarına bir süre katılmadım. Ancak benim gibi bu tartışmaya katılmayan Hüseyin Serin durup dururken:
Köye dönünce ilk iş olarak iyi bir banyo yapacağını söyleyince, tuvaleti de eklemesini anımsattım. Tartışmaya böylece daha da önemli olan tuvalet (Biz buna biraz da kasıtlı olarak kenef dedik) eklendi.
Banyodan sonra kitaplığa gittim. Kitaplık nöbetçisi Rıdvan Ateşer, temizlik için arkadaş çağırmış. Aralarında Röslein de var. Rıdvan:
Temizlik var! deyip gelenleri geri çeviriyor. Ben de geri dönmek üzereyken nedense Rıdvan beni içeri aldı. Kitaplığa lise 2. sınıf matematik kitaplarını bakmak üzere gitmiştim. Kayıt defterinden kitap adı ararken Röslein geldi, ne aradığımı sordu. Önce aradıklarımı anlattım. Röslein matematik konusu açılınca iç çekti, bu konuda sıkıntı çektiğini anlattı. Konuşmak istediğini anlayınca sözü Suna'ya getirip Akın Piyesi övgülerini anımsattım. Röslein piyeste benim neden rol almadığımı sordu. Olayla ilgili sözlerimi mutlu bir yüzle dinlediğini görünce, sözü Sabahat Öğretmene getirdim. Piyeste rol almak istediğimi ancak Sabahat Öğretmenin beni istemediğini anladığımdan uzak durduğumu anlattım. Konu tam da benim beklediğin noktaya gelmişti:
Rol alsaydım, İstemihan olmak isterdim. Ancak benim o rolü Halil Basutçu kadar başarılı oynayacağımı hiç düşünmedim. O nedenle arkadaşın oynamasına sevindim. Röslein:
Halil Ağabey öteki derslerde de başarılı mı? diye sordu. Bu sorudan biraz kuşkulanır gibi oldum ama bozulmadan:
Onca birlikte çalıştınız, konuşurken bunları kendisinden sormadın mı? deyince, yüzünü ekşiterek:
Aman aman, o Sabahat Öğretmen yok mu, bizi karşılıklı konuşturmamak için elinden geleni yaptı. Salt Halil Ağabeyle değil Sami Ağabeyle de ötekilerle de provaların dışında konuşamadık. Sabahat Öğretmen, çok disiplinci bir öğretmendi. İyi ki bizim öğretmenimiz olmamış. Nahide ya da Pesent Öğretmenlerin yerinde o olsaydı çıldırırdık. Hamitabat'a gittiğimizde biliyorsun bir ara konuşurken görünce hemen çağırmıştı. O zaman bile bir sürü nasihatte bulundu.
Konuşulanlar benim beklediğim yanıt olmamıştı. Bu kez de gülerek :
Sabahat Öğretmen gitti, Biz buradayız, o gittikten sonra daha rahat kaldınız, arkadaşlar hep burada, istesen konuşabilirdin. Röslein gülerek:
Konuşmak, olanaklar bulununca karşılıklı olur. Seninle konuşurken yalnız ben mi konuşuyorum. Sen de konuşmak istediğini, belli ediyorsun. Onlardan böyle bir yakınlık görmeyince ben nasıl konuşayım? Gerçekte ben de pek konuşkan değilim; öyle olmak da istemiyorum. Sınıfımdaki arkadaşlarıma da ölçülü yaklaşırım.
Röelein sözü değiştirip Sabahat Öğretmenin bana neden öyle davranabileceğini sordu. Az düşündükten sonra olasılığı bir karşılaşmaya bağladım. Yeni Bedir köyündeki amcamlara sık sık gittiğimi anlattıktan sonra birgün onlarda otururken. (Evleri, asfaltın bitişiğindedir) Sabahat Öğretmen motosikletli Üsteğmenin arkasındaydı. Röslein gülümseyerek, biliyorum! dedi. Höyük önünden geçip İstanbul tarafına gittiler. Uzunca bir süre sonra motosiklet amcamın evi önüne geldi. Sabahat Öğretmen üsteğmenin arkasındaydı. Üsteğmen amcama (Köyün muhtarı) birşeyler sordu. Amcamla anlaştılar, tekrar görüşmek üzere ayrıldılar. Üsteğmenin arkasında oturan Sabahat Öğretmen beni görünce bir yabancı gibi baktı. Başını çevirdi. O zaman buna bir anlam veremedim ama sonra sonra bu karşılaşmayı hoş görmediğine inanmaya başladım. Derslerindeki başarılarımı destekler göründü ama ders dışındaki davranışlarında beni hep görmezden geldi. Oğlu Alpay'ın bile bana yaklaşmasına kızdığını gördüm. Röslein gülerek:
Biliyorum! dedi.
Yemek zili çalınca önce dersliğe indim, sonra da arkadaşlarla yemeğe gittim. Yemekte patates kızartması vardı. Patateslerin bizim bahçeden olup olmaması konuşuldu. Salih Sevilmiş, nöbetçi, az ileride duruyordu. Yusuf Asıl ondan sordu. Salih Sevilmiş soyadına ters düşecek görünüşte ya da öyle duran bir arkadaş. Boynunu büker gibi yapıp:
Ne bileyim ben? gibilerde bir tavır takınarak arkasını dönünce öteki arkadaşlar önce güldüler sonra da Salih'e takıldılar. Salih Sevilmiş arkasını dönüp gidince arkasından Naci Aydın geldi. Naci Aydın, Salih için:
Arkadaş biraz sevimsizdir. deyince Sevilmiş, sözü sevilmemiş, sevimsiz biçimlerine sokularak gülüşüldü. Bu arada Hilmi Altınsoy Salih Baydemir'e adaşını neden korumadığını sordu. Salih başını kaldırıp söz söyleyeceği sırada Hasan Üner Hilmi'yi uyardı:
Tartışma Salih üzerine değil, Sevilmiş üzerine, arkadaşın soyadı sevilmiş olmadığına göre neden savunsun? Hilmi kendiliğinden başına dert açmış oldu. Mehmet Aygün yeni bir öneri getirdi. Hilmi Altınsoy'un soyadını Hilmi Sevilmiş yapalım. Bakalım Hilmi adaşını nasıl savunacak. Hilmi baktı kaldı. Yusuf nasıl savunacağı üstüne fikir yürüttü:
Patateslerin yeni olduğunu söyler. Salih Baydemir ise:
Hilmi, bizim bahçelerde patates yetiştiğini bile bilmez. Gülünce bazılarımızı hıçkırık tuttu. Hilmi bu kez de:
Boğulursunuz inşallah, gibi yakışıksız bir dilekte bulundu. Arkadaşlar ayıpladılar. Hilmi ise hak ettikleri söyledi. Söyledi, başını çevirip bana baktı. Ben de:
Alın size bir Atasözü: “Havlamasını bilmeyen. . . . . . sürüye kurt getirir!” Herkes gibi Hilmi de güldü. Bir süre sonra Hilmi de bir Atasözü söyledi:
Arayan bulur, inleyen ölür. Yusuf Asıl beni uyardı:
Kendini koru Hilmi seni öldürecek! Hilmi Yusuf'a dönerek yüksek sesle:
Ne diyorsun sen? diye bağırdı. Yan masalardan bakanlar olunca hepimiz tabaklarımıza eğildik. Bir süre öyle durduktan sonra olabildiğince gülmemeye çalışarak dışarı çıktık. Dışarda Hilmi Yusuf'u düelloya çağırdı. Düello dediği güreşmiş. Hasan Üner düello kurallarını söyledi. Hilmi:
Güreşte böyle kurallar geçmez, sıkıyorsa çıksın! deyip yürüdü. Hilmi okul yönüne doğrulunca arkadaşlar özellikle Hilmi'yi yalnız bırakmak için futbol sahasına doğru yürüdü. Az sonra Hilmi ıslık çaldı:
Banyoya girecekler gelsin! Hilmi dışında hepimiz banyoya girdiğimiz için kimse gitmedi. Bu kez Hilmi, gülerek geldi:
Bana oyun oynuyorsunuz ama banyo saatiniz geçecek! dedi. Hasan, Salih, ben yer değiştirmiştik. Öteki arkadaşlar, Yusuf, Harun, Mehmet, Recep, Salih zaten birinci gruptaydılar. Bunu söyleyince Hilmi bu kez, sahiden bizden ayrı düştüğünü anlayınca:
Sizden ayrılmak bana çok zor geliyor, bir ay sonra ben ne yapacağım bilmiyorum, deyip el sallayarak ayrıldı.
Dersliğe dönünce İsmet sabırsızlandı:
Bir an önce gidip dönelim dayı!
Olur deyip hazırladığım paketi alıp İsmet'e:
Yürü! dedim. Bu kez de Yusuf gelmek istedi:
Gelmek değil de, size katılmak istiyorum! deyince İsmet bunun anlamını sordu:
Gelmek değil de, katılmak ne demek?
Yusuf yolda anlatacağını söyleyip İsmet'in koluna girdi. Yusuf'un kola girmesinin aralarında bir anlamı varmış. Onlar kendilerini “Kardeş” sayıyormuş; biri ötekinin koluna girince bunu anımsatıyormuş. Bunu anımsayan, aradaki tatsızlığın kalkması gerektiğini anlayıp susuyormuş.
Yolda, birçok hava cıva sözlerden sonra ben anımsattım:
Hani bir konuyu konuşacaktınız! İsmet hemen sormaktan vazgeçtiğini, söylenecek bir olay olsa kardeşinin ona söylemiş olacağını öne sürüp, Yusuf'a sarıldı. Yusuf köyüne öğretmen olarak giderse sık sık ona gideceğini, onun gelmesi için evinde sürekli bir yatak bulunduracağını anlattı. Yusuf eski takılmalarına döndü:
İsmet Abinin övü (ev avlamında) çok büyük, isterse bana bir oda ayırır. Övün ikinci katında olsun Abi, yıldızları sayayım! İsmet kızar gibi konuşarak:
Kim, sana mı ikinci kattan? Tam tersine yer katından ayıracağım, yıldızları değil tavukları sayacaksın! Köye yaklaştığımızda Yusuf bana baktı. Bakışından gelmesi için benim düşüncemi öğrenmek istediğini anladım; gelmesini söyledim:
Yengemi atlatırız, ben ona inanacağı bir yalan uydururum.
Evin önüne vardığımızdan bir öteki komşuları, Şerif Dayı, amcamların evde olmadığını söyledi. Akşama ancak gelebilirlermiş. Elimdeki paketin ne olduğunu bildiği için elini uzatarak:
Onu bana ver, olmazsa ben yengene de yıkatırım! Az bir çekiniklik gösterdikten sonra paketi verdim. Komşu bizi çağırdı ama sırtında bir dirgenle karşıladığı için bir yere gittiği belliydi. Teşekkür edip ayrıldık. Yusuf çok sevindi, bu kez olayı yüksek sesle İsmet'e anlattı.
Artezyen başında uzun süre oturup arkadaşlar, köyler, geçmiş, gelecek üstüne konuştuk. Bu arada Arif Kalkan, Sefer Tunca, Ali Önol, Fettah Biricik, Yakup Tanrıkulu, İbrahim Erttur geldi. Kesin öğretmen adayları. İçlerinde yalnız İbrahim Ertur okumayı düşlüyormuş. Gerekçesi de ağabeyi okumuş subay olmuş o, köye dönerse, köyde kendisine okuyamamış gözüyle bakacaklarmış. Arkadaşlar onu üzmemek için susuyorlar ama bence arkadaşın pek okuyacak durumu yok. Beş yıldır kalkıp herhangi bir konuda iki söz söylediği görülmemiştir. Dilindeki tutukluk nedeniyle konuşmaktan kaçınıyor. Fikret Madaralı Öğretmen daha ilk yıllarda onunla özel olarak ilgilendi. Demosten olayından, ağzına çakıl alarak konuşmasını düzelten sonra da üstün bir konuşmacı olan ünlü bir kişiden söz etmişti. Öyle olmasına karşın arkadaş derslikteki konuşmalara salt gülücüklerle katıldı. Beş yılda bir ilerleme yapmadığına göre bundan sonra ne yapabilir? Böyle düşünmeme karşın arkadaşın kararına ben de susarak katıldım. Umarım bundan sonra daha dikkatli olur, kendisine verilen övütleri dinler de hem daha çok çalışır hem de kazandığı bilgileri çevresindekilere daha cesurca yansıtır.
Fettah Biricik nasıl yapacaksa:
İlk işim evlenmek! diyor. Arkadaşlar soruyor:
Gideceğin köye tam yerleşmeden, işleri düzene koymadan nasıl evleneceksin? Fettah gülüveriyor. Arkasından da soruyor? Ne yapayım, yemeğimi kim yapacak? Fettah'ın konuşmasından bir ara kuşkulanır gibi oldum:
Yoksa İsmet'ın durumunu öğrendi de ağız mı arıyor? İsmet konuşmaları hiç dinlemiyormuş gibi eline aldığı saz parçasını düdük gibi kullanmaya çalışıyor. Arada da:
Dayı sen biliyordun, bu nasıl seslendirilir? Aynı oyunu bilen Yakup yardıma koştu. Küçük çakısını cebinden çıkararak küçük bir söğüt dalı keserek kamış düdük yaptı. Olayı bilmeyen yokmuş; herkes söğüt dalından nasıl kamış yaptığını, onun seslendirmek için saatlerce uğraştığını anlattı. Arkasından da parmaklarından yararlanarak ıslık çalma denemeleri başladı. Bu kez de salt dile şekil vererek değişlik sesli ıslıklara geçildi. İçlerinde çobanlık yaptığını söylen ben olmama karşın, onların benden daha ustaca çobanların yaptıklarını becermelerine şaştım. İçimden:
Bunların çoğu benden daha çobanmış ama saklıyorlar! dedim. Örneğin Sefer Tunca benim boyumda, yaşını iki yaş küçük söylüyor ama ben buna inanamıyorum. Ağzında dilini oynatarak çıkardığı ıslık seslerini ben, bizim eski çobanımız Kamber'de görmüştüm. Oysa ben çoban Kamber'i çok gözlememe karşın onun yaptığını bir türlü becerememiştim. Bugün baktım Sefer Tunca, Çoban Kamber'in çıkardığı sesleri çıkarıyor. Oysa bu ıslık işi öyle evde, evin bahçesinde ya da okulda öğrenilecek bir iş değil, geniş alanlarda olacak bir olay. Öyleyse bu arkadaş sürü arkasından dolaşmıştır. Ben bunları düşünürken biraz fazla baktım sanırım, Sefer Tunca sordu:
Ne bakıyorsun, yoksa kıskandın mı?
Zil sesinden söz edildi. Saate baktım Tören saati gelmiş. Koşarak yetiştik.
Derslikte önemli bir işbirliği var. Yarınki matematik sınavı sonunda önemsenmeye başlamış.
Biz yokken bir grup Sami Akıncı'yı kandırmış, bir süre matematik çalışmışlar. Tahtaya baktım; x+ 12=20, 30-x=15+x=30 gibi çocukça yazılar var. Sessizce araya x+y=50, 2x-y= 35 yazdım. Yerime oturdum. Arkadan gelenlerden tahtaya bakanlar oldu. İdris Destan konuştu:
Kim karıştırdı şimdi bunları buraya? Tahta herkesin ilgisini çekti. Sami Akıncı gelince gösterdiler. Sami Akıncı bakınca güldü: Anlamsız değil anlamlı ama, değişebilir sonuçlar çıkar. Eksik problemler! dedikten sonra bana bakıp sordu:
Sen mi yazdın? Başımla “Evet!” dedim. Sami, birinci için: İki bilinmiyenli ama iki değer de 1'den 49'adek değişebilir. İkinci için ise sonsuz denecek kadar değişik sonuçlar çıkar! deyip oturdu. Bu kez de Mehmet Yücel bana takıldı:
Dayı, oldu olacak bari öğreneceğimiz bir şeyler yazsaydın! deyince ben:
Görebilene orada görecek bir çok şey var, görmek isteyen bakar, görür deyip açıkladım:
1. Böyle de işlemler vardır, hep x üstünde durulmuş, 2. Sayıların da kendine özgü sıfatları var, rasyonel sayılar, irrasyonel sayılar. Burada bir rasyonel ya da irrasyonel sayının iki katından nasıl bir sayı çıkıyor ki 35 kalıyor. Bu kalan sayı rasyonel midir yoksa irrasyonel mi? Ayrıca bu denklemlerin çözülmesi için ne gereklidir? Bunun için de matematik bilgisi ister. Öte yandan, Matematik, bilinmeyenleri çözer. Tahtaya yazılanlar da bilinmediğine göre neden doğru anlamaya çalışmadan salt yazılmış olması eleştiriliyor? Siz de önce bunu düşünün. Ben onları, bu söylediklerimi düşünerek yazdım. Bir sözüm daha var: İkinci problem Sami'nin dediği gibi sonsuz değil koşullu sonsuz olabilir. 35 sayısından 2 ya da ikinin katları olan sayılar söz konusudur. Böyle düşünülürse x değeri bulunur. 35'in kalacağı herhangi bir sayı x'ın iki katı olamaz. Sözgelimi 49-14=35 olamaz. Çünkü x'in iki katı olacak bir sayıyı bulmak zorundayız. O nedenle x'in de y'nin de alacağı değerlerin sınırlı düşünülmesi gerekmektedir.
Sıralara vurularak uyarılar yapıldı. Bir süre sessizlik içinde çalıştık.
Sınavda sorulmayacağını bile bile geometri çalıştım. Geometri'nin Daireler (Dayireler) bölümünde az durmuştuk. Ahmet Gürsel Öğretmen daire üçgen ilişkisini kurup üçgenlere geçiveriyordu. Sonra da bize:
Atladığımız yeri inceleyin soracağınız soruları hazırlayın! derdi. Oysa kitabın en zevkli yerlerinin başında Daireler geliyor. Çizimler de çok güzel. Ben geometri kitabına bakarken yeni bir tartışma çıktı. Bir grup arkadaş:
Okumadığımız konulardan soru sorulursa ne yapacağız?
İstemediğim halde gene konuşmalara katıldım. Gülerek:
Okumadığımız konuları bize sorarlarsa “O konuyu okumadık” diydebiliriz ama okumadığımız konuları biz biliyor muyuz? Bir sessizlik oldu. Sami Akıncı:
Tüm dört işlemleri, Kesirleri, ondalıkları, Birinci, ikinci derece bilinmeyenleri, kare kök, küp kök almaları okuduk! deyince bir gürültü koptu:
Küp kök almasını görmedik! diyenlere baktım, düpedüz yalan söylüyorlar. Defterimi açıp yaptıklarımı gösterdim. Yaptıklarım, 10-100 sayıları arası tüm sayıların kendileri ile çarpımı ile yakın komşuları ile aralarındaki farkların listesi:
100x100=10000, 99x99=9801 fark=199
99x99 = 9801, 98x98=9604 “ 197
98x98 = 9604, 97x97=9409 “ 195
97x97 = 9409, 96x96=9216 “ 193
96x96 = 9216, 95x95=9025 “ 191
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
91x91 = 8281, 90x90=8100 “ 181
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
50x50 = 2500, 49x49=2401 “ 99
49x49 = 2401, 48x48=2304 “ 97
48x48 = 2304, 47x47=2209 “ 95
47x47 = 2209, 46x46=2116 “ 93
46x46 = 2116, 45x45=2025 91
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Bunları neden yapmıştım? 100'e dek kare köklerini almaya çalışmadan daha kestirme yoldan gitmek için. . Ayrıca Küp kökleri için de bir listem var:
Bu listeye göre bildiğimiz sayıların çarpımları görülüyor. Ancak çıkan sonuçlar arasında önemli iki sayı zinciri çok önemli. 2 ile 3 sayılarının küp katları arasında bulunan 19 sayısı, sonrakilerde de 6 farkla sürüp gidiyor. Örneğin 2'nin küpü 8, 3'ün de 27 sayılarıdır. Aradaki fark 19. 4'ün küpü 64. 27 ile 64 arası 18. Bundan sonraki küp farkları düzenli olarak 6'lı artıyor. Örneğin 5'in küpü 125. 6'nın ise 216. Bu iki toplam farkalı da 6 artış göstermektedir.
Sayıların küpleri Farklar Artış merdiveni
2x2=4x2= 8
3x3=9x3= 27 19
4x4=16x4= 64 37 18
5x5=25x5=125 61 24
6x6=36x6=216 91 30
7x7=49x7=343 127 36
8x8=64x8=512 169 42
9x9=81x9=729 217 48
10x10=100x10=1000 271 56
Bunlar üzerinde de uzun uzun durup bağlantı kurmaya çalıştım. Ahmet Gürsel Öğretmen iyi bir sonuç alamasanız bile, matematiği öğrenmek istiyorsanız sayılarla oynayacaksınız, onlarla oynadığınız sürece onları gizini çözersiniz diyordu. Ben çözemedim ama yazdığım bu sayıları ezberledim. Bunlar içinde sorulacak sorulara yanıt vereceğime güvenim var. Tümünü ezberlemeğe de gerek yok. Örneğin 5'in küpünün 125 olduğunu bilen (61 olan bir önceki farkla 30 artışı bileceği için); 6'nın ya da 7'nin küpünü hemen söyleyebilir.
Yemekte de arkadaşlar bana biraz ters baktılar. Hilmi:
-Abi sen biliyorsun ama biz o konuları kavrayamamıştık. Sonra da dersler boş geçince hepten unuttuk. Biz senin bildiklerini bilmeyiz, onlar sorulursa hepimiz dökülürüz. Bizim bileceklerimiz sorulursa sana bir zarar gelmez. O nedenle senin konuşmalarından alınıyoruz. Hilmi'nin sözüne karşı:
-Sınav sorularını ben sormayacağım gibi hiç kimse de bu konuda bana bir şey sormayacak. Ben konuların okutulup okutulmadığı üstüne söylenen düpedüz yalan sözlere karşıyım. Yarın sabah saat 10'00 da sınav var, oturup iki problem çözme yerine okunmuş konuları “Okumadık!” diyenin karşısında neden susayım? Yavaş yavaş öteki arkadaşlar da konuşmaya katıldılar. Suskunluklarına karşın gene de beni haklı bulduklarını anladım. Zaten bizim masadakilerin Hilmi Altınsoy ile Salih Baydemir dışındakiler öteki derslerde olduğu gibi matematikten de paçayı kurtaracak bilgileri olduğu kanısındayım. Sanat derslerinde, resim, yazı işlerinde çok başarılı olan Salih'in matematikten uzak durması anlaşılır gibi değil. Çalışkanlığına çalışkan, gururlu. Salt gururu için çalışması beklenirken matematiği yok saymakta diretti.
Dersliğe dönünce Cebir çalıştım, denklem kurmaya çalıştım.
Beklemediğimiz bir sırada Eğitimbaşı geldi, sıraların arasında gezerken birden:
-Bakıyorum da tam takım Matematik seferberliği ilan etmiş durumdasınız! deyince arkadaşlar sıralardan başlarını kaldırdılar. Eğitimbaşı:
-Oldum olası öğrenciler matematik sınavlarından çekinirler. Oysa sınavda matematikle öteki derslerin pek farkı yoktur. Sınav sınavdır, ayrı bir çekindirici özelliği vardır ama matematiğin pek farkı tarafı olduğunu doğrusu ben anlamadım. O belki meslek olarak matematikle uğraşacaklar için geçerlidir. Bizim mesleğimizde ise öğretecek kadar öğrenmek söz konusu olduğundan o gerçek matematiğin ürkütücü tarafını zaten görmüyoruz!
Eğitimbaşı hepimizi gözden geçiriyormuş gibi gözlerini gezdirirken İsmet parmak kaldırdı. Eğitimbaşı önce:
-Buyurun İsmet Bey! deyip gülümsedi. İsmet:
-Sizin anlattığınız korkuları galiba biz bilmiyoruz. Biz de korkuyoruz ama matematik sorularından çok, okumadığımız konulardan soru çıkarsa kendimizi, kendimize karşı nasıl savunacağız? Bunu şimdi söylemek belki anlamsız ama, uzun zamandan beri tüm arkadaşlar bunu düşünüp çözüm yollarını aradık. Öteki derslerin çoğu kitapları okuyunca öğreniliyor ama matematik öyle değil, Logaritmalara geldik, konuya girmek üzereyken öğretmenimiz ayrıldı. O konu öyle kaldı. İşlenen konuları bile ucu ucuna öğrenmeye çalışırken öğretmensiz kaldık. Bu nedenle biz gerçekte matematik dersinden değil okunmamış bir matematik korkusu çekiyoruz.
Eğitimbaşı İsmet'e bakarak:
-Desene derin bir yarayı kaşıdım. Gene de iyi oldu. Zaten buna benzer sorunlar olabilir düşüncesiyle zaman zaman aranıza katılıyorum. Keşke bunu daha önce konuşsaydık. Gene de hepten geç sayılmaz. Öncelikle işlenmeyen konu düşünmeyin. Çünkü sorular öğretmenin işlediği konular üstüne kurulacak. Bir kaç arkadaş birden:
-Onlar nereden bilecek? deyince Eğitimbaşı:
-Ders veren öğretmen işlediği konuyu ders defterine yazıp imzalar. Daha önce de vereceği konuları bir yıllık çizelge olarak okul yönetimine verir. O çizelgede olan konuların , işlenenleri esas alınarak bitirme sınavları hazırlanır. Bu açıdan bir kaygınız olmasın. Sizin doğabilecek bir kaygısı da biz kendi olanaklarımızla çözmek için önlemler aldık. Ders öğretmeniniz olmadığı için deneyimli bir matematik öğretmenini (Lüleburgaz Orta Okulu Matematik Öğretmeni Hasan Bey) soru hazırlamak, yanıtları değerlendirmekte yardımcı olması için görevlendirdik. Böylece hem siz güvenli öğretmenlerce değerlendirileceksiniz, hem de bizim başarı durumumuza hakemlik edecek yetkili kişiler kazanmış olacağız. Eğitimbaşı matematik sınavının yazılı yapılacağını, yazılının daha adil olacağını söyledi, gerekçesini de açıkladı. 29 öğrenci için değişik soru hazırlamak ya da sormak oldukça zordur. Soruların denk olmama olasılığı artar. Oysa yazılı sorular zorsa herkese zor, kolaysa herkese kolay olur, dedikten sonra tekrar matematik dersinin önemine döndü. Öğretmen olduğumuza göre eksikliklerimizi saptayıp İlkokullar Programının üstünde bir düzeyi hatta Ortaokullar Müfredat Programını incelememizi önerdi:
-Öğrencilerinizin bir çoğu yakın zamanlarda ortaokullara gidecek. Onlar köylerine döndükçe sizden yardım isteyecekler. Onlara kapınızı kapatamayacaksınız. Kapınız da bilir gibiyim, çoğu kez matematik nedeniyle çalınacaktır! dedi. Yat zili çalınca Eğitimbaşı gülümseyerek:
-Anlaştığımızı umuyorum. Herkesin korktuğu bir dersten fazla olmamak koşuluyla sınırlı korkmak sizi engellemesin; rahat olun, göreceksiniz iyi geçecektir! deyip ayrıldı. Arkadaşlar gelecek matematik öğretmeni Hasan Bey için ileri geri konuştular:
-Sürekli gülen biri,
-Futbolcu öğretmen,
-Ortaokul öğrencilerince çok seviliyor,
-Tüm Lüleburgazlılarca tanınıyor,
-Futbol oynamak için bize geliyordu. . . . . .
İdris Destan hemen ona takılan adlardan söz etmeye kalktı. Ancak susturuldu.
Hasan Öğretmeni ben, Lüleburgaz Ortaokulu açıldığı yıldan (1939) beri tanıyorum. Bayramlarda yürüyüşe gittiğimizde Ortaokulla birlikte dururken bizim öğretmenlerle konuştuğu gibi bize de takılıyordu. Köylüm Emin Özdil'le konuşurken bana:
-Köylün tembel, matematik çalışmıyor! demişti. O öyle söyleyince Emin gülmüştü. Az sonra ise takıldığını söyleyip Emin'i övmüştü.
Bunları anımsayarak yattım. Çok değil dün Atatürk İlkokulu bahçesinde Lüleburgazlı gençlerle voleybol oynarken gördüm. Çok sevildiği söylenen Hasan Öğretmene bir yığın ad takılmış. İyi ki arkadaşlar İdris'i susturdular. Onun adları bir sıralansaydı, yarın sınavda bile gülenler olurdu. Nasıl sorular sorulabileceğini düşünürken uyudum.
9 Ağustos 1943 Pazartesi
Mustafa Saatçı soru soruyor ½ kaç eder? Sorusunu bir kaç kez tekraralayınca Sami Akıncı çıkıştı:
-Ne sorup duruyorsun kuzum? Bir şey etmiyor ki yanıt alamıyorsun. Mustafa Saatçı bu kez sorusunu 1/1 olarak değiştirdi. Değiştirince “Bir” sesleri duyuldu. Mehmet Yücel güldü:
-İmam Mustafa matematik sınavı için ısınma yapıyor. Hiç güleceği olmayanlar da güldü. Halil Basutçu Mehmet Yücel'e sordu:
-Böyle sayıları sayarak mı hazırlanıyor sınava? Mehmet Yücel.
-İmamlar böyledir, bir, iki, üç! derler dururlar. Bekir Temuçin yetişti:
-O senin dedikleri İmamlar değil kargalardır. Üçe kadar sayan kargalardır, Ahmet Haşim öyle yazıyordu. Bu kez de bu tür tartışmalara hiç karışmayan Emrullah Öztürk sordu:
-Kargalar üçe kadar sayar da İmamlar sayamaz mı demek istiyorsun yani? Mustafa Saatçı o tarafa bakıp:
-Ya sabır! çektikten sonra hiç ses çıkarmadan gitti.
Derslikte herkesin ağzı kapalı gibiydi. Bu kez de İdris Destan Emrullah Öztürk'e sordu:
-Sana ne oldu bugün? Pek açmadığın ağzını bir karış açıp İmama sataştın. Hangi dağda kurt öldü? deyince Abdullah Erçetin başta olmak üzere kalabalık bir grup güldü. Arkadaşlar gülünce bu kez de Halil Basutçu: Emrullah iyi bir zamanda konuştuğu için bakın ne güzel neşelendiniz, hadin uzatmayın da bu sabah da tadında kalsın! Mustafa Saatçı da:
-Benim payımı unutmayın, bu sabah sustum ama başka zaman hakkımı kullanacağım! Aferin, sabırlı İmam, Hoşgörülü Hafız! Sözleri arasında Arif Kalkan:
-O sabırlı olmasa 4 yıldır SS'den bu denli ustaca kaçabilir miydi? Baksanıza bunca ah, vah etmesine karşın kızla bir gün olsun kapıda bile karşılaşmadı. Demek ki sabırla bekliyor, ustaca kaçıp yakalanmıyor. Herkes güldü. Sami Akıncı Arif Kalkan'a sordu:
-Bu dediğin doğru mu? Mustafa, gerçekten o kızdan kaçıyor mu? Mehmet Yücel:
-Kaçmasın da ne yapsın çocuk? Okul yönetimi kız-erkek konuşmalarını yasaklamış. Konuşmadan bakmanın ne faydası var? Bakın göreceksiniz, arkadaş gelecek yıl SS okulu bitirdiği gün buradan otobüse bindirip götürecek! Kahvaltı zili çalarken Mustafa Saatçı, gözlerini sıralar üstünde gezdirerek:
-Ben sizden bunun acısını fitil fitil çıkartacağım, göreceksiniz! deyip kalktı.
Kahvaltıda da Mustafa Saatçı sözü sürdü. Böylece Matematik sınavı için ah vah etmeler bir süre ortadan kalkmış oldu. Bu nedenle bizim masa olarak Mustafa Saatçı'ya teşekkür etmeye karar verdik.
Derslikte sıkı tembihler yapıldı. Yapıldı ama kimseler doğru dürüst bir şey anlamadı. Sözde İsmet parmağının biri ile burnunun yanını iki kez kaşırsa o, iki sayılacakmış. Mehmet Yücel “Ihı!” deyip boğazını temizlerse, olmaz demekmiş. Mustafa Saatçı yana yakıla ayna aradı. Sami'nin yaptıklarını aynadan izleyip gene ayna ile arkadaşlara ulaştıracakmış. Dersliklerin tavanlarıyla tabanların aynadan olması düşlendi. Derken salondan sesler geldi, tüm ortak düşler dağıldı.
Eğitimbaşı ile birlikte Ahmet Kun, Seyfi Çaçur Öğretmenlerle Hasan Bey dersliğe girdiler. Eğitinbaşı, sınav süresini, sorulardan bir tanesini seçme hakkımızın olduğunu anlattıktan sonra Hasan Öğretmene dönerek başıyla işaret etti. Hasan Öğretmen soruları ağır ağır okudu. Soruları yazınca bir kez okumamızı, yazmaya başlamadan soru sorulacaksa sorulmasını, ondan sonra konuşmalara izin verilmeyeceğini anımsattı.
Sorular:
1. Matematik derslerinde en çok başvurulan yöntemlerden biri “E. K. O. K”dir. E. K. O. K'nın tanımını yaptıktan sonra 24, 45, 60 sayılarının E. K. O. K sini bulun.
2. Ali ile Mehmet iki arkadaştır. Ancak kollarındaki saatleri bir gitmez. Ali'ninki günde 1. 1/2 dakika geri kalır, Mehmet'inki ise 2 . 1/2 dakika ileri, gider. Bu iki arkadaşın saatleri arasındaki farkın 20 dakika olması için kaç gün geçecektir. ?
3. E:B. O. B harfleri de matematik çalışmlarında çok geçmektedir. “E. B. O. B” Önce tanımını yapın sonra da 216, 90, 180, sayılarının E. B. O. B sini bulun.
4. 2000 tl. 3 kişi arasında yaşlarına göre bölüştürülecek, 2. cinin yaşı 1. cinin 1/3'ü, 3. yaşı ise 2. cinin ½ sidir. Her birine verilecek parayı bir denklemle gösterin.
5. Aralarında 120 km. olan iki atlı arkadaş buluşmak üzere karşılıklı yola çıkıyorlar. Biri saatte 4 km. öteki ise 6 km. gitmektedir. Kaç saat sonra kaçıncı km. de buluşacaklardır.
6. Bir dairenin çevresi 20 pi (3 141. . . ) olduğuna göre dairenin alanını bulun.
7. Bir annenin yaşının 1/3'nin 3 eksiği kızının yaşını verir. Kız 17 yaşında olduğuna göre anne kaç yaşındadır? Denklem kurarak gösterin.
8. IOOO dekarlık Enstitü çevresine tel çekilmek isteniyor. Çevre tam olmamakla birlikte bir kare olarak düşünülmektedir. Siz isterseniz bunu bir daire olarak da düşünebilirsiniz. Düşündüğünüz şekilde okul çevresine 5 kat tel çekilmek istense kaç metre tele gereksinim duyulacaktır?
9. Dik açılı bir üçgen çizin. Kenarlar üstünde, kenar karelerini gösterin. Fisagor teoremine göre hipotenüs üstüne çizilen kare alanı öteki iki kenar karelerin toplamına eşittir. Bunun doğruluğunu siz de ıspatlayın.
10. 778688 sayısını oluşturan (yaklaşık da olabilir) kare ve küp kök sayılarını formüllerini uygulayarak bulun.
Görüldüğü gibi on soru sorulmuştur. Siz, seçeceğiniz beş sorudan sorumlusunuz. Not değerlendirmeleri beş soruya göre yapılacaktır. Seçtiği beş soruyu yarım bırakarak öteki sorularda da yarım çalışma yapmış olanların beş soru dışındaki çalışmaları hesaba katılmayacaktır.
Not. 1. Kağıdı bitene kağıt verilecektir, 2. Tek kalan öğrenci yazmayı sürdürmek isterse izin verilmeyecektir.
Soruların yanıtları:
“E. K. O. K”İki ya da daha fazla sayma sayısının ortak katları arasında, en küçük olan sayma sayısına, verilen sayının EN KÜÇÜK ORTAK KAT (E. K.O:K) denir.
24 45 60 2
12 45 30 2
6 45 15 2
3 45 15 3
1 15 5 3
5 5 5
1 1
2X2X2X3X3X5=360. . . . . . 360/15= 24. . . . . 360/8=45. . . . . 360/6=60
Ali'nin saati günde 1 tam 1/2 dakika geri kalıyor. Mehmet'in ise günde 2 tam 1/2 dakika ileri gitmektedir. Bir günlük fark 4 dakika olduğuna göre 5 gün sonra fark 20 dakika olacaktır.
“E:B:OB” İki ya da daha fazla doğal sayının ortak bölenleri arasında en büyük sayıya, EN BÜYÜK ORTAK BÖLEN ( E. B. O. B) denir.
216 2 90 2 180 2
108 2 45 3 90 2
54 2 15 3 45 3
27 3 5 5 15 3
9 3 1 5 5
3 3 1
1
216= 2X2X2=8, 3X3x3=27, 27x8=216=2 üssü3X3üssü 3
90=2X3X3X5=90=2X3 üssü 2X5
180=2X2X3X3X5=4X9X5=180=2 üssü 2X3üssü 2X5
4. Birincinin yaşı temel alındığına göre:
x+ x/3+x/8=2000 1. X; 2. 3/2000=666 tl. 66, 5 kr. 3. 6/2000=333tl. 33'5 kr.
1. Kişi 1000 tl, 2. Kişi 666 tl 66'5 kr. 3. kişi ise 333 tl. 33'5 kr
5. 120 km. İki arkadaş 12 saat sonra 48. km'rede buluşurlar. Birinci 12x4=48, diğeri 12x6=62 km. yürümüştür. 4x+6x=120=10x=120 kısaltırsak, 12 saat çıkar. Saatlere göre paylar. 48 ile 62 olur.
6. Bir dairenin çevresi 20 pi ise. (20X3. 141kısa olarak) 20X3. 141=62. 820 çevre. tüm çap 20 ise yarı çap 10 olur. Öyleyse çemberin alanı:10X10=100X3. 141=314. 100 çıkar.
7. Bir anne yaşını 1/3 inden 3 eksik olan kızın yaşı 17'dir, annenin yaşı:x 1/3 -3=17 =17+3=20=x1/3=x=20+1/3= 20/1+1/3= 60 annenin yaşı 60 olur.
8-1000 hektarlık bir alanın çevresine gidecek tel? Kare olarak düşünürsek. Alan 1. 000000 m2 Kenarları 1000 metredir. 1000x4=4000x5=20. 000 metre tel gerekir.
Çember olarak düşünürsek, 1000000 m2 pi' sayısına (3. 14) e bölünük r(yarı çap )bulunur. 1000000/3. 14=318. 471. Bu sayının kökü 564'tür. 564x2=1128 dairenin çapıdır. 1128X3. 14=3541, 92 direnin çemberidir. 5 kat tel ise. 3541. 92 x 5=17. 709 metre tel.
9. [Bu sorunun yanıtı doğrudur. Ancak bilgisayarda çizme olanağı bulunamadığı için kare kökü formülleri buraya geçirilememiştir.]
10- 778688 sayısının küp kökü:92 sayısıdır. Kare kökü yaklaşık olarak 882'dir. (764 artık fark)
Soruların tümünü yapıp derslikte daha 5 arkadaş varken kağıtlarımı (2 kağıt) verdim. Kağıtları Hasan Öğretmen aldı, gülümseyerek:
-İyisin iyi! dedi. Bu söz bana büyük cesaret verdi. Çünkü Hasan Öğretmen ben yazarken uzun süre arkamda bir yerde durdu. Pencereden dışarı bakıyor gibi duruyordu ama yazdıklarımı da gözlediğini hep duyumsamıştım.
Sami de benden hemen sonra çıktı. Yavaşça:
-Çocukça sorular, beşini yapıp verseydim o saat çıkacaktım, gönül eylemek için hepsini yapmak için bekledim! dedi. Söylemedim ama hepsini yaptığım için içimde kuşkum vardı, o konuda yalnız kalmadığıma sevindim. Yaparken zaman zaman kaygılanmıştım. Ya Sami yapmazsa? deyip durmuştum.
Yemekte, matematikten konuşmak istemeyenler oldu. Salih Baydemir, Hilmi Altınsoy çok üzgündüler. Recep Kocaman bile hektar işinde şaşırdığını söyledi. Neden şaşırdı ben de bunu anlamadım. Hektar, 1000x1000=1000000 m2 düzgün bir alan. Dekarın 10 katı. Bizden 1000 dekarlık bir alan istendiğine göre hektarla bir ilgimiz yoktu. Söylendiği gibi daire olarak ele alacak olursak. Daire alanı r2x314=1. 000000 olduğuna göre r2= 1. 000000/3. 14=318471 yuvarlak olarak 320000, kare kökü 565m. daire şeklinin yarı çapı, 1130 m. çapıdır. 1130x3. 14= 3548. 20 m. x5=17741. 00 metre tel gider. Ben bunun kare şekline 20000 m olarak çıkarmıştım. Pi sayısının özelliği nedeniyle tam sayı çıkarmak kolay olmamaktadır.
Arkadaşlar matematik sözünden yılmışlar, kesilmesini istediler. Öğleden sonra bir yerlere gitmeyi konuşurken anımsattım. Biz Hasanoğlan'da konuşurken okul çevresini gezmekten söz ediyorduk. İdris Dağına tırmanırken Ergene Nehrine inmediğimize üzülüyorduk. İşte tam zamanı, akşama dek gider döneriz. Az ileride Yeni Bedir-Eski Bedir arası yol var. Eski Bedir'e uğramadan nehir kıyısına inildiğini biliyorum. Herkes sevindi:
-Ergene'ye inmesek bile gezmiş oluruz! Dersliğe dönünce duyuruldu. Oldukça kalabalık bir grup oluştu. Çalışma zili çaldıktan sonra gitmek üzere anlaştık. Okul çıkışında dikkat çekmemek için aralıklı zamanda çıkmaya karar aldık. Satranç oyuncularının yanına indim. Şevki Aydın oradaydı. Elimi tutarak bana:
-Gel seni bir yenivereyim! dedi. Gerçekten yendi ama zil çaldıktan sonra bile bir süre direttim. Yukarı çıkınca arkadaşların gittiğini öğrendim. Yalnız olarak yola çıktım. Artezyen yanında buluştuk. Levhadaki Nejat İdil adının daha büyük yazılması istendi. Birileri de:
-Müdürümüz Nejat idil, seni hiç unutmayacağız!” dedi. Şimdiki müdürü de övenler çıktı. Herkes bir öğretmeni anlattı. En çok adından söz edilen Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen oldu. Özellikle Salih Ziya Öğretmenin Alpullu'daki bahçe çalışmalarımızda bizimle candan ilgilenmesi, şakalaşması; tüm derslerimiz için sorulan soruları yanıtlaması saygıyla anıldı. Ayırdında olmadan kendimizi Eski Bedir yanında bulduk. Nehir kıyısına inmek kolay oldu. Ancak umduğumuz gibi akar su bulamadık. Sefer Tunca:
-Ah ah, canım Meriç! deyince İsmet Şeytan Deresini övmeye başladı. Köy kıyısından geçerken köpeklerle karşılaştık. Bir köpeğin arkasında dört beş köpek dolaşıyordu. Köpeklerden korkan arkadaşlar tavır almaya kalkışınca uyarmak zorunda kaldım:
-Dişi köpek saldırırsa tüm köpekler vahşileşir. Öndeki köpeğe sataşılmazsa öteki köpekler üstüne bassan kıpırdamazlar. Köpeklerin yakınından geçtik. Ancak, köpekler üstüne yapılan konuşmalar bazı arkadaşların neşesi kaçırdı. Bu arada bir de kuduz köpeklerden söz açıldı. Kuduz köpeğin böyle sürü arasında gezmediğini anlattım. Buna karşın:
-Tam kuduza dönüştüğü zamana rastlanmaz mı? türü sorular da soruldu. Özellikle Hasan Üner ummadığım bir köpek ürküntüsü gösterdi. Bir ara İsmet'in Hasan'ın arkasından:
-Hav, hav, hav! demesi Hasan'ı zıplattı. Bir süre başkaları da bir birlerine aynı sesleri çıkardı. Suya indiğimizde, küçük çocuklarla karşılaştık. Kimisinin altları çıplaktı. Arkadaşlar onları göstererek:
-Senin bu durumunu biliyorum! gibi yakıştırmalar yaparak bir birlerini kızdırdılar. Bizi görünce köyden ilgilenenler oldu. Okulu hemen hemen hepsi biliyor. “Köyümüz yola sapa düştüğü için görüşemiyoruz, ama biz sizi biliyoruz bizden de gidecek çocuklar var, bu yıl birkaç çocuğumuzu yollayacağız!” dediler. Dönüşte oldukça kalabalık köylülerle karşılaştık. Pazardan dönüyorlardı. Pazardan dönen köylü kadınlar arkadaşların dikkatini çekti. İki ya da üç kadın konuşa konuşa Lüleburgaz'dan dönüyor. Onların satmak için götürdüklerini pazarda bağıra çağıra pazarlık ederek sattıklarını anlattım. Dönüşte artezyende bir süre daha oturduk. Paydos zili çalınca küçük gruplara bölünerek okula döndük.
Matematik de geçti. Sırama oturunca çarşamba gününü düşündüm. Tabiat Bilgisi-Fizik. Bu derslerin sınavı nasıl olacak acaba? Onlar da yazılı olsa! Derken Sami Akıncı aynı sözleri söyledi:
-Yazılı sınavları daha çok seviyorum, hepsi yazılı olsa! Tüm arkadaşlar aynı konu üstünde konuşmaya başladı. Ne var ki, konuşmalar uzadıkça yazılının sözlüden daha tehlikeli olduğu ortaya çıktı. Örneğin sözlüde sorulan soruyu yanıtlarken küçük bir uyarmadan yararlanıp düzeltme olanağı varken yazılıda yazıp geçiyorsun.
-Şevki Aydın beni çağırdı, hazırladığı mandolin grubunu benim de dinlememi istedi. 20 kişilik bir grup. Ayrıca keman çalışanlar var. Kemancılardan Doğan Güney'le İlyas Özcan'ı tanıyordum. Onlar oldukça ilerletmişti. Özellikle Doğan'ın zor notaları bile çıkardığını biliyordum. İlyas daha çok şarkıları, türküleri çıkarmaya çalışıyor.
Mandolin grubundakilerin çoğunu daha Hasanoğlan'daki çalışmalarda tanımıştım. Aralarında sonradan mandolini bırakanlar olmuştu. Onların katılmasına sevindim. Grupta Cavit Kafkas, Hasan Çetin, Mehmet Özeren, Mehmet Karakoç, Vehbi Dinçer, Şerif Özvardar, Haşim Nehir, Hasan Gülümser, Hasan Arabacı, Fahrettin Şen, Mehmet Aydemir, Ahmet Baştürk, Ahmet Has, Mürsel Dilek, Numan Bayazıt, Hasan Akyol, Rıdvan Ateşer, Rafet Kurşun, Kamil Varlık, Ahmet İnal var. Bunların çoğu ile Hasanoğlan'daki Kepirtepe binasında aylarca birlikte çalışmıştık. Ayrıca aralarında Edirne'den bu yana konuşmuşluğum olan Cavit Kafkas'tan başka karşılıklı şakalaşmalarından tanıdığım Kamil Varlık, Hasan Arabacı, Numan Bayazıt gibi neşeli, Hasan Gülümser gibi candan arkadaş olanlar da var. Şevki Aydın'ın beni onlarla çalışmak üzere seçmesine sevindim. Zaten çalışma sürekli de değil. O, kendisi kemancılarla ilgilenirken ben mandolincileri gözetleyeceğim. Hemen çalışmaya başladık. İçlerinde Mehmet Aydemir biraz gürültülü çalışmakla birlikte özellikle kulaktan kapma parçaları oldukça doğru çalıyor. Ben mandolincileri gözlerken bir yandan da kemancıları izledim. Kemancılar titiz olarak metot çalışması yapıyor. Kemanı bıraktığıma üzüldüm. Kemanın içerdeki sesi (Oda içinde) öteki seslerden daha güzel. Şevki Aydın Doğan'ın yay çekişini beğendiğini söyledi. Doğan okula geldiğinden beri keman çalışıyor. Ancak müzik dersleri boş geçtiğinden o da işi sıkı tutmadı. Ben bir yandan bunları düşünürken bir yandan da dağınık çalışanları izliyorum.
Yemek zili çalınca toparlandım. Şevki Aydın geldi:
-İşte bu kadar! dedi. Sıkılıp sıkılmadığımı sordu. Sıkılmadığımı, arkadaşların düzenli çalıştıklarını söyledim. Çoğunun da daha önce başlayıp bırakanlar olduğunu o nedenle bu kez işi sıkı tuttuklarını söyledim. Yarın öğleden sonra çalışmak üzere ayrıldık.
Dersliğe gidince mandolin çalışmalarını duyan arkadaşlar ilgiyle sordular:
-Biz katılamaz mıyız? Şevki Aydın'a sormalarını söyledim. İdris Destan, Abdullah Erçetin, Sefer Tunca, Ahmet Güner. Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu, Hüseyin Serin, Recep Kocaman, Kadir Pekgöz, Hasan Üner katılmak istedi. İsteyen sayısı on olunca bu kez de ben, ayrıca birlikte çalışmamızı önerdim. Şevki Aydın, mandolinleri verirse kendimiz çalışabiliriz. Ancak bir koşul koydum:
-Şevki Aydın'a bu öneriyi arkadaşlar kendileri götürecek. Arkadaşlar aralarında konuştular, Sefer Tunca ile Arif Kalkan gidip Şevki Aydın'dan izin aldılar. Tek koşul, mandolinleri ben teslim alıp gene ben teslim edeceğim. Severek yapacağımı söyledim. Şevki Aydın beni çağırdı, her gün olan mandolin grubunun çalışmasını bir gün aralı olarak değiştirdi. Böylece kendisi de ilgilenebilecek. O, öyle dedi ama ben, bu işi kendinin ele almak istediğini anladım; ayrıca buna da sevindim. Böylece çalışma da yarım güne (Öğleden sonrası) uzamış oldu.
Derslikte de yeni bir konu çıktı:
-Öğretmenler mandolin öğreniyor! Halil Basutçu sordu:
-Şimdiye kadar neredeydiniz?
-Zararın neresinden dönülse kar sayılır!
Yemekte; müzikten yemekten, Ergene'den Eski Bedir-Yeni Bedir'den söz ederken Recep Kocaman aklından çıkaramadığı sabahki soruyu sordu. “Okul çevresi 1000 dekar mı hektar mı? Dekar olduğunu söyledim. Bu kez de masadakiler hektar, dekar dile ikiye bölündü. Bir çok konuda olduğu gibi tartışma, dersliğe dönünce Sami Akıncı'ya soruldu. Sami Akıncı'dan ters bir durum beklemiyordum, ilgilenmez gibi durdum ama konuşmasını duydum. Dekar dediği gibi, yaptığı hesabı da anlattı. Bin metre kare bir dik dörtgenin alanı, karenin bir kenarının karesi olduğuna göre kökünü alırız! deyince güldüm. Bana inanmamış olanlar şimdi ne diyecekler. Bu kez de ben Sami’ye sordum:
-Dekarın alanını daire olarak düşünürsek ne yaparız? Sami onu yapmadığını ama yapmış olsaymış ne yapacağını anlattı. Dairenin alanı küçük r2x 3. 14 olduğuna göre bunu çözer dairenin çapını bulunca bunu da pi sayısıyla çarpar çevreyi buluruz! Arkama yaslanıp güldüm.
-Bize okutulması istenen bilgilerin ne kadarı okutuldu? Bunu bilemiyoruz. Okutulan bilgilerin ne kadarını aldık? Bunu öğrenen olacak mı acaba? Öğretmenlik Bilgisi Öğretmeni olan Okul Müdürü derslerinde aylarca tembihlediği halde kendilerine verilen müfredat proğramını açıp okumayan, bunca tarım çalışmalarına, konuşmalara karşın dekarla hektarı ayıramayan, dairenin çemberini, alanını bulamayan öğretmenler öğrencilerine ne öğretecek acaba? Arkadaşlar hep köylerden gelmiş, bu nedenle köylere gidip öteki öğretmenlerden daha başarılı olacaklarmış (!) Bizim arkadaşların çoğu bunu yapacak durumda değil. Bugün köyde gördük, çoğu “Yalık Köpek” olayını bilmiyor. Öteki köy gelenekleri, köy işleri düzenleri üstüne de bilgileri yok. Yusuf Asıl'ın köyüne gittim. Yusuf o köye giderse çocukluktan kolay kolay kurtulamayacaktır. İsmet'le Kadir'i de biliyorum. İdris Destan'ı da köyünde gördük. Bilgi üstünlüklerini gösteremezlerse kesinlikle köyde alay konusu olurlar.
Arkadaşlar, sanıyorum köylerine tatilde gittikleri gibi gideceklerini sanıyorlar. Oysa okul açılınca, Gezici Başöğretmenler, Müfettişler başlarına üşüşecek, onu bunu soracak, yasaları önlerine koyup görev isteyecekler. Fettah Biricik hala yapamazsam ne isteyecek ki benden? diyor. Sen yapamazsan, o köyü sana bırakırlar mı? Bir başka köye gönderirler. Orada da yapamazsan öğretmenlikten çıkarırlar. Arkadaşların bir bölümü bunları hiç akıllarından geçirmiyorlar. Örneğin köyde ilk karşılarına bu tarla ölçüleri gelecek. Pancar ekilen yerlerde dekar, öteki yerlerde dönüm konuşulmaktadır. Bir çok yerlerde hala okkadan söz ediliyor. Endaze, şinik ölçü olarak söyleniyor. Doğumlar da öyle, yaşlılar 1328, 13 12, 1301'liyim deyiveriyor. Balkan Savaşı 1328, Plevne bozgunu 1293 diyor. Bunları günümüz tarihine çeviremeyen öğretmeni bizim kahvede düşünüyorum. Sanırım köylüler gülmekten altlarını ıslatırlar. Bunu arkadaşlara anlattığımda Fettah Biricik bana:
Merak etme biz, sizin köye gitmeyeceğiz! dedi. Kendi köylülerini kendisi gibi sandığı belli. Ya yolu bir başka köye, bizim köye değil, Hamitabat'a, Büyük Manika'ya ya da Kızılcıkdere'ye düşerse ne kolacak?
Bunları düşünerek Tabiat Bilgisi Dersi konularını gözden geçirdim.
Seyfi Çaçur Öğretmenin dersinde tuttuğum notları okudum. Geçen akşam geldiğinde de Seyfi Çaçur Öğretmen anımsatmıştı:
Fizik okutulmadığına göre biz de daha çok okuduğumuz konuları sorarız! demişti. Dünyanın oluşumu, dünyanın geçirdiği evreler, Karalar, denizler, bitkiler, yer yüzü şekilleri, dağlar, nehirler, yanardağlar, göller, b uzulşlar, çöller. Dünysnın şekli, enlemler, boylamlar, kıtalar, üstündeki ırklar, bitkisel dağılımlar. Ülkemizin dünya üstündeki yeri. Dağ yükseklikleri, denizlerin derinlikleri, iklimler, yurdumuzun iklimi, etkin, etkin olmayan yanardağlar. Belli başlı boğazlar, yapay boğaz ya da kanallar. . . Enlem- boylam bölümünden başladım. Haritalar kaldırılmıştı, ancak kapı arkasında sarılmış duruyordu, kalkıp birini açtım. Ben haritaya bakarken ilgilenenler çoğaldı. Enlemlerin, boylamların sayılarına bakıp oturdum. 36-42 enlem, 26-44 boylam arasına bakıp bilgimi tazeledim. Haritayı anımsatmam bir bakıma iyi oldu arkadaşların çoğu uzun zaman dersle ilgili konuları tekrarladılar. Bana teşekkür edenler bile oldu.
Yatınca bir süre yüksek dağları, büyük nehirleri anımsamaya çalıştım. Amazon, Kongo, Nil, Missipi, Volga, Tuna yanında Everest, Elbrus, Klimenjero, Ağrı, Montblanc tepelerini düşündüm. Etna, Vezüv yanardağlarından başkasını anımsayamadım.
10 Ağustos 1943 Salı
Bu sabah ilk kez bir işbirliğinden söz edildi. Mandolin grubuna katılmayanlar da katılacak olanları övdüler. Katılacak olanlar da, tanıdıklarından mandolin bulup daha fazla çalışma olanağı aradıklarını söylediler. Gruptan alınacak mandolinleri hemen geri vermek zorunluğu var. Çünkü o çocuklar sürekli çalışıyorlar. Oysa canı istedikçe eline mandolin alanlardan sağlamak daha çıkarlarına olacak. Kendi mandolini olan otuz kadar öğrenci sayıldı. bunların hemşerileri araştırıldı. Hilmi iki arkadaşa, Mehmet Aygün bir arkadaşa söz verdi. Mehmet Yücel:
-SS'nin de mandolini varmış, Mustafa Saatçı'dan izin isteyin! deyince yumuşak hava birden bozuldu:
-Kim dedi onu? Kim dediyse çıksın ortaya! Mehmet Yücel'in dediğini herkes bildiği halde kimse tınmadı. Derslikte de bir süre “Kimdi? Soruları dolaştı. Halil Basutçu sordu:
-Kimdi, kimdi? diye sorup duruyorsun, onu soracağına bak mandolin arayanlar var, söyle o dediğine de mandolinini versin bir kaç günlüğüne! Mustafa Saatçı Halil Basutçu'ya dik dik baktıktan sonra:
-Ya, öyle mi? Ben gidip mandolin isteyeceğim ! Gözünü göstererek:
-Sen de mi Brütüs? dedi. Gülenler oldu. Bekir Temuçin, ”Sen de mi Brütüs ? sözünün yerinde kullanılmadığını öne sürdü. “Gölge etme başka ihsan istemem!” demen gerekirdi! dedi. Olay iyice karıştı. Sefer Tunca sözü iyice başka tarafa çekti:
-Bırakın arkadaşlar, üstelemeyin, arkadaş gidip o kızdan mandolin falan isteyemez! Bu kez de mandolin yanına katılan “Falan” sözünün anlamı soruldu.
Kahvaltı zili çalınca Mehmet Yücel'le Mustafa Saatçı'nın elele yemekhaneye gittiği görüldü. Kahvaltı ederken Mehmet Yücel'in kardeşi Namık Yücel bizim masaya gelip bana, iki mandolin bulduğunu söyledi. Mandolinleri Recep Kocaman'la Kadir Pekgöz için ayırdım. Recep çok sevindi. Nedenini açıkladım:
-Ötekilerin daha çok hemşerileri var, onlar kendileri bulur.
Atölyede sıralara başladık. Halis Öğretmen bu kez sıra sayısını 30'a çıkardığını söyledi. Arkadaşlar, önce de 15 sıra dediğini anımsattılar. Halis Öğretmen:
-Öyle mi, ben karıştırmış olacağım, deyip 100 yeni öğrenci alınacağını tekrarladı. 15 sıra sizden kalsa 35 sıra daha yapılması gerekir. Gülümseyerek:
-Belki 90 öğrenci alınır, biz 30 sıra yapalım!
Sıra çizimlerini çıkarıp birlikte baktıktan sonra işbölümü yapıp kereste yığınlarına çıktık. Üç tür parça seçeceğiz; 20 cm., 25 cm.'lik (2 cm kalınlık) tahta ile 4x6 cm. 'lik lata. Amacımız parçalardan yararlanmak. Beton kalıplarda bile kullanılmış olsa 50 cm. ile 100 cm. boyundaki parçaları seçip ayırdık. İşbölümünü Salih Baydemir yaptı. Salih'in:
-Lataları Küçükler (Hasan'la Yusuf için) seçsin! demesi kısa bir tartışmaya neden oldu. Özellikle Yusuf Asıl sözü uzatınca Mehmet Aygün'le Recep Kocaman'ın:
-Biz seçelim! önerisini yapınca Küçükler, söylenerek kereste yığınlarına yöneldiler. Kereste seçimlerinde kalıplarda kullanılmış tahtalara dikkat ediyoruz. Çimento bulaşığı olanları seçmiyoruz.
Öğleyi parça seçerek yaptık. Yemekte Yusuf Asıl Salih Baydemir'e teşekkür etti. Çünkü onların seçtiği parçalar, eski parçalar arasında çok az bulunduğundan yeni demetlerden alıp çabucacık kestiler.
Yemekte, bizim takımın marangozluk işlerinden söz etmesini eleştiren Hilmi Altınsoy, kendisinin katılacağı konuların konuşulmasını istedi. Geçmiş sınavlardan söz edilmemesi için daha önce karar alınmıştı. Mehmet Aygün yemeği göstererek:
-Öyleyse mercimekten, bulgurdan söz edelim, deyince Hilmi çok tekrarladığı bir sözü söyledi:
-Oh yaaa, verdiğim sözü tutacağım: Tam bir yıl mercimek yemeyeceğim! Hüseyin Orhan:
-Yaşam boyu demiştin! Hilmi:
-Yok arkadaşım, yaşam boyu olur mu? Öyle demişsem sözümü geri alırım. Sağ olursak bir birimize gelip gideceğiz. Mehmet Aygün'ü göstererek:
-Bu arkadaş geldiğinde özellikle ona mercimek yedireceğim için öyle dememem gerekirdi.
Mercimekten bulgura geçildi. Recep Kocaman matematik sınavındaki sorudan söz ederek: Okulun sahiden 1000 dekar toprağı olup olmadığını sordu. Recep onu sorunca benim çoktandır beklediğim bir konu ortaya gelmiş oldu. Geçen gün Eski Bedir'den dönüşte düşündüklerimin biri de buydu. Okulda tarlalar sürülüyor, sebzeler ekiliyor, fidanlar dikiliyor. İyi ama ne kadarı tarla? Ne kadarı bahçe? Ne kadarı mera? Bunlardan söz eden yok. Geçen yıl derslikte birlikte okuduğumuz bir yazıda Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsünde kireç yakıldığıunı, tarla sürüldüğünü, koyun, sığır beslenip sağıldığını öğrenmiştik. Kızılçullu Köy Enstitüsü'nün de uzak yerlerde bahçeleri olduğunu, öğrencilerin oralara gidip çalıştığını arkadaşın mektuplarından okumuştum. Hasanoğlan'dan döndükten sonra bizde de benzer çalışmalar hızlandı. Geçen güz bu çalışmaların içindeydik. Kış boyunca, bahar aylarında ekimlere, dikimlere katıldık. Ne var ki nereye ne kadar fidanın dikildiğini, nereye ne kadar tohumun ekildiğini kimse konuşmuyor. Oysa bunların hepsi yazılı, sık sık gittiğimiz Tarım binasında özel dolaptaki defterlerde bunlar var. Hepsi değilse bile bir bölümü Tarım nöbeti tuttuğunda en az bir hafta orada kaldı. Bunları açıp okuyanı duymadım. Nöbet tutanlar ya bal yediğini ya da gizlice bal çaldığını anlattı. Ötekiler de orada yalnız kalınca sıkıntıdan patladığından yakındı.
Arkadaşlar beni ilgiyle dinledikten sonra bir öneride bulundular.
Öğleden sonra nasıl olsa boşuz, Tarım binasına gidip bu dediklerini öğrenelim. Bunun kolay olduğunu, öğretmenlerin hangisinden istesem izin alabileceğimi söyledim.
Yemekten sonra Hasan Üner'le çekişmeli bir satranç oynadık. Fevzi Üner akrabası olan Hasan Üner'e yardım etti. Fevzi de güzel oynayanlardan biriymiş bunu da öğrendim. Yenildiğime üzülmedim.
Tarım binasına gitmeyi konuşmuştuk ama bizim mandolin çalışmamız vardı, unutmuşum, arkadaşlar mandolinlerini almış, alt kata inmeye başladılar. Tarım Binasına gitmeyi yarına bıraktık.
Grubumuz tam oldu. Sesimizi duyan Şevki Aydın da geldi. Arkadaşlara takıldı:
Hepinizin boyuna göre çalgılar var ama onlar şimdi elimizde yok. Ankara'ya gelirseniz o da olacak dedi. Tüm mandolinlerin akordu yapıldı. Önce arkadaşlar ayrı ayrı çalıştılar. Şevki Aydın bizimle kalınca ben de bir mandolin alıp çalışmalara katıldım. Abdullah Erçetin, İdris üçümüz birlikte Menekşe Buldum, Hoş Bilezik, Manastır, Timurağa parçalarını çaldık. Ben Hidayet Gülen Öğretmenden öğrendiğim Kafkas Dansını çaldım. Şevki Aydın mandolin çalışımı da beğendi. Mandolin çalıştığımız koridor okul kileri denilen alt kat depo önündeydi. Depoya birşeyler gelince gelip gidenler oldu, erken paydos etmek zorunda kaldık. Dersliğe dönünce öteki arkadaşlardan bazıları, Hilmi Altınsoy, Mehmet Aygün, Recep Kocaman, Harun Özçelik Tarım binasına gitmemizi istediler. Gittiğimizde Besim İyitanır Öğretmenle karşılaştık. Ben olayı anlatınca Besim Öğretmen gülerek:
Günaydın beyler (!) dedikten sonra da:
Daha doğrusu, ”Sabahlar hayırolsun!” demem gerekiyor. Gene de çok geç sayılmaz, dosyamız içerde! diye parmağıyla gösterirken bana:
Sen yazmıştın değil mi? Neden söylemedin?
Dolabı açıp büyük defteri çıkardım.
Ekilen Tahıl: Buğday, yulaf, mısır, arpa,
Sebzeler: Bakla, mercimek, soğan sarımsak, biber, patlıcan, domates, patates.
Kiloları:
Buğday: 200 kg.
Yulaf: 200 kg. ,
Mısır: 100 kg.
Arpa: 200 kg.
Bakla: 100 kg,
Mercimek 150 kg.
Sarımsak: 100 kg.
Soğan 100 kg.
Patates: 200 kg.
Ötekiler fide olarak 10'ar kasa.
Arkadaşlar, kendi aralarında çokmuş, mokmuş derken Besim Öğretmen gene gülerek:
Döküp saçtıklarımızı öğrendiniz. Önemli olan şimdi ne topladığımızdır. Ekilenlerin en verimsizi bire on olmalıdır. Sizin köylüler bunu beklerler. Oysa biz daha sağlıklı iş görüyoruz bire yirmi olmazsa emeklerimize acıyacağız, denediğimiz yöntemlerin daha iyisini deneyeceğiz. Elimizdeki notlara göre sıra ile okuduk:
Buğday 200; 10 katı 2000, iki ton. Besim Öğretmen tıpkı köylüler gibi başını atarak:
Çıhık (yaklaşık olarak) dedi. Ötekilere “Eh!” derce başını salladı. Mercimek için “150!” denince bu kez yine “Ihı” deyip başını kaldırdı. Sonra da:
İşte öğrendiniz, bu sizin için yorucu bir iş değildi. İnsan konuk olarak gitse bile gördüklerini merak edip öğrenmelidir' deyip ayrıldı. Okula dönerken Mehmet Aygün yerlere çökerek güldü. Sorulunca da yanıt vermedi, vermeyeceğini söyledi. Sonunda dayanamadı, Hilmi Altınsoy'a söyleyeceğini bize de söyledi. Besim Öğretmen ekilenlerden bir buğdaya az dedi bir de mercimeğe. Mercimekten bıktığını söyleyen Hilmi'ye:
Geçmiş olsun, burada kalsaydın daha bir yıl yiyecektin! diyecekmiş.
Gülüşerek dersliğe dönünce arkadaşlar neşemizin nedenini sordular. Her birimiz olayı kendi açımızdan anlattık. Verilen rakamlara çoğu şaşırdı. 2 ton buğday ne kadar olur? Sorusu tartışma yarattı. 2 ton iki manda arabası değince şaşıranlar oldu. Bir tonu ben pancar taşırken öğrendim. Köyde manda koşan bir kaç aileden biri de biziz. Çok güçlü bir çift mandamız var. (Eski boğalardan) Manda arabalarına en az bir ton pancar konur. Onların araba serenleri ona göre yapılır. Serenler tepelenince (Pancar uçları seren üstüne çıkarak) kesinlikle bir ton gelir. Böylece bu yıl çıkacak buğday, en az iki manda arabası yükü. Arkadaşların bir çoğu bu konuşmalara da yabancı yabancı baktı. Yusuf küçüklüğünü öne sürdü, Mehmet Başaran evin den ayrı kaldığı için bu işleri bilmediğini söyledi.
Mehmet Aygün Hilmi'ye muştusunu verdi. Besim Öğretmen çıkacak 2 ton (Mehmet öyle söyledi) mercimeği az bulduğundan şimdiden 2 ton daha aldıracakmış. Hilmi şakayı anlamadan kendiliğinden göbeğini oynatmaya başladı:
Kalanlar düşünsün, ben gidiyorum. Şakalara karışmayan Sami Akıncı:
Duyduğuma göre bu yıl ilkokul bölümü açılacakmış. Bu bölümde çalışmak üzere uygun bir arkadaşımız okulda kalacakmış! deyince Sami'nin sözünü Hilmi'ye takılma olarak algılayanlar oldu. Oysa Sami'nin dediği doğruymuş, okula öyle bir yazı gelmiş. Şaka arasında söylendiğinden ortada kalmıştı.
Akşam yemeğinde bizim masaya Mehmet Pekgirgin oturdu. Konuşurken arkadaşlar bu uygulama okulu işini sordular. Mehmet Pekgirgin gelen yazıyı okuduğunu; gerçekte Hasanmoğlan başta olmak üzere tüm enstitülerde uygulama okulu olduğunu anlattı. Bundan sonra arkadaşlar Hilmi'ye takılmaya başladı:
Mercimekten kurtulamayacaksın! Hilmi, okumak istemediğine göre en uygun arkadaş olarak seçildi. Hilmi herkese yanıt vermeye çalışırken Eğitimbaşı dersliğe geldi. Neşeli olduğumuza sevindiğini söyledi. İsmet:
Yeni bir haber duyduk, bu konuda şansı olan arkadaşlarımızı şimiden kutluyoruz! deyince Eğitimbaşı da kutlamalara katıldığını ancak kutlama işinin neye dayandığını sordu. Uygulama okulu, denince de:
Ya, yaaa! deyip yazının içeriğini anlattı. Ardından da bu yıl 20 kadar öğrenci alınacağını sözlerine ekledi. Eğitimbaşı yarınki sınavın sözlü olacağını, derslikte hem yurt hem de dünya haritası bulundurulması, tebeşir, silgi gibi, gereksinimlerin hazır olmasını istedi. Nedense bu görevi de Harun Özçelik'e verdi. Eğitimbaşı gidince Uygulama Okulu öğretmen adayı hemen değişti. Harun Özçelik dile dolandı. Harun Özçelik'in Ayşe Hemşerinin kızı ile adı çıkmıştı, Eğitimbaşı bunu duyduğu için Harun'u göz altına aldı, diyenler oldu. Birileri de, göz altına alma değil, okulu bitirince davulların çalacağını muştuladı, dediler. Arkasından Fettah Biricik:
Siz insanı söyletirsiniz, sonra da söyledi diye sataşırsınız:
Adam kendisi evlenmeye çalışıyor, evleneceklerin karşısında olur mu? Mehmet Yücel:
Fettah'a kocaman bir aferin! İşte en doğrusunu arkadaş söyledi! deyince Bu kez de Arif Kalkan: Nihayet Fettah da anladı, sonunda şakanın, takılmanın şeklini öğrendi, deyince Sami Akıncı Almanca “Ende gut, alles gut!” sözünü ekledi. İsmet duramadı, tatsız bir benzetme yaptı:
-Mayıs böcekleri gibi... Onlar bile kokmuş nesneleri yuvarlaya yuvarlaya sonunda bir bilye düzgünlüğünde şey yaparlar! deyince Bekir Temuçin:
-Adını söyle şunun! diye yüksek sesle bağırdı! Fısıltılar başladı:
-B. o. k.
Ayıplayanlar oldu.
Yatarken tartışmalar uzunca sürdü. Söz döndü dolaştı, köylerdeki temizliklere dayandı. Son sözü Mustafa Saatçı söyledi:
Kestane kabuğundan çıkmış ama kabuğunu beğenmemiş! Birkaç kişi birden Mustafa Saatçı'ya çıkıştı:
Atasözlerini bozmadan söyle, Atasözleri, canının istediği gibi söylenmez, Doğrusunu öğren de öyle konuş!