Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

17 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 2. Kez Kepirtepe Köy Enstitüsünde

 

26 Ağustos 1942 Çarşamba

 

Belli tarihi olan günlerin ilk müjdecisi Bekir Temuçin oluyor. Bu sabah da o:

-26 Ağustos sabaha karşı-Topların çelik ağzı, çaldı bir hücum marşı! diye başladı. Araya söz karıştıranlar olunca sustu. Arkadaşların bir bölümü:

-Arkasını da getir! dedi ama Bekir küsmüş gibi:

-Arkasını, araya giren parazitler getirsin! deyip yürüdü. Bu kez de aynı kişiler sormaya kalkıştı: -Ne var bunda kızacak?Hasan Üner uyarı yaptı:

-Arkadaş gitti, arkadan konuşmayalım! Ali Önal sordu:

-Kim arkadan konuşuyor? Mustafa Saatçı:

-İzninizle arkadan konuşma hakkında açıklama yapabilirim! deyince, çıkmak üzereyken duraksadım. Mustafa Saatçı uzunca bir tür insan tanıtımı yaptı:

-Şişman, tirit, boğazına düşkün deyinde de kendisi gülmeye başladı. Anlaşıldı ki gerçekle ilgili bir şey söylemeyecek. Bir kaç kişi birden:

-Hadi oradan, zevzek İmam; kendi sözüne kendin gülüyorsun, ne anlamı kaldı söyleyeceğinin?diyerek çıkıştılar.

Yeni öğrencilerin eylül ortalarında geleceği söylentisi çıktı. Seçilen çocuklar burada olan ağabeylerine çağrı yazılarının geldiğini duyurmuşlar. Bunu duyunca bizim arkadaşlar, derslerin erken başlayacağı varsayımları üretmeye başladı. Nisanda kesilen dersler, bir ay erken kesildiğine göre, demek bu yıl dersler bir ay önce başlayacak!Halil Basutçu bu varsayımlara karşı çıkarak sordu:

-Hangi yıl böyle bir tamamlama düşünülmüştür?Mart sonunda dersler kesildi, Hasanolan’a gittik. 9. ayda döndük; bunun üstüne daha iki ay da tatil yaptık. Hangi eksikliğimiz karşılanmak istendi. Üstelik dersle de boş geçti! Sami Akıncı Halil’i destekledi

-Haklısın arkadaşım, büyüklerimiz bizi değil kurulmakta olan okulları düşünüyor. Bir an önce binalar yapılsın, ondan sonra dersleri düşünürüz!diyorlar bence. Eylül sonunda değil ekim sonunda derslere başlarsan gene karlı oluruz. Hiç değilse 7 ay ders görmüş olacağız!Fettah Biricik dayanamadı, yavaş bir sesle:

-Bu Sami'nin de aklı fikri derste!dedi. Dedi ama pişman oldu. Sami Fettah’a dönerek. Ben bir öğrenciyim, aklım fikrim derste; sen de bir öğrencisin senin aklın fikrin nerede?Lütfen onu da söyler misin?dedi. Fettah susunca da:

-Sen benimkini söyledin, çünkü benim ki ap açık. Sen kendininkini söyleyemiyorsun, öyleyse senin ki kapalı. Ne var ki senin kapalı sansığın niyetini herkes biliyor, yüzüne değilse bile arkandan söylüyorlar!Fettah neye uğradığını anlayamadı. Gülüşmeler arasında dağıldık. Biz İsmet’le Tarım barakasına koştuk. Öğretmenlerin kimi zaman tepeden inip kestirme geldikleri söylenmişti. Kahvaltıya gelmediklerini anlayınca öyle varsaydık. Ancak gelen olmadı. Öğretmenler biraz geççe geldi. Arkadaşlar toplanınca Salih Öğretmen duyuru yaptı: “Perşembe günü Arıcılık öğretmeni Mehmet Salih Arı Öğretmen gelecek, kovandan petek alma, kovan değiştirme uygulaması yapılacak. Not yazdırabilir, bu nedenle kalem defter bulundurulması istendi. Besim Öğretmen arkadaşları aldı gitti. Salih Öğretmen öğleye dek bizimle kaldı, arılığın çevresini temizledik, su, boş kovan, kap kacak hazırladık. Biz bunları pek önemsemeden yaptık. Çünkü İsmet’lerde de biz de de kovan var, teknik olarak değilse bile az çok bilgimiz var.

Yemekte, arkadaşların yarını heyecanla beklediğini görünce şaşırdık. Öğleden sonra iki öğretmen de arkadaşlarla gitti, paydosta da gelmediler. Bize güvenleri olduğunu bildiğimizden aksatmadan işleri gördük, atları suladık. Paydosta İsmet gitti, ben beklemek için feğil ama sanki bekliyormuşum gibi kalıp akordiyon çaldım. Futbol izleyenlerden bir gurup duyup geldi. Durumu sakıncalı gördüğümden, özür dileyip akordiyonu kapattım. Götürecekmişim gibi kapının önüne bıraktım. Aklımca şaşırtma da yaptım:

-Giderken götürüyorum!deyip içeri girdim. Çocuklar içerde iş yaptığımı düşünerek gittiler. Onlar gidince de ben futbol sahasına gittim. Zil çalınca oyuncularla birlikte okula döndüm. Dersliğe girince kendi kendime güldüm; ben bunları niçin yaptım? Kendim öyle düşündüğüm için. Andre Gide’in Nathanael’e söyledikleri de böyle kendi kendine düşünüp yapılan işler gibi konuşmalar olamaz mı?Ben bunların çok kolayını yapıyorum, o büyük bir yazar, karmaşık üşüncelerini benim anlayamayacağım konular içinde anlatıyor olabilir.

Akşam yemeğinde bizim masanın konusu yarınki arıcılıktı. Lüleburgaz’da kaldığımız yaz boyunca bitişik bahçeden Salih Arı Öğretmeni izlemiştik. Özellikle, Yusuf Asıl, Hasan Üner, Harun Özçelik, Salih Baydemir tüm yaz benimle birlikte o bahçede çalışmıştı. Onlar anılarını anlattılar, yarım söylediklerini biz tamamladık. Salih Arı Öğretmenin albubümlerini getirmesi, tüm bedenin arılarla sarılı olması, Peteklerle arılara Atatürk, İnönü yazdırmaları konuşuldu.

Yemekten sonra derslikte de aynı konu gece boyu sürdü. Yatarken bile arkadaşlar bir birine rüyalarında bal görmelerini dilediler. Ancak bu dilekten birileri hoşlanmadı:

-Rüyamda bal yanında arı görürsem o balı yiyemem. Varsın arıdan korkmayanlar öyle rüya görsün!” uyarıları sonunda dilekler değişti:

-Tüm arkadaşlara arısız, ballı rüyalar dilendi.

Yatınca ben gene okuduğum kitaba saplandım. İnsanlar nasıl etkileniyor:

-Önce ballı rüya dendi, bence bu güzel bir dilekti, bugün için bundan iyisi olamazdı. Ne var ki arıdan korkan arkadaşlar, haklı olarak düşüncelerini ortaya koyunca bir öncekinden daha akla uyan bir dilek ortaya döküldü. Demek bu iyi dilek, daha önce de yapılabilekmiş ama kimse üstünde durmamış. Bu düşünce daha da geliştirilip her zaman iyinin iyisi, onun da daha iyisi bulunabilir. Ancak yazarın sık sık aşktan söz edişi, buna karşı aşkı başka başka yerlerde arar görünmesi ilgimi çekti. Sevgilisini mi kaybetti?Yoksa karşısına sevecek ölçüde bir güzel mi çıkmadı?”Nathanael sevgilisi olabir mi?Ya Menalque kim?

 

27 Ağustos 1942 Perşembe

 

Abdullah Erçetin şarkı öylüyor: Vız, vız, vız, arılar uçar…. Aynı sözleri tekrarlayınca:

-Arkasını söyle de bu uçan arılar gitsin! sesleri çıktı. Arkasından gülenler oldu. Böylec yatarken bırakılan arıcılık konuşmaları kalkar kalkmaz gene konu oldu. Arıcılık tüm gün mü, yarım gün mü? “Tüm gün olsun”, diyenler gibi gülenler de çıktı:

-Yok, birer petek bal yedikten sonra Besim İyitanır Öğretmen; buyurun yataklarınıza dinlenin diyecek!deyip kahkahalar atıldı. . “Yok yahu, çocuklar zahmet etmesin petekleri onlara götürelim!” Mehmet Yücel:

-Olmaz, orada nöbetçi var benim balımı İsmet Yanar getirecek!Neyse şakalar burada kesildi. Bekledim bana da takılma olur, diye ama olmadı. Buna da sevindim. Şakalı konuşmaları sevmediğimden olacak hem o tür konuşmalar yapmıyorum hem de yapılmasını istemiyorum.

Kapıdan çıkarken ansızın Hamdi Bağ Öğretmenle karşılaştım, gülerek:

-Hala yatanlar var mı?diye sordu. “Yok!” dedim ama birden irkildim de, ya varsa! Ya öğretmen girip görürse? “Yanlış bir söz söyledim!” diye kendimi sıkarken öğretmen döndü:

-Sana inandım!deyip yemekhane tarafına yöneldi. Ben hemen tersgeri dönüp konuşanları uyardım. Gerçekten yatan yokmuş ama Hilmi Altınsoy, Ali Önol, Yakup Tanrıkulu, Abdullah Erçetin bir araya toplanmış gülüşüyorlardı. Ali Önol, elinde iğne ipikle düğme dikmeye çalışıyor; yanındakiler kızlara diktirmesini öneriyorlar. Bu arada hangi kıza vermesi gerektiğini tartışıyorlar. Kimi söyleseler Ali Önol karşı koyuyor. Tam yanlarına vardığımda biri :

-Sevim’e ver, Sevim’e dedi. Bu kez Ali Önal gülerek:

-O bize yüz vermez oğlum!dedi arkasından da o zaten düğme dikemez!”derken beni gördü. Ne düşündüyse ciddileşerek:

-Çekilin başımdan! diye yanındakilere çıkıştı. Hamdi Öğretmenin kapıdan döndüğünü söyleyip ayrıldım.

Kahvaltıda durup duruken Hilmi bana:

-Çocuğu korkutmuşsun, seni görünce ürperdi!dedi. Kimden söz ettiğini anlayamadım, sordum:

-Ali Önol!”dedi. Açıkladı:

-Tüm kızları saydık, neşeli neşeli gülerken seni görünce birden değişti. Bu kez de ben sordum:

-Benimle ne ilgisi var?Kızın, duyunca babasına söyleyeceğinden korkmuş olabilir. Kimin, hangi kızın? demeye kalmadı Hilmi:

-İlhan Görkey Öğretmenin kızı konuşuluyordu!”dedi. Az durdum:

-Ben mi, gidip Ali Önol’u İlhan Görkey Öğretmene söyleyecekmişim?Bunu o mu söyledi, yoksa sen mi yakıştırdın?Hilmi hık mık etti. “Dervişin fikri neyse zikri de o olurmuş”Senin gibilerin sözüne değer verip bir başkasına götürmeyi aklımın kenarından bile geçirmem. Hele kız konusunda bir babaya söz taşımak nasıl yapılır bunu düşünemem bile. Bunu ancak sizin gibi bu işlerin içine henüz girememiş çaylaklar yapar. Gerçekte yapamazlar da yapılacağını düşünürler. Baba Ali deyip alay ettiğiniz Ali Önal’ı ben kendime eşdeğerde arkadaş olarak bile almıyorum. Sen benim onunla oturup bir konuştuğumu ders ya da benzeri konuda tartıştığımı gördün mü?Hilmi sustu, özür diledi. Öteki arkadaşlar da biraz tedirgin baktılar. Bu bakışlar oldukça anlamlıydı. Küçük oldukları için kuşkusuz kendilerine pay çıkaranlar gibi “İyi konuşuyoruız ama acaba bu ilişkiler gerçekten içtenlikli mi?” sorusunu içinden geçirenler de oldu.

İsmet gelince ben kalktım. İsmet durumu bilmediği için bana:

-Dayı arkadaşları bal yemeye çağırdın mı?diye sordu. Ben de İsmet’e:

-Onlar bal yiyecekleri biliyordu. Ancak ben onlara, bal yemenin, daha doğrusu yenilen baldan tat almanın kuralları vardır, bu kurallara uyulmazsa güzelim tatlı bal yemesini bilmeyenlerin ağızlarını çok kez yakar!diye uyarılarda bulundum!dedim. Orhan’la Salih uyarım için teşekkür etti. Onlar da kalktı, yapılacak işlerden konuşarak Tarım binasına gittik. Öteki arkadaşlar da revirdekiler dışında, hepsi geldi. Bir süre öğretmenleri bekledik. Mustafa Saatçı dolapları göstererek, anahtarların bize verilip verilmediğini sordu. Gidip dolabı açtım:

-Kilitli değil ki anahtar verilsin!deyince herkes şaşırdı:

-Bal yemiyor musunuz?Mehmet Yücel bize yardımcı oldu:

-Yiyorlar, yiyorlar ama gene yemeleri için öğretmenler yenisini koyuyormuş!deyip gülünce sinirlenen oldu. Öğretmenler geliyor uyarısı konuşmaları kesti. Önce Salih Arı Öğretmen : “Günaydın!”dedi arkasından da sizi unutmadım, ballar daha olgunlaşsın diye bekledim, yaz sonuna doğru alınan ballar tam bal olur. Ballar da meyvelere benzer!deyip bizlere baktı. Sandalye hazırlamıştık. Salih Öğretmen sandalyeleri konacak yeri gösterdi. Öğretemenler oturdu, bir süre kendi aralarında konuştular. Mehmet Salih Arı Öğretmenin:

-Arıcılık bakımından Kepirte’nin ideal bir yer olduğunu, özellikle de bağların, bahçelerin gelişmesi sonucu burası Trakya’nın Arı pahitahtı olacak!dediğini duyduk. Bir süre sonra kalkan öğretmenler arıların yanına yaklaşıp arkadaşların duracağı yerleri gösterdilerArılarda hiçbir değişim durum gözlenmiyordu. Mehmet Salih Öğretmen gülerek:

-Arı milleti çok duyarlıdır, şimdiki sakinlik bekleme dönemidir. Onlar şimdi benim kokumu aldı, yapacakları tepkiyi kararlaştırıyorlar; az sonra tepki gösterecekler sakın şaşırmayın. Siz sakin durun, ben kendimi onlara tanıtırım, sonunda barış olacaktır. Tek yapacağınız onları görmüyormuş gibi hareketsiz durmaktır!”dedi. Gerçekten birden bire kovanlardan öbek öbek arılar çıktı, başlarımız üstünde öfkeli öfkeli vızıldamaya başladılar. Arkadaşlardan cesur olanlar ayakta durmaya çalışırken korkanlar oturmara başladı. Besim Öğretmen uyarıları tekrarladı. Bir ara kendi kulağına konan bir  arı görüldü. Besim Öğretmen yiğitliğini sürdürdü ama arı uçana dek arılı kulak yukarda olmak üzere öyle eğri durdu. Arkadaşlar gülmekten kendilerini alamadılar. Arı uçunca bu kez Besim Öğretmen kendini kahraman ilan etti. Kendisine gülenlere:

-“Gülme komşuna gelir başına!”derler, sizi de göreceğiz!deyip arıların içine sokuldu. Mehmet Salih Öğretmen beni çağırdı, kovanın birinin üstünü kaldırıp yanda hazırlanmış olan boş kovan altı üstüne bıraktım. Arılı kovan üstü yarısı ballı yarısı da boş kovan üstüne gelecek şekilde yerleştirince Salih Arı Öğretmen:

-İşte savaşın yarısı kazanıldı, Arı Beyi kendisine dokunulmayacağını anlayıp makamına çekildi. Onun bu sakin durumunu gören askerleri Beylerinin çevresinde toplanmaya başladılar. Açılan ballı alt kovandaki arılar hızlı bir şekilde boş tarafa geçti. Ben Salih Arı Öğretmenin karşısında dururken bu kez Salih Öğretmen beni göstererek:

-Babası da arıcıdır ama bu zahmeti göze alıp temiz bal alma yerine sepet kullanıp bu güzelim balı üreten arı ordusunun yarı yarıya ölümüne neden olur. İşte sepetle bu modern Arı Evlerinin farkı bu!dedi. Ben:

-Şimdi biz de böyle yapıyoruz, sepetten sandığa geçtik!”dedim. Salih Öğretmen:

-Nihayettttt! Yazık ki yıllardır edilen kayıpların haddi hesabı yoktur!

O kovanı olduğu gibi bırakıp üst uçta bir başka kovana geçtik. Nedense onda ilki kadar arı uçmadı. Arkadaşlar da daha sakin durdular. Onu daha çabuk boşalttık. Salih Arı Öğretmen bir olasılık öne sürdü:

-İlk arı, yeni bir aile olabilir. Belki bu ikinci eskidir. deneyimlidir. Bakalım peteklerinden belli olacaktır. Petekler daha renkli daha kahvrendi ise yaşlı arıdır!On dakika sonra iki arı da yandaki sandıklara geçti. Gerçekten ilk kovanın petekleri ak pak, 2. ninkiler daha kahverengi çıktı. İlk sandığı gerçek yerine aldık. İşlev olarakp eteklerin bozulmadan alınışını, gene bozulmadan korunuşunu gözledik. Bozulan peteklerin nasıl akıp boşaldığına da tanık olduk.

Paydos zili vurunca Salih Ziya Öğretmen gülerek:

-Bal tutmadınız ama bakışlarınıza bal bulaştı, parmaklarınıza da bulaşmasını hak ettiniz. Ancak onu uygun bir zamanda yapalım, böyle yemek üstü olmasın!dedi.

Arkadaşlar aralarında konuşarak yemekhane yolunu tuttular. Besim Öğretmenle Salih Arı Öğretmen de artkalarından gittiler. Biz, petekları kazan adı verilen dört köşe metal kaplara sıraladık. Gecikmeli olarak yemeğe gittik. Gider gitmez soranlar oldu:

-Siz neden geç geldiniz?Bal yediğimizi söyledik. Çoğu inanmadı ama sanki kendileri olsa yiyeceklermiş gibi tavır takınmaları ilginçti. Bizim nöbetimizin 3 gün sonra biteceğini, bizden arta kalacak bal olacağını anlattım. Salih Arı Öğretmen arımızın olduğunu söyledi, hepiniz duydunuz. Öyleyse, hiç değilse bal görmediği olmadığımı herkesin anlamış olması gerekir dedikten sonra; emanet edilen bir nesnenin yenmesini düşünemediğimi, bunun şakasının bile yakışıksız olduğunu anlattım. Şakadan bile olsa insan onu içine aldırıyorsa, yalnız olduğu bir zamanda neden yapmasın?Yapmaması olası mı? ya da yapmadığı kanıtlanabilir mi?Yemeğimiz balla başladı balla bitti ama sözler biberden acıydı. Bunu biraz da ben bilerek yaptım. Bizim masadakiler, kendiliklerinden değil, ötekilerden aldıkları kimi yavan sözleri bol bol kullanıyor. Özüyle söylenenlere katılmadıklarını biliyorum. Öyleyse kendi düşünceleri doğrultusunda gitme çabası göstersinler. 3 yıl önceki çocukluklarını günümüzde de sürdürmenin bir anlamı yok. 3 yıldır bu okulda okuyoruz; bunca yer gezdik, bir o kadar da insan gördük. İlk günlerin dar penceresindan bakmanın ne anlamı var?Bunu anlatmaya çalıştım. Yemekten sonra İsmet’le ikimiz önce ortalığı toplamak üzere Tarım binasına gittik. Arkadaşlar, zilden sonra geldiler. Arkalarından Bizim öğretmenler geldiArıcılık konusuna hiç değinmediler. Besim İyityanır Öğretmen üç gruba ayırdığı arkadaşlara grupların alması gerekenleri söyledi, çüval, tırmık, kürek. Arkadaşlar alacaklarını alıp gittiler. Arkadaşların öğleden önceki neşeleri yoktu. Biz bunu iyiye yormadık: “Bizden sonra birşeyler olmuş!”diyerek varsayımlar üretik, yorumlar yaptık. Hem konuştuk, hem çalıştık. Bir ara Salih Ziya Öğretmen geldi. Kendi kendine konuşur gibi, ama bize duyurarak: “Kim çıkarır bu tevatürleri, kim yapar bu yakıştırmaları?” dedi. Duymamış gibi sustuk. Bu kez bize dönerek siz duymadınız mı? Yoksa siz de üzüntüden mi sessiz duruıyorsunuz?”dedi. Benden önc İsmet sordu: “Ne oldu öğretmenim, biz burada kimseyle konuşmadık!”deyince Salih Öğretmen yok yok bu, bugünün sözü değil, bugün ayyuka çıkmış; sözde okul müdürü ayrılıyormuş. Yok böyle bir şey. Velevki olsa bile kalanlar, gidene takılacak değildir. Burası devlet kurumu biri gider biri gelir. Ancak şimdilik böyle bir durum yok. En azından biz bilmiyoruz. Ama arkadaşlarınız yasa boğulmuş durumda. Maazallah böyle bir durum olsa ne yapacaklar bilmem!Daha dün böyle bir haber yayılmış, nedense bizim dersliğe yansımamış. Bugün öğlede söylenti ayyuka çıkınca bizim arkadaşlar da etkisinde kalmışlar. Salih Öğretmen ayrılınca biz de yorumlara kalkıştık. Ben ikircil bir duruma girdim: Müdür Beyin ayrılışı yararıma mı olur zararıma mı? “Nasıl olsa gidiyoprum!”deyip defterimi verir mi, yoksa gelen kararını versin!”deyip ona mı bırakır?”Ne var ki bu Müdür beni iyi tanıyordu, gelecek olan gelir gelmez böyle bir durumla karşılaşınca acımasızca ceza verebilir. OkulMüdürümüze olan sevgimden çok bu olaya takıldım. Herkes gibi üzgünüm ama neye üzüldüğümü tam olarak ben, kendim de kestiremedim. Her kafadan bir ses çıktı, akşam yemeğinde salt Nahide Öğretmen vardı. O da başını kaldırıp bakmadı bile eğlence gecelerindeki gürültüler benzeri bir akşam yemeği yendi. Derslikte aynı durum sürdü. Olayın nereden duyulduğunu sordum. Öğle yemeğine giderken duyulmuş. Yemek boyu tüm masalarda bu konuşulmuş. Bir raslantı, bizim masada benim konuşmamın etkisiyle ortaya getirilmemiş. Ancak yemekten sonra derslikte olan olmuş. Bir grup gidip kendisinden sormaya kalkışmış, Müdür Bey olmadığı için, öyle kalmışlar. İlhan Görkey Öğretmene gitmişler, o da:

-Ben de sizden duydum, bu bir yakıştırmadır ama hepimizi üzdü!deyip sözü kesmiş. En sakin bizim masa, öylece durup bakıştık.

Derslikte de Halil Basutçu:

-Yalansa seviniriz, giderse gitme diyecek gücümüz yok. Geçen bir yıl ayrı kaldık, katlandık, zaten daha bir yıl buradayız; ona da katlanırız!deyip rahat görünmeye çalışıyor. Ben zaten ikircil durumdayım. Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk bizi gözlemişler. Bizi biraz rahat görünce döndüler bizimle konuştular. Yat ziline dek çok değişik varsayımlar ortaya atıldı. Bu arada Hasanoğlan’daki Çoban Mehmet olayı gene ortaya getirildi. Gelen Müdür bize sert davranırsa gene öyle yaparız! diyenler oldu. Diyenler gerçekte “Höt!”dense sinen tür mıymıntılar, onlara yanıt verilince bu kez karşılıklı atışmalar oldu. Yat zili çalınca konuşmaktan yorulmuş olanlarla, kulakları sesten uğuldayanlar birer ikişer yataklara serildi. Ben yatınca bir süre düşündüm. Bu benim sorunum olmamalı. Devletin okulu; devlet okulunun müdürünü değiştirir. İki yıl önce arkadaşlar mektuplarında yazdı; Eskişehir-Çifteler müdürü değişti. Bir ay önce Veli yazdı, (Kayseri-Pazarören)onların müdürü de değişmiş. Bilmiyoruz, belki başka okullarda da değişikllikler vardır. Kendime üzüntü yapmamaya karar verdim.

 

28 Ağustos 1942 Cuma

 

Zilden önce uyandım, on dakika var. Sessizce uyandım. Erken kalkmak için nedenim var. Öğretmenlerle karşılaşırsam: “Tarım barakasında nöbetçiyim!” Kimseyle karşılaşmadan gittim. Zil çaldı. Az durduktan sonra geri döndüm. Dersliğe girmek istemedim. Bir işim varmış gibi mutfağa girdim çıkım. Nahide Öğretmen geldi: “Nöbetçi misin?”diye sordu. Tarım nöbetçisi olduğumu söyledim. Nahide Öğretmen bu kez tarım nöbetlerinde neler yaptığımızı öğrenmek istedi. Atları sulamaktan, arılara su koymaktan söz edince güldü: “Atları anladım ama arı sulamayı hiç duymamıştım!”dedi. Anlattım: “Arılık tepede, yakınlarda su yok. Ayrıca çevre çayır-çimen gibi yeşillik değil, çiğ oluşmuyor. Arılar su için derelere dek uçmak zorunda kalıyor. Su uzaklığı onları çok yormakta. Bu nedenle yakınlarına su kapları koyuyoruz!”Biz konuşurken kızlar geldi, olayı onlara da aktardım. Biz konuşurken arkadaşlar kahvaltıya geldi, ben de onlara katıldım. Kahvaltıda arkadaşları dinledim: “Ah müdür, vah müdür!”denmeye başlayınca güldüm, Eskişehir-Çifteler müdürü 2 yıl önce değişti, Kayseri –Pazarören iki ay önce ayrıldı, bunları bildiğim için eğer doğruysa bu olayı da olağan saydığımı, ama gönlümden de ayrılmamasını geçirdiğimi tekrarladım. Hasaoğlan’da bizim beğenmediğimiz müdürü hemen aldılar, yerine de uzun süre müdür vermediler. Ben böyle söyleyince hayretle soran oldu: “Onun yerine müdür gelmedi mi?”Bu kez ben de gülerek: “Günaydın(!) gelmedi ya, Sanat Başı Mustafa Güneri vekil olarak yönetti. Biz ayrılmak üzereyden yeni müdürden söz ediliyordu; o da bize yetişemedi. Bu işler üst makamlardakilerin işleri, onlar işlerini bizden sormazlar!”dedim. Hilmi Altınsoy’la Mehmet Aygün beni övücü sözler söylediler: “Vallahi sen, hepimizden daha iyi düşünüyor olayları da yakından izleyip doğrusunu öğreniyorsun; o nedenle de çok rahatsın!”dediler. Güldüm: Ben de rahat değilim, benim de kaygılarm var. belki bunlar sizlerden daha çok. Ancak benim kaygılarım ya da duygularım üst makamlarının emirleri önünde eğilip bükülmek zorunda kalacağını bildiğim için ortaya getirmiyorum. Benim sorunlarımı getirip ortaya döksem, çoğunuz benim durumuma ağlar!”deyince Hilmi, : “Hadi şimdi söyle aşık mısın?”Mehmet Aygün ekledi: “ Hem de sırılsıklam!”

Bu sabah kahvaltıdan daha anlaşır bir hava içinde ayrıldık. Biz ismet’le doğrudan Tarım barakasına yöneldik. Arkamızdan koşarak Röslein’le Sakine geldi: “Biz bugün bir ara arılara bakmaya geleceğiz, devamlı insan bulunuyor mu?Öğretmen sordu” dediler. Hep orada olduğumuzu söyledik döndüler. Arkadaşlar bunu gördü. İçimden güldüm: “Siz istediğiniz kadar sözünü edin, şans denilen olay yardım etmezse ağzınızla kuş tutsanız gören olmaz. Az sonra arkadaşlarla birlikte öğretmenler de geldi. Tıpkı dünkü gibi çuval, kürek, tırmık alıp gittiler. Salih Ziya Öğretmen gülerek. “Kızlar görmek istiyormuş, nereden akıllarına düştüyse düşmüş bugün geleceklermiş, onlara bir tabak bal ikram edin. Siz, öğretmenlerini buyur edin; o gerekeni yapar!”Bana da : “Ne yapacağını sen biliyorsun, daha önce bu işileri başarıyla yaptın; bildiğini gene yap!”deyip gitti. İsmet braş şaşırdı, . “Dayı bu da ne böyle?öğretmenler, dün bizim arkadaşları atlattılar, kızlara gelince hemen ikram!”İsmet’e inanacağı gibi açıklama yaptım. Bizim arkadaşlara yerilecek bal oldukça çok olacak, öyle parmaklama falan değil. Kızlara ise birer parmaklık küçük bir tabak!”deyip dolaptaki küçüklü büyüklü tabakları gösterdim. Bizim marangozlar buralarda iş yaptıkça zaman zaman böyle ikramlarla karşılaşırlar. Büyük, yorucu işlerin ikramı fazla küçük işlerin ise birer parmakta kalır!” İsmet’e daha önce burada bir ay nöbet tuttuğumu anlattım. Kızların gelrceğini öğrendiğimizden etrafı dikkatle derleyip toparladık. Arıların çevresi tertemiz oldu. Dün kaldırılan boş kovanları uzaklaştırdık. Su kaplarını düzgünce sıraladık. İsmet, ara ara gülerek: “Dayı işin mi yok, nerden konuştun öğretmenlerle, konuşmasaydın onların akıllarına gelmeyecekti!”Bir süre merakla bekledik. Sonunda gelenler geldi. Meğer hepsi değilmiş, öğretmenle birlikte yedi kız geldi. Sayıları az olunca herşey kolaylaştı. Zaten soruları daha çok öğretmen sordu. Kızların geleceğini duyunca işi hafife alan İsmet bu kez de arıcı oldu çıktı ; hwemen hemen tüm sorulara o yanıt verdi. Nahide Öğretmen çok memnun oldu. Bu kez dönerek kızlara sordu: “Köylerinize öğretmen olarak gidinnce arıcılık yapacak mısınız?”Röslein gülerek yapacağını söyledi. Röslein’in marangozluk atölyesinde söylediğini anımsadım. İçimden: “Gene benzer bir söz söyleyecektir!” gibilerde içimden bir bakıma yanıt vermeye hazırlandım B ekjentim boşa çıkmadı. Röslein gene gülerekl tıpatıp aynı sözü söyledi: “Abiyle komşu köylüyüz, ondan yardım istiyeceğim o da bana yardım edecek. !” Nahide Öğretmen sözü tamamladı: “Sen de onun kız öğrencilerinin dikiş işlerinde yardımcı olursun; ne güzel bir işbirliği olur!”deyip balla başlanan sözü(bana göre) bal gibi bir dilekle kapattı. Röslein, bu sözü neden tekrarlayıp duruyor?Kendi kendime bunu sordum. Oysa ben köye dönmek istemediğimi fefalarca ona söylemiştim. Benim çaresiz olarak köye döneceği mi var sayıyor, yoksa anlattıklarımı anlamakta zorluk mu çekiyor?” İki olasılığı da düşünmeye başladım. İkisi de pek iç açıcı değil, bence. Bir başka takıldığım taraf da Röslein kız- erkek ilişkilerine önem vermiyor gibi davranıyor. Bu da onun çocuk tarafı. Oysa herkes ona, oteki arkadaşlarına yetişkin bayan olarak bakıyor. Hasan Gülümser’le H. için çıkartılan sözlerden etkilenmiyor mu? O bunlardan habersiz gibi, konuışuyor. Üstelik, öğretmen olduktan sonra da işbirliğinden, ağabeylikten, kardeşlikten söz ediyor. Nitekim onlar ayrıldıktan az sonra İsmet bana sordu: “Dayı sen bu kız için ne diyorsun?bence güzel bir kız bu, hem de tanıdık sayılır, evini, ailesini öğrenmek kolay!”dedi. İsmet’i konuşturmak için sözünü hemen kesmedim. İsmet, kendisinin hiç denemediği kimi yolları bana önerdi. İsmet’i : “Hı, hı, hı diyerek dinledim ama ne o yolları denemeye ne de köyde kalıp o sevmediğim duruma düşmeye kesinlikle karşı olduğumu daha iyi anladım. Röslein’in yakınlık göstermesi hoşuma gidiyor ama, ayrılınca hiç bir bağ kalmayacağını da biliyorum. İşte bunu da İsmet anlamıyor. Ona, ilk baştan beri bu konudaki durumumu anlattım. C’den, A’dan söz edince İsmet, bunları çocukluk duyguları olarak karşıladı. Süheyla Öğretmeni anlatınca da düpedüz şaşırdı: “Beni atlatmak için şimdi uyduruyorsun!” gibilerde sözler de söyledi. Atları sulama saatine dek bunları konuştuk. Bizden az sonra arkadaşlar geldi. Her biri burnundan soluyor: “Ellerimizle ayrık kökü kopardık, bahçecilik bu mu?”diyenler oldu. Lüleburgaz, Turgutbey Köyü bahçivanlarıyla konuşurken dinlediklerimizi anımsattım: “Sen de hiçbir olayı unutmuyorsun!”gibi sözlerle çıkışanlar oldu. Ben de: “Siz unutmanıza devam edin, karşılaştığınız zorlukları başkaları bilmiyor sanıp ayrıntılarıyla anlatın da insanlar sizin bu konuda cahilliğinizi kolayca anlasınlar!”yanıtını verdim. Neyse yarın toprakta çalışma yokmuş, mısır kuruları, sararan yapraklar toplanacakmış. Ayrıca yarın yarım gün çalışma varmış. Arkadaşlar buna çok sevindiler. Pazar günü, tüm gün dinlenmeymiş. Böylece: “ Tarım nöbeti geçmiş oldu!”diyerek sevinenler de çıktı. Bizim nöbet pazar günü akşam bitecek. Son işimiz de atları sulamak olacak. İsmet, arkadaşların sevinçlerine kendini kaptırdı: “Bizim nöbette iyi geçti di mi dayı?”diye sordu. Ben, : “Bilmem, daha bizim iki günümüz var, o günler geçsin, o zaman konuşuruz!”dedim. Geç vakit dersliğe gittik. Gene Okul Müdür konu ediliyor. Sami Akıncı sormuş: “Müdür Bey pazartesi günü gelecekmiş, en sağlıklı bilgi ondan alınacakmış. Dünya Nimetleri kitabının 2. cisini okumaya başladım. İlginçtir. okuduğum 1. kitap 20 sayfa kadar bir şey. 2. kitaba baktım o da 10 sayfa. 1. Kitaptan kimi sözleri olduğu gibi aldım. gene okuyup anlamaya çalışacağm. Örneğin:

-Hüzün, dinmiş bir coşkudur!Coşkuyu bir fırtınaya ya da baskın olarak yağan bir yağmura benzetirsek bu söz yerini bulur. Ancak salt coşku için dinmişlik sözü doğru olur mu?Coşkularım bir din gibi açıldı. Her duygunun sonsuz bir bütünlüğü vardır. Ruhumuz bir değer kazandıysa, başka ruhlara göre daha candan yanmasıyla kazanmıştır. Bilge kişi, her şere şaşan kişidir. Kıyılardaki, kumlarsa yürümenin hoş olduğunu okumak yetmez bana, çıplak bürünsün her güzellik aşkımı giyinsin, onunla bezensin!Ayaklarım bu hoşluğu duysun isterim. İstediğim herşeyde hakkım olduğuna inanıyorum. Önüme çıkan her şey gökkuşağının renklerine bürünsün; her güzellik aşkımı giyinsin, onunla donansın!

3. Kitabı arka arkaya iki kez okudum. On sayfa yazının çoğu şiir. Güzelleri var ama kısa kısa değişik konularda örneğin besinler. Yazar besinler demiş ama onun açlığı, elme armut ya da papates kızartması ya da bizim bulgur çorbası değil yazar ruhunu beslemek istiyormuş. Bir daha okuyup not almam gerekiyor. Derslikteki gürültüden sakin sakin düşünme olanağı bulamadım. Ben de yazar gibi kendi kafamın gereksinimi olan sesşizliği arıyorum. . Arkadaşlar, Okul Müdürü giderse yerine geleceği seçme yarışına girmiş durumdalar. Öncelik okul öğretmenlerinde. En çok İlhan Görkey umuluyor. (Buna razı değiller ama, düşüncelerini söylemekten çekiniyorlar)En çok istenen Namık Ergin Öğretmen. Fikret Madaralı Öğretmenle Ahmet Gürsel Öğretmen umduğum gibi fazla istenmiyor. Sinirlendim ama belli etmedin, bizim yasamızdan, kültür derslerinin azaltılmasında söz ederek Besim İyitanır Öğretmeni aday gösterdim. Şaka ama benim açıklamalarıma da akılları yattığı için olabilirliğne de inandılar. Çoğunun neşesi kaçtı. İşin ilginç tarafı ortada fol yok yumurta yok salt gönül eğlemek için başlattıkları oyuna bu kez inanıp üzülmeye başladılar. Sami Akıncı inanmış gibi bana sordu:

-Sahi senin konuştuğun çok insan var, böyle bir olasılık duydun mu?dedi. Duymadığımı ancak okulun değişen durumu bunu gösteriyor. “Hasanoğla’a verilen ilk müdür Çoban Mehmet’e göre Besim İyitanır Öğretme çok daha iyi müdürlük yapar!”dedim. Gürültü kesildi. Büyük bir çoğunluk, Müdür Bey gelinceye dek bu müdür işi üstünde konuşulmaması kararı verildi. Halil kolumu dirsekledi:

-Hadi gene susturdun. Ancak bunlar senin başına dert çıkarabilirler!

-Nasıl bir dert olabilir?Halil, böyle söylemiş olmasına karşın belli bir şey düşünemediğini söyledi. Bu kez de ikimiz birden:

-Bu söylenti kocaman bir yalan çıksın, biz çalışmalarımızı sürdürelim!dileğinde bulunduk.

Yat zilini böyle karşılayıp, bu duygularla yattık. Yatınca, okul müdüründen çok ikide bir öğretmen olarak köye dönmeyeceğimden söz ediyorum ama bu konuda bir güvencem yok. Röslein’in o güzel tasarısına daha takınlık göstersem ne kaybederim. Üstelik kızçağız arka arkaya kendisi olasılıklardan söz ediyor:

-A, ne güzel öneri, ben bundan çok mutlu olurum!desem ne kaybederim?İlk karşılaşmada bu konuyu açıp yeşekkür etmeyi, gösterdiği yakınlıktan mutlu olduğumu, özellikle kendi köylerimize düşersek karşılıklı yardımlarımızın köylerimiz için de yararlı olacağını söylemeye karar verdim. Böyle konuşuruz karar veririz. Olmazsa, söz gelimi uzak yerlere düşersek o zaman da: “Kısmet değilmiş!” der, kararlarımızı bir anı olarak saklarız. Karşılaşmış, konuşmuş, sevinecek bir somuç almış gibi rahat olarak gözlerimi kapadım.

 

29 Ağustos 1942 Cumartesi

 

Birileri konuşuyor: “Adamı o kendisi de sevmiyor ama salt kızdırmak için konuşuyor. Sami Akıncı’nın sesini tanıdım: “Öyle ama söyledikleri de doğru, bizim okullar, giderek Eğitmen kurslarına dönecek, durum bunu gösteriyor!” Mustafa Saatçı, Fettah Biricik, İbrahim Ertur bir aradalar. Gördüm ama görmezden geldim, duydum ama duymazdan geldim. Salt sesimi duyurmak için İsmet’e seslendim: “Ben gidiyorum, geç kalma!”İsmet hazırmış: “Dur dayı, geliyorum!”dedi birlikte çıktık. Özeklikle dersliğe gitmedik, yemekhane önünden Tarım binasına gittik. Erkenden işimiz yok ama, iş olsun diye gezindik. Kahvaltıda çay-peynir vardı. Hilmi Altınsoy: “Balları ne zaman yiyeceğiz?”diye bana sordu. Ben payımı yediğimi söyledim “Siz de öğretmenlere anımsatın, paylarınızı verirler!”dedim. İnanmadılar. Yusuf Asıl, bugün gelip kendi payını İsmet’ten alacakmış. Ben: “Gelirsen payını ancak arılardan alırsın, nasıl olsa bal almayı öğrendin!”dedim. Bu kez de gece bal çalmayı, doya doya yemeyi düşlediler. Bununla da kalmadılar, arılar soktu, hırsızlıkları ortaya çıktı, bayrak törteninde ortaya çıkarıldılar. Okuldan kovulmadılar ama herkes onlara bal hırsızı olarak baktı. Kızlar onları görünce gülüştüler. Bunlara gülerken Hilmi Altınsoy sinirlendi: “Yahu şu bal denilen nesne parayla satılmıyor mu? verelim üçer beşer kuruş alalım biraz bal, yiyelim!”dedi. Cebimde bir liram vardı masaya koydum. Para toplamayı Yusuf üslendi. Bir tartışırken öğretmenler geldi. Asalih Ziya Öğretmeni görünce ben masadan erken kalkıp Tarım binasına gittim. Bir süre sonra öğretmenler geldi. Besim İyitanır Öğretmen beni rüyasında görmüş, gülerek : “Hayırdır de!”dedi. Böyle bir sözü hep duyuyordum ama şimdiye dek hiç dememiştim. Biraz tuhafıma gitti, çekinerek. “Hayırdır!”dedim. Öğretmenler gülüştüler. Besim Öğretmen önce Salih Öğretemene anlattı sonra da beni yakınına çağırarak bana da tekrarladı. . Ben okulu bitirmiş askere gitmişim. Büyük rüdbeli bir subay olmuşum. Besim İyitanır Öğretmen yaşlanmış, Ben gelip elini öpmüşüm. Kahkahalarla güldüler. Salih Ziya Öğretmen gayet doğal buldu. Kendince bir de yorum yaptı: “Asker olmaz da önemli bir okulun ya da kurumun yöneticisi olur. Ne olursa olsun büyüklerin eli öpülür!”dedi. Birden duraksadım, akşam ben arkadaşlar, okul müdürü giderse müdür kim olur dediklerinde bedn, Besim İyitanır Öğretmeni okul müdürü yaptım. Onu duymuş gibi o da beni bu sabah büyük rüdbeli bir subay yaptı. İlginç bir rastlantı ama bunu kimseye söyleyemem. Söylesem bana kimse inanmaz. Söylese söylese İsmet söyler. Sustum. İki olayı da duyan yeğenim İsmet bakalım bir yorum yapacak mı?Çok önemli olmasa bile bunlarfın arkadaşlarca duyulması iyi olacak gibime geldi. Özellikle ben de şaştım: “Böyle karşılıklı bir rüya ilişkisi olur mu?”Ben bir yandan bunları düşünüyorum, bir yandan da elimdeki bezle ( sözde) dolapların tozunu alıyorum. Gözlerimi çeviremiyorum ama kulaklarım öğretmenlerde. Öğretmenler, mısır koçanlarını soyunca çıkacak yumuşak koçan kaplarının paslanmadan korunması yöntemlerini konuştular. Bumndan yakında mısır toplama etkinliği olacağını anladım. Oldukça büyük bir mısır tarlamız var. Okul önünden futbol alanına uzanan geniş bir tarla. Öğretmenler konuşa konuşa kalkıp gittiler. Giderken de bize bir şey söylemeyince İsmet: “Bugün cumartesi, öğlden sonra öğretmenler yok, yarın pazar, onlar zaten gelmezler!”diye düşünmüş, bana: ” “Dayı, nöbetimiz bitiyor, sahi biz hiç bal yemeyecek miyiz?”diye sordu. Ben de: “Sen onu Salih Ziya Öğretmene sor: “Hani bal tutan parmak yalardı?” dersen, anımsar!”dedim. Biz İsmetle gülüşürken Salih Ziya Öğretmen geri geldi; gülerek : “Sahi çocuklar ben size bal ikram etmedim. Hoş bu bir ikram da değil bir görev, bir borçtur; her ne ise bugün yarın daha buradasınız. Küçük dolabı göstererek kırık peteklerden kendinize birer tadımlık ayırın, dışarıya çıkarmamak kaydıyla tadın!”dedi. Öğretmenin dediği yerde eskiden beri bal olduğunuı biliyordum. Aylık nöbet tuttuğum zaman da öğretmenin izniyle alıp yemiştim. Bu alışkanlıkla dolabı açıp iki parça petek kopardım. İsmet memnun olacağı yerde bana çıkıştı: “Aşk olsun, bal yemek bu kadar kolayken kaç gündür neden önledin?”dedi durdu. İsmet ‘e yanıt ararken bir arı geldi İsmet’in başı ucunda dolanmaya başladı. İsmet korunmak için tüm çareleri tüketti ama bu kez arılar ikileşti. Daha önce Salih Arı öğretmenin bal hırsızları öyküsünü anımsayıp İsmet’e bir daha anlattım: “İzin almadan yeseydik, arılar bizi ele verecekti. Şimdi öğretmenler gelse bile izinli olduğumuzu bildiklerinden kuşkulanmayacaklardır!”Az sonra Besim İyitanır Öğretmen geldi: Gülerek: “Bu arı denilen mahlukat, ürünlerine çok düşkündür. Onları kendilerinden başkasının yemesine tahammül edemezler!”dedi. Bu kez ben: Bunu bildiğimiz için kaç gündür ballara uzaktan baktık. Bugün Salih Öğretmen son günümüz olduğunu söyleyince…sözümü bitirmeden Besim İyitanır Öğretmen: “Salih Öğretmene ben anımsattım, biliyorum!”dedi. İsmet iyice şaşırdı: “Dayı, seni şimdi daha iyi anlıyorum, neden böyle hesaplı davranıyorsun. Bunu arkadaşların çoğu yapmaz. Yapmayınca da sonunda mahcup olurlar!”Sözünün sonunu ben tamamladım. “İkinci kez Tarım binasına sokulmazlar!”…. . Tören zili çalmak üzreyken akordiyonu alıp törene katıldım. İlhan Görkey Öğretmen, Müdür Beyle telefon görüşmesi yaptığını, Müdür Beyin dün Ankara’dan İstanbul’a döndüğünü, yarın geleceğini söyledi. Öğrenciler alkışladılar. Bizin sınıf dışındakilerin öğleden sonra işbaşı yapacağı duyuruldu. Buna karşın öğle yemegi oldukça neşeli geçti. Yemekten sonra Salih Ziya Öğretmen bizi ivedi olarak çağırdı. İki sınıf birden bahçe çalışmalarına dağıldı. Gruplar olarak, kazma, kürek, çepin, tırmık, su kovası, torba aldılar. Ben böyle bir durum bekliyordum. İsmet azıcık sinirlendi ama giderek düzeldi. Bizim arkadaşlardan bir grup top sahasına inince ismet onlara katıldı. Uzun bir süre top koşturdular. Ben törenden sonra akordiyonu yanıma almıştım. Rahat rahat çalıştım. Müdür Beyin ayrılmadığına sevindim. Tarımdakiler geç vakte dek çalıştılar. Atları suya götürdüğümüzde paydos oldu. Sudan dönerken son günümüzde bir değişiklik olsun deyip doru ata ataladım, İsmet ötekini yedekleyip alt yoldan götürürken ben okul önünden gösteri yaparak geçtim. Tam atı ahıra bağlarken iki öğrenci geldi, beni Besim İyitanır Öğretmenin çağırdığını söyledi. Suç işlemiştim, ata binmemem gerektiğini biliyordum. Alacağım cezayı düşünerek gittim. Besim Öğretmen gülümseyerek, başka zaman da binip binmediğimi sordu. Gülümseyişinden çok kızmadığını anlar gibi oldum. Besim İyitanır Öğretmen bana yaklaştı: “Beni iyi dinle, seni burada bekliyorum. Git o bindiğin atı yedekle, aşağı yoldan dereye in demin geldiğin yoldan yedeğinde atla gel buradan geç atı yerine bağla!”dedi. Başka sözledr bekliyordum: “Ucuz kurtuldum!”deyip atı aldım dereye dek gittim. Geri dönüşte tüm bedenimde bir sıcaklık oldu,

Okul önüne yaklaştıkça başım dönmeye başladı. Pencerelerde çocuklar bana bakıyordu. Bir rastlantı mı nedir bilmem ama sanırım tüm okul beni gülerek izledi ya da bana öyle geldi. Atı yerine bağlayıp Besim Öğretmenin yanına geldim. Bana hiçbir söz söylemedi. Keşke bu hatayı yapmasaydın da ben de sana bu cezayı vermeseydim!”dedi. Ayrıldım. İsmet beni bekliyormuş, beni teselli etmeye çalıştı. Bir süre oturup konuştuk. Ben sordum: “Suçum ne?Bu bana verilen bir ceza mıdır?Atlara neden binilmesin?Motosiklet kiralayıp, bize motosiklete binmeyi öğreten okul, kendi atına neden bindirmesin?Bunu bir süre kendi kendimize sorduk, yanıt aradık. İsmet beni yatıştırmak için yanıt aradı sonunda da benim de inanacağım bir yanıt buldu. Benim ağırıma giden, önce sulanmış atı, yedekte tekrar dereye dek götürüp getirmek olmuştu. İsmet: “Dayı sen ne diyorsun seni görenler o atların her zaman yedekte götürüldüğünü biliyorlar. Götürüp getirenler de kendileri. Senin, öncekine bindiğini görenler aynı at olduğunu nereden bilecekler?Onlar birinciye bindi ama ikinciye binmedi, deyip geçecekler. Önemli olan birinciye bindiğini görmüş olmaları. Üstelik Besim İyitanır Öğretmenle konuşmuş olmanı, senin sandığının tersine olayın anlaşarak yapıldığı biçiminde yorumlanacaktır. Sen kendin kuruntu yapmazsan, seni at üstünde görenler seni daha çok alkışlamış olacaklar. Bak sabret, kimseye bir şey söyleme, yapılacak konuşmaları dinleyelim, dediğim gübü olmazsa, yanıldığımı söylersin!”Başka bir seçeneğim olmadığından İsmet’in önerisine sığındım. İçimden sıkılmama karşın neşeli olmaya çalıştım. Akşam yemeğinde kimse benden ya da attan söz etmedi. Önemli konu Okul Müdürümüzün yerinde kalmış olmasıydı. Pazartesi günü gelecek, belki de bizlere Ankara’dan yeni haberler getirecektir. Yeni haber ne olabilir? “Örneğin yeni öğretmenler!”Bu olasılıklara ben de sevindim: “Bir müzik öğretmeni gelse ne iyi olur!”Arkadaşların şamatalarına karışıp dinlerken. Ali Güleren görmüş: “Ne güzel ata biniyorsun, sen!”dedi. Ben: “Köylü çocuğuyum, 10 yaşımdan beri at bakıyorum, ben binmeyeyim de kim binsin!” diye biraz böbürlenerek yanıtladım. Gerçekte ise, biri dokunsa ağlayacak gibi tetikteydim. Dokunmak şöyle dursun herkes başını çevirdi: “Sahi bindin mi?”Besim İyitanır görse!”diyenler oldu. İsmet yetişti: “ Gördü, ne dedi biliyor musunuz?Dayıma: “Seni şimdi herkes gördü, hep bindiğini sanırlar onlarda, binebileni bilmeyeni denemeye kalkarlar, sen ikinci atı binmeden buradan geçir, yanlış bir zan uyanmasın!”dedi. Dayım da öyle yaptı!”Arkadaşlar çıt çıkarmadan dinlediler. Besim İyitanır’ın benim dostum olduğu ortaya döküldü. Bu kez de İsmet, Besim İyitanır Öğretmenin Salih Ziya öğretmene söylediği rüyayı anlattı. Arkadaşlar at olayına inandılar ama rüyaya tepki gösterdiler: “Dayın için yalan söylüyorsun!”diye gülüştüler. İsmet yeminle doğruluğunu tekrarladı, bir araya geldiğimizde Salih Ziya Öğretmene de soracağını söyledi. Arkadaşlar yatıştı, gülüşler kesildi. Mehmet Yücel bana inandığını, ben “söyledi “dersem inanacağını ileri sürünce ben de yemin ederek söylediğini tekrar ettim. Bu kez de Halil Basutçu arkadaşlara çıkıştı: “ Neden yalan söylesin arkadaşlar, olmayan bir şeyi oldu diye söyleyince ne kazançlar olacak ki?  “diye yatıştırıcı bir tavır koydu. Bir süre düşündüm: “At yedeklemem bizim sınıf için bir sorun yaratmamış, buna sevindim. Ne var ki özellikle üst katlardaki pencerelerde çocuklar vardı, onlar nasıl değerlendirdi!”Bir süre kendi kendimle konuştum. Kim ne derse desin, Besim İyitanır Öğretmen beni çok üzdü. İstediği kadar rüyasında el öptürsün, ben onun elini öpmek şöyle dursun ona selam bile vermem, vermeyeceğim. O bana sözde sert bir söz söylemeden ceza verdi. Bunu beni düşüğnerek mi yaptı, yoksa okul suçları içinde böyle bir suç-ceza olayı bulunmadığından kendi aklınca öç mü aldı?Bunun üstünde durup gerçeği öğreneceğim. En kısa zamanda da Ali Ağabeyimi Yeni Bedir’e çağırıp, arabayı tam bizim bahçelerin karşısında durduracağım. Atları orada yemleyip, kendim sulayacağım. Besim İyitanır görünceye dek bekledikten sonra Ali Ağabeyimi uğurlayacağım. Onun bana verdiği sessiz cezaya böyle bir karşılık değer bence. Durumu Ali Ağabeyime anlatınca biliyorum seve seve gelir. Durursam sanırım Kamber Amcam da onu destekler. Böyle bir durum da başka hiç kimseyi incitmez. Kendi kendime düşündüğüm planı çok beğendim. İsmet dışında kimse bilmeyecepi için hiçbir olumsuz etki de yapmayacaktır. Her gün öğrenci ann-babası, ağabeyleri gelip gidiyor. Yaz süresince onlar da yol kıyılarında oturuyor, bir süre bekliyor, göreceğini gördükten son ayrılıp gidiyor. Kitap önümde okumadan kapağına baktığımı sanan sıra arkadaşım Halil güldü: “Kitabı kapağını açmadan mı okuyorsun?”dedi. Arkadaşa: “Bu kitap, öyle bildiğin kitaplardan değil, bak, micik görünüyor ama tam sekiz kitap bir arada dedim, 10’ar sayfalık 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. ktapları sırayla gösterdim. Kitabı Fikret Madaralı Öğretmenin önerdiğini söyleyince, onun bir değer olabileceğini Halil de söyledi. Bu kez her kitabı en az üç kez okuduğumu, gene de pek bir şey anlamadığımı söyleyince arkadaş bu kez de: “Senin işin zor, anlaşıldı sen o kitaba bir süre daha üstünden bakacaksın!”Biz, kendi sözlerimize gülerken yat zili çaldı. İsmet uzaktan gülüşümüzü görmüş, neşelendiğime sevinmiş, geldi bunu söyledi. Yarın son günümüz, kahvaltıdan sonra gideceğiz. Bahçelerde çalışanların sayısı az, gelip giden pek olmayacaktır.

Yatınca bir kez daha tüm günü baştan sona yaşadım: Günümüz güzel başlamıştı. Ata binişimi bir suç saymamakta mı hata ediyorum?Öğretmen suç sayarken ben suç saymazsam haklı ola bilir miyim?Ben suç saymamakta direnerek gene suç mu işliyorum?Gene aynı noktaya dönüyorum. Ata binmeseydim, bu üzüntü olmayacaktı, öyleyse ben haksızım. Bu kadarını söylüyorum ama, işte burası önemli: “Ama deyip gene aynı sözleri söylüyorum. Tek kurtuluş, bizim atları getirtip, ata bindiğimi, ata binmenin benim için bir özenti olmadığı göstermek istiyorum. Böyle düşünürken de öfkem giderek artıyor. Dilerim bu gece rüyasında kendisini görünce sokak değiştirdiğimi görür de yanluışını anlşar.

 

30 Ağustos 1942 Pazar

 

“Bayram Törenine neden katılmıyoruz?” soruları arasında kalktık. Arkadaşlar özlemle Lüleburgaz’da kaldığımız 30 Ağustos törenini andılar. Bir haftaya yakın her sabah askerlerin bandosuyla uyanmıştık. Şimdi de daha büyük bir grupla katılsak olmaz mı?Olmaz sesleri yükseldi. Mehmet Yücel açıkladı: “Biz o zaman öğrenciydik şimdi ise Lüleburgazlılar gözünde küçük eğitmednleriz. Unuttunuz mu? doktor Sezai Feray’in yanındaki ak gömlekli kadın bile eğitmen okulu diyor!”Arkadaşlardan bir çoğu bu konuşmaları tekrarlamayalım, üzülüyoruz!”deyip konuyu değiştirdiler.

Kahvaltıya gidince Öğretmen masasında Besim İyitanır Öğretmen yalnız oturuyordu. Ayırdında değilmişim, meğer o nöbetçiymiş. Dikkatsizliğime üzüldüm. Nöbetçi olduğunu bilseydim bu hatayı yapmazdım. diye düşünerek kahvaltımı yaptım. Bu kez de kahvaltıdan çıkarken çağırıp bir şeyler söylerse gibi kuruntulara kapıldım. Nahide Öğretmen geldi, kızları masalarına çağırdı, bir grup oluşturdular. Onlar konuşurken yandan dışarı çıkıp Tarım binasına gittim. Besim İyitanır Öğretmen burada ne söylese beni fazla etkilemez diye düşündüğümden rahatladım. Az sonra İsmet geldi. Kapıları açtık, atları bir süre dışarı çıkardık. . Öyle alıştırılmışlar, az gecikme olunca düpedüz birilerini çağırırmış gibi bağırıyorlar. Bir süre sonra Besim İyityanır Öğretmen geldi. Hiç bir şey olmamış gibi: “Günaydın!”dedi. Bu günün bayram olduğundan söz etti. Ancak bu bayramım daha çok asker bayramı oluşu, üstelik çok iş zamanına rastlaması nedeniyle halkın katılamadından söz etti. Futbol sahasına giden çocuklara sorular sordu. Onlarla konuşa konuşa mısırlığın köşesine dek gitti. Mısırlara baktı. Biz de; gene gelecek mi, yoksa okula mı dönecek?” merakıyle belli etmeden uzaktan uzağa izledik. Okula döndü. Bu kez ben İsmet’e tasarladığım planı anlattım. İsmet katıla katıla güldü ama sonunda : “Ali Enişteme yazık değil mi?buralara onu sanıl getirtirsin? diye sordu. Ali Ağabeyimin zaman zaman Yeni, Bedir’r geldiğini, işte o gelişlerinden birinde bu oyunumu oynayacağımı anlattım. Bir süre güldük. Günlük işlerimizi bitirince İsmet top oynamaya gitti, ben de bir süre akordiyon çaldım. Kesin karar aldım, Besim Öğretmen gelirse küsmüş gibi davranmayacağım. Ancak ona karşı içimde öteki öğretmenler için beslediğim saygıya yer vermeyeceğim. Bu akşam da tıpkı dünkü gibi gene ata binerek okul önünden geçeceğim. Bu kararıma sevindim. Nasıl olsa bugün nöbetçi öğretmeni değişecek. Öğle yemeğinde durum belli olacaktır. Birden içimde bir sevinç belirdi. İsmet ne derse desin benim içimdeki kuşku silinmedi. Onu ancak gene at üstünde geçerek silebileceğim. İsmet’e açıklamayacağım. Tıpkı dün akşam ki gibi dereden ayrılırken ata atlayıp okul önünden geçeceğim. Koşturmam söz konusu değil atlar su içtiği için koşturmanın zararlı olduğunu biliyorum. Azıcık hızlı sürmek benim için yeter de artar bile. Öğleye yakın İsmet geldi, bana : “Geçmiş olsun, senin sevgili öğretmenin (!) gitti!”dedi. İçimden: “Tamam!“dedim ama, İsmet’e düşüncemi açmadım. Öğle yemeğine girerken Faik Bakır Öğretmenle karşılaştım. Nöbetçi öğrencilerle konuşuyordu. Belli ki nöbetçi. Yemek boyunca Besim Öğretmeni gözledim, yok!İyice içim rahatladı. Öğleden sonra 8‘ler arasında(Şimdiki 9’lar) futbol maçı varmış. İsmet hakem. Bir süre yalnızım. Bahçe gözleyicileriyle su nöbetçilerinden başka görevli yok. Onlar da depodan bir şey almadıkları için kimse gelmedi. Akordiyon çalıştım, kitap okudum. Dünya Nimetleri. Kitabın adı da ilginç. Dünyanın Nimetleri ne anlama geliyor acaba?Nimet, benim küçük Osmanlıcadan Türkçeye Cep kılavuzumda; Erinç-İyilik olarak gösteriliyor. ilgimi çekti; bu söz çok kullanılıyor: Allah’ın nimeti. Bu, senin için bir nimet. Bu nimet tepilmez. v. b. Nimet’in Almanca karşılığı Segen. Bu kez de Ragıp Rıfkı Özgürel’in Grosses Deutsch-Türkisches WÖRTEBUCH’e baktım. Dua, ikmal, uğur. Bahtiyarlık anlamları da ekleniyor. Sanırım Almanca’da da çok kullanılıyor. Bu kitabın adından bu anlamlar çıkıyor mu?Dünya İyilikleriya da Dünya erinçleri (Ne demekse?) hiç duymadığım sözler. Almanca’sında daha uygun anlamlar çıkıyor. Örneğin Dünya Bahtiyarlıkları ya da dünya ikballeri denilebilir. Ben kendi kendime konuşurken Halil Basutçu geldi. Futbolculara bakmış, sıkılmış geri dönerken uğradı. Söz aradığımı söyleyince güldü: “Sen buralarda da mı bunları çalışıyorsun?dedi. Bunu küçümseyerek söylemediğini biliyorum. Bu nedenle alınmadım. Böyle sürekli çalışmayınca yaptığımı yarım kalmış saydığımı arkadaşa bir kez daha tekrarladım. Halil de bnim bulduğum nimöetlere bir Nimet daha ekledi, insan adı: , Nimet adlı bir kız tanımış, bir de Nimet Abla varmış. Halil gidince gene kitaba başladım. Bir sayfa okuyorum, ne okuduğıumu anlamadan sayfaları geçmiş duygusuna kapılıyorum. İkinci kitabın başında besinler vardı. Şimdi okuduğum yerlerde onlar aklıma geldi. Ben besinlerin nesini okumuştum?deyip duraladım. Tek bir cümle kalmış aklımda: “Yer yüzünde tanıdığım en güzel şey açlığımdır. !”deniyordu. Benim de: “ Yer yüzünde tanıdığım en tanıdık şey sevdiklerimden ayrı kalmaktır!” diyebilirim. Yazar 3. Kitapta geziyor. . Adriyatik Denizi. . Yazarın içi rahat değil herhalde, gemicilerin şarkılarına kızıyor. Roma’da bir bahçede oturdu; güneşi görememenin drdine düştü; hiç değilse aydınlığını gördüğü için sevinmeye çalışıyor. Napoli’de küçük bir berber dükkanı onu gönendirdi. Yazarın: “Gelmeyecek uykuyu beklemek!” söylemi çok hoşuma gitti. Sevilla’da eski bir camiden söz edişi beni, tarihe döndürdü. Sevilla İspanya’da Endelü Emevilerı’nden kalma izler. Kastilya kraliçesi ile Güzel Filip dönemlerine gittim. 1490 yılları Kristof Kolomp, Ameriko Vespoçi. Andre Gine İspanya’da dolaşoyor ben de tarihte. Yazar bir çok yer dolaşır ama MUTLU OLMAZ. Dalgalarda sallanan gemilerin inişi çıkışı onu bıktırır, sakin bir köşe özler. İşte 3. Kitabın zonu da böyle biter. Top sahasından dönen futbol izleyicileri bana töreni anımsattı, Aklordiyonu alıp onlara katıldım. Tam da atların su zamanı. Faik Bakır Öğretmen düdük çalarak toparladı. Hızlı bir tören yaptık. Akordiyonu dersliğe bırakıp atlara gittik. Okul önlerinde birilerinin olmasını istiyorum. İsmet hareketlerimden bir şeyler sezinlemiş gibi: “Ne oluyoruz dayı, bir işin mi var?” diye sordu. Konuşa konuşa gittik. Dönüşte yapacağımı İsmet’e söyledim. Önce o da katılmak istedi ama eğersiz hiç binmediği için cesaret edemedi, alt yoldan ayrıldı. Ben, bildiğimi, düşümndüğümü uyguladım, okulun önünden gene aynı yerden döndüm. Pencerelerde gene çocuklar vardı. Ancak bakıp bakmadıklarını ayırt etmek olanaksız. Bizim arkadaşlar gördüler, pencereler açık: Birisi Sipahi geçiyor!”dedi onu duydum. Sevinerek attan indim. Bağlayıp otlarını verdik, sevip ayrıldık. Büyük kapıyı kapatırken İsmet bir kaşık bal aldı: “Helal edin arılar!” deyip güldü. Dersliğe döndük. Ben bir süre bekledim, görenler nasıl olsa bir şey söylerler, konu açılır azıcık sipahiliğimden söz ederim, diye düşündüm ama kimse oralı olmadı. Öyle ki : “Sipahi geçiyor!”diye bağıran oldu mu yoksa ben kendim mi uydurdum!”diye düşünmeye başladım. Bu arada dışardan gelenler oldu. Gelenlerden biri Yakup Tanrıkulu, kapıdan girerken daha: “Atın başını neden tuttuğumu sordu. İçimden: “Oh be!”dedim. sonra da Yakup’a: “Tutmazsam, at koşar, insanlara çarpabilirim, ondan tuttum, tenha yerde olsa, tutar mıyım?”dedim. Bana bu kadarı yetti. Bir süre attan, koşulardan söz edildi. Mustafa Saatçı sözü motosiklete çevirdi. İdris Destan bisiklet meraklısıdır, o bisikletten söz etti(İdris’in bir adı da ünlü bir bisiklet markası olan Nsu’dur. Konuşmlara katıldım ama beklediğim hep dün akşamki olaydı. Değiilmiyor ama. kimse görmemiş olamaz, neden sormuyorlar?” diye gene tasalanmaya kalkıştımsa da arkadaşların o konuda bilgisizliğine yorup bu olayı şimdilik nutmaya karar verdim. 3. Kitabı bir daha okudum. Yazar Tunus için şöyle demiş: Bütün gökte, bir yelkene yetecek kadar akllıktan, suda gölgesine yetecek kadar yeşillikten başka hiçbir şey yok!”Ne demek bu?Ya Malta için: “Havanın daha çok aydınlık olduğu, ama gölgelerin tükendiği sıralarda, meydanlarda yaz alacakaranlığının olağanüstü sarhoşluğu. Çok özel coşkunluk. Gırnata’da zakkum ağaçları, Napoli’nin bahçeleri. Bu bölümü okurken bizim köyde birkaç yıl önce tanık olduğum bir olayı anımsadım. Yazar benim gördüğümü görseydi sanırım oturup onu da anlatırdi. Köyümüzün Dereboyu dediğimiz dere kıyısında büyük ağaçlar vardır. Akan suya yakın kıyıda sıra sıra kavak ağaçları vardır. Yüksek, gümüş rendi yapraklı kavaklar. Hemen bitişiklerinde başlayarak uzaklaşan alanlarda ise karaağaçlar güneşi karaya indirmeyecek derecede sıktır. Onların gölgelerine zaman zaman kalaycı olarak anılan göçerler gelir. Çingele olarak anılan bu insanlar bir süre köyde kalır, kalay, küçük demir işleri gibi evlerin gereksinimlerini de onarırlar. Geliş gidişleri kurallara bağlıdır. Kaymakamlıktan izin alırlar, köy muhtarlığı da onlara yer gösterir. Bu yer genellikle hep bu karaağaçlar altıdır. Onlar geldiği zaman Karaağaçlık düğün yerine döner. Onların davulları, zurnaları vardır. Belli zamanlarda bunları çalıp oyunlar oynanır. Onların oyunlarına köyden katılanlar da olur. Belli yaşlardaki gençlerden arkadaş edinenler de vardır. Onların kaldığı bir hafta ile on gün arası süreçte köy şenlenir. Göçerler, çok neşeli olduklarından şarkıları, oyunları yanında konuşmaları da yüksek sesli olur. Geceleri, onları güldüren anlatılar, köyün herhangi bir yerinden rahatça duyulur. Şarkıları da çoğunlukla aşk şarkılarıdır. Ancak çiçekler, ağaçlar, öteki doğa adları da sık sık şarkılarda geçer. Örneğin yıldızlar, dağlar, dereler hatta ağaçlar üstüne kurulmuış şarkılar çoğunlukdadır. . Burada da benzer bir durum var: Birileri gece bir yerde toplandı, kendi evrelerindeki doğa güzelliklri üstüne şiirler okuyorlar, şarkılar söylüyorlar. Ancak yazar o çok derin bilgisine güvenerek olayı, neredeyse tüm Avrupa kentlerini kapsayacak ölçüde geniş tutmaktadır. Gene de bir benzeyiş buluyorum: “Sonra konuşmalar kesildi, sonra, meşelerin(Bizde karaağaçların) en sık dallarının dallaraının ardında ay silinirken, yapraklar içine, yan yana yatıp kaldılar!”……Yazar, az uyuduktan sonra yoluna devam eder………Beşinci kitaba geldim ama burada keseceğim. Direte direte bu kitabı bitirebilir, bir de ne amaçla yazıldığını biraz olsun anlayabilirsem bundan böyle elimden hiçbir kitap kurtulamaz, direte direte, tekrarlıya tetkrarlıya okurum. Yazarın daha önce okuduğum Pastoral Senfonisi böyle değildi. Orada sıkıcı olan görme özürlü kızın durumu idi. Yoksa anlatışımnda böyle kopukluk yoktu. Fikret Madaralı Öğretmen bu kitabı bana neden önerdi. Hem salt bunu değil: “ Öteki kitaplarını da oku!”dedi. Bunun bir nedeni vardır. Yatarken bunu düşündüm. Kesdik kesik konuşmalar. Acaba: “ O kesilen yerler doldurulmak istense neler yazılabilir?”diye soru mu sorulacak?Olur mu öyle şey?Örneğin: “Meşe dallarının arasında ay belirdi; tekdüzeydi, ama başka zamanlarda olduğu gibi güzeldi. Bir şiir:

“ Her akşam bir arzu oturur başucuma.

Her şafak yeniden bulurum, aynı yerde;

Bütün gece beklemiştir beni.

Yürüdüm isteğimi yıldırmak için,

Oysa bedenimi yordum sadece!”

İşte bu şiir parçası güzel hem de bana uygun. Sanırım ben hep böyle yapıyorum. Heveslerimin arkasında koşuyorum. Arzularım, heveslerim aynı hızla gidiyor. Bense yorulup kalıyorum. bitkin bakışlarım sürükleniyor arkalarından!Bu sözler sevgililer üstüneyse tastamam benim için de söylenebilir.

 

31 Ağustos 1942 Pazartesi

 

Müdür Bey gelecek, ne söyleyecek?Mehmet Yücel: “Deli misiniz siz?Okul Müdürü gelip: “Ben gitmiyorum, buradayım, sevini bakalım mı?”diyecek. Gelirse odasına girip işlerini görecek. Bundan başka bir şey beklemeniz biraz gülünç oluyor!”Yanıtlar verildi: “Biz de başka bir şey beklemiyoruz!”Tartışma uzamadı. Sami Akıncı yeni öğrencilerin 15 eylülde geleceğini söyledi. İnşaatçılar öğretmen evlerini, marangozlar yeni öğrencilere ranza, sıra hazırladıklarını tekrarlayarak çıktılar. Derslikte İsmet’le Bekir Temuçin ağız dalaşı yaptı. İsmet iyi hakemlik yapamamış, Bekir’in takımına bir gol yedirmişİsmet sordu: “Senin takımın bir göl mü yedi yoksa üç gol mü?Yanıt : “Üç gol ama, üçüncü gol haksız!” bir soru: “Siz kaç göl attını?”Yanıt yok. Bu kez başkası yanıtladı: “Onlar atamadı. Arif Kalkan tamamladı. : “Sen ne çırpınıyorsun bacaksız. Takımın nasıl olsa yenikmiş!”Bacaklı-bacaksız tartışmaları arasında kahvaltıya gittik. Kahvaltıda İrfan Evren Öğretmenle Faik Bakır Öğretmen var. . Faik Öğretmen nöbetçi, İrfan Öğretmen neden erken gelmiş?”Öğretmen kamyonu daha gelmedi. Biz konuşurken yanımızdan geçen nöbetçi Kamil Varlık: “İrfan Öğretmen bir otobüsten indi!”dedi. Sonra da düzelme yaptı: “İstanbul tarafından gelen bir otobüsten indiğini söyledi. Bu daha da ilgimizi çekti. Bu saatte İstanbul’dan gelen otobüs, geceyarısı kalkmış olur. Al sana bir tartışma konusu! Salih Baydemir’le Harun Özçelik bir birine girdi. Harun olmaz, Salih olur! diyor. Kendisine sormaya karar verdik. Ben de gece otobüsüne binmemesi kanısındayım ama, otobüsten indiğine göre söyleyecek bir söz yok. Bier hafta aradan sonra atölyeye özlemiş olarak döndük. Öğretmen gelince sorduk. İrfgan Öğretmen gülerek tecessüsünüz(İlgi-merak) var ama pratiğiniz daha tam olgunlaşmadı, zamanla bu da olacak!”dedikten sonra iki tarafı da haklı buldu. Gece yolculuüğunda treni yeğlerim, bir süre uyurum. Ancak Lüleburgaz istasyonundan gelmenin çok vakit alması nedeniyle ben Muratlı’da iner Muratlı-Lüleburgaz ilk otobüsü ile çok rahat gelirim!”dedi. Hepimiz güldük. Biz böyle bir kurnazlık düşünmemiştik. Öğretmen bunu bir kurnazlık değil yaşam uyma zorunluğu olarak değerlendirmeliyiz!” diyerek sözü bitirdi. Az sonra Hamdi Bağ Öğretmen geldi, Gülerek: “Kaç yıldır burada, Trakya Köy Öğretmen Okulunda, şimdide Trakya Köy Enstitüsünde çalışıyorum, şimdi ben Trakyalı sayılır mıyım?diye sordu. Yusuf Asıl başta olmak üzere(Yusuf en yüksek sesle sayılırsınız dıyen olduğu için): “Sayılırsınız!”dedik. Hamdi Öğretmenin ne söyleyeceğeni ilgiyle beklerken Öğretmen”Haçan(Açan, Trakyalıların söyleyişi) kaç zamandır görüşemedik, iyi misiniz hoş musunuz?” diye sordu. Haçan sözü köylerde yaygındır ama özellikle ilkokula gidenler daha okulun ilk gün lerinde bu sözü sylememeye başlar. Bu nedenle bizim okulda pek karşılaşılmamaktadır. Ancak pazarlarda, çarşıda konuşanlar sık sık kullanırlar. Hamdi Öğretmen bunu duymuş, bize anımsattı. Arkadaşlar: “ Okul Müdürü !”deyince söylentinin uydurma olduğunu tekrarladılar. Üstelik İrfan Öğretmen Müdür Beyle dün İstanbul’da birlikteymiş: “Böyle bir şey olsa söylerdi. Çok neşeliydi, birlikte gezdik. Gerçi benim böyle bir sözden haberim yoktu, aklımdan bile geçirmediğim için böyle bir söz olmadı ama, dediğiniz olsaydı Müdür Bey üzüntüsünü saklamaz söylerdi Çündü biliyoruz, Müdür Bey ilk öğrencilerini, sizleri hayırlısıyla görevlerine başlatmadan yer geğiştirmeyi düşünmüyor!”dedi. Yarım kalan kazık işine sarıldık. Arkadaşlar, taze bal alındığından söz ettiler. Yusuf Asıl: “Bal haklarımız duruyor!”dedi beni de tanık gösterdi. Bu kez Hamdi Öğretmen: “Katiyyen olmaz, önce bal ondan sonra kazıklar!”dedi. Sonra da: “Sözümü gei aşdım çocuklar, şu kazık sözü çirkin bir sıfat olarak kullanılıyor. Çocukluğumdan beri duyar sinirlenirim bu söze. En küçüklüğümde annem söylerdi: “Kazık kadar oldu, şu işi yapamıyorsun, sonra okula gittim. Okulun küçüklerinden sayıldığım için kazıklık uzun boylulara yapıştırılmıştı. Gene de bir gün bana söyleneceği küşkusunu atamamıştım. En iyisi biz bu sözü kullanmayalım; tel direği ya da desteği desek pekala olur!”Hep güldük ama hepimizin anlatacağı bir kazık öyküsü var, hepsi de Hamdi Öğretmenin benzeri olaylar. İrfan Öğretmen bazı bölgelerde kazık, sırık yerine dikeç sözü kullanıldığını söyledi. Hamdi Öğrtetmen teşekkür etti, bize de dikeç önerisi yaptı. Ben, dikel biliorum ama dikeç duymadığımı söyledim. Bizim burada bel ya da belleme yaptığımız uzun küreklere benzer iki yanı sivri toprak kazan araçlara dikel dendiğini söyledim. Dikeç demeye karar verdik. Yusuf Asıl İrfan Öğretmene sordu: “Dikeç sırık anlamına da geliyor mu?”Öğretmen: “Evet!”yanıtını verince arkadaşlar güldüler: “Yusuf hemşerisini savunacak!”Dikeçlerimizi tamamladık. Tuğla duvarların betonu da dökülmüş. Müdür Evi ile Öğretmen evlerinin bahçeleri çevrilmiş durumda. Tek kapıları eksik. İrfan Öğrtetmen: “Bahçe kapısı, ne olacak bir birinin benze beş kapı bir günde yapıp takarız!”dedi. Bizim i, şimiz olarak nasıl olacağı daha kararlaştılmamış ön tarafta gölgelikler var. Onları anımsattım. Müdür Bey, karalık yapacağı için o ön sundurmaları kaldırmak istiyormuş. İrfan Öğretmen: “Belki de onlar yapılmayacvakl!”dedi.

Öğle yemeğinde öğretmenlerin çoğu vardı. Belki de Öğretmenler toplantısı yapılack. Müdür Bey beyaz giysiler giymiş. Gülerek bir şeyler anlatıp öğretmenleri güldürdü. Yandan yandan çevremdeki çocuklara baktım. Öğretmenler güldükçe onlar da gülüyorlar. Oysa iki gün önce hepsi ağlam aklıydı. Aklımdan çelişik düşünceler geçiyor. Şimdi okul Müdürü kalkıp: “Beraberliğimiz buraya kadarmış, ben yarın ayılıyorum, sizlere başarılı çalışmalar!”dese. ne olur?Sonra da kendimi ele alıp yorum yapıyorum beni çağırsa: “Bana verdiklerin yeterli değil, sana iki gün izin, git evbde dediğin notlarının tamamını getir, getirmezsen suçun artacaktır!” dese ne yaparım?” Mehmet Aygün ayağıyla ayağımı dürttü, Yusuf’u gösterdi : “Hemşerisine bundan böyle sırık değil dikeç denmesini isteyecek!”dedi. Dikeç sözünü Hilmi tam algılayamadı:  “Dikkeçi!”dedi. Arkasından da: “ Yusuf için tam bir sıfat!”diye ekledi. Hilmi marangozluk atölyesindeki konuşmaları bilmediğinden salt Yusuf için konuştuğunu an layınca tartışmayı uzatmamak için daha önce konuşulan gerçek olayı kısaca anlattık. Bu kez de Sırıklı yerine dikeç ya da dikeçli denemeyeceği aynı etkiyi bırakamayacağı tartışıldı. Yusuf sessizce dinledi. Gülerek: “Ben sizin konuşmalarınızı dinlemiyorum bile, bana ne elin kızından?Ancak birinizin böyle söylediğini o duyarsa zaten size yapacağını yapar!”deyip işin içinden sıyrıldı. Arkadaşların amacı Yusuf’u kızdırmaktı. Bunu başaramadıkları için konuyu değiştirdiler. Mehmet Aygün, benim söylediğimn dikel sözüne takıldı: “Böyle bir söz duymadım; köuylerimiz yakın sdayılır. Biz de çiftçilik yapıyoruz siz de. Neden bizde dikel yok?”diye sordu. Bu kez ben dikelin kulla nıldığı yerleri anlattım. Daha çok kepir ya da killi toprak yazları büyük dilimler olarak kurur, bunları kırmak zorlaşır. Şimdi bizim üst bahçelerde olduğu gibi. Bu büyük

Kuru topakları parçalamak için kürek gibi çatal demirler kullanılır. Kalemle çizerek resmini gösterdim. Mehmet Aygün gülerek: “Anladım, ben onları kullanmadım ama satıldığı yerlerde görmüştüm!”

Okul Müdürünün öğrencilerle konuşacağı varsayımları boşa çıktı. Bunun yerine öğretmenler toplantı yapmış. Biz atölyede uzun süre öğretmenleri bekledik. İrfan Öğretmen soluk soluğa gelip bize iş verdi, Öğretmenlerin toplandığını ondan öğrendik. Dikeçleri tuğla duvarların yanına taşıyıp yığdık. Bir yandan da olasılıklar öne sürüldü: 1. Müdür Bey gidecek ama, gitmeden önce duyulmasını istemediğinden; öğretmenlere sıkı tembihat verecek, olay unutulunca çekip gidecek!2. Müdür Bey yerine bırakacağı yeni müdürü öğretmenlere seçtirip Milli Eğitim Bakanlığına bildirecek. Milli Eğitim Bakanlığı da o zaman bizim müdürümüzün atamasını onun istediği yere yapacak. . 3. Bunların hiç biri değil, bu aydan sonra öğrenciledri daha çok çalıştırıp işleri kış gelmeden bitirme çareleri konuşulacak!Son olasılık çoğunlukla benimsendi, bunun üstüne yorumlar başladı: “Daha nasıl çalışılır?Son iki hafta dışında tüm yaz hafta tatillerinde çalıştık. Bu tür ko nuşmalar sürerken İrfan Öğretmen geldi Hamdi Bağ Öğretmenle Latif Yurtçu Öğretmenin ayrılacağını söyledi. Latif Yurtçu Öğretmeni zaten çoktandır görmüyorduk; onun ayrılışına fazla üzülmedik ama Hamdi Öğretmen için ağlamaklı olduk. Hamdi Öğretmenin yerine yenisi atanmak üzereymiş; o gelene dek Remzi Öğretmen bizimle çalışacakmış. Bu haberden sonra hiç kimse Müdür Beyin durumunu sormadı daha doğrusu soramadı. Yusuf Asıl Namık Öğretmeni sordu: “O kalıyor mu?İrfan Öğretmen başıyla : “Evet!” işareti verdi gene ayrıldı. Hamdi Öğretmeni bekledik. Bir süre sonra gülerek o da geldi. Bize bir şey sormaya zaman bırakmadan: “Eylül sonuna dek buradayım, en erken ekim ayı başında sizlerden üzülerek ayrılacağım. Bu bir atama değil, askerlik erteleme sürecim dolmuş. Bu nedenle Milli Savunma Bakanlığı kesin kararını vermiş!”dedi. Arkasından da : “Asker oldum piyade…. Sonrasını siz söyleyin; çünkü ben her zaman göreve hazırım!”dedi. Hamdi Öğretmenin neşeli oluşu bizi de etkiledi, özellikle daha bir ay kalabilmiş olmasını bir şans saydık. Öğretmenler ayrılınca bir süre daha karşılıklı bakışıp biz de paydos ettik. Akordiyon çalışmaya kalmadım. Dersliğe gittim. Derslikte gene öğretmen gitmeleri, gelmeleri konuşuluyordu. Dünya Nimetleri’ni açıp okumaya çalıştım. 5. Kitap yazıyor ama 10 sayfalık bir bölüm. Yazar geçen yıllar da gittiği bir kente gidiyor. Daha doğrusu gittiği yer kent değil bir kırsal bölge, Güzelliklerle dolu, yeşillik, gölü olan bir doğa. “Bir birimizin olacağız!”diyordun dediğine göre bir bayana yazıyor olmalı. Oysa az aşağıda: “Bir kadına bel bağlamıştın, gelmedi!”diyor. Kendi kendine konuşuyor olabilir, deyip geçiyorum. Kent giysilerimi çıkardım dediğine göre kırlara çıktığı anlaşılşıyor. Zaten az sonra araba yolculuğu başlıyor. Strasbourg kentinde yüksek bir kuleye çıkıp kentin damlarını izliyor. Leylekler için: “Düzene, töreye düşkün leylekler, uzun ayaklarıyla!”diye bir yakıştırma yapıyor. Yazar hanlasrı anlatırken ben Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları şiirini anımsadım, bir bakıma onu yaşamaya çalışıyorm. Gerçi benim Hanlar üstüne çok bilgim yok, tek tanıdığım Han, Lüleburgaz’daki Enver Beyin hanıyla Kırklareli’deki amcamın Pehlivan’ın Hanı. Onlar da yolcular için küçük küçük odalarla yolcuların at ya da öteki hayvanların barınacağı ahırladan oluşmaktadır. Yolcuların bir araya geleceği öyle büyük yerleri yok. Yazar, çiftçilerle ilgilenmiş. Önce Çiftçi, çiftliğinin şarkısını söyle!”diye başlıyor. Çiftçinin şarkısı var mı ki?Bundan sonra kapılar başilıyor. İlk kapı, Samanlık kapısı. Ben de bu kapıları çok iyi biliyorum ama onlar üstüne şiir yazmayı hiç düşünmedim. Bu şiir yazma işi belli bir yaşta mı oluyor yoksa. Yazar da buralarda daha önce gezmiş, o zaman yazmadığına göre şimdi yazışının özel bir nedeni olsa gerek2. Kapı ambar kapısı. Bu kapıda tohumun ekin sonra da ekmeğe dönüşü düşünülük şiirleştiriliyor. 3. Kapı sütevinin kapısı. Sütten peynire dönüş, geçirdiği evreler bu evrelerin kendine özgü güzellikleri anlatılmaktadır. 4. Kapı Ahır kapısıdır. Hayvanların da bir yaşam süreci vardır. Bu süreç görenler için çok güzellikler içermektedir. Bir ineğin yavru yapması, olaya ilgi gösterenler için şiirsel bir güzellik kazamndırabilir. 5. Kapı Meyvelerin kapısıdır. Meyveler için fazla söze gerek yok, onları zevkle yeyip çekirdeğini yere atmaktayız. Oysa o atılan çekirden gene bir meyve ağası olup mevvelerini vermektedir. Edlma, armut, kiraz, erik böyle böyle çoğaslıp tükenmektedir . 6. Kapı, meyvaların suya dönüştüğü ezim yerleridir. Yazar bu bölümde tümden kendini anılarına kaptırıyor, özlemini belirtiyor. 7. Kapı, İmbikler kapısı. Meyve sularının zaman içinde çok değişik bir tada girmesi, insanların bundan haz duyması, anlatılmamakla birlikte anlaşılacağı düşünülerek içki kon usunda okuyucuyu duygulandırıyor. Sözde yazar Nathanael’e söylüyor ama okuyanlar bundan kendilerine bir pay çıkarıyor. 8. Kapı doğrudan Nathanael’e söyleniştir. Buna bir özlem şarkısı ya da geriye dönüş şarkısı da diyebiliriz. 9. Kapı düzlüğe çıkıştır. Coşan fırtınaysa dinmiş, selse akıntısı azalmış, öfkeyse yatışmıştır. Büyük dalgalardan sonra denizin sakinleşmesi diyebiliriz Kitabın bu bölümünü çok yabancı bulmadım, tersine benim yaşamıma tıpatıp uyan bir durum var. Ancak ortada gezen ya da olayları değerlendiren bazşka bir dilden konuşuyor, bunu bir türlü kavrayamadım. Bağı bozup üzümleri biz de eziyoruzi, Ezilen üzümler bir evreden sonra şarap oluyor. İnsanlar o şarapları içi, m neşeleniyorlarBen bu olayları hep gördüm ama araya Nathanael ya da basşkası girince o bildiğim olaylar hemen başkalaşıyor. Örneğin yazar, bi, ndiği arabaları, gittiği yerleri anlatıyor. Ancak arada örneğin kızaklar için: “Kızaklar!Bütün arzularımı size koşuyorum!” diyor. Arzuların, isteklerin kızağa ya da arabaya koşulması, bu tür anlatıiı tüm kitaba yayması sanırım anlaşırlıüğını biraz zorlaştırıyor. Bence bu kitabı iyi anlamak için, daha iyi açıklayacak bir kitap daha yazm ak gerekecek. Gene de okuyacağım. İşte Altıncı Kitap’a geldim……

Yemekte konu Hamdi Öğretmendi. Bizim masada yapı kolundan tek kişi Hilmi Altınsoy bi süre dinledi: “Sizin bu kadar seveceğinizi bilmezdim, şaşırdım: Ne var bunda? Öğretmenler yaşam boyu kalacak değil ya ayrılırlar!”dedi. Hilmi’ye çıkışanlar oldu. Tartışma sen ben şekline döndü. Bu arada Hilmi’ye : “Senin öğretmenin ayrılınca üzülmedin mi?”diye soru soruldu. Hilmi rahatça: “Benim öğretmenim ayrılmadı ki!”deyince arkadaşlar birden: “Yalancı, bu kadar da unutkan olamazsın. Hasan Çevik Öğretmen!”deyince Hilmi: “Ben unutkan bir insanım, kusura bakmayın!”yollu sözü saptırmaya kalktı. Hasan Üner uyardı: “Hemşerim, sen bu vefasızlıkla sevgililerini de unutacaksın!”Mehmet Aygün bekliyormuş gülerek: “Nachtigall’e yaptığını unuttunuz mu?Kızçağızı ortada bıraktı!”dedi. Olay birden neşeye döndü. Bundan böyle Hilmi’ye her yemekte Nachtigall anımsatılacak. Hilmi yemin etti; o zaman ben bu masada oturmam!”Yanıtlar daha kesin oldu: “Nereye gidersen git, oturduğun masaya uğrayıp anımsatma görevimizi yapacağız. Hilmi bu kez de ağzından baklayı çıkardı: “Arkadaşlar madem adımı çıkarıyorsunuz bari başkası olsun; ben o kızı sevemiyorum. Siz böyle dedikçe ben zaman zaman onu düşünüyorum da hiç ısınamıyorum!”deyince ben Hilmi tarafına döndüm: “Başka birini seçin, hiç değilse arkadaşın gönlü yatsın!”Hilmi bu kez sevindi: “Olur vallahi!”deyip rahatladı. Bu kez de kızlar yavaş seslerle ortaya getirildi. Hilmi Gülsüm adlı kıza “Ihı!”dedi. Gülerek masadan kalktık. Hilmi bu kez tam yakalandı. : “Ben evet dedim ama koşullarım var!”dedi durdu ama gülüşmeler, o koşullara uyulmayacaığı belli ediyordu. Derslikte neşemizi soranlara yanıltıcı yanıtlar verildi. Bu arada Sami Akıncı bir duyuru yaptı: “Yarından başlayarak tüm öğretmenler her gün okula gelecek!”Birkaç kişi birden: “Ders yok ne yapacaklar okulda?”dendiyse de, konuşmalar verilen tatil ödevleri üstüne döndü. Halil Basutçu: “Hadi gene, içimizde sen rahat sen olacaksın!”dedi. Hüsnü Yalçın gülerek: “Her zaman o değil mi?diye sordu. Öyle olmadığımı söyledim. Kanıtlamak için de okuduğum kitaptan bölümler okudum. Dikkat ettim, arkadaşlar ilgiyle izlediler. Benden sonra okumak istediklerini duyunca iyice şaştım. Bu kez 6. Kitabı okumaya başladım.

Zum sehen geborn-Zum schauen bestellt ( GOETHE-Faust, 11) (Varoluşu görmekti, işte, şimdi de bakıyor. )

Bir çok söz arasında (Tanrı buyrukları ruhumu hasta etti) demesini yadırgadım. “Çoban, Yer yüzünde güzel olan ne varsa onlara götüreceğim senin isteklerini”deyişi gerçek çoban için mi?Gen Nathanael’e söylüyor. Hem de sözler arasına çok uzun şiirler katarak. Örneğin: Nathanael, yeni bir susuzlukla tutuştuemak istiyorum dudaklarını, sonra da serin mi serin kadehler yaklaştırmak onlara. Ben içtim; dudakların susuzluğunu dindiren kaynakları iyi bilirim. Nathanael, sana kaynakları anlatacağım…. . Yazar, sanırım burada Nathanael’e aşık olduğunu bir ölçüde açıklıyor. Arkasından da kentlerden uzak kırsal yaşamların güzelliklerini sıralıyor. Gene gene belli sözleri tekraralayarak Nathanael’i anıyor. &. kitabı da iki kez okudum. Anlatmakta zorluk çekiyorum ama yazarın içinde bulunduğu durumu sonunda anlamaya başladım. Adam düpedüz aşık, belki de çaresiz. Benim döne döne kitabını okumaya çalıştığım gibi o da düşündüğü, onu bu duruma getirene söylemek istediğini tekrarlayarak söylüyor. 7. Kitapta gene yolculuklar başladı. Bu kez deniz yolcuğu…. Şubat 1895. Marsilya’dan kalkış. Kaç kez kaç kez şafağı bekledim… umudu kırılmış denizde…Cezayir: Sessizlik ve dostluk limanı-Her şeyin uyuduğu saat gelip çattı işite…. Bir ay sonra: Mart 1895. . Daha önce gördüklerinin değişik biçimlerini anlatmakta: “Bi, lirim, hangi kaynaklar serinletir göz kapaklarımı…. Bu kez Nathanael’e mektup. Mektupta günlük yaşamı anlatılıyor……Sonunda da: “gittiğim yolun kendi yolum olduğuna, nasıl gitmerm gerekiyorsa öyle gittiğime inanıyorum. Uçsuz bucaksız güven alışkanlığım sürüyor, bu güvene iman da denilebilir!”Bir süre Biskra denilen yerde kalıyor. Biskra’nın akşamı, sabahı, gecesi ayrı ayrı anlatılıyor. Yazar kendi gördüklerini anlatırken ben de: “ Bir zamanlar bizim olan o yerlerde şimdi yabancılar dolaşıyor!”deyip üzülüyorum. Yat zili çalınca toparlandım. Barbaros Hayrettin Paşa’yı, Ömer Seyfettin’in Forsa adlı hikayesinde babasını tanıdığımız Turgut Reis’i anıp biraz üzülmüş olarak yatağa girdim. Andre Gide düpr düz kendini yazıyor. Açık açık da aşktan, sendiği insandan söz ediyor. Bunu nasıl açıklıyor?Öteki romanlarda ya da hikayelerde olabileceği düşüğnülen olaylar olarak tanım yapıyoruz. Oysa burada yazar kendisi, kendi üzüntülerini, özlemlerini yazıyor. Birileri tarafından ayıplanacağını düşünmüyor her halde!Benim A için yazdıklarımı ikimizi tanıyan arkadaşilar okusa ne derler kim bilir?A için, onu üzecek bir şey yazmıyorum ama O duysa pirelenir. Ya Süheyla Öğretmen için yazdıklarımı Şerif duysa: “Senden bunu beklemezdim hemşerim!”der.

 

1 Eylül 1942 Salı

 

Askerlik Kampına çıktığımızdan bu yana kaldırılan nöbetler gene başladı. 4 Mehmet Aygün yatakhane, 79 Ahmet Güner yemekhane nöbetçisi. . Abdullah Erçetin kendisine iki nöbetin bitden geleceğini söyledi. : “Olur mu, olmaz mı? parmak saymalar başladı. 50 Abdullah Erçetin’le 53 Akli Önol nöbetleri arka arkaya tutacaklar. Sami Akıncı açıkladı: “Revirde kalan olyor, bu nedenle sıra bozulabilir. Böyle olacaksa bir gün önceden de değişiklik yapılabilir. Sami Akıncı’ya soranlar oldu: “Nöbet cedvellerini sen mi yaptın. ? Sami kesin olarak ilgisi olmadığını, Cedvellerin İlhan Görkey Öğretmen tarafından yapıldığını anlattı. İdris Destan: “Göreceğiz bakalım o gün?dedi. Birden bağırmalar oldu: “Ne demek o, hangi günmüş o? Soruları ortaya atıldı. Tam kapıdan çıkıyordum, döndüm: “Arkadaş bir gün dedi, bekleyelim bakalım o günü. O günü bilmeden bağırmanın anlamı ne?Neyse kimse bir şey demedi. Ancak benim de çok iyi, bildiğim bir tartışmanın gene başlayacağı belli oldu. Derslikte konu tüm öğretmenlerin okula gelmes, yeni varsayımlar ortaya getirdi: “Fikret Madaralı Öğretmen kitap okuyacak, Ahmet Gürsel Öğretmen matematik çalıştıracak, Selçuk Korol Öğretmen tarih anlattıracak, türü kon uşmalar aldı yürüdü. Bu kez de ben : “Gherçeği tam tutturamadınız, Müdür Bey, dersinin arttığını söylemişti o da gelip Meslek üstüne konuşma yapacak!”dedim. : “Sahi, işte bu olabilir, sen bunu duymuşsundur; doğru söyle!”sözleri arasında kahvaltıya gittik. Ben yeni bir şey duymadım ama Müdür Bey daha o zaman bize önemli bir uyarıda bulundu sanıyorum: “Bir ders neden birden bire 6 derse çıksın!”Konuşmalara bakılırsa arkadaşlar hem derslerin başlamasını istiyor hem de derslerin sıkıntısını hesaplıyorlar. Çoğuna göre işler böyle ortalıkta gitsin, daha iyi!Tatile girilip de dersler unutuldukça bir grup arkadaş neredeyse okumaktan hepten kopuyor. Ali Güleren, Fettah Biricik, Hüseyin Serin, Enrullah Öztürk, Abdullah Erçetin, Ali Önol arkadaşların yaz boyunca ellerine bir kitap alıp okuduğunu görmedim. İçlerinde tek Hüseyin Serin sporla ilgileniyor, koşuyor, top oynuyor. Ötekiler bu tür bir etkinliğe de katılmıyor. Abdullah Erçetin müziğe çok yatkın, sesi güçlü, duyduğu mlodileri hemen kapıyor ama , iş orada kalıyor.

Hamdi Bağ Öğretmen atölyeye neşeli geldi: “Müdür Bey bana ne dedi, biliyor musunuz?” diye sorduktan sonra: “Benim evimi tamamlamadan gidemezsin, izin vermem!”demiş. Biz gülerken Yusuf Asıl birden: “Öyleyse biz çalışmıyoruz öğretmenim, Müdür Bey de sözünde dursun!”Arkadaşlar bir den durdular, ben, tam dinlememiştim: Hamdi Öğretmen Yusuf’a teşekkür edince toparlandım: “Elimizde olsa öyle yaparız!”diyebildim. Hamdi Öğretmen gülerek şakalar da güzel, verilen emekleri değerlendirmeler de, biz gene bize düşeni yapalım, olumlu işler sürdükçe daha mutlu olacağımız sözler yüzümüze söylsenecek, ayrılınca da arkamızdan yankıları artarak gelecektir. Gelim biz Müdürü Beyin evini bir an önce tamamlayalım, o çıksın mutlu mutlu otursun!”dedi. Hamdi Öğrtetmen tam :   “Mutlu mutlu otursun!   “derken İrfan Öğretmen geldi, biraz hayret ederek: “Kim ben mi mutlu mutlu oturaım?” diye sordu. Hamdi Öğretmen başta hepimiz güldük. Hamdi Öğretmen gülerek: “Çok doğal cancağızım, sen mutluluğu kndin var eden bir insansın. Biliyoruz ki sen, çalışırken nasıl mutlu oluyorsan, yatarken de oturuken de öyle mutlusun. Ancak biz senin mutlu mutlu kapıdan girişini bekliyorduk. Kapıdan da mutlu girdin. Böylece bizde mutlu olarak mutlulut üstüne konuşma olanağı bulduk!”Örtmetmenler kısa bir konuşmadan sonra bizi gruplara ayırdılar. Müdür Evinin Çerçeveleri takılmıştı. Ancak sıvalar yapılırken çıkarılmış, odanın birine öylece bırakılmış. Bizim grup onları yerlerine takmakla görevlendirildi. Arkadaşlar da öteki evlerin takılmış olan kasalarına çerçeveleri takacaklar. Öğretmen evlerinin sıvaları da yarım kalmış, öğretmenler onlar için Namık Öğretmenle görüşmeye gitti. Bizim işimiz kolay, yapılmış işi bir kez daha elden geçirmek. Menteşeler harçlanmış, harçlar kurumuş, onları temizlemek bizi oldukça oyaladı. Çalışırken arkadaşlara çaktırmadan gözlerim yollarda, Okul Müdürü gelir evinin yapıldığını görünce beni anımsar belki umut verici bir söz söyler dğüşğncesiyle neredeys bekler durumda koşuşturuyorum. Öğleye dek gelen giden olmadı. Gene de umudumu korudum. Öğlede Müdür Bey öğretmenlerle birlikte yemek yedi. Öğleden sonra beklentim sürdü. Zaman zaman boş yere umutlandığımı söyleyip “Ne söyler ki?” diye soruyorum. Söyleyecek bir sonuç oluşmuş olsa çağırır sorar, ya da söyler!”Öğleden sonra çerçeve takma işini bitirdik. Bu kez gene Vasisdas işi ortaya atıldı. Henüz şekli kararlaştırılmamış. Lüleburgaz’da bulunanlar çok “alelade” imiş. Salih Baydemir’in bu sözüne takıldım: “Alelade!” ne demek?Salih azıcık bocaladı. : “Kendisi biliyor da özellikle onu yoklamak için sorduğumu düşündü. Bunu anlayınca ben, gerçekten bilmediğimi, daha doğusu bu sözün değişik anlamlarda kullanıldığını söyledim. Konu öyle kapandı. Paydostan sonra dersliğe gidince Osmanlıcadan Türkçeye Cep kılavuzuna bakıp karşılıklarını Salih’e okudum. Salih bu kez rhatladı. Kılavuzu alıp uzun uzun başka sözcukları okuyup okuyup güldü. Bir çok söçzün anlamını güldürücü bulduğunu söyleyrek arkadaşlarla bir süre oyalandılar. Akşam yemeğinde Selçuk Korol Öğretmeni gördük. Okulda kaldığına göre nöbetçi olmalı. Nöbetçi olduğuna göre bizim dersliğe uğrayacak. . Hemen aklıma Dünya Nimetleri kitabında anlatılan Cezayir geldi. Yazar Cezayir’i hem güzel buluyor hem de yıkıntılı, insanlarını biraz ölgün gördüğünü söylüyor. Kendisinin gördüğü güzellikleri yerliler göremiyormuş. Ayrıca yıkılmış camilerden söz ediyor. Cezayirliler Müslüman olduğuna göre camileri neden yıkık ya da ivrane durumda oluyor. Salt Cezayir değil benzer olayları yazar İspanya için de özellikle Granada-Kastilya, Alkazar ya da Elhamra’dan söz ederken yıkıntıarı anıyor ama o zamanın uygarlığına hiç yanaşmıyor. Özellikle kahvelerde zararlı içkilerin verildiği kendisine de bir kahve verilen içkiden zehirlendiğini anlatıyor. Müslümanların yaşadığı yerler gerçekten yazarın anlattığı gibi mi?Ben bunları tasarlarken bizim derslik muştucusu Bwekir Temuçin duyurdu: “Selçuk Öğretmen!”Selçuk Öğretmen, özledim sizi, derse gelince kızacağım, içinizde birilerini üzeceğmibiliyorum ama gene de özledim. Dersler başlamadan görüşelim!”dedi güldü. Ayırım yapmadan kapıya yakın olanlara hep sordu: “Günleriniz nasıl geçiyor?”Bizim sıra önüne gelince daha çok Halil Basutçu ile konuştu. Bana da: “Kusura bakma Halil’le hemşeri sayılırız, ikimiz de Edirneliyiz!”dedi. Kürsü önüne inince de gene bana: “Şimdi seninle de konuşabiliriz. Biliyorum soru soracaksın, hadi sor bakalım!”dedi. Oru soracağımı anlamış olmasına sevindim ama böyle tek başıma sormayı da düşünmemiştim. Sami Akıncı, derslerin başlama tarihini sordu. Öğretmen : “Onu İlhan Görkey’den sorun, o işleri o bilir!”dedi. Bu kez cesaretlendim ben hazırladığım Cezayir sorumu sordum. Selçuk Öğretmen kısaca Cezayir üstüne bilgiler verdi. Yazarın anlattıklarını de: “Onlar yazarın kişisel görüşleridir. Bir başkası da başka türlü görür. Ancak Cezayir iki yıl önceye dek Fransa’nın sömürgesiydi. Şimdi Fransa Almanya’nın sömürgesi durumuna düştü. Bir Alman yazarı da Fransa’yı gezip benzer yazıları onlar için yazabilir!”dedi. Selçuk Öğretmen Fransa Almanya’nın sömürgesi deyince geçen hafta Fikret Madaralı Öğretmenin verdiği bir gazete tanıtma ödevini yaparken okuduğum Cumhuriyet gazetesinde bir yazıyı anımsattım. Yetkili bir Fransız büyüğü: “Bu savaş, sonunda toplana toplana Fransa’da toplanacak savaşın sonu da Fransa’da belli olacakSonunda Fransa kazanacak!”diye yazdı!”dedim. Selçuık Öğretmen gülerek. “iyi ki anımsattın ben de sana bir gazete sakladım sen onu da incele, not edeceğin haberler var, unutursam bana anımsat!”dedi. Öğretmen ayrılınca arkadaşlar benden sordu: “Ne gazetesi?”Bilmediğimi söyledim. ben gazeteden söz weddince o da sakladığı bir gazeteden söz etti, verince öğreniriz. Ben öğretmenin vereceği gazeteden çok sorumu tam soramadım, aldığım yanıt bu nedenle beklediğim gibi olmadı. Kitabı açıp kalan bölümü okudum. 8. Kitap. İlginç bu bölümü bittiği için mi ne daha rahat anladım. Yazar geçmiş dönemde gördüklerini, sevdiği yerleri özlemle anımsıyor bir bakıma geme oralarda düşleriyle yaşıyor. Kendisi Paris’te olmasına karşınEl-Kantara’da Altın köprüyüiZaghouan’da incir ağaçlarını, Enfida’da bir kayayı anımsamaktadır. Sonuç yerine bir İlahiYazar yıldızlara bakar. Yıldızların adlarını bilir. Yıldızların daha doğrusu gök yüzünün kurulu düzenini düşünür. Aksamadan süğren bu düzeni aşik gibi büyük bir isteğe bağlar: “Gözler kamaştıran bir aşk yol gösterir onlara!. Değişmez yasaları vardır. İşte biz de onlara bağlıyız; kurtulamayız onlardan!Bundan sonra yazar Nathanael’le, Şimdi kitabımı at, sıyrıl ondan, beni bırak, canımı sıkıyorsun artık. diye başlayan, yazısı özet olarak: “Kendi gerçeğini kendin bul, başkasının kitabı sana senin gerçeğini veremez. Çünkü o da yaşam karşısında binlerce tutumdan ancak birini verebilir. Oysa senin gerçeğin ondan çok başkadır, sen kendi gerçeğini ara ki, varlıkların en yeri doldurulmazını yaratasın!” Bunca uğraştan sonra Dünya Nimetleri’nün anahtarını buldum sanırım. İnsanlar bir birine benzer ama bir birinin tıpkısı değildir. Olamazlar. Olmaya çalışanlarsa kendilerini bulamadan başkasının kopyası olarak yaşarlar. Fikret Madaralı Öğretmenin bu kitabı neden önerdiğini sonunda anladım. Yazarın öteki kitaplarını da okuyacağım. Kaç gündür bu kitap bana dert olmuştu. Dünya Nimetleri neredeyse bana dünya eziyetleri gibi gelmişti. . Gene de tümünü anladığımı sanmıyorum; ancak ağır basan düşüncesi sonunda iyice ortaya çıktı. İçim rahatladı derken Halil sordu:   “Selçuk Öğretmenden gazeteyi sen mi istemiştin?”Öyle sorulmuş soru olduğunu bilmemek karşın gene alınganlaştım. : “Bwen istemedim. Zaten öğretmen: “Senin işine yarayacak bir gazete!”dedi. İstediğin demediğine göre benim istemem söz konusu değil. Zaten Selçuk Öğretmeni on gündür görmüş değilim. Yatınca da buna takıldım; ne fark eder, ben istesem kusur mu işlemiş olurum. Halil böyle şeyleri önemsemez biliyorum ama, sanırım bu tür saptırık düşüncelilşerin konuşmalarını duşmuş, o nedenle sormuş olabilir. Bu kez d gazetede ne yazılmış olabilir. Benim özetlediğim gazetede Berlin kntindeki insanların eğlenceleri anlatılıyordu. Bunda da böyle bir şey olabilir. Selçuk Öğretmen bana savaş yazısı getirecek değil ya!

 

2 Eylül 1942 Çarşamba….

 

Ali Güleren nöbetçi, : “uyuyanlar uyansın!”türü bir söz söyledi. Mustafa Saatçı başta olmak üzere bir gurup: ”Yaşa Ali Aga, bizi uyandırdığın için teşkkür ederiz!”dediler. Arkasından da güldüler. Gülenler yartıyor. Meğer onlara uyanın duyurusu yapılmış, uyanmak başka kalkmak başkaymış. Ali Aga: “benim külahıma anlatın, öğretmen gelince görüşürüz derken Selçuk Öğretmen: “Eeeee, nöbetçi öğretmeni geldi, kim kiminle görüşecekmiş bakalım?” deyince bir patırtı oldu. Ali Aga gülerken Selçuk Öğretmen bizim ranzanın yanından ileri geçti. İsmet, Yusuf, Arif, Abdullah, Mustafa Saatçı suçüstü yakalandılar. Biz soluğu derslikte aldık. Selçuk Öğretmenin sert davranacağını düşünmüyoruz ama gene de, yumuşak yumuşak dokundurucu sözler söyler. İsmet’in aralarında oluşuna üzüldüm. Neyse İsmet geldi, öğretmenin bu defalık affettiğini söyledi. Ben gazeteyi anımsadım; nen mi isteyeyim yoksa oluruna bırakıp öğretmenin anımsamasını mı bekleyeyim?”Beklemeye karar verdim. Belki de gazete öğretmenin evindedir. Kahvaltıda da Selçuk Öğretmen masalar arasında dolaştı. Dikkat ettim Selçuk Öğretmen dersine girdiği tüm öğrencilerin adlarını biliyor, onları adlarıyla çağırıyor. Hasan Bozkurt’a, Salih Sevilmiş’e, Raif Kayın’a, Melahat Erkan’a adlaerıyla seslendi. Ayakta duran Hasan Bozkurt’a: Boyunu göstermek için dikiliyorsan gördük; Salih Sevilmiş’e sesini duyurmak için konuşuyorsan duyduk!”dedi Raif Kayın rahatsızmış, öğretmen ona da : “Geçmiş olsun dedi. Melahat Erkan nöbetçi, az ileride duruyordu. Kaşığını düşüren bir arkadaş için ondan da bir kaşık rica etti. Selçuk Öğretmenin bu tavrı arkadaşların da gözünden kaçmamış art arda övücü sözler söylediler. Sonra da öteki öğretmenlerin böyle durumlardaki çağırış ya da duyurma şekillerini konuştular. Hamdi Bağ Öğretmen: “ Hey, dostum!, İrfan Öğretmen: “Yanına gider, Fikret Madaralı Öğretmen: “Beri bak!, Ahmet Gürsel Öğretmen: “Sen, sen, sen!Faik Bakır Öğretmen: “Adın nydi anımsayamadım!, Namık Ergin Öğretmen, çağıracağı öğrencinin yanıda bulunan bir adı söyleyip, duyurur, Okul Müdürü, kim olursa olsun: “Hey, Karaoğlan!, İlhan Görkey Öğretmen: “Oğlum, dedikten sonra belli bir özelliğini söyler; uzun boylu, mavi gömlekli, ya da ayaktaki, konuşan!, Nahide Öğretmen: hiç ses çıkarmaz, çağıracağının yanına gider. Yüzü dönükse el eder; Bergüzar Öğretmen hiç birini yapmaz, bir başkasını gönderip çağırtır, Nazmi Aybar Öğretmenin kimseyi çağırdığı görülmemiştir. Gerektiğinde gider, arkadaş gibi konuşur; söyleyeceğini söyler. Salih Ziya Büyükaksoy ÖğretmenLSesi çok gürdür)Baksana! der. Duymamak olası değildir. Sesi duyan herkes bakınca gülerek işaret parmağını kendisine doğru oynatarak (Sağ elini avucu yukarıya doğru, üç parmağı içeriye kıvrıktır avucunu açık tutarak) : sen! der. Besim İyitanır Öğretmen kimseyi çağırmaz. Gözü bir olaya takılıp izlemek isteyince gördüğü tüm öğrencileri çağırıp söyleyeceğini söyler. Konu bir suç ise, duyulan zılgıttan sonra kimin suçlu olduğu yapılan tepkili kouşmalardan anlaşılır. Çünkü suçlu susup boynunu bükmüştür. Ötekiler, öğretmenden uzaklaştıkça dozu attırıp seslerini yükseltirler. Latif Yurtçu Öğretmen birilerini sesli çağırmaz. Çağıracağı zaman, elini yumruk yapıp işaret parmağını cama dokunur gibi ileriye tıktıklayarak, çağıracağı öğrenciyi görenlere gösterir. Latif Yurtçu Öğretmenin eli kalkınca birkaç ses birden duyulur: “Seni, çağırıyor, seni çağırıyor!”Bunları konuşurken bizim masa, oturmuş kalmış; gülüşerek kalktık. Kahvaltı masasından bizi izleyen Selçuk Korol Öğretmen: “Neşeniz bol olsun dileğinde bulundu.

Müdür Evinin çerçevelerini tamamladık. Öğretmen evlerinin ince sıvası tamamlanmamış. İrfan Öğretmen: “Olsun, sıva yapılırken gene söker, sonra takarız!”dedi. Çerçeveleri numaralarına göre ayırıp taşıdık. Yapıcılardan bir grup evlerin iini bir grup ise dışarda duvarları çevreleyen yükseltileri yapıyor. Hilmi Altınsoy dışasrdaski grupta arada başını uzatıp Yusuf Asıl’a takılıyor:   “Abe kızanım Yusuf, sen hep büle sor işlerde mi çalıştırılıyorsun?”Oysa Yusuf işin en kolay tarafında, şunu tut, bunu ver türü yardımcı durumda. Yusuf arada gidip Hilmi’ye: “ anan görse, burada bir gün tutmaz, sen burada adam olmazsın; der acımasız bir usta yanına verir. akıllanırsın!”diyor. İrfan Öğretmen bu tartışmayı duymuş; elini ağzına tutarak bize sordu: “Ne diyor bunlar?”Arkadaşlar onların şakalarını anlattılar, İrfan Öğretmen uzun uzun güldü.

Bugünkü çalışmalarımız iyi geçti. Paydostan sonra atölyede uzun zamandır yapmadığım yorucu bir çalışma yaptım. Sesleri başlayış bitiş durumlarına uyan şarkılardan, marşlardan bir sıralama yaptım. Bundan böyle gerektiğmnde kesintisiz çalacağım. Aralarına da oyun havaları kattım. Dağ başınıduman almışla başlıyorum, biterken Harmandalı efenimn sonun Dağlarınla sürdürüp Mis kokan orman çamdırda sonra, Yine Bir Gülnihali en az iki kezx tekrarlıyorum, arkasından, Kır atınla geçiver ona Bengi ekleniyor. Onu Meşeli dağlar meşeli izliyor. . Bunun arkasından bizim Trakya oyun havası geliyor. Onu Biz kimleriz marşı; arkasından da İzmir Marşını çalıp kesiyorum. Ayrıca bir de şarkılardan, türkülerden sırala başlattım. Onlarda parçaleın tamamını çalmayacağım. Çoğunun tamamını çalmak istemiyorum daha doğrusu bir çoğunu çalamıyorum. Bunun yerine baş tarasflarındaki belli yerlerini çalıp ötekine atlıyorum. Çubuğum yok amanla başlayan dizi, İstanbul’dan Üsküdar’a yol, arkasından, Üsküdara gider iken, Menekşe buldum derede bunun bitiminde aman Adanalı bunu çifte telli denilen oyun havası izliyor. Asrkasından Bi dalda iki kiraz, biri al biri beyaz arkasından Manastır, Manastrın ortasın var bir havuz…bu dizi de . Kalenin bedenleri yar, yar, yar aman ile bitiyor. Birer ikişer kez çaldım, knim çok beğendim. Bir de okul şarkılarından daha doğrusu çocuk şarkışlarından bir dizi yapacağım. Röslein şarkısı hem başta hem de sonda olacak. Yeni bir duruım olmuş gibi sevindim gülümseyerek dersliğe gittim. Neşeli olduğumu görenler sordu: “Neden gülümsüyorsun? Birileri olasılıklar öne sürdü: “Mektup almıştır!”Birisiyle(!) konuşmuştur, yeni bir haber duymuştur. Selçuk Öğretmenden gazetesini almıştır. Birden irkildim: “Selçuk Öğretmende benim neden gazetem olsun?Öğretmen sen ilgilenirsin bende bir azete var, onu oku!”dedi. O gazete neden benim olsun?O gazetgenin senin olmadığına üzüleceğin yerde benim oluşuna da razı olamıyorsun!” Arkadaşlar araya girdiler. Şaka, şaka sözleri çoğaldı. Sözü söyleyen 74 Mehmet Başaran’dı. Azıcık korktu da. Çünkü biraz öfkeli ona doğru yürümüştüm. Sami Akıncı bile sırasından kalktı. Daha önce de aynı arkadaş böyle bir zırva söz söylemişti. O zaman: “ Bir daha böyle saçmalarsan iki cezanı birden veririm!”demiştim. Dediğimi yapacağıma inandığı için Sami telaşlandı. Neyse şaka maka sözleri, gülüşmeler ortalığı giderek yuımuşattı. . Ancak hiç önemsemezken bu kez Selçuk Öğretmenden gazeteyi istemeye karar verdim. Bir yandan da kendi kendime sordum: “Ne gazetesi bu?”Birden aklıma geldi Yeşilyurt gazetesi olabilir. Vahit Dede’nin yazısı ya da şiiri varsa Sekçuk Öğretmen onun için öyle demiştir. İçim rahatladı. Bu kez öğretmenden istemekten de vazgeçtim, kendi getirirse getirir. Aynı gazete bizim köye de geliyor, babam Vahit Dedenin yazılarını severek topluyor.

Yemekte, arkadaşlar Mehmet Başaran’a bakışımdan söz ettiler. Bu kez de ben: “Öyle yandan söz üretmelere kızıyorum; Mehmet Başaran benim gazetemin Yeşilyurt olduğunu bilmiyor mu? Yeşilyurt Kırklareli’de çıkan bir gazete, kendisi de Kırklarelili. Bildiğini ya da bilmesi gerektiğini, bilmezden gelip Fettah Biricik ağzıyla konuşmasını doğru bulmuyorum. Arkadaşlar beni haklı buldular. Dersliğe dönünce Mehmet Yücel yanıma oturdu. Dereden tepeden konuştuk. Bu arada güldüm: “Kızmadığımı söyledim, teşekkür edip ayrıldı. Tevfik Uğurlu geldi: “Nihayet senin 2. kitabın geldi, gelir gelmez de getirdim!”dedi. 1. cildi tam bitirmemiştim ama : “Bitirdim!”demiştim. Bu kez ağağıda dolapta, deyip savuşturma yolunu seçtim. Zaten Tevfik: “Bu sıra isteyen yok!”dedi. Tevfik gidince kalan bölümü okumaya başladım. Aliyoşa Gruşinika ile konuştuktan sonra, hatta o anda Gruşinika eski sevgilisi Polonyalı subayla buluşmak üzere yola çıkmıştı. Bu haberi Aliyoşa ağabeyi Dimitri’ye vermek üzere döndüğünde Dimitri bir yerlere gitmişti. Mewğerse haberi alan Dimitri önce para bulmak çareleri aramış, 3000 ruble olayını kurcalamak üzere eski dostları Madam Koklakov’lara uğramıştır. Oradan sonra uzun bir aramadan sonra Gruşinika ile Polonyalı subayın izini bulur. Önce bir dost gibi yaklaşır. Ancak Polonyalı Dimitri’den hoşlanmaz. Geç vakitlere dek konuşurlar. Gruşinika oldukça tedirgindir. Dimitri bunu anlayınca iyice sokulur; geç vakit olunca da onların yanında kalmak istediğini söyler. Polonyalı buna razı olmayınca çıngar kopar. Dimitri Polonyalı’ya zor kullanarak odadan dışarı atar. Gruşinika polonyalı’nin edsas amacını anlamıştır. Polonyalı beş yıl önce Gruşinika’yı terk etmiştir. Ancak işleri iyi gitmemiş, ordudan atılmış, sefil bir duruma düşnüştür. Gruşinika’nın paralı olduğunu duyunca çıkmış gelmiş ama kısa zamanda gerçek niyeti anlaşılmıştır. Bu bakımdan Dimitri

Gruşinika için bir kurtarıcı olmuştur. Gruşinika son sözünü Polonyalıya söyler: “ Beş yıl seni sevgili olarak bekledim. Yazık olmuş benim umutlarıma, der, Dimitri’ye döner. Kaldıkları yer gerçekte büyük bir eğlence yeridir. Müzik vardır, dans edilir. Gruşinika çıldırasıya danseder. Dimitri de eğlenir gibi görünür ama o Gruşinika kadar muıtlu değildir. Gruşinika Dimitri’yi sevdiğini söyler, evlenip mutlu olalım!”der. Dimitri’ni, n bir sözü ilginçtir: “Sibirya’da mı mutlu olacağız?”Gruşinika neden araştırmaz: Evet Sibirya’da!”der Dimitri’ye sarılır. Gruşinika iyice sarhoş olmuştur. Çok ünlü bir dansçıdır. Dans etmek ister. Herkes i, zlemek için hazırlanmıştır. Dimitri kapattığı polonyalı ile yanındakileri dışarıya, GruşinikaYı izlemeye çağırır. Kapı kilitlidir ama Dimitri tekmeleyip açar: “Çıkın be uğursuzlar!. . Gruşinika dans edecek, sizi de çağırıyor. Polonyalılar homurdanarak çıkarlar. Gruşinika çok içmiştir. Dansa kalkar ama sürdüremez. Dimitri Gruşinika’^yı kucağına alıp yatağına götürür. Öpüşürler. Gruşinika evlenmek ister. Dimitri ise birisine söz verdiğini üstelik ona para borcu olduğunu söylerç. Gruşinika Dimitr’nin borcunu ödeyecektir. Gruşinika mutlu mutlu geleceğe yönelik sözler söyleyip Dimitri^ye sarılırken karşılarına bir adfam çıkar, onlara tuhaf tuhaf bakar. Gruşinika adamı Dimitri’ye gösterir:  “Kim bu saygısız adam?”O adam polistir. Dimitri yanına gidince Dimitri’ye sorar: “Niçin geldiğimizi biliyorsun?Gruşinika’dan önce okuyucu da durumu öğrenir: “O kanlar içinded yatan yaşlı adam için mi!”Dimitri ile yabancı konuşurken bir grup yabancı içeri dolar. Gelenlerin heme n hemen hepsini Dimitri tanımıştır. Bunlar güvenlik güçlerinde çalışan görevlilerdir. Diğer taraftan birbaşka sorgucu Madam Koklakov’un köşküne gidip, Dimitri ile ilgili para konusunu soruşturur. Madam Koklakov’dan Dimitri’nin para almadığı üstüne bir belge alır. Yazarın ilgin bir duyurusuyla birinci kitap bitiyor. Sorguya geln görtevli madam Koklakov’u pek beyenir. Madan bunu hemen anlamıştır. Yatınca bir süre düşler kurar. Yazar, kitap sonunda bunların gene ortaya çıkacağını muştular…. .

Atınca bu kitapta da alın yazısına üzüldüğüm bir güzel bayan çıktı. Gruşinika. Sanırım Kramazof Kardeşleri okuduğumu Gruşinika ile anımsayacağım. Aldatılmış bir güzek kız. O yetmiyormuş gibi bir alçak tarafından bir daha aldatılıp soyulmak isteniyor. Tam kurtulmak üzereyken -şimdiki durumda – başka bir şanssızlıkla karşılaşıyor. Roman güzelleri dizime bir tane daha kattım: Gruşinika!

 

3 Eylül 1942 Perşembe

 

Üç Meriçli, ortaklaşa nöbet tutuyorlarmış. Mehmet Yücel gülerek: “Siz görevlerinizi yapsanız nöbetçiye gerek kalmaz!”deyince Sefer Tunca bundan alındı. Sen benim ne eksiğimi gördün de böyle söylüyorsun? diye sordu. Sefer Tunca’ya İsmet Yanar yanıt verdi: “Senin bir eksiğin var, o da kendini hemşerilerinle eşit saymandır. Arkadaş, senin bu tarafını bildiği için ayırmadan söyledi. Sen görevini eksiksiz yapıyorsun ama senin bu eksiksiz görev yapmanı arkadaşların görmediğini sanıyorsun. Bu da bir eksikliktir. İsmet’în sözüne gülenler oldu: “İsmet felsefe yapıyor!”diyenler oldu. İdris Destan yüksek sesle: “Nerden çıktı bu felsefe şimdi, kim uyduruyor bu sözleri?”dedi. Sami Akıncı yanıtladı: “Felsefe lisede okunan zorlu derslerden biri, felsefe bilenler çok şey bilirler. O nedenle uydurma falan denemez!”Sami Akıncı konuşunca arkadaşların çoğu, onun sözlerini olduğu gibi benimserler. Gene öyle oldu, İdris , beklediği şekilde yanıt alamadan susturuldu. En çok yaygara yapan da Fettah Biricik oldu. Kapıdan çıkarken İdris kendi kendine konuşuşuyordu: “Hep bu meymenetsiz Fettah’tan oluyor. Daha bir nöbeti bile kavgasız gürültüsüz geçmedi!”İdris’in kolundan tuttum: “Ne bu şiddet, ne bu celal?”dedim. İdris gülümswedi ama gene aynı sözleri tekrarladı. Bu kez ben, kendimi örnek verdim: “Onların konuşmalarına karışma, söylediklerini duyma, rahat edersin!İdris bir süre kendini savundu: “Ben bu sabah onlara ne dedim?İsmet bir söz söyledi ben de İsmet’e soru sordum. O b. o . k çuvalı zenne mi ne, ona ne oluyor?İdris’e müzikten söz edince hemen değiştiğini biliyorum: “Şarkılar dizisi yaptığımdan söz ettim. ”Kavak kavağa yaslanır şarkısının arka sözlerini sordum. “Ali Ergin’in bildiğini söyledi. Onun bildiğini ben de biliyordum ama özellikle İdris’e sormuştum. Gene de anımsamaya çalıştı. Mırıldanarak kahvaltıya gittik. Masalarımıza ayrılırken İdris arkadaşların duyabileceği şekilde: “Yar küçücükken uslanır!”dedi. Konuşmanın başını bilmeyen arkadaşlar, başta Salih Baydemir İdris’e: “Yumurta tavuğa akıl öğretiyor!”dedi. İdris Salih’e: “Sen bilmediğin olaylara karışma Kara Salih!”karşılığını verince bu kez de arkadaşlar birkasç kişi birden: “İhtiyar değil mi o herkese övütler verir; övütçu baba!”dediler. İdris’in en sevmediği sözler bunlardı. Neşesi kaçtı. Ben de onun kadar üzüldüm. Arkadaşlara yavaş sesle durumu anlattım. Kahvaltıdan çıkınca Mehmet Aygün başta öteki arkadaşlar hepsi İdris’e sarıldılar: “Yar küçücükken uslanır, İdris Destan hiçbir zaman uslanmaz!”gibi sözlerle güldürünceye dek çimdikleyıp gıdıkladılar.

Öğiretmenler gelince iki gruba ayrıldık. Biz İrfan Öğretmenle atölyede kaldık. Hamdi Öğretmen, Salih Baydemir’i özellikle istediğini söyleyerek ayırdklarıyla öğretmen evlerine gittiler. Evlerin taban betonlarıyla bahçe bölümlerinin betonları dökülecekmiş, çevre kalıplarını hazırlayacaklar. Bize yeni bir marangozluk görevi verildi. Her dersliye bir öğretmen masası. Yapacağız. İrfan Öğretmen bu konuda düşüncelerimizi sordu. Orta okula gidenler deüğişik örnekler verdiler. Benim bu konuda hiçbir fikrim yoktu. Sonunda İrfan Öğretmen yapılacak olan masaların altlı üslü iki parça olacağını anlattı. Ölçüler verdi. 120x140x15 alt 6 adet, altlık, 60x80x120 cm. 6 adet üstlük. Altlıklar çam, Üstlükler gürgen çatı, konturplak kaplama. Renkli-cılalı…. . Buna çok sevindik. Özellikle cilalı işleri çok önemsiyoruz. . Öğleye dek parça seçtik. Çam tahtamız bol ama gürgenler sayılı denecek ölçüde az. . Budaksız olması koşulu işi zorlaştırdı. Ayırdıklarımızı İrfan Öğretmen gözden geçiriyot. Kürsüimasa çatısı geçmeli kornişli olacağı için budak istenmiyor. Bu nedenle gürgenleri seçmekte titiz davranıyoruz.

Öğle yemeğinde karpuz verildi. Bizim köy, dolaylı olarak konuşmalar benim üstümde toplandı. Salt karpuz yemek için bizim köye gelmek isteyenler oldu. Kadir Pekgöz’le anlaşarak altı arkadaşı götürebileceğimizi söyledik. Cumartesi günü hep birlikte bizim köye gidilecek, akşam geç vakitlr Kadir’le üç arkadaş onlara dönecek. Pazar öğleye doğru biz onlara uğrayıp okula döneceğiz. Tam karar aldık. Sayı fazlalığı, yatma bakımından sorun olacak. Kadirle bunu uzun uzun konuştuk. Gelenler memnun kalmazsa bizim i, çin sürekli üzüntü olacaktır. Bunu gelecek arkadaşlara da söyledik. Gidilecek günü saptadık 12 Eylül cumartesi öğleden sonra. Benim özel olarak gelmesini istediğim Yusuf Asıl, Ahmet Güner. İsmet her zaman gelebilecek olduğundan onu saymadım.

Biz konuşurken gözlerim Selçuk Öğretmene takıldı, gazete işi gene aklıma düştü. Derken Selçuk Öğretmen nöbetçi öğrenciyi çağırıp birşeyler söyledi sonra da öğrenci bizimmasaya yollandı. Elinde katlanmış bir Cumhuriyet gazetesi. Şaşırdım. Ben, Yeşilyurt deyip olayı kapatmıştım. Arkadaşlar hep gördü. Gazeteyi açmadan yemeği bitirdim. İsteyen oldu, verrmedim: “Öğremenin gazetesi, ödevim için bana verdi!”Kalkınca doğrudan atölyeye döndük. Gazeteyi tezgah üstüne yayıp baktık. Beni ilgilendiren bir yazı yok. Savaş haberleri, İngilizler Mısır’a yerleşmiş. Ruzvelt-Çorçil-Stalin buluşmuş. Sovyet askerleri İran’a girmiş. Bir de resimli haber. Cumhurbaşkanı İsmet İneönü’nün yurt gezileri. Biraz şaşırmış olarak bakarken Hasan Üner:  “Anladıııımmm!”diye uzatarak yazıyı gösterdi. İnönü Kayseri-Pazarören Köy Enstitüsü’ne gitmiş. Arkasından bir ikinci haber, gene Cumhurbaşkanı, Sişvas-Yıldızeli Köy Enstitüsüne uğramış. Böyle bir Köy Enstitğsğ olduğunu da yeni duyduk. 3. haberde ise Cumhurbaşkanı Samsun-Ladik Köy Enstitüsüne gitmiş. Selçuk Öğretmenin söylediği buymuş. Çok sevindim. Yıldızeli dışındakilerde mektup arkadaşlarım var, Enis, Veli. Veli’den yakın zamanda mektup almıştım, yanıtını yazdım da göndermemiştim. Bu kez bizim arkadaşlar “Cumhurbaşkanımız iki yıl önce bize söz vermişti: “1gelip sizinle uzun uzun konuşacağım!”demişti, gelmedi!”dediler. Yusuf Asıl: “Gelmesinden vazgeçtik, biz Ankara’ya dek gittik ama, o oraya bile uğramadı, gibilerde sözler söyledi. Olay birden önemsendi. : “Bize de gelir, neden gelmesin?”Asrölyeye bunları konuşarak gittik. Çalışırken de bunları konuştuk. Geldiği zaman ne demişti, kimlerle konuşmuştu, çekilen resimlrde kimler vardı?onlar anımsandı. İrfan Öğretmen de bize katıldı, hem çalıştık hem de geçmiş günleri anımsadık. Biz konuşurken Ahmet Gökay Ağabey geldi, İstene kerestelerin istasyona geldiğini, vagonun belli bir sürede boşaltılması zorunluğunu anlattı. İrfan Öğretmenle birlikte Hamdi Öğretmene gittiler. Biz Cumhurbaşkanı üstüne iyimser sözler konuşurken birden durum değişti: “Vagondan kereste indirmek kolay olmuyor; bniz indireceksek, vay halimize. Hasanoğlan’ın ilk günleri Lalahan İstasyonu, toslu ollardaki halimiz gözümüzde canlandı. Birden benim ağabeyliğim kabardı: “Orada yaptık, yorulduk ama bir şey kaybetmedik, trsine kazandık, burasu kendi okulumuz, burada da aynı zorluklara katlanırız!”Gene de: “Belki biz gitmeyiz, daha 200 öğrenci var, onlar gider!” yolu konuşmalarla işimizi sürdürdük. Öğretmenler geldi. Konuştuğumuız konuya hiç değinmediler. Biz kürsü masa altıparçalarını kesip hazırladık. Çamlar kolay oluyor. Gürgenlere geçerken paydos oldu. Paydosta atölyede kaldım. İdris Destasn’la Abdullah Erçetin, Arif Kalkan arkadaşlar geldi. Onlara parçalar çaldım. Çok sevindiler. Birlikte dersliğe gittik. Derslikte büyük bir ilgi, Cumhurbaşkanı buraya da gelir. : “Gelirse ne olacak?”Yemeklerin iyi olmadığını söyleyecekler, Her yıl giysi velilecekti dört yılda iki giysi verildiğini söyleyecekler. Sami Akıncı özel olarak hersin öğretmeni olmasının söylenmesini öne sürünce, kndi grubu olarak bilinen birkaç kişi: “Onu sen söyle diye tepki gösterdiler. Sami Akıncı üzgün bir sesdle bağırdı: “Siz adam olmazsınız, boşuna çenenizi yormayıon bunların hiç birini de söyleyemeyeceksiniz. Hasan Ali Yücel geldiğinde hanginiz doğru dürüst bir söz söyledi!”deyip derslikten öfkeyle çıktı. Mehmet Yücel o ünlü şrkısını söylemeye başladı. Derslikte önemli, bir çatışma olunca hep onu söyler: “Ulu ağaçtan uçurdular kargayı kargayı-Harman sonuna bırakalım Ayşem davayı(Evlenme anlamında)Çok tekrarlandığı için arkadaşlar şarkının nedenini bildiklerinden hep birden: “İyi olur!”deyip güldüler. Gazeteyi güzelce katlayıp sırama koydum. Kayseri-Pazarören Köy Enstitüsü öğrncileriyle iyi ilişki kurmuştuk. Adlarını unutsalar da arkadaşların konuştujkları çocuklar vardı. Özellikl de bizim arkadaşlara Timurağa oyununu öğreten Veli Dalak’la Hüseyin Öztürk’ü hepimiz sevmişti. Bir süre onlardan konuştuk. Onların ekip öğretmeni Ömer Öğretmen de konuşkan bir insandı, hal-hatır sorar gönül alırdı. (Ömer Epçin). Arkasından Samsun-Ladik (Gazete Akpınar yazmış) Köy Enstitüsünü bilmiyoruz ama orasıyla hiç unutamayacağımız bir bağlantımız var, Müdür Nurettin Biriz. Bu müdür Hasanopğlan’a geldiğinde bizimle, şimdiye dek hiç kimsenin yapmadığı bir konuşma yapmış bizi coşturmuş, bir bölümümüzü de ağlatmıştı. Biriz, beraberiz, benim biriz olmamın ne anlamı var, biz hep birlikte Biziz-Biriz olursak o birliğin anlamı olur, o zaman Biriz sözü gerçek anlamını kazanır!”dediği zaman svinçten hoplamıştık. İşte Cumhurbaşikanı o müdürün okuluna gitmiş. Sivas-Yıldızeli Köy Enstitüsünü bilmiyorduk. Geçen yıl oradan ekip gelmemişti. Sivas deyince arkadaşımız Hüsnü Yalçın ilgilemndi, çok sevdiği arkadaşı Halil Kocabalkan orada, mektuplaşoyorlar; ondan soracak. Gazeteyi açıp Cumhurbaşkanının gidiş tarihlerine baktık, çok değil 10-12 gün önce 21 Ağustos Perşembe günü Kayseri –Pazarören. 22 Ağustos Cuma Samsun-Akpınar(Ladik) 23 Ağustos cumartesi günü de Sivas-Yıldızeli’ni gezmiş. Geçen defa bize: “Gelip çok kalacağım!”demişti, gelirse bizde de en az bir gün kalır!”varsaımlarını sürdürdük. Akşm yemeğinde de konu gene Cumhurbaşkanı İnönü’nun gezileri. Cumhurbaşkanı dendikçe hep Cavit Kafkas aklıma gelir: “Acaba yazdığımız mektubu Cavit Kafkas o zaman gerçekten attı mı?Attıysa mektup İnönü’nün eline geçti mi?”

Yemekten sonra kimse ile konuşmadan Karamazof 2. kitaba başladım. Dimitri ya da Mitiya Gruşinika yanından getirildikten sonra sorguya çekiir. Bu sorgulamaya başlarken yazar 25 sayfalık bir bölümüde, sorgulayanların özellikleini anlatır. Mitiya sorguya çekilir. Kendine göre o bir subaydır. Belli ölçülr içind sorgulanacaktır. O böyle düşünür ama savcılık öyle düşünmez; çırıl çıplak soyarlar, giysilerini de alıp incelemeye göndwerirler. Dimitri iyice şaşırır. İnsanlar arasında çırıl çıplak bir süre öyle bakınır. Sonra kendisine uymayan giysiler giydirirler. Kendi giysilerinde kan lekeleri görülmüştür. Bunların nereden geldiğini anlatır ama dinleyen olmaz: Bir tyakım sorular daha sorulur. Babasının Gruşinika’ya yazdığı mektup, daha doğrusu göndermek üzere hazırladığı içinde 3000 ruble bulunan zarf boş olarak kendine verilir. Dimitri zarfı tanır hatta üstünde Gruşinika için: “Pilicim!”diye yazı olduğunu bile söyler. Kan lekeleri, verdiği bilgiler iyice suçlu olabileceği kanısını uyandırır. Ancak bir süre düşününce babasını öldürenin Smerdiyakof olabileceğini anlar: “Yakalayın onu!” diye bağırır.

Dimitri’yi ta kitabın başından beri sevmemişim. Nedense onu, kararsız, ne yapmasını ya da yapacağını iyi kestiremeyen biri olarak tanımıştımAncak şimdilerde katil olarak yakalanınca bende değişik bir duygu gelişti. Kararsız, atak, aceleci oluşuna karşın babasını öldürmediği kanısı uyandı, onun adına üzülmeye başladım. Gruşinika’dan ayırdıklarını ise, -ikisi için de- haksızlık saydım. Bir süre düşündüm: “Bunlar gerçek insanlar değil, neden üzülüyorum?Bunu sora sora üzüntümü atacağımı umarken üzüntümün sürdüğünü görünce daha çok üzülüyorum. Annem öldü, ailemden başka ölenler de var. onlara da üzülüyorum ama, onlara üzüntüm böyle derinliğine olmuyor. Kısa bir kederlenmeden sonra unutuyorum. Kitaplardan tanıdığım, sevdiğim insanların üzüntüsü uzun süre içimde kalıyor. Örneğin Kuyucaklı Yusuf romanındaki Müzeyyen, . Madfam Bovari’deki Emma Bovari’nin kızı, Harp ve Sulh romanındaki Prens Andrev’in oğlu Andre, yakınlarımmış gibi hep aklıma takılıyolar. Zaman zaman Ahmet Cemal’i de anımsıyorum (Yaban) anılarını bıraktıktan sonra ne oldu?Nasıl yaşadı. Belkide hala dağlarda geziyordur gibi bir duyguya bile kapıldığım oluyor. Ta ki: -gene kendim, kendime- “Olmaz öyle şey!”deyince herşey siliniyor.

Bir de A ile C için: “Olmaz öyle şey, unut onları diyebilsem!”

 

4 Eylül 1942 Cuma

 

Recep Kocaman, erken kalkmış, Arif Kalkan’la konuşuyorlar. ikisi de nöbetçi biri yatakhane birisi yemekhane. Zil çaldı. Recep “Haksızlık bu, ben seni kaldıracakım, çünkü yatakhane nöbetçisi benim!”diyor. Halil Basutçu onları uyardı “Neyse öbür defa öyle yaparsınız!”Gülüşmeler oldu. Mehmet Yücel örnek göstrdi: “Bakın insanlar böyle de uya ndırılabiliyormuş. Nedir o birilerinin nöbetlerinde sürekli kavgalar, gürültüler?”Mehmet Yücel’i uyaranlar oldu: “O dediklerine fırsat verme, gene öyle olabilir!”O da: “Haklısınız!”deyip yürüdü. Derslikte öğretmen evleri konuşuldu: “Yapıyoruz, ediyoruz dememize, sayımızın 200’ü aşmasına karşın 4 aydır üç evin bitmemesi hepimizi şaşıttı. Kimimiz, evlerin titizlikle yapıldığına, ayrıntılar üzerinde çok durulduğuna yorarken kimimiz eskisi gibi candan çalışmadığımızı savundu. Kahvaltıda gene çorba ile karşılaşınca Hilmi Altınsoy, Cumhurbaşkanın Köy Enstitülerini gezmesini anımsatarak: “Buraya uğrarsa bu çorba işini söyleyeceğim!”dedi. Söylersin-söyleyemezsin ya da sana bunu söyletmezler tartışmaları arasında çorbalarımızı içtik. Atölyede öğretmenleri beklemeden yarım işlerimize başlarken öğretmenler geldi. Günaydınlaştık. İrfan Öğredtmen gülerek: “Hepimiz hazır mıyız?”diye sordu. Hamdi Öğretmen üzgün bir yüzle: “Neden hazır olsun fakircikler, onlara söylenmedi ki!”dedi. İrfan Öğretmense: “Ya öyle mi, hemen duyuralım, farketmez şimdi de duysalar olur!”deyip gene gülüştüler. Hamdi Öğretmen bu da bir alıştırma yolu. Siz bu işi biliyorsunuz da bugün oluşunu duymadınız. Bugünün işini bu gün duymanız da geç sayılmaz; değil mi?” diye sordu. Biz de: “Hep birlikte: “Evet!”ded, k. Öuyleyse anlaştık; hadi şimdi toparlamalım, hep birlikte Lüleburgaz tren istasyonuna gidiyoruz; beklediğimiz kerestelerimiz gelmiş, bir an önce onları kendi depomuza taşıyalım!”Yuusuf Asıl dayanamadı, sordu: “Yalnız biz marangozlar mı?”İrfan Öğretmen bize katılacak on arkadaşımız daha var, yeteriz herhalde!”dedi. Vagon boşaltmayı biliyoruz ama, vagondan vagona da çok fark oluyor. Onun sıkıntısını Lalahan’da çektiğimiz için kuşkuyla bakıştık. Az sonra seçilmiş on güçlü arkadaş geldi. Hasan Gülümser, Naci Aydın, Süleyman Gege, Hasan Bozkurt, Mehmet Karadeniz, Mehmet Özeren, Mehmet Aydemir, İsmet Özcan, Cavit Kafkas, İbrahim Öznal bize katıldılar. Öğlede gelemeyeceğimiz için ekmekli helvalı yiyecek aldık. Memur Ahmet ağabey de bize katıldı İstasyona gittik. Vagonun uygun bir yere çekilmesi uzun sürdü. Şoför Kazım Ağabeyle Ahmet Ağabeyin uzun uğraşından sonra vagon bize ayrılan yre geldi. Neyse bnizim vagon küçük tiplerdenmiş. 20 arkadaşız. On kişi ömnce vagondan indirdi, ötekiler de kamyona yükledi. Kamyon dolunca Hamdi Öğretmenle Ahmet Ağabey gitti. Biz bu defa nöbetleşe indirdik. Kamyon gelene dek vagonu yarı ettik. Kamyon gelince bir daha doldurduk. Bu kez kamyonla on arkadaş da gitti. Biz kaldık. Kamyon gelinceye dek çalıştık. Kamyon gelince de bu kez kamyona yükledik. İrfan Öğretmen bize: “Siz bugün çok çalıştınız, yarıki dinlenmeyi hak ettiniz!”dedi. Sevindik, bugün son olarak kamyonu doldurup okula döndük. Akşam yemeğine yetiştik. Ben çok yorulmadığımı söylüyorum ama Hasan, Yusuf, çok yoruldu. İyiki bugün Harun gelmedi, rahatsızmış, gelseydi kesinlikle rahatsız olacaktı. Yemekten sonra bir süre öyle durdum. Bundan böyle kullanılan keresteler hep böyle taşınacakmış. Hep biz taşırsak bu çok büyük bir haksızlık olaca. Şimdi yaz, bunun bir de kışı, yağmuru, çamuru olacak…. Roman okumak istemedim, şaheserler Antolojisini açıp şiirler okudum. Daha doğrusu yat zilini bekledim. Çalınca da hiçbir şey düşünmeden yattım. Yatınca İstasyonu anımsadım. Köy gibi bir yer. Oraya ilk gittiğimde neler düşünmüştüm. Sanırım ters yöne giden trenlere binmemeye dikkat kesilmiştim. Edirne yreni gelince soruşum, kırmızı şapkalı görevlinin bana: “Tastamam Edirne treni, dikkat et Pehlivanköy’de inme!”demişti. İkinci kez İstanbul’a gittiğimde öçyle bir korkum yoktu ama o zamanda paramı çaldırma kaygım vardı. Trende bana bakan herkes cebimdeki parayı görüyor kaygısını yaşıyordum. Hele Yedikulede tren fazla durunca, birisinin bana: “Gel inelim, şuradan Sirkeciye araba var, daha çabuk gideriz!”deyince, adamın yüzene: “ Bildim, sen bir yankesicisin!”der gibi bakışım görülmeye değerdi. Adam ne düşündü bilmem ama ben onu anımsadıkça adamdan hep utandım. Başka zamanlarda Kırklareli-Kavaklı arası dışında istasyonlarda yalnız kalmadım. Ankara’ya gidiş gelişler hep arkadaşlarla oldu.

 

5 Eylül 1942 Cumartesi

 

15 Hüseyin nöbetçi. Aretlik (Ahretlik anlamında) sözleri tekrarlanıyor. Eskiden çok kızardı, kızmak ne ki, düpedüz kavga ederdi. Olduğu gibi görülmekten hoşlanmazdi Ancak köyünden gelen hemşerileri ondan daha dil özürlüsü çıkınca o titizliğini bıraktı. Hemşerileri Hasan, Raif nerede ise Türkçe konuşamıyorlar. Mustafa Saatçı sürekli Raif’in il taklitlerini yapıyor. Bu nednle Hüseyin giderek hoşgörülü oldu. Bizim marangozlar, özellikle Yusuf: ”Hani bugün dinlenecektik?” deyip duruyor. : “Kalk kahvaltı et, git atölyede yat!”diyen oldu. Yusuf bana sordu: “Sen ne yapacvaksın?” Ben, : “Ben derslikte yatacağım, gel sen de öyle yap!”dedim, gülerek kalktı. Arkasından da: “Bugün oyun günümüz unutma!”dedim Yusuf canlandı. Kahvaltıda Bizim atölye öğretmenlerini gözledik ikisi de yoktu. Tam: “Gelmemişler çalışma yok derken Hamdi Bağ, arkasından da İrfan Öğretmen geldiler. Keresteler gelişigüzel atılmış, onları düzenli yığacağımızı biliyorum ama hiç değilse bugün on u yapmayız diye düşünürken Hamdi Öğretmen beni görevlendirdi. 20 kişiik bir grup taşıma iini yapacak; ben, gözleyiciyim. Buna sevindim. Çalışmaya gelen çocuklar arı gibi iki saat içinde yarın vadon keresteyi düzenli yığdılar. Atölyeye gidimnce kapalı olduğunu gördüm. Dersliğr gittim, sahiden arkadaşlara dinlenme verilmiş. Ben de onlara katıldım. Bayrak tören saati yaklaşırken atölyeye uğraıp akordiyonu aldım. Derslikteki arkadaşlara dizi şarkıları arkasından karışk melodileri çaldım. Pencereler açık, merdivenlere bir yığın çocuk toplanmış dinliyor. Alkışlayanlar bile oldu. Çok mutlu oldum, istediğim de buydu; çalışıp çabalıyorum, di nleyenlerin beğenisini alırsam, emeğim boşa gitmeyecek!”Bayrak töreni zili çaldı. Arkadaşlar biraz ağır toplandılar. Vakit var ama, biraz gevşek davranmalar rahatsız edicioluor. Ben a

Akordiyon sırtımda merdivenlerde bekliyorum. Öğretmenlerden gelenler oldu. Ahmet Gürsel Öğretmen de nöbetçi. Bana baktı. Tam ses verirken; Ahmet Ghürsel Öğretmen : “Dur!” işareti verdi. Başımı kaldırıp asfalta baktım, bir sürü otomobil bizim bahçeye giriyor. Bayrak direğini bahçe tarafına giren arabalardan insdanlar indi. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü elindeki şapkasını kaldırarak, selamladı. Lacivert giysili biri az öne çıkarak işaret verdi. Ahmet Gürsel Öğretmen komut verince, ses verip İstiklal marşını söylettim. Ahmet Gürsel Öğretmen rahat verince Laciver giysili, kişi bana doğru koşup akordiyon sırtımda İnönü’nün önüne götürdü. 15-20 kadar baylı bayanlı kalabalık bana bakıyor. İsmet İnönü gülerek Öğrenci misin? dire sordu, şaşkın şaşkın: -Öğrenciyim!dedim. Sesim çıkmadı sandım bir daha, “Öğrenciyim!”diye trekrarladım. Bu kez de bir subay:

-Öğrenciymiş Paşam!dedi. İsmet İnönü bu kez:

-Törenleri hep sen mi yönetiyorsun? diye sordu. Ben gene “Evet!” dedim. Subay gene “O yönetiyormuş Paşam!” diye tekrarladı. Bu kez İnönü:

-Bir öğretmen niçin yönetmiyor?” diye sordu. Bu kez benim tanıdığım başmüfettiş bana:

-Söyle, bir öğretmen İstiklal Marşını bir daha söyletsin! dedi. Geri dönüp bizi bekleyen Ahmet Gürsel Öğretmene söyledim. Öğretmen bana ses verdirip dikkat çektikten sonra marşı söyletti. Marş sonunda İsmet İnönü gene şapkasını kaldırarak atölyelere doğru yürüdü. Yanındakilerde arkasından Tarım binasına dek ağır ağır yürüdüler. Bize yemeğe girmemiz söylendi sessizce yemeğe girdik. Arkadaşlar sessiz sakin bakışıyorlar. Gözlerinde seviç belirtileri var ama, suskun ve de şaşkınlar. Ben giderek bozuldum: Niçin beni çağırıp sorular sordu, marşı neden tekrarlattı? Beğenmemiş olabilir. Ancak ikinci kez söyleyince daha güzel olduğu da söylenemez. Çünkü olaylardan etkilenen arkadaşlar giderek sessizleşti. Yemekte ses çıkarmadım. Arkadaşlar “Kaç gündür Cumhurbaşkanı sözü ediyordun, sen onun geleceğini duymuştun!”gibi takılanlar da oldu. Hiç etkilenmedim, konuşuldukça dertlendim, hemen bir karar verdim: “Bir daha İstiklal Marşı çalmm da, söyletmem de!. . . Yemekten sonra herkes mısır tarlası yanından az ötede gezenleri izlerken ben okul önünde üzgün üzgün bir süre durdum. İki otomobil geldi. Birinden Okul Müdürü ile Fikret Madaralı Öğretmen Birinden de Belediye Başkanı ile doktor Sezai Feray indi. Okul Müdürü koşarca konukların yanına gitti. Fikret Madaralı Öğretmen bana neler olduğunu sordu. İstiklal Marşı söylenirken geldiklerini, beni çağırdığını sonra da Ahmet Gürsel Öğretmenin marşı bir daha söylettiğin anlattım. Fikret Madaralı Öğretmen hiç çekinmeden, :

-Bilinmez ama beğenmemiş olabilir, sakın kendin için üzüntü yapma, kaç yıldır bir müzik öğretmeni göndermediler. Sen olmasan başka biri daha mı iyi söyletecekti. Gene de iyi, şansa Ahmet Bey varmış, ya o da olmasaydı?diyerek güldü. Bana bakarak:

-Desene bu baskının ilk sultası sana geldi! dedi kolumdan tutarak okulun öbür tarafına götürdü. Öğretmenle yürürken başım döner gibi oldu. Şimdi de bir sulta sözü karşıma çıkmıştı; anlamını bilmediğim için hiçbir değerlendirme yapamadan dalgın dalgın yürüdüm. Fikret Madaralı Öğretmen böyle günlerde kimi tatsızlıklar olur, çoğu geçicidir, aldırmamak gerekir!gibilerde beni teselli edici sözler söyledi. Konuklar geri döndüler, Okul Müdürü Cumhurbaşkanının yanında yan yan yürüyerek bir şeyler anlatığından çok ağır adımlarla yemekhane önüne geldiler. İsmet İnönü önce eliyle yemekhane kapısını göstererek yakınındaki bayanları buyur etti; arkaların önce kendi, sonra bir sıra oluşturarak ötekilerden bir bölümü girdi, bir bölümü dışarda kaldı. Başmüfettiş Hayrullah Örs oradaydı, ondan sorarım diye bakındım; ancak başmüfettiş yanında esmer, daha yaşlıca birine efendim efendim diyerek birşeyler anlatarak yemekhaneye girdi. Kapıdan girince dönerek. Fikret Madaralı Öğretmeni de çağırdı o da yemekhaneye girince ben, kendi durumumu düşünerek dışardaki konukların arasından sıyrılmaya çalışırken içerdeki kızlardan berinin bana doğru koşuğunu gördüm Necmiye soluk soluğa:

-Abi seni çağırıyorlar!dedi. Birden toparlandım ama gene de şaşkınlığım tümüyle gitmedien koşarak kapıdan girdim. Kapının karşındaki bildiğimiz masalar kapıya doğru çevrilmiş İsmet İnönü tam kapıya karşı oturuyodu. Selam verdim. Yan gözle çevreme baktım. İçerde 20-30 kadar öğrenci var. hepsi ayakta. En az 20 kadar da oturan insan var. İsmet İnönü eliyle işaret etti:

-Böyle gel! Tam karşısına gittim, gene selam verdim. Gülümseyerek:

-Çalgını iyi kullanıyorsun. Akordiyon iyi bir meydan çalgısıdır. Ben de müzik çalışıyorum, benim çalgım viyolonsel, ama ben senim gibi başaramıyorum. Sen nasıl öğrendin, sana yardım eden bir yardımcın oldu mu? diye sordu. Kuru, biraz da ürkek bir sesle,

-Müzik öğretmenimiz yok, kendi kendime öğrendim! deyince:

-Çalgını nasıl sağladın?”(temin ettin) diye sordu.

-Onu da kendim aldım!derken Okul Müdürü söze karıştı:

-Tahsisat aldık Paşam yakında iki akordiyon alacağız!dedi. İnönu bu kez :

- İyi, iyi bak yakında çalışma arkadaşın da olacak! Daha büyük muvaffakiyetler bekliyorum, müzik öğretmenin de gelecek, çalgını benim gibi öksüz bırakma!”deyip güldü. Arkamdan biri dürtükledi. Selam verip çekildim. Çıkarken gözüm Başmüfettişe (Hayrullah Örs) takıldı. Baktım gülüyor, eliyle de işaret verdi parmaklarını topaç yapıp ters çevirerek “İyi” işareti verdi. Kapıdan çıktığımda daha iyiydim ama içimdeki sızı tam olarak gitmemişti. Kafamda hep o soru: “İstiklal Marşı neden tekrar ettirildi?Bu kez dersliğe gittim, derslikte kimse yok, arkadaşlar nereye gitmiş olabilir?Okulun önüne indim baktım Mustafa Saatçı şoförlerle konuşuyor. Cumhurbaşkanı daha önce hangi Köy Enstitülerine gitmiş onları soruyor. . Buradan Arifiye’ye, oradan Savaştepe’ye ondan sonra da Çifteler’e uğrayacakmış. Ama bunları aralıklarla yapıyormuş. Çoğuna da trenle gidiyormuş. Az sonra öğrenciler okulun önüne geldi. Konukların bir bölümü de okul önüne çıktı. Yukarda sesler olunca baktık İnönü Okul Müdürünün odasına girdi. Orada çok az kaldı merdivenden ağır ağır inince şapkasını üstünden tutup içini gösterir gibi sallayarak arabasına girdi. . Geçen defa geldiğinde( 8 Haziran 1940) yanında Orgeneral Fahrettin Altay vardı. Bu kez de subay vardı ama ben rütbesini tam görenedim, 2 yıldızını görebildim genç bir subaydı Albay olabilir. Konuklar gittikten sonra derslikte toplanınca gene tartışmalar başladı:

-Geldi de ne oldu? Ben içimden kendi durumumu düşünüyorum. Bu olayı arkadaşlar nasıl yorumlayacaklar?Arkadaşları dinleyince benim sorunum çok küçük kaldı. Asıl yorumlar daha yukarısı için başladı. “Okul Müdürünün okulda olmaması, onun zararına oldu!”deyişleri Okul Müdürünün ayrılacağı kuşkularını hızlandırdı. İlkbaharda Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel geldiğinde de okulda bulunmamıştı. Halil Basutçu uyardı:

-Müdürümüzü seviyorsak evini çabuk bitirelim, gelsin evinde otursun!Ben Cumhurbaşkanıyla konuşurken meğer bizim arkadaşların çoğu yemekhanedeymiş. Benim çağırılmamı da benim için çok olumlu bir başarı saymışlar. O nedenle benim tasalandığım olay onun yanında silik kalmış. Konuşmalar bu yönde geliştikçe içim rahatladı. Bu kez de öteki sınıfları düşündüm acaba onlar nasıl bir yorum yapıyorlar?Böyle düşünerek Karamazof Kardeşlerin 2. kıtabını açıp Dimitri’nın davasını okumaya başladım. Dimitri ya çok kurnaz bir katil ya da çok suçsuz bir insan. Ancak mahkemedekiler, çevresindeki görevliler de çok sağlam ayakkabı değiller. Olay içinda olay ortaya çıkarıyorlar. Bu kitap, birkaç kitap dolduracak kadar çok olayı bir o kadar da kişiyi anlatıyor. Sefiller, Harp ve Sulh, Anna Karanina, Kırmızı ve Siyah gibi….

Beklemediğim iyi bir haber geldi, dün birlikte çalıştıklarımız arkadaşlar, onların dersliğinde bu akşam müzik çalışması yapacaklarmış. İzin almışlar, beni de bekliyorlarmış. Süleyman Gege bunu söyleyince, naz etmeden: “Ben de sizi bekliyordum!”dedim. Yemekten sonran akordiyonu alıp gittim. Derslik tıka basa doldu. Okula akordiyon alınacağını onlar da duymuşlar. Kızlardan da gelen oldu. Röslein’i çaldım. Röslein unutmuş olacak ya da kasıtlı; Abi benim şarkımı çal!”dedi Gülnihal’i çaldım, arkadaşlarıyla bir bölümünü birlikte söylediler. Benim bitişik çaldığım parçalar çok hoşlarına gitti. Yat ziline dek hemen hemen ben çaldım, ara ara da onlar da katıldılar. Beni inciten olayla hiç birinin ilgilenmediğini anladım. . Rahatlamış olarak yattım. Çok sıkılmışım besbelli yatar yatmaz uyudum.

 

6 Eylül 1942 Pazar

 

Sefer Tunca nöbetçi, Yemekhane nöbetçisi 74 Mehmet Başaran’a sesleniyor: “Küçük Mehmet kalk oğlum, git bir an önce ciğerlerini pişirt. Bu ciğerlerini pişirt sözü bir çoğumuzun ilgisini çekti; ne demek ciğerlerini pişirt, Arkadaşın pişecek ciğeri mi var, yoksa sabah sabah ciğer mi yiyecek?”Mehmet Başaran sinirlendi, söylendi, Sefer’i konuşma bilmemekle suçladı. Sonra da yatakhaneden çıkıp gitti. Ciğer konusunun ne oluğunu sordum. Arkadaş sık sık revirde yatıyor, doktor Sezai Feray beslenme sorunu var, demiş, Revir defterine de ciğer yemesini önermiş. Bunu bilen arkadaşlar da kendi aralarında ona Ciğerci adını takmışlar. Ben çoktandır arkadaşa uzak durduğumdan, (Dargın değiliz ama anlaşamıyoruz) onunla ilgili konuşmalara katılmıyorum. Geçen yıllarda bir süre benim grubumda çalışmıştı. Benden çok, Yusuf Asıl, Hasan Üner, Salih Baydemir gibi çok çalışkan, neşeli, arkadaşlarla hep ters düştüğünden, bizi dikkatle izleyen Naci İnan Öğretmen onu bir başka gruba geçirmişti. Ondan bu yana pek ilişkim yok. Köylüsü Mehmet Yücel’le yeğenim İsmet’in yakın arkadaşlığı, özellikle de Mehmet Yücel’in neşeli tavrı beni de kendisine yaklaştırmıştır. Bu nedenle Mehmet Yücel’le olan ilişkimizden dolayı arada köylüsü olarak onunla konuşuyorsam da pek içtenlikli bir arkadaşlığımız söz konusu değildir. Bana göre arkadaşın, arkadaşlığa sığmayan davranışları gibi, arkadan yakıştırma sözler de söyleyebilen bir alışkanlığı vardır. Üstüne üslük söylediğine sahip çıkmaz, yaptığının tersindeymiş gibi bir tavır takınır, bir süre diretir, direntisini sürdüremeyince de işi ağlamaya döker. Bununla da kalmaz, bir dizi zikzaktan sonra işi özür dileyerek kapatmaya kalkışır. Bunlar benim sevmediğim tavırlar olduğu için böylesi anlayışı benimseyenlerden uzak durmayı yeğlerim. Ciğercinin neden ciğerci olduğunu bilmeyişim bundandır. Buna karşın, Sefer Tunca arkadaş, tuttuğunu kloparan, gereksiz söz söylemeyen, söylediğinin arkasında duran güvenilir bir arkadaştır. İkisini, yapacağı tartışmada terazinin ne tarafa döneceğini baştan biliyorum. Mustafa Saatçı, dün topladığı bilgileri duyurdu: “Cumhurbaşkanı yarın Arifiye’de olacak!”Nereden biliyorsun?”diye soranlara rüyada görduünü anlattı. Mehmet Yücel gülerek: “Aç tavuk rüyasında buğday görürmüş!” Hafız Mustafa da cum hurbaşkanıyla konuşuyor!”dedi. Fettah Biricik ekledi: “İmam rüyasında görüyor, oysa alem gidip kendisiyle konuşuyor!”deyince İsmet bana seslendi:

-Dayı, bu söz sana!Ben hemen yanıtladım:

-Neden bana olsun? Dün herkes bir şeyler gördü, bir eyler düşündü, bir şeyler duydu. Bugün de gözden kaçırdıklarını ya da tam anımsayamadıklarını sorararak öğrenecek, bildiklerini de arkadaşlarına anlatacaklardır. Örneğin ben İsmet İnönü ile konuşurken baktım kızların orada olduğunu gördüm. Ama tam seçemedim sahiden kızların hepsi oradamıydı?Fettah Biricik:

-Bak şimdi!dedi sustu. Sami Akıncı: “Bak şimdi ya!sen söylediğinin nereye varacağını düşünmüyor musun kuzum?dedi. Hiç beklemeden Sami Akıncıya yanıt verdim: “Sami Akıncı, anımsadığım kadarıyla tam dört yıldır sen bir arkadaşa kuzum diyorsun, kuzular büyür bir yıl sonra yavru yapar, senin kuzun hiç mi büyümuyor? Yoksa sen onun git gide irileştiğinin ayırdında değil misin?

Sefer Tunca :

-Sorumlu nöbetçi olarak, tartışmaları kesiyorum, derslikte devam edersiniz!dedi. Mustafa Saatçı gene:

-Cumhurbaşkanı bundan sonra Arifiye’ye gidecek!diye tekrarladı. Hilmi Altınsoy Mustafa Saatçı’ya:

-Hay senin Cumhurbaşkanına derken beş altı ağızdan “Suuuussssss! Delirdin mi sen?”Konuşmalar kesildi, tıslar, pıslar arasında yatakhane boşaldı. Derslikte yerime otururken soluk soluğa Hilmi Altınsoy geldi:

-Abi ben şimdi suç mu işledim?kapıdan da Fettah giriyordu, onu göstererk bak ona sor, o bunları çok bilir, sana akıl versin. Fettah döndü:

-Ben ne bilir mişim? Yanıtladım:

-Sen işleri karıştırmayı biliyorsun, karıştıran, karışık işleri çözmeyi de bilir. Sen çözemezsen sana çözdürürler. Niceleri “Çözmem!” diye diretiyor ama, eloğlu zorla da çözdürüyor. Bunları unutma!”İsmet dinlemiş:

-Aşk olsun dayı, bu yakası çözülmedik sözleri nereden buluyorsun, sen iyi avukat olursun!dedi. Dava vekilinin ne olduğunu biliyorum da avukatı tam bilmiyordum. Üstelik bir avukat tanıyorum. Lüleburgaz Ortaokul Müdürü Yalçın Bilguvar avukattır. (Abdi Yalçın Bilguvar)Babamın, Ali Ağabeyimin eskiden beri tanıdığı, köyümüze de gelir. Arada gözlerim Fettah’a takıldı, solıksuz duruyordu. İçimden üzüldüm. Bugün şansı ok, hemşerisi aynı zamanda koruyucusu Sefer Tunca yemekhane nöbetçisi. Sami Akıncı bir söz söyledi, üstelik korumak için söylemedi, gene de aldı ağzının payını. Bu arada Hilmi’ye de sert söyledim, “Düşünmeden konuşanlar, düşünerek konuşanların karşısında her zaman utanırlar, eğer utanma duyguları varsa. Eğer böyle bir duyarlıkları yoksa elin mazkarası olmayı sürdürürler. Hilmi çok üzdün, yanımdan ayılmadı.

Kahvaltıda dünkü olay konu edildi. Hilmi durup durup kendisinden söz etti. Sonunda onun kötü bir söz etmediğini, ağız alışkanlığı ile bir sözü tekrarlamaya kalkarken vazgeçtiğini, üstelik bu söz aramızda kalacağını tekrarlayınca bu kez Hasan Üner bana “Ağebey sen konuyu anladın, Hilmi’ye:

-Bunu, söylese söylese o söyler!şeklinde uyaranlar var, bu, onun için sana sızıldanıyor!Hilmi’ye sordum:

-Öyle mi?Hilmi:

-Abi, kim olduğunu bana sorma, doğrusu öyle!Kızmam gerekirken kızmadım, kim diye de sormadım. Güldüm, Sami Akıncı’ya sorduğum soruyu tekraraladım:

-Siz kendinizi hep kuzu olarak görüyorsunuz. Ben dün Cumhurbaşkanı önünde Tören yönettim. Marşı tekrarlattıkları için üzüntü duydum, Çağırlııp konuştum. Siz iki yıldır Cumhurbaşkakı gelse şunu söylesek, bunu söylesek dediniz durdunuz ama, geçip karşına bir selam bile veremediniz. Çoğunuz duydu, müzik öğretmeni istedim, verileceğini söyledi. Müzik öğretmeni gelince utanmadan siz istediğinizi de söyleyebilirsiniz. Eşek olduğunuzu bile bile kendinize kuzu diyerek avunun. Sizin gibilerin söyleyeceği sözleri ben ağzıma alıp başkasına anlatmaktan utanırım. Bir kaç arkadaş dışında topunuz benim okuduğum kitabın yarını bile okumadınız. Dört işlemde “ n'den habersiz öğretmen çıkacaksınız, herkesi kendiniz gibi bilmeye devam edin. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü boş yere Köy Enstitüleri köyleri uyandıracak diyor. Çok uyandırısınız!”dedikten sonra Hilmi’ye:

-Arkadaş dikkat et, burada zorunlu olduğumuz için yan yana oturuyoruz. İnsan olduğumuz için de karşılıklı konuşuyoruz Atölyelerde, derslerde, arkadaşlarla, öğretmenlerle ilişkilerimizde benzerlikleri, ayrılıkları iyice gözden geçirdikten sonra benimle konuşmaya değer buluyorsan konuş, yoksa yanıma sokulma. Açık konuşmaktan kaçan sinsi takımın sözleriyle benden kuşku duyuyorsan, bana göre sen benim için zararlısın, benim sana ne zararım olabilir?Zarar, tilki gibi yaşamını kurnazlık üstüne kuran, sinsi insanlardan gelir. Lütfen bana sokulma. Fettah Biricik, Ali Önol, Ali Güleren, Mustafa Saatçı, Emrullah Öztürk, Mehmet Başaran, Hüseyin Serin nasıl benden uzak duruyorsa sen de oyle uzaklaş. Benim konuşacak arkadaşım olur. Geçmiş günlerdeki kooperatif seçimlerinde bu saydığım kimseler boylarının ölçüsünü almıştı. Arkadaşlık konusunda bu benim için güzel bir ölçüdür. Arkadan konuşan kimse çürük kavun ya da karpuza benzer, sağlam olanları da kokutur. Ben gönül arabamda böylesi çürük arkadaşı tutmak istemem!”Hilmi sustu kaldı. Öteki arkadaşlar da öylece oturdular. Herke kalktıktan sonra biz de kalktık. Kapıda Mehmet Aydemir’le bir grup önüme çıktı, Cumhurbaşkanının müzik öğretmeni sözünü verip vermediğini sordu. Ben:

-Söz vermedi, sözünü etti, ( Cumhurbaşkanı sana demişti ama ben sözü size çevirdim) dedim. İki akordiyon alınacağını ise Okul Müdürünün söylediğini anlattım. Okul Müdürü deyince kimi çocukların; “Ahaaa, müdürün sözü (!). . demesi dikkatimi çekti. Bir süre konuştuk. Çoğu da oyuncular. Dün yapamadığımız oyunlara bugün devam edeceğiz. Bizim banyo günümüz. İki grup olarak giriyoruz. Biz 1. Grupta girip çıkacağız. Derslikte çok ses oluyor, kitabı alıp yemekhanenin yol tarafı gölgesine gittim. Az sonra Mehmet Aygün geldi. Önce o da derslikteki gürültüden kaçtığını söyledi. Öyle dedi ama ben, başka bir neden olabilirliğini gözardı etmedim. Bir süre sonra Hilmi Altınsoy:

-Nereye kaçtın haber vermeden?diyerek geldi. Önce Mehmet’e:

-Kalk gidelim!” dedi. Mehmet kalkmayınca: “

-Abi kitap okuyor rahatsız etmeyelim!dedi. İstemeyerek onları dinledim, çocukça numara yapıyorlar, bakmadan güldüm!Gülünce Hilmi neden güldüğümü sordu. Olayı saptırmak amacıyla kitaptan bir bölüm gösterdim. Dimitri, Savcı(Kitapta Müddeiumumi) önünde çırılçıplak soyulur. Giysileri alınıp başka yere gönderilir. İçeri bir çok insan girmiştir. Dimitri çırılçıplak, bakınır. Hilmi şaşırdı:

-Bu nasıl olur? diye bağırdı. Ben de:

-Bunu ben söylesem bana sorabilirsin ama bak koskoca bir kitap yazıyor. İşte suç işleyenlere böyle ceza veriyorlar!dedim. Hilmi:

-Abi. sen beni düpedüz korkutuyorsun. ben suç mu işliyorum?dedi. Suç işliyorsun demedim, suç işlersen, sen , ben, Mehmet ya da başkaları, bu tür acımasız durumlara düşer, işkencelere uğrarlar!Hilmi oturdu. Gene aynı konuyu açmak istedi ben:

-Konuya bir daha dönmek istemiyorum, onu kapatalım, başka sözün varsa oku konuşalım!dedim. Banyo haberi geldi. Hilmi 2. grupta girecek. Gerçekte ben ded 2. gruptayım ama İsmet’le değiştiğimiz için ben 1. Gruba giriyorum.

Oldukça soğuk bir banyo yaptık. Sızlananlar oldu:

-Sular neden soğuk!Arif Kalkan çıkıştı:

-Ay oğlum, babanın evinde hep sıcak banyoda mı yıkanıyordun, dere kenarlarında yuvarlandığuını unuttun mu?Gülmeler arasında, Öğretmen olunca ne yapacağımız,  soruldu. Yasaya göre ev yapılacak, evlerin banyosu olacak. Mehmet Yücel gülerek:

-Çok beklersiniz. Bir yıl sonra köylere dağılacağımıza göre o evler nasıl hazırlanacak? Birkaç kişi birden:

-Sahi bu söylenenler olacak mı?Bakın burada bile binaları doğru dürüst tamamlamadan kullanıyoruz. Köylerdeki evkler de böyle olursa ne yaparız?Halil Basutçu:

-Merak etmeyin bize köşk yapacaklar, her türlü gereksinimi tamamlayacaklar! Ahmet Güner şarklıya başaldı:

-Köşküm var deryaya karşı!…. . Mustafa Saatçı bağırdı:

-Sus Aşık, sakın arkasını söyleme, ben göz yaşı dökmeyeceğim. Benim ki hazır! Herkes güldü:

-Çöpköy’de köşk. ÇÖPKÖY KÖŞK! Köşkte oturan öğretmen İmam Mustafa Saatçı. İmam mı, hafız mı?Mustafa Saatçı: “Hiç biri değil. Ben yalnız olmayacağım. Gülüşler uzadı:

-Onun daha iki yılı var!

Öğle yemeğinde aşure verildi. Çoktanır yememiştik. Aşurenin nasıl yapıldığı konuşuldu. Aşure içindekiler sayıldı döküldü. Aşurenin Nuh Peygamberin buluşu olduğunu duymuştum. Onu anlattım. Bizim masadakiler Nuh Perygamberi de duymadıkları söylediler. Recep Türköz geçerken ona sordum: Nuh diye sir ad ya da söz duydun mu?Recep :

-Nuh Peygamber! dedi durdu. İşaret ettim gitti. Yusuf şaka etti:

-Recep’in sınıfı küçük ama o kendisi yaşlı, O nuh Peygamber zamanını bilir, ben daha sonra doğdum gibilerde güldürüsü sözler söyledi. Gülerek yemekten kalktık. Ancak kalkınca benim aklıma babamın sık sık söylediği bir söz geldi. İnatçı insanlar için: “Nuh dedi, peygamber demedi!”Nuh’a peygamber demeyen biri mi çıkmış acaba?Bu soruyu Fikret Madaralı Öğretmenden öğrenmek üzere soru defterime yazdım.

Oyun yerine gelenlerle kısa bir konuşma yaptık:

-Biz, başladığımız işi tam olarak bitirmek istiyoruz. Oyunların kurallarına aynen uyulacaktır. 20 cm ileri gidecek ayağı 30 cm ileri atarsan görüntü bozulur. Dik durması gereken yerde beden kamburlaşamaz. Durdura durdura oynattık. Yusuf’la Ahmet tekrar tekrar gösterdiler. Bir çokları geri çekildi. Ama yapanlar da güzel yaptı. Paydosa yaklaşırken kızlardan gelen oldu. Onlar da yarım saati geçmemek üzere ayrı çalışmak istediler. Onların tatil günlerinde ayrı çalışmasına ben karşı oldum. Gerekçe olarak da boş durumdaki arkadaşların bakmaya gelmeleri, kalabalık, kargaşa olabilirliliğini öne sürdüm. İzin alabilirlerse tatil günleri okul köridorlarının birinde, ya da dersliklerin birinde yapılmasını önerdim. Önerimi iyi buldular; öğretmenlerine iletip izin sağlayacaklarını söylediler.

Bayrak Töreninde azıcık sıkılır gibi oldumsa da arkadaşların canlı olarak Marş söylemesi beni cesaretlendirdi. Akşam yemeğinde geç oldu ama dikkatler nöbetçiler üzerinde toplandı. Sefer Tunca’nın grubu arasında N de vardı. Onu gösterip sordum:

-Hani Sami Akıncı’nın nöbetinde olacak, deniyordu. Yusuf gülerek şakasını yaptı:

-Sami heyecanla kendi listesi diye yanlşlıkla bir önceki listeye yazmıştır!Sefer’in numarası 16 Sami’nin ki 18, arka arkayalar. Buna bir süre güldük. “Kendi listesine koyamamış ama gene de uzağa göndermemiş!”diyenler de çıktı. Kız bakışlarımızdan mı yoksa rastlantı mı biz konuşurken masamızın önüne dek geldi. Bunu fırsat bilip:

-Dün beni korkuttun!dedim. N. . “Yok Abi hiç de korkmuş gibi değildin. Asıl ben korkum. Beni çağırsaydılar gidemezdim belkide”dedi. Kendilerine soru sorulduğunda doğru dürüst konuşamadıklarını anlattı. Yaptıkları işleri gereğince açıklayamadıkları, ancak öğretmenin açıklamarı onları kurtardığını söyledi. .

Dersliğe dönünce öteki masalardakilerin soruları bir birini izledi:

-Ne konuştunuz? Bu kez ben, Sami’ye bakarak:

-Neden yarın değil de bugün nöbetçisin? diye sordum. O da belli olmaz, yarın da nöbetçi olabilirim. Çünkü ben nöbetleri seviyorum, nöbetçi olunca sizinle konuşma olanağı buluyorm!” dedi, deyince Sami Akıncı teşekkür etti. Bu kez de Sami’nin niçin bana teşekkür ettiği konu edildi. Ben:

- “Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az!” dedim. Herkes güldü. Herkes güldüğüne göre sanırım en az yarısı benim demek istediğimi anlamadı. Zaten günlerimiz böyle anlamazlıklar içinde geçiyor. Neden hepimiz, her gün yeni bir bilgi kazanmak istemiyoruz? İşte 20 gün ya da bilemedin bir ay sonra dersler başlayacak. Yeni sınıfın derslerine hiç bir hazırlık yok. Yeniye yok olduğu gibi geçen yılların bilgileri de uçtu gitti, onları da düşünen yok. Buna karşın, bir yıl sonra öğretmen olduklarında yeni yeni konaklar düşlüyorlar. Devlet konak değil, küçük bir ev yaptıracak olsa yıllardır köylerde çalışan öğretmenlere yaptırırdı. 12 yıldır Hamitabat köyünde çalışan Nuri Öğretmen yarısı sap çatılı bir evde oturuyor. Hamitabat gibi 300 hanelik bir köyün sevgisini kazanmış, herkes önünde saygıyla eğiliyor ama evini mevini düşünen yok. Önümüzdeki yıl o köylü olan Kadir Pekgöz gidince ev mi hazırlayacaklar?”Münevver Öğretmeni anımsadım, köylü ev yapacak güçte olsaydı ona yapardı. Oysa Münevver Öğretmen A’ların küçük bir odasında 2 yıl sıkışıp kaldı. Kadir çok bekler. Bu salt Kadir için değil, benim köyümde de aynı durum. Bizim köylülerin beni sevdiklerini her konuşmada söylemelerine karşınn vbir yrdıma yanaşmayacaklarını çok iyi biliyorum. O nedenle Mustafa Saatçı için tasarlanan Çöpkonak, olsa olsa büyükçe bir çöplük olur. Kendi kendime güldüm. Halil yavaşça sordu: “Bu gürültü için kitap okuyup analayb iliyorsun; ne iyi. Üstelik güldüğüne göre kendini iyice kaptırmış da oluyorsun!”dedi. Neye güldüğümü anlatsam sen de gülersin!”deyince: “Anlat bakalım!”dedi ama o sözünü bitirmeden zil çaldı. Konuşmamızı yarına bıraktık…. .

 

7 Eylül 1942 Pazartesi

 

Söz yakıştırmaları çok seven Bekir Temuçin:

-Sami Akıncı erkenci, kalkıp gitmiş. Bunu beklermiş gibi Arif Kalkan:

-O her nöbetinde öyle yapar!” deyince konuşmaklara hiç katılmayan yatak komşum Orhan:

-Siz sataşıyorsunuz ama göreceğiz bakalım, o kız bugün nöbetçi olacak mı?Eğer olmazsa yalancı duruma düşeceksiniz! Sefer Tunca Orhan’a:

-Günaydın! Kız dün nöbetçiydi görmedin mi?Hergün nöbet mi tutacaktı?derken Sami Geri geldi:

-Kalkmayanlar kalksın, nöbetçi öğretmeni geliyor!dedi. Konuşmaları duymasına karşın yanıt vermemesini olumlu karşılayanlar oldu.

Derslikte de aynı sözler konuşulunca bu kez de ben “Yalan yanlış kon uşmak insana ne kazandırır?” diye sordum. İsmet yanıtladı “Onu bilmeyecek ne var, yalan söylene “Yalancı” sıfatını kazandırır. Bu kez de ben İsmet’e bu bir kanç olmaz, o nedenle “Kazandırır!” yerine” “Yapıştırır!”diyerek bastıra bastıra söylemek gerekir. Kazandırır-yapıştırır tartışması bir süre gitti. Yemekhaneye gidince dikkat ettim, hiç kız nöbetçi yoktu. Bu kez ben de sordum:

-Bu nöbetçi işini kurcalayanlar şimdi ne diyecekler? Salih yanıtladı:

-Onlar söyleyecek söz bulurlar, “Biz öyle söyledik onun için ayrıldılar “derler. Bu kez sırayla sordum: “Sami ile o kız arasında bir ilişki var mı?”Mehmet Aygün bilmiyorum, Hüseyin Orthan, yok, Hasan Üner, bilmiyorum, Yusuf Asıl, bilmiyorum, Hilmi Altınsoy, bilmiyorum dedi. Bu kez onlar bana sordular: “Sen de düşünceni söyle!” Hiç beklemiyorlardı, ben:

-Var!dedim. Hilmi şaşırdı:

-Nerden biliyorsun?Ben düşüğncemi açıkladım:

-Birine kırk gün deli dediklerinde adam deli olurmuş. İki yıldır aynı sözler söyleniyor. Onlar uzun süre başbaşa verip mandolin çalıştılar. Üstelik Hasanopğlan’dan dönerken trennin buzlu camlarına adları yazıldı. Bu kadar sözden sonra aralarında bir şey yok nasıl denir?Var, bir şey var ama, bu bizim söylediğimiz gibi değil de salt bir arkadaşlık olabilir. Bence bu da bir ilişkidir! Bu kez Hilmi:

-Sami çok kurnaz bir arkadaş, o kızı sevse bile okul çatısı altında öyle ağmaklar gibi sevmeye kalkmaz. Okulda arkadaş olur, okulu bitirince de evlenir!Hasan Üner; “İşt, işt, işt!” dedikten sonra, “Bu dediğinizi yaparsa bizim burada konuşmaya ne hakkımız olur?”Hep birden:

-Hiçbir hakkımız OLMAZ!deyip kalktık.

Atölyenin arkasında yeni bir kereste yığını oluşmuş. Öteki sınıflardan bir grup bizim işimizi sürdürmüşler. Sürdürmüşler ama keresteleri rastgele attıkları için ortgalık karışmış. Dağınık keresteleri düzgün olarak istifledik. Gene de öğleye dek kereste taşımış olduk. Öğle yemeğine ellerimizi ovuşturarak girdik. Öğretmenler masası kalabalıktı. Müdür Bey de yemekteydi. Arkadaşlar “Müdür Bey okulda kalsa her gün yemeğe gelir!” deyince Recep Kocaman da :

-O zaman böyle dertler de başına gelmez!dedi. Cumhurbaşkanı geldiğinde okulda olmamasını bir kusur olarak düşünmüş. Bu kez de hepimiz bunu konuştuk; bu bir kusur olur mu?Okul dışında işleri olduğuna göre bu bir kusur sayılmamalıdır. Bir derste söylemişti: “En küçük parasal işler için İl olarak Kırklareli’ye İlçe olarak Lüleburgaz’a gitmek zorunda kalıyorum, derse gelmediğim zamanlar bunları anımsayın!demişti. Biz bunları konuşerken Sami Akıncı bizim sınıfa duyuru yaptı:

Son sınıf öğrencileri, iş paydosundan sonra derslikte toplanacak!”Neden, niçin? Acaba yeni bir durum mu var?”Müdür Bey istediğine göre önemli demektir. Öğleden sonra iş boyunca bunu konuştuk. Durup durup bunu soranlar oldu. Salih Baydemir sonunda kestirip attı:

-Kısmet bu kadarmış çocuklar, ben başka bir okula gidiyorum!diyecek. Kesinliklikle bunu istemediğimiz için Salih’e tepki gösterdik. Ben:

-Daha önce geldiğinde bu yılki öğretmenlik dersi çok önemli, mesleği asıl bu derslerde öğreneceksiniz. Bu nedenle haftalık 6 saat oldu!demişti, şimdi de bu derslere başlayacağız! Diyecek, dedim. Bana:

-Aklın fikrin derste diye! çıkıştılar. Ben de başka bir olasılık öne sürmedim. Derslik öğretmen masaları yarım kalmıştı(Kontrplaklar gelmiş) onlara başladık. Gürgen iskeletlerin üste gelen tarafına geniş, çam dayanak ekledik. Hamdi Bağ Öğretmen: “ Dirseklerini dayayıp uyuyan öğretmenler olursa çökertmesin!dedi. Yusuf Asıl öğretmenleri savundu:

-Bizim öğretmenlerimizde derste uyuyan kimse yok!”Hamdi Öğretmen gene sordu: Ya, öylemi, peki sizin derslerde uyuyan yok mu?”Bu kez de Salih Baydemir yanıtladı:

-Bizim derslerde genellikle öğrenciler uyur!İrfan Öğretmen:

-İşte sana bir samimi itiraf!Öğretmenler güldüler. Hamdi Öğretmen: “Başlamışken bu samimi itiraflar sürmeli!”deyince Recep Kocaman duramadı:

-Olmayan bir şeyi var göstermek samimiyet olur mu?Hamdi Öğretmen:

-Bakın bu önemli!Gelin bunu da ağabeyden soralım!” Hepsi bana baktı. Ben:

-Gözlerimi dört açıp öğretmenleri dinlediğimde çevremdekileri izleyemiyorum!dedim. İrfan Öğretmen bu kez:

-Al benden de o kadar, dersleri dinlerken uyumak şöyle durdun, adımın söylendiği zaman bile adım bana yabancı geliyordu!dedi. Bu kez de Hamdi Öğretmen:

-Ha şöyle söyle be kuzum, biz işte bu dalgınlıklara uyuma diyoruz. Adı söylenince duymayan bir öğrencinin nasıl ders dinlediğini bilir gibiyiz; değil mi çocuklar?”deyince İrfan Öğretmen başta olmak üzere hepimiz güldük. Bu kez Hamdi Öğretmen “Bunlar birer şaka. İrfan Öğretmenin öyle dalgın ders dinlemesi ender bir olaydır. Çünkü bizim okulumuzda dinlemek söz konusu değildi. Tıpkı burası gibi; az söz çok iş, sürekli hareket!”

Kontrplakları kesip yerleştirdik. Zımparaya başlarken paydos zili çaldı. Bu kez kafamızın içindeki niçinleri gizleyerek dersliğe gittik. Sessiz olarak bir süre bekledik. Müdür Bey elinde bir dosya ile geldi. Dosyayı Bekir Temuçin’lerin öndeki masasına bıraktı. Sağ eliyle çenesini tutarak sıralar arasında gezindi. Birden sol yanındaki Abdullah Erçetin’e :

-Bugün ayın kaçı?diye sordu. Abdullah toparlanamadı, Sami Akıncı:

-7 Eylül” dedi. Müdür Bey kendi kendine konuştu, gülümseyerek :

-“Öyle ya!”dedi……Bu kez İdris Destan’a :

-Atölye işlerinizi bitirince ne yapıyorsunuz?sizin okuma saatleriniz var, onları değerlendiriyor musunuz?diye sordu. Sami Akıncı anlaşılır bir sesle:

-Değerlendiriyoruz!derken bir iki cılız ses te çıktı; sanki konuşanlar “Değer” yanını atmış salt “yoruz” söylemiş gibi bir şey oldu. Müdür bey gülümsedi. Bu kez Müdür Bey doğrudan Sami Akıncı’ya:

-Sami, gözün aydın, Milli Eğitim Bakanlığı seni, senin gibi işi sıkı tutanları düşünüp yeni bir karar almış, bu yıl mezun veren iki okulun öğretmen adaylarını, doğrudan köylere göndermeyecekmiş. Bir yıl daha okutup sınav hakkı verecek sınavı kazananlar okumasını sürdürecekmiş. Bana baktı:

-Ne haber 66 buna hazır mısın? dedi. Sonra da tüm arkadaşlara:

-Arkadaşlarınızla biz bunları daha önce özel olarak konuştuk onun için özel olarak söyledim. Yoksa bu duruma göre hepiniz çağırılacak, bir yıl daha okuyacaksınız. Zaten sizin okula giriş taahhüdünüz 6 yıldı. Bu da sizin statünüze uymaktadır. Hayırlı olmasını dileyelim! dedikten sonra derslere 12 Ekim pazartesi günü başlanacağını, kendisinin arada geleceğini, bizim derslere başlamış gibi hazırlanmamızı tembihledi, gitti. Müdür Bey gidince tüm arkadaşlar Sami Akıncı’yı kutladılar. Müdür Beyin bana söylediğini salt Mehmet Yücel’le yeğenim İsmet duymuş. Bir de uzun bir aradan sonra Sami Akıncı, duyduğunu belirtti: Biraz da cesaret vererek:

-Daha çok çalışarak bu fırsattan yararlanırız! dedi. Teşekkür ettim ama sevinemedim. Müdür Bey özellikle numaramı söyleyerek beni de onurlandırdığına göre arkadaşlar neden böyle görmezden geliyorlar?Bunu uzun uzun düşünmeye karar verdim. Sami Akıncı, ortaokulda okumuş, bizim okula gelince, köy okulunda okuyup 3 yıl da ara verenin yanında bülbül kesildi. Bu doğru. Ancak daha birinci yıl sonunda kültür derslerim onunla eşit oldu, bunun yanında sanat-tarım dersleri onun notlarını 2 ye katladı. Bu başarım 3. yılda sürdü. Üstelik bu arada müzikteki başarım tüm okulu katladı. Gene de Sami Akıncı. Marangozluk atölyesinde akşam sabah yardım ettiklerim bile bunu görmüyorlar. Bunun bir nedeni olmalı!Neredeyse boynumu büküp oturdum. Arkadaşlar gene başladı: Ankara’da bir yıl daha okumak. Benden önce Halil Basutçu güldü:

-Ne Ankara’sı olsa olsa gene Hasanoğlan’dır. Sorup araştırmadan, eskiden olduğu gibi boş yere düş kurmayalım!Bunu nasıl öğreniriz?Benim öğrenme olanağım var, Kızılçullu’daki arkadaştan sorarım. Arkadaşım Ziya Fikrinin ağabeyi bu yıl bitirdi. Ne yapılıyorsa o öğrenmiştir. Hemen bir mektup yazdım. Arkadaşımın yanıtlayacağını biliyorum. Deminki üzüntüm gitti, yanıt gelmiş gibi sevindim. Akşam yemeğinde benden seninçli kimse yok gibiydi. Yemekten sonra kimseyle konuşmadan romanı bitirmek üzere okumaya başladım. Okurken ara ara düşler kurdum. Hasanoğlan’a bile gitsek Konservatuvara gidebilirim. Süheyla Öğretmen orada olacak. Arada yüreğim ciz ediyor:

-Ya ayrıldı! derlerse. Ya evlendi, derlerse. Güldüm; ya hemşerim Şerif Baykurt’la anlaşıp evlendilerse!Olsun, ben onları tanıdığımda zaten nişanlıydılar. Hemşerim Şerif Baykurt:

-Babası beni seviyor, bu nedenle Süheyla kolay kolay elimden kurtulamaz!demişti.

Roman mahkeme olayları içinde sürüp gidiyor. Baba katili zanlısı olarak tutuklanan Dimitri, nin sorgulanması eski, nişanlısı ile aralarında sürüp gelen 3000 ruple olayına saplanıp kalmış durumda . Dimitri bu olayı kurcalamak istemiyor. Bu kurcalanırsa çok sevdiği eski nişanlısı Katerin İvanovna çok üzülecektir. Sorgulayıcı Katerin İvanovna’yı tanır. Bu kez söz Katerin İvanovna’nin güzelliği, asilliği nezaketi üstüne döndürülür.

Yatarken önce Katerin İvanovna’yı düşündüm. Gruşinika ile atışması, dahası onu kardırma çabaları burada konuşulduğu gibi pek asilce değildi. O bölümü bir daha okumaya karar verdim. Yoksa ben , olayları karıştırıyor muyum?

 

8 Eylül 1942 Salı

 

Müdür Beyin dün muştuladığı haber, beni sevindirirken yeğenim İsmet başta olmak üzere bir çok arkadaşı üzdü. Ben İsmet’i hiç düşünmemiştim. Ötekilerin çoğu gereksinimden değil, tembelliklerinden yan çizmeye çalışıyorlar. Ali Önol’la Hüseyin Serin:

-Gidilecek yerde sınav olacaksa işimiz zorlaşacak!diyorlar. Herkes kendi isteğine göre yorum yapıyor. Arif Kalkan bana:

-Sizin gönlünüz olsun diye bizi bir yıl daha süründürecekler!dedi. Arif’in bu takılmasına içimden çok sevindim. Sonunda bir arkadaşım, benim de çalışkan biri olduğumu gönülden söylemiş oldu. Arif’i ilk günden beri severim, kinsiz, tarafsız biridir. Ne var ki, İsmet’in durumuna üzüntümden fazla üzerinde duramadım. İsmet, bu bir yılı çok bulup bırakmayı düşünürken şimdi hepten bunalacak. Yatağına baktım çıkmış. Arkasından gittim, derslikte Yusuf Asıl’la tartışıtyor. Tartışma konularını dinledim, rahatlayarak yerime oturdum. Tartıştıkları da kendilerine göre karşılıklı inatçılık:

Saray ile Kırklareli arası kaç kilometre?Yusuf’un köyünün Saray ilçesine uzaklığı, İsmet’in köyünü Kırklareli’ye yakınlığı gibi gereksiz inatlaşmalar. Yolların, iller ilçeler arası uzaklıkları bilinmektedir. Gerçi köylüler bunu saat olarak söyler ama o da bir ölçüdür. İsmet’in köyü Kırklareli’ye yaya yürüyüşüyle 2 saat. Köydekiler böyle söyler. Yusuf Asıl’ın köylüleri de Manika-Saray arasını bilirler. Bunu söyleyince durum anlaşılır. Gülerek, onlara bunu söyledim. İkisi birden:

-Biz tartışmak istiyoruz, susmak bizi sıkıyor!dediler. İçimden Yusuf’u bilmem ama İsmet’i asıl sıkan, içinde bulunduğu durum. ; onu düşünmemek için ağzını oynatarak avunmaya çalışıyor! dedim.

Kahvaltıya giderken İsmet konuyu kendi açtı “İstediğin olacak dayı, okuma olanağı bulacaklsın, buna babam da çok sevinecek!”dedi. İsmet’in bu konuda sandığım gibi darlanmadığını görünce sordum:

-Neden yalnız baban, annen sevinmeyecek mi?İsmet gülerek:

-Bilmez misin dayı, annem şimdi bile senin için kaygılanıyor, her gittiğimde seni sorup:

-Dayın ablan Ayşeyle akran, Ayşe çocuk büyütüyor, oysa o hala bekar, ne zaman evlecek?deyip dertlenmektedir. Bunu duyunca iyice kaygılanacaktır!İsmet’in söylediği sözler içinde “Bunu duyunca tamlamasına takılıp ben de çok rahatladım. Çünkü İsmet, sandığım gibi bir kaygıla kapılmamış. Konu açılınca rahat rahat konuşup karşılıklı etkileşebileceğiz. Arkasından önümüzdeki haftaların birinde bizim köye gitmeyi önerdim. Bu arada Yusuf’a da takıldım:

-Manika’ya gidemedik ama Çeşmekolu’na gidebiliriz. Yusuf bize katılmaya söz verdi. Bu arada İsmet’i de onlara çağırdı. Yeni bir kararla gezmelere, az sayıda arkadaşla çıkacağız.

Kahvaltıda çay-peynir oluşu Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün gelişine yoruldu. Hilmi Altınsoy bununla da yetinmedi:

-Dünkü okul Müdürüünün bizim dersliğe gelişini de ona bağladı. “Saçma, ne ilgisi var?” diyenler oldu ama Hilmi kendine göre yorum yaptı:

-Öğrencilerin düşüncelerini öğrenmek istemiştir. Başka ne için gelsin?O yeni haberler falan için daha bir yıl zaman var. Söz konusu kararı da sanırım aylardır biliyordu!Salih Baydemir sinirlendi:

-Senin masallarını mı dinleyeceğiz?bildiklerin varsa kendine sakla:

-Adamcağız geldi, bizi insan yerine koyup konuştu. Bundan ne zarar gördük?Tartışmayı kesmek için:

- Kızılçullu’daki arkadaşa mektup yazdım, arkadaşın ağabeyi bu yıl okulu bitirdi, bu nedenle olayı arkadaş doğru anlatacaktır!dedim.

Atölyede yepyeni bir iş sözüyle karşılaştık:

-Tahta tavan, tahta döşeme. Edirne-Karaağaç ya da Lüleburgaz’da kaldığımız okulda tahta tavan, tahta döşeme üstünde gezip görmüştük ama ne Kepirtepe’de ne de Hasanoğlan’da böyle bir iş yapmamıştık. Öğretmen evlerinde bunu da görecekmişiz. . Hamdi Bağ Öğretmen büyük tezgahın başına geçip çizimler yapı. Tavan için ara konçları, kalınlıkları, genişlikleri, aralıkları, neden böyle oldukları ayrı ayrı anlattı. Taban ya da döşeme için de geniş bilgi verdi. Tahtaların üç durumda bitişeceğini, düz, bindirde, korniş. Biz bindirmeyi deneyeceğiz. Bunun da nedenini önce bize sordu; sonra da açıkladı: -Tam korniş daha teknik makinelerle açılır, Biz ancak bindirme yolu yapabiliyoruz. Tam korniş tahtalar hazır satılıyor, ancak biz, hazır tahta satın alamıyoruz!İki döşemelik iki de tavanlık tahta getirip örnek çıkardık. Bu kez de evlerin, tavan, taban alanlarını hesaplayıp kullanılacak tahta sayısını çıkartmamız istendi. Metreler elimizde birkaç kez evlere gittik geldik. Paydosa yakın Hamdi Öğretmen sonuçları sordu. Hiç kimseye doğru ya da yanlış demedi. Oysa söylenenler hep değişikti. Sordum:

-Öğretmenim onuçlar çok değişik!Hamdi Öğretmen güldü:

-Biz bir sonuç beklemiyoruz, bu işin yolu yordamı için bir çaba gösterilmesini istiyoruz. Sayılar bizim dosyada var!dedi. Dosyayı açtı, bana dönerek:

-Şimdi sen söyle!dedi. Ben söyleyince de gülerek:

-Tamam işte kuzum, mutabıkız, hemen başlayabiliriz!dedince İrfan Öğretmen:

-Vakit tamam, öğleden sonra başlayacağız!İrfan Öğretmen sözünü bitiremeden öğle paydosu çaldı.

Yemekte yapılan ölçülerin neden hatalı olduğu konuşuldu. Odaların eni-boyu ile tahtaların boyutlarının dengelenmesi, özellikle birdirmelerin eki ya da eksiltilmesi hesaplanırken yapılan hatalar konuşuldu. Sonunda tavan –taban yapımları konusunda oldukça bilgilendiğimize sevindik. İnandık ki, öğrendiklerimiz, bize böyle bir okul ya da başka bir düzenli kurumda işimize yarayacak. Bunları yapacak araç-gereci ancak öyle yerlerde bulabiliriz?Benim arı kovanı öykümü anlattım:

-Bir kovan yapmak için on kez marangoza gitmek zorunda kaldım. Sonunda da babam beni bu işten vazgeçirdi, hazır kovan aldı!dedim. Dükkanda rafları değiştiriken çektiklerimi anmaya değer görmedim.

Öğleden sonra bizim grup(Hasan, Mehmet Aygün, Yusuf) korniş işine başladık. Öteki arkadaşlar da öğretmen masalarının zımpara işlerini sürdürdüler. Zımpara işi değil ama cila işinde çalışmak istiyorum. Bunu İrfan Öğretmene söyledim. İrfan Öğretmen:

-Merak etme pek yakında bol bol cila işimiz olacak!dedi. Ancak o işin ne olduğunu soramadım.

4x4 üç odanın, 4x5 üç odanın, 4x6 üç odanın, ayrıca, 3x3, bir2x3 iki aralığın alanlarını hesapladık, bunlara gidecek taban, tavan tahtalarını seçtik. İş sanıldığı gibi değilmiş, yığınla rahta ayrıldı:

-Bunların temizliği bile günler alacak!diye aramızda söylendik. Salih Baydemir:

-Günlerimiz çok Abi, biz daha çocuk sayılırız, onları bitirene dek yaşarız herhalde (!) diye güldü. İrfan Öğretmen konuştuğumuzu gördü ama ne söylediğimi duyamadı:

-Gene ne konuşuyorsunuz, işinizin çokluğu sizi korkuttu mu yoksa?dedi…Biz de hep birlikte:

-Yok Öğretmenim biz siz başımızda oldukça işten korkmayız! İrfan Öğretmen azıcık ses değiştirerek:

-İşte buna üzülürüm; ben, benim gibi öteki arkadaşlarımz da size kendinize güvenmeyi öğretmeye çalışıyoruz. Bunda başarılı olursak sizin de tüm yaşam boyu başarılı olacağınıza inanıyoruz. Sakın kendinizi, kendinizden başka birine bağlamaya çalışmayın. Sevgi, saygı başka ama güven duygusu çok daha başkadır. Hangi işte olursanız olun sizi başarıya götürecek gücün kaynağı kendinize güvendir. Başkalarından bilgi alır, onların deneyimlerinden yararlanırsınız ama onlar duvarların tuğlasıdır, taşıdır. Onları örmek, örgüyü dayanıklı yapmak için harcı kendinizden katacaksınız!” İrfan Öğretmen anlatırken Namık Öğretmen geldi. Konuşmaların sonunu duymuş, İrfan Öğretmene:

-Bak, bak, bak, işleri yoluna koydunuz şimdi de duvar örüyorsunuz. Bunu burada sözle yapacağınıza gelip bize yardım etseniz seviniriz!Öğretmenler gülüştüler. Hamdi Öğretmen Nöbetçiydi o da geldi, birlikte çıktılar. İrfan Öğretmen zil çalınca bizim de çıkmamızı tembih edip gitti. Zil çalınca ben kalıp bir süre akordiyon çaldım. Okul şarkılarından yaptığım diziyi kendim de gülümseyerek çaldım. Daha Dün Annemizin, Yalancı, Boş Fıçı, Yaslı Gittim, Hendekte Bir Tavşan, Bir gün Okula Giderken, Mini Mini Kuzu, Tavşan Kaç, Tunca, Arda, Güzel Meriç, sonuna da onuncu parça olarak Hidayet Gülen Öğretmenden öğrendiği Kazaskayı ekledim. Böylece öğrenci arkadaşlara istedikleri zaman çalabileceğim Dört uzun parçam oldu. Marşlar, Şarkılar, Türküler, okul şarkıları. Ötekilerin dizilerine yeni eklemeler yapıp uymayanları çıkarmayı düşünüyorum ama okul şarkılarını bozmayacağım. Çünkü bunları tüm öğrenciler en azından duymuş. Özellikle kızlar hepsini biliyorlar. Müdür Beyin gelebileceğini düşünerek zilden önce gittim. Derslikte pek az arkadaş vardı. Onlar da aynı soruyu bana sordular:

-Müdür Bey gelir mi? Omuz silktim:

-Ben nereden bileyim? Az sonra oyunlardan ayrı ayrı dönenler oldu bu kez onlar aynı soruyu bu kez de Sami Akıncı'ya Sami Akıncı kızdı:

-Bana ne soruyorsunuz? Bekir Temuçin karşılık verdi:

-Belki Müdür Beyin sana vereceği başka müjdeler vardır, o nedenle sana soruyoruz. Sami Akıncı az durdu, gülümseyerek beni gösterdi:

-Arkadaşa da müjde verildi, ona neden sorulmuyor?Mehmet Yücel:

-Dayı senden daha öfkeli, soranları alimallah dövecek gibi. Bari sen, azarlayarak geçiştiriyorsun!Başımı kaldırdım:

-Bu sınıfta öğretmenlerin derslerini anlamayanlar var, bunu hep biliyolruz; bunlar, Okul Müdürümüzün dünkü konuşmasını da mı anlamadır?Örneğin hepiniz Ankara’ya gidecek, bir yıl orada ders gördükten sonra sınayara girilecek, başaranlar isterse okumalarını sürdürecek!dedi. Bu hepimiz için müjde değil mi?Bu müjdeden sonra Müdür Bey Sami Arkadaşımıza şaka yollu takılarak: “Haydi göreyim seni, dercesine cesaretlendirici bir ek yaptı, daha sonra da bana başıyla, yasa çıktığı zamanki konuşmamı anımsattı. Biliyorsunuz Köy Enstitüleri yasası çıkmadan önce okulu bırakmayı konuşuyorduk. O zaman da Müdür Bey gelip açıklamalar yapıyordu. Birisinde ben kalkıp ayrılmak zorunda kalacağımı söylemiştim. Müdür Bey de: -İvedi karar vermeyin, “Öfkeyle kalkan zararla otururmuş!”bunu unutmadan sabredin, yasa çıksın, iyice öğrendikten sonra kararınızı verin!demişti. Siz bunları unutunuz ama Müdür Bey unutmadı. Unutmamış ki, yeni kararı duyunca geldi muştuladı!İsmet:

-Yaşa dayı, kimse anlamasa bile söylediklerini ben anladım!dedi. Sami Akıncı gülerek:

-Ben de anladım!deyince şaka yollu da olsa arkadaşların yarıdan çoğu anladıkları tekrarladılar.

Müdür Bey beklendi ama, gelmedi. Zaten her akşam geleceğini söylememişti. Elimdeki romanı bitirmeye karar verdim. Konuşmalara kulaklarımı tıkayıp okudum. Dimitri’nin sorgusu çok uzun sürdü. Bir ara soruşturma para dolandırıcılığına dönüştü. Ortalıkta bir 3000 ruble sözü ediliyordu. Bu 3000 ruble gerçekte 2 parti 3000 rubledir. Birisi, Dimitri ile nişanlısı Katerin arasında bir para sorunudur. Katerin bir tanıdığına Dimitri eliyle 3000 rubnle göndermiş, ancak Dimitri bu parayı götüreceği yere götürmemiş, yarıdan çoğunu kumarda yitirmiş kalanını da eğlencelerde tüketmişti. Böylece iki nişanlı arasında bir 3000 ruble sorunu olmuş, bunun tartışması sürüp gelmektedir. İkinci 3000 ruble ise Baba Karamazof, gönül kaptırdığı güzel Gruşinika’yı evine çağırmıştır, gelirse kendisine verecektir. Parayı bir zarfa koyar, Üstüne de PİLİCİM İÇİN diye yazar. Gruşinika gelmez. Ne var ki baba Karamazof yılmaz, sabırla beklemesini sürdürür. İşte tam bu bekleyiş sürecinde de öldürülür. PİLİCİ için hazırladığı zarfı açılarak içinden para alınır. Zarf boş olarak ortada durmaktadır. Belli ki baba Karamazof’u öldüren 3000 rubleyi almıştır. Baba Karamozof’un ölümü duyulduğunda Dimitri, bir eğlence yerinde yakalanır. Üstü aranır, gizli yerlerinden rubleler çıkar. Bu rubleler gerçekte nişanlısı Katerin’in 3000 rublesinden kalanlardır. Ancak sorgucular bu yanıtlara inanmazlar. Soruşturma uzar gider. Sorguya çekilenler arasında Gruşinika da vardır. Gruşinika Dimitri’yi sevdiğini söyler, onun para çalmayacağına inanır. Hatta ona çıkarılacak borcu ödeyeceğine söz verir. Gene de sorgucular Dimitri’yı tutklayıp mahkeme edilmek üzere alıp götürürler.

Bu bölümde, az önceki anlatılanlarla doğrudan ilgili olmayan olaylarla karşılkaşılmaktadır. Örneğin geçmişte Aliyoşa bir gün bir grup öğrencinin tek bir çocuklar taş savaşı yaptığını anlatılmıştı. İşte o çocuklardan biri gene karşımıza çıkmaktadır. Başka çocuklar da vardır. Ancak yeni tanıdığımız bir çocuk, arkadaşlarının uyarılarına uyarak hasta bir başka çocuğu görmeye gider. İşte bu hasta çocuğu Aleksi’nin yardımıyla(Aliyoşa Karamazof) arakadaşları yoklamaya başlamış, bu görüşme hastanın iyileşme umudunu arttırdığından tüm çocuklar ara ara gelir olmuş. Birileri de hasta çocuğa oyuncaklar getirerek onu sevindirme yarışına girmişlerdir.

Burası ilgimi çekti. Romanın öteki olaylarına ters bir durum…

Yemekten sonra aklımdan öğretmen nöbetlerini sıraladım. Ahmet Gürsel Öğretmen ayın beşinde cumartesi günü nöbetçiydi. Tatil gününe geldiğinden, ayrıca o gün Cumhurbaşkanının gelişi dolayısiyle çok yorulduğundan olacak bizim dersliğe uğramadı. Gelecek nöbetinde kesinlikle gelir, hal hatır sorduktan sonra da:

-Çalışmalar ne durumda? diye soracaktır. Boyun büküp pısırmak yerine az da olsa çalıştıklarımdan söz edersem, çok mahcup olmam. . Böyle düşünerek, Lise 1. sınıf Cebir-Geometri kitaplarımı çıkardım.

Akşam yemeğinde kendi fasulyelerimizi yediğimiz söylendi. Ne var ki fasulyelerin iplikleri iyi çıkarılmamış. Hilmi Altınsoy Yemekhane nöbetçisi arkadaşımız(Aynı zamanda yemek masası arkadaşımız)Orhan’a:

-Bari bu fasulyeleri, bahçeden köküyle toplatıp getirseydiniz!dedi. Yakın masalardaki arkadaşlar güldüler. Bu söz giderek yayıldı:

-Mısırları yapraklarıyla, patlıcanları köküyle… sözleri bir süre duyuldu.

Dersliğe dönünce bu kez Yusuf Asıl başladı:

-Patatesleri köküyle, Havuçları köküyle, şalgamları köküyle, pancarları köküyle!”Yusuf bu kez de hepimizden işine gelecek başka köklü yiyecek sormaya başladı. Seyhan-Haruniye Köy Enstitülü arkadaşın mektubunu anımsadım:

-Fıstıkları köküyle!dedim. “Hahahahaha!”yapanlar oldu. Ben de bunu bekliyordum:

-Hasta olan öksürüğünü tutamaz, midesi bozulan pırtını tutamaz, cahil olan da bilgisizliğini saklayamaz; pırtlatır gibi “Hahaha!”yapar dedim. Tüm konuşmalar durdu:

-Fıstık yerde mi olur ağaçta mı? Birileri Sami Akıncı’ya baktı. Sami Akıncı gülerek:

-Vallahi ben fıstıkçı değilim ama, aklımda bir “Yer fıstığı” değişi var. Galiba hem yerde hem de ağaçta oluyor. Bir çoğu bana inanmadılar ama Sami öyle deyince sustular.

Matematik kitaplarımı açmama karşın kitaplara bakmadım, defterlerimdeki çözümleri sırayla okudum. Çok kolay gibi gelen sayısız cebir denklemine, sanki ben çözmemişim gibi şaşkın şaşkın bakarak üzüldüm. Geometri çizimlerine bakarken Almanca aklıma geldi. Almanca iyice unutuldu. Sözde Müfettiş Hayrullah Örs’e “Çalışacağım!” diye söz vermiştim. 4 gün önce geldiğinde sorsaydı ne diyecektim?. Gönderdiği Röslein şarkısının sözlerini sorsaydı, bakamadım mı? diyecektim. Bir yığın soru sordum kendi kendime. Bir de Müdür Beyin söylediği yüksek okullara gitme hevesine kapılıyorum, bu bilgilerle mi gideceğim?Sağımda oturan Halil beni izlemiş:

-Çok dalgınsın yeni bir iz sürüyorsun galiba!dedi. Güldüm:

-Bunu bilemedin işte, yeni bir iz değil, eski izlerimden geriye doğru yürümeyi bile başaramıyorum!Arkadaş bu kez daha ilgiyle sordu:

-Nasıl oluyor bu?Geometri kitabını gösterdim:

-Ben bu kitabı nisan ayında bitirmiştim. Oysa şimdi neyi nasıl bitirdiğimi soruyorum!Arkadaş gene güldü:

-Aman aman o kitabı bana gösterme, bitirmek söz mü ben daha elime bile almadım!Bu kez de ben güldüm, kütabı alıp uzattım:

-Bari eline al da, hiç değilse elimize almakta eşit olalım!

Yatınca aynı üzüntüyü gene yaşadım. Neden tutarlı olmuyorum, dengeli bir çalışma yapamıyorum?

 

9 Eylül 1942 Çarşamba

 

Halil Basutçu ile Mehmet Yücel’in seslerine uyandım. Gülüşerek bir birlerine soruyorlar:

-Sen de mi nöbetçisin? Arkasında da sen nerede nöbetçisin. Mustafa Saatçı ikisine de çıkıştı: -Gidin kendinize başka yerde nöbet yeri bulun. Bugün burası nöbetçi istemiyor!

-İkisi de kapıya yönelirken biri:

-Peki İmamefendi, öteki de Peki Hocaefendi dedi. Hocaefendi sözüne herkes güldü. İmam, hafız derken bir de hoca. Mustafa Saatçı Halil Basuıtçu’ya çıkıştı:

-Alacağın olsun!Halil Bacutçu özür diledi:

-Arkadaş ben sana başkalarının taktığı adları bilirsin hiç söylemedim. Ama bugün onların söylediğine denk bir ad söylemek gereğini duydum, o nedenle Hocaefendi, dedim. Hoca Efendi sözleri daha önce okuduğumuz parçalarda, Hüseyin Rahmi Gürpınarlı, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin romanlarında, Ömer Seyfettin öykülerinde çok geçmişti. Ancak yazı değişimi yapılarak anlamı da kaydırılmıştı. O konuşmalar anımsanarak, hemen Hoca Efendi; Hoca Fendi (Fend, numara, dalavere anlamında) biçimine sokularak Mustafa Saatçı bu açıdan sıkıştırıldı. Bu kez de o, Halil Basutçu’ya:

-Bir deli kuyuya taş atar, mahalleli o taşı çıkaramaz!diyerek yanıt verdi. Şakalara hiç girmeyen Halil Basutçu bu sabah “Cumb” diye girdi; ancak “ Deli” sıfatı ile de karşılaştı. Neyse ki Halil arkadaş gülerek:

-Bir sözle insan değişecek olsa bin söz duyanları biz çoktan tanıyamaz olurduk?Bunu düşünmek gerekir. O zaman, senin bile ne Mustafa’lığın ne de Saatçı’lığın kalırdı!deyip gitti.

Derslikte şakalar kesildi; yapıcılar evlerin iç-dış ince sıvalarına başlayacakmış, onlar bunu konuştular. Biz de:

-Çabuk bitirin de tavanları, döşemeleri yapalım!diyerek kahvaltıya gittik.

Kahvaltıda çay-zeytin. Çorba olmayınca söylenmeler kesiliyor. Hilmi Altınsoy içlenerek:

-Ah ahhhh! Elimde yetkiler olsa Cumhurbaşkanını sık sık buraya getirtir(Karşısında oturan Yusuf Asıl’la Mehmet Aygün’ü göstererek)bu fakirlerin her sabah çay içmelerini sağlardım!dedi. Yusuf Asıl önce güldü. Bu arada Mehmet Aygün sinirlendi:

-Hop hop! bu kadar insan içinde fakir biz mi olduk? deyince Yusuf Asıl da ona katıldı. Bu kez de Hilmi’nin düşlediği yetki tartışıldı:

-Bu nasıl bir yetki olacak ki, Hilmi Altınsoy, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü sık sık Kepirtepe’ye getirtecek?Yusuf Asıl:

-Hilmi Altınsoy İsmet İnönü ile İsmet Yanar’ı karıştırıyor; “İsmet gel dese”derken İsmet oradan geçiyordu. duydu; Yusuf’a çıkıştı:

-Ben senin ağabeyinim, sen bana gel diyemezsin!deyip yürüdü. Hilmi söylediği sözün altından kalkmak için çare düşünmüş olacak bu kez de Karşıda duran nöbetçiye seslendi:

-İsmet gel!dedi. Nöbetçi İsmet Özcan (Tekirdağlı Hilmi’inin hemşerisi) geldi. Hilmi’den önce Mehmet Aygün İsmet Özcan'a:

-Yok bir şey, arkadaş bugün biraz hasta, ateşi var; sayıklıyor. Tüm İsmetleri de İsmet İnönü olarak görüyor! deyince İsmet Özcan hayretle bakarken Hilmi kahkahayla güldü; İsmet Özcan’a:

-Git hemşerim, bunlar benimle dalga geçiyorlar. Ben de fakirciklerin gönülleri hoş olsun diye hoş görüyorum!dedi. Mehmet Aygün’le Yusuf Asıl ikisi birden:

-Biz fakirliği kabul etmiyoruz, hele “Ciklisini, kesinlikle reddediyoruz!deyip kalktılar. Hilmi Alınsoy arkadaşımız kimi zaman konuşmaları ya da şakaları tümüyle izlemez, işine geldikleri üstünde durmayı yeğler. Ancak o atladığı yerlerden yeniden söz açılırsa şaşırır kalır. Gene öğle oldu. Kendisi arkadaşlara fakircikler dedi, geçti. Bu kez arkadaşlar: “fakirliği hele ciklisini kabul etmiyoruz, deyince arkadaş yüzümüze baktı:

-Bu “Cikli” de ne demek ben böyle bir şey dedim mi?diye sordu. Açıklayınca da:

-Bu kadar üstüme gelmeyin !deyip bir bakıma tartışmadan kaytardı.

Atölyede yeni bir konu; tavan-taban tahtalarını kaç günde hazırlarız? Ben, “Ay sonuna!”deyince arkadaşlar güldü:

-Yok, yok, yıl sonuna!dediler. İrfan Öğretmen konuşmalarımızı dinlemiş, bize hiçbir şey sormadan geldi:

-Yuvarlak olarak kaç tahta elden geçecek, hesapladınız mı?dedi. Ben, 400 olarak sayı verdim. İrfan Öğretmen bunu doğru olarak benimsedi, önündeki tahta üzerinde hesap yaptı. Gülerek:

-Günde 30 tahta hazırlanırsa ay sonunda biter. Dişimizi sıkıp günde tahta sayısını yükseltirsek ay sonundan gün kazanırız. Öğretmen ayrılınca ben:

-Ne haber?Cumartesileri, pazarları katarak ay sonunu buluyoruz. Oysa bir de pervazlar var. Onlar da en az 30 parça!Arkadaşlar bakıştılar. Salih Baydemir:

-Vay canına Okul Müdürümüzü okul açılmadan önce evine oturtamayacağız!dedi. Önümüzdeki on gün çok çalışma kararı alındı. Değişmeyen gittikçe alışılacak bir iş yapacağımız için, bunda başarılı oluruz!dedik. Biz temizliyoruz, Salih’in grubu korniş çekiyor.

Zorunlu durumlar dışında konuşma yok. Öğretmenler aldığımız karardan hoşnut oldular. İrfan Öğretmene Hasanoğlan’da da böyle bir karar aldığımızı söyledim. Öğretmen, :

-Anlatırsam memnun olacağını söyleyinca, anlattım:

Bir gün Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç geldi. Bize: “Kepirliler, bu okulun kuruluşunda sizin emeğiniz çok oldu. Gelenler duvarları çıkarıp gittiler. Duvarlar öyle kışı bekliyor. Merak ediyorum bu binalar çatılı olunca nasıl görünecekler. Burada çatılı görme umudum da bilin ki yalnız sizde. Söyleyin bana binanızın çatısını daha doğrusu çatıda bayrağı ne zaman göreceğim?diye sormuştu. 20 kişilik grubun ağabeyi bendim. Genel Müdürümüzle daha önce Lüleburgaz okul bahçesinde çalışırken sizin yanınızda konuşmuştum. Hasanoğlan’da çalışmalar dışında, oyunlarda, müzik çalışmalarında beni iyice tanımıştı. Adımı söylemiyor ama Lüleburgaz’lı olduğumu bildiğinde, Lüleburgazlı diye çağırıyordu. Cesaretle ben:

Bugün Cuma, haftaya cuma günü bayrak çekilecek, gelirseniz çatımızı bayraklı göreceksiniz!dedim. Genel Müdür: “Size bir gün de ben ekliyorum, cuma değil cumartesi günü burada bayrağa selam durmak istiyorum, bunun için severek geleceğim. Bundan da çok mutlu duyacağım; söz mü?diye sordu. Benimle birlikte tüm arkadaşlar söz verdik. Başımızdaki Sili Usta da buna çok sevindi, bize yardım etti. Çok çalıştık, bayrağı bir gün önce perşemde günü çektik. Genel Müdürümüzün cumartesi günü işi çıkmış, buna karşın bizi görmek üzere cuma günü çıktı geldi. Bayrağı görünce gerçekten selama durdu. Çok mutlu olduğunu söyledi. Ayrıca bana, benim adımda çalışan arkadaşlara övücü sözler söyledi: Ayrılırken: “Bir isteğim daha var, kış basmadan bu yarım binaların çatılarını kapatalım. Buna da söz verebilecek misiniz?”Hep bir ağızdan söz verdik. Sözümüzü de tuttuk. Yarım bırakılan öteki beşi okul olmak üzere büyüklü küçüklü on binanın çatısını kapattık. Bizim binaya bayrak çekme olayı anısı için Sili Usta bana bir de imzalı anı albümü verdi. Onu gözüm gibi saklıyorum. Üstünde: VERİLEN İŞİ, YORULMADAN VAKTİNDE BAŞARMANA BİR ARMAĞANDIR. 16/X/1941 İmza (Sili yazılı). İrfan Öğretmen: “Bak bunu bilmiyordum. Bunu daha önce neden anlatmadın. Bunu ben mi bilmiyorum yoksa sen bunu kendin için mi, saklıyorsun. Böyle yapıyorsan yanlış yapıyorsun. Bak üstünde bir başarı armağanı yazıyormuş. Bunu öğrendiğime sevindim ama görürsem daha mutlu olacağım. Öğretmen bu kez arkadaşlara sordu. Arkadaşların çoğunda bir kulak dolgunluğu olan böyle bir haber var ama olayı yaşayan bizim grupta yalnız üç arkadaşvar. Hüsyin Orhan, Hasan Üner, Recep Kocaman. Ötekiler benim 20 kişilik grubumda değildi. Grubun 16 kişisi öteki sınıflardandı. Bunları anlattım. Albumu göstereceğimi söyledim. İrfan Öğretmen anlattığımı çok önemsedi Hamdi Öğretmen gelince benim anlattığımı ayrıntılarıyla kendisi anlattı. Bu kez ikisi de beni bir daha kutladılar. Hamdi Öğretmen benim için :

-Abi bunları anlatmaz, o anlatmaz ama, “Yerin kulağı vardır!” diye söylenen sözü bilmiyor. Namık bunları daha o zaman anlattı. Sen bir de ondan dinle!dedi.

Öğle paydosuna 17. tahta ile girdik. “Yemekten sonra hemen işbaşı!”dedik ama öğretmenler buna razı olmadılar. Hamdi Öğretmen gülerek:

-Bizim albüm alacak paramız yok!Öğlede bir saat dinlenme var, bunu bozamayız. Onlar dinlenmeyebilirler ama biz onları zorlayamayız!dedi. Gerçekten öğleleri bir saatlik zaman nerede, nasıl geçiyor?Konuşa konuşa yemeğe gittik. Ahmet Gürsel Öğretmen var. Önce nöbetçi sandım, değilmiş. Halil anlattı, Muhasebeci Hikmet Beyle bir sorunu varmış, onunla ilgileniyormuş. Benim sorunum da eğer nöbetçi ise akşama hazırlıklı olmalıyım. Özellikle okulda üç öğretmene mahcup olmak istemiyorum: Ahmet Gürsel, Fikret Madaralı, Salih Ziya Büyükaksoy. Öğlede bir süre romanı okudum. Gene esas romanın konusuyla doğrudan ilgisizmiş gibi uzunca bir bölüm. ÇOCUKLAR. Aslında ilgisiz de değil ama ayrıntı gibi. Aliyoşa geçmişte sokakta çocuk kavgası görmüş, onları durdurmaya kalkışmıştı. 10 çocuğa bir çocuk karşı duruyordu. Bu kavgacılar barışmalarını isteyen Aliyoşa’ya iki tarafta çıkışmıştı. Aliyoşa tek çocukla evine dek gidip konuyu ailesine anlatmıştı. Bu çocuğun babası bir eski subaydır, çok çaresiz dir geçim sıkıntısından bunalmıştır. Gene de kendisine yapılacak yardımlar için ölçüler koymuştur. Aliyoşa’nın sağladığı yardımları almaz. Bu kez biricik oğlu hastalanmıştır. Aliyoşa, mahallenin tüm çocuklarını hasta çocuğa getirir. Çocuklar eski kavgaları unutup hasta arkadaşlarını yoklarlar. Bunu Aliyoşa başlatmıştır ama sonradan çocuklar bunu eksiksiz uygulamaktadır. İşte gene bir hasta görüşmesine bu kez yeni arkadaşlar katılır. herdiyeler getirilmiştir. Ancak hasta giderek zayıflamıştır. Hediyeler arasında bir de köpek vardır. Hasta çocuk öteki çocuklar gibi köpekleri çok sever. Ne var ki güçten düşmüştür. Doktor gelir, doktor, kendisine sorulduğunda doğruyu söyler:

-Hasta ölecektir!Baba bunu duyunca hıçkırıklara boğulur. Durumu çocuk sezmiştir, bu arada isteklerini sıralar. Mezarının nasıl, nerede olmasını istediğini söyler:

-Arkadaşlarım hep gelsin mezarımın yanında oynasın, ben mezarımdan onları izleyeyim, mezarımda oyuncaklarım olsun!der. Bir başka isteği de vardır; kendisi ölünce yerine babası bir başka çocuk almalıdır. Çocuk bunu söyleyince baba bunlara dayanamaz, İncilden bir parça okuyup bayılır. “Kudüs’üm seni unutursam Allah beni kahretsin!”

Çok duygulandım, ağlamamak için kendimi zor tuttum. Kalkıp lavaboya gittim. yüzümü yıkadım. Zil çalınca sevindim. Bir süre düşündüm; “Kitapta gereksiz gördüğüm bir bölümü okurken ne oldu da ağlar duruma geldim?Bunca olayın geçtiği koca romanda belki de unutamayacağım sahne burası olacak. Bir baba, hasta bir çocuk. Baba onun kurtarmak ıstiyor ama kurtaramıyor. Çocuk ayrılacağını anlıyor ama babadan uzaklaşmamak için çırpınıyor…. Burnumu çekerken Orhan geldi:

-Nezle mi oldun burnunu çekiyorsun?”dedi. Bir süre başımı kaldırıp öyle durdum. Sorunumu burnuma yüklemeye çalıştım.

Sabahki “Çalışırken konuşmama kararı” benim zararıma oldu. Konuşmayınca kafam okuduklarıma takıldı. Onlardan kurtulmaya zorlandıkça bu kez de kendi sorunlarım aklıma takılmaya başladı. Müdür Beyin verdiğim notlarım için hiçbir söz söylememesi, İsmet’in tehlikeli bir iş yapması Röslein möslein diye kimi zaman anlamsız saplantılara girmem. hele köye dönmem, okuyacağım deyip çevreme böbürlenmeme karşın yeterince derslere çalışamam, aklımı iyice karıştırdı. Bunlar hep vardı ama çalışırken konuşmalar arasında böyle aklıma takılmıyordu. Bir ara :

-Yeter, ben bu kararı bozuyorum! diyesim deldi. Etrafıma baktım, herkes susmuş çalışıyor, durdum az sonra ben de onlardan biri gibiydim. Uzun bir süre sonra zil çalınca nasıl sabrettiğime, düşüncelerimden nasıl kurtulduğuma ben de şaştım. Tahtaları, arkadaşlarla birlikte saydık, tamı tamına 35. İrfan Öğretmen çok iyiyiz. Böyle sürdüreceğiz, vaktinde bitireceğiz!”dedi. Arkadaşlar kaçar gibi çıktılar. Kısa bir süre gene düşündüm “Gidersem, nasıl bir durumla karşılaşacağım bilinmiyor. Kalırsam hiç değilse ne yapacağım belli!”deyip akordiyonu aldım. Uzun süre hiç düşünmeden gam, kromotik gam, arpeş yaptım. Parmaklarım şimdiye dek öğrendiği tüm hareketleri yaptı. Çaldığım parşçaların listesini açık sıra ile hepsini çaldım. Sonra da dizileri tekrarladım. Arada zilin çaldığını duydum, dersliğe döndüm. Elim romana gitmedi, geometri çalıştım Öklitleri tekrarladım. Pek üzerinde durmasığım son bölüme baktım.

DAİREDE ORANTILI PARÇALR(Kesenler Teoremi)

Birbirini kese kirişlerin kesim noktasıyla çember arasında kalan parçaları çarpımı, her kiriş üzerinde aynıdır. İpotez: AA1, BB1 kirişleri S de kesişirse; Hüküm: SA. AA1=SB. SB1 ya da SA/SB=SB1/SA1 soru: Bu teoremi alanla söyleyiniz. Ters paralellerin her kenarı kestiği noktaların açı köşesine olan uzaklıkları çarpımı, her kenar üzerinde aynıdır.

Ispatlamalardan sıkılınca pergelle daireler çizdim, yıldızlar yaptım, şekiller çıkardım. Bir öndeki sırada oturan Hüsnü Yalçın döndü, gülerek; Sağımdaki arkadaşım Halil nöbetçi, yerine Orhan oturmuştu O’na beni göstererek:

-Arkadaşın oyunu bile geometri! dedi. Gerçekten oynadığımı, elimdeki pergel olduğu için onunla (Daire çizmek kolay olduğundan) daire çiziyorum elimde keser olsaydı şimdi sırayı çentiklerdim!”deyince Orhan :

-Arkadaş bizi korkutma, yoksa elinde bir gün bir kesici görünce bucak bucak kaçarız!dedi. Romanı gösterdim, okuduğum bölümden söz ettim. Onlar da etkilendiler, bildikleri olaylardan benzer öyküler anlattılar. Hüsnü Bulgaristan’dan vagon altına saklanıp ta Filibe’den Edirne’ye gelen bir çocuğu anlattı. Orhan’ın anlattığı da çok ilginçti; yaşanmış bir olay. Çocuk, yüksek bir dut ağacına çıkmış, dut yemeğe çalışırken düşmüş. Kolu bacağı kırılmış. Doktora götürmüşler bakımı yapılmış, anen-baba rahatlamış ancak çocuk durup durup ağlıyormuş. Çocuk ağladıkça içleri yana anne baba dayanamayıp çocuğun yanına oturmuşlar, akıllarınca onu üzmeden. kuşku içinde gözden kaçan bir sorunu olup olmadığını öğrenmek istemişler. Sonunda çocuk niçin ağladığını anlatmış:

Tam olgun dutların dalını yakalıyordum, dal kırıldı, en güzel dutlar kaldı!demiş. Bundan sonra da kendi çocukluklarımızdan oyun, arkadaşlık olayları anlattık. Halil gelince onu da aramıza alıp bir süre biz de, herkesin her gece yaptığını bu gece yaptık. Yarın da ben nöbetçiyim. Arkadaşlar ne nöbetçisi olduğumu sordular:

-Arkadaşım İdris Destan, o neresini seçerse ben öteki olacağım!deyince Halil, İdris’e sordu. İdris de bana bıraktı. Bu kez Hüsnü, “Yarın ağır işler var, o yemekhane nöbetçisi olsun da dinlensin. Arkadaş zaten rahatsız!dedi. Ben de:

-Öyleyse ben yatakhane nöbetçisiymişim! dedim. Yartakhane nöbetçileri salt kalk zili çalınca uyuyanları uyandırmakla kalmıyor. Yatağını yapmayanları uyarıyor. Yatakhane ile ilgili bir sorun olunca nöbetçi öğretmenine bilgi veriyor. Gündüzleri kilitli olan yatakhane açılmak zorunda kalınınca orada bulunuyor. Dersle ya da atölye çalışmalarına katılıyor. Yemekhane nöbetçisi derslere, atölye çalışmalarına katılmıyor. Benim şimdiki sıram aslında da yatakhane nöbeti. Esas yemekhane nöbetim on gün sonra gelecek.

Yatarken sıkıntılı olayları anımsamamaya çalışıp erken uyumaya alışacağım. Ben bunu Hasanoğlan’da uygulamıştım. Ne yapıyordum? Sayı sayıyordum. Şiir okuyordum. Han Duvarlarını neredeyse ezberlemiştim. Tekrar ede ede 100 dizeye çıkmıştım. Geçen tatile çıkana dek de Ali’yi, Çoban Çeşmesi’ni, Gemiciler’i, Suvariler’i, Röslein’i, İzmir Yollarında’yı her gece okuyordum. Gene o yöntemi uygulayacağım. Yahya Kemal Beyatlı’nın Mahurdan Gazel’ini de ekledim.

 

10 Eylül 1942 Perşembe

 

İdris Benden önce uyanmış, ikircil düşünceli, kararsız arkadaşım:

-İstiyorsan sen git yemekheneye!dedi. Ben kestirip attım:

-Ben Yemekhane sırasında değilim, o sıranın bozulmasını da istemem, herkes kendi yerinde kalsın! İdris:

-Peki öyle olsun!deyip gitti. Başka türlü söylesem uzun süre sen –ben olacaktı. Halil duydu:

-İyi ettin!dedi. Yusuf’la İsmet’i uyardım:

-Bu hafta bizim köye gidiyoruz! Yusuf hemen yanıtladı:

-Bu hafta için konuşmadık, haftaya gidecektik!dedi. Ben, “ Öyleyse İsmet’e sormaya gerek yok, o nasıl olsa bana uyar. Ancak son söz haftaya cumartesi saat 14’00 olunca biz yola çıkacağız. Mehmet Yücel takıldı:

-Dayı bırak şu kızanları, götüreceksen adam gibi adam götür!deyince Yusuf atıldı:

-Kimmiş o adam gibi adamlar?Bu kez ben:

-Tartışmalarda ben yokum, benim nöbetimde sessizlik isterim!deyip kapıya yöneldim. Gider gibi yaptım ama dolabımın önünde durup karışıklıkları düzelttim. Bir yandan da konuşmaları izledimTek Bekir Temuçin konuştu. O da İsmet’e:

-İsmet Yanar, her sabah bülbül olup ötersin, bu sabah neden sustun, dayından korkuyorsun değil mi?dedi. Arif Kalkan ekledi:

-İsmet gene bülbül ama bu sabah dut yuttu! deyip güldü. Sami Akıncı karıştı:

-Deyimleri, Atasözlerini canımız istediği gibi değiştiremeyiz. Örneğin “O bugün dut yuttu! deyince esas deyimin vermek istediği anlam kaybolur. Bugün dut yuttuysa yarın dutun suyunu çıkarıp içer. Oysa “Dut yutma” deyimi susturulmuş durumdaki bir insanın korkudan bildiğini söyeleyememesi anlamını taşır!”Arif Kalkan gülerek :

-Anlayamadım ama Sami arkadaşa teşekkür ederim ; bundan sonra daha dikkatli konuşmaya çalışacağım!Sami Akıncı da Arif’e:

-Örnek bir tepki gösterdin. Bir çok arkadaş benden değil senden ders almalıdır!

Ben geri dönmeden dersliğe gittim. Tüm konuşmaları duydum ama duymaz gibi davrandım. Halil Basutçu gelince bana:

-Nöbetçi yazık ki sen göremedin, senin nöbetinde örnek tartışma oldu!dedi. Olayı anlattı. Sonunda:

-Bunun benimle bir ilgisi yok, iki aklı başında arkadaş konuşmuş. Onlar her zaman öyle konuşuyorlar. Arif’le Sami’nin tartıştığını ben hiç görmedim!dedim. Halil, senin etkin nasıl olmaz?Senden çekinmeseydi ötekiler onları rahat bırakıp konuştururlar mıydı sanıyorsun?diye düşüncesini açıkladı. Mehmet Yücel seslendi:

-Dayı panayıra gidiyor musun?”Panayır olacağını biliyordum ama bugün başladığını bilmiyordum. Gidebilirsem ancak yarın gideceğimi söyledim. Birlikte gitmeye karar verdik. Birden duraksadım, birisiyle konuşur gibi:

-Panayırı iki yıldır bekliyorum. Geçen yıl burada yoktuk. Evvelki yıl birisiyle karşılaşmışken konuşmamıştım. O konuşmamamın acısını iki yıldır çekiyorum. Belki gene öyle bir karşılaşma olur. O zamanki çekinikliğim anlamsızmış. Kendimde kendim beslediğim korku kuşu çoktan uştu gitti. Yüreğimde yalnız ben varım benim içtenlikli duygularım var. oldukça cesurlaştım!İçimden bunlar geçti.

Kahvaltıda arkadaşlar tahta işlerini konuşurken ben panayır yerini düşlüyordum. Köylerin belli yerleri var. Bizim köyün yeri yıllardır değişmedi. Komşu köyler de öyle. Zaman zaman karışık gibi arabalarını bırakıyorlar. Zaman zaman da bir iki araba farkla uzak duruyorlar. Yusuf’a teşekkür ettim. Önce niçin olduğunu söylemedim. Bir süre direttim. Sonunda söyledim: “Lüleburgaz panayırı başlamış, bizim köylülerin çoğu panayıra cumartesi, pazar günleri gelir. Kesin karar verseydik bunları bilmeden gitmiş olacaktık.

Atölyede öğretmenleri beklemeden işe başladık. Geldiklerinde bizi öven sözler söylediler. Hamdi Öğretmenin gitmesine az kaldığı için üzüldüğümüzü söyleyince Hamdi Öğretmen gülümseyen bir yüzle:

-Mahkeme kadıya mülk olmaz!derler. Biz maaşlı devlet memurlarıyız. “Git!” denilen yere gideriz, gitmek zorundayız. Gerçekte biraz fazla kalınca da açıkçası gitmek isteriz. Şimdi benim gidişim öyle değil “Vatan görevi!” ama, bu işin böyle bir yanı da vardır. Gerçekte bu okullar, yani Köy Enstitüleri kurulurken başka düşüncelerle kurulmuştur. İleride bu düşünceler uygulanacaktır. Sizler, sizin için çıkan yasayı okudunuz. Gitiğiniz köyde 20-30 yıl kalma amaçlanmaktadır. İşte burada da böyle bir öğretmen kadrosu oluşturulacak, gelenler bizim gibi gitmeyi sayıklamayacaklardır. Bu nedenle bizler burada geçiciyiz. İçimizden kimi arkadaşlar askerliklerini yaptıktan sonra kalabilirler. Ancak askerlik öncesi gelenler zorunlu olarak ayrılacaklardır. Bizce burada gönüllü kalacak olanlar sizlersiniz. Çünkü siz, yasalarınız gereği bağlandığınız işten başka işe giremeyeceksiniz. Öyleyse içinizden bazıları köyde tek başına kalma yerine bu okulları yeğleyecektir. Evini burada kurup ailesini yerleştirecek; askere gidip gene buraya dönecektir. Çünkü yasa böyle demektedir. Şimdi beni iyi dinleyin. Sizin sınıf çok zahmet çekti ama işte de pişti. İçinizde bizim düşüncemize göre burada kalıp çok yararlı olacağına inandıklarımız var. Şimdi biz sen, sen, sen, diyemeyiz ama siz kendiniz, kendinizi buna hazırlar, amacınızı bu yöne çevirmelisiniz. Burada kalır baba ocağı gibi benimseyeceğiniz bu okulu hem öğretmensiz bırakmazsınız hem de sahip olarak yürütürsünüz. Biz gidiyoruz. Savaş sürdükçe yeni öğretmen gelmesi zor olacak. İçinizden en az onu burada görev alabilir, almalıdır da. Demem o ki, siz gidenlere sızlanmayı bırakıp ayrılmamak üzere burada kalmanın koşullarına uymaya çalışın. Bu sözlediklerimi de kimseye söylemeyin. Çünkü bunlar benim düşüncelerim. İşte Arkadaşım beni dinledi, söylesin biz bunları karşılıklı konuşmadık Ancak konuşsaydık bunları konuşacaktık. Bundan böyle bu konuda konuşursak gene böyle konuşacağız. Çünkü yasanız, Köy Enstitüleri, gelecekte kendi öğretmenini kendisi yetiştirecek, diyor. Hamdi Öğretmeni dinledik. Ben kendi payıma iyi bir ders aldım. Ancak kendimi buraya da yerleştiremedim. Köye öğretmen olunca sabahtan akşama çocuklarla uğraşmayı bir türlü aklıma yatıramıyordum. Şimdi de benzer bir durum. Bizim köy yerine Kepirtepe. Büyük bir fark yok. Ancak, bizden birilerinin okulda bırakılacağını anlar gibi oldum. Bu da bana bir umut verdi. Ben burada kalabilirim. Belki askerlik durumum engel olur; nasıl olsa askere alınacak, deyip seçmeye bilirler. Bu kez de askerlik engelim önüme çıktı. .

Öğle yemeğinde Hilmi konuştu bizden karışan olmadı. Hilmi, nin dikkatini çekmişiz:

-Bana karşı bir tuzak mı var? diye sordu. Hamdi Bağ Öğretmenin ayrılışına üzüldüğümüzü söyledik.

Derslikte de durgunluğumuz sürdü. Sanırım arkadaşlar da benim gibi hep içlerinden bir şeyler geçirdiler. Bir ara yarınki panayırı konuştuk. Aynı konuları konuşmamak için romanı açtım. Okuduğum bölüm de tatsız çıktı. Aliyaşo gene ortalıkta gezniiyor. Gruşinika’ya gitti. Gruşinika Dimitri’den ayrıldığı geceden beri hasta yatmış. Aliyaşo’yu bu kez sevgilisi Liza çağırdı. Onun da annesi hastalanmış. Ancak gene de(Hasta hasta) Aliyaşo’ya bir süre çıkıştı. Katerin için, Gruşinika için ağır sözler söyledi. Bu arada gazetelerde de Karamazof cinayetiyle ilgili haberler çıkmaktadır. Bu haberlerde Alyaşo’ya da pay ayrılmaktadır. “Baba Karamazof oğlu tarafından öldürülmüştür!” sözü durmadan yazılmakta, . kamu oyu böyle bilgilendirilmektedir. Ne var ki, küçük oğul Aliyaşo bu haberleri yeteri kadar izleyememektedir. Bu tür söylentiler Aliyoşa’nın sevgilisi Liz’i çok rahatsız eder. Liz bu nedenle Aliyoşa’yı çağırır ancak anne Madam Koklakov kendi şamatalarıyla Aliyoşa’yı oyalar. Sonunda Aliyoşa zorla izin alıp Liz’i görür. Liz rahatsızdır. Aliyoşa’nın eve gelip uzun süre annesiyle konuşmasına kızar. Birden bire (Damdan düşer gibi):

-Hapishaneye geç kaldığınızı biliyorum. Annem, sizi iki saat alıkoyarak vır vır etti. Benden, Jüli’den söz etti! diye çıkışır. “İlginç bir sevgiler karşılaşması”, derken zil çaldı. kitabı kapattım. Kızın annesine güvensizliği bir yana annenin kızını böyle düşünmesi, ya da sevgilisine karşı böyle tavra zorlaması galiba yazar Dostoyevski’nin tip seçimiyle ilgili. Baba Karamazof, anne Madam Koklakov!. diyerek kalkıp arkadaşlara katıldım. .

Atölyede işe hızlı başladıkYarını düşünüyorum, öğretmenler:

-Tam gün çalışalım! derlerse, ne yapacağız? Panayıra gitmek istiyorum. Arkadaşlar bu konuda ilgisiz, Orhan dışında kimse panayır falan düşünmüyor ama okulda kalma olasılığı sanırım, onların dillerini biraz bağladı. Durmadan konuşanlar bugün ancak sorulursa yanıt vermeyi yeğliyorlar. “Bugünkü 40. tahtamız!”deyince, İrfan Öğretmen:

-Çok iyi gidiyoruz, buna yarın 20 eklersek hesaplarımız tutacak!”dedi. İçimden:

-Bugün 40, yarın 20. Öyleyse yarın, yarım gün çalışma var!dedim. Orhan da öyle düşünmüş, yavaşça:

-Panayıra gideceğiz galiba!dedi. Kimse üzerinde durmadı, öylece paydosa girdik. Mehmet Yücel’e sordum:

-Panayıra nasıl gideceğız?Yarın tam gün çalışma yapılmayacak mı? Namık Öğretmen:

-Yapılmayacak!demiş. Sevindim.

Aliyaşo ile Liz’in inatlaşma sayfalarını açıp bir daha okudum, Liz, oldukça şımarık, kararsız bir kız. Aliyaşo’yla evlenmek istediğini söyleyip ona mektup yazabiliyor. Açıkça:

-Karın olmak istiyorum! diyor ama az sonra da sözünü unutmuş gibi başkasıyla evleneceğini söylüyor. Aliyoşa şaşırmış durumda. Liz, birdenAliyaşo’nun boynuna sarıldı uzun süre bırakmadı. Çılgın gibi uzaklaştırıcı sözlerinin arkasından; kendisini yaşama yalnız Alyoşa’nın bağlayacağını söylemesi içtenlikli olabilir mi?Aliyaşo’ya:

-Ağabeyine git, gör! diye diretiyor ama bir yandan da boynuna sarılıp bırakmıyor. Sanırım Liz yeni bir olay yaratmak üzere; Aliyaşo’nın ağabeyi İvan’a bir mektup yazmış, mektubu Aliyaşo’nun götürmesini istedi . İlgimi çekti, mektupta neler yazılı olabilir?Boşuna merak etmişim, mektup içeriğini düşlerken bambaşka olaylarla karşılaştım. Özet olarak Dimitri 20 yıla mahkum edilip Sibirya Sürgünleri listesine alındı. Bunu duyan Gruşinika hastalandı. Katerina da çok üzüldü ama belli etmedi. Üstelik hiç ilgilenmezmiş gibi davranarak görüşmeye gitmediği gibi, kimseden de olay hakkında bilgi istemedi. Oysa gizliden gizliye ilgileniyor, içten içe de Gruşinika’yı kıskanıyordu. Bu arada İvan’ın hastalığı arttı, Katerin onu konağına aldı. Aliyoşa bu ara Gruşnika ile bağlantı kurup Dimitri’yi yola çıkınca kaçırarak özgürlüğe kavuşmasını planladı. Öteki kişiler arasındaki olayları bir yana bırakıp özetlemek gerekirse Aliyaşo, ağabeyi Dimitri’nin suçsuz olduğuna inandığından onun özgürlüğü için kendi özgürlüğünü feda etmeye karar verdi. Gruşinika da Dimitri’yi gerçekten sevmişti o da Aliyoşa’nın planına katılmayı kabul etti. Sibirya sürgünlerinin belli zamanları oluyormuş, bunu saptadılar. Sürgünlerin gruplar olarak belli yollardan gittiklerini, Dimitri’nin gideceği yolu da öğrendiler. Dimitri ise bunlardan habersiz, kaderine boyun eğip cezasına katlanmayı benimsemiş durumdadır. Ancak o, Gruşinika’yı sevdiğini, onun da kendisini sevdiğini anlamıştır. Salt geride bırakacağı Geruşinika’yı düşünmektedir. Gerçek nişanlısı Kateri üzdüğüne pişmandır, onun da gönlünü almaktan bir bakıma kendisini affettiğini kndisinden duymaktan başka bir isteği yok gibidir. Sürgün günü gelmiştir. Sibirya yolcuları(!) uğurlanır. Aliyoşa ile Gruşinika planlarını uygulamaya koyarlar. Onlar da Sibirya sürgünleri yolunu izleyip daha önce saptadıkları konaklama yerinde giderler. Sürgün grubunun belli koruma görevlileri vardır, onlarla ilişki kurup dost olurlar. 3. Konaklamada dostluk içkili söyleşilere dökülür. Sonunda Aliyoşa Dimitri’nin yerine Sibirya tutuklusu olarak gizlice prangaları takınıp yatar. Özgür kalan Dimitri ile Gruşinika kaçarlar. Böylece Dimitri’nin tutukluluk süresi gibi romandaki görevi de bitmiş olur. Gruşinika da son olaylarda biraz üzülmüştür ama güzelliğinden bir şey kaybetmemiştir. Aliyoşa'nın anlattığına göre tüm güzelliği üstündedir, bakan gözleri kamaştırmaktadır. Gerçi Aliyoşa Gruşinika’nın gerdanında bir iki kırışıklıktan söz etmişse de onlar, güzelliği bozmamış tersine daha da renk katmıştır. Sabah olunca prangalar içinde görülen Aliyoşa kolayca tanınır. Yargılanmak üzere mahkemeye verilir. Büyük bir suç işlemiştir, cezası da büyük olacaktır. Ancak Aliyoşa suçsuz bir insanı kurtardığı inancındadır. Bu arada bir de rüya görmüştür. Rüyasında çok sevdiği Stareç Zosima ile karşılaşır. Yaşlı papaz ona yaklaşarak, bir sözcük söyler:

-MÜKEMMEL!der arkasından da:

-Sen şimdi yaşamaya başlıyorsun!diyerek güzel övütler verir. Evet Aliyoşa , gerçeğe doğru yürür; yere atılan tohum, çatlayıp dağılarak ölmezse, yapyalnız gene tek olarak kalır!. Aliyoşa rüyanın da etkisiyle kendini, kendi inancı içinde bir görev yapmış sayar. Yardı önünde yaptıklarını olduğu gibi anlatır. Verilecek cezaya da karşı olmayacaktır. Babasının ölümünü, katili bulunamayan bir ölüm, ağabeyi Dimitri’yi suçsuz bir mahkümiyet, kendisininkini de bir suçsuzu kurtarma görevi olarak niteler. Mahkemeye, tüm roman ailesi katılır. Katerin, madam Koklakov. Liz hastadır, yürüme özürlüdür, gelemeyeceği düşünülür. Oysa Liz telaşla salona girer, Aliyoşa’yı savunur. :

-Beni ayağa kaldıran odur! diyerek Aliyoşa’nın suç işlemeyecek bir ermiş insan olduğunu duyumsatır. Yargıçlar durumdan etkilenirler Aliyoşa özgür kalmıştır. Katerina Aliyoşa ile Liz’i konağına götürür. Arkalarından anne Koklakov gelir. Hemen Liz’le Aliyoşa’nın nikahı da yapılır. Madam Koklakov bu arada olumsuz tavrını sürdürürse de romancı noktayı koyduğu için bunların neler olduğu boşlukta dağılır gider.

Kitabın sonundaki sayfayı yazmayacağım. Çünkü neler olduğunu bilmiyorum. Ancak yazar, benim anladığım kadarıyla okuduğum bölümlerde de Türkler hakkında kötü sözler, değiniler yapmıştır. Ben buna önce kızdım ama sonra da kızdığıma da güldüm:

-Yazar bu kitapta kimin için olumlu bir söz yazmış ki?” Karamazof Kardeşler” romanı baştan sona bir olumsuz ilişkiler kitabı. İlişki kuran insanlar da öyle. yüzlerde insanın içinde tek Aliyoşa, insanlara iyilik etmek için ortalıkta dolaştırıldı ama sonunda oda görev yapan suçsuz insanları kandırarak, hem de tatlı dilini kullanarak sarhoş edip görev ahlaksızlığı yaptırdı. Böylece kitapta, çocuklar da dahil tüm kişiler kusurlu demek bile bence az kalacak suçlu insanlar. Dostoyevski bence İtalyan Lombrazo’yu inceleyip ondan sonra bu kitabı yazmış olmalı. Baba Karamozof, olağanüstü ruhsal sorunlu bir baba örneği, Madam Koklakov’un anne olarak ondan kalır tarafı yok. Kardeşler, Dimitri, İvan, Aliyoşa, kusurlu evliliklerden doğma olmakla birlikte başka ailelerde yetişmiş, ama etkilenmemişler. Smerdiyakov için yazacak bir sözüm yok, o gerçekten kitabına uygun bir yaratık. Aleksandr Miyasov, Adelayid Miyasov kardeşler dışındakileri kültür, görgü ortamı dışından gösterildiği için kusurlarına kolay inanılabilinir. Ancak bu denli özürlü insanın ilişkili olaylar içinde izlemek okuyucuyu, hiç değilse beni rahatsız etti. 10 Eylül 1942 Cuma, saat 22’30' da bu kitabı bir daha, ama hemen değil en az iki yıl sonra olmak üzere okumaya karar verdim. Kitapta geçen kişileri gözümde canlardırabiliyorum. Ancak kimi konuşmaları tam algılayamadım. İvan’ın giriştiği kimi tartışmalar belleğimde yarım kaldı. Keza Aleksandr Miyusov’un Avrupadaki düşünceler konusunda aktardıkları da uzun uzun düşünülecek konular. Ayrıca yazarın Türkler için söylediklerini de daha dikkatli okuyup değerlendilrilmesi gerektiği düşünüyorum…

Yatınca, bundan önceki okuduğum romanlarda düşündüğümün tersi bir durum oldu. Çoğunlukla onlara ölenleri, haksızlığa uğrayanların arkasına takılırdım. Bunda ise düşlerimle kaçanların, Dimitri ile Gruşenika’nın yaşamlarını düşündüm. Acaba sahiden kurtuldular mı?Yoksa Ömer Seyfettin'in Bomba öyküsünde olduğu gibi, düş kuran iki genç, tüm umutlarına karşın gene düşmanlarının eline mi düşecek. Hiç unutamadığım bir öyküdür Bomba. Boris'le Magda iki genç sevgili, içinde bulunduklasrı ortamdan yılmışlardır. Yıllarca dağilarda komitacılık yapan Boris kendi yurdunda mutlu olamayacağını nihayet anlar. O günlerin yaygın söylemlerine uyarak Amerika'ya göç etmeye karar vermiştir. Nasıl göçeceği üstüne de planlar hazırlamış, planlarını uygulama aşamasına da geldiğini düşlünerek doğuma hazırlanan eşi Magda'ya durumu muştular. İki genç, özgürlük içinde çalışıp, özgürce yaşama düşleri kurarken kapıları çalınır. Boris birileri tarafından alınıp götürülür. Öykünün ötesine gerek yok. Magda, doğmamış bebeğiyle, okuyucu da iki gencin kurduğu düşlerin etkisin de kalarak kendisini karamsarlıktan kurtarmaya çalışır.

Bir ara da yazara söylendim; köpek Kariyon hakkında uzun uzun yazar da uzun acılar içinde kıvranmış iki sevgilinin, bin bir tehlikeyi göze alarak kurtulmuş olacaklarına sevinecek okuyuculara bilgi vermeliydi…. Yazar vermedi ama ben, onları Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiiri yardımıyla(Anlam-amaç değiştirerek) kendi düşlerimde görür gibi oldum.

…………. İki zıt cevheri var nabzımda vuran kanın

Biri elpenç divan duran, öteki durduranın

Duran sana taparken, durduran bir hayvanın;

Sırtında bir kadınla aşar karşı tepeyi………. .

Ben, Gruşinika’yı sırtlayayan Dimitri’yi, Çarın zaptıye dağlarını aştı sevincini duyumsayarak uyudum.

 

11 Eylül 1942 Cuma

 

Sessiz arkadaşımız Recep Kocaman nöbetçi. Recep Kocaman tüm arkadaşlarca sevilen biri. Ona da takılıyorlar ama kesinlikle incitici sözler söylenmiyor. O da hiç kimseyi incitmez. Ancak bu sabah etkinlikleri, top oyunları bu kuralın dışında. Konu onlar olunca başta Mehmet Yücel kimi kez özellikle Recep arkadaşın soyadına takılır. Kocaman adam, kocaman yanlış, kocaman Recep sözleri dizilir. Bu sabah böyle başladı:

-Kocaman İrecep onbaşı:

-Sen de kaldıracak mısın?İzin verde Kocaman oluşunu anlayalım!Recep Kocaman gülerek:

-Şimdilik kalkın spor saatinden sonra yatmanıza izin vereceğim!dedi. Kapıdan bir ses geldi:

-Kimmiş o yatma izini veren?Namık Ergin Öğretmen gülerek:

-Öyle yorgunum ki lütfen bana da bir izin!deyip elindeki zincirli anahtarla ranzalara vurmaya başladı. Hızla spor alanımıza çıktık. Sanırım biraz da Namık Öğretmen nedeniyle arkadaşlar sessizce Recap Kocaman’ın “Dur, sola dön, koşar adımla halka oluştur, dağıl, toplan, . birerli sıra , ikişerli sıra buyruklarına uyduk. Çok da güzel oldu. Recep Kocaman çavuşluğa yükseltildi. İsmet çavuşluğu az buldu. “Fettah onbaşı olarak kaldıkça Recep Kocaman en az general olmalı!”deyince gene tartışma başladı. Bu kez tartışmacılar Fettah ya da Ali Baba değil, Bekir Temuçin, Yusuf Asıl, Arif Kalkan. Karşı oluş nedenleri de kendilerine rüdbe sıralamasında yer kalmamış. Recep Kocaman barışçı, generalliği istemedi, herkes gibi onbaşı olarak kalmak istediğini söyledi.

Gülüşerek Kahvaltıya gittik. Kahvaltıda çorba vardı. . Çorba gerçekten tam çorba. Mercimek, bulgur, pirinç çorbaları yiyorduk ama bu sabahki bunların hiç biri değil, ılık bır su, içinde makarna parçarı var. Yemekler üzerinde genellikle konuşmayan ben bile bu sabah şaşırdım. Yine de yedim ama arkadaşımız Hilmi Altınsoy’un sözüne bu sabah katıldım:

-Olur ama bu kadar da olmaz!Gene de gülüşerek işlere dağılık. Öğretmenler biraz geç geldiler. Hamdi Bağ Öğretmen hepimize ayrı ayrı:

-Nasılsın?sorusu yöneltti. Hepimiz iyi olduğumuzu söyledik. Öğretmen de:

-Sizi iyi gördüm ben de iyi oldum!dedi. Arkadşlar bakıştı:

-Bu sanki çok doğal gibi gelmedi!Gene de doğalmış gibi karşıladık. İrfan Öğretmen gülerek bizi izledi. Öğretmenler bir süre kendi aralarında konuştular. İşlerimize koyulduk. Çalıştık ama Hamdi Öğretmenin o değişik hareketi aklımıza takıldı. Paydosa yakın Hamdi Öğretmen ayrıldı. O gidince Salih Baydemir İrfan Öğretmenden sordu:

-Hamdi Bağ Öğretmen neden öyle konuştu?İrfan Öğretmen de bize sordu. Nedenini bilmiyor musunuz?Bilmediğimizi söyleyince bu kez anlattı. . Hamdi Bağ Öğretmen atölyeye gelmek üzre çıkarken Okul Müdürünün odası önünde bir grup öğrenci görmüş, Müdür Beyi bekliyorlarmış. Hamdi Öğretmen niçin beklediklerini sormuş. Hepsi birden, yemeklerden yakınıp sızlanmışlar. İçlerinden bazıları da durumu üst makamlara duyuracaklarını söylemişler. Hamdi Bağ Öğretmen:

-300 öğrenci sesini çıkarmazken 10 kişinin böyle davranmasını eleştirmiş. Bu kez de kapıdakiler, tüm arkadaşları adına geldiklerini söylemişler. Hamdi Bağ Öğretmen onları sınıflarına göndermiş. Göndermiş ama, acaba o çocukların söyledikleri doğru mu, bu yakınmalar konusunda bizlerin düşünceleri nedir?düşüncesiyle bir bakıma bir yoklama yapmış. Bizden bir tepki olmayınca konuya hiç değinmeden geçiştirmiş. Hamdi Öğretmen geçiştirdi ama arkadaşlar bu kez İrfan Öğretmene dertlendiler. Bu arada kaşıntı, tahta kurusu konusu da ortaya döküldü. . İrfan Öğretmen üzüldü ama gene de bize sabır önerdi:

-Böyle işler üst makamlara duyurmakla çözülmez, tersine işler daha da bozulur!” diyerek övütler verdi.

Yemekte yeni duyuru yapıldı. 1-Sabahları yapılmakta olan 15 dakikalık spor etkinlikleri dersler başlayıncaya dek yeniden yapılacaktı. . 2-Yatakhanelerde genel temizlik yapılacaktır. Son sınıflardan başlamak üzere tüm sınıflar sıra ile yataklarını güsterilecek yere düzenli olarak taşıkyacaktır3-Havaların çok sıcak olması nedeniyle bir süre cumartesi öğleden sonraları ile pazar günleri dinlenme yapılacaktır. Ancak, öğrenciler, okulun kendi alanından dışarı çıkmayacak, çıkmak gereğini duyanlar okul yönetiminden yazılı izin belgesi alacaktır. Belgesiz uzaklaşmalar suç sayılacaktır. Tüm öğrenciler bu duyuruya çok sevindi. Bu sevinç İstiklal Marşı söylenirken bile belli oldu.

Öğle yemeği varsayımlar içinde geçti. Yataklar neden taşınacak?Bunun yanıtı açık, tahtakuusu söylemlerini duymayan kalmadı. Ranzalar kontrol edilecek. Sorular bir birini izledi, Kim kontrol edecek?Ne zaman taşıyacağız?Hilmi Altınsoy ilk dileğini söyledi:

-Bari bir çalışma olduğu gün taşısak!Hep güldük:

-Taşıma akşama dek sürecekmiş gibi, bir gün beklemek az açık gözlük değil; bunu ancak Hilmi Altınsoy düşünebilir!Hilmi, işi gene şakaya bağladı…

Yemekten sonra Yusuf Asıl, Ahmet Güner üçümüz bizim atölyeye gittik. Uzun süre ne yapacağımızı tartıştık. Oyunlara sil yeni baştan başlayacağız. Pazar günleri öğleden sonra belli bir saatte çalışacağız. Her sınıftan ( İsteklilerden olmak üzere 6 sınıftan 5'er) 30 adayımız olacak. Selçuk Korol, Hamdi Bağ, Namık Ergin öğretmenlere çalışma yöntemlerimizi anlatıp onların desteğini alacağız. Bir engelle karşılaşırsak onlardan yardım isteyeceğiz.

Yusuf’un, (Gerçekte içten içe benim de öyleydi)niyeti kızları da almaktı ama onlardan inandırıcı bir istek gelmedikçe bizim çağırmamızı doğru bulmadık. İsterlerse onlar için de öğretmenleriyle konuşup anlaştıktan sonra bir proğrama göre çalışmayı ileriki günlere bıraktık. Arkadaşlar ayrılınca uzun süre akordıyon çalıştım. Nedense bugünkü sevdiğim parça Schubert Serenad oldu, onu çaldıkça sevdim, sevdikçe de tekrarladım. Bende salt notası var. Oysa bunu da şarkısı olduğunu biliyorum. İlkokuldayken Münevver Öğretmen öğretmişti. A başta olmak üzere bir grup kız söylüyordu. Daha sonra Fikret Madaralı Öğretmen Tevfik Fikret’i anlatırken şarkının şiirini okuyunca yazmıştım. Gerekirse notaların altına yazabilirim. Böyle diyorum ama gerçekten yazabilir miyim?Böyle yazınca olur mu?İşte öğreneceğim bir konu daha. Şimdilik salt müziğini çalıyorum, bu yetiyor. Sevdiğim, kıramayacağım biri, benim gibi geçmişte duyup, benden de dinleyince, öğrenmek isterse ona yardım edebilecek miyim?

Bir süre kitaplığa uğradım. Kitaplık nöbetçisi sevdiğim bir arkadaş: Tevfik Uğurlu. Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece’sini okumuş bana önerdi. Okuduğumu söyleyince sevindi. Beni az okuyan biri sanıyormuş. Okuduklarımdan bazılarını söyleyince inanmamış gibi baktı. Dostoyevski okuyormuş. Ben, Beyaz Geceleri’yle Karfamozof Kardeşleri okuduğumu, bundan sonra ilk okuyacağım kitap gene ondan olacak!”deyince elindeki kitabı gösterdi: Cürüm ve ceza. . Bitirince bana verecek. Başka kitabı varsa onu da okuyabileceğimi söyledim. Tevfik bakacak. Varmış ama, şu anda yerinde yok, bu yakında gelirse ayırırım!”dedi. Kitap almadan çıktım. Lise ders kitaplarına bakıp eski şiirleri okuyorum.

Derslikte, sabah oyunlarının kalkmasına sevinmeyen yok gibi. Sanki kendileri kaldırmış gibi kendilerine pay çıkaranlar da var. İşin ilginci içlerinde yeğenim İsmet var. Onlara gittiğimde, oyunları ballandıra ballandıra anlatan İsmet, sabah kaldırılınca seviniyor. Ötekilere bir sözüm yok. Onlar beni hiç ilgilendirmiyor.

Yatakların dışarı çıkarılması konusunda hiç bir bilgi alamadık. “Yarın çıkaracak mıyız?”diye soran sorana. “Tatil olduğuna göre, çıkarabiliriz!”diyen olunca sinirlenenler çıkıyor:

-Pazar günleri hani iş yapılmayacaktı?Halil Basutçu konuştu:

-Kaşıntıdan yakınan siz. Yataklar sizin için çıkarıldığına göre neden karşısınız?Bu kez: -Yatakları çıkardığımıza göre bari dışarda yatmamıza izin verilse!diyen oldu. Bu öneri benim de hoşuma gitti:

-Çok iyi olur, yıldızlara bakarız! dedim. Yıldızlara bakma sözüm birilerine Hasanoğlan’ı anımsattı. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel dersimize girmişti. Sorduğu sorular arasında “Kutup Yıldızı ile Büyük Ayı arasındaki uzaklıktı. O ortaya getirildi. Aradan bir yıldan fazla bir zaman geçti, gözleyip ölçen var mı?”diye soruldu. Birden bir sessizlik oldu. Kim “Ölçtüm!”diyecek. Ben ölçtüğümü, alt iki yıldız arasının yedi katı olduğunu söyledim. Sami Akıncı:

-Ölçmedim ama İbrahim’in dediği doğru!dedi. Sonra da bunu bir kitapta okuduğunu, yıldızları gözlemeye gerek görmediğini ekledi. Gene bir sessizlik oldu. Mustafa Saatçı:

-O dediğiniz yıldızlar bizim köye çok uzak olduğu için ölçemedim, diyerek arkadaşları güldürdü. Birileri de köylerinin çok ağaçlık olduğu için yıldızları görmediğini söyleyerek güzelim anıyı yaygaraya döndürüldü. Oysa koskoca Milli Eğitim Bakanı:

-Yıldızlı bir gece gök yüzünü inceleyin, arabayı andıran Büyük Ayı’nın arka araba tekerler arası uzunluğunu katlarıp, kaç katlama sonrası kutupyıldızına varacaksınız, bunu deneyin!demişti.

Kutupyıldızı, Milli Eğitim Bakanı derken aklım Hasanoğlan’a gitti. Akordiyonu iyice pişirdim ama keman silindi gitti. Süheyla Öğretmen ayrılmadan önca:

-Kemanı bırakma, bunca emeğine yazık olur!demişti. Hangi emeğime yazık olmuyor ki?Keman kadar zaman harcayarak öyrendiğim oyunlara da yazık olmaktadır. Hele çok istekle çalıştığım Matematik derslerinin önemsenmeyip azaltılması, konuların ortaokul düzeyinde tutulması hevesimi tümden kırmış durumda. Ahmet Gürsel Öğretmen de benim gibi soğumuş olacak:

-Tatilde zaman zaman gelirim, çalışırız demesine karşın, gelmedi ya da geldi de çalışmaya olanak bulamadı. Almanca’yı kendi kendimize ne yazık ki sürdüremiyoruz. . İyi ki bir akordiyorum var. Akordiyon çalmasını öğrenmiş olmakla yetiniyorum. Oysa onun, düşlediğim bilgiler arasında yeri bile yok. O benim bireysel isteğim, gençliğimin bir hevesi. . . . .

 

12 Eylül 1942 Cumartesi

 

Mustafa Saatçı:

-Artlik’e yazık oldu, Onbaşılık yapamadı!dedi. Hüseyin Serin nöbetçi. Karşılık verdi:

-Sana da yazık oldu, sen de Onbaşı olamayacaksın. Birkaç kişi birden bağırdı:

-Onun Onbaşılığa gereksinimi yok, zaten askere gidince Tabur İmamı olacak!Tabur İmamının ne olduğu soruldu. Eskiden her tabura bir görevli imam verilirmiş, bu söz o zamandan kalmış. Şimdi böyle bir rüdbe yok ama yeri gelince imamlık görevi yapanlar oluyormuş. İşte Mustafa Saatçı bu işi yapacakmış. Yani onun, asker olunca hazır bir işi varmış. Haklı olarak soranlar oldu:

-Asker olan imamlar Onbaşıdan yetkili midir?İmamlar ölülerle uğraştığı için onların rüdbesi olmaz. Mustafa Saatçı karşı çıktı:

-Bir rütbe verilmezse imamlık yapmam!Senin rütben öteki dünyada, deyince başka arkadaşlar bağırıştılar:

-Şakanızı gene “Kaka” ettiniz! Halil’le gülüşerek dersliğe gittik. Tahtaya yazılmış:

-Son sınıfların banyo saati en son sıraya alındı. (Saat 17’00) Bir grup çok sevindi. Futbol oynayacaklarmış, oyundan sonra banyo iyi oluyormuş. Kahvaltıda çay-zeytin de iyi karşılandı. Ancak arka masalardaki konuşmalar gelecek kuşkusu yaratmakta gecikmedi:

-Çorbayla haftaya başlarsak, pazarı çorbayla karşılarız!Hilmi Altınsoy bu sabah iyimser:

-Öyle olsun, pazar sabahı gene çay içeriz, zevkli oluyor!dedi. Mehmet Aygün:

-Bir hafta boyunca çorbaya, tek pazar günü çay, bunun neresi zevkli?Hilmi’nin sözü yeni bir tartışmaya neden oldu. Sorular arka arkaya dizildi:

-Haftanın altı günü çalışılırken bir gün dinlenme de böyle değil mi?Yılın bunca gününe karşın birkaç bayram oluşu da böyle değil mi?Aklına gelen bir şey söyleyince bu kez Mehmet Aygün sinirlendi:

-Ne oluyoruz arkadaşlar?Bakıyorum siz, çorbalara razısınız. Öyleyse bundan böyle çorba sözü etmeyelim, sessiz, sakin çorbalarımızı içip kalkalım!dedi. Şaka konuşmalarda gücenmek yok!diyerek kalktık.

İrfan Öğretmen bana, “Sana hep böyle işleri yüklüyouz ama bu bizim biraz da kolayımıza geliyor, ”dedi. Bir süre yüzüm baktı. “Bu biraz ivedi isteniyor!”dedi 0n adet mastar, yapıcılar için, beton mastarı. . Ölçüyü istetim. 400, 300 cm boy, beşer adet. 12X3 cm. ”Arkadaş olarak istediğini seç!”Hasan Üner’i seçtim. Tahtaları ayırdık işe hemen başladık. Budaksız çam. Hasan Üner’le çalışmak rahat, çok uyumlu bir arkadaş. Tek kusuru çok zayıf bedenli, ağır işlerde biraz çekingen. Ben onun durumunu yıllardır öğrendiğim için hiç zorlamıyorum. O da bunu bildiği için beni atölye işlerinde elinden geldiğince destekliyor. Kaytarması söz konusu değil. Benim de istediğim bu zaten. . Tahtaları seçip ayırdık. Küçük bir duraklama yapıp bir birimize danıştık:

-Kesip mi düzeltelim, yoksa düzeltüp mi keselim?Hasan, kesip düzeltmeyi yeğledi. Böyle olunca tahtalar hafiflermiş. Kestik. Bir süre Hamdi Öğretmen bizim makineyi kapattı, onun da ivedi işi çıkmış. Onlarınki kısa sürdü. Biz başlayınca işi durmaksızın sürdürdük. . Paydostan önce hazırlayıp İrfan Öğretmene duyurduk. Tam bu sıra Namık Öğretmen geldi. Mastarları çok beğendi. Namık Öğretmen zaman zaman bana yapı kolunu seçmediğim için takılır. Gene takıldı ama bu kez yapı konula geçmediğime iyi ettiğimi, böylece onların işilerini burada her zaman ivedi çıkardığımı söyledi. Hasan’a baktı, sevecen bir sesle:

-Seni görmezden geliyorum çünkü sen tam yerindesin! dedi.

Namık Öğretmen öteki arkadaşlara, özellikle de Harun Özçelik’e gülerek:

-Sen bazan böyle revirden atölyeye geliyor musun? diye sordu.

Tören zili çaldı, Herkes ayrıldı. Ben de akordiyon elimde arkadaşların arasında yürüdüm. Her zamanki gibi merdivenin ucuna çıktım. Birden gözlerim kararır gibi oldu. Geçen haftaki kalabalığı görür gibi oldum. İsmet İnönü’nün yüzü belirip kayboldu. Beni çağırtıp soru sormuş: “Bir öğretmen niçin yönetmiyor?”demişti. Matematik Öğretmeni Ahmet Gürsel, ikinci kez söyletmişti. Ben bunu sanırım yanlış yorumladım. İşte gene öğretmen yok, ben söyletiyorum!Akordiyonu iyice gerip akorları basarak ses verdim. Oldukça canlı söylendi. İlhan Görkey Öğretmen beğenmiş, elini topaç yapartak gülümsedi. Arkasından da Tarım nöbetçi sınıfına, yemekten sonra topluca Tarım binasına gitmelerini söyledi.

Öğle yemeğinde bu kez de:

-Koca yaz geçti hiç meyve yemedik!diyenler oldu. Bahçelerimiz var, dallarından meyveler sarkıyor, uzansak koparırırz!diye şaka edenler oldu. Derken Yusuf Asıl geçmişte benim verdiğim bir sözü anımsattı:

-Hani sen karpuzlar olunca bir araba karpuz getirecektin?dedi. Gerçekten benim verilmiş öyle bir sözüm var. Ancak o bir koşula bağlıydı. Yusuf o koşulu unutmuş göründü. Koşul şuydu. Atölye de öğretmenlerimnzle konuşurken, bizim köyün karpuzundan söz edilmişti. Bizim köyün karpuzları uzun yola ya da fazla sarsılmaya dayanmadığından uzaklara taşınmamaktadır. Ayrıca alıcısı çok olduğundan biraz da pahalıdır. Bu yüzden okulumuza yemek için alınamamaktadır. Bunları konuştuktan sonra ben, “Bu bahar askerdeki iki ağabeyimle eniştem köye dönerlerse bostanı çok ekerler. O zaman ben size bir araba karpuz getiririm!dedim. Öyle ki, o zaman 300 kişiye bir araba karpuz yeter mi?dendiğinde bir araba karpuzu 150 adet olarak varsayıp(Bizim at arabamız 150 karpuz alır) tanesi 5 kg. düşünülerek 750 kg karpuz edeceni, bunu da kişi başına 1, 5 kg düşeceğini konuşmuştuk. Bunlar konuşuldu ama, verilen sözün gerekçesi yerine gelmedi. İki ağabeyimle eniştemin askerliği sürüyor. Evlerine dönüp bostan ekemediler. Var, ekilmiş bostan var, el çalıştırılarak kotarılmış bostan gene var ama, dilleğimiz yerine gelmedi. Biz bu konuşmayı burada yemek yerken başlattık sonra da atölyede öğretmenlerin yanında sürdürmüştük. Gene de ben sözümü yerine getireceğim bizim masa ile atölyeye yetecek karpuzu getireceğim. . Yarına yetişmez ama gelecek pazartesi akşamına karpuzlar burada olacaktır. “Kamber Amcam pazartesi pazarında bizim köylülerden alır, akşam geçerken bana bırakır, olur biter!”dedim. . Arkadaşlar sevindiler, Karpuz yemek üzerine düşler kurarak dağıldılar. Dersliğe gittim. Derslik boş gibi Sami Akıncı bildiğimiz gibi sırasına kapanmış çalışıyor. Sami Akıncı’yı derslikte yalnız çalışır görünce nedense benim de çalışmam gerektiğini anımsayıp matematik defterlerime sarılırım. İyice kendimi alıştırdım, matematik çalışmaya başlayınca elim önce geometriye gidiyor. Bu kez öyle yapmadım. . Önce cebir defterimi açtım. Yapılmış cebir problemlerimi gözden geçirdim. Denklem kurmakta bocalayınca hazır problemler üzerinde çalıştım. Örnekler dışında yazdığım bir iki büyük sayının küp köklerini alamayınca kendi kendime kızdım. “Uzun bir süre ara verince böyle olacağı belliydi!”dedim. . Geometride kendimi daha iyi sayıyorum. Ancak, geometride daha iyi oluşumun nedeni ben miyim acaba, yoksa dersin özelliği mi?. Geometrire şekliller çiziliyor. Şekiller yapılan işlemleri daha iyi çağrıştırıyor. Bu nedenle soruların çözümleri kolaylaşıyor. Yoksa geometri de kişisel kuruntularım ölçüsünde iyi değil. Gene de öğle akşam yemeğine dek geçmiş cebir-geometri konularını gözden geçirdim.

Yemekte Tevfik Uğurlu geldi, Cürüm ve Ceza’yı alan kişi bitirememiş, ancak Dostoyevski’nin Karamozof Kardeşlerle Beyaz Geceler’inden başka kitabı yokmuş. Ben de: “Öyleyse Karamazof Kardeşler i bir daha okuyacağım. Karamazofları öğrendim ama onların çevresindekiler de her biri bir kitaplık kişiler, onları tanıyacağım. Tevfik güldü: “Sen bilirsin abi. Ben, gene de öteki gelince hemen getireceğim. ”Sağol!”

Smerdiyokov. Romanda önemli bir yeri yok gibi ama bu kişiliksiz kişiyi yazar, ötekilerden daha büyük ders alınması gereken biri olarak aralara serpiştirerek bize tanıtmatadır. Gerçekte toplum için yarardan çok zararı olacak bu tür yaratıkların ortaya çıkışları için de ip uçları vermektedir. Ayyaş İlya namlı bir kişinin özürlü zekalı bir kızı vardır. Elizabet. Ayyaş İlya karısa çektirdiği çileler sonunda kadın ölmüş özürlü kızla Ayyaş baba başbaşa kalmıştır. Kız özürlüdür ama Ayyaş İlya bildiğini okur. ; özürlü mözürlü dinlemeden kızı akşam sabah döver, aç bırakır. Bakımsız kalan Elizabet, zeka özrü yanında doğal büyümesini de sürdürememiş, kısa boylu, çirkin bir duruma girmiştir. Yemesi içmesi el kapılarındandır. Giyim kuşam ise yarı çıplak durumdadır. İnsanların merhametine kalmış olarak ortalıkta dolaşır, belli belirsiz yerlerde yatarak günlerini geçirir. Elizabet acabip kılığına, acınası yaşamına karşın gene de bir kadındır. Onu koruyacak bir koruyucu yoktur ama, insanlardaki ahlak değerleri Elizabet’i bir süre korur. O samanlıklarda, seçtiği yerde yatar uyur. Ancak bir gece Elizabet’in yattığı zamanlığın yanından bir grup erkek geçer. Bunların çoğu içkiyi fazla kaçırmıştır. Şakalaşarak yürürken Biri, arkadaşlarına sorar:

-Dünyada (Elizabet’i göstererek)bunula yatacak erkek var mıdır?Sarhoşlar çoğunlukla olamayacağını söyleyip giderler. Bu içkililer arasında Fiyador Karamazof da bulunmaktadır. Konuşmalar sürer, konular değişir, topluluk bir süre sonra dağılıp gider. Aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra Karamazof konağının bahçesindeki samanlıkta Elizabet bir oğlan doğurur. Acıklı bir olaydır ama olaydakiler insandır. Hayırsever insanlar Elizabet'e yardım ederler. Baba Karamazof da yardım edenler arasındadır. Giderek de çocuğun bakımını bir bakıma üslenir. Kendisine çok bağlı olan, babadan kalma karı koca hizmetçilerine çocuğun bakımını yükler. Çocuğun adı Smerdiyakov olur. Böyle bir var oluşun kendine özgü sorunları da beraberinde gelir. Çocuk bakılır ama salt, yaşamsal olarak gereksinimleri karşılanır. Sonuç olarak Smerdiyakov hizmetçi elinde büyümüş bir hizmetçi olur. Smerdiyakov kendisinin kim olduğunu bilmez, bildirmezler. Annesi anımsandıkça:

-Anası ne ki danası farklı olsun! sözü gereği günler gelir geçer. Smerdiyakov bedensel olarak güçlü bir delikanlı olduğu gibi çok sinsi bir huy da edinmiştir. Ancak amansız bir sara hastasıdır, sıksık bayılır. Bayıldığında yaşamla ilgisi kopar duruma girer. Öteki zamanlarında ise Baba Karamozof’u şaşırtacak çıkışlar yapar. Baba Karamazof’a çok bağlı görünerek güvenini tam almıştır. Ancak Smerdiakov bununla yetinmez, Karamazof’u yönetmek niyetindedir. Kendi üç oğlu ile sıcak ilişkiler kurmaktan kaçınan Baba Karamazof bir bakıma paçasını Smerdiyakof’a kaptırmıştır. Parasal gelirlerde, özellikle oğulları ile ilişikilerde, kadın düşkünü durumundaki baba Karamazof’un aşk ilişkilerinde Smerdiyakof onca güvenilir kişidir. Karamazof’ların romana yansıyan yaşam süreçlerinde Smerdiyakof kendi gerçeğini tümüyle öğrenmiş, , içinde bulunduğu durumdan kurtulma çareleri aramaya başlamıştır. Para sağlayıp Moskova’ya gidecek, kendinin olan bir iş kuracaktır. İşte tam bu sıralar Karamazof ailesinde huzursuzluk patlama noktasına gelmiştir. Baba Karamazof oğlunun sevgilise musallat olmaktadır. Oğlu ise bu durumu, içine sindirememektedir. Ortada para dalavereleri de vardır. Baba Karamafof oğlunun parasına el koymuştur. Para sıkıntısı çeken büyük oğul, nişanlısının emanet parasını iç etmiştir. Baba Karamazof ise sevdiği Gruşinika(Oğlu Dimitri’nin sevgilisi) için 3000 rubleyi öyle vermektedir. Baba oğul tartışırlar, oğul babasına vurur, öfkeyle de “Seni öldüreceğim!”der. Tüm bunları izleyen Smerdiyakov bunu fırsat sayıp baba Karamazof’u öldürür. Baba Karamazof'un Gruşinika için hazırladığı 3000 rubleyi alıp kaçacaktır. Ancak o sıra ortanca kardeş İvan geldi. İvan, Smerdiyakov’dan kuşkulanmıştı. Uzun tartışmaların sonunda Smerdiyakov suçu işlediğini açıkladı, bu arada İvan’a bu fikri senden aldım, sen:

-İş mübahtır! diyordun, ona inandım dedi. Aldığı paraları( Baba Karamazof’un Gruşinika için hazırlamış olduğu 3000 ruble) İvan’a verdi. İvan Smerdiyakov’u ihbar edeceğini söyleyerek ayrıldı. O gidince Smerdiyakov (İple bir çiviye asılarak) intihar etti.

Cinayeti işleyeni öğrenince içim rahatladı. Dimitri ile Gruşinika’yı hep merak ediyordum. Sanki gerçekmiş gibi: Şimdi kurtuldular diye sevindim. Kitabı kapattığımda, öteki olayları da karışık olarak anımsadığım için Dimitri ile Grunişika'yı sürekli aranacakmış gibi düşlüyordum. Dikkatimi gerçek suçlu üzerinde toplayınca kaçak sevgililer kendi duygularım içinde özgürlüğe ulaştılar.

Yatarken de böyle düşünmüş olmama güldüm. Bunları biraz da bile bile düşünüyorum ama sonunç olarak benim için iyi oluyor. Yaşayan insanların pisliklerini düşüneceğime kitap insanlarını düşünmek bence daha iyi…….

 

13 Eylül 1942 Pazar.

 

Doğrudan kimseye takılmadığı için kendisine de takılmaların az olduğu arkadaşlarımızdan biri Sefer Tunca. Az konuşur, öz konuşur. Arkadaş canlısıdır ama arkadaş olarak seçmediklerine de sevgiyle bakar. Tarafsız arkadaşlara göre tek kusuru, Hemşeri korumacılıdır. Aynı köyden gelen üç arkadaş, öteki arkadaşlara göre bir birlerine daha yakındır. Bu yakınlık, karşılıklı korumacılığa dek uzar. Ne var ki bu korumacılık konusu üç arkadaş arasında eşit oladak paylaşılmamaktadır. Daha açık bir anlatımla öteki iki arkadaşı sık sık sorun yaratınca, savunma Sefer Tunca'ya düşmektedir. Sefer Tunca'nın sorunsuzluğuna karşın öteki iki hemşerisi 7 Fettah ile 53 Ali Önol, sınıfımızın en çok sorun çıkaran iki arkadaşımızdır. Kısaca Sefer Tunca bu iki arkadaşın sorunları karşısında zaman zaman çaresiz kalır. Sayısız deneyden sonra bu çaresizliğini anlamış, giderek savunmanlığını hak-haksızlık ölçeğine çekmiştir. Böylece Sefer Tunca gerçek değerinin kişiliğine ancak son sınıfta kavuşmuştur. Bu nedenle onun nöbetinde öteki günlere benzemeyen bir değişlik durum görülür. Öncvelikle nöbetçi üstüne yapılan şakalaşmalar ya sınırlıdır ya da hiç yapılmaz. Öteki arkadaşlar arasında bir dır dır çıkarsa Nöbetçi Sefer Tunca yardımcı olur, sorun kısa zamanda çözülür. Sanırım bu nedenle bu sabah yatakhanede değişik bir hava esti. Bir kaç konuşmada panayırdan, banyodan, futboldan söz ettiyse de uzamadan kapandı. Yatakhanede başlayan olaylar çoğunlukla dersliğe de geçer. O sabah olaysız kalkılm ışsa derslikte de bir sesizlik olur.

Bu sabahın derslik dırıltısı yatakhaneden gelmedi, kendiliğinden derslikte derslik üzene çıktı. Pencerelerin biri açılacak, “O mu, bu mu? Tarftışması neredeyse yatakhane çatışmaları düzeyine dönüştü. İşin ilginci yatakhanede çoğunlukla olay çıkaranlardan biri olan Ali Önol(Sefer Tunca'nın hemşerisi)bu sabah derslikte bir başka olaya karıştı. Yatakhanedeki çıkışları sert tepkilerle karşılanınca yardıma koşan Sefer Tunca'nın nöbetinde bu kez derslikte patırtı çıkınca arkadaşlar dikkat çektiler. Ali Önol gerçekte bu sabah yatakhanede olay çıkarmak niyetindeydi ama hemşerisi Sefer Tunca son tartışmada Ali Önol'a “Bir daha yatakhanede olay çıkarırsan seni korumam!” demişmiş. Ali önol bunu bildiği için kavganın yerini değiştirip, hemşerisinin yardım edeceği bir yere taşımışmış. O nedenle bu sab ah derslikte horozlanmaya kalkmışmış. Arkadaşlardan gülenler oldu, Sefer'in sözün ün her yerde geçerli olduğunu ya da olacağını öne sürenler oldu. Tam bu sıra da Sefer Tunca geldi, söz ona soruldu. Sefer önce gülümsedi:

-Şaka ediyorsunuz!dedi. Olay anlatılınca da Hiç bir söz söylemeden derslikten çıktı. Sefer arkadaşın bu tavrı çoğumuzu etkiledi. Tartışanlar oldukça sözle tartaklandı, sonuç olarak Sefer arkadaşın gönlünü alma yönüne döndü. Tartışanlar anlaştı, tövbeler edildi, pencere açıp kapamalar için yöntem bulundu.

Kahvaltı boyunca da konu bu oldu. Sefer ne deseydi?Ali Çönol'a arka mı çıksaydı yoksa:

-Her koyun kendi bacağından asılır! deyip yerine mi otursaydı. Bizim masadakilerin çoğu hemşerisini koruması gerektiğini savundu. Ben de buna şaştım. Gerekçeleri de:

-Nasıl olsa buradaki günlerimiz sayılıymış. Oysa Ali ile yaşamları boyu birlikte olacaklarmış. Ben de buna şaştım. Ali İle tartışan Kadir Pekgöz. Ben de sordum. Biz burasını bitirince devlet tarafından bir yerlerde görevlendirileceğiz. Belki de Ali ile Kadir bir yere düşecek, Sefer Tunca ise askerliğinde bir yer beğenip orada kalacak. Arkadaşlar şaşırdı:

-Biz bunları hiç düşünemedik.

Dersliğe dönünce bir süre çalıştım. Şaheserler Antolojisindeki Dostoyevsky'nin Esir Kartalını okurken, Hüsnü Yalçın ne düşündüyse ezile büzüle geldi:

-Ben söz verdim ama, bugün gitmemiz şart mı?Bir başka güne bıraksak olmaz mı?gibilerde sorular sordu:

-Sen bilirsin, ben gideceğim. Ancak sen daha önce de söz vermiştin, ben o sözün üstüne Kamber Amcama duyurmuştum, kaç zamandır “Arkadaşını getirmedin!”dedi durdu!deyince Hüsnü ellerini bir birine vurarak

-Haklısın, madem istiyorsunuz geliyorum, işte!dedi. Öğleden sonra gitmek üzre ayrıldık

Çamaşırlarımı hazırladım. Satranç oynayanlar vardı, bir süre onlara baktım. Rafet Kurşun, Tevfik Uğurlu uzun süre taşların başında bakıştılar. Uzaktan bakınca kolay gibi geliyor. Ben oynasaydım ikisini dxe kolayca yenerdim, diyesim geldi. Arkamdan biri eliyle dokundu, Cavit Kafkas, benimle oymaka istediğini söyledi. İlk oyunu kolayca aldı. 2. Oyunda gene aldı ama oldukça zorlandı. Bir üçüncü oyunu oynasaydık kesinlikle yenecektim . Çünkü Cavit belli yollardan gidiyor, bunu iyice sezdim.

Hüsnü geldi, kuşkulu kuşkulu sordu:

-Gidecek miyiz? Neredeyse “Gitmeyelim diyecek gibi bir bakışı vardı, bunu sezince kesin olarak:

-Gidiyoruz, bu kez kaçamazsın! deyip kolundan tutarak yürüdüm. Hüsnü asfalta çıkana dek çekingen adımlarla yanımda yürüdü. Birden konuşmaya başladı:

-Yıllardır bir eve girmedim, açıkçası bundan çekiniyorum. Şimdi eve girince karşılayacak insanlaqra ne diyeceğimi düşünüyorum!”dedi. Ben de:

-Gideceğimiz evde bir çocukla bir karı-koca var. Koca, sık sık bizim okula gelen Kamber Amca, deyince Hüsnü anımsadı:

-Hani şu esmer olan mı?Bazan, seninle konuşurken görüyorum. “Tamam işte on un adı Kamber Uzun, Yeni Bedir köyünün muhtarı, benim de amcam. Ailesi de kendisi gibidir, konuşkandır.

Hüsnü artezyen yanına inince çoktandır buralara inmediğini söyleyip, artezyen yanına gitmemizi istedi. Artezyen yanında iki nöbetçi vardı. Onlarla konuştu. Nöbetçinin biri Mehmet Yücel'in hemşerisi Mehmet Karadeniz. Bizim köye gidişimizi öğrenince bana:

-Ağabey, bir gün de beni götür isteğinde bulundu. Söz verdim, ayrıldık. Yola çıkınca Hüsnü önce Mehmet Karadeniz için:

-Çocuğa bak, ne yapacan elin köyün de? diye eleştirdi. Belli ki, kendi düşüncelerine ters bir durum yakalamıştı. Bun dan yararalanarak, kendisinin yanlış düşündüğünü örneklerle anlattım. Konuşmamız bitmeden köye ulaştık.

Kamber Amcam evin önün deymiş bizi görünce bahçe kapısına çıktı. Kamber Amcam, Hüsnü'yü tanıtınca, gülümseyerek birkaç söz söyledi, benim Hüsn ü'yü daha önce tan ıttığımı söyledikten sonra Bulgarca bir iki söz söyledi. Bahçe içindeki kanepeye oturduk. Amcam, her zamanki gibi kendi iş durumunu anlattı.

Bu yıl harmanı makine ile dövdürmüş. Mısırla, bir tarla ay çiçeği varmış. Onlar da bugün yarın olgunlaşmak üzereymiş. Onun tarlaları da biraz kepirsi toprak olduğu için gecikmeli oluyormuş. Komşuların çoğu, onları da bitirmişler. Amcamın, köyün öbür tarafı dediği, İstanbul tarafındaki bayırda bağı varmış, bu sıra onunla uğraşıyormuş. Bir süre bunları anlattı , Yengem bize karpuzla suda pişirilmiçin sordu ama bu, benim de işime yaradı. Babam sık sık 22 köyde akrabalarım var!”diyorduOysa ben bunların 12 tanesini öğrenmiştim. Çeşmekolu-Deveçatak-Kızılcıkdere-Karıncak-YeniTaşlı-Eski Taşlı-Umurca-Turgutbey-Davutlu-Arzulu-Kılavuzlu, Terzideresi Sofuhalil(Sofuali)-Ahmatlar (Ahmetler) Koyunbaba, Ahlatlı, Malkoçlar, Devletliağaç, Çağlayık, Elmalı, Yeni Bedir. Kamber Amcam kendi köyüyle 2I’ye çıkardı. Ancak babamın dediği zamanlaiş mısır getirdi. Amcam oldokça deneyimli, Hüsnüye doğrudan hiç soru sormadı. Onu yerine soruları bana yöneltti. Bu köye gelmeden önce oturdukları köyü sordu. Babamdan duyduğum adıyla söyledim: Ahmatlar. Yeniadı Ahmetler olmuş. Ahmetler, tam Bulgar sınırı üstündeymiş. Bulgaritan tarafında kalan Kara abalılar, Gaipler(Kaybılar)Belenören(Belevren) köylerinde şimdi, lerde de bizden insanlar varmış. Babamların yakın akrabalarıyla haberleşiyorlarmış. Bizim akrabalarımız olan köyler bana sordu. salt Hüsnüyü konuşturmak Kamber Amcamın köyü henüz kurulmamıştı. Kamber Amcak öteki iki köyü de bildiğini ancak şimdi anımsayamadığını gülerek anlattı: :

-Dilimin ucuna geliyor ama dudaklarımdan dışarı çıkamıyor!dedi. Bizi dinleyen Hüsnü sonunda açıldı. Kamber Amcam Bulgaristan’a birkaç kez gitmiş, Varna, Burgaz, bizim Ahyolu dediğimiz kasabaları görmüş. Bulgarların çok görkemli düzenlemeler yaptığını anlattınca, Hüsnü “Bulgarlar o bakımdan çok çalışırlar!”diyerek, kendi yöresini anlattı. O da yakın köylerini andı, geleneklerinden örnekler verdi. Okula gidişini, ailesinin ne iş yaptığını, şimdiki durumlarını, Türkiye’ye niçin gelmek istemedikleri birer birer anlattı. İçimden:

-Bize anlatmadıklarını Kamber Amcam öğrenmiş oldu! dedim. Derken sözü değiştirip Bulgarca konuşmaya döktüler. Kamber Amcak konuşuyor ama ne de olsa okumuş konuşması değil zaman zaman anlaşamadıkları da oldu. Kanber Amcam Hüsnüye takıldı: “Seni sevdim, sen de benim gibi yanık karasın, bu bakımdan da bir benzerliğimiz var, her zaman beklediğini söyledi. Kamber Amcam oldukça esmerdir, bir de yaz güneşinin yakması eklenince iyice esmerleşmiş durumdadır. “Tören saati yaklaşıyor!”deyip ayrıldık. Hüsnü, geldiğine memnun oldu. Biraz koştuk, yorulduk ama Törene yetiştikTörenden sonra derslikte bir süre kitap karıştırdım, kitap değiştirdim, okur gibi yapıp Hüsnü Yalçın’ı izledim. Benimle geldiğine memnun oldum, o da geldiğine çok sevindiğini söyledi ama gene de başkalarına nasıl aktaracağını merak ettim. Kimseyle konuşmadı, öyle suskun oturdu. Bu kez de üzüldüm: “Belki de kaç yıldır ev özlemi çekiyordu, bugün yabancı da olsa bir evde bulundu, onun etkisiyle kendi geçmişini yaşayarak durgunlaştı. Halil dışardaymış, gelince Hüsnü’ye sordu:

-Hüsnü Yalçın nerdesin seni aradım durdum? deyince benim beklediğim oldu, Hüsnü benimle köye gittiğini çok iyi bir insanla tanıştığını, kendi evine gitmiş kadar mutlu olduğunu anlattı. Buna Halil de sevindi, gülerek:

-Belki bana da sıra gelir!dedi. Bunu yanıtlamak için söze karıştım: “

-Bizim evdekiler seni benim en iyi arkadaşım olarak çoktandır tanıyorlar. Ayrıca adının Halil, benim ilk adım oluşu onları sana yakınlaştırdı, her zaman soruyorlar hatta nerden gelmiyor; bizi hor mu görüyor yoksa? diye de kuşkulanıyorlar!dedim. Halil söz verdi, bir cumartesi gitmeye karar verdik. Bu kez Hüsnü de kesin söz verdi :

-Sizin köyü görmek istiyorum!

Yemekte arkadaşlara durumu özellikle anlattım. “Durup durup köy gezileri kararı alıyor sonra da cayıyorsunuz. Hasdanoğlan’da verilmiş kararlar vardı; ne oldu onlar?dedim. Yusuf Asıl hemen 3. çağrısını yaptı. Derslikte bizi duyan İdris Destan da bir grubu çağırabileceğini söyledi. Sami Akıncı, her zamanki olumlu çıkışlarıyla bağdaşmayan bir tavırla: “Köyüm buraya çok uzak, istesem de kimseyi çağıramıyorum. Bu işler karşılıklı olursa güzel olur. Bu nedenle ben çağıramadığıma göre, çağrılara katılmam olası değil. Bu nedenle bana kimse teklifte bulunmasın!Sami’nin konuşması bir çoğunun işine geldi. Bir süre tartışıldı ama olumlu bir sonuç çıkmadı. İsmet yanar benim adıma toplu bir yanıt verdi:

-Canınız isterse, biz köylerimizin yollarını biliyoruz; katılan olursa seviniriz, olmazsa her zamanki gibi gider geliriz!

Karamazof Kardeşler kitabı önümde açık duruyordu. Papazlar bölümünü açıp 3. kez okudum. Roman olarak değil, papazların yaşamları, halkın onlara bağlılığı, onların yetişmeleri ilgimi çekti. Örneğin Stareç Zosima Rusya’nın uzak bir köyünde doğmuş. Babası kanca asil ama varlık olarak orta düzeydeymiş. İki kardeşmişler. Kardeşler arasında 7-8 yaş farkı varmış. Büyük kardeş 17-18 yaşına gelince dine karşı tavır almışAyinlerle, oruçlarla alay etmiş, Ancak onulmaz bir hastalığa yakalanıp birden bire yataklara düşmüş. Bu kez kendini dine bağlamış, inanmasa da inançlara saygı göstermeye başlamış, kutsal kitabın anlatılarına sarılmış. Ancak bu sonradan inanmalar onu kurtaramamış, yaşamı son bulmuş. Zosima o sıralar küçük olmasına karşın ağabeyin durumundan çok etkilenmiş. Okumuş, subay olmuş, her subay gibi bir çok olaya katılmış. Gençliğinin eğilimlerine uyarak elindeki paraları har vurup harman savurmuş. Bir kızı çok sevmiş ancak kız daha varlıklı buna karşın yaşlı biri ile evlenince yüreğinde bir kıskançlık domuş. Bu kıskançlık sonunda yaşlı kişiyle düello etmeye kalkışmış. Düellodan bir gece önce emireri olan askerini haksız yere dövmüş. Haksızlık ettiğini anlayınca o gece çok üzülmüş. Gece kalkıp emirerinden(Gü nlük şlerini gören asker) özür dilemiş. Düelloda ilk ateş hakkı karşısındakine verilmniş. Rakip kurşun atmış ama vuramamış. Zosima adamı vuracak durumdayken silahını elinden atmış: “Seni vurmak istemiyorum, daha doğrusu ben kan dökmek istemiyorum! deyip Düello kurallarını çiğneyerek alanı terketmiş. Bu tavır onun subaylık sürecinin de sonu olmuş. Onu şimdiye dek çok cesur, attığını hedefe gönderen biri olarak tanımışlar. Böyle bir davranış kesinlikle beklenmezmiş. Düelloda karşısındakinin öleceğine kesin gözüyle baktıklarından izleyiciler, bu sonuca çok şaşmış. Halk katlarında olayın nedenleri hemen dillere dökülmüş, arkasından da çok yaygınlaşan şu yorum yapılmış:

-Cesur adamdır. Düello meydanında kendine doğru uçan kurşunu dudaklarında tatlı bir gülüşle karşıladı, çok insancıl bir tavırla. karşısındakinin canını bağışladı. Kesinlikle o, bir rüya gördü. Rüyasında kutsal kişilerin uyarılarını dinledi. Böylece o da, kutsal kişiler kervanına katıldı!Bu yorum çarçabuk çevreye yayılmış. Giderek tüm insanlar genç Zosima’nın önünde eğilmeye başlar. Toplantılar yapılır, hakkında türlü türlü övücü sözler, söylentiler yayılır. Giderek toplantı salonlarında da Zosima hep baş köşelere oturtulur. Toplantılarda özellikle kadınlar, Zosima’nın söylediği her sözü kutsal sayar, bu sözleri kutsal emareler olarak gördüklerini yayarlar. Bir toplantıda elini öpmek isteyen bir genç hanıma elini vermek istemediğinde onu sevdikleri için böyle yaptıklarını söylerler. Hatta ev sahibi genç hanım: -Sizin gibi bir adamı sevmemek mümkün mü? bile demiştir. Bir başka zaman gene bir genç bayan elini öper, kocasının canını bağışladığı için minnettarlığını bildirir. Bu kadın, onun kendisi için düello ettiği kadındır. Kocası da gelir, ellerine sarılır!Bu toplantıların tümüne katılan ancak tek bir söz söyleymeyen bir kişi giderek dikkatini çeker. Gün günden bu yabancı adamı düşünmeye başlar. Sonunda onunla da konuşur. O adam Zosima’ya övütler verir, doğru yolda olduğunu söyler. Düşüncelerinin doğruluğuna, yaptıklarının kutsallığına inandırır. Mişel adlı bu kişi tanıştıklarından bir süre sonra ölmüştür. Yıllar yılını onu unutmadığı gibi bu gün de onu sevgiyle anar!Zosima böylece halkın ona inançla bağlanması sonucu subaylıktan ayrılıp papaz olur.

Biraz şaşırdım. Ben din adamlarının, din okullarında okuyarak yetiştiğini, öğrendiklerini halka aktardıklarını sanıyor, tıpkı öğretmenler gibi, onlar da bilgili insanlar sanıyordum. Oysa Dostoyevski’nin papazlarını, önce halk papaz yapıyor, sonra da “Onlar artık papaz oldu!” diyerek önlerinde eğiliyorlar.

Yat zili çaldı. Zosima’nın Mişel’i ilginç şeyler anlattı, onları yazmamaya karar verdim. Son olarak düşündüğüm şu oldu. Dostoyevski kitabına bir yığın adam almış, hepsi hemen hemen kusurlu, suçlu insanlar. Kitabına kattığı çocuklar bile bir başkasından hınç almak için didiniyor. Bu kadar kusurlu insan içinde bir Aliyoşa var. O ötekilere göre bir melek. İşi gücü öteki insanlara iyilik etmek, eksikliklerini tamamlamak. Stareç Zosima’nın notlarını bile o tutmuş. Anlaşmazlığa düşen sevgilileri, birilerinin parasını dolandıran suçluları o buluşturup işileri yoluna koymaya çalışıyor. Bu denli iyilik sever bir insanı roman boyunca baş tacı eden Dostoyevski sonunda ağabeyine iyilik yaptırayım derken büyük bir kamusal suç işlettirip romandan çıkarıyor. O çıkarılıyor ama roman düğümü başka türlü çözüyor. Aliyoşa’nın suç işlemiş gibi gösterilip dışlanmasına neden olan ağabey Dimitri suçsuz bir insandır. Öyleyse Aliyoşa bir suç işlememiştir. Bu nedenle Aliyoşa’nın romandan böyle atılması pek yerinde olmamıştır. Romanın öteki bölümlerindeki tekrarlarına bakarak, Aliyoşa’nın da tekrar ele alınması gerektiği kanısına vardım. Acaba yazar bu kitabın sonunu getiremedi mi?Ya da sonu sürüyor da çeviri kesiklemesi mi yapıldı?Nitekim kitapta bir iki yerde çeviri kesintisinden söz edilmektedir. Aliyoşa, böyle bir kesintiye mi uğradı!Örneğin Harp ve Sulh kitabında Piyer, Anna Karanin ‘de Levin, benzer şekilde roman içinde sürerken sonunda kendilerine önemli yer verilmiştir. .

 

14 Eylül 1942 Pazartesi

 

Köylerinden yeni öğrenci gelecek olan arkadaşlar haber üretiyorlar. Önce gelmek isteyen öğrenci bulunamazken şimdi yüzlerce başvuru yapılmış. Elli öğrenci alınacakken 100 öğrenci seçilmiş:

-Yüz öğrenci alamam! diyen Okul Müdürünü Vali çağırıp paylamış. Bu söz birkaç kez tekrarlanınca:

-Bunu kim söylemişse yalan söylemiş, öğrenci almıyorum diyen Okul Müdürünü Vali çağırıp paylamaz!dedim. Ben bunu der demez birileri gene:

-Sen ne biliyorsun?dediler. Sizin bilmediğiniz belli ama ben biliyorum. Size açıklamayı gereksiz sayarım ama gereksinimi olanlar için söyleyeceğim:

-Bu okula dört ilden öğrenci alınıyor. Bu dört ilde 4 vali var. 100 yerine 50 öğrenci alınınca bunların hepsi aynı ilden olmaz. Üçer beşer tüm illere dağılır. Dört ilden de eksik öğrenci alınınca yetkileri varsa o Valiler Okul Müdürünü çağırıp hesap sorabilir. Ancak Okul Müdürü bu iller içinde bir Valiye karşı sorumludur. O da Kırklareli Valisidir. Kırklareli Valisi İstanbul ilinden eksik alınacak öğrenci hesabı sormaz. Sorarsa ona yanıt bile verilmez. Ancak valiler Milli Eğitim Bakanlığına bildirip o yolla işi çözmeye çalışırlar. Bu da aylarca sürecek bir işlemdir. Bu nedenle ben gene diyorum: “Eksik öğrenci alındığı için okul müdürüne bu konuda valiler karışmaz. Ayrıca valiler üstünde bir de Trakya Genel Valiliği vardır. Genel valilik varken valilerin söylenmesi düpedüz yanlıştır. Mehmet Yücel gülerek:

-Dayı kendini ne yorarsın sen:

-Bu kızanların validen, kaymakamdan haberleri yok, Trakya genel valisi olarak Bir Kazım Dirik öğrenmişlerdi o da rahmetlik oldu. Şimdi sorsan onun yerine kimin geldiğini bile bilmezler!Herkes sustu. Aradan bir ses geldi: Sen biliyor musun sanki?rRanzanın altından baktım, konuşan Mehmet Yücel’in köylüsü Mehmet Başaran: Önce güldüm, sonra ekledim: -Eski Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen!

Kahvaltıda durup duruken Mehmet Aygün:

-Ne boş şeylerle vakit geçiriyoruz!deyip güldü. Doğrudan bana söylenmediği için aldırmadım. Konuşula konuşula konu az önceki vali sözlerine gitti. :

Valilerden bize ne?diye tekrar edince üstüme alındım:

Vali sözüne ilk takılan bendim. “Valilerden bize ne?” sözüyle benim söylediklerimin bir ilgisi yok “Vali Okul Müdürünü eksik öğrenci alacağı için paylamış!”sözü söyleniyordu. Bu sözün yanlış söylendiğini düzeltmeye çalıştım. Validen bize ne?demek ise düpedüz saçmalık!Çünkü Okul Müdürü dersinde not ettirdi:

-Öğretmen olduğunuzda sizin tüm işlemlerininz İl Makamlarının elinde! dedi. Valisini tanımadığın bir ilde öğretmenlik mi yapacaksın? Mehmet :

-Onu demedim!falan dediyse de ben:

-Siz vali mali tanımadan çalışın, ben tanıyacağım. Bu düşünceyle daha şimdiden dört ilin vali adlarını biliyorum. Kendimi bilmeye alıştırınca ilerde bu alışkanlığım beni bazı zorluklardan kurtaracaktır!

Atölyede İrfan Öğretmen gülerek bir yazı okudu. Yazı Lüleburgaz Kaymakamlığından gönderilmiş bir teşekkür yazısı. Geçmişte iki köye örnek öğrenci sırası yapıp götürmüştük. Köy İhtiyar Heyetleri okulumuza teşekkür etmişler. Kaymakam Muhtarlarla yapmış olduğu yıllık toplantıda söz konusu köyün iki muhtarı da bunlardan söz etmiş okulumuzu sevgiyle anmışlar. Bu kez sözü geçen köylere yakın üç köyün muhtarı da okula aynı yakınlıkta olduklarını öne sürerek sıra istemişler. Kaymakam bu isteği de teşekkür yazısına ekleyip Okul Müdürlüğüne göndermiş. Okul Müdürümüz, “Olur!”işareti koyup İrfan Öğretmene vermiş. Az önce söylediklerime ek olarak:

-İşte, kaymakamı öğrenme de göreyim!dedim. İrfan Öğretmen konuyu açtırdı. Biz anlatınca da, olayın, bizim geleceğimiz, çalışmalarımızın değerlendirilmesi açısından baştaki görevlileri tanımanın hatta huylarının, alışkanlıklarını, çevrelerini bilinmesinin önemini vurguladı. Arkasından da bana:

-Sen bunlara önem veriyorsun, gel şu sizin Lüleburgaz kaymakamınıdan bir daha teşekkür alalım. Toplam olarak üç köye 45 sıra 45 kanepe, seç üç arkadaş, Turgutbey için yaptıklarımızın planlarını uygula, ay sonuna dek sana izin!dedi. Gitti, eski sıra çizimlerini dolaptan çıkarıp tezgah üstüne koydu. Köy adlerina baktımAyvalı, Celaliye, Umurca. Orhan tam karşımdaydı, seç beni der gibi baktı, işaret ettim. Recep Kocaman’la Hasan’ı yazıp öğretmene verdim. İrfan Öğretmen gördümüzü ayırdı, yavaş bir sesle:

-Biliyorsunuz Hamdi Öğretmen gidecek, benim işim ağırlaşıyor. O nedenle ben sizinle pek ilgilenemeyeceğim. Arada bakarım, yaptığınız, bildiğiniz bir iş. Size güveniyorum; hemen başlayın!dedi. İlk 15 sıra için tahta seçimine başladık. Recep çizimci, Orhan, kesme oyma, Hasan’la ben seçim, parlatma. 15’lik parti tamamlanınca hep birlikte çatma.

Yeni gelen keresteler çok düzgün, budaksız, hemen hemen yarısının tahtasını seçtik. Recep’le Orhan başladılar.

Öğlede öteki arkadaşlarla buluştuk, bize takıldılar:

-Kaymakam size madalya verecek. Ben değişik bir yanıt verdim:

-Kaymakam değil, bize Umurca, Ayvalı, Celaliye köy çocukları teşekkür edecek; tıpkı Pestalozzi çocuklarının Petalozzi’ye teşekkür ettiği gibi!Hilmi sanırım şakadan sordu, ama bilmez numarasını tam yaptı:

-Kim bu pastaloz mastaloz dediğiniz, ben bunu duymuş gibiyim ama tam anımsayamadım!dedi. .

Bir süre bu söze güldük . Konu giderek okul Müdürünün dersine yöneldi: “Her gün bir saat!”Ne okuyacağız acaba?Okuyacak çok kitap var. Müdür Beyin ders yaptığı günler okuduğumuz kitaptan kitaplıkta iki yane var; alıp bakın, o kitapta Pestalozzi gibi daha en az 20 kadar okul açmış, çocuk yetiştirmiş insan var. Ayrıca başka başka ülkelerdeki okullar da anlatılıyor. Sanırım onları okutacaktır. Çünkü ben o kitabı aldığımda Müdür Bey, o benim öğretmenimin kitabıdır, yazar getirtiriz!”demişti. Salih’le Yusuf hemen o kitaptan almak istediler. Birden ilgi arttı. Bu kez Hilmi:

-O adını söyleyemediğim adam da var mı o kitapta? diye sordu. Mehmet Aygün dayanamadı:

 -Sarsak mısın sen? Bir pestelozzi diyemiyorsun; o kızı alınca ona nasıl Nachtigall’cığım diyeceksin? Hilmi gene kızdı:

-Haydaaaa, iş gene başa döndü. Ne adamlarsınız siz, sıkışınca durup durup o kızı benim önüme çıkarıyorsunuz. Pestalozzi ile Nachtigall’in ne ilişki var?” diye sordu. Bu kez Orhan hiç gülmeden:

-Çünkü ikisi de Almanca yazılıyor. Hilmi iyice kızdı, kalkıp kalkıp oturdu. Bu kez bana döndü:

-Abi, sen duymuyor musun bunları? Ben yavaşça kalktım: Röslein Röslein Röslein rot, Röslein auf der Hayden!”dedim. Hilmi:

-Vallahi siz şaşırmışsınız!deyip yürüdü gitti. Arkasında çıktık; gitmemiş gülerek döndü. Hiçbir şey olmamış gibi gölgelikte oturduk. Yaptığımızdan beri doğru dürüst oturmamıştım. Gölgelik bizim kahvenin çardak altı gibi. Teberşir çizgileriyle, kağıt parçalarıyla, pirinç taşlarla oyunlar gırla gidiyor. İki üç takım da satranç var. Kağıt oyunu yok. İlhan Öğretmen zaman zaman gelip satranç oynarmış. Ben akordiyon nedeniyle atölye-derslik-yemekhane arasında mekik dokuyorum. Satrancı biraz Alpullu’da, biraz da Lüleburgaz’da öğleleri oynamıştım. Sevdim ama orada kalmıştı. Daha pişirmek istiyorum da ne zaman oynayabilirim ki?Gene de alt koridordaki satranççılara katıldığım oldu.

Recep Kocaman bize baktı, kalktık. Saat gibiyiz. Ay sonuna 16 gün var. Her güne en az üç sıra, dedim. Arkadaşlar:

-Olmaz!dediler, “En az dört sıra olsun ki bari adam başına bir sıra düşsün!”Hasanla bir çok parça ayırdık ama bugün ancak 8 sıralık parça kesebildik. Makinemize bir ara İrfan Öğretmen el koydu. İrfan Öğretmen yarın da bir ara çalışacağını söyledi. Bizim için bir sakınca yok. Biz kesilmişleri işleyebiliriz.

Paydosta atölyede kaldım. Tasarladığım dört grup sıra parçaları çaldım, tekrarladım. Bol bol arpej yaparak parmak alıştırdım. Biraz erken çıkarak dersliğe gittiğimde varsayımlar gırla gidiyor. Okulun önü-arkası düzlenecekmiş. Cumhurbaşkanı İnönü gezerken az kalsın düşecekmiş. Bunu gören öteki büyükler okul çevresinin rahat gezecek şekle sokulmasını önermişler. Olmadı, bu söz yeterli görülmedi deyip bir başka söz öne çıktı. İsmet İnönü:

-Bu çocuklar bu yollarda kışın ne yapacak?demiş. Herkes bir söz söyleyip gülüyorlar. Halil’e sordum:

-Nedir bu? Kısaca yarından başlayıp birkaç gün içinde okulun önü arkası yeniden düzeltilip beton dökülecekmiş. Arkadaşlar, İsmet İnönü’nün nerede düşebileceğini, düşseydi ne olacağını bağıra çağıra konuşmayı gece boyu sürdürdüler. . Ahmet Gürsel Öğretmenin nöbet gününü tam olarak bilmiyorum ama bugün yarın olacağını tahmin ediyorum. Çünkü son nöbeti 5 Eylül günüydü. İsmet İnönü o gün gelmişti. Açıp biraz matematik kitaplarıma baktım. Kare köklerde bir sorunum yok ama küplerde sıfırlı ya da büyük asal sayılarda bocalıyorum. . Logaritme hesaplarında sorunlarım oluyor. Kendime soru soramıyorum. Geometride şekillere bakarak soru çırıyorum ama cebirde bu zor oluyor. Bu nedenle cebir çalışmalarım belli konularda kalıyor. Hasan Üner yarın yemekhene nöbtçisi olduğunu söyledi. Üzüldüm. O zaman yarından sonra ben, iki gün sonra da Orhan nöbetçi olacak. Birer ikişer gün atlayarak üçer kişi çalışacağız. Hasan iyimser:

-Bitiririz abi üzülme! deyip ayıldı. Kitaplarımı toplarken zil çaldı. Logaritme filan derken sayılar gözlerimin önünde uçup gitti. Kamber Amcamın saydığı köyleri aklımdan sıralarken art arda gelen esnemeler, günün tamamlandığını duyurunca kendimi bıraktım.

 

15 Eylül 1942 Salı

 

Hasan erkan kalkıp mutfağı dolaşmış. Bilerek:

-Sıcak çay içmek isteyenler kalkabilir!dedi. “Sahi mi?” sesleri herkesi uyandırdı. Yapıcılar üzgün, kimisi şakadan Cumhurbaşkanı için konuşuyor:

-Sırası mıydı şimdi, çamurda gelseydi ya! Bu kez de:

-Yağmurda gelip, yapın şuraları deseydi ne olacaktı?Mehmet Yücel en insaflısı:

-Rahat bırakın adamcağızı, o, sözünde durdu; iki yıl önce söz vermişti geldi. Belki de bu işlerden hiç haberi yok. Onun adını karıştırıp bize yaptıracaklar. Bizim kaderimiz bu okulun her işini bitirmek!Mehmet Yücel’in uyarısını filozof konuşmasıma çevirdiler:

-Adam görmüş geçirmiş, hangi taşı kaldırsan altından çıkıyor!Mustafa Saatçı sözü beğenmedi:

-Bu söz İskelete uygun değil, ona:

-Hangi taşı kaldırsan altına girer! Sözü söylenmeli!İsmet Yanar:

-Benim arkadaşıma daha uygun bir söz bulamadınız mı?hep taş deyip duruyorsunuz, “Her yatağın yastığı olur deseniz olmaz mı?”Söz ağızdan ağıza değişti derslikte de sürdü:

-Her kapının kilidi, her tahtanın silgisi, her pencerenin camı…. Sürdü gitti.

Hasan Üner doğru söylemiş, gerçekten-çaylı-peynirli kahvaltı yaptık. Hasan’ın nöbetçi arkadaşlarından Mukaddes Öğretmen masasının yanında duruyor. Bizim masadakilerin gözü Hasan’da. Hasan sanırım bunun için yemekhane tarafı girmiyor. Aramızda konuşmadık ama hep düşündüğümüz belli. Hasan mutfaktan çıkıp Mukaddes’in yanından geçince Mehmet Aygün güldü:

-Tam Hasan’a göre, Hasan nerede uyusa, alır kucağına götürür!dedi. Olayı anladım ama anlamazdan geldim. Yusuf sordu:

-Sen ne diyorsun? Yanıt veren olmadı. Salih Baydemir de aynı düşüncelerdeymiş, durup dururken:

-Güzel kız ama biraz tombul!dedi. Hepimiz güldük. Bir olayı anımsattım:

-Hasanoğlan’da Çoban Mehmet’in getirttiği dört Kastamonu-Gölköylü çocuktan biri (Adı Abdullah) bu kıza bakıyormuş, dediklerinde tüm Kepirliler ayaklanmıştı, dövmek için planlar kuruluyordu. Bu haber alınınca çocuk geri gönderilmişti!dedim. O zaman onu savunanlar, şimdi ne gözle bakıyorlar?merak ediyorum!dedim. Hilmi başta herkes:

-Kardeş gözüyle! dedi.

-“Öyleyse Hasan’a takılmak yok!”

Kahvaltıdan çıkınca biz atölyeye girdik; öteki arkadaşlar da Namık Öğretmenin çevresinde topandılar. İrfan Öğretmen geldi, kendisinin Namık Öğretmenin yanında olduğunu, gerekirse onu orada bulabileceğimizi söyleyip gitti. Biz üç kişi kalmamıza karşın en az sekiz sıra parçasının hazırlamak üzere işe koyulduk. 8+8=16 Bu 16 sırayı iki günde çatarsak 4 günde en az 15 sıra eder. 45 sıra için 12 yada 13 gün yeter!”deyip gülüyoruz. Ay sonuna daha 15 gün var. Bir ara Hasan geldi. Sabahki konuşmalardan haberi yok. Mukaddes’in(Hasan, Sazan dedi)çalışkanlığından, herkese karşı nazik davrandığından söz etti. Hasan’ın sözleri üstüne üçümüz de güldük. Bu kez Hasan kuşkulandı:

-Biliyorum sız masada gene birşeyler kaynattınız ama, kız öyle kızlardan değil, bilseniz siz de benim gibi düşünürsünüz!dedi. Orhan’la Recep sustukları için ben de daha fazla konuşmadım

Öğle yemeğinde köfte varmış biz yemekleri yerken Hasan geldi, yemekler için kendine pay çıkaracaktı. Mehmet Aygün ondan önce:

-Oldu olacak bu köfte bari “Kadınbudu olsaydı!” dedi. Hilmi Altınsoy:

-Sataşmayın hemşerime!diye arka çıktı. Böylece Hasan için hazırlanmış tuzak bir türlü uygulanmaya konmadı.

Biz, hiç ara vermeden atölyeye gittik. Tam işe başlarken beni çağırdılar, başımı çevirince bir askerin bana bakığını gördüm. Halam oğlu Hilmi. Koştum, ben ona doğru giderken o arkasını dönüp okul önüne yürüdü. Okulun önünde bir asker arabası(Cemse)içinde bir Başçavuş oturuyor. . İlmi elimden tutup beni cemseye aldı. Önce şaştım. Olayı atlattılklarında sevindim. Arabanın çevresi çocuklarla doldu. Başçavuş hoşlanmadı, arabayı asfalta yakın çektirip indi. Halamoğlu Babaeski Zıhlı birliklerinde sürücü çavuş. Birlik komutanları olan yüzbaşı, burtaftaki ilgili birliğe bir iş için gelmiş. Gelmişken birlikleri için alış veriş yapmışlar. Bir saat kadar bir zamanları varmış, Halamoğlu başçavuşa benden söz etmiş, iyi anlaşıyorlarmış, çekip gelmişler. Saatlerine baktılar, ayrıldık. İşbaşı yapılmıştı. Namık Öğretmen takıldı:

-Seni cemseyle de mi götüremediler?Öyleyse tanklarla gelip alacaklar!”dedi. Ben sözü uzatmamak için arkadaş!dedim. yürüdüm. . Bizim arkadaşlar atölyede olduklarından görmediler. İşe karışıp çalışmayı sürdürdük. Ancak bu olay nasıl yorumlanacak aklımdan bir çok olasılık geçti. Namık Öğretmenin şakası bile türlü yorumlar içermektedir. Bunlardan yararlanmayı planladım. Ancak kendim bir olay uydarmayacağım; ileri sürülen olasılıklardan yararlanıp kendim birşeyler ekleyeceğim. Özüyle benim uydurduğum olmayacak ama abartılmış bir tür çıkar süsleri eklenmiş olacak. Çalışırken bir süre bunları düşündüm. Pardostan sonra atölyede kalıp çalıştım. İsmet duramamış, geldi sordu. O cemseyi görmemiş, bir başçavuş beni askerle cemseye çağırıp ifademi almış. Tamam, dedim, olay buradan başlayabilir:

-Başçavuş beni götürmek istedi ama ben yasalara göre karşı koydum, yasa maddesini gösterdim, çavuş poposuna baka baka gitti!Az düşündüm, bu olmadı. Bu Başçavuş gitti ama arkadan bir subay gelip götürür. Oysa marifet gitmemek olmalı. O zaman askerlik işini ortyadan kaldırdım. Ama ortada cemse ile askerler var. Bu kez iyilik motifine sarıldım:

-Kamptaki sıhhiye başçavuşu geldi, sağlığımı sordu, dr. Yüzbaşı Hüsamettin selamlarını göndermiş, bir şikayetim olursa haber iletmemi bildirmiş. Bunu daha uygun buldum. Daha sonra da bu olayı dokto yüzbaşıdan alıp kamp yüzbaşımıza arkardım. Atıştaki başarımdan dolayı beni piyade alayı atışlarına çağıracakmış, cumartesi günleri atışa gitmem için Okul M üdürlüğünden izin alınacakmış, önce bana duyuru yapmışlar. Bu daha kıyak geldi. Balonu uçururum, sonrası gelmese bile ilk duyumlar oldukça etkili olacaktır. Akordiyon çalarken bunları düşündüm. İsmet dalgınlığımdan bir şeyler sezinledi. İsmet’e söylemekten çekinmem ama kafamda tam bir kurgu kuramadığım için sustum. İsmet gidince bir süre daha çalıştım. Tam bırakırken gündüz konuşma konusu olan Mukaddes-Feride-Melahat-Röslein deldiler. Melahat heyecanla:

-Sahi mi, seni askere mi alıyorlar?”diye sordu. Aklıma geldi, Yalancı şarkısını çaldım. Hepsi birden söylediler. Gül, güldü o yalana inanmadığını söyledi. Ben hiç yanıt vermedim. Bu kez Feride ısrarla sordu: Ne oldu Abi, neden gelmişler?deyince, gelenin akraba-arkadaşım olduğunu, başçavuşun da Kamp çavuşumuz olduğunu ekledim. Bir süre onlara tangolar çaldım. Onlar çıkınca ben de dersliğe gittim. Arkadaşlar meydanlar, kepir, kelle toprak parçası kırmaktan pestile dönmüşler, kimsenin ağzı açılmıyor. Ne soran olmadığı gibi dinleyecek diren ci gösteren kimse ile karşılaşmadım.

Kitaplığa gittim, Dr Halil Fikret Kanad’ın Pedagoji Tarihli kitabını aldım. Daha önce okumuştum ama bir daha Pestalozz’yi okudum. Pestalozzi’yi anlatıyor ama sık sık Jan Jak Ruso adı (Jean Jacques Rousseau) geçiyor, bu kez de onu okudum. Jan Jak Russo, filozof-yazar. Kafam karıştı. Kısa kosa yazartların yaşamlarını okuyordum ama bu denli ayrıntılısını okumamıştım. Kitapta daha yirmiden fazla böyle büyük insan var, bunları okursak bize günde bir saat değil beş saat bile yetmez.

Yarından sonra nöbetçiyim, bu kitabı iyice karıştırıp tanıyacağım.

Yatınca Halamoğlu Hilmi’yi düşündüm. askerlik neme bir olay, dereden tepeden konuştuk ama Halamoğlu ne annesinden, ne eşinden ne de kızından söz açmadı. Oysa ben C’den söz edecektir, diye tasalanıyordum. Bir yabancı gibi ya da bekarlığındaki gibi yalnız olarak geldi gitti. Hanife Halamla karşılaşsam, oğlunu gördüğümü söyleyemem. Görüşüp de ondan söz edilmemesini kesinlikle kbaul etmez, çok kötülüklere yorar. Hilmi belki de başçavuştan çekindi. Ne de olsa bir üstü…. . C’ye geldim durdum. Ne güzel saçları vardı. Röslein’ın saçları da ona benziyor. Kendi kendime bir saplantımı yakaladım: “Ben galiba kızların saçlarını çok önemsiyorum. A’nın. C’nin, Hemşire Münevver’in, Röslen’in Süheyla Öğretmenin saçları hep bir renk. O rengin tam adını bilmiyorum ama ne sarı ne siyah. Emine Ablanında öyle. Ben ona mısır püskülü gibi dediğimde kızmıştı ama doğru her mısır püskülü değil ama öyle mısır püskülü oluyor, tazecik, yumuşak; ben onu kastetmiştim. Oysa Emine abla, dağınıklığı için söyledim sanmış, üzülmüştü.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ