Eğitim Alanındaki İşler Ona Gönül Verenleri Bekliyor
17 Şubat 1945 Cumartesi
Müzikçileri kıskananlar kıskanmayanlar tartışmaları arasında uyandım. Kıskananların birleştiği nokta, cumartesi günleri Ankara’ya gidiş. Kıskanmayanlar daha gerçekçi:
-Hayatım boyunca elin çocuklarına şarkı, türkü öğretemem! Satılmış Aslantaş ortaya konuştu:
-Böyle demeyin arkadaşlar, bu işi göze almışların maneviyatını bozacaksınız. Arkadaşlar belki, okuldaki cezbesine kapılıp oraya ayrılmıştır. Bu tür sözleri duyunca dönüş düşüncesine kapılırlar. Abdullah Ön yüksek sesle:
-Güle güle gitsinler! Öyle cız bız heveslileri aramızda görmek istemeyiz. Bizler, salt şarkı öğretmeyeceğiz, milletimizin müzik zevkini de Atatürk’ün buyruğu üzerine uygar uluslar düzeyine çıkaracağız. Buna inananlara aramızda yer var. Bunu göze alamayanlara güle güle diyoruz, boş yere aramızda dolaşıp ayak bağı, yüzümüze bakıp soluğumuza ortak olmasınlar!
Soluğa ortaklık sözüne gülenler oldu. Meğer bu tiryakiler arasında önemli bir sözmüş. Arkadaşının sigarasından bir çekim anlamına geliyormuş. Bunun bir adı da “fırt!” Orhan Doğan sordu:
-Abi, böylelerine fırt çektirmeyiz değil mi? Gülenler olunca Abdullah Ön sinirlendi:
-Hemşerim destekliyor musun köstekliyor musun? Benim söylediğimle senin fırt’ının ne ilgisi var? “Konyalılar kapıştı!” diyenler oldu. Orhan Doğan sesle özür diledi. Konu kapandı mı? Bence kapanmadı. Bizim bölüme gelen üç kız arkadaştan biri, Necmiye şimdiden ayrılmış gibi. “Müzik öğretmenliği yapamayacağımı, anladım!” diyor. Kimseye bir şey demiyorum ama bunu ben de düşünüyorum. Müzik öğretmenliği önü kapalı bir yol. Babamın bir sözünü anımsıyorum. Aynı sözleri tekrar tekrar söyleyenlere:
-Ramazan davulu gibi aynı sözleri tekrarlamayalım! Bu sözün açıklanmasını isteyenlere babam sık sık “Ramazanda her yıl aynı nakaratlar çalınır. Oysa başka zaman aynı davulcu duruma göre tokmağının yerini değiştirir, şiddetini arttırır, eksiltir. Böylece belli bir ahenk oluşur. ” der.
Özellikle Köy Enstitüleri’nde durum değişmezse müzik öğretmenliğinin zevkli olacağını sanmıyorum. Enstitülerin çoğunda millî oyunların davul zurna ile oynandığı söyleniyor. Besbelli Ramazan Davulcularını Usta Öğretici olarak göreve aldılar. Birden neşem kaçtı.
Kahvaltıda konumuz belli, kimlerden çalınacak, kimlerden çalınsın? Ben, hemen Mozart! deyiverdim. Hemşerim Kadir başta olmak üzere arkadaşlardan birileri.
-Hep Mozart mı dinleyeceğiz? diye dikeldiler. Konser programlarını ben yapmadığımı ama böyle bir yetkim olsa çoğunluk Mozart çaldıracağımı söyleyince tartışma genişledi. Mozart’ın üstünlüğü, sevilişi giderek yaygınlaştı. Benim piyano çalışmalarımda Mozart ağırlıklı parçalar olduğuna benim Mozart taraftarı olduğum öne sürüldü. Oysa ben Mozart’ın dünyada çok sevildiğini kitaplardan okumuştum. Özellikle kitaplığımızda bulunan Upton Sinclair’in Altın Zincir kitabında Mozart o denli övülüyor ki, Beethoven bile onun yanında solda sıfır kalıyor. Bu arada bir başka dayanak anımsadım, Psikoloji Öğretmenimiz Yunus Kazım Köni’nin bir hikayesinde Mozart’ı övüyordu, onu söyledim. Arkadaşlar hep güldüler:
-Daha neler? Bari, Ali Kılıç Öğretmeni, İzzet Palamar Öğretmeni de tanık göster! İyi bir konu yakalamıştım, olayı azıcık daha kurcalayıp kızıştırdım. Söylediklerimin doğruluğu üzerine iddiaya kalkışanlar bile oldu.
Konu trene binene dek sürdü. Öteki sözler bir yana Yunus Kazım Öğretmenin müzik üzerime yazacağını kimse ummuyormuş. 3. Sınıftakiler bile şaşkın şaşkın bana baktılar. Şevki Aydın:
-Olmayan bir şeyi İbrahim söylemez, benden uyarması deyip çekildi.
Tartışırken Cebeci durağına gelmişiz, inince Yıldız müjdeledi:
-Müjde Abla konsere gelecek! Aaa, maa dedim ama nasıl bir durum takınacağıma da karar veremedim. Bir kez daha gelmişti, ne oldu? Doğru dürüst konuşamadım bile. Gene de sordum:
-Nasıl gelecek? Yıldız:
-Biz uğrayacağız, birlikte geleceğiz! İyi falan deyip konuşmayı geçiştirdim. Ancak aklımdan da atamadım:
-Ne yapabilirim? Yıldız’lara takılıp gidemem. Yapsam yapsam konserden önce onlarla buluşabilirim. Nasıl? Düşünerek Konservatuvara girdim.
Faik Canselen Öğretmen gelmemiş, bir süre alt salonda bekledik. Gene kalabalık. Bu sıra Yıldız sinemadan söz etti; müzikli bir film. Filmleri Nihat Şengül biliyor ona sordum. Nihat:
-Yeni Sinema’ da Fantazya gösteriliyor! dedi. Birden canlandım, Müjde Abla’yı sinemaya davet etmek. Yıldız söyler, gelirse gelir gelmezse canı sağ olsun!
*
Faik Öğretmen geldi, üst katı işaret etti, çıktık. Öğretmen önce geç kalış nedenlerini anlattı. Soluk soluğa gibi konuşuyordu. Bana göre aslında bir olaya kızmıştı ama onu açıklamadı. Bir süre konuştuktan sonra gülümseyerek:
-Olur böyle şeyler! deyip programa geçti.
1. Rossini, Sevil Berberi Uvertürü.
2. Mozart, 4. Keman konçertosu.
3. Tchaikovsky 6. Senfoni. Bir adı daha vardır, ”Patetik Senfoni. Hüzünlü ya da kederli de denir.
Öğretmen, Rossini için "Büyük İtalyan Opera bestecisi" sıfatını kullandı. Sonra da, "Haksızlık etmeyelim, İtalyanların başka büyük opera bestecileri var. Gaetano Donizetti, Verdi, Puccini... bunlar dördü de başa baş giderler. Rossini ile Donizetti birbirine yakın dönemlerde yaşadılar. Donizetti 1797-1848; Rossini 1792-1868. Verdi onlardan sonradır, 1813-1901. En küçükleri de Puccini’dir, 1858-1924 yılları arasında yaşamıştır.
Öğretmen elindeki küçük kağıdı göstererek:
-Bu doğum, ölüm tarihlerini hiç sevmem. Ancak konuşurken kimi kez karşılaştırma yapmak gerekiyor. İşte o zaman bunları anmak zorunlu oluyor. Size de öneririm, ezberlemeyin ama gerekince elinizin altında olması işinizi kolaylaştıracaktır.
Faik Öğretmen, Rossini için:
-Küçük yaşta besteciliğe başlamış, oldukça beğenilen operalar bestelemiştir. Kolay üreten bestecilerin başında gelir. Ancak estikçe çalışan bir yaradılışta olduğu söylenmektedir. Sevil Berberi Operası, en sevilen operalarından biridir. Konusu ise Mozart’ın Figaro’nun Düğünü operası türündendir. Aynı yazarın kaleminden çıkmış metinlerden alınmadır (Fransız yazarı, Beaumarchais-Bomarşe) Sevil Berberi Uvertürü konserlerin görmezden gelemediği eserlerden biridir.
Mozart 4. Konçerto için fazla söz söylemeye gerek var mı? Su gibi akıp gidiyor. Mozart, nedense kemana, piyanoya verdiği önemi göstermemiş. Biliyorsunuz, beş keman (Mozart’ın 7 Keman konçertosu bestelediği söylenmekte ise de ikisi ortada görünmemektedir.) konçertosuna karşı, klavsenlerle birlikte 30 piyano konçertosu. Üstelik biri iki, biri de üç piyano içindir. İstersek onlarla birlikte 33 piyano konçertosu var, diyebiliriz. Faik Öğretmen sözünü değiştirerek, keman konçertolarının çok özel konçertolar olduğunu, solistle orkestra uyumluluğu açısından, Mozart sonrası bestelenmiş konçertoların tamamına yakınının bu konçertoların kalıplarına göre düzenlenlendiğini söylemenin yanlış olmayacağını anlattı.
Faik Öğretmen, 3. eser için de:
-Tschaikovsky, kısa sayılan yaşamında çok sarsıntılı dönemler yaşamıştır. Bu dönemlerde bestelenen eserlerde bu bunalımlar kendini belli ediyor. 6. Senfoni de böyle bir bunalımlı dönem eseri ancak senfoni olarak, türünün bütün özelliklerini taşımaktadır. Kesinlikle duygulu bir havası var ki adının biri de (Pathetique) patetiktir. Patetik sözünü kullanan başka besteciler de vardır. Piyano çalanlar bilir, Beethoven’in en güzel sonatlarından birinin adı da Pathetique ( patetik) Sonattır !dedikten sonra öğretmen sordu:
-Ne diyorduk? Karşılık beklemeden devam etti:
-Müzik, dinleye dinleye öğrenilir! Sizler de böyle öğrenecek, öğrencilerinize:
- Müzik, dinlenerek öğrenilir! diyeceksiniz. Bakın, biz burada müzik öğrenmiyoruz, çalınacak eserler için konuşma yapıyoruz. Sakın ha, Faik Öğretmen bize öğretemiyor ya da öğretmiyor! demeyin! Benim öğretme gibi bir çabam olmadığından başka öğrenemiyorlar diye bir telaşım yok. Bence biz, çalınacak eserleri tanıtmak için burada toplanıyoruz. Avrupa’da olduğu gibi çalınacak eserlerin izleyicilere açıklayıcı programlar verilse, biz bu konuşmaları yapmazdık. Orada insanlar programları alıp oturduğu yerde okuyorlar. Dileyelim, bir gün bizde de o konserler verilsin!
Faik Öğretmen iyi dinlemeler! dileyerek ayrıldı. Faik Öğretmen Mozart için konuşurken, Yunus Kazım Köni Öğretmenin yazısının Mozart bölümünü anlatsaydım çok yerinde olacaktı. Nasıl okur ya da söyleyebilirdim? diye düşünürken Yıldız uyardı:
-Ulus’a birlikte gidiyoruz!
Hava oldukça yumuşak, konuşa konuşa Ulus’a gittik. Yürüdüğümüz yolla Hal’den gelen yolun kesiştiği köşedeki eczane önünde Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’u gördük. O da bizi gördü, Bir an ne yapacağımızı kestiremedik, topluca duraksayınca Genel Müdür, şapkasını çıkarıp bizi selamladı. Biz de başlarımızı eğerek karşılık verdik. Önemli bir olay, hepimizin yüzü güldü. Bir süre bunu konuştuk. Genel Müdürün evinin oraya yakın olduğunu, geçen yazın beni konsere çağırışını, evine nasıl gittiğimi, bir gece evinde kaldığımı anlattım. Konuşa konuşa Ulus’a indik. Fantasia Yeni Sinema’da. Yıldız’lar, Müjde Ablanın okuluna gittiler. Ahmet Yol’la ben onları beklemek üzere İstanbul Pastanesi’ne girdik. Ahmet Yol Müjde’yi yakından tanıyormuş. Bir süre Müjde’nin ablasından, eniştesinden söz etti.
Çok beklemedik, geldiler. Müjde Abla bir arkadaş getirdi, Emel!. O da müzik severmiş. Ancak okullarında müzik bölümü olmadığından o çaresiz Resim Bölümüne girmiş. Resim, deyince Sanat Tarihi, konusunu açtım. Müjde oldukça doğrucu, hemen arkadaşını savundu. :
-Bizim okul sizin okul gibi öğretmen yetiştirme iddiasında değil. Belki de bu nedenle olacak öğretmenler konuşmalarımıza pek önem vermiyorlar. Emel:
- Resim derslerimize giren Saip Tuna benim akrabam. O bile derslerinde hep kendi konuşur. Bu nedenle biz rahat konuşamayız. Yıldız söze karıştı:
-Biz de konuşamıyoruz, İbrahim Ağabey, kendini yetiştirmiş! dedikten sonra Ahmet Yol’ a onaylattı:
-Değil mi Ahmet?
Ressam Saip Tuna, özellikle soyadı nedense bende yakınlık duygusu uyandırdı. Emel’in akrabası, belki de babamın yetiştiği topraklardan geldiler. Emel’e soyadını sormayı düşündüm, nedense çekindim. Süheyla öğretmeni anımsattı. O da yıllar önce:
-Benim babam ressam! demişti. Ressam Refet Başokçu. Geçen yıl atölyesinde kendisini görmüştüm, başı sarılı sigarası ağzında sıradan biri izlenimini vermişti. Doğrusu, o zamanlar ressam sözü beni pek etkilemiyordu; bakkal, nalbant, sucu gibi bir iş adı olarak düşünüyordum. Malik Aksel Öğretmenin dersleri ilerleyince, özellikle de resimlerini hayretle izlediğim Leonardo da Vinci, El Greco, Albrecht Dürer’den sonra ressam sözü bende çok değişik anlama gelmeğe başladı. Mona Lisa ya da Lady Fa tabloları gözümde canlanır oldu.
Sinemaya biraz karışık diziyle girildi, ben en sona kaldım. Önde giden Ahmet Yol sıranın öte başına ben de sonuna oturdum. Daha doğrusu çıkışı kolay yere... Yıldız yer değiştirip yanıma geldi. Müjde ile Emel, Ahmet Yol tarafında kaldı. Yıldız’a filmi defalarca anlatmıştım, amacım Müjde’ye bilgiçlik taslamaktı, olmadı. Çıkınca yapabileceğimi düşünerek iyice sustum. Bir bakıma da iyi oldu, filmi üçüncü kez daha dikkatli izleyeceğim.
Filmden önce ceylan gözlü bir kızla bir köpek gösterildi. Ne güzel kız, ne akıllı köpek!
Film başlayınca sahiden kendimi iyice filme verdim. Zifiri karanlıktan aydınlığa çıkışı simgesel bazı olaylarla açıklama çalıştım. Örneğin sıfırdan başlayan müzik olayının gelişmesi, olamaz mı?
Çalınan parçaları düşündüm, Josef Haydn’ın Çocuk Senfonisi de alınabilir üstelik daha şenlikli olabilirdi.
Beethoven’in 6. Senfonisi iyi de, Bacchus (Baküs) şaklabanlıkları abartılı değil mi? Bunları düşünürken aklımda ne Müjde ne de başkaları kalmıştı. Çıkınca, daha önce gittiğimiz ara yoldaki Muhallebiciye uğradık. Konuşma konusu film. Tam benim istediğim gibi bir ortam. Ne var ki, bu kez de benim konuşasım gelmedi. Ancak sorulan önemli noktalarda kısa kısa yanıtlar verdim. Şef. Leopold Stokowsky, adından dolayı herkes onu Rus sanır ama İngiltere doğumlu bir Amerikalıdır.
Walt Disney de Amerikalı bir ressam. Fare resmi çizerek işe başlamış. Yıldız Dergisi’nde okuduğum bir yazıyı anlattım.
Parasız pulsuz kaldığı bir günde çare düşünürken kaldığı odasında bir fare belirmiş. Fare, onu yok sayıp, ortalıkta bir süre çok değişik hareketler yaparak dolaşmış. Bunu gören ressam farenin değişik görüntülerini çizip bir dergiye göndermiş. Dergi yönetimi bunu çocuklar için yararlı görüp yenilerini istemişler.
Böylece işsiz ressam kısa bir zaman sonra ünlü Miki Maus ressamı olarak dünyanın tanıdığı Walt Disney olmuş. Şimdilerde de sinema merkezi sayılan Hollywood’da filmler hazırlıyor...
Walt Disney
Anlattığım hikâyeye gösterilen ilgi giderek dinlenecek eserlere dönüşünce, Müjde de Emel de bana sorular sordular. Böylece konserde çalınacak eserleri dilimin döndüğünce anlattım. Sağolsun Ahmet Yol da ara ara bana yardımcı oldu. Bildiğini çok iyi bildiğim konularda bana sorular sorarak konuşmama yol açtı. Her şey bir yana konsere çok mutlu olarak girdim.
Yıldız’lar, alıştıkları yere, balkonun sol tarafına oturuyor. Ben, Mahmut Ragıp Öğretmen’den geçemiyorum. İlk gözüme çarpan eli oluyor, kolu yan sandalyede eli de arkaya doğru açık olunca oraya birinin beklendiğini biliyorum. Kendisi bir şey söylerse yaklaşıyor, susarsa bir yabancı gibi duruyorum. Az sonra Kınalı Saçlı geldi. Gelir gelmez de, sevinçli bir yüzle:
-Yetiştim işte! dedi. Bunun anlamını biliyordum, bugün konseri gene Ferit Alnar yönetecek! Az sonra alkışlar başladı, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü kalabalık bir grupla geldi. Onlar oturur oturmaz Esas Şef Ernst Praetorius’a göre daha çevik hareketlerle Ferit Alnar çıktı. Ferit Alnar alkışlayanları selamlarken Kınalı Saçlı konuştu:
-Yukardan bakınca boyu biraz kısa görünüyor! Ragıp Öğretmen karşılık verdi:
-Sen de ona yukardan bakmazsın! Kınalı Saçlı:
-Bu mümkün mü, ona nasıl yukardan bakarım ben? deyip güldü. .
Orkestra birden gümledi. Uvertürün böyle başladığını unutmuşum. Başka bir eser mi yoksa? diye düşünürken yumuşak sesler yetişince rahatladım.
Rossini
Gerçekten güzel bir uvertür. Biraz çok koşar gibi ama gene de iyi etki yapıyor.
Sevil Berberi opera uvertürünü dinlerken aklım, Mozart’ın Figaro’nun Düğünü uvertürüne takıldı. :
-O nasıl başlıyordu? Müzik dinlerken bir başka müziği anımsamak olası mı? Aklımca deneme yapmaya kalkıştım. Uvertürün girişini çok iyi biliyordum, bir türlü tutturamadım. Mozart o uvertürü, opera oynanacağı gün bestelemiş Bunu anlattığımda Faik Canselen Öğretmen kahkaha ile güldükten sonra bana sormuştu:
-İbrahim, sen bu duyduklarına inanıyor musun? Bunları, çok sonraları, bestecileri sevenler yakıştırıyor. Özellikle Mozart için söylenenler çok çocuksu şakalar gibidir. On yaşındayken İmparatoriçe Maria Theresa’ya konser vermiş, salonda yürürken düşmüş, Maria Theresa’nın kızı Marie Antoniette Mozart’ı tutup kaldırınca , Mozart teşekkür karşılığı Marie Antoniette’e:
-Büyüyünce seninle evlenebilirim! demiş. Bunlar olacak işler mi? Bunu söyleyenler, Mozart’ın doğum tarihini bilirler mi? Maria Theresa ne zaman İmparatoriçe imiş, Mozart on yaşındayken Marie Antoniette kaç yaşındaymış? Bunları bilmeden konuşuyorlar! İşte, bu da onlardan biri:
-Orkestrada çalınacak bir uvertür, hemen öyle yazılıp çalanlara dağıtılabilir mi? En küçük orkestralarda bile en az 24 eleman bulunur. Bunlar davulcudan tut birinci kemancıya dek ayrı nota çalarlar. Klârnetlerin, öteki nefesli çalgıların notaları do anahtarı, viyolanın, viyolonselin, kontrbasın fa anahtarını düzenlemek bile günler alır. Ayrıca vurmalı çalgıların özel işaretleri vardır. Az da olsa benim de bu konuda deneyimim oldu, bu nedenle bu anlatılanlara doğrusu ben gülerek dinliyorum. Faik Öğretmen bana ibretlik bir ip ucu vermişti. Konuşmalarda adı geçenlerin yaşadığı dönem. Mozart’ın 1756-1791 yılları arasında yaşadığını biliyordum. Hemen Marie Antoniette’inkini buldum. 1755-1793 arası. Erkek çocuklar daha önce geliştiğine göre bir yaş önde olan Marie Antoniette, düşen Mozart’ ı nasıl kaldırsın?
Alkışlar başlayınca kendimi toparladım.
Keman konçertosunu çalmak üzere, genç kemancı Orhan Borar çıktı. Çok alkışlandı. Orhan Borar’ı geçen yıl da dinlemiştik.
Konçerto hızlı bir şekilde başladı, aynı hızla keman da girdi. Mozart’ı bunun için seviyorum. Başlar başlamaz sanki su şırıldıyor; durmak, susmak yok, notalar akıyor. Kemancının kolları durmadan inip kalkıyor. Keman neredeyse gülen insan sesi çıkarıyor. Nazarım değmiş gibi birden orkestra durdu. Keman da sanki yokuş çıkıyormuş gibi zorlanma sesleri çıkarmaya başladı. Şaka söylüyorum, Orhan Borar kadans çaldı.
Orhan Borar
Kadansı öğrendim. Konçertolarda zaman zaman orkestra susar. Konçerto çalan solist, çaldığı eserin havasına uygun olmak koşuluyla bir süre tek olarak gösteri yapar. Bu kadanslar da iki türlüdür. Kimi besteciler, solisti tümden serbest bırakmamak için kadansı kendi bestelemiştir. Mozart da konçertolarında genellikle böyle yapmıştır. (Mozart’ın Keman, piyano, klavsen, klarnet, flüt Korno, arp-flüt, keman-piyano, keman-viyolonsel olmak üzere 55 konçertosu vardır.) Kadansı soliste bırakılan konçertolarda bu durum belirtilir. Kadansların ortak yanları nasıl olursa olsun şef. karışmaz, dinleyici olarak izler.
Orhan Borar, geçen konserinde ne çalmıştı, şimdi de ona takıldım. Yazdığım halde unutmama şaşıyorum. Unutacaksam, neden yazıyorum? Keman konçertolarını sıraladım, Mendelsshon, Mozart, Beethoven, Dovr’ak, Edouard Lalo, Brahms, Tschaikovsky. . . Başka başka derken alkışlar başladı. Üzüldüm. Orhan Borar çok alkışlandı. Şef Ferit Alnar da uzun uzun alkışladı. Önümdekiler konuştu, dinledim:
-Şef alkışlar mı?
-Çalınanı beğendiyse neden alkışlamasın? Üstelik kendi öğrencisi. . .
Arada çıkanlar oldu. Ben de çıkanlara şaşıyorum. Balkon önü dar bir yer; aşağıya inilse koşturmak gerekecek. Gene de iniyorlar.
Şefin arka taraftaki kapıdan çıkışı balkondan rahat görüldüğü için ilk alkışlar balkondan başlıyor. İlk alkışlayanlara bugün Kınalı Saçlı da katıldı. Şef duraksamadan ellerini kaldırdı. Eller kalkıp inince çok uzaklardan geliyormuşçasına nefesli çalgıların sesleri duyulur duyulmaz anladım ki senfoni başladı. Faik Öğretmenin dediklerini düşündüm. Besteci, bu senfoniyi bestelerken nasıl bir duygu ya da duygular içindeydi? Bu duyguları bilerek mi eserine yansıttı yoksa elinde olmayarak mı öyle oldu? Beethoven’in Op. 13 8 numaralı do maj. Pathetique (Patetik) Sonatını çalıyorum. Özellikle son Rondo-Allegro bölümü hiç de hüzünlü falan değil.
Senfoniyi plaktan da dinlemiş ama sevmemiştim. Tschaikovski’nin dinlenecek başka besteleri var, Slav Marşı, 1812 Uvertürü, İtalyan Kapriçyosu, Keman Konçertosu, Piyano konçertoları, Fındık Kıran, Kuğu Gölü Bale müzikleri. . . Alkışlar gene düşlerimi bozdu (!) Kendi kendime güldüm:
-Herkes benim gibi müzik dinliyor numarası altında orkestra çalarken kendi düşlerine dalarsa kafa sayısı kadar düş yumağı bir birinden habersiz sarılmaktadır. Bunlar açılıverse, olağanüstü bir düş pazarı oluşur. İçimden güldüm:
-O dediğim olsa ne olacak? İnsanlar gene belli yumaklar çevresinde toplanacak; örneğin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü varken, ötekilere kim bakar? Buruklaşarak kapıya yöneldim. Kınalı Saçlı hâlâ oturuyordu.
Yıldız uyardı:
-Müjde Ablaları okullarına bırakacağız! Yıldız’a takıldım:
-Neden bırakalım, onları da bizim okula götürelim! Önemli bir söz söylediğimi, karşımdakilerin de öylece önemseyeceğini beklerken, Müjde karşılık verdi:
-Olmaz, olmaz! Ne gereği var? Biz, Ulus’tan kendimiz gidebiliriz. Belli ki Müjde, olabildiğince “Dediğim dedikçi!” Daha çok Emel’le konuşarak Ulus’a indik. İstanbul Pastanesi tenhaydı oraya girdik. Tanıdık garson bizi iyi karşılayınca Müjde biraz duraladı. Sonra da açıkladı:
-Buralardan geçerken hep kodamanları görürdüm. Siz nasıl alıştınız buraya? Ben de:
-Öyle özlemle bakarak geçiyordum ki, bir gün garson acımış olacak, tutup kolumdan çekti buraya. Sonra da ben bu saatlerde herkesi getirmeye başladım. Müjde nihayet ağzından baklayı çıkardı:
-Burada da mı sen? Soru bir yana bir de dikkatli dikkatli baktı. Nedense birden bir başka duyguya kapıldım. Ablamın çok söylediği bir söz kulaklarımda çınladı:
-Her kuşun eti yenmez! Ne demekti bu? Anlamı apaçık, “Herkesle, kendi gönlünce anlaşamazsın! Müjde birden, bana göre başkalaştı. Beni küçük mü görmüştü? Tam kestiremedim. Gitmek için kalkmaya hazırlanan Müjde tekrarladı:
-Biz buradan gidebiliriz! Yıldız’dan önce davrandım:
-Biz 30 km. uzaktaki Hasanoğlan’a gidiyoruz, siz iki adım yere neden gidemeyesiniz? deyiverdim. Öteki arkadaşlar da böyle düşünmüş olacak yerlerinden kımıldamadılar. Yalnız, Yıldız ayaklandı, annesine telefon edeceğini söyleyince Halise ile Necmiye de ona katıldı birlikte ayrıldılar. Onlar gidince sanırım Ahmet Yol bizi uzaktan uzağa izlemiş, birden:
-Onun ablası da böyledir, etrafındakilerin ondan çok konuşmasına dayanamaz! dedi. Üstünde hiç durmadım ama hep aklımda o oldu. O mu benim konuşmama dayanamadı yoksa ben mi benden beklediği tavırları takınamadım? “Aldırmıyorum!” dedim ama gerçekte çok üzüldüm.
Trende değişik arkadaş gruplarına katıldım. Şakalar arasında Hasanoğlan’a döndük. Hasanoğlan ayazı, dikkatleri kendisine çekince her zamanki oyalantılara başvurduk. “Burnum düştü!” “Bu eller benim mi?” “Ya kulaklar?” diyerek yemekhaneyi boyladık.
Yemekte, her zaman olduğu gibi günün özeti çıkarıldı. Rossini uvertürü, Smetana uvertürü benzerlikleri, ayrıldığı nottalar ulu orta konuşuldu. Büyük salona geçip bir süre oturmayı düşlerken duyuru tekrarlandı:
-Pestalozzi Anma gecemize katılmak üzere konuklarımız geldi. Birden hepimiz bocaladık:
-Böyle bir şey var mı idi? Nihat Şengül karşılık verdi:
-Yoktu, değerli konuklar rüyalarında görmüş, geldiler. Onlar geldiğine göre bizimkiler de gerekeni yapacaklar! Güldük ama gerçekten böyle bir şey duymuştum da önemsememiştim. Gerçekte ben bu gecenin yapılacağını duyunca Dr. Halil Fikret Kanad’ın Pedagoji Tarihi’nde Pestalozzi’yi okurken J. J. Rousseau’nun sık sık geçtiğini görünce ona takıldım. Rousseau’yu daha Kepirtepe’de tanımıştım. Öğretmenlik Bilgisi Derslerimizde sık sık Pedagoji Tarihi kitabını karıştırıyordum. Dersimize gelen okul müdürümüz İhsan Kalabay da, Rousseau’yu çok anıyordu. Şimdilerde Rousseau üzerinde durmamın da nedeni bu olmuştu. Ancak o günden bu yana hiç sözü edilmediğinden bendeki Pestalozzi uçtu, yerini Rousseau doldurdu. Bir bakıma iyi oldu ama olaydan habersizliğime üzüldüm. Üstelik gelen konukların başında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel olmak üzere Talim Terbiye Kurulu Başkanı Kadri Yörükoğlu ile başkaları da varmış. Talim Terbiye Kurulu başkanı olarak Besim Kadırgan’ı biliyorduk, değişmiş besbelli, Yanında değerli öğretmenimiz Yunus Kazım Köni ile bir yabancı uzman eğitimci, Pazarören Köy Enstitüsü Müdürü Şevket Gedikoğlu bulunuyormuş.
Öğrendik ki geceyi Enstitü bölümü ile bizim Dergi kolu birlikte düzenlemişler. Öğrenciler temsilimsi bir de sahne kotarmışlar. Olanlardan habersizliğimize şaşırmış olarak salona gittik. Oturduk demek doğru olmaz bir kenara sıkıştık. Az sonra konuklar geldi. Okul Müdürü Rauf İnan’ın “Hoşgeldiniz” açıklamasından sonra Bakanımız Hasan Ali Yücel her zamanki neşeli bakışıyla hepimizi selâmladı, hiç ara vermeden Pestalozzi’nin insanlığı aydınlatan bir üstün insan olduğundan söz etti. Onun ışığından yararlananların uygarlığı daha kolay kavradığını söyledi.
Gösterilerde yapılanları pek anlayamadım. Sanırım okunan metinlerden, öğrenci-öğretmen ilişkilerinden parçalar canlandırıldı. Pestalozzi’nin kendisini simgeleyen görüntüler sahnelendi. Pestalozzi, pek giyim kuşama önem vermezmiş, o belirtildi. (Bunu, Rauf İnan ekletmiştir, onun fikri olsa gerek!)
Konuklar ayrılınca, ortalıkta dolaşanlardan anladım ki, gecenin tertiplenmesine önayak olanlar, bizim hâlâ Yeniler dediğimiz 1. Sınıflarmış. Haşim Kanar, Ali Dündar, İsa Öztürk, Cemal Türkmen, Arif Gelen, Cesarettin Ateş v. b. Onlara J. J. Rousseau’yu da önerdim. Programlarında varmış, sevindim.
Yatınca da bir yanda Julie bir yanda ya da Rousseau bir yanda Henrich Pestalozzi, ortalarında öylece durdum. Dururken uyumuşum.
18 Şubat 1945 Pazar
İhsan Güvenç, gür sesiyle:
-Vay be, Amerikalıların Japonya’ya kadar gideceğini hiç düşünmemiştim; adamlar gitmiş, tarihinde Japonlardan başkasının ayak basmadığı Tokyo’yu bombalamış! Yakında Amerika Conileri de girerse Japonların tılsımı bozulacak. Rüstem Gündüz yetişti:
-Üzülme yalnız değilsin Hiro Hito da senin telaşındadır. Hiro Hito sözü sorulara neden oldu:
-Hiro Hito kim? Japonya İmparatorluk mu?
Çin-Japon savaşlarını yıllar önce duymuştum. Kahvede, gazete haberlerine dayanarak konuşuluyordu. Çinliler de Japonlar da küçük küçük insanlarmış. Özellikle Çinliler kız çocuklarının ayaklarını daha küçük yaşta demir kalıplara sokup, büyümesini önlüyormuş. Arada bir de Çin işi Japon işi! gibi sözler ediliyordu. Babam da fazla bir şey bilmiyordu ama babam Japonlara yakınlık duyuyordu. Ona göre insanların en kâfiri olan Moskofların burnunu Japonlar kırmıştı. (1905 Rus-Japon Savaşı) Babam ikide bir:
-Bizimkilerin yapması gereken en akıllı iş, Japonlarla işbirliği yapıp Moskof belâsını ortadan kaldırmak!! diyor. Japonya çok uzak, bu nasıl yapılır? diyenlere de:
-Onu bana neden soruyorsunuz? Ben devleti yönetmiyorum ki söyleyeyim, onu devleti yönetenler düşünsün. İngiliz gâvuruna bakın dünyayı nasıl dolaşıyor! Demek, bunun bir yolu var! deyip güler.
Kahvaltıda da Hiro Hito konu edildi. Japon İmparatoru. İmparatorluk üstüne bir süre dalaştık, İmparatorluk bir devlet şekli mi? Pers İmparatorluğu sözünü duyduğumdan beri imparatorluk sözü edildi durdu. Arkasından İskender’in Makedonya İmparatorluğu, onu da Roma İmparatorluğu derken arkasından Bizans İmparatorluğu doğdu. İstanbul’u alınca bir de bakıyoruz Osmanlı İmparatorluğu kurulmuş oldu. Oysa biz, özellikle orta okul kitaplarını izlerken öğrendik ki, üç devlet şekli var. Krallık, (Tüm yetkiler kralda toplanmış) Meşrutiyet, (Hem Kral var hem de meclis. ) Cumhuriyet. (Kral falan yok, yetkiler halkın seçtiği temsilerde) Hani İmparatorluk? Ben bunu Kepirtepe’de, çok sevdiğim Selçuk Korol Öğretmene sormuştum. Selçuk Korol Öğretmen bana:
-İbrahim, bu üç yönetim şeklinin ancak Cumhuriyet olanın akla uygun bir tanımı vardır. Çünkü tüm kararlar seçimle gelen insanların ortak kararlarıdır. Ötekilerde, babadan oğula geçen bir aile söz sahibidir. O aile daima kendi çıkarını düşünerek yönlendirmeyi yeğler. Meclisli krallıkta bu biraz dizginlense de gene krallık çıkarları öndedir. Böyle olunca kral olan kimsenin insafına kalan bir yönetim ortaya çıkar. Bu nedenle Krallıkla, Meşrutiyet yönetimleri biraz tartışmalıdır. Kesinlikle değişmez bir tanımı yapılmaz. Daha önemlisi günümüzde Cumhuriyet Yönetimleri de kitaplardaki tanımların dışına çıktı. Sovyetler Birliği bir cumhuriyettir. Oysa krallıktan daha diktatörce tek adam tarafından yönetilmektedir. Seçim yapılır ama adam kendini seçtirmek için seçim yaptırır. İtalya Krallıktır. Kral var mı yok mu? İtalya’ da 20 yıldır Mussolini vardır. Almanya da öyle, sözde cumhuriyet, Cumhurbaşkanı bile yok, 15 yıldır tek bir adam koca Almanya’yı elinin içinde oynatıyor. Buna karşın İngiltere de Krallık. İngiltere dünyanın dört tarafında savaşıyor. İngiltere deyince seçimle gelen bir başbakanı tanıyoruz. Kral var mı yok mu? Var ama, yasalarla sınırlanmış yetkilerinin dışına çıkmıyor.
Selçuk Öğretmenin dediklerini anımsayınca arkadaşlara da duyurmak istedim. Japonya İmparatorluk mu? İngiltere neden imparatorluk değil? Birden Japonya bir yana itilerek İngiltere öne çıktı. Yapılan tanımlara göre İngiltere sahiden bir imparatorluk. Hem de kitaplardaki tanımlara göre gelmiş geçmiş imparatorluklardan daha uygun imparatorluk. Büyük Roma İmparatorluğu bile bu denli gerçek bir imparatorluk olamamıştır. Roma, Akdeniz’i haritasına bir göl olarak almış ama, ön Asya, Kuzey Afrika, Güney Avrupa sınırları içinde kalmıştır. İngiltere ise Hindistan, Hindiçini, Avustralya, Afrika’nın tamamına yakını, Kanada. Toplam olarak Afrika kıtasından büyük bir toprağa sahip. Otuz milyon km2. Sonunda Nihat Şengül dayanamadı:
-Bıktım bu sizin gereksiz konuları tiftiklemenizden, kalkıyorum! deyip doğrulunca toparlandık. Daha önce karar verdiğim gibi bir sıcak köşe bulup kitabımı okuyacağım. Mektupçular çoğaldı. Claire ortaya çıkınca tam kavrayamamıştım. Julie’ye bir rakip çıktı diye düşünmüştüm. Meğer o, Julie’ nin yeğeniymiş.
İkinci kitaba başladım. Nedense ikinci kitabın girişini beğenmedim. Birinci kitabın girişinde iyimser, özverili, olgun tavırlar içinde konuşan Sainte Preux, kitabın girişinde daha çok sevdiği Julie’ye ummadığım sözler söylüyor. Ne olacaktı, Julie, onun istediğine hemen boyun mu eğecekti? Kendimi düşündüm, ben de sevmiştim; ayrılık çanı çalınca arkama bakmadan ortalıktan çekildim. Ne yapsaydım:
-Senin için o kadar düşler kurdum, benim düşlerimi yıktın mı diyecektim? Sevdiğim bana, onunla birlikte düş kur! demedi ki? İlgime yakınlık gösterdi, anladığım kadarıyla kendisini sevdiğimden hoşlanıyordu. Ancak tek başına değildi, bağlı olduğu bir ailesi vardı. Onların koşullarına uymayınca başkaldıramadı. Hiç değilse ben öyle teselli buldum. Mektupların yazarı Jean Jacques Rousseau, burada kendi düşüncelerine ters düşen bir durumda. Hem aile bütünlüğüne saygı istiyor, hem de kurulmuş bir yuvayı sarsacak duygu fırtınası yaratmaya kalkışıyor. Belli bir yere konumlandırdığı Julie, kalkıp Saint- Preux’a gidebilir mi? Kitabın ilk mektuplarını okuyunca bunları düşündüm. Yazar için, Romantik akımın ilk belirtileri onda görüldü! diyenler var. Yoksa Romantiklik öyle bir şey mi? Ara vermek için bahane arıyordum, Harun Özçelik geldi, Yusuf Asıl’dan mektup almış, onu okuduk. Yusuf sıkıntıdan kurtulmak için geçici olarak köy öğretmeni olmuş. İlaç alma, doktor gözetimi düzenli sürmek üzere çalışıyormuş. Azıcık şaşırdım, Yusuf neredeyse Harun’a mektup değil Müdür Rauf İnan’a teşekkür yazmış. Onun yardımıyla Gülhane Hastanesine yatmış, onun yardımıyla hastalığı atlatmışmış. Oysa biz, Harun da ben de, farklı düşünüyoruz; Rauf İnan, büyük bir haksızlık yapmıştı, olay kurcalanıp suçlu duruma düşeceğini bildiği için sonradan bu olaya sarılıp Yusuf’u avlamıştır. Yusuf, Gülhane Hastanesine ilk yattığında Hüsnü Yalçın’la ikimiz gitmiştik. O zaman Müdür Rauf İnan ortalıkta yoktu. Ancak Durmuş Ali Uğur olayı kurcalanıyordu. Yusuf’un bunlardan haberi yok. Yusuf hastaneden çıkıp evrak yaptırmak için Hasanoğlan’a geldiğinde Müdür Rauf İnan’ın etekleri tutuştu, ondan sonra da Yusuf’a sahip çıkmaya kalkıştı. Yusuf olayın salt burasını görüyor.
Bunları konuştuk ama gene de Yusuf’u haklı bulduk. Sağlık onun sağlığı, bizim dileğimiz de onun bir an önce eski neşesine kavuşması. . .
Yemekte, herkes coşkulu konuşuyor. Eksik ödevler tamamlanmış, tiyatrocular rollerini ezberlemiş. Konu, gene tiyatroya gitmeye kaydı. Sözde staja gidenler, gece kalacak yer ayarlamış, Cebeci-Ulus arası her zaman önünden geçtiğimiz ilkokullardan birinin Başöğretmeni Kemal Bey, okulunda kalabileceğimizi söylemiş. Kemal Atakol! Söylemiş ama eklemiş:
-Yer sizin, ancak, gelirken birer battaniyeyle gelin, okulda örtünecek bir şeyler yok! Tam ben soracaktım, hemşerim Kadir erken davrandı:
-Altımıza var mı ki? Arkadaşlar güldüler:
-Tahta sıralar yetmez mi ki? Bir süre güldük. Yazın neyse ki, kışın tahta üstünde yatılır mı?
-Okulda soba vardır?
-Yakacak var mı ki ?
-Birer odun götürürüz! Bu, şaka olarak söylendi ama konuşurken gerçeğe çevirdik. Battaniye ile birer odun alırız, okul Anafartalar’da, Kurtuluş Durağında iner, battaniyeye sarılı odunları okula bırakıp Halkevine geçeriz. Şaka falan derken hepimizin aklı yattı. Yattı yatmasına da neden gece kalıyoruz? Oyunlar Cuma-Cumartesi arası gecesi oynanıyormuş, cumartesi konserine gelip gitme olmaması için düşünülmüş. Pek aklım yatmadı ama karşı da koymadım. Çünkü çok uzun zaman ortalıkta kalacağız. Kahvelerde pineklemek istemiyorum. Kimi arkadaşlar için bu bir macera sayılsa da, onlar gerçeği tam kestiremiyorlar. Okul açık, öğrenciler erkenden gelecek. Odunları yaksak bile battaniyeleri alıp nereye gideceğiz? Belki okulda bir yere yığıp konser dönüşü alabiliriz. Bu da bir sorun, elimizde battaniye ile ortalıkta dolaşacağız. Ben bunları düşünürken Nihat Şengül, gevrek gevrek güldü:
-Bir bu kalmıştı, bunu da yapalım, Kordon boyunda günlük iş bekleyenler vardır. Ellerinde küçük bir çıkın, kolunun altında bir battaniye bekleşirler! Ekrem karşı koydu:
-Biz bekleşmeyeceğiz!
Gülüşerek kalktık. Faik Öğretmenin akşam geleceğini düşünerek uzun süre piyano çalıştım. Czerny 8. Etüt’ü kendi ölçülerime göre pişirdim. Biraz çekiçleme olduğunun ayırdındayım ama kendi kusuruma biraz göz yumuyorum. Çünkü sol elim oldukça ağır davranıyor.
Yemekte Faik Öğretmenin geldiğini duyunca ivedi atıştırıp salona koştum. Az sonra öğretmen geldi, kapıdan-Bizi burada rahat bırakmazlar! deyince notalarımı alıp öğretmene takıldım. Oda soğuk ama öğretmen paltosunu çıkarmadığı için yakınmıyor. Czerny no 8’i açınca öğretmen uzanıp 5’i gösterdi. 2 kez tekrarlattı. Kusur bulduğundan değil, piyanonun üşümüşlüğünden kusurlar bulduğunu söyledi. Piyano Faik Öğretmene fısıldıyormuş:
-Sen neden paltoyla oturuyorsun?
Etüt 8’i kendisi de çaldı. Sağ-sol ellerin arka arkaya takılışlarında uyumsuzluk olduğunu daha dikkatli çalışmamı söyledi. Gerçekten ellerin birlikte olduğu zamanlarda çaldığımı ben de beğeniyorum ama ellerin arka arkaya kalkıp indiklerinde sanki bir uyumsuzluk olduğunu seziyorum. Öğretmen çok yavaş çok yumuş çalışmamı önerdi. Faik Öğretmenle onların lokaline dek gittim. Öğretmen beni çay içmeye çağırdı, öteki öğretmenlere karşı nasıl davranacağımı bilemediğim için, ödevim olduğunu söyleyerek teşekkür edip ayrıldım. Oysa ödevim falan yoktu, kitaplığa gidip kitabı okudum. Mylord Edouard da çıktı ortalığa. Çok bilmiş, övüt verici, yol gösterici bir durumu var gibi. İyice sapıtmış durumdaki aşık Saint-Preux’u bozulan ruhsal durumdan kurtarmaya çalışıyor. Bir yandan okuyorum bir yandan da romanlarda yazılanların çok sınırlı olaylar içinde kaldığını düşünüyorum. İnsanları anlatıyor ama insanın nesini anlatıyor? Saint-Preux bir insan, ben onun salt Julie ile ilgili tarafını görebiliyorum. Saint-Preux, başka insanlardan soyutlanmış mıdır? Ona yardım edecek başka insan yok mudur?
Bir ara kitaptan soğur gibi oldum. Belki de sıkıldığım için böyle düşünüyorum. Olaya da kızıyorum, Jean-Jacques Rousseau, salt aşıklara mı akıl vermek istiyor. Aşkı böyle düşünmeyenler bu kitabı okur mu? Aşk, birinin birine kapılık ayaklarına kapanması mıdır, yoksa iki gönlün birleşmesi mi?Daha önce Leyla ile Mecnun’u okuyunca bunu sorgulamıştım. Leyla başka birisiyle evlenmiş, Mecnun yanmış yakılmış çöllere düşmüş. Doğru mu? Bence yapmacık bir olay gibi. Fuzûlî de tutmuş bunu yazmış. Tek bu değil, Ferhat’la Şirin de öyle.
Rousseau, İngiltere’ye gittiğine göre Romeo Jülyet’i okumuş olmalı, oradaki de aşk. Yoksa benim anlayamadığım bir yan mı var?
Kendi kendimi sorgulayarak yattım. Yatınca da bir süre düşündüm, Goethe’nin Werther’i de buna benzer bir olay. Evli birine gönül verip bir süre yanıp yakıldıktan sonra yaşamına son veriyor. İki kitapta da zayıf yürekli olanlar erkekler. Julie yahut Yeni Heloise yayınlandığında Goethe daha çocuktu, okuyup etkilenmiş de olabilir mi?
Okuduğum öteki kitaplarda bu tür aşklar var mı? Bir süre onları düşündüm. Nedense Henrig İbsen’in Nora’sı aklıma takıldı. Nora da eşini seviyordu. Eşi, yuvası, çocukları için özverinin şahını gösteriyordu. Ancak bir noktada kendisine değer vermeğe değmez bir kişi görünce vurdu kapıyı gitti... Nora, İbsen derken Peer Gynt aklıma geldi, ondaki aşk neydi? Bir ömür boyu birini beklemek! Sonunda gele gele bir çılgın yaşlı gelir. En iyisi benimki, tespih tanesi gibi sırala. Onlar birbirini gölgeler, sonuçta hiç birisi ötekinin önüne geçemez. Kaderde varsa çocukların annesi hepsini siler süpürür. Bu da babamın aşk anlayışıdır. "Bekârlık maceraları, çamurlu yolda dolaşmaya benzer, ne denli korunsan da bulaşan bir şeyler kalır. Alın yazında varsa bir gün karar verir evlenirsen, çocuklarının annesi o çamur lekelerini siler süpürür!"
İyi ama neden çamur lekesi olsun? Yoksa babam gençliğinde birilerini sevmedi mi? Bir süre çamur lekesi yerine daha sevimli sözler düşündüm. "Asılı resimler!"tasarladım. "Çocukların annesi o asılı resimleri kaldırır!" Bu kez de söz düzeltmesi yaptım:
-Bekârlık maceraları, çamurlu yolda gezmeye benzer, ne denli saklamaya kalksan da bir takım izler kalır. Evlendiğinde, çocuklarının annesi o izleri silecektir! Bunun da bir koşulu olmalı, bilinçli bir evlenme yapıldığında!
Sanırım, rahatlamış olarak uyudum.
19 Şubat 1945 Pazartesi
Uyanınca gördüğüm rüyayı anımsadım. Vahit Dede, parmağı ile göstererek:
-Sözümü tutmadın! dedi. Hangi sözü olabilir? "Mektup yaz!" demişti, en az dört mektup yazdım, hiç birine karşılık vermedi. Sadece biri için köye uğradığında "Unutmadım, cevap yazacağım!" demiş. Yerine getirmediğim tek söz, Fikret Madaralı Öğretmene Madara Kalesi hikâyesini anlatmamak! Onu da, Madaralı Öğretmenle karşılaşmadığım için anlatamadım. Üstelik o hikâye Varlık Dergisinde yazılmış, tekrar tekrar okudum Madaralı öğretmen de okumuştur. Kendimi suçlu gibi sorguladım. Oysa rüyalara inanmama gibi bir direncim olduğunu sanıyordum.
Kahvaltıda bir süre rol dinledik. Müfettiş’in yazarından söz edildi, Gogol. Gogol’un Taras Bulba kitabını okumuştum. Arkadaşlar ilgilenince biraz abartarak özetledim:
Olay, şimdiki Polonya ile Ukrayna toprakları üzerinde o zamanlar yaşayan Tatarlarla Kazaklar arasında geçer. İki kardeş topluluk olmalarına karşın dinsel ayrımcılık onları bir birine düşman etmiştir. Özellikle Ortodoks kazaklar Katolik Tatarları yok etmek için sürekli savaş açarlar. Buna karşın Katolik Tatarları da Batı Katolikleri destekleyerek, Kazakların önünü kesmek için kalkan olarak kullanırlar. İşte bu sürekli savaş içinde Kazakların başına Taras Bulba adlı bir savaşçı geçer. Taras Bulba savaşçılığı ile ün yapmış, gerçekten yaşamında savaştan başka bir ideali olmayan yiğit kişidir. İki oğlu vardır, Andrey, Östap. Onları da kendisi gibi savaşçı yetiştirmek ister. Ancak oğullarının kendisinden daha üstün olmaları için önce okutur. Onların okumuş, bilgili birer savaşçı olmalarını bekler. Gerçekten oğulları Kief’de okur, bilgili, birer savaşçı olurlar. Bir süredir sinmiş bulunan Tatarlar, Lehlilerle birlik olup savaş açar. Taras Bulba için bu bir şans sayılır. İki oğlu ile birlikte düşmana saldırmayı tasarlarken oğlunun birinin olmadığını öğrenir. Oğlu, Kief’ de öğrenciyken bir lehli kızına aşık olduğundan kılık değiştirip karşı tarafa geçmiştir. Taras Bulba bunu duyunca bir bakıma delirir. Bütün gücüyle Tatar ordusuna saldırır. Ancak Tatarlar bu kez Lehlilerle birlikte olduğundan, onun sandığından çok hazırlıklıdır. Uzunca bir kırımdan sonra Kazaklar, çekilmek zorunda kalırlar. Ancak Taras Bulba’nın öfkesi dizginlenecek gibi değildir, karşı taraftaki oğlunu bulup öldürmeden geri çekilmez. Gerçekte de öyle yapar, oğlunu o kargaşada seçer kendi eliyle öldürüp geri çekilir. Ancak onulmaz yara almıştır. Uzun süre yatar. Kendisinde kalkacak gücü bulunca doğrulur, oğlu Andrey’i öldürmüş olmakla birlikte öteki oğlu Östap için kan ağlamaktadır. Oğlu Östap düşman eline düşmüştür. Öte yandan Taras Bulba’nın yaşadığını duyan düşman tarafı, Taras Bulba’nın başını getirene olağanüstü bir büyük ödül koymuştur. Taras Bulba bunları bile bile kalkıp oğlu Östap’ı bulurum, umuduyla Lehistan’a gider. Gider ama yapacak bir işi kalmamıştır. Kendisinin de aralarında bulunduğu büyük bir topluluk önünde oğlu Östap’ın, savaş suçlusu olarak işkenceyle öldürüldüğüne tanık olur. Çılgına dönen Taras Bulba, yakalandı yakalanacak durumlardan sıyrılarak geri döner. Kazak ordusuna katılıp büyük bir öç tutkusuyla saldırıp düşman ordusunun yenilmesi sağlar. Ancak Kazak ordusunun başında yeni bir komutan vardır. Bu genç komutan, düşmanın barış önerisini hemen benimser. Buna öfkelenen Taras Bulba kendi birliklerini alıp savaşı sürdürür. Kendisine başka birliklerde katılır. Böylece Taras Bulba, içinde yetiştiği Kazak isteklerinden sıyrılarak bireysel hıncı tutkusu altında yüzlerce Leh kentini yağmaladığı gibi, yüzlerce Kiliseyi, binlerce evi tuzla buz edip sayısız masum insanı da canından kıyar.
Konuşmayı kesince Ekrem Sordu:
-Sonra ne oldu?
-Ne olacak? “Su testisi su yolunda kırılır!” demişler, bir savaşçının ölümü yatağında olacak değil ya!
Okumak için heveslenenler oldu.
Koşuşarak salona gittik.
Aydın Gün Öğretmen, kapıdan girince duraksadı. Bir şeyler söyleyecek gibi baktıktan sonra:
-La, la, la, laa, la laaa! La, la, la, la, laaaa! dedi. Arkasından da:
-Bu, Verdi operalarının binin aryasıdır. Ancak Verdi bunu, böyle sobalı odalarda söyleneceğini düşünmemiş. Ses kirişleri gerilince, sesin de rengi değişiyor. Zor koşullar altındasınız, bunu biliyoruz. Havalar ısınınca daha rahat çalışacağımızı umarak, biz de bir perde alttan çalışırız! Öğretmen, eliyle daire çizdi. Koro düzeninde toplandık. Daha önce saptadığımız, marşları tekrarladık. Aydın Öğretmen marşlara pek önem vermiyor gibi, sıralayıp geçti. Ancak şarkılarda olabildiğince titizlendi. İki sesli olarak seçtiklerimizle kanon olarak söylediklerimizde sık sık durdurup tekrarlattı. Türkülerde de yer yer uyarılarda bulundu.
Şan çalışması yapmamızı; bir iki, do-re, bir üç, do-mi, bir dört, do-fa, bir beş, do-sol sesleri aralıklarını sezmemiz için çalışmamızı istedi.
Aydın Öğretmenin her ders sonu böyle ödev isteyişine içimden bozuluyorum, Çünkü arkadaşlar çalışmak için piyanolara yöneltiliyor. Neyse ki arkadaşlar anlayışlı (!) bir ikisi dışında kimse piyanoya (Alt salona kimse inmiyor) tebelleş olmuyor.
Az sonra Mahir Canova öğretmen geldi. Öğretmen gelir gelmez:
- Müfettiş piyesini oynuyoruz ama bu eserin niçin yazıldığı üstünde hiç düşündüğümüz oluyor mu? Yazar bunu salt güldürmek için mi yazmış? Karikatürlere bakar mısınız? Oldukça ünlü karikatüristlerimiz var; Ramiz Gökçe, Cemal Nadir! Salt bunlar değil başkaları da vardır. Bunlar, durmadan bir şeyler çizer; Kime, niçin?
Bu çizimleri izleyince bakıyorsunuz, anlamsız gibi çizgiler çiziliyor. Bu çizgiler size göre anlamsız ama, onu çizene göre anlamlı. Üstelik çizen onların çizgilerini izleyenlerce de anlamlı olduğunu bildiği için çizmeyi sürdürüyor.
Karikatürcü bir ağaç ya da hayvan çiziyor, binlerce insan onların ne olduğunu biliyor. Biliyor ama onu çizen kişinin niçin ya da neden çizdiğini düşünmek önemli. Hiç mi düşünen yok? Var, var, var! İşte biz, o düşünen kişilere karikatürden anlıyor gözüyle bakıyoruz? Bir hikâye anlatılır; İngiltere’de geçmişmiş. İngiltere’de gazeteler çok önemsenir, Gazetelerde karikatürler de çizilir. Ünlü gazetelerin birinde çizen oldukça ünlenmiş karikatürist bir süre arka arkaya karikatür köşesine bir baston çizmiş. Bastonu herkes kullanır ama İngiltere’de bir zaman baston İngiliz Lortların simgesiymiş. Lortlar oldukça yaşlı kimseler olduğundan bastonla gezdiklerinden, baston onların bir parçası olarak algılanıyormuş. İngiltere’de Başbakanlar da genelde Lortlar Kamarası’ndan çıkar. O dönemin başbakanı oldukça yaşlanmış, neredeyse halk onun artık yerini gençlere bırakmasını beklemeye başlamış. Bunu sezen karikatürist köşesine bir baston çizmiş. Karikatüristin bir ölçüsü çizdiklerine halkın tepkisiymiş. "Bunu neden çizdin?" sorularıyla hep karşılaşıyormuş. Bastonu çizince de beklemiş, kimseden ses çıkmayınca inadı tutmuş, bir tepki gelesiye dek aynı yerde aynı bastonu çizmiş. Sonunda Başbakan çağırtmış:
-Bunun anlamı ne? Karikatürist hazır cevapmış:
-Başbakanım, bunun anlamını herkes biliyor, herkesin beklentisi de sizin bunu bilmenizdir! Başbakan sormuş:
-Bunu bana ispatla! Karikatürist, ”Peki!” deyip ayrılmış. Bir gün sonraki gazetede bir keçi çizmiş. Okuyuculardan yüzlerce mektup gelmiş:
-Bu çizdiğinin anlamı ne?
Karikatürist Başbakanlığa gittiğinde, Başbakan kendisi güler yüzle karşılamış, ilk sözü:
- Ayrılıyorum! olmuş.
Öğretmen:
-Müfettiş oyunuyla biz izleyicilere, toplum içinde onların sık sık görüp duyduğu insan tiplerini canlandıracağız. Gösterdiğimize göre biz bunları biliyoruz ama bizim bilmemiz gereken başka karanlık noktalar vardır, bizler, o karanlık noktaları aydınlatmak zorundayız. Bunu yazan kişi bakın neler neler düşünmüş. O, düşüncelerini seçtiği kişiler aracılıyla sergilemekte. Bizimkileri biz, gün yüzüne nasıl çıkaracağız? "Bunları, başkaları nasıl çıkarıyorsa biz de çıkarırız!" güveni içinde çalışırsak elbette çıkarırız! deyip gülümsedikten sonra ellerini çırpıp, rol alan arkadaşları topladı. İsteyenlerin salonda kalabileceğini söyledi ama ben notalarımı alıp alt odaya indim. Bir süre Hanon çalıştım. Hanon çalışmak kolayıma gidiyor. Oysa Faik Öğretmen değişik zamanlarda uyardı. Kolay gelen çalışmalara aldanma, onların kazançları da azdır. Öteki, parçalar da öyle, kolayca çalınan parçalara kısa zamanda isteğim azalıyor. Faik Öğretmen gülerek:
-Ucuz etin yahnisi tatlı olmaz! deyip sorar:
-Bu söz aslında böyle değil ama ben böyle diyorum; sen, sana düşen payını alırsın!
Yukarda sesler kesilince toparlandım. Salon boşalmış. Yemeğe yetiştim. Ummuyordum, konu gene Taras Bulba! Oysa ben, Mahir Öğretmenin anlattığı Baston hikâyesini bekliyordum.
Daha önemlisi armoni ödevlerimiz vardı. Konuşmalara katılmadım. Anlamsız kararlar, hükümler. Gogol, Rusları eleştirdiğine göre Rus değildir. Kazakları övdüğüne göre Kazaktır. Kazaklar Türk kökenli sayıldığından Gogol’un bir tarafı da Türk olabilir. Vahit Dede’nin bir yazısını anımsayarak:
-Rusya içinde yaşamış, Rahmaninoff, Karayev gibi bestecilerin olduğunu, bunların yarım da olsa Türk sayılabileceğini, ancak şimdiye dek Gogol'un Rus olmadığı üstüne bir söz duymadığımı anlattım. Dahası, Puşkin’in babasının da Türkiye’den gitmesine karşın Türk sayılması bir yana koyu bir Türk düşmanı olduğunu söyledim. Ayrıca Fransız yazarı Stendhal’ın, İtalya üzerine kitap yazdığını ama Fransız kaldığını, Jules Verne’in İngilizler için 80 Günde Devrialem’i yazdığını ama gene Fransız kaldığını tekrarladım.
Geç kaldığımızı sanarak koşuşarak gittik. Faik Öğretmen az sonra geldi. Tahtaya bir çocuk şarkısı yazdırdı. Şarkının notaları oldukça kolaydı. Notaları, iki sesli ya da kanon olarak söyleyecek biçime sokmamızı istedi. Bana göre çok kolaydı, kısa zamanda ikisini de yaptım. Öğretmen göz ucuyla baktı. Eeee, diye sesini çıkarınca beğenmediğini anladım. Ancak az sonra:
- Geç piyanoda seslendir! dedi. Kalkıp seslendirdim. Oldu ya da olmadı gibi bir şey demedi. Ancak:
-İbrahim’in şansı piyano, piyanoyu seçmesiyle ilgili. Sizler de gittiğiniz okullarda umarım piyano bulursunuz. Şansınızda bu varsa, hemen oturup bir süre çalışın. Türkçe açıklamalı basit piyano metotları vardır.
Daha sonra öğretmen, teker teker arkadaşlarla ilgilendi. Azmi Erdoğan durup dururken:
-Geçen yaz gittiğimiz Enstitülerin çoğunda akordiyon bile yoktu! deyince Faik Öğretmen birden:
-Ben kehanet sahibi değilim, var da demiyorum. Olursa yararlanın diyorum. Ben, dersine girdiğim öğrenciler arasında ayırım yapmamaya gayret ederim. Ama beni konuşturan olursa düşüncemi de söylerim: İbrahim’le birlikte aynı okuldan gelen arkadaşlarınız, İbrahim’in yararlandığı nimetlerden (!) niçin yararlanmamış? Çalışmak, insanın içinden gelen bir ruhsal tepidir. O, dışardan iteklemelerle olmaz. Bunu aklınıza koyun. Bunları okudunuz, okuyorsunuz da sanıyorum. İnsanlar kendi iradelerini iyi kullanıyorsa hedeflediği noktaya doğruca gider. Çalışma alanı olarak seçtiği yolda başkalarından yardım beklerse, o yolculuk sağlıklı olmaz. Çünkü insanın yoluna kılavuzluk eden yanıltıcı olabilir. Bir halk sözü vardır, bilirsiniz:
-Kılavuzu karga olanın burnu. . . . . . . . . . kurtulamaz!
Faik Öğretmen arada gezerek, arkadaşların ödevlerine baktı. Yusuf Demirçin’in ödevini göstererek:
Demek ki, yapılabiliyormuş. Biraz istek, biraz dikkat! Bunların da sizde olduğunu görüyorum! Yanıldığımı da sanmıyorum. Biraz kıpırdamak yetecektir!
Öğretmen son sözünü söylerken Aydın Gün Öğretmen geldi:
-Faik Abi, vakit tamam! Seni unutuyorduk az kalsın! Faik Öğretmen:
-Aman ha! Akşam için önemli bir randevum vardı, mahcup olurdum, teşekkür ederim! deyip bize iyi çalışmalar dileyerek ayrıldı.
Kısa bir suskunluktan sonra herkes kendine göre bir tavır takınarak enstrüman çalışmasına başladı. Çoktandır üst salonda, daha doğrusu keman sesleri arasında çalışmamıştım. Czerny etüt 8’i açıp tekrarladım. Öztekin Öğretmen kemancıları tek tek odasına alıp dinlemeye başlayınca alt odaya indim. Çalışırken, aklıma takıldı. Faik Öğretmenin söylediği sözü Kepirli arkadaşlar, Abdullah ile Kadir nasıl karşıladı? Az sonra Abdullah geldi. Hiçbir değişiklik sezemedim. Birlikte yemeğe gittik.
Yemekte, herkeste bir kaygı: Armoni dersini biz neden kavrayamıyoruz? Birazcık nota bilgisi olan armoni öğrenebilir mi? Armoni demek beste yapma tekniğini öğrenme demektir. Birazcık okur yazarız ama roman ya da şiir nasıl yazamıyorsak bu da onun gibi bir şey!
Başta Halil Yıldırım olmak üzere hemşerim Kadir de dahil neredeyse üstüme sıçrayacaklardı:
-Sen nasıl yapıyorsun? Yaptığım falan yok. piyanoda çaldığım parçalardan kalan bir çok seslilik algısı sınırlı bir kazanım sağlıyor, sizlerin aranızda ben onlarla bilgiç durma geçmiş oluyorum. Sizler biraz çalışsanız benim bilgilerim sizlerin yanında solda sıfır olacak.
Konuşa konuşa yumuşama oldu.
Azıcık sinirlendim ama kendimi tuttum.
Yemekten sonra kitaplığa geçip ikinci cilde devam ettim. İkinci cilt biraz daha renklendi. Julie, Claire, Saint-Preux. Mylord Edouard hepsi bir biriyle yazıştılar. Derken sonlarda bir de Madam d’Orbe çıktı. Ancak burada kestim. Gözlerim oldukça yoruldu; uykum geldi. Konuşmaları duymazdan gelip yattım.
20 Şubat 1945 Salı
Hasan Gülel soru sordu:
-Abiler, geçen hafta 13 şubatı enine boyuna eleştirdiniz. 20 şubat için bir diyeceğiniz yok mu? Bir kaç ses birden:
-Var. var! Gene Enver Ötnü:
-20 Şubatı çok seviyorum, çünkü benim doğum günüm. Abdullah Ön;
-Vay be , içimizde ne sosyetikler var! Bir kaç kişi birden karşılık verdi:
-Yaş gününü bilmekle sosyetikliğin ne ilgisi var? Bu arada bu yıl şubat ayının kaç gün süreceği soruşturuldu. Rıza Dönmez, şubat ayının hangi yıllar 28, hangi yıllar 29 gün olduğunu anlattı. Bunu ben biliyordum, üzerinde durmadım ama baktım ki bir çok arkadaş bilmiyormuş. Bu kez de Süleyman Adıyaman sordu:
-Bir bütünün yarısı nasıl bulunur? Rüstem Gündüz karşılık verdi:
-Ortasından kesersin, olur biter! Gülenler oldu. Süleyman Adıyaman diretti:
-Arkadaşım, asal sayılardan söz ediyorum, senin branşın değil. Rüstem’in branşı ne? diye soranlar oldu. Gülüşler arasında Süleyman Adıyaman sorusunu tekrarladı.
. Bu kez de Süleyman Adıyaman’a:
- Halit Ziya Kalkancı’ya sor, onu ancak o bilir! Gülenler oldu:
-Çok sorarsınız! diye tehdit kokan bir söz edildi.
Halit Ziya Kalkancı, matematik derslerine giriyormuş. Halil Dere’nin en çekindiği, Sami Akıncı’nın ise en sevdiği öğretmen.
*
Kahvaltıda da aynı konu. Ekrem Bilgin eni konu ayları sıraladı:
-Artık ayların ortası var öteki ayların ortası gece yarısı olabilir, gün olarak olamaz!
Nihat Şengül Ekrem’e takıldı:
-Hemşerim, sen hep böyle boş işlerle mi uğraşacaksın? Ekrem kendisi savundu:
-Neden boş olsun?
Ekrem’in en yakın arkadaşı Halil Yıldırım araya girdi:
-Bazı konuların boş olduğunu öne sürenler dolu konuları ortaya getirsin de onları konuşalım! Ona da Kamil Yıldırım karşılık verdi:
-Susalım arkadaşlar; iki taraf da tezlerini ortaya koydu, bırakalım tarafsızlar rahat düşünsün!
-Tamam, tamam! diyerek kalktık.
Sabahattin Öğretmen, elinde kitaplarla geldi. Önce üşüyüp üşümediğimizi sordu.
Çoğunluk üşümediğini söyleyince, renginden tanıdığımız kitabı açtıktan sonra:
-Uzunca bir süre ara verdiğimiz Montaigne Öğretmeni bir yoklayalım bakalım, o mu bizi unuttu yoksa biz mi onu? deyip gülümsedi. Öğretmen kısa bir açıklama yaptı:
-Derslerde işlediğimiz ya da işlediğimizi sandığımız konuların tıpı tıpı bellenmesini beklemediğini, ancak düpedüz işlenmemiş gibi sıfırlanmasını da beklemediğini söyledikten sonra "üstünde durduğumuz metinlerin başlıklarını anımsayalım" deyip yüzlerimize baktı. Not defterim olduğu için açıp baktım. Bir yandan da gözetledim:
-Acaba deftere bakışıma kızar mı? Öğretmenin görebileceği yakınlıktaydım. Öğretmen görmüş olabilir, "Notlarınıza bakabilirsiniz, amacımız genel olarak anımsamadır. İmece çalışması yapabiliriz!" dedi. Buna karşın defteri kapattım. Ancak iki üç başlık görebilmiştim. Mutluluk Üstüne, İnsan Aklı, Tartışmalar... Ancak parçalarda geçen kaynak ya da tanık kişileri anımsayamadım. Zaten kaynak kişilerden aklımda kalan Çiçero, Seneka, Lükretius, Horatius kalmıştı. Bunların da ne zaman yaşadığını kesin bilmiyorum. Tek bildiğim Çiçero’nun Jül Sezar’ın ölümünden sonra öldürüldüğü. Ötekilerin de o sıralar yaşadığını sanır gibiyim. Lücretius şairdir. Onun şiirlerinden bulduklarım var ancak eski defterlerimde. Ben bunları aklımdan geçirirken öğretmen sordu:
-Konuşacakları dinleyelim mi? Süleyman Karagöz, Mustafa Aydoğan, Turan Aydoğan, daha bir kaç arkadaş parmak kaldırdı. Onlardan cesaret alıp ben de parmak kaldırdım. Öğretmen beni göstererek:
-Sizinle başlayalım! dedi. Aklıma gelenleri sıraladım. Öğretmen kişiler üzerinde hiç durmadı. Yazılardan da tartışmaları için:
-Özetlemek istesek nasıl özetleriz? deyince azıcık bocaladım.
Bir bakıma susmayı gurur sorunu saydığımdan öylece konuşum:
-Denemeler zaten içerdiği fikirlerin özeti durumunda; o nedenle özetlemek oldukça zor! deyince öğretmen güldü:
-Sen kolayını buldun; "Özetin özeti mi olur?" diye bizden soruyorsun, haklısın! deyip beni oturttu.
Öteki arkadaşları kaldırınca rahatlayıp parçayı okudum. Meğer parça pekâlâ özetlenebilirmiş. "Hiç değilse avanak insanlarla tartışma yapılmamalı, onlarla yapılacak tartışma boşuna zaman kaybı olur!" diyemez mi idim? Bir süre kendimi yedim. Ancak öğretmen arkadaşları konuşturdukça iş sarpa sardı, öğretmen beklediği sonucu alamamış olacak konuşmaları durdurup elindeki kitabı açtı. Ölçü başlıklı denemeyi okudu. Ölçünün genel anlamını biliyorduk. Ancak Montaigne ölçüyü biraz değişik anlamda almış. Bir bakıma bizim sözlerimiz arasında geçen "Ölçüyü kaçırma!" söylemindeki ölçüyü ele almış. Güzel örneklerle de anlatıyor. Öğretmen sonunda:
-Bizler de öğrenmemekte ölçüyü kaçırmayalım! deyip ayrıldı.
Öğretmen ayrılınca önce Ali Bayrak:
-Ölçüyü kaçırmak eşittir tembellik! Ahmet Allı da:
-Ölçüyü tutmak da çalışkanlık! Onu kaçırmayalım arkadaşlar! türü konuşmalar arasında Büyük Salona gittik.
Yunus Kazım Köni Öğretmen iki hafta aradan sonra geldi. Gelmeyiş nedenlerini anlatarak söze başlayacağını beklerken, sanki öyle bir durum yokmuş gibi "Öğrenmede, dolaylı olarak da öğretmede algılamaların önemi!" diye söze başladı. Sık sık da İdrak-Algılama sözlerini tekrarladı. İdrakin dilimize yabancı olmasına karşın çok yaygın olarak yerleştiğini, kimi kez insanlara için de sıfat olarak kullanıldığını, "İdraksiz insan" ya da "idraksiz" davranış dendiğini, buna karşın algılama sözünün olaya daha yakıştığını tekrarladı. Gülümseyerek:
-Ayrıca algılamada idraksiz gibi "Algılamazsızlık" yok, kimse buna sığınarak nefis koruması yapamaz! dedi. Bir süre de nefis korumasının bir psikolojik olay olduğunu anlattı. Öğretmenin bu karışık konuşmasından ne demek istediğini anlamış gibiydim. Ancak arkadaşlardan anlamayanlar olduğunun belirtileri ortaya çıktı; sandalyeler yerinden oynadı, tıkırtılar arttı. Öğretmen bu kez algılamayı tanımladı, çocukta algılamanın tamamlanması için etken olan öteki psikolojik tepkileri sıraladı. Zinde bir dikkat, kolaycı çağrışım yanında sağlıklı bir bedenin olması koşulunu öne sürdü. Öğretmen bunları daha önce de anlatmıştı. Anımsayanlar oldu. Mehmet Toydemir ekledi:
-Açlık-tokluk! Öğretmen:
-Evet efendim! diyerek onu da tekrarladıktan sonra gene “İdrak!” deyip güldü:
-Bakın alışkanlık da çok önemli, bir türlü idraki dilimden atamıyorum. Nasıl atarım ki ben onu yalnız psikoloji derslerinde değil, Edebiyat belki başka derslerde de hep duydum.
Ne mümkün zulüm ile bîdât ile imhayı hürriyet,Çalış idraki kaldır muktedirsen ademiyetten!demiş şair. Kim demişti? deyip yüzümüze baktı. Büyük bir çoğunluk birden:
-Namık Kemal!
Karşılığını verince öğretmenin yüzü değişti. Gülümseyerek:
-Bakın siz de işin idrakindesiniz! dedi. Ancak, idrak değil, konuştuğumuzun algı olduğunu, dilimizin durulaşması için dallanmış budaklanmış yabancı sözlerin etkisinde kalmamamızı, idraki bir örnek aldığını, şuur, tahte şuur yerine bilinç, bilinçaltı, tedai yerine çağrışımı benimsememizi önerdi. Geçen derslerdeki önerdiği Osman Pazarlı’nın kitabını bu bakımdan da beğendiğini söyledi.
Sevk tabii-İçgüdü, Umde-ilke, İptidai-İlkel, itikat-İnan, vazife-Görev, mukayese-Karşılaştırma sözlerini tekrarladı. Yunus Kazım Öğretmen:
-Devam edeceğiz! deyip ayrıldı.
Öğretmen ayrılınca Mustafa Parlar yüksek sesle:
-Çalış, tembelliği kaldır elinden gelirse bizden! deyince:
-Ağzına sağlık! sesleri arasında salondan ayrıldık.
*
Yemekte konu, Uygulama dersleri. Her Salı mı sürecek bu dersler yoksa ara ara mı? Sıra Abdullah Ön’de. Abdullah Ön, özellikle halk türkülerini güzel söylüyor. Halk türkülerini söylemek, başarılı ders vermek için yeterli mi? Yeterli diyen yoktu ama nedense gene de tartışıldı: Yeterli olamaz. Çünkü Müzik dersleri salt türkü dinlemek ya da söylemek değildir! Üstelik güzel türkü söylemek zararlı da olur. Güzel türkü söyleyen öğretmen gibi güzel keman çalan ya da başka bir enstrüman çalan da olur. Bunlar, çaldıklarını ya da söylediklerini güzel sunarlar ama bunun dışındakiler de önemlidir. Özellikle güzel söylediği türküler birinci plânda algılanır, öğrencilerin ilgileri sınırlandırılmış olur.
Sahiden uygulama dersi varmış. Abdullah Ön, benim yaz çalışmalarıma katılan Meliha Aygen'in sınıfına ders verecek. Bu öğretmene nedense öğrenciler bir ad takmışlar Çamaşırcı! Bunu bilmeme karşın kimseye söylememiştim. Bir de gördüm ki, bu sıfatı en son öğrenen sanki ben oldum. Bu tür konuşmalara katılmayan Talip Apaydın bile "Çamaşırcının sınıfı" deyiverdi.
İşin ilginci, Abdullah Ön sanıldığı gibi hiç de türkü söylemedi. Tam tersini yaptı, öğrencilere söyletti. Tek dikkat çekici tarafı biraz yüksek sesli olmasıydı. Ancak, (bana göre) gereksiz yere tahtaya ya da sıralara vurdu.
Derslikte yabancıların olduğu öğrencilere sanki her an anımsatıldı.
Ders sonunda Öztekin Öğretmen çok beğendiğini söyledi. Ancak o da bazı davranışların ifrat düzeyinde olduğunu belirtti.
Abdullah Ön kendini savundu:
-Ne yapayım, akşam sabah şakalaştığım, tartıştığım arkadaşlarım karşımda, gözlerim ister istemez onlara takılıp bazı olayları anımsattı, gülmemek için kendimi zor tuttuğum anlar oldu. Onlardan kurtulmak için söylediklerime fazla sarıldım. Sizlerin olmadığı zamanda bu kusurlarımı sürdüreceğimi sanmıyorum. Muttalip Çardak karşılık verdi:
-Olsa bile biz duymayacağız.
Öztekin Öğretmen de gülerek:
-Böylece sorunu çözdünüz! "Bizim görmediğimiz her olay iyidir, normaldir!" görüşü, bir iyimserlik sayılır mı? Hadi biz sayalım!
Ders sonunda Öztekin Öğretmen bizi serbest bıraktı. Ben de Büyük Salona geçip kitabımı okudum.
Saint-Preux’tan Julie’ye üç mektup. Saint-Preux Julie’ye deli gibi aşık. İkisinin de kim oldukları mektuplardan iyice anlaşılmıyor. Saint-Preux, Julie’nin öğretmeni olabilir.
*
Yemekte, bir süre kendi kendimizi eleştirdik. Başkalarını beğenmiyoruz ama onları niçin beğenmediğimizi inandırıcı bir biçimde açıklayamıyoruz. Onlar bizi beğeniyor mu? Beğenmiyorsa bunda bizim suçumuz yok mu? Askerlik Kampı’nda gördük; öteki yüksek okullardaki öğrencilerin de bizden farkı yok. Fark gibi görünen ayrıcalık okullarının saygınlığından geliyor. Öyleyse bizim sorunumuz biraz da okulumuzdan geliyor. Söz bana düşünce ben, çoğunlukla yöneticilerin beceriksizliğine yoruyorum. Örneğin şunu sık sık tekrarlıyorum:
- Geçtiğimiz yaz buraya saymadım ama neredeyse yüz kadar ünlü insan geldi. Halide Edip Adıvar, Adnan Adıvar, Falih Rıfkı Atay, Yaşar Nabi Nayır, İhsan Akay, Ahmet Kutsi Tecer, Behçet Kemal Çağlar, Reşat Nuri Güntekin, daha niceleri. . . . Bunları karşılayan olmadı. Gelenler kendileri bir yerlere sorarak girdiler. Arada Ali Kılıç Öğretmen göründü. Okul Müdürünün ortaya çıktığını ancak Hasan Ali Yücel geldiğinde gördüm, o da saatler sonra. Cumhuriyet Bayramı’nda Hüseyin Çakar’la Gazi Lisesi’nde kaldığımızda oranın müdürü Hasan Özbay, her dakika bizimle ilgilendi. Ahmet Yekta Madran’ı ise hiç yalnız bırakmadı.
Bölüm Başkanı haber göndermiş:
-Plak dinlemeyi erteleyelim! Bu haber, benim de işime yaradı. Kitap okudum.
Saint-Preux’un uzun mektuplarına kısa pusulalarla cevap verince Julie adına üzülmüştüm. Oysa öyle değilmiş, Julie de Saint-Preux ölçüsünde zeki, bilgili biri olarak karşıma çıktı. Saint-Preux ‘un yılgınlığına karşın onun derecesinde üzgün ancak onun gibi pes etmeye niyetli değil. Saint-Preux’u yönlendirecek gücü kendinde buluyor.
Yatınca bir süre mektuplarda okuduklarımı anımsamaya çalıştım. Yazar, kitabı basacak kişiyle konuşurken söylemişti, çoğunluk içinde yaşayanlar, konuşmalarda adeta yarış ederler. Kimse ötekinden geri kalmaya razı olamaz. Mektuplarda bu, daha iyi anlaşılıyor. Saint-Preux ile Julie adeta söz yarışındalar.
Köydeki sevgililer mektuplaşsa bunca sözü yazabilirler mi? Sevgileri belki daha çok olabilir ama iş söze gelince kısa kesilir. Rousseau da bunu diyor. Diyor ya kendisi kahramanlarına sayfalarca mektuplar yazdırıyor. İnsanlar Rousseau’nun dediği gibi hep kırsal yaşamda olsa o mektupları nasıl yazacaktı? Yazsa bile kim okuyacaktı? Köydeki Emine Abla’nın annesini anımsıyorum, askerdeki damadına mektup yazdırmak için bize gelir ya da beni çağırtırdı. Kesinlikle yazmayı bana bırakmıyordu. İlk söz:
-Evvelâ mahsus selâm eder gözlerinden öperim! diye başlar, arkasından ineğin buzağıladığını, damın aktığını yazdırır, sonunda da ağlamaktan gözlerinin görmez olduğunu söyler, mektubu kapatırdı. Asker ocağında özlemle çocuğundan, eşinden haber bekleyen Ali Ağabey izinli geldiğinde bana çıkışmıştı:
-Dinleme o cadıyı, araya iki sözcük sen de ekleyiver! demişti.
21 Şubat 1945 Çarşamba
Süleyman Karagöz’e sataşanlar oldu:
-Seni konuşturmasaydı, ağlayacaktın! Süleyman Karagöz:
-Sen olsan haklı olduğun bir konuda direnmez misin?
Konu belli, geçen hafta Doç. İbrahim Yasa’dan söz arasında söz istemiş, öğretmen önce söz vermediği için Süleyman Karagöz de yerine oturmayıp:
-Lütfen, bir iki söz söyleyeyim! demişti. Doç. İbrahim Yasa öğretmenin hoşgörülü olduğu öne sürüldü. Süleyman Karagöz’ün direncini her hangi birinin öteki öğretmenlere yapıp yapamayacağı tartışıldı. Önce Sabahattin Eyuboğlu, arkasından Yunus Kazım Köni, daha sonra da öteki öğretmenler sıralandı.
Kahvaltıda da aynı konu tartışıldı. Öğretmenlerimiz içinde hoşgörülü olduğunu sandıklarımız bir süre konuşuldu. Bizim bölümdeki öğretmenleri hep hoşgörülü grubuna koyduk. Ancak ben içimden bazılarına katılmadım. Örneğin Bölüm Başkanımız pek hoşgörülü değil. Önce "hoşgörü"den ne anlıyoruz? Suçluyu affetmek mi? Görevini yapmayana aldırmamak mı? Kendisini doğrudan ilgilendiren bir olayda zararına razı olmak mı? Doğru olduğunu bildiği bir olayı, karşısındaki yanlış anlatırken susmak mı? Arkadaşlar karşılık vermedi. Sustular ama ben içimden içimden düşündüm:
-Bana göre hoşgörü ya da hoş görmek ne anlama gelmektedir?
*
İbrahim Yasa Öğretmenden önce piposunun dumanı kapıyı yaladı. Sahiden duman oldu mu? Göremedim ama fısıltılar böyle başladı. Tiryakilik bu olsa gerek!
Mahir Canova Öğretmen de pipo kullanıyor. Ancak o, bu denli bağlı değil. Üstelik biz, Mahir Öğretmen pipoluyken, onu daha da başka gözle görüyoruz. Pipo bana hep Kurt Larsen filmini anımsatıyor. Filmde oynayan Eduard Robinson da sürekli pipo tüttürenlerden. Yıldız dergisindeki resimleri hep pipolu. Bana göre asıl pipocu da Sabahatttin Ali. Üstelik o pipoyu ağzının yanında tutuyor. Konservatuvar Md. Yardımcısının odasına girdiğimde hep onunla karşılaşıyorum. Genellikle orda oturuyor. Gittiğimde hep onunla karşılaşıyorum. Her defasında da piposunu elindeki bir nesneyle karıştırıyor.
Öğretmen gülümseyerek:
-Konuştukça nelerle karşılaşıyoruz, görüyorsunuz ya, daha da neler çıkacak! deyip az durdu. Sonra da yeni bir yöntem uygulamak istediğini söyledi:
-Size bazı sorular soracağım. Verdiğiniz karşılıkları gözden geçirip dikkat çekicileri tartışmaya açacağım. İlk konumuz köy gençliği, köylerinizdeki gençler, (12-18 yaş arası) nasıl vakit geçiriyor? Bir ortak oyalantıları var mı? Kız-erkek birlikte, ayrıca kızlar ayrı erkekler ayrı geleneksel eğlenceleri var mı? Soru oldukça açık olmasına karşın tekrar tekrar soruldu. Öğretmen açıkladı, kasaba ya da büyük kentler etkisiyle gelen yenilikler (Düğünlerde olan değişimler gibi) değil, köyün kendi gelenekleri olarak kesin sınır çizdi.
Konu anlaşılır duruma gelince öğretmen, Süleyman Karagöz’e takıldı:
-Güzel bir araştırma yapmışsınız, bunu neden bugüne dek ortaya çıkarmadınız?
Öğretmen daha sonra dergide çıkan köy konulu yazıları ele aldı. Arkadaşlar öğretmenin beğendiklerini sordular. Öğretmen:
-Rey beyan etmem doğru olmaz. Ancak ben daha gerçekçi gözlemler bekliyorum. Köyde olanlar zaten var, onları anlatmak kolay. Önemli olan, olanlar neden var, olması gerekenler neden yok? Bunları irdelemek önemli.
Arkadaşlardan bazıları:
-Her olayın içinde din etkisi var, bunları nasıl önleriz? sorusunu sordu. Öğretmen kesin olarak bu söze katılmadığını, bizim görevimizin din işleri değil doğa , işleri olduğunu, doğanın içinde yaşayan insanların doğanın kanunlarına sırt çevirmelerini önlemek! dedi. Örnekler verdi: En katı Müslüman bir çiftçi tarlasının iyi ürün vermesini ister. Üstelik bunun için de çareler düşünür. Bakın, çiftçilerin bir nadas sorunu vardır. Bu nadas sorunu bir arayış sonunda benimsenmiştir. Meyve ağacının daha güzel meyve vermesini niçin istemesin? Kendi ağacında denenmesine karşı olursa bu olay başka olaylardan kaynaklanabilir. Sütten ağzı yanan yoğurdu üflermiş! Unutmayalım ki halkımız yüzyıllar boyunca kötü yönetimlerden çok çekmiştir.
Öğretmen tekrarladı:
-Bence bizim yani sizin başlıca göreviniz, halkın dinsel inançlarına bulaşmadan doğal eksikliklerini gidermeye çalışmaktır. Dinsel inançlarla uğraşmak öğretmenin işi olmamalıdır. Öğretmen ancak , birbirine karışmış olan doğal ağırlıklı geleneklere aydınlık getirebilir. Örneğin 10-12 yaşındaki evlenmelerin, yurdumuz insanı için sakıncalı olacağını, dünyanın değişik bölgeleri olduğunu, o bölgelerde insan yetişmesi bakımından önemli değişiklikler olduğunu bilimsel gerçekliği içinde anlatmaktır. Özellikle sağlık konusunda, kullanılan ilâçların gâvuru, Müslümanı olamayacağını, onu bulan insanların bunu tüm insanlık hayrına bulduğunu anlatabiliriz.
Öğretmenin söylediğine katılmayanlar oldu . Öğretmen gülümseyerek:
-Kendi inandığını bırakıp başkasına katılmak, salt dindarlar için değil tüm insanlar için geçerli. Bakın siz de söylediklerime hemen katılmadınız. Ancak biliyorum, az sonra kendinizi benim söylediklerimin sahibi olarak göreceksiniz.
Öğretmen gülerek ayrıldı . Ödev, Köydeki gençlerin geleneksel eğlentileri. . . .
*
Doç. Halil Demircioğlu ağır çantasını masa üstüne atarca bırakıp ellerini ovuşturarak:
-Geçen hafta, bu savaş üstüne konuşmayı bitirelim demiştim. Anca bir noktada siz daha bir kaç söz söylemenin yararını düşünüm. O da Japonya hakkında. Bakın bizim tarihimizde iyi fena bir Çin vardır. Çin oluyor da Japonya neden olmuyor? Çin’le Japonya arasındaki mesafe o kadar uzun değil. Biz gitmesek bile Japonlar, biz Türklerin oturduğu yerlere gelmiş olamaz mı? Besbelli olmamış. İşin bir başka ilginç yanı da tüm dünyayı dolaşan maceraperest sömürgeci Avrupalılar, nedense en son Japonya’yı keşfetmişler. Öyle çok eskilere gitmeye gerek yok, 19. yüzyıl ortaları. Bu gecikme neden?
Öğretmen bundan sonra Japonya ile İngiltere adalarını karşılaştırdı. Eski insanların denizlerle pek barışık olmadığını, İngiltere’ye karadan ne zaman göç gittiğinin pek bilinmediğini, ancak Romalıların yazılı belgelerinde İngiltere’nin geçtiğini anlattı. Benzer durumun Japonya için de söylenebileceğini ekledikten sonra Japon adalarına Çin kıtasından gidilmiş olacağını varsayarak Japon halkının Çin ırkından geldiği varsayımına inandığını, ancak bunun zamanı için bir tarih söylenemediğini anlattı. Çin’in çok eski bir tarihi olduğu biliniyorsa da Japonya’nın da Çin’den geri kalmayacak bir tarihe sahip olduğunu ancak Japonların geleneklerine Çinlilerden çok daha bağlı kaldığını söyledi. Örnek olarak da Çin tarihinin imparator ailelerini ayrı ayrı dönemlerde yaşadığını öyleyse orada değişimler olduğunu oysa Japon tarihinde tek bir ailenin saltanat sürdüğünü, şimdiki imparatorun da bu ailenin uzantısı olduğunu, bunun 124. Japon İmparatoru olduğunu söyledikten sonra bizim Osmanlı ailesinden gelen padişah sayısını sordu. 36 sayısı söylenince öğretmen 36 padişah 600 yıl, bunu 120 yapsak kaç yıl olur? diye sordu. 2000 yıl! diyenler oldu. Bu arada yanlış sözü edildi. Öğretmen gülümseyerek:
-Doğrusunu bilemeyiz. Zaten hesabımız yuvarlak olarak hesap. A.B.D kurulalı 150 yıl oldu. Bu süreçte 32 başkan değişti. Ancak imparatorluklar çok farklıdır. Zaten biz kesin konuşmuyoruz. Ben sözü Japonların geleneklerine çok bağlı oluş nedeni üstüne dikkatinizi çekmek istedim. Bu savaş son bulmak üzere. Almanya işgali kaçınılmaz. Ancak Japonya işgal edilecek mi? Bunu hangi devlet göze alır? Geçen konuşmamda da belirttim, “Japonya yenilse de işgal altına alınmaz!” Daha doğrusu alınamaz. Bunu hangi devlet göze alabilir ki? 50 milyonluk Japonya’nın işgali için adam başına bir nöbetçi gerekir. Bu konuda Japonlar öteki toplumlara bir örnek olmuşlardır. Atatürk’ün dediği de buydu. ”Hattı müdafaa yok sathı müdafaa vardır!” Bunun anlamı şudur:
-Sınırları bekleyelim, düşman girmesin! Ya girerse ne olacak? Osmanlı bunun karşılığını söyleyememiştir. Atatürk, bunu tamamlamıştır:
-Düşman topraklarımıza girerse, topraklarımızı adım adım savunacağız. İşte Japonlar bunu yapacak yurtseverliğe ulaşmışlardır. Japonya kolay kolay işgal edilemez deyişimin nedeni buydu. 2000 yıl bir ailenin yönetimi altında kaynaşmış bir toplumu işgal altında tutmaya kalkışmak pek gerçekçi bir anlayış sayılmaz.
Öğretmen bu kez İngiltere adalarına, son kez, 7. y.yılda Anglo-Saksonların geçtiğini, bunların önce ayrı krallıklar kurduğunu, 17. y.yıl başlarında da tek krallığa geçtiklerini anlattı. Az durduktan sonra, "Tarih bir bütündür, öğrenilecekse gerçeği öğrenilmeli. İki gerçeği önünüze serdim. İngiltere ile Japonya karakter bakımında birbirinin benzeridir. Kendi kendinize sormalısınız, İngiltere adalarına yakın zamana dek göçler olurken Japon adalarına neden göç olmamıştır? Yoksa oldu da biz mi duymadık? İşte tarih bunu kabul etmez! Neden duymadın? Kendini sına! Başka duymadıkların vardır, bunlar da bir gün işine yarayabilir!"
Öğretmen daha sonra, yurdumuzdaki kazıların niçin yapıldığını sordu. Karşılık beklemeden ayrıldı.
Yemekte konumuz Japonlardı. Gerçekte Japonya üstüne çok az bilgi sahibiyiz. Coğrafya kitaplarından öğrendiğimiz yanardağlar, Fujiyama, Osama. Bir iki ada adı, Kiyuşiyu, Şikoko. Başkent Tokyo! Başka? Başka, "Çin işi, Japon işi, kim yaptı bu işi!" Oysa Japonya A.B.D ile neredeyse başa baş dövüşen güçte bir devlet.
*
Bölüm Başkanı gelir gelmez, önümüzdeki haftalar tiyatrolara gideceğimizi, kamyon işini sağlama bağladığını anlattı. Daha önce durumu, okul müdürünün umursamadığına bağlamış, durumu Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’a yansıtacağını söylemişti. Bu kez onları anmadan olayı sağlama bağladığını söyledi. Gülümseyerek:
-Nasıl olsa Şubat ayını da atlatıyoruz, mart ayı ne de olsa bahar sayılır, havalar ısınmasa bile gönüllerimiz ısınacak, gerekirse Kemal Atakol’un okulunda kalırız!
Arkasından da:
-Genel bilgilerimizi tazeleyelim! dedikten sonra konser türlerini, daha doğrusu konser için oluşan enstrüman topluluklarını anlattı.
Tek çalgı, 2 çalgı, 3 çalgı, 4, çalgı, 5 çalgı, 6 çalgı, 7 çaldı dedikten sonra:
-Bunları yerine göre çoğaltırlar ama böylesine pek az rastlarsınız deyip tek çalgıya döndü. Tek çalgı ile konserler olduğunu, bunlara daha çok resital dendiğini, bizim ülkemizde Batılılaşma hareketlerinden sonra önce Osmanlı Sarayında bu tür konserler görüldüğünü Padişah Abdülmecit için Avrupa’dan piyanist Franz Liszt, viyolonist Henryk Wieniawsky gibi ünlü kişilerin geldiğini, ancak bunun halka inmediğini anlattı. Gerçek konserlerin Cumhuriyet döneminin yeniliği olduğunu söyleyerek, solist olarak gelen adlar saydı. Özellikle de 10. yıl şenliklerine katılan şef. Leon Steinberg yönetimindeki Moskova Orkestrası’nın konserleri dinlediğini, Besteci Şoştokviç’i yakından gördüğünü anlattı. Arkasından da Bela Bartok, Bruno Walter. Alfred Corto gibi adları geldiğini ekledi.
Öğretmen konser olarak tek solistle ikili konserlerin farklı olmadığını, ne var ki, ikili özellikle de keman piyano ikilisinin çok ilgi gördüğünü bu nedenle bestecilerin en güzel eserlerini ikili, Keman Piyano Sonatı adı verilen bu türü önemsediklerini, özellikle de Mozart’la Beethoven’in piyano keman sonatlarının eşsizliğinden söz etti. Beethoven’in İlkbahar, Kreutzer sonatlarını anımsattı. (İkisinin de plakları var, defalarca dinlemiştik)
Çalgılar 3’lendikten sonra değişik bir anlam kazandığını, Triyo
Kuartet, kentet, Sextet durumundaki konserlerin Oda Müziği olarak bir ad aldıklarını anlattı. Bestecilerin bir çoğunun bu tür müzikleri çok uttuğunu özellikle Viyana Klasikleri Josef Haydn’ın ;Mozart’ın; Beethoven’in bu tür şaheser düzeyde eserler bestelediklerini, Josef Haydn’ın 80 kuarteti olduğunu bu kuartetlerin sayısız senfoniyi gölgeleyecek boyutta sevildiğini söyledi. .
Öztekin Öğretmen:
-Sıcağı sıcağına, akşam isterseniz oda müziği dinleyelim! deyip ayrıldı. Buna sevindim, kimse plak zırıltısı etmeyecek. Sınırlı sayıda ikili sonat var, onları dinleyeceğiz. Uzunca bir süre sonatları çaldım. Piyano, sonat eşittir Mozart. . . .
Yemekte bunu söyledim. Ekrem Bilgin karşılık verdi:
-Keman, yay eşittir Seybold!
Yemekten sonra hemen hemen hepimiz sevinerek salona döndük. Öztekin Öğretmen de erken geldi. Keman Piyano sonatı olarak önce Sezar Frank sonatını önerdim. Öztekin Öğretmen:
-Bana sormayın, ben size uyacağım! deyince plağı taktım. Arkasından Beethoven Kreutzer Sonat, onu Johannes Brahms La majör sonat izledi. Sona Mozart’ı bıraktım, sol majör kv. 293 A. (Kv. 301) Sonat başlayınca daha birilerinin gözleri açıldı:
-Bu plak yeni mi? Yeni de değil eski de! Yaz tatilinde edindiğimiz Sivas Millet Vekilinin plaklarından biri. Gerçekten plak az çalınmıştı. Sanırım çalındığında da arkadaşlar dikkatle dinlememişler. Bu gece keman seslerine özel bir dikkat gösterdiklerinden daha duyarlılar.
Plak bittiğinde öğretmenden notasını da sordular. Öğretmen, orkestradaki arkadaşlarından sağlayabileceğini söyleyince yeni bir heyecan dalgası oluştu. Bu güzel sonat çalışmaya değer! Sevince öğretmen de katıldı, yeni düşlerle yatakhaneye döndük.
Yatınca bir süre uyuyamadım. Biz sahiden böylesi eserleri çalabilir miyiz? Keman sonatının piyano seslerini su içer gibi algıladım. Kv. 545 nolu sonattan nesi farklı? Becerebileceğim inancı içinde uyudum.
22-Şubat 1945 Perşembe
Yunus Emre adı geçti. Kulak verdim son sınıflar. Nuri Özyıldız:
-Geçen yıl üzerinde az durmuştu. Bu yıl çok önemsiyor! diye birine anlatıyordu. Yunus Emre hakkında oldukça bilgim var. Şiirlerinden ezberimde yok ama, efsaneleşmiş bir yaşamı olduğunu az çok biliyorum. Köyde Abbas Amcam anlatıyordu. Geçen yaz Aşık Veysel’in de dilinden düşmüyordu. Bir kez bana da sormuştu:
-Sizin Bektaşi’ler onu nasıl tanıyor?
Bu kez köye gidince bunları hep soruşturacağım! Nuri Özyıldız’la iyi konuşuyoruz. Sormayı düşündüm ama vazgeçtim. Hamdi Keskin Öğretmen bizim sınıfta o konuya girmeden öğrensem ne olacak? Gene de aklım Yunus Emre’de kaldı. Prof. Köprülüzade Mehmet Fuat’ın kitabını aldım. Biliyorum, ona az yer verilmiş ama hiç yoktan iyi. Zaten Hamdi Keskin Öğretmen yazarların hayatları üstünde durmuyor.
Kahvaltıda, Hamdi Keskin Öğretmen’den söz açılacağını beklerken Mozart sonatı etkisinin sürdüğüne şaşkınlık içinde tanık oldum. Hemşerim Kadir Pekgöz bile melodiyi anımsamaya çalışıyor. Bile diyorum, küçümsediğimden değil, onun böyle tutkusu olmadığını bildiğimden. Sonunda karar verdik:
-Plak dinleme gecelerinde son olarak Mozart, sol majör kv. 301 a çalınacak. Sonatın b’si de var mı? Varsa bile bizde yok. Halil Yıldırım duramadı:
-Adama bak! (Mozart için) Sonat bestelemiş, kendini tutamamış bir de a, b diye sıralamış! deyip güldü. Ekrem Bilgin, söylenmek istenen anlama yanaşmadığı için kendi düşüncesini söyledi.
-Ben olsam, öyle a, b diye sıralayacağıma ona da bir numara verirdim. Ben de Ekrem’e karşılık verdim:
-Mozart’ın eserlerini ölümünden sonra başkaları sıralamış. Eserlerinin numaraları yanındaki Kv. Harfleri bunu gösteriyor. Dr. Ludwig Ritter von Köchel adlı biri tüm eserleri sıraya koymuş. Daha önce başkaları da bunu yapmaya kalkıştığı için ortaya bir kargaşa çıkmasın diye şimdilerde baskıcılar Dr. Köchel’in ilk adını yazıyorlar. Salt bu değil bir başkası da Alfred Einstein de Mozart’ın eserlerini sıraya koymuş. Kimi kez bu iki sıralama çatışmaktadır. Dr. Köchel sıra numaraları yanına bunun için adının ilk harfi "K" eserin numarası yanına eklenir. Akşam dinlediğimiz sonattaki 301- 293 sayıları sanırım bu iki numarayı da göstermektedir.
*
Hamdi Keskin Öğretmen, elinde oldukça kalın bir kitapla geldi. Kitabı gösterdi:
-Şiir Antolojisi. Antoloji sözünü biliyordum, benim kitaplarım arasında Şaheserler Antolojisi adlı kitap var. Onun içeriğini de bilir gibiyim ama Antoloji sözü bana hep yabancı gelirdi. Belki geçmişte üstünde durulmuştur, pek ayırdında değildim. Sözü, And ya da ant sözlerine oloji eki takılmış gibi düşünüp bir sonuca gidemiyordum. Çünkü "loji" ekinin bilim, bilgi olduğunu öğrenmiştim. Biyoloji, Psikoloji, Sosyoloji sözlerinin anlamlarını hatta alanlarını öğrenmiştim.
Hamdi Keskin Öğretmen anlatınca büyük bir sorunumu çözmüş gibi sevindim. . Meğer Antoloji, Hend, Hand, yani el sözünden geliyormuş, kitap anlamı da El kitabıymış. Oysa ben sözde Almanca okuyordum, Hand’ın el olduğunu bildiğim gibi, Handarbeit'in elişi, el çalışması, Handarbeiter’ın el işçisi, Handball’ın el topu, Handcrem’in el kremi, Handekoffe’nin el çantası, Handbuch’un el kitabı olduğunu biliyordum. Bir süre duraksadım. Hamdi Keskin Öğretmen Antoloji sözünü açıkladıktan sonra gene de eksik kalan bir yan olduğunu düşünerek, sordum:
-Bu söz, ya da ad, doğru mu? And ya da ant el yerine geçiyorsa loji bilim olduğuna göre antoloji el bilgisi anlamına gelmiyor mu? Örneğin biyoloji hayat bilgisi, Psikoloji ruh bilgisi oluyor da Antoloji niçin el bilgisi olmasın? Hamdi Keskin Öğretmen gülümsedi. Bana dönerek:
-Bu senin sorduğunu ben de yaşadığım sürece soruyorum. Sorduklarım da, inan ki, dönüp bana soruyorlar. Ben bunun karşılığını bulamadım. Ancak karşılığını bulamadığım daha bir çok soru var. Sanırım onları bir sıraya koyup sorarsak inandırıcı bir sonuç varırız. Örneğin Gutenberg denilen kişi matbaayı 1440 yılında kurmuş. Bu yeni buluş Osmanlılara kaç yıl sonra ulaşmış? Lale Devrinde, yani 1720’li yıllarda. Kaç yıl fark var? Hemen hemen 300 yıl. Bir ulus için bu süreç çok önemlidir. Bakın, dünyanın şeklini değiştiren iki büyük savaş yaşandı. Bu iki savaşın 1. sinin sonucunu A.B.D. belirlemişti. Görünen o ki bu savaşın da sonucunu gene A.B.D belirleyecek! A.B.D yeni bir devlet. Kaç yaşında? 1776’da kurulduğunu söyleyenler oldu. Hamdi Keskin Öğretmen:
-Bunu 1800 dersek daha doğru olur, 150 yaşında bir devlet. A.B.D. halkı, bir ulus değil uluslardan katılmış insanların oluşturduğu bir topluluk. Demek böylesi de oluyormuş. A.B.D. halkı gerçekte Avrupa devletleri arasındaki din kavgalarından bizar olup yeni kıtaya sığınanların oluşturduğu bir toplum. Onların atalarını kaçırtanların torunları onların eline muhtaç duruma gelmiş durumda. Bu gelişme 150, bilemediniz 200 yılda oldu. Gutenberg’le Müteferrika arasında neler olmazdı ki? Bunları şunun için söylüyorum. Bir sözümüz vardır; halk sözü:
-Deveye sormuşlar, “Boynun neden eğri?. Deve karşılık vermiş:
-Nerem doğru ki?
Türk dili, kendi devleti tarafından yok edilmek istenmiş. Öğretmen elini kaldırıp kitabı göstererek:
-İşte bugün okuyacağımız insanlar, tarlada, kırda konuşmalarını, aşklarını, özlemlerini yansıtmasaydı bizler şimdiki gibi rahat anlaşamayacaktık. Geçmiş derslerde okuduk, Baki, Nef’i, Nabi, Nedim Efendilerden belleklerinizde bir şeyler kaldı mı? Kaldı ki onlar da bu durumdan yakınıyorlardı. Ama Nef’i kendini zamanın ulemasına kanıtlamaya çalışırken elinde bağlaması, Karacaoğlan, Gevheri ya da Emrah günümüz diline yakın bir duruluk içinde özlemlerini ortaya döküyordu. Soracağınız sorunun karşılığı burada. Üç yüz yıllık bir dil cenderesinden kurtulan Türkçe, henüz, Fransız ya da Alman dillerinin rahatlığı düzeyine erişememiştir. Bunun sonucu olarak bizler, bazı özveriler göstererek önümüze konan kuralları, şimdilik benimseyeceğiz. Ne zamana kadar? Bu boşlukları doldurmaya çalışanların görevlerini tamamlayacağı güne kadar. Öyleyse biz de Antoloji için, kısaltılarak yakıştırılan anlamı doğru bilerek olduğu gibi anlayacağız. Antoloji, el altında bir çok değerli yazıların bulunduğu bir kitaptır. Bunu istersek el altında bulundurulacak kitap olarak da düşünebiliriz.
Öğretmen kitabı açarak sordu:
-Yunus’la başlayalım mı?
Öğretmen sordu ama cevap beklemeden:
-Yunus Emre’nin Anadolu’nun karışık bir dönemimde 13. yüzyılda yaşadığını anlattı. Mogol istilâlarından yoksul düşen Anadolu halkının umutsuz dönemlerinde insanların çaresizlik içinde yeniden sağlıklı yaşama kavuşmak için din kurumuna sığınmaya çalıştığı dönemde Yunus Emre, değişik bir söylemle insanın kendine dönmesini, Tanrı sevgisinin de kişinin kendini sevmesine bağlı olduğunu, kendini sevmeyen bir kişinin hiç bir kapıda yeri olamayacağını değişik sözlerle ortaya dökmüştür! dedikten sonra:
1. Ben bende bul çün Hak’kı Şekk ü güman namdır benim O dost yüzün görmezisem Bu gözlerim nemdür benim Gelsin münacat eyleyen Doksan bin hâcet söylesin Taşra ibadet eylesin Görün o dost nemdür benim Musa olup Tur’ a çıkam Nûr oluban gözden bakam Söz oluban dilden çakam Sür u negam nemdir benim Musa varır Tur’a çıkar Orya varır nura bakar Dosttan ayrı zerre kadar Bu gözlerim görmez benim O dost bana ümmi demiş Hem adımı ümmi komuş Dilim şeker gövdem kamış Bu söyleyen nemdir benim Ümmi benim Yunus benim Dokuz atam dörttür anam Aşk oduna düşüp yanam Sûk- u pazar nemdir benim.
Açıklama: Çün Hak’ı, Hak için. . Şekk ü güman, Kuşkulu, belirsiz. . Nemdür, nemli ıslak. Münacat, Tanrıya yakarış, hacet, istek, dileme. Nemdür, neyimdir, neyim olur. .
Tur, bir dağ (Sina Yarımadasında) ümmi, bir şey bilmeyen. Nemdir, neyim oluyor? yakınlığım var mı? Sür u negam, Aslı, nesli, Sûk-ı Pazar, alış veriş yeri.
Öğretmen, Pir Sultan Abdal’n, 2. Bayezit, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde yaşadığını söyledi (1480-1550 arası)
Pir Sultan Abdal’dan bir şiir okudu.
1 Bu yıl bu dağların karı erimez Eser bâd-ı sabâ yel bozuk bozuk Türkmen kalkıp yaylasına yürümez Yıkılmış aşiret il bozuk bozuk Kızılırmak gibi çağladım aktım El vurdum sinemin bendini yıktım Gül yüzlü Ceren’ in bağına çıktım Girdim bahçesine gül bozuk bozuk Elim tutmaz güllerini dermeğe Dilim tutmaz hasta halin sormağa Dost cevabın manasını vermeğe Sazım düzen tutmaz tel bozuk bozuk Pir Sultan’ım yaratıldım kul diye Zalim Paşa elinden mi öl diye Dostum haber iletiyor gel diye Gideceğim amma yol bozuk bozuk
Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek:
-Bakın, Anadolu’nun bir simgesi olan Kızılırmak karşımıza çıkıverdi. İşte bunu bile sevgiyle karşılıyoruz. İşte bu, o görkemli Divan Şiirimizde yoktur. Nef’i de kimi yer adlarını ağız ucuyla söyler, Kağıthane, Edirne gibi ya da Nedim, İstanbul, Sadabat, Beşiktaş der. Bunlar çok sınırlıdır, geniş halk tabakasının kavramsal alanı dışındadır. Kızılırmak ise çok başkadır. Kızılırmak nehrini hiç görmemiş uzak bölge insanları bile Kızılırmak üstüne yakılmış Kızılırmak ağıt-türküsünü gözleri yaşararak dinlerler.
Öğretmen "devam edeceğiz!" deyip ayrıldı.
Konuşmalar oldu ama bizim ders yerimiz değiştiği için koşarak Kitaplığa geçtik.
Doç. Niyazi Çitakoğlu gene paltosuyla geldi. "Guten tag!" dedikten sonra sordu:
-Yoksa Guten Morgen mi demem gerekirdi? Mustafa Saatçi “Falş!” dedi. Niyazi Çıtakoğlu birden:
-Ne dedin ne dedin? diye Mustafa Saatçı’ya döndü. Mustafa Saatçı bu kez biraz daha yüksek sesle “Falş!” dedi. Öğretmen bu kez "Şön şön, serşön!" dedi. Paltosunu çıkaracak gibi yapınca duraksayarak:
-Şuraya bir askı taktıramadınız! dedi. Bu kez de Mustafa Saatçi, üşüdüğünü, gönüllü olarak paltoyu tutabileceğini söyledi. Neyse ki öğretmen bu kez teşekkür edip konuyu değiştirdi.
Yabancı Dil öğrenmede öğrenilecek dilin doğru okunması olayının da önemli olduğunu anlattıktan sonra Almanca yazılmış yazılar dağıtarak okumamızı istedi.
Benim payıma düşen yazı bir müzik yazısıydı, ilgimi çekti. Yazmak istedim. Öğretmen görünce durdurdu:
-Yazı kalabilir, çevirmeye çalış, lügatin var, parçadaki sözler öğrenci düzeyindedir! deyince rahatladım. Öğretmen arkadaşlarla ayrı ayrı ilgilendi. Ayrılırken de parçaları çevirmek üzere bizde bıraktı.
*
İngilizce grubunun öğretmeni gelmemiş, birileri sevinçli. Şakalaşırken söz ciddiye döndü:
-Biz yabancı dilden neden kaçıyoruz? Tarih derslerinde Doç. Halil Demircioğlu’nun azınlık çocukları için söyledikleri anımsadık. Onlar da insan, Rum, Musevi ya da Ermeni olarak doğup kendi dillerinden başka zoraki olarak Türkçe öğreniyorlar. Bu da yetmiyor, Amerikan ya da Fransız Kolejlerine gidip İngilizce, ya da Fransızca öğreniyorlar. Bu dilleri bildikleri için bizim devletimizin önemli işlerinde çalışıyorlar. Kendi köyümü, Lüleburgaz’daki özellikle Musevileri anımsadım. Bize çok gelen Yuda adlı bir Musevi vardı. Onun güzel konuşması, hele plak çalınırken plakla birlikte şarkı söylemesi beni şaşırtıyordu. Yuda öyle sıradan biri değil çok zengin olduğu söyleniyordu. Bizim köye gelişi de iş içindi; köyün tüm koyun sütlerini o alır kendi mandırasında peynir yapardı. Ayrıca Lüleburgaz’da un değirmenleri, bağları vardı. Plaklarımız arasında şarkıcılardan Duygulu soy adlılar vardı. Karı koca oldukları söylenirdi. Hamiyet Duygulu, Zeki Duygulu. Meğer Yuda bunları tanıyor ya da tanıyanları tanıyormuş, bir gelişinde onların imzalarını taşıyan plakları getirince, bu olay köyde çok önemsenmişti. Trakya’daki Musevi karşıtı gösteriler sonunda Yuda Lüleburgaz’dan ayrılınca özellikle bizim köyde yıllarca anıldı. Yuda bir Musevi çocuğu olarak Lüleburgaz’da yetişmiş; nasıl yetişmiş? Sorun işte burada! Yuda için sonraları çok hikayeler dinlemiştim. Musevi dili dışında Türkçe, Rumca, Ermenice, Arnavutça, Arapça, Fransızca, Almanca, Bulgarca bildiği anlatılırdı. Bunları duyan ben, hazır öğreten de varken neden yan çizmeye çalışıyorum? Neden olacak, birlikte yattığım, birlikte çalıştığım, kısacası birlikte olduğum tüm insanlar yan çizerken onların etkisinden kurtulamadığım için. Oysa bunu Kepirtepe'de aşmış gibiydim. Müzik çalışmamı küçümsemiyorum. Ancak Almanca’ya aynı direnci gösterememem neden?
Öğleden sonra Uygulama dersi izledik. Uygulamacı, Hüseyin Çakar. Benim için bir örnek. Dersini akordiyonla yapacak. Hüseyin Çakar akordiyon çalıyor. Çalıyor diyorum, özellikle ege zeybeklerini çalmakta üstüne başka bir kimse yok. Varsa ben bilmiyorum. Ancak onun da bir ilginç huyu var, akordiyonu yalnız Milli Oyunlar için yapışmış çalgı olarak düşünüyor. Söylediğimiz, şarkılar, türküler, marşlar dışında bir parça çaldığına tanık olmadım. Geçen Cumhuriyet Bayramı 19 Mayıs Stadındaki törenlere birlikte katıldık. İzmir’den gelen Liseli İzcilerin zeybek müziklerini Çakar'la ikimiz çaldık. Daha doğrusu Çakar çaldı ben de ona uydum. Çakar piyanoda da sınırlı çalışıyor. Kendi çok sesli yapmaya çalıştığı bir Ankara Oyunu için neredeyse tüm zamanını veriyor. Çalmasını söylediğimde bana parmaklarını gösteriyor:
-Bu parmaklarla piyano çalınır mı? Parmakları kısaymış. Gerçekten onun parmakları benimkilerin yarısı boyunda. Bence bu bir neden olamaz. Çalıştığı parçaları pekala çalıyor. Kendi süitini o parmaklarla çaldığına göre, öteki parçaları neden çalamasın?
Topluca gittik. Hüseyin Çakar, aynı zamanda yıl sonunda burada öğretmen kalmaya aday. Gerçi Bölüm Başkanı ile anlaşamıyor ama, okulun gereksinimi olduğundan, sanırım Bölüm Başkanı engel olmayacak. Nedeni de Milli Oyunlar! Milli oyunları şimdiki durumda ikimizden başka meydanlarda akordiyonla çalacak yok. Okul Müdürüne kalsa hemen davul zurna takımı getirip işi alaturkaya dökecek. Bölüm Başkanının benimsemeyeceği bir olay. Davul-zurna, ayrıca Güzel Sanatlar Bölümü’nün amaçlarına ters düşen bir anlayış.
Uygulama dersi bu kez Sağlık Bölümü’ndeymiş. Oraya hiç gitmemiştim. Öğrenciler mandolin çalışması için bizim salona geliyordu ama nedense ben onlara da pek ısınamamıştım. Öğrencilerin ilgisizliği yanında, öğretmenleri de mandolin çalışmalarını pek umursamıyordu. Bir ara bu konuda bir sorunumuz da olmuştu.
Hüseyin Çakar, bu sınıfa müzik dersine giriyormuş. Bir uygulama dersinden çok tüm derslerin ölçülmesi gibi bir durum.
Sağlık Kolu Yöneticisi doktorun eşinin sınıfı. Ya da bana gelirken o öğretmen bu sınıfa bakıyordu. Çocukları yüzlerinden tanıdım. Oldukça sakinler. Hüseyin Çakar da öyle görünüyor; öğrencilerle konuşarak karar veriyor. Geçmiş dersi anımsattılar. Mandolin çalışmalarında neler yaptıkları anlattılar.
Çakar, oldukça deneyimli, dakikalık bir plan hazırlamışmış, bunu daha önce denemiş olacak öğrenciler rahatlıkla uyabiliyor.
1. On dakika, nota okuma.
2. On dakika, ritim çalışması, tempo tutma,
3. On dakika tüm öğrencilerin katılımıyla soruları cevaplama,
4. On dakika, beğenilen şarkıları birlikte söyleme,
5. Beş dakika soru sorma ya da dersin önemli bir noktası üzerinde konuşma!
Not: Önemli bir ayrılık, Sağlık Bölümünde dersler tek saat olduğundan bu uygulama, kısa devreli bir çalışma oldu!
Topluca Salona döndük. Bölüm Başkanı öteki uygulamalar sonunda uzun uzun konuşur, eleştiriler yapardı. Bu kez nedense:
-Yeter artık hep konuşuyorum; biraz da siz gördüklerinizi söyleyin! Hep olumsuzluklar üstünde durulmaz, beğendiklerinizi de söyleyebilirsiniz! dedi. Azmi Erdoğan, Hüseyin Çakar’ın akordiyon çalışı nedeniyle kusurlarını örttüğünü söyledi, kemanla ders yapsaydı öğrenciler bu denli canlı zor olurdu! dedi. Konuşmak istemediğini söyleyen Bölüm Başkanı, Azmi’ye cevap verdi:
-Canlılık sübjektif bir söz. Öğrenciler canlı gibi görünürler ama verilen bilgiler geri istendiğinde sönmüş balon gibi pısışırlar! dedi. Talip Apaydın:
-Hüseyin Çakar’ın aynı sınıfa derse gitmiş olması başarısının başlıca nedeni! deyince, Bölüm Başkanı gene konuştu:
-Çok doğal, öğrenci öğretmenin tavırlarına uymayı öğrenmiştir. Yabancı sınıflarda bu biraz zorlaşır! Başka konuşan olmayınca Bölüm Başkanı ellerini çırpıştırarak:
-Haydi bakalım, kemanlar kutularda sıkılmıştır, onları rahatlatalım! deyip odasına gitti. Arkadaşlar kemanlara sarılınca ben de alt odaya indim. Faik Öğretmenin önerisine uyarak çok dikkatli Czerny’leri tekrarladım.
*
Akşam yemeğinde Bölüm Başkanı’nın Hüseyin Çakar’ı neden sevmediği konuşuldu. Sordum:
-Sevmediğini nereden anladınız? Halil Yıldırım sık sık söylediği sözü tekrarladı:
-Anacığım, "Leb demeden leblebiyi anlamayan aptaldır!" der. Anama karşı aptal olmak istemem. Nedenini bilmem ama sevmediğini adam kendisi belli ediyor, onu da görmezden gelemem!
Bu konuda Hüseyin Çakar’dan bir söz duymadım ama o, Bölüm Başkanına güveni olmadığını saklayamıyor, tüm davranışlarından bu açık açık anlaşılıyor.
*
Yemekten sonra 3. Kitaba başladım. Oldukça acıklı bir durum. Saint-Preux için yazarın kendisi diyenler varmış. İnanamıyorum, insan kendisini böyle üzücü durumlara sokar mı? Kitapta adı geçenlerin içinde en zavallı bence Saint-Preux, yani yazarın kendisi. Eğer yazılanlar doğruysa! Yatınca da bir süre düşündüm, aşk ya da sevmek nasıl bir şey ki? Julie hem sevdi hem de sevdiğine sırt çevirdi. Goethe'nin Röslein şiirini anımsadım :
“ Knabe sprach”ich brache dich . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Röslein sprache “İch stehe dich . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Röslein wehrte sich und stach. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Genç, dayanamaz gülü koparır. Gül de çaresiz kalır, dikenini gencin eline batırır. Ortaya bir acı çıksa da sonuçta bir mutluluk kıvılcımı kalır. Julie’de, şimdilik bir kıvılcım bile göremiyorum.
Yatınca nedense, kitabı okurken aklıma takılanlardan farklı düşünüyorum. Okurken, yazar Rousseau gözümde küçülüyor. Oysa yatarken ona hayranlık duyuyorum. Ne güzel şeyler yazıyor, ne denli çok bilgili. Bunun nedenini düşündüm. Kitapta, mektupları yazanlar ayrı olduğu için yazılanları onlara yamadığımdan sanki Rousseau ortalıktan çekiliyor. Oysa tümünü düşününce bu kez Rousseau gerçek olarak karşıma çıkıyor. Bunu düşününce Saint-Preux’u eleştirmekten vazgeçiyorum. Çünkü sonunda gerçek bir Rousseau olacağı kesin!
23 Şubat 1945 Cuma
Malik Aksel Öğretmen Albrecht Dürer’den söz ederken:
-Albrecht Dürer’le Resim Sanatını Avrupa’nın kuzeyine taşıdık. Ondan sonra bir iki ressamla kıtanın öteki köşelerine uzanıp kendi yurdumuza döneceğiz! demişti. Öyleyse bugün, o ressamları dinleyeceğiz. Bunun rahatlığı içinde sabah gırgırlarını dinleyerek ağırdan aldım. Salon temiz, soba yanmaya hazır.
Enver Ötnü, hemşerisi Hüseyin Sezgin’e takıldı:
-Hemşerim, nerden esti bu Denizlilik, onların dillerini çalmışsın, kızıyorlar! Hüseyin Sezgin Denizli ağzıyla mektuplar yazmış, dergide çıkınca söz olmuş. Hüseyin Sezgin Enver Ötnü’ ye çattı:
-Uydurma Bergamalı, sen İzmirli değilsin, Bergamalı İzmirli sayılmaz! Rahmi Özdemir bağırdı:
-Neymiş neymiş? Arkasından da Tevfik Gültekin:
-Denizlililer adına başkası konuşmasın! Enver Ötnü kasıtlı olarak sözlere aldırmayıp sürdürdü:
-Bak Denizlililer ne diyor? Bu kez de Mesut Yardım:
-Vay açıkgöz vay, anlamazdan geliyor!
Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca sordu:
-Sizin Denizlililerle ne alıp veremediğiniz var, sabah sabah biz Denizli havası tutturdunuz!
Hüseyin Sezgin’in mektupları anımsatıldı. Hüseyin Atmaca kararlı bir tavırla:
-Ege bir bütündür, oradaki insanlar sık sık yer değiştirir. Belki de arkadaşın ailesi Denizli’den gitmedir! Yaşa! sesleri duyuldu. İhsan Güvenç dayanamadı (Atmaca’nın başkanlığına karşıdır) Bravo başkan! Dedikten sonra:
-Başkan değil, muhtar. Bizim köyün muhtarı da böyledir; hemen bir orta yol bulup, işleri yoluna koyar! Rüstem Gündüz sordu:
-Bu taş mı şimdi?
Muzaffer Kayhan yüksek sesle:
-Siz, Denizli menizli derken Çallılara çevirdiniz sözü. Karıncanın kardeşi vardır, hesabını sorarız! Niyazi Başkaya, Kemal Güngör konuştu. Süleyman Adıyaman da karıştı:
-Yaşasın gençler!
Kahvaltıda da Denizli sözü edildi. Kamil Yıldırım da Denizlili, hemşerilerini övdü. Bende ise Denizli ile ilgili iki anı var. Biri, Denizli ilinin Çal ilçesinden olduğunu söyleyen Mehmet Tuğrul. 1941 yılında biz, Kepirtepe olarak Hasanoğlan’a taşınınca, Müdür olarak atanmıştı. Onun için çok çalışkan demişlerdi. Ancak adamın yöneticilik tarafı zayıfmış, kısa zamanda tüm öğrencilerin gözünden düşüp ayrılmak zorunda kalmıştı. Muzaffer Kayhan’la bunu konuştuğumda çok üzülmüştü. Çallı hemşerisini çok övmüştü. Öteki olay da Demirci Mehmet Efe olayı. Bu olayı çok iyi incelediğim için kimseyle tartışmak istemiyorum. Ancak Denizlililer için bir olumsuzluk belgesi bence. Kamil Yıldırım’a bunu sordum. Bilmediğini söyleyince sözü kestim. Bilmeyene anlatmak, çok kez yanlış tepki uyandırır. Gerçi Tarih dersinde Doç. Halil Demircioğlu olayı bir nebze anlattı ama o, benim bildiğim ayrıntılara inmemişti.
*
Malik Aksel Öğretmen, gelir gelmez sobayı gözden geçirip yerine oturdu. Çantasından kitaplar çıkardı. İçlerinden birini seçip kısa bir süre kitabın sayfalarını çevirdi. Bize dönerek:
Albrecht Dürer’i belki haklı ama, kuzeyin tek temsilcisi gibi size sunuşumu haksız buldum. Kuzey Avrupa’nın bir de Hans Holbein’i vardır. Yaş olarak da Albrecht Dürer’ e yakındır. Bir özelliği de resmi İngiltere adalarına taşımasıdır. Ünlü İngiliz filozofu Sir Thomas Moore’un, Kral XIII. Henri’nin portrelerini yapmış, çok tutucu İngiliz krallık ailesini gerçekçilik anlayışı içinde çizerek kapalı dünyasından gün yüzüne çıkarmıştır. Alman olmasına karşın İngiltere’de kendini kabul ettirmiş, bir bakıma İngiliz resminin kara Kıta Avrupa biçemine uymasını kolaylaştırmıştır. Ondan sonra gelişen İngiliz resmi, Alman ressam Hans Holbein’in girişimiyle yeni bir anlayış geliştirip, kıta geleneğine uyarak Avrupa resim akımları içinde yerini almıştır.
Hans Holbein
-İstesek de istemek de, sevsek de sevmesek de gene tarihe baş vuruyoruz. Şimdi yok, ama bir zaman vardı, Felemenk! Şimdiki Hollanda’nın eski adı. Oldukça küçük bir devlet ama, bir zamanlar önemli bir devletmiş. Miş, miş, miş efendim, bu devlet oldukça güçlüymüş. Bir ara da İspanya ile birleşip koca bir imparatorluk olarak saltanat sürmüş. İşte bu süreçte sanata da ayrı bir önem vermiş olacak ki Rembrandt gibi ressamlar yetiştirmiş. Tarih 1606-1669. . .
Öğretmen özet olarak İspanya-Felemenk ortak imparatorluğu üstüne bilgiler verdi. Papalık kurallarına göre kralların evlenmeleri sonunda tahtların da birleştiğini bir süre birlikte olan bu tür devletlerin sonradan kanlı bıçaklı olup ayrıldığını anlattı. Beethoven’in Egmont Uvertürü’nü dinlediğimizde Faik Canselen öğretmenin anlattığı İspanya Felemenk savaşlarını anımsattım. Öğretmen, memnun olduğunu söyledi. Devamla, Rembrandt’ın halktan gelme olduğunu, ayrıca iş içinde yetiştiğinden çalışma disiplini kazandığını, yeteneğini geliştirip çok resim yaptığını, fotoğrafın yerine o dönemde ressamların çizdiği resimlerin geçerliliği nedeniyle varsılların bolca resimlerini yaparak oldukça yüklü bir kazanç sağladığını, üstüne üslük kazandığı ün nedeniyle bir de soylu, oldukça varlıklı bir bayanla evlilik yaptığını, bu nedenle de öteki ressamlar gibi Kiliseye muhtaç kalmadan gönlünce eser ürettiğini söyledi. Giderek işi büyüttüğünü, o güne dek az görülen büyüklükte tablolar çizdiğini, resme sonsuz boyut kazandırdığını anlattı. Örneğin Gece Bekçileri tablosunun 350x360 cm. olduğunu söyleyince hepimiz bir “Oooo!” çektik. Çünkü, söylenen ölçü, bizim salonun karşı duvarından büyük bir alandı!
Rembrandt Goya
Öğretmen daha sonra, İspanya ile Felemenk devletlerinin ayrılmasına karşın iki kanatta da resmin geliştiğini, özellikle İspanya Katoliklerinin Kiliseye bağlılığı, İtalya benzeri, resim gelişmesine yardımcı olduğunu, daha önce tanıdığımız El Greco gibi bir ustayı benimsemiş olan İspanya halkı, giderek resme ısındığını sözlerine ekledi.
Büyük bir kitap gösterdi:
- Madrid’ te bulunan Prado Müzesi Kataloğu. Kitapta bulunan resimleri, ressamları anarak gösterdi.
Francisco Goya deyip durduktan sonra da:
- Bizim çağımıza biraz daha yaklaştık; deyip Goya’nın yaşamını anlattı. Goya’nın 1750-1830 yılları arasında yaşadığını, bize göre pek eski sayılamayacağını, öteki ressamlardan farklı olduğunu, duyarlı bir İspanyol vatandaşı olarak ülkesini işgal eden Napolyon güçlerine, halka zulüm eden Fransız askerlerine tepki gösterdiğini, yapılan insanlık dışı zorbalıkların dehşetini yansıtan çizimlerle savaşın vahşet sahneleri tarihe geçirdiğini üzgün, etkileyici bir sesle anlattı.
Öğretmen ayağa kalkarak elindeki kitaptan resimler gösterdikten sonra:
-Goya’nın yaşadığı çağ olarak gelişmekte olan Romantik anlayışı sezdiğini, bunu eserlerine yansıttığını söyledi, bu nedenle de Goya resim alanında Romantizm’in öncüsü sayılır! dedi.
*
Veysel Öğretmen, getirdiği kağıtları dağıttı. Bugün de portre çalışalım, hazır, Dürer, Rembrandt, Goya öğrenmişken onların izinde neden yürümeyelim? dedi. Önce şaka sandık, öğretmen sözünü tekrarlayınca anladık ki gerçek. Ne düşündüyse öğretmen isteyenlerin, isterlerse ellerinde bulunan bir fotoğrafı büyüterek çizebileceğini söyleyince Beethoven’in bir notası üstündeki resmi model alıp çizdim. Zaten resim, sanki kara kalemle çizilmiş gibiydi, oldukça benzettim. Tüm arkadaşlara yardım eden Veysel Öğretmen bana da geldi, resmi değil de alttaki çizgileri düzeltti. Gerçekten ben çizgileri doğru çizememiştim. Arkadaşlar çok uğraştılar, uzun süre onları bekledim. Öğretmen isteyince de hemen kağıdı verip, bir yükten kurtulmuş gibi sevinerek yerime oturdum. Öğretmen, kendi dağıttığı kağıtları her zaman toplar, gene aynı titizlikle toplayıp ayrıldı.
Yemekte uzun süre resim konuşuldu, istese herkes resim yaparmış ama istemek gerekirmiş. Söz Rembrandt’a dek gitti. Adam sonunda bir zengin kızıyla evlenip rahata kavuşmuş! En iyisi bir zengin kızıyla evlenmek! Zengin kızı sayıklanırken ortaya bir gıcık attım:
-Siz, Avrupa insanları hakkında bilgi sahibi değilsiniz, oradaki erkeklere kızlar belli bir para ile gidiyor. Oysa bizde bunun tersi yapılıyor. Bizlerde para olmadığı gibi bundan sonra da olmayacağına göre o dedikleriniz boşuna düşlerdir.
Biz tartışırken Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca duyurdu:
-Askerlik Dersi için büyük salonda toplanılacak! Saat kaçta? soruları karşılıksız kaldı. Söz, askerlik konusuna döndü, bir sürü olasılıklar öne sürerek salona gittik.
Bir bakıma iyi oldu, okulda, daha doğrusu öteki bölümlerde dönen fırıldaklar üstüne yeni bilgiler edindik. Doğrusu ben, Yapıcılık Bölümü ile Hayvan Bakımı Bölümü dışındakilerin adlarını bile doğru dürüst öğrenmemiştim. Tarım Ekonomisi, ile Tarla-Bahçe Bölümü arasındaki ayrılık nedir? Tek bildiğim, Harun Özçelik, Sami Akıncı'nın birinde, Hüseyin Orhan’la Mehmet Başaran’ın ötekinde olduğuydu. Hele kızların bulunduğu bölümü bir türlü benimsememiştim. Sanıyordum ki, onlar tıpkı enstitü bölümünde olduğu gibi, biçki-dikiş, temizlik işleriyle uğraşıyorlar. Bu kadarını da, Kepirtepe’deyken zaman zaman marangozluk atölyesine işleri düştükçe, onların işlerini yaparken öğrenmiştim. Burada farklı bir şeyler yapıyorlarmış. Ancak o farklar ne? İşte onu gene de tam öğrenemedim. Tek öğrendiğim, kızlar için millî oyunlara ek bir de dans çalışması ekleneceği... Bu da, geldi, gelecek Bella Kent’in bu ders için atanması olayı.
*
Yüzbaşı Sıtkı Ulay, kaşları çatık olarak geldi. Sert sert yüzlerimize baktı. Sanırım korku vermeye çalışıyor ama ben, korkmaktan çok az sonra gülmesini beklerce kendimi tuttum, o gülümsese kesinlikle makaraları salacaktım.
Nerede kalmıştık? diye serçe sordu. En cesurumuz Mehmet Toydemir, hızla kalkıp:
Almanya’nın savaşı kaybedeceğini konuşmuştuk! deyince az kalsın "Hık!" diyecektim.
Yüzbaşı Sıtkı Ulay, sözü alıp başladı:
-Almanya’nın, Moskova’yı vurmadan Kafkaslara inmeye kalkışması yenileceğini ta o zaman belli etmişti. Ne yapacaktı Kafkasya’da? Bakü’de petrolün bittiğini bilmiyor muydu? Hele hele Hitler Çavuşu (Sıtkı Uyal Hitler’i hep Çavuş olarak anar) Rommel’i Afrika’dan çekip orasını boş bırakmakla İngilizlerin ekmeğine yağ-bal sürmüş oldu. Yüzbaşı Sıtkı Ulay sözü Japonya’ya getirerek Doç. Halil Demircioğlu’nun anlattıklarının tam tersini anlattı. Japonya’nın savaş deneyimi olmadığını, 1905 yılında Rusya’ya karşı kazandığının da tesadüf kabilinden olduğunu, Japonya’nın ancak zavallı, afyonlu Çin Halkı ile savaşları kazandığını, geçmiş Büyük Savaş’ta da yan çizdiğini anlattı. Almanya savaştan çekilirse Japonya’nın hemen pes edeceğini söyledi. Özellikle Doç Halil Demircioğlu’nun sözlerinin tersi söylenince arkadaşlardan tepki beklemiştim. Ben bile söz istemeye niyetlenmiştim. Ancak benden daha cesur olanlar var, onları gözledim; Veli Demiröz, gözünü kaşını oynatıyor ama besbelli çekiniyordu. Mehmet Toydemir’e gözüm takıldı, o da tetikte bekler gibiydi. Hasan Özden’le göz göze geldik; Hasan, kaşlarını kaldırarak "Aman ha!" işareti verdi. Tam bu sıra Sakallı (Ahmet Özkan) parmak kaldırdı. Onu gören Sıtkı Ulay sert sert bakarak:
-Söyle bakalım! dedi. Ahmet Özkan,
-Almanya yenilince, zaten sınırına gelen düşman askerlerince işgal edilebilir, Japonya çok uzakta, Japonya savaşı kaybedince oralarını kim işgal eder? efendim! deyince Sıtkı Ulay sertçe uyardı:
-Efendim, yok! Efendim yok! Ancak sualin yerinde, hem de çok yerinde! Haklısın! Amerika uçaklarını gönderip Japonya’yı yerle bir edebilir ama oraya asker indirip Japon halkını tutsak etmekte zorlanır. İşte mesele burada! Bunu ben de merak ediyorum. Yegan yegan düşündüğüm budur. (Yüzbaşı Sıtkı Ulay, Yegan sözünü sık sık kullanır) Sesini yükselterek:
-Amerika’nın yapacağı şu olacaktır: Çin’i silahlandırıp Japonya’dan öç aldıracak! Bunu dedikten sonra bir süre yüzlerimize bakan Yüzbaşı Sıtkı Ulay, bundan sonra Çin-Japon savaşlarını anlattı. Bu savaşların tarihini ancak onların bildiğini, Japonya’nın 1850 yıllarına dek Avrupalılarca pek bilinmediğini, Japonya’nın kendi kararıyla ancak 1860 yıllarında tıpkı bizim Tanzimat olarak ilan ettiğimiz yenileşme benzeri dünyaya açıldığını, o günden bu yana Avrupa’ya öğrenci göndererek teknik alanda çok ilerlediğini anlattı.
Sıtkı Ulay sözü askerliğe getirip, özellikle askerliğin, eskilerin anlayışı gibi kılıç-kalkan ya da top tüfek kullanma olmadığını, bir düşünce bir matematik işi olduğunu, bunları da askerlerin kurmaylık adı altında kazandıklarını anlattı. Japonların Amerika’ya yaptığı saldırılarda bu taraflarının zayıf olduğu görüldü! dedikten sonra yer ismi söyleyerek, buralara yaptığı baskınlar hep hatalıydı. Çünkü oralara kendileri gemilerle gidiyordu. Oysa Amerika uçaklarla yetişip, onların planlarını bozdu!
Yüzbaşı Sıtkı Ulay, konuyu değiştirip bir de kamp muştusu verdi; kampa çıktığımızda bizimle birlikte olacakmış!
Kolunu gerdirerek saatine bakıp ayrıldı.
Yüzbaşı çıkınca, Ahmet Özkan’ı alkışlayanlar oldu. Bir bölüm arkadaş da kampta bizimle oluşunun yararlarını, sakıncalarını tartışıldı. Ben de buna takıldım:
-Geçen yıl kamp yaptık. Kamp çok başka bir olay, orada onlarca subay var, Yüzbaşı Sıtkı Ulay olsa bize ne yararı dokunur? Bir kaç arkadaş birden beni uyardı:
-Sen geçen seneki kampı unuttun galiba, Dil, Tarih-Coğrafya takımıyla nasıl kapılmıştık! Bu yıl tek Dil, Tarih-Coğrafya ile değil belki hepsi ile çatışabiliriz. Geçen yıldan bu yana köprülerin altından çok sular geçti, insanlar bizim aleyhimize dönüyor. Gene de anlamadım. Anlamadığımı gören Halil Dere elimi tutup beni susturdu. "Aramızda konuşuruz!" Kızılçullu grubunun Emin Soysal tutkusunu bildiğim için Halil Dere’nin söyleyeceklerini de önemsemedim. Gene de konuşalım! dedim.
Halil Dere bana, Ankara’daki yüksek okul öğrencilerinin tıpkı bizim okuldakiler gibi komünist olanlar, olmayanlar olarak birbirini suçladıklarını, üstelik bizim gibi susarak değil sokaklara kadar taşırıp kavga ettiklerini anlattı. Hemen hemen tüm yüksek okullardaki öğrencilerin ikiye bölündüğünü bunu da gizlemedikleri söyledi. Gene de anlamış değildim, sordum:
-Bunun bizimle ne ilgisi var? Halil Dere bu kez de:
-Bizimle şöyle ilgisi var, geçen yıl bizden önceki sınıf o fakültelere derse gitmiş. Sözde o zaman o fakültelerin solcu öğrencileri bizimkilerle gizli gizli anlaşmışmış. Karşıt olanlar böyle diyormuş. Onlara göre bize gelen öğretmenlerin bir bölümü de gizli komünistlerdenmiş.
Halil Dere’yi dinledim ama inanasım gelmedi. Ancak bizim arkadaşlarda da sürekli bir zıtlaşma olduğu görmezden gelinemez.
Ayrılınca bir süre konuşulanlara kapılmadan düşündüm. Gerçekten Halil Dere’nin söyledikleri beni fazla ilgilendirmedi ya da ben öyle değerlendirdim. Öğrenciler kendine göre bir uğraş bulup karşılıklı ilişki kuruyorlar. Bana göre daha önemli bir olay öğretmenlerin anlattıkları. Örneğin savaş ya da barış! Bu konuda anlatılanlar, kolay kolay kavranacak türden değil. İlk bakışta doç. Halil Demircioğlu başka, Yüzbaşı Sıtkı Ulay başka söylüyor. Buna karşın ikisinin sonuçları aynı kapıya çıkıyorsa da insanın zihni karışıyor. Örneğin doç. Halil Demircioğlu, Japon halkı çok tutucu, başka insanların kendilerine katılmasını benimsemezler, demesine karşılık, Yüzbaşı Sıtkı Ulay, sayısal çoğunlukla özellikle çok yakın, eski düşman Çin halkını Japonya’yı işgal için öne sürüyor. Bu neden olmasın? Babam, sık sık anlatır, 1920 yılında Yunanlılar Trakya’yı işgal edince, Trakya’dan daha önce göç etmiş sayısız Yunanlı tekrar Trakya’ya dönmüş, eski havalarını estirmeye başlamıştır.
Salon boşalmaya başlayınca ben de ayrıldım.
Arkadaşlardan dönenler olmuş. Bölüm Başkanı yok, herkes yaylarına sarılmış. Notalarımı alıp alt odaya indim. İndim ama ne çalışacağıma bir türlü karar veremedim. Böyle durumlarda Hanon beni kurtarıyor. Bilinçsiz diyemem ama oldukça rahat, parmaklarımın alıştığı parçaları, yolda yürürmüşçesine çalıyorum. Birkaç tekrardan sonra gerçekten ısınmış olarak uzun süre çalışabiliyorum.
*
Yemekte, değişmez konu, yarınki konser. Barok mu, Klasik mi, Romantik mi?
Tartışmasız, bir noktada buluşuldu:
-Üçünden birer parça! Bu nasıl olur? Hemen tartışma başladı. Parçanın biri zorunlu kısa olacak. Hangisi kısa olsun? Viyana Klasiklerinden bir uvertür! Haydn, Mozart, Beethoven, Schubert. . . . .
Barok için tek aday Bach. Başka? Haendell, Vivaldi, Telemann!
Romantik? Schumann, Mendelsshon, Chopin, Berlioz, Grieg, Tschaikovski. . . .
Kesin bir karar veremedik. Ne çıkarsa severek dinleyeceğiz.
*
Yemekten sonra kitaplıkta 3. kitabıma devam ettim. Kitabın havası oldukça değişti. İlk iki kitaba göre mektuplaşanlar çoğaldı. Julie ile neredeyse salt Saint-Preux arasında geçen acı tatlı söyleşiler giderek geniş bir alana yayıldı. Gerçekte o aile ilgili olmakla birlikte yokmuş gibi dışarda tutulanlar da birer birer sahneye çıkmaya başladı.
Aklımca, kitabı eleştirecek bir yan buldum. Julie, evlilik çağında bir bayan, annesi, babası var. Neden onlar ortalarda yok? Kendisi için gelen öğretmenine aşık oluyor, mektuplaşıyor. Sanki yalnız başına yaşıyormuş gibi bir durum!
*
Yatınca bir süre düşündüm, yazar Rousseau, gerçekten bu adamları tanıyıp da mı yazdı? Yoksa tanımadan sanki varmış gibi düşünerek mi kişileştirdi? Mahir Canova Öğretmen iki de bir söyler:
-Sen onu varmış gibi düşün, var olduğuna inanırsan söyleyecek bir iki söz bulursun!
Mahir Öğretmen, kimi derste bizlere rol yaptırır: Köyde, çeşme başında ya da kuyuda su alan bir genç kızdan bir içim su isteyeceksin! Karşımıza bir sandalye koyar. Hepsi bu kadar! Sandalye başına gidip, kızla konuşacaksın! İşin ilginci böyle bir olay benim başımdan geçmişti. Kırklareli’den yalnız dönüyordum. Kavakdere köyünden geçen bizim yolun üstünde bir kaldıraçlı kuyu (*) var, kimse yoktu. Hep merak ederdim, o kuyudan su nasıl çekiliyor? Sapıp baktım, ip var ama ucunda kova yok. Tam o sıra başı örtülü bir bayan geldi. Bayan çekinmeden geldi, susadımsa su verebileceğini söyledi. Bayan benim yaşımda biriydi. Çeşmekolu köyünden misin? diye sordu. Oradan olduğumu söyleyince amcasının bizim köyde öğretmen olarak çalıştığını söyleyince benim dilim çözüldü. Amcası Ahmet Öğretmen benim, ilkokul 1. sınıf öğretmenimdi. Hemen olayları anlatmaya kalkışmıştım.
(*) Kaldıraçlı kuyu; Kuyunun yakınına yüksekçe bir destek hazırlayıp onun üstüne bir yanı uzun bir yanı kısa bir ağacı yatık olarak, alçalıp yükselecek biçimde çakarlar. Kısa taraf biraz ağır olduğundan uzun tarafın ucu hep yukarda durur. Uzun tarafın ucuna bir ip ya da zincir bağlanır. Zincir, kuyuya inecek biçimde ayarlanır. Zincirin ucuna takılan su kabı küçük bir kımıldatma sonunda kuyunun suyuna dek iner. Su kabı dolunca kabı salan, küçük bir emekle dolu su kabına yukarıya çekmiş olur.
Bir derste Mahir Öğretmen sandalyeyi önüme koyunca bunları düşünüp bir şeyler uydurmuştum. Sözde gelen bayana kaldıracın ipinde kovanın olmayışını göstererek, bunu bir şans sayıyorum:
- Olsaydı sizi görememiş olacaktım! Oysa buradan her geçişimde birisiyle karşılaşmayı bekliyordum, şansım şimdi güldü! dedim. Dedim ama dediğime kendim gülmüştüm. Hiç beklemiyordum Mahir Öğretmen alkışlayarak:
-Bravo! demişti. Öyleyse, insan kişileştirip, var saydığı kişileri konuşturabilir. Tiyatro yazarları onca sözü nasıl yerleştiriyor! Tolstoy’un, Victor Hugo’nun, Dostoyevski’nin romanlarını düşünürken uyudum.
24 Şubat 1945 Cumartesi
Doğan Güney uyandırdı.
Beni uyurken ilk kez görmüş. Doğru değil ama Doğan çok duyarlı, öyle demeyi yeğlemiş.
Birlikte hazırlanıp çıktık. Bu günün programı biraz değişik. İki olayı arka arkaya yaşayacağız. Konserden önce Halkevinde tiyatro izleyeceğiz. Goldoni, Kahvehane! Benim bu ikinci izleyişim olacak. Bunu bildiği için Doğan birlikte olmak istiyor. Açık açık söylüyor:
-İlk gördüğümü ya da duyduğumu ben iyi kavrayamam, yanımda biri biraz yardım ederse ancak olayı kavrayabilirim!
Kahvaltıda da konserden çok tiyatro konuşuldu. Konudan çok, gecikme olursa konsere yetişebilir miyiz?
Saçma sapan olasılıklar arasından kendimizi sıyırıp durağa indik. Durakta da Yıldızlar, (Necmiye, Halise) Halkevi merakı içindeler. Müjde Abla’nın okulunu anımsattım, sevindiler.
Hava oldukça durgun, esinti yok ama yine de yüzler geriliyor. Konservatuvara ulaştık. Faik Öğretmen yeni gelmiş, ortalıkta kimseler yok. Öğretmen bu kez alt odalardan birine bizi aldı. Tiyatroya da gideceğimizi Faik Öğretmen de duymuş. Gülümseyerek:
-Güzel, biraz karışık olmakla birlikte oldukça canlı bir oyun izleyeceksiniz! dedi. Hemen konuya döndü. Önce:
-Bugünkü konsere değişik bir müzikle, hafif müzik türünün en ağırı Johann Strauss ile başlayacağız. Radyolardan sık sık duyarsınız: Johann Strauss. Bunlar da Bach’lar gibi yeni zamanların büyük bir müzik ailesi. Johann Strauss’lar ikidir. Baba oğul aynı adı taşırlar. Biz bunları Strauss baba, Strauss oğul ya da 1. , 2. olarak tanıyacağız. Bugün 2. Strauss’tan bir uvertür, Çingene Baron Uvertürü. Strauss’lar, radyonun sık sık baş vurduğu Viyana Valsleri’nin üreticileridir. Başka Strauss’lar da vardır. Bunları da zamanla öğreneceksiniz.
Öğretmenin dediklerini biliyordum, Mavi Tuna ile Viyana Ormanları valslerinin bazı bölümlerini akordiyonla çalıyorum. Özellikle Mavi Tuna en sevdiğim vals...Öğretmen ikinci çalınacak parçanın Viyana müziğine pek yabancı olmayan Smetana’nın Vatanım (Ma Vlast) Süiti olduğunu söyledi. Öğretmen Smetana’nın Viyana müzik atmosferi içinde yetişmesine karşın Çek halk temaları işlediğini anlattı. Bu arada, daha önce izlediğimiz Satılmış Nişanlı operasını anımsattı.
Öğretmen gülerek:
-Alın işte bir başka Çek! diyecektim ama bu Çek, bir başka Çek! Viyana’da yetişmiş, kendini Viyanalılara kabul ettirmiş, Viyana’da orkestra şefliği yapmış bir Çek. O kendini Viyanalı saymış. On büyük çaplı senfoni bestelemiş Gustav Mahler! Bin kişilik orkestralar tasarlayarak senfoniler bestelemiş, gerçi günümüzde onlara uyulmuyorsa da senfonileri sık sık çalınmaktadır. İşte bu konserde onun ilk senfonisi, Titan’ı dinleyeceğiz. Titan adı da büyük anlamı taşır, mitolojide geçer; Eski Yunan Tanrıları arasında Titan oluğunu bilirsiniz. Senfoninin giriş müziği ilginçtir, dikkatinizi çekerim. Aynı zamanda armoni örgüsü bakımından dikkate değer tarafı vardır. Dinleyin, bir gün üstünde konuşuruz!
Faik öğretmen iyi dinlemeler dileyip ayrıldı.
Konservatuvardan çıkınca herkesi bir telaş sardı:
-Konser mi, tiyatro mu? En iyisi, Halkevi’ne uğrayıp programı öğrenmek! Topluca Halkevi’ne gittik. Oyun, öğrenciler için tam saat 1’de (öğle saat 13:00) başlıyormuş. Saat 3’te (15:00' te) ise halk için tekrarlanıyormuş. Sevinerek Ulus’a doğrulduk. Yıldızlar, Müjde Abla’nın okuluna saptılar. Bir bakıma iyi oldu, Asım Öğretmeni görme umuduyla Kızılırmak’a girdim. Asım Öğretmen takıldı:
-Nerdesin? Yoksa o kızlara mı bağlandın? Onları gördüm, hangisi? Uzun boylu mu, yoksa o küçük, şirin mi?
Asım Öğretmenle bu konuda tartışılmaz, acımasızca yargılar. Nitekim hemen eleştirdi. Kendi okulunda yüzlercesi varmış ama onlarla ilişki kuramazmış. Hepsi havalarda uçuyormuş ama, gerçekte fakir fukara kızlarıymış, çoğunun gidecek yeri bile yokmuş. Öğretmen çıkınca bir yerlere atılacaklarmış. Öylelerini çok görmüş. Bana:
- Sen sen ol da sakın bir öğretmene bulaşma! Önce yaşayacağın bir yer seç, yuvanı orada kur!
Doğan dikkatle dinliyordu. Öğretmen birden dönüp Doğan’a :
- Hey küçük, bunları sana da söylüyorum, kulağında küpe olsun!
Doğan, böyle bir durum beklemiyordu, kül gibi oldu, yutkundu, bir karşılık veremedi
Bizi görüp gelenler oldu. Asım Öğretmen de arkadaşlarının yanına geçti.
Tavukçu’ya geçip yemek yedik. Bir süre dolaştıktan sonra Halkevi’ne gittik. Daha önce görmüşlüğüme güvenerek rahatım ama gene de yepyeni bir durumla karşılaşacakmışım gibi bir duyguya kapıldım. Oyun başladı. Sanki benim gördüğüm oyun bu değildi. Gerçekte balkondan yüzler de öyle ayan beyan seçilemiyor. Oysa, rol sahiplerinin oyunlarını izlemekten değil, yazar Nahit Sırrı’nın yazısından öğrendiğimi sanıyordum. Kişilerden bir Muazzez İlgin’i bir de Ertuğrul İlgin’i seçebildim. Eser beklediğimizden erken bitti. Konsere daha yarım sat vardı, Yenişehir durağından Konservatuvara yürüdük. Konsere yetişmenin rahatlığı içinde yerlerimize oturduk. Mahmut Ragıp Öğretmen elini yan sandalyeye koymamış. Bunun anlamı, bu konsere Kınalı Saçlı gelmeyecek. Gene de temkinli olarak geldiğimi duyurdum. Ragıp Öğretmen gülümsedi. İlk sözü:
-Bizde az çalınır ama dünya repertuvarlarında yerleri sağlamdır. Gustav Mahler ile Anton Bruckner. Romantiklerin sonu sayılırlar. İkisi de Viyana klasiklerinin hayranı, ancak kendilerini Wagner etkisinden de kurtaramamışlardır. Anton Bruckner koyu bir Wagner hayranı. Ancak Wagner gibi opera alanında değil de dinsel alanda sese önem vermiş, daha çok senfoni üstünde durmuş, 0 -9 numaralı senfonileri yani on senfoni bestelemiştir. Bugün dinleyeceğimiz Gustav Mahler de, senfonilerine ses katmıştır. Onun da on senfonisi vardır. Bugün dinleyeceğimiz birinci senfonisi güzel senfonilerinden biridir. Mahmut Ragıp Öğretmen sözünü bitirmeden alkışlar başladı. Şef Ernst Praetorius arka kapıdan çıkarak kürsüsüne geldi. Geçen konserde rahatsız olduğu söylenmişti, iyileşmiş besbelli. Mavi Tuna valsını düşünerek Uvertürü dinledim. Ancak aralarında pek ilgi kuramadım. Kurmam gerekip gerekmediğini de aklımdan geçirdim. Zaten çabuk bitti. Smetana, yabancı değil onun Satılmış Nişanlı opera uvertürünün plağı var, sık sık çalıyoruz. Özellikle sonu, su gibi akıyor. Arkadaşların bir sözü giderek genelleşti, Sevil Berberi Operası uvertürünün başı ile Satılmış Nişanlı Operası uvertürünün sonu yarış halindedir.
Ben bunları düşünürken Vatanım ya da kendi dilindeki adıyla Ma Vlast iyice ilerledi. Konuşur gibi gidiyor. Dikkatli dinledim ama belirli bir melodi yok. Bir melodi oluşurken durum karışıyor. Bu tür müzikleri dinlerken hep geçmişe kayıyorum. Sel sularına bakardım. Sular düz yerden dalgalanarak gelir, bir sert yükseklikle önlenince, durur. Aslında bu duruş değil, sanki ne yapacağını düşünüş gibidir; kaynaşıp köpürür. Akacak yer bulunca o tarafa yönelip gene akışa devam eder. Konser müziklerinde de benzer akışlar oluyor. Sürüp giderken bakıyorsun seslerde bir duraksama oluyor; ardından bir vuruş geliyor, bakıyorsun akışın önü açılmış sesler sürüyor.
Alkışlar, beni uyarıyor. Baktım Mahmut Ragıp Öğretmen de alkışlıyor, ellerimi şaplatmaya başladım. Sorarsa kesinlikle çok beğendiğimi söylemeye hazırlandım. Neyse ki sormadı.
Titan başlayınca dikkat kesildim. Kesildim ama bu kez de Titan sözü aklıma takıldı, Titan Yunan Tanrıları arasında var mıydı? Kronos, Zeus, Apollon, Baküs, Artemis, Afrodit , Athena, Demeter, Hera, Poseydon, Prometeus!... Düşündüm düşündüm başkasını bulamadım. Titan sözünü de duyduğumu anımsadım ama bir türlü bulduramadım. Yoksa Titan Roma tanrılarından mı? Onları da sıraladım:
- Jupiter, Venüs, Neptün . . . . . .
Alkışlar başlayınca uyandım. Titan’ı bulamadım ama Gustav Mahler’in Titan’ını kesinlikle unutmam. Neredeyse bir saattir onu düşündüm. Titan, Titan! derken aklıma Roma İmparatoru Titüs geldi. Öyleyse bu Titan sözü Roma’dan geliyor. Titüs kimdi? Sonunda buldum ama gerçek Titanı değil Titüs’ü, Mozart’ın bir operasının adı. Mozart’ın operaları listesinde görmüştüm Titüs ya da la Clamenzo Operası. . . . Clamenzo mu yoksa Clemanzo mu?
Konser sonunda bana sorsalardı, kesinlikle bu konserden en kazançlı ben çıktım! diyecektim. Çalınanlardan bir esinti kalmadı ama Titan beni, Roma tarihine götürdüğü gibi Mozart’ın da Roma Tarihinde dolaştığını görmüşçesine sevindim. Elimde bir ip ucu Titüs operası adı olduğuna göre ben onu kurcalayarak Titan’a da ulaşırım.
Yıldız, Müjde Abla’sından selam getirdi. Önce şaka sandım. Çünkü ben Müjde Abla’ya geçen hafta oldukça kaba davranmıştım. Yıldız’a gene gene sordum. Yıldız:
-Vallahlı billâhlı yeminler edince duraksadım. Bu kez Necmiye de söze karışıp doğrulayınca inandım; çok sevindim. Müjde Abla gözümde bir başka şekil alıverdi.
*
Yemekte konserden çok Kahvehane konuşuldu. İlgi konudan çok sanatçılara dönüktü. Yusuf Demirçin hemşerisi Nuri Altınok’la konuşmuş. Çok mutlu. Gerçekte ben ondan daha mutluyum, biliyorum ama bunu söylemek oldukça zor.
Halil Dere bizim masaya geldi. Bunun bir anlamı olabilir, yiyişimi çabuklaştırıp kalktım. Önemli bir şey yokmuş, bir süre satranç oynadık. Biz satranç oynarken Şükrü Koç geldi, satranç oynayışımıza baktı, kendisinin de oynamak istediğini söyledi. Varlık Dergisinde çıkan yazısını okumuştum, kutlamak istedim. Önce alaycı bir gülümsemeyle sordu:
-Nereden biliyorsun? Dergi aldığımı söyleyince bu kez de:
-Sahi mi? Yazı göndermiştim, geçen sayılarda çıkmayınca basılmayacak sanmıştım. Gönderilen her yazıyı basmazlar. Buna çok sevindim.
Şükrü yanımıza oturunca öteki arkadaşları da çevremize toplandılar. Meğer onlar durumu biliyormuş, Şükrü’den çok sevinç gösterisi yaptılar. Konuşmalar ilerleyince benim dergi özellikle de Varlık Dergisi okumama şaşanlar oldu. Ben de bunu fırsat sayıp, dergi okuma alışkanlığımın daha Köy Öğretmen Okulu Döneminde, 1938 yılında Yeni Adam dergisine abone oluşumla başladığımı, okuduğum romanların kısa-uzun özetlerini aldığımı, Enstitü bölümünde sürekli not tuttuğumu, bu alışkanlığımı burada da sürdürdüğümü anlattım. Beni sessizce dinleyenleri ilgisi bu kez bana döndü. Halil Dere duramadı, sordu:
-Sen şimdi, o Kınalı Saçlı’yı falan yazıyor musun? Ben de:
-Yazıyordum, ancak o birisiyle nişanlandı. Bundan böyle benim konum dışına çıkmış oldu. Ama geçen günlerdeki notlar bende kalacak.
En çok ilgiyi de Faik Demir gösterdi:
-Okumak istiyorum. Söz verdim belli olayları verebilirim, örneğin, geçen yılki Yılbaşı gecesini verebilirim. Geçen yaz burada karşılaştığım olayların bir bölümünü verebilirim. Onları daha dikkatle yazdığım için rahat okunur. Ötekilerin kimilerini ancak ben yaşadığım olayları anımsayarak okuyabileceğimi sanıyorum.
Bravolu, hayretli sözler arasında kalktık. Arkadaşların tümünü yakından tanıyordum. Böyle olmakla birlikte ayrılırken bakışların daha değişik; daha sevecen olduğunu açık açık duyumsadım.
Yatınca bir süre düşündüm, yaptığım yanlış değil, ancak başkalarının nedense yapmadığı bir iş. Ya da ben öyle sanıyorum. Şükrü Koç’un yazısını okumasaydım, yazdığını nereden bilecektim? Çıkan Dergide birçoklarının yazısı var. Yazan yazmış oluyor. Yazamayanlar ne kazanıyor? Yazdıklarımı kendim okusam bile benim geçmişimle ilgili olacağı için belki bir zaman yazdıklarımı okuyarak mutlu olacağım.
Yüksek sesle konuşmalar, gülmeler arasında bunları düşünürken uyumuşum.