Yeni Öğrencilerin Katılımıyla Daha Şenlenen Bir Okul
6 Ekim 1939 Cuma
Kadir Pekgöz nöbetçi. Kampanadan sonra gelmiş arkadaşları kaldırıyor. Daha erken diyenler oldu. Kadir, ”Erken değil, hava kapalı, yağmur yağacak!” dedi. Öyle deyince ben” Eyvah! Yağmur yağarsa bizim çatı çalışmalarımız aksar!” dedim. Dışarı çıktım. Kendi düşüncem doğrultusunda önce Istrancalara baktım. Istrancalar güneşli. Ancak Ergene ovası sisli. Duyduğuma göre Ergene’den gelecek yağmur kısa sürer. Yağmur yağacak, diyenlere kendi kanımı anlattım. Kahvaltıya girip çıktığımda hava iyice açıldı. Belki de yağmur, rüzgar etkisiyle dağıldı, rüzgar bir hayli hızlı esmeye başladı. Hamdi Bağ Öğretmen işaret verdi. Çatıya üç kirişlik gereci taşıdık. Formülümüzü biliyoruz batı baş makası da tıpkı doğu makası gibi olacak, önce alt kiriş yerleşecek sonra baba dediğimiz orta direk oturtulacak;arkasından sağlı sollu iki yan makaslığın kondurulması olarak sıralamaya başlayacağız. İlk parçayı yerleştirirken İrfan Evren Öğretmenle Naci İnan Öğretmen geldiler. Biz, kirişleri sıralarken Naci Öğretmen “Bir fikrim var; kiremit altı tahtalarını kuzey köşeden çakmaya başlayalım;hareket etme bakımından böylesi daha iyi olacak!” dedi. Biz bakıştık. Hamdi Bağ Öğretmen “Haklısın ustam!” dedikten sonra, bize “Öyleyse önce oranın tahtalarını taşıyalım!” diyerek bize göz kırptı. Söz konusu tahtaların bir bölümünü en son alınacak, düşüncesiyle ayrı koymuştuk. Hava da gittikçe açıldı. Öğle paydosunda çatıdan tüm makasları tamamlamış olarak indik. Ara pekiştirmeleri akşama dek rahatça yapacağımızı konuşarak aşağıdan çatıya bir süre baktık. . Ayrılırken Naci Öğretmen bana, “Bildiğim kadarıyla sen iddialı bir geometriciydin. Kiremit altı tahtalarını hesaplamanı hala bekliyoruz? ”dedi. Hesapladığımı, iki gündür kimse sormadığı için sustuğumu söyleyince, “Aaaa, öyle mi? Buna sevindim, öyleyse ortalama olarak tahta sayısını bir kağıda yaz!” dedi. Az durduktan sonra da nasıl bir yöntem uyguladığımı sordu. Açıkladım. Çatının doğu-batı başları şekil olarak iki büyük yamuk, iki de ikizkenar üçgen. Kenarların uzunluğunu biliyoruz. Örneğin üçgenler ikiz kenar üçgen olarak hesapladım. Yamuklar, paralel kenarların n/2x paralel uzaklık. Bu da, baba dediğimiz dikme kare ile ½ kiriş kare toplamlarına eşit bir alandır. Bunun kare kökü aradığımız uzunluğu vermektedir. Bu uzunluğun yarısı x paralel uzaklık birinci yamuğun alanıdır. İki katı iki yamuğun, yani binanın doğu ile batı alanlarını vermektedir. Sıra üçgenlere gelince…” derken öğretmen, “Kalanı sonra devam ederiz, unutma!” deyip yürüdü. Bizi dinleyen arkadaşlar yanlış söylediğim için öğretmen dinlemedi sandılar. Nitekim öğretmen belki bunu düşünüp döndü “Yapacağını zaten biliyordum, doğru yolda olduğunu iyice anlayınca konuşmayı geri bıraktırdım!” diyerek. Sözünü kesişinin nedenini açıkladı. Yemekte de bunu konuştuk. Arkadaşlar kare kök nedir bilmedikleri için söylediklerimi anlamıyorlar. Anlamadıkları için de yanlış söylediğimi düşünüyorlar. Oysa kiremit altı tahtalarının başka türlü hesaplanması yapılamaz. Salih Baydemir biraz sinirlenerek sordu “Cahil, okur yazar olmayan ustalar bunları nasıl yapıyor? ” Salih arkadaşın sorusu öteki arkadaşların da hoşuna gitti. ”Söyle bakalım? ” der gibi yüzüme baktılar. Gülerek açıkladım, “Onlar alır eline metreyi, çıkarlar çatıya, birer birer ölçerler. Ölçtüklerinin yarılarını alırlar, çarpımlarla yaklaşık hesaplar çıkarırlar. Ben de gidip ölçerek yaparım. Ancak öğretmen benden bunu, çizilmiş plan üzerinden bulup bulamayacağımı sordu. O nedenle ben tutacağım yolu anlattım!” Öğle yemeğinden sonra dersliğe gittiğimde Hüseyin Orhan, Mehmet Aygün, Mehmet Başaran Sami Akıncı’nın etrafına toplanmış aynı hesapları yaptırıyorlardı. Ben girince azıcık tedirgin oldular. Hiç aldırmadan yanlarına gittim. Sami arkadaş bana dönerek, ”Sen bunu yaparsın!” dedi. Güldüm, arkamı dönüp yanlarından ayrıldım. Arkadaşların sormasını hiç yadırgamadım. Ancak onlar beni görünce tavır değiştirdikleri için güldüm. Ben yaptığımın doğru olduğunu inandığımdan, başkasının nasıl yapacağına pek önem vermiyorum.
İşbaşı yapınca öğretmenin yanına gittim. Öğretmen bana, ”Tekrar, ”Doğru yapacağına inanıyorum, akşam kağıt üzerinde yaz, 20x200 cm’lik kaç tahta gerekeceğini çıkar!” dedi. Çatıdaki çalışmamıza başladık. Tüm kirişler sıralandığı halde pekiştirme parçalarını paydosa dek zor bitirdik. Görünürde hiçbir iş yokmuş gibi başladığımız parça çakmaların bu denli uzaması bizi şaşırttı. Kendi kendimize konuşurken İrfan Öğretmen, ”Asıl olalayıcı işler bundan sonra!” dedi. Onların ne olduğunu soramadık ama söylenenin gerçek olacağına da inanamadığımız gibi üstünde de durmadık, ancak ben, içimden, öğretmen bizi korkutmaya çalışıyor, galiba!” dedim. Akşam paydosunda rahat olarak yere indik. Yukarıya bakınca içimizden, sanki aylardır çatı böyleymiş gibi bir duyguya kapıldık. . Biz çatıya bakıp sevinirken Yapıcı arkadaşlar su yolunu geçici depoya ulaştırmışlar. Şimdilerde musluklardan bidonla taşınan değil motorla basılan sular akıyomuş, onu gösterdiler. Nazmi Öğretmen on musluk daha sıralatmış. Tuvaletler de çoğaltılacakmış. Ekim ayının ortasına dek bunlar tamamlanacakmış. Ondan sonra dersler başlayacakmış. Arkadaşların bazıları “Derse ne gerek var, çalışıp gidiyoruz işte. Versinler belgelerimizi, biz de eğitmenler gibi köylere dağılalım!” diyorlar. Buna en çok Sami Akıncı kızıyor. ”Hani buraya okumaya geldik? ”diyordunuz. Ne okudunuz ki, diploma alıp gitmek istiyorsunuz? İşin tuhafı bunları söyleyenler çoğu Sami’nin arkadaşları ya da onun çevresinde toplananlar. Hüseyin Serin, Fettah Biricik, Ali Önol, Mustafa Saatçı. Bunların kültür dersleri sınıfın en düşükleri arasında. Gerçi Mustafa Saatçı makine, elektrik konusunda sınıfımızın en iyisi ama, kitaplarla arası hiç hoş değil. Hidayet Öğretmen de Hamdi Öğretmenle birlikte futbol oynamış. Ayaklarını el gibi kullanıyormuş. Diziyle topu yükseltip başıyla gol atıyormuş. Özellikle Bekir Temuçin Hidayet Öğretmenin futbol oynayışını öyle anlatıyor ki, duyup da gidip görmemek insanın elinde değil. Halil arkadaşla karar verdik, yarın akşam gidip izleyeceğiz. Yeni bir konu, biri 4. biri de 5. sınıftan iki çocuk gelmemiş. Ömer Uzgil öğretmen çocukları arkadaşlarından sormuş, ”Gelip gelmeyeceklerini biliyor musunuz? ”demiş. Kimse bilmiyormuş. Çocuklar, ”Gelmezse ne olacak? ”diye sorunca Ömer Uzgil Öğretmen”Yasal kovuşturma açılacak!” demiş. Ne demek yasal kovuşturma? Burada kaldığı sürede yaptığı harcamaları faiziyle ödeme. Cavit’e onların sınıfındakini sordum, ”O gelir abi!” dedi. Dersliğe gidince çatının tahta hesaplarını bir daha gözden geçirdim: . Yuvarlak olarak 36x12=432 m2 taban ya da tavan alanı. 400x20=8000 cm bir tahta. 3600x1200=4320000-: -8000=540 tahta düz tabanı kapatacak. İki ikizkenar alan için de 140, tümü yuvarlak olarak 680 tahta yetecektir. Bir tahta yüzeyi 20x400= 8000 cm. bir kiremit 30x20=600 cm. Her tahtaya 14 kiremit. 680x14=9520 tane de kiremit gereklidir. Sami Akıncı da yapmış, farklı çıkarmış ama” Yöntem doğru!” dedi. Beni izleyen arkadaşların kimisi o kadar gitmez, kimisi ise daha çok gider, biçiminde konuştular. Hiç kimse eline kalem alıp da yapmayı denemedi. ”Olmaz, ya da olur ya, vay be! gibi seslerle geçiştirip gittiler. 680 tahtayı üstüste koyunca 680 cm. yani 7 metreye yakın yükseklikte 4 metre uzunlukta bir duvar olacaktır. Küp olarak düşünürsek, 4 m3 kereste eder. ”Ben milimetrik hesapladığımı söylemiyorum. Ancak hesaplar, bu yollarla yapılır, daha titiz sürdürülerek en doğru bulunur. Yat kampanası çalınca iç rahatlığı içinde yattım. Matematik çalışma isteğim gene depreşti, derslere başlamadan önce biraz çalışmam gerektiğine inandım, buna çok gereksinimim var, bunu iyice anladım. Doğru yaptığıma inanmama karşın gene de içimde bir kuşku var. Benim yaptığımı yanımdaki arkadaşlarım neden yapamıyorlar? Yoksa onlar benim yanıldığımı görüp susuyorlar mı? Onların bu denli benden geri kalabileceğini de bir türlü düşünemiyorum. Ya yanlış yapmışsam? Sami Akıncı da mı yanlış yaptı? Sami Akıncı benim için hem rahatlatıcı oluyor hem de üzülmeme neden oluyor. Neden o benim için bir ölçü olsun. ? Sami Akıncı okuldan ayrılıp gitse ben çalışmayacak mıyım?
7 Ekim 1939 Cumartesi
Akşam çok rahat yatmış olmama karşın nedense zor uyandım, yorgun gibiyim. Rüyalar gördüm, hiç birisini doğru dürüst anımsamıyorum. Ahmet Gürsel Öğretmeni gördüm, beni azarladı ama niçin olduğunu bir türlü anlamadım. Hidayet Gülen Öğretmen herkese bir mandolin vermiş, bana “Sen geç kaldın!” deyip arkasını döndü. Pencereden bir yere bakıyorum, içerde bir yığın mandolin var. Arkadaşlar bana”Onları kendi öğrencilerine ayırdı!” dediler. Küstüm. Derslikten çıktım, gittim. Gittiğim yerde sahipsiz mandolinler var. Alayım mı, almayayım mı? derken gürültü oldu, uyandım. Uyandığımda hala neresi olduğunu bilmediğim yeri görür gibiydim. Mehmet Başaran nöbetçi, köylüsü Mehmet Yücel’i kaldırmaya çalışıyor”Hidayet Öğretmen kapıda!” diyor. Mehmet Yücel “Buyursun efendim, kapımız her zaman açık!” diye bağırıp kahkahalarla gülüyor. Başaran, bırakıp çıkmak gereğini duydu. Gerçekten Hidayet Gülen Öğretmen kapının biraz ilerisinde duruyordu. Ancak öteki sınıfları izlediğinden Mehmet Yücel’in sözlerini duyacak durumda değildi. Ben havlumu bıraktım, merdivenden çıkarken Hidayet Öğretmenin bizim dolaplara doğru gittiğini gördüm, yavaşça dönüp baktım. Hidayet Öğretmen bizim dolabı açtı, havluları yokladı. Birden dönünce beni gördü, ”Gülerek beni mi gözetledin? Merak ettim ıslak havlularınızı nasıl bıkıyorsunuz, ona baktım. İyi, asmışsınız, hep öyle yapın!” dedi. Çamaşır temizliğinizi kim yapıyor? diye sordu. Edirne’den başlayarak çamaşır işlerimizi anlattım. Edirne’de teyzeler vardı, Alpullu’da ilkokulun karı-koca hademeleri baktı. Lüleburgaz’da da kaldığımız okulun kademesi topladı, dağıttı diye açıkladım. Şimdi de Kazım Usta galiba gene oraya götürüyor, tam bilmiyorum, dedim. Öğretmen kirli çamaşırım olup olmadığını sordu. Var, ”Var!” dedim. Güldü, ”Peki!” deyip ayrıldı. Sahi ikinci kirli çamaşırlarım dolapta duruyor, onları Kamber Amcamlara neden götürmedim? Oysa amcamın iki sözünden biri “Çamaşırlarını getir!” olduğuna göne neden götürmeyeyim? Kahvaltıya geç gittim. Konuşurken gören arkadaşlar ilgiyle sordular, ”Hidayet Öğretmenle ne konuştun? Az duraksadım, yalan söyledim, ”Yakında mandolinler gelecekmiş, istersen sen de bir mandolin al!” dedi, şeklinde olayı saptırdım. Kahvaltıdan sonra işbaşı yapınca, 5’erli iki gruba ayrıldık. Bir grubumuz tuvaletle büyük bina ikinci kat merdiven kalıplarını yapmaya gitti. Biz çatıya çıktık. Saçak altı tahtalarını çakacağız. Bu sözü duyunca önce ürperdim. Bu kenarlarda nasıl durabilim? diye kendimi yokladım. İrfan Öğretmen anlamış mı ne? ”İbrahim, sakın aşağıya bakıp da korkma, bizim başka yöntemlerimiz var, onlara uyarak çok kolay çalışacağız, aşağıya bakmayacaksın!” dedi. Öğretmen dedi ama buna hiç aklım yatmadı. Öğretmenin yanında sanki yalnız ben varmışım gibi ben konuşuyorum. Öğretmen de bana yanıtlar veriyor. Sonunda, “Öğretmenim ben korkmam, bir insanın yaptığı, yapacağı bütün işleri yapmaya çalışırım. Siz arkadaşlara bakın onlar ne diyorlar. ? ” Öğretmen güldü “Sen yanlarındayken onlar korkmazlar, senin olduğun yerde onlar daima olacaktır!” dedikten sonra saçak tahtalarını hazırladık. Tahtaları kirişler üzerinden çizip, çizgi dışlarına dayanıklı takozlar çaktık. Çaktığımız takozları iki taraflı çivileyerek tahtaları sıraladık. Öğretmen, ”Dış sıva sırasında kurulacak iskelelerden yararlanarak ayrıca alttan çivileyeceğiz!” dedi. Öğleye dek yata yata bir tarafı tamamladık. Hamdi Öğretmen geldi”İşin en zor tarafı burasıydı, bunu da başardınız. Siz birer kahramansınız!” dedi. Bu arada da “Bir de yağmur olukları var ama onları artık beraber yaparız!” diyerek güldü. Ben önce anlamadım, neden güldüler diye duraksayınca Hamdi Öğretmen “Yani senin için kurtuluş yok, bu zor işlerin içinde olmak zorundasın!” Öğretmen susunca, ”. Siz öğretmenlerimizle birlikte olduktan sonra, hiç bir işten yılmayacağız, yorulsak da severek çalışacağız!” dedim. Yusuf Asıl, Hüseyin Orhan, Recep Kocaman, Mehmet Aygün arkadaşlar da benzer sözlerle bana katıldılar. Hamdi Öğretmen, ”Başka türlü düşünmüyoruz, sizi böyle yetiştirmek için hiçbir fedakarlıktan kaçmadığımızı da siz göreceksiniz!” dedi.
Kampana çalınca, birden kolumdaki saate baktım. Yakınımdaki İrfan Öğretmen gülerek bana, ”Saatin nasıl gidiyor, yoksa kampanaya göre mi ayarlıyorsun? ”dedi. ”Kampanaya göre değil ama Okul Saatine göre birkaç günde bir ayarladığımı söyledim. İrfan Evren Öğretmen saatimin iyi bir marka olduğunu, ancak çok dikkatli kurulmasını, korunmasını söyledi. Bayrak töreni için okul önüne çıktık. Okulun önünde ilk kez tüm öğrenciler öğretmenleriyle toplandı. Okul Müdürümüzle öteki görevliler de bu törene katıldılar. İstiklal Marşı için Hidayet Gülen Öğretmen ortaya geldi. Ben bayrağı bağlayınca Hidayet Gülen Öğretmen , bana işaret etti, ”Bir birimizi iyi anlamak için bir deneme yapacağız!” dedi. Önce kendi, Marşın ilk iki dizesini sesli söyledi. Kendi kendine konuşarak “Güzel!” dedikten sonra(başıyla bana işaret ederken)Marşı başlattı. Ben kendi ölçülerime göre bayrağı bir solukta tepeye çıkardım, ipi direğe sarıp bağladım. Olduğum yerde marşın sonunu bekledi. Hidayet Gülen Öğretmen “Rahat!” deyince arkadaşlara döndüm. Ne yapacağımı tam kestiremedim, arkadaşlar yanımdan geçerken onlara katılırım hesapları yaparken Müdür Bey konuşmaya başladı. Bu kez, yer değiştirmeyi aklımca doğru bulmadım, bayrak direğinin altında yalnız durarak Müdür Beyi dinledim.
Müdür Bey, küçük öğrencilere bakarak: ”Sizi çok özlemiştik. Bildiğiniz gibi bizi bir yerden değil iki yerden hatta üç yerden ettiler, başımızı sokacak bir türlü bir kendi yerimiz olmadı. Bunu sağlamak için çok uğraştık. Sizi bu sıkıntılarımız yüzünden yanımıza alamadık. Gördüğünüz gibi işte sonunda bir şeyler yaptık. Bundan sonra da sizin katkılarınızla daha güzel işler yapacağız, böylece kendi yuvamızı daha yaşanır bir duruma getireceğiz. Buranın adını Kepirtepe koymuşlar. Kepir, kır, kıraç anlamı taşırmış. Ancak biz bu kır, kıraç yeri kısa zamanda yeşillendireceğiz. Şu gördüğünüz yerler bağlarla bahçelerle dolacak. Pek yakın zamanlarda buradan geçenler size buranın adını sorduklarında siz, “Kepirtepe!” değince soranlar size, ”Ayol, kim koymuş bu adı buraya? Burası olsa olsa Yeşiltepe olur!” diyecekler. Siz bu mutlu konuşmalara çok yakında tanık olacaksınız çocuklar. Ancak bunun gerçekleşmesi için, sahiden bu kirli rengi gelen geçenin gözünde yeşile çevirebilmemiz için çok çalışmamız gerekecek. Sizin büyük işler yapacağınıza inanıyoruz. Bakın sizden birkaç yaş farklı otuz arkadaşınız, ağabeyiniz neler yaptı. Şu karşı taraf gibi boş tarlalığa, gördüğünüz binaları 4 ay içinde kondurdular. İşte şimdi birliktesiniz, sayınız artık otuz değil seksen, , yarından sonra yüz yirmi daha sonraları iki yüz olacak. Elbirliği, gönül birliği yapıp sizler dağları yaracaksız. Benim gibi tüm çalışma arkadaşlarım da sizlerden çok umutluyuz, çok işler bekliyoruz. Hepinize hoş geldiniz diyor, başarılar diliyor, gözlerinizden öpüyorum.
Öğle yemeğine azıcık geç girdik. Öğretmenlerin konuşmalarını dinliyoruz. Fikret Madaralı Öğretmen yüksek sesle . Hamdi Öğretmeni özlediğini söyleyince Hamdi Öğretmen teşekkür edip yanına oturdu. Benim sevdiğim tatlı var, tulumba tatlısı. Bu tatlının adı neden tulumba tatlısı olmuş diye kim bilir kaçıncı kez sordum. Arkadaşlar, “Tulumbalarla ilgili işleri Mustafa Saatçı biliyor” dediler. Mustafa Saatçı’nın tulumbalarıyla bu tatlının bir ilşgisi olamayacağını söyleyip, sustum. Sorduğumu Mehmet Yücel duymuş, yanımdan geçerken yavaşça “Bu tatlının gerçek adı “Pompa tatlısıdır!” dedi. ”Alsana bir bilinmeyeli daha!” dedim. Dedim ama Mehmet yücel’in dediğinin bir dayanağı vardı, daha önce öğrendiğime göre, kenarların tırtıkları bir kalıp içinde sıkarak şekillendiriliyormuş. Kenarlarındaki çizgiler sıkışma sonunda oluşuyormuş. Hilmi Altınsoy konuşmalardan sıkılmış”Bana ne abi, nasıl olsa biz bunun tırtıksızını da yiyoruz!” deyince, Mehmet Aygün düzeltme yaptı, ”Onun tırtıksızı tulumba değil lokma tatlısıdır!” Halil Basutçu, ”Tatlı yerken barı şu tartışmaları bırakın da tatlı tatlı susuşalım!” deyince hepimiz gülüp susuştuk.
Yemekten çıkınca Fikret Madaralı Öğretmenin yanına gittik. Namık Ergin Öğretmene bir şeyler anlatıyordu. Tuvalet olarak yapılmakta olan küçük binanın altında büyük bir boşluk var. Fikret Madaralı Öğretmen orasını sevimli bir duruma sokup kooperatif yeri olarak kullanılmasını öneriyor. ”Tüm öğrencilerin girip çıktığı yer, alış veriş kolay olur!” Namık Öğretmen, Müdür Beye iletilmesini söyledi. Anlaştılar. Fikret Öğretmen bize dönerek “Nihayet bayrağı diktiniz, yağmurlar başlamadan kiremidi de döşerseniz, bu hepimizin kurtuluşu olacak!” dedi. Nöbetleri başlamış, yakında görüşeceğiz deyip Müdür Odasına gitti.
Bizim grup gene çatıya yöneldik, öteki arkadaşlarımızın işi daha zor. İki merdivenin birleşmesi biraz çetrefil bir iş. Ortadan iki tarafa dönüş olacak. Örneğin yukardan inen merdiyenin bir ucu aşağıya, öteki ucu da karşı binaya giriyor Arkadaşlara kolaylıklar dileyip işimize bıraktığımız yerden başladık. Yaptığımız yerlere aşağıdan baktığımızda oldukça başarılı iş yaptığımıza inandık. Binanın görüntüsü daha güzelleşmiş durumda. Hevesle başladık. İrfan Öğretmen bizden çok çalışıyor. ”Acelemiz yok, yarın akşama dek bu işi bitirirsek başarılı sayılacağız!” dedi. Bana göre bugün bitecektir. İşe başladıktan bir süre sonra İrfan Öğretmene bir öneride bulundum. Dört metrelik üç tahtayı eşit boyda denkleştirip çakıyoruz. Oysa bunların uçlarını ileri geri sıralayıp dizsek. boşluklardan yararlanıp alttan da çivileyebiliriz. Öğretmen bir tane yapmamı önerdi. Hemen bir tane çakıp gösterdim. Boşluktan kol uzatıp çivi çaktık ama her kirişe gene çakılmadı. Aynı zamanda daha oyalayıcı olduğu anlaşıldı. Öğretmen, ”Böyle de olsa iskelelere muhtaç olacağız deyip kendi yöntemini sürdürdü. Akşam paydosuna dek iki uzun tarafı tamamladık. 24 metrelik bir işimiz kaldı. Kalanı yarın öğleye dek tamamlamak üzere paydos ettik. İndiğimizde Hamdi Öğretmenle grubunu, çatı parçalarını bulunduğu yerde temizlik yaptıklarını görünce biz de onlara katıldık. Orası yola yakın olduğu için özellikle seçilmiş. Yarın kiremitler gelince oraya dizilecekmiş. Hamdi Öğretmen, ”Mevsim yağmurları bize yeteri kadar şans tanıdı. Yağışlar başlarsa uzun sürebilir. Kiremidi örtersek işlerimiz daha kolaylaşacaktır. Yarın saç ustaları gelip ölçü alacaklar, iki günde takacaklarını söylediler. Yarın biz de saçlar için saçak uçlarına bir metre kadar tahta çakacağız. Saçlar tahtalara çakılacağı için bunu yapmak zorundayız. !” Öğretmen konuşunca biranın işi bitmiş gibi oldu. Ancak yağmur sözleri birazcık kaygılandırdı. Benim köy, ya da çiftçi bilgilerime göre buralarda, bizim köye yakın saydığım için söylüyorum, yağmurlar Kasım’a kırk gün kala başlar, derler. Kasım demek, bildiğimiz kasım ayının 6. günüdür. 6 Kasıma 40 gün kala normal olarak yağmurlar başlar. Bu ilk yağmurdan sonra buğdaylar ekilir. Böyle ekilen buğdaylar çok verimli olur. Bu anlayışa göre yağmurların 25 eylül günlerinden sonra yağması gerekirdi. Bu yıl biraz gecikme var. Bu gecikme daha fazla sürmeyebilir. Arkadaşlar, ”Birkaç gün daha gecikmesi çiftçiler için fazla zararlı olmaz!” diyerek beni teselli ediyorlar. Hidayet Öğretmenin futbol oyununu görmek üzere futbol sahasına gittik. Hidayet Öğretmen bu kez futbol değil en küçüklerden kurulmuş bir kalka içinde karşılıklı top atma oynuyordu. Onlar daha önce gelmiş bir de voleybol saha yeri açmışlar. Hidayet Öğretmen bizi göstererek, ”Ağabeylere söyleyin sahanız için iki direk hazırlasınlar!” dedi. Daha önce numarasını söyleyerek dolaşan Hikmet’i tanıdım( Bir numara) başta o olmak üzere etrafımızı sardılar. ”İki direk!” İlerde oynayan Hamdi Öğretmeni gösterdik. Oyundan sonra ona söyleyecekler. Hikmet’in babası öğretmenmiş. Geçen gün geldiklerinde Hidayet öğretmenin sarılarak karşıladığı Hikmet’in babasıymış. Kampana çalınca çocuklar, Hamdi öğretmenin çevresini sardılar, söz aldılar. Hamdi Öğretmen beni görünce”Unutmayalım, 10x10 4 cm. iki kolon ayırıp dikelim!” dedi. Çocuklarda bir sevinç bir sevinç. Yemeğe top oyunları üstüne yapılan konuşmalar içinde döndük. Hamdi Öğretmenin bana söylemiş olması, beni sorumlu gibi gösterdiğinden, duyanlar gelip benden sordular, ”Ne zaman dikilecek? ” Sonunda “Yarın tamam!” demek zorunda kaldım. ”Ağı nereden bulacaksınız? ” diye sordum. Hidayet Öğretmen söz vermiş, ağ yarın gelecekmiş. ”Bizim direkler de yarın dikilecek!” Sonsuz sevinç. Yemekten sonra hava esintili bir duruma girdi, dersliklere girdik. Hidayet Öğretmen yolda otobüs beklemiş, Lüleburgaz’a gitmiş. Bu gece gelemeyecek. Başka öğretmen yok. Gelse gelse Ömer Uzgil Öğretmen gelir. O gelmezse Hamdi Bağ Öğretmen belki gelir, diye düşündüm. Tarih kitabını açtım Batı Hunlarını, Attila savaşlarını okudum. Attila’nın öldürülmesine üzüldüm. Bir süre okumadan durdum. Üstüste esneyince, uykumun geldiğini anladım. Kampana sesini duyunca yatakhaneye koşarak gittim. Oldukça Yorgun olduğumu anladım. Böyleyken yatınca uykum açıldı. Hidayet Öğretmenin sabahki konuşmasını, bana sorularını, benim verdiğim yanıtları düşündüm. Ya öğretmen, Okul Müdürüne gidip söylediklerimi bir şikayet gibi aktarırsa? Aklımdan bunları geçirdikçe kendime kızdım. Oysa benim çamaşır sorunum öteki arkadaşlara göre çok iyi. Lüleburgaz’a geleli dört kez eve, iki kez de Kamber amcamlara yengeme gönderdim. Çok kez toplayanlara vermedim bile. Bir süre düşündükten sonra, yarın Hidayet Öğretmene bu durumu anlatmaya karar verdim. Karar verdim ama gidip konuyu nasıl açacağım? “Hidayet Öğretmen benimle konuştuğunu gidip Okul Müdürüne söylemez!” diye içimden bir ses gelir gibi oldu;sonra da “Söylerse söylesin!” deyip sağıma dönerek gözlerimi kapadım. Pişmanlık duyacağım sözleri söylememeyi öğrenmeliyim, yoksa her akşam bunları düşünüp uykularımı kaçırırım. Kendimi paylarken uyudum. .
8 Ekim 1939 Pazar
Yakışıklı Yakup Tanrıkulu nöbetçi. Herkes kendisi kalksın uyarısında bulundu. Önceki konuşmalardan uyandım. Kampana daha önce çalmış. Dışardan sesler geliyor. Hidayet öğretmenin olmayışı nedeniyle küçükler bu sabah daha gürültülü kalkıyorlar. Genel durumumda akşamdan farkım yok. Kendi kendimi korkutuyorum. Hidayet Öğretmene ben kötü bir şey söylemedim ki, neden çekiniyorum. Yalnız yalnız dolaşarak yemekhane önüne gittim. Hikmet’le yanında biri gene direk sormaya geldiler. ”Bugün yapılacak!” dedim. Sevindiler. Kahvaltıda arkadaşlar traş, saç traşı konusunu tartıştılar. Ömer Uzgil Öğretmen, Yakup Tanrıkulu, Abdullah Erçetin, Harun Özçelik’e “Saçınız uzadı!” uyarısında bulunmuş. ”Ne zaman traş olacağız? ”diyorlar. Çözüm yolu: ”Banyo gününü cumartesi gününe alınarak, törenden sonra izinli sayılıp, hem banyo hem de traş işimizi yapma olanağı verilsin!” Sami Akıncı, Mustafa Saatçı arkadaşlar gidip söyleyecekler. Bizim dört arkadaş makinemiz var, Emrullah Öztürk bize berberlik yapıyor. Gerçekte Emrullah öteki arkadaşları da traş ediyor ama, berbere gitmek ayrı bir olay. Kahvaltıdan sonra bizim grup atölyede toplandık. Hamdi Öğretmen 4 Mehmet Aygün arkadaşla bana top sahası direk işini verdi. El arabalarıyla iki araba harç götürüp işaretli yerlere iki kolon dikilecek, etrafına harçlar dökülecek. Kolonları önce planyadan geçirip toprağa gelecek uçlarını 50 cm. tutkalladık, tarif edilen şekilde diktik. Atölyeye döndüğümüzde arkadaşların, gene tuvalet yapıklarını gördük. Gelecek öğrenciler düşünülerek sayı artışı yapılmış. Ayrıca geleceklerde kızlar varmış. Kesin olmamakla birlikte bayan öğretmenler de bekleniyormuş. Daha öncekilerin benzeri on bölme 2-2-3-3 bölmeler olarak çakıp diktik. Kullanılmakta olanların az ilerisine yer kazılıp dikilecek. Namık Ergin Öğretmen geldi, Fikret Öğretmenin önerisine uyarak küçük binanın altında kocaman bir yer açtırmış, oranın içine raflarla kapı, bir de küçük pencere takılacak. İrfan Öğretmen, Recep Kocama’ı alıp gitti. Ölçüp geldiler. Gerekli tahtaları kesip küçük bir dükkan hazırladık. İçeri bir kişi girebilecek, istenenleri oturduğu yerden alıp pencereden alıcıya uzatabilecek. 30x50 cm pencere, 60x160 cm. ölçüsü verildi. İrfan Öğretmen “Bunları da iki Mehmet’ler yapsın!” dedi. Mehmet Aygün, Mehmet Başaran. Öğretmen bizi kiremitlern yanına götürdü. Kiremitler, binadan az ileride kolaylık olur, düşüncesiyle binaya yaklaştıracağız. Daha doğrusu boş durmamak için kendimize iş buluyoruz. Öğretmen “Nasıl olsa bu işleri biz yapacağız!” dedi. Naci Öğretmen iki gündür saçlar için, ustaları zorluyormuş. ”İşlerimiz onlara bağlı. Su oluklarını takmadan kiremitlemek, yarım iş olacaktır. arkalarında koşmayınca da işi uzatacaklar!” diyerek Naci Öğretmen azıcık yakındı. Biz, dörder beşer kiremitleri iskele bitişiğine taşımaya başladık. Yusuf Asıl birkaç kez dönünce bana “Senin hesapların yanlış, sen 900 adet demiştin, orada binden fazla tuğla var!” diye bağırdı. Herkes güldü. Öğretmen yanlış hanginizde? diye sordu. Bana bakarak “Sen kaç demiştin?” Ben 9520 demiştim, bunu tekrarladım. Yusuf’sa binden fazla diyor. Bu kez Yusuf da dahil hepimiz kahkahayla güldük. Ben nerdeyse on bin diyorum, Yusuf bunu az bulup bin diyor. Yusuf benim söylediğimi unuttuğu gibi, kendi tahmini de , gerçeğin çok altında. Bunu anlayınca kendisi de güldü, “Yanlış anlamışım!” deyip taşımaya koyuldu. Güle oynaya bir süre kiremit taşıdık. Öğle paydosu olurken Hamdi Bağ ile Naci İnan Öğretmeneler geldiler. Yağmurluklar yarın takılıyormuş. ”Yarın biter mi? ”diye soruyoruz. “Bitirmeleri için diller döktük. Yarın kalabalık gelip bitirecekler!” Naci Öğretmen “Demircilik atölyemiz kurulsaydı biz kendimiz çoktan bitirirdik. Ancak saç kıvırma makineleri, keskileri, kancaları, tutaçları kısa zamanda sağlanacak şeyler değil. İlerde bunları da kendimiz yapacağız. O zaman kimseye muhtaç olmayacağız!” diye bir süre konuştu. Yemekten sonra, atölyede toplandık. Hamdi Öğretmen Mehmet’lerle kooperatifi tamamlamaya gitti. Naci Öğretmen dört arkadaşla tuvalet işini sürdürdü. Bizim grup gene kiremit taşıdı. İrfan Evren Öğretmen de bizimle bir süre kiremit istifledi. Daha sonra tüm arkadaşlarımız bize yardıma geldi, yarıya yakınını taşıdık. Nazmi Öğretmen geldi, yer seçtiler, çekmek için makara kurulacak. Arkadaşlardan “Çekerken kiremitler düşer!” diyenler oldu. Yusuf Asıl öğretmene, ”Kiremitler düşmesin diye ben kiremitleri tutarım, arkadaşlar çeker!” dedi. İrfan Öğretmen anlamamış gibi “A bu fikir çok güzel, böylece kiremitleri korumuş oluruz, değil mi? ”diye güldü. Öğretmenin gülüşünden, söyleyiş sesinden ne demek istediği apaçıktı ama, Yusuf, dikkatli dinlemediği için anlamadı, azıcık şaşırdı, etrafına bakındı. İrfan Öğretmen bu kez, değişik bir sesle, ”Sen bizim için dünyanın tüm kiremitlerinden daha değerlisin!” diyerek Yusuf’a baktı. Sonra da “Hepiniz öyle!” diye ekledi. Arkasından açıkladı;Makaralı taşıma için özel kişiler gelecekmiş. O tür taşımanın yöntemleri, sorumlulukları varmış, biz o işte çalışmayacakmışız. Bunu duyunca içimden sevindim. Onun zor bir iş olduğunu sezmiştim. Öğretmen sözünü bitirince ben : ”Olay, salt ip çekmek, makara kullanmak değil;ipi güçlü ellerde tutup kiremitleri yerine iletmektir. Ayrıca bir kez değil yüzlerce kez çekim yapacak. Örneğin bir çekilişte 20 kiremit gitse, en az 500 kez çekiliş gerekecektir. Ben böyle deyince arkadaşlar yüzüme baktılar. Öğretmen “Arkadaşınız haklı, hem de yerden göğe kadar haklı!” dedi. Fazla yorulmadan konuşa konuşa, Yusuf, Hüseyin Orhan, ben nerdeyse tüm gün kitemit taşıdık. İki yığının büyüğünü okulun dibine çektik. . Ellerimizden azıcık yanmalar oldu ama mutluyuz. Özellikle İrfan Evren Öğretmenin bizimle arkadaş gibi konuşması, bizimle birlikte çalışması bizi hem işe yaklaştırıyor hem de iş yapabilirliğimizi kanıtlama olanağı sağlıyor. Hiç yorulmamış gibi dinç, gelecek günlerdeki çalışmalar için aydınlatıcı bilgiler almış olarak günümüzü geçirdik. Paydosta top sahalarına gitmeye kararlıyız. Voleybolcuların direkleri dikildi. Mehmet Aygün arkadaşla merak ediyoruz, ivedi direk istediler. Bakalım ağ olmadan direkleri ne yapacaklar? Gidince şaştık, takım yapıp oynamaya başlamışlar. Ağ yerine ince ipler çekmişler; bir alt bir üst, köşelerden iki de çapraz, olmuş bir ağ. Benim yaptığımı bilenler görünce bağırışarak teşekkür ettiler. Ne kadar candan oynuyorlar. Yazık ki, top iplerin arasından geçince oyun bozuluyor ama onlar bunu olağan sayıyorlar. Mehmet arkadaşla direkleri biz diktiğimize sevindik. Onlar burada oynadıkça mutlu olacaklardır. Böylece biz de dolaylı olarak onların mutluluklarına katkıda bulunmuş olduk. Biz okula dönerken Hidayet Gülen Öğretmenle karşılaştık. Uzaktan direkleri görünce “Ay ne güzel olmuş, direklerimiz dikilmiş deyince ben fırsat bilip, ”Arkadaşla biz diktik!” dedim. Öğretmen bize teşekkür etti, elinde kağıtlı şeker varmış bize birer tane verdi. Çok candan sözler söyledi. Selamlayarak ayrıldı. Mehmet’e hiçbir şey söylemedim ama üstümdeki korkuyu attım. Korktuğum gibi beni şikayet etse idi böyle candan karşılamazdı. Daha sevinçli olarak dersliğe döndüm.
Yemekte öğrendim, yapıcı arkadaşların da bir bölümü öğleden sonra izinliymiş. Bugün izinliymiş. Onlar, bugün yerine yarın çalışacakmış. İsmet’in çalışmadığını duyunca benimle birlikte Yeni Bedir Köyüne gelmesini söyledim. Bunu duyan Arif Kalkan’la Sefer Tunca da bize katılmak istediler. Buna sevineceğimi söyleyip törenden sonra Ömer Uzgil Öğretmenden izin istedim. yanımda daha üç arkadaşında geleceğini ekledim, adlarını verdinm. Bu kez Ömer Uzgil Öğretmen , ”Bak bunu sevdim, sormadan kendin söylemen güzel!” Sizlerden hep böyle düşünceli davranışlar bekliyoruz. Atalarımız, ”Leb demeden leblebiyi anlamalı demiş. Bu sözü daha geniş anlamda yorumlarıp karşımızdakilerin işlerine yardımcı olabiliriz. Böylece işler daha açık, daha kolay yürür. Leb demeden leblebiyi anlamak, salt karşımızdakinden beklenmemeli;biz pekala leblebiyi önce söyleyebiliriz. !” Bunları söyledikten sonra köy hakkında bilgi istedi. Kamber Amcanı tanımış, selam söyledi. Akrabalık durumumuzu duyunca da, ”Ne duruyorsun? Her hafta çık, sana bir evci belgesi verelim, tatillerde rahat rahat git, gel!” dedi. Çok sevindim, koşarak arkadaşlara gittim, durumu anlattım. İsmet önce çok sevindi, ne düşündüyse Alpullu’daki evcilik olayını anımsayınca duraladı, bana “Dayı sen bilirsin ama, sen onu iyi düşün!” dedi. Arkadaşlar da sevincimi paylaştılar. Yola çıktık, birinci derede azıcık durduk. Arkadaşlar burasını iyi biliyorlar, buradaki çalışmalarını anlattılar. Çalışan bir motor var. Motor hem dereden su çekiyormuş, hem de okula gönderiyormuş. İkinci dere düpedüz Yeni Bedir köyününmüş ancak yapılan anlaşmaya göre biz ordan da su alıyormuşuz. Konuşa konuşa köye vardıkKamber Amcam bahçedeymiş bizi gördü, eliyle işaret verdi, bahçeye sandalye çıkardı, oturduk. İstanbul-Edirne asfaltının hemen bitişiği. ”Arkadaşlar, yola yakın, güzel; deyince amcam, “Bir de gürültüsü olmasa!” diye güldü. Yengem geldi, beni biraz payladı. Oğulları Mahmut biraz nazlı niyazlı bir hoşgeniz dedi. Kızı büyük, benim yaşımda o da geldi. Yengem yemek durumumuzu sordu. Kamber Amcam karpuz getirdi, bu arada bana takıldı, ”Bizim karpuzlar sizinkiler kadar tatlı değildir, biz çaresiz yiyoruz sen istersen yeme!” dedi, güldü. Arkadaşların ilgisini höyük çekti, onu sordular. Amcamın fazla bilgisi yokmuş, ”Yakın zamanda kazmışlar, içinde bir şeyler aramışlar!” dedi. Sonra da “Yeni dediğim galiba bir 10-15 yıl önce, biz buraya gelmeden !” diye açıklama yaptı. Kamber Amcam okulla köy arasındaki anlaşmazlığa da değindi. Bizim okulun hemen bitişiğinden başlayarak köyün olduğu yerleri de kapsadıktan sonra İstanbul tarafındaki tepeyi de aşan toprakları köylüler, bir kişiden tapulu olarak satın aldıklarını, toprak sınırlarının tam ucundan başlayıp Lüleburgaz tarafında tepede biten yerin ise hazine malı olduğunu, okul için de orasının gösterildiğini, o nedenle okul temelinin o parça üzerine kazıldığını anlattı. ”Bizim o taraftaki yerlerimiz ilerde parsellenmek üzere mera olarak bırakılmıştı, oysa okul, yavaş yavaş oraları sahiplendiği gibi sularımıza da el koydu!” dedi. Gülerek anlattığı için arkadaşlar tedirgin olmadan dinlediler. Kamber amca okul geliştikçe köye büyük yaralar sağlayacağına inandığını bu nedenle köylüleri frenlediğini, bu inancının da çok köklü, çok yönlü olduğunu saydı döktü. Tarım işleri ilerledikçe çiftçilerin kazanacağı bilgileri, daha ileriki dönemlerde açılacak kurslardan yararlanacaklarını, Arıcılık, peynircilik, aşıcılık konularında yetişecek gençleri, sanat atölyelerinde açılacak yetiştirme kurslarını, köydeki gençlerin bir bisikletle gidip bunları çok rahat izleyebileceğini inanarak anlattı. “İşte bunları günlerce köylülere açıklayınca onlar da benim gibi okulun yararlarına inanıp davadan vazgeçtiler!” dedi Ayrıca amcam şaka yollu bana da burada bir pay ayırdı, ”Dayımoğlunu aranızda görünce, ona zararım dokunsun istemedim!” Gevrek gevrek güldükten sonra da arkasından “Oysa yeğen tenezzül edip bizim fakirhaneye uğramıyor bile!” diyerek beni azıcık dilledi… Arkadaşlar sözü gene höyük konusuna getirdiler. Höyük devletin gözetimindeymış, kişiler, gidip görmenin dışında orada herhangi bir çalışma yapamıyormuş. Köyce yeşillendirmek için yaptıkları baçvuru geri çevrilmiz, öyle ki çevresini temizlemeye bile izin verilmiyormuş. Amcam bunu söyleyince Umurca tepelerini anımsadım birkaç yıl önce oraya gittiğimizde ben yaklaşmak isteyince Umurcalılar bana, ”Yaklaşma, tepelerin çevresindeki fundalıkta büyük yılanlar var!” demişlerdi. Demek onların çevresindeki fundalık, bakımsızlıktan böyle bir duruma girmiş. Biz tepenin çevresine biraz yaklaştık, döndükAmcam, “Gene de biz bu işin arkasını bırakmayacağız. Bakın bizim tepe köyün içinde, çoluk çocuk hergün onun önünde geziniyor. Orasını öyle başıboş bırakmayacağız. Özellikle de çam dikip yeşil bir park durumuna getireceğiz!” dedi. Arkadaşlar yolda biraz durdu, ben yengeme, çocuklara “Hoşçakalın!” deyip döndüm. Kamber Amcam bizi uğurladı. Konuşa konuşa okula döndük. O denli ağır yürüdük ki, bizim yürüyüşümüze göre Okulla Yeni Bedir arası tam yarım saat sürdü. Bundan böyle konuşmalarda bu aralığı yarım saat olarak söyleyebiliriz, diye gülüştük. Bu arada Yeni Bedir köyüne verilecek öğretmenin okuldan çok yararlanacağını da konuştuk. Okul araç-gerecini dilediği gibi bizim okuldan sağlayacağını, verilecek tarla, bahçe ekimlerinde de okuldan yararlanacağını düşledik. Arkadaşlar, okulu bitirince benim burasını isteyeceğimi öne sürdüler. Gülümsedim, ”Olabilir!” dedim ama içimden böyle bir isteğin geçmediğini de duyumsadım. Kamber Amcam bir yana, köy olarak burası da bizim köyden farksız. Tek üstünlüğü Lüleburgaz’a yakın oluşu, asfalt nedeniyle gelip gitme kolaylığı özellikle de okula çok yakınlığı. İçimden de “Ben daha okuyacağım!” gibilerde düş kuruyorum. Ancak bu düşüncemi kesinlikle dışarı çıkaramıyorum. Dersliğe dönünce arkadaşlar benden çok Arif’le Sefer’e sordular, Neler gördünüz? Onlar da höyüğü anlattılar, kazılmış içinden birşeyler çıkmış, kazanlar alıp götürmüşler. Höyük giderek bir çok arkadaşın ilgisini çekti, ilk pazar gidip görecekler. İsmet taklıdı: ”Gidip höyüğü görebilirsiniz ama size kimse karpuz vermez. Mehmet Yücel gülerek “Biz de karpuzumuzu kendimiz götürürüz!”
Akşam yemeğinde Ahmet Gürsel Öğretmeni görünce iyice neşelendim. Her halde nöbetçidir, bizim dersliğe gelir, diye düşündüm. Yemekten sonra matematik kitaplarımı çıkardım. Bir de soru hazırladım. 1-3-5-7-9- sayıları, 3-5 aynı sayılarla çarpılınca benzer bir gelişme gösteriyor. Ya da 7-9 aynı sayılarla çarpınca benzer artışlar oluyor. Bu benzerlikler üzerinde ilerde durulacak mı? Örneğin 7 ile 2’den 9’ dek çarpınca 7-14-21-28-35-42-49-56-63 sıralaması ile 9’un 9-18-27-36-45-54-63-72 sıralamasında artan her sayı kendi kadar artıyor. Ancak basamakların biri sürekli çift sayılara bölünmezliğini sürdürüyor. Pür dikkat öğretmeni bekliyorum. Ayrıca çatı tahtalarını ya da kiremitlerinin hesaplanması için benim gittiğim yoldan başka bir yol var mıdır? Çok sevinçliyim. Kampana çaldı, okuma saatimiz yarı oldu, gelen giden olmadı. Geç vakit bir ses oldu, heyecanlandım, Ahmet Gürsel Öğretmen geldi ama yanında Hidayet Öğretmen de vardı. Konuşa konuşa girdiler, sıralar arasında gezdiler. Ahmet Gürsel Öğretmen yanıma gelince, eğilerek “Bir sorun mu var? ”dedi. ”Evet!” dedim, önce kiremit hesabını gösterdim. ”Tamam, çok güzel!” dedi. Ötekini gösterdim. ”Bunu nereden aldın, o yüksek matematik konularının çetrefil sorularından biridir. Değişik açılardan el alınır, üzerinde tartışmalar yapılır. Derslerimiz başlayınca bana anımsat nedenleri, niçinleri üzerinde konuşalım ama bizim konumuz değildir!” dedi. Öğretmenler çıkarken Hidayet Öğretmene benim için bir şeyler söylemiş olacak, Hidayet Öğretmen bana bakarak, güldü, ”Onu tanıdım!” dediğini arkadaşlar da duydular. Bu kez dönüp bana baktılar. İsmet sordu”Dayı seni nereden tanıyor? ”Ben de, ”Mehmet Aygün’le voleybol direklerini diktik, ondan tanıyor!” dedim. Olay kapandı. Ama ben çok mutlu oldum, kıvancımı içimde tuttum. Yat kampanası vurunca dün gecenin tersine çok rahat olarak yatağıma girdim. ”Bu gece görürsem herhalde çok güzel rüyalar göreceğim!” diyerek, gözlerimi kapadım. Ancak kimi arkadaşlar fısıltı da olsa konuşmalarını sürdürdüler. Nereden geldiğini tam saptayamadığım bir ses kafamı karıştırdı. ”Öğretmene ne sordu gene o? ”diye birisi kesinlikle benim için konuştu. ”Gene o!” Bunu söylese söylese Fettah söyler diye düşünecek oldum ama Fettah kapı karşısında, benim sıramın başındaydı, yerinde yatıyordu. Oysa ses sağımdan geldi, ya da ben öyle algıladım. İçimden”Aldırma, söylerken duyarsan nedenini sorarsın, arkandan söylenenleri duymazdan gel, yoksa rahatını kaçıracaksın!” diyerek kendimi tuttum.
9 Ekim 1939 Pazartesi
Arif Kalkan nöbetçi, geçerken dürtükledi, ”Gel bana yardım et!” dedi. Uyanıktım, akşamki sesi bulmaya çalışıyordum. Birden bir uyum oluştu. Bu ses Arif Kalkan’ın sesiydi. İkircil bir durumda kaldım. Arif bunu bana nasıl yapar? Yaptıysa ben nasıl yanlış düşünüyorum. Yutkundum. Dışarda konuşuyoruz, ses aynı ses. ”Ne sordu o gene? Gene ne sordu o? ”sorunun nasıl olduğunu unuttum. Kendi kendime o denli sordum ki, ses de soru da kayboldu. Bu kez karşımda Arif kaldı. Arif ne amaçla sorar? Arif’in yardımcıları geldi. Beraber tabak çatal, bardak taşıdık. Duramadım, “Akşam uyurken birileri benim için konuştular, tam uyurken olduğundan anlamadım, lehime mi yoksa aleyhime mi?” diye ortaya söyledim. Arif “Yok yahu, neye aleyhine olsun Yakup seni överek “Öğretmenle yarış ediyor, inşaatta çalışırken bile matematik çalışıyor, sorular soruyor!” deyince ben de “Gene ne sordu? ”dedim. Güldüm, ”Uyumak üzere olduğu için, rüya mı, gerçek mi kestiremedim. Sanki birileri beni çekiştiriyor gibi geldi!” Arif olayı bir daha anlattı, beni inandırdı. Arif çok iyi niyetli bir arkadaş. İçimde en küçük bir kuşku kalmadı. Ancak kendimi bir daha kınadım, doğru dürüst anlamadan her söze üzülürsem, başkası değil kendi kendime kötülük yapmış oluyorum. Arif beni arkadaş sayıp kaldırmasaydı, benimle konuşma olanağı yaratmasaydı. Ben şu anda da üzüntü içinde olacaktım. Ahmet Gürsel Öğretmen bizim masanın başına geldi oturdu. Bizi özlediğini söyledi. ”Haftaya derslere başlayacağız, o zaman bol vaktimiz olacak, konuşacağız, bu yıl daha rahat ders yapacağız!” diyerek bize güç verdi. Lüleburgaz Ortaokulunun derslere çoktan başlandığını muştuladı. ”Yakınınızda bir ortaokulun bulunması sizler için bir kazançtır. Arkadaşlık ilişkileri içinde kendinizi bir çok bakımdan sınarsınız!” dedi.
Kahvaltıdan sonra atölyede toplandık. Küçük bir kamyonla ustaların geldiğini gördük. Dört kişi, hemen işbaşı yaptılar. Biri çatıya çıkıp ötekilere bağıra çağıra uyarılara başladı. Biz atölyedeki işlerimize döndük. Ancak gözlerimiz hep çatıda kaldı. Dört kişinin en az sekiz kişi gibi çalıştığını görünce şaşırdık. Bizim ağırdan alışımızla onların hızı karşılaştırılamayacak ölçüde farklı. İrfan Öğretmen, ”Onlar bu işten geçiniyor, kaytarsalar, kovulur yerine başkaları gelir!” dedi. Yapılan yeni tuvaletleri yerlerine koyacağız. Beş arkadaşız beş tuvalet kondurulacak. İş bölümümüzde kişi sayısına göre göz düşüyordu. Üç kişilik grup üçlü, iki kişilik grup ikili tuvaletleri hazırladık. Yerleri için, değişik görüşler ortaya atıldı, bir süre tartışıldı Sonunda Namık Öğretmen eskilerin dizisine ekleyip uzatılması yerine daire şekline sokup toplu bir yerde bulunmasını önerdi. Biz de 3’lüleri eskilere dayalı olarak döndürdük, ikilileri de az ileriye yerleştirildi. Kalan zamanımızda iç merdivenle tuvalet bölümünün kalıplarını söktük. Gelip giderken çatıya bakıyoruz. Ustalar bize yardımcı oluyorlar. Saçak uçlarına ilk tahtaları çakıp saçları kiremit altına girmesini sağlıyorlar. Böylece binanın saçak uçları çakılmış oluyor. Biz oralardan başlayıp yukarıya çıkacağız. Binanın batı tarafı bitmiş durumda. Öğleden sonra esas işlerimizle uğraşacağız. Kaç gündür yaptıklarımızı kendi işimiz saymıyoruz. Bizim işimiz marangozluk, pencere, kapı, masa yaparız. Kesinlikle keser kara çivi kullanmayız. Geçme, yapıştırma, kaplama yöntemleriyle iş görürüz. Kendimizi buna inandırıyoruz. Öğleden sonra kendi işimize başladık. Önce üst katın çerçevelerini ele aldık Çerçeveleri kendimiz yaptık, kendimiz yerlerine takıyoruz. İlerde açıp kapadıkça da bununla övüneceğiz. Müdür Odasının üstünden başladık. Bu bölümde on dört pencere var 3-3-3 olarak grup oluşturduk. Her grup bir pencere ile uğraşıyor. İki kişinin tutması işleri kolaylaştırıyor. Yusuf 10. kişi olarak su terazisini kullanıyor. Duvarlardaki farklılıklar işlerimizi zorlaştırdı ama gene de yılmadan çerçeveleri yerlerine yerleştirdik. Tüm çabalarımıza karşın öbür taraf kaldı.
Paydos ederken “Öbür tarafı da kiremitlerden sonra yaparız!” dedim. İrfan Öğretmen “Yok, öyle bırakamayız, camcıları getirince hepsini birden bitirtmeliyiz, fazla zamanımız kalmadı!” dedi. Arkadaşlar futbol oynamaya gitti ben yalnız olarak dersliğe indim. Öğretmene soracağım soruyu deftere yazdım, neyi öğrenmek istediğimi kesin duruma getirdim. Bu kez de Okuma kitabımızdaki parçalara baktım. Ahmet Rasim’i, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı okudum. Arkadaşlardan gelenler oldu. Onların konusu bambaşka, gelecek kızlardan söz ediyorlar. Akşam yemeğinde duyuruldu, cumartesi, pazar günleri bizim sınıf tam gün kalışacak. Ben de dahil bu duyuru hiç birimizin hoşuna gitmedi. Neden? Yemekten sonra, okuma saatinde değişik nedenler öne sürüldü, ”Yeni gelenlere rahat yer hazırlamak!” Okuma saatinden Salih Ziya Öğretmen geldi. Arkadaşlar Salih Öğretmenin konuşmasını özlemişler, sıra ile sözcük açıklattılar. Sırdaş, galvenize, mütekamil, vesvese, komplo sözlerini sordular. Başka sözler de soylendi ama öğretmen nedense, daha doğrusu nedenini çok iyi bildiği için birilerini yanıtlamadı. Sözcük söylenince öğretmen geçtiği yeri, konuyu soruyor, sağlıklı bilgi alamazsa “Sen önce, okuğun yeri iyi öğren sonra sözcüğü araştır!” diyor. Bu sözleri soranlar istenen bilgileri verdiler ondan sonra öğretmen örneklerle açıkladı. Sırdaşı, arkadaşlık bağlarıyla ilgili olarak değişik örneklerle anlattı. Galvenize için kaplama metal, kalayla şekil benzerliği üzerinde durdu. Mütekamil’i olgunlukla, bilginlikle açıklarken bilginlerden, büyük yazarlardan örnekler verdi. Vesveseyi anlatırken kendime pay çıkardım, kendi içimden utandım. ”Olmayan bir sorunu olmuş gibi düşünüp kendine ya da yakınındakilere zarar veren acayip düşünce!” olarak tanımlamasına içimden kendimi örnek gösterdim. Komplo, sözü üzerinde ise değişik açılardan bakarak durdu, ”Kişilerden çok grupların başka gruplara karşı gizli tuzaklarıdır, düşünceleri saptırmak için yerine uydurma haberler yaymadır!” diye örnekledi. Sonra da gülerek, ”Şimdi sizin bana yaptığınız da bir tür komplodur. Ben size Tarım derslerimizde yapacaklarımızı anlatacaktım, siz bana bir komplo kurdunuz, sözcük sorarak, beni başka alana çektiniz!” deyip güldü. Arkasından komplolar hep kötülük için kurulmaz, bazan sevgiler üstüne de kurulur. Örneğin çiçeklerin renklenip güzel güzel kokması arılar için kurulmuş bir tür komplodur. Siz buna daha güzel örnekler bulabilirsiz. Sözgelimi gençlerin giyinip kuşanması, sevgilileri için bir tür komplo olarak düşünülebilir. Arkadaşlar gülünce öğretmen, ”Yaaaaa, gülersiniz, işte bu da size bir söz komplosudur. Hoşunuza gideceğini bile bile bu sözü söyledim. Hemen gülümsediniz!” Bu kez öğretmenle birlikte hepimiz güldük. Yat kampanasını duyunca öğretmen bize sordu. ”Bu zile alıştınız mı? Sami Akıncı atik davrandı, “O zil değil öğretmenim kampana!” dedi. Öğretmen “Kampana mı diyorsunuz? deyince hepimiz “Kampana!” dedik. Öğretmen, ”Tamam çocuklar, siz öyle alıştınızsa, sorun kalmamıştır. Zaten meydanlarda siz ya da çan çalması bizde pek alışılmamıştır. İlerde elektrik yapılınca başka bir düzen geliştirilir. Gülerek, İyi geceler!” deyip ayrıldı. Mustafa Saatçı çıkarken “Bu kampana da uyumak için bir komplo!” deyince, İdris Destan, ”İmam bu sözünde bizi güldürüp uykumuzu dağıtmak için bir komplodur!” diye ekledi. Mehmet Yücel İdris’e çıkıştı. “Senin Hafız’a imam diyerek onu kızdırıp uykusunu kaçırman da bir komplo değil mi?” İsmet dayanamadı, ”Komplo sözünü bu denli ayağa düşürmeniz, komploya karşı bir komplodur!” Herkesin ağzında komplo sözü yatakhaneye indik. Bir süre sonra Salih Ziya Öğretmenin koridorun öbür tarafından sesi gelince konuşmalar durdu. İçimden gülerek, uykumu bir komploya uğratmadan uyumalıyım, deyip gözlerimi kapadım…
10 Ekim 1939 Salı
Kampana sesiyle uyandım. Akşamki neşem uykularımda kalmış gibi. Yakınımdan geçen birisi. ”Bugün uzun bir cumartesi olacak!” , dedi arkalardan birisi de, ”Bizim için fazla bir değişiklik yok, her günkü işlerimizdeyiz. Bunları duyunca ben de kendime düşüncemde yanıt verdim: ”Sanırım biz, öğleden sonra tahta çakmaya başlayacağız. Hava yarı bulutlu. Kahvaltıdayken öğretmenler geldi. İrfan, Naci, Hasan, Namık, Nazmi Öğretmenler birlikte kahvaltıya girdiler. Hepsi neşeli. Kahvaltıdan hemen sonra atölyede toplandık. Önce İrfan Öğretmen geldi. Gelir gelmez sorduk: “Çatıya mı çıkacağız? ”Öğretmen “Yoo, kiremitler taşınmadan çatıda ne yapacağız? ”Soru üstüne soru, “Tahtalar çakılmayacak mı?” Yanıt, “Kiremitler çıkmadan tahtalar çakılmayacak!” Ben kenara çekildim. Öteki öğretmenler de geldi. ”Dünkü gruplar aynen binanın öbür tarafında çalışacak!” . Hep birlikte çıktık, önce pencere takozlarını yokladık çerçeveleri taşıyarak yanlara diktik. Birimiz bir kenardan birimiz öteki kenardan tutup yerleştiriyoruz. Yusuf Asıl elinde terazi, ”Tamam deyinçe 3. arkadaşımız çivileri çakıyor. Son kontrolu İrfan Öğretmen yapıp çak işareti verince belli yerlere çivileri çakarak sağlamlaştırıyoruz. Ön denemelerde kanatların açılıp kapanması rahat oluyorsa, ”Tamam!” deyip geçiyoruz. Ancak hepsinde “Tamam !” diyemiyoruz. Arada bizi uzun uzun uğraştıranlar çıkıyor. Bunlara üzüldük. Sekizinci çerçeveyi taktığımız sıralarda takırtılar duyduk. Bir küçük kamyonla ustalar gelmiş, makaralı iskeleleri kurmaya başlamışlar. İrfan Öğretmen, pencereden onlarla konuştu, arkasından Naci İnan, Hamdi Bağ Öğretmenler aşağıya indiler. Biz işimize devam ettik. Öğretmenler bir süre aşağıda kaldılar. Koridorla bu kattaki odaların pencereleri tamamlandı. Sıra İstanbul tarafındaki köşe odaya gelmişti. Dört pencereli bu odaya başlarken, paydos kampanası çalınca topluca aşağıya indik. Bayrak töreni, Hidayet Öğretmen gerekli uyarıları yaptı İstiklal Marşı ile bayrağı çektik. . Yemekte her grup yaptığı işleri anlatıyor. Biz binanın üstündeyiz ama başka işlerle ilgilenmediğimizden yapılan bir çok işin ayırdında değilmişiz. . Yapıcı arkadaşların bir bölümü aşağı katların ince sıvalarını, merdivenlerin sıvalarını, tuvaletin bölmelerini tamamlayıp sıvamışlar. Bir bölümü Tarım barakasının duvarlarını ördüğü gibi, iç kaba sıvasını bile vurmuşlar. Onların grubu sayı olarak bizim iki katımız;20 kişiler. Üstelik çoğunluğu güçlü arkadaşlardan oluşuyorlar: Halil Basutçu, Sefer Tunca, Arif Kalkan, Mustafa Saatçı, Hüseyin Serin, İsmet Yanar, Fettah Biricik, Ali Güleren, EmrullahÖztürk hep o grupta. Besbelli ki onlar daha çok iş üretiyorlar. Dereden okula suyu da onlar, sessiz sedasız getirmişler. Bu öğle yemeğinde çoktandır görmediğimiz revani yedik. Buna çok sevindim. Başka günler de tatlı oluyor ama cumartesi günlerin tatlıları bence bir başka tatlı oluyor. Yemekten hemen sonra iş başı yaptık. İrfan Öğretmen bizi, Yusuf, iki Mehmet, ben dördümüzü pencere işini bitirmek üzere ikinci kata çıkardı. . Dört pencerenin ikisi kolay oldu, öteki ikisi pürüzlü çıktı. Bir süre çabaladıktan sonra tamamlayıp biz de yukarıya çıktık. Kiremit dizimine bizden önceki arkadaşlar çatının İstanbul tarafına düşen ikizkenar çatı üçgeninden başlanmış. Üçgen, neredeyse yarı olmuş. İşler, hiç de benim beklediğim gibi değil, iki öğretmen iki başa oturmuş, tahtaları uçlarını kiriş eğiklerine uygun kesip çakıyor. Önce kiremitleri koyup işaretliyor sonra kaldırıp çivi çakıp kiremidi telle bağlıyorlar. İş çok ağır gidiyor. Gene de üçgen bitmeye yaklaşmış. Dayanamadım sordum, ”Hep böyle mi dizilecek? . Naci Öğretmen”Burası hem dar hem de binanın alnı. Aynı zamanda çok rüzgar tuttuğundan dayanıklı olması için böyle yapıyoruz. Alan genişleyince bir iki sıra atlayarak ara ile bağlama yapacağız!” Naci Öğretmen, yerinden kalktı, kalktığı yere beni oturttu. Duraksamadan Hamdi Öğretmene bakarak iki tahta kesip çaktım. Araları da çiviledikten sonra kiremitleri koyup ölçtükten sonra çaktım. Çaktığım çivıye teli sardırarak bağladım. Hamdi Öğretmen, bakıyormuş, güldü, “İşte bu kadar!” dedi. Az sonra Hamdi Öğretmen Mehmet Aygün’ü çağırdı. Mehmet’e, ”Ağabeye yardım edersen, çatı işi çabuk biter!” dedi. Mehmet’le iki tahta çakıp kiremitleri bağladık. İki öğretmende aralarında konuşarak bize bir süre baktılar. Sonra da “Kolay gelsin!” deyip gittiler. Mehmet’le bir birimize uyarak üçgen alanı tepeye çıkarıp son kiremidi de bağladık. Bu kez daha önce yapılan yerlerde açıklar bırakılmış. Özellikle kenarlarda kapanması zor açıklar var. Üstelik bunları öğretmenler bırakmış. Tavana indik, arkadan konuşmalar geliyor, baktık öğretmenler asfalt tarafından başlamış, iki sıra da çekmişler. Naci Öğretmen gülerek gene beni çağırdı. Hamdi Öğretmen de Mehmet Aygün’e yer gösterdi. Mehmet’in ötesine de Naci Öğretmen geçti dörtlü olarak tahtaları ikişer ikişer çakıp kiremitleri dizmeye başladık. Naci Öğretmen uyardı, ”Üç kiremikte bir iki oluklu kullanacaksın!” . Önce yapılanlara baktım, gerçekten burada bir yenilik var. Kiremitlerin birleştiği yerler çimentolu harçla kapatılıp üstüne oluklu kiremit konmuş. Hüseyin Orhan arkadaşımız da bu işi sürdürüyor. Naci Öğretmen geldi ilk iki kiremidi birlikte koyduk. Öğretmen çekildi biz sürdürdük. Yarıya dek çıkarınca bu kez çatının soluna kaydık. Naci Öğretmen destereyi aldı ucu yerleşmemiş tahtayı keserek yerleştirdi. Biz düz olarak tahtaları çakıp kiremitleri bağladık. Açık kalmadığı gibi çok da sağlam oldu. Ağır çalışmamıza karşın kiremit dizisini giderek çoğalttığımızı görerek güvenimiz arttı. Hızlı gidiyormuşçasına sevinerek işimizi sürdürdük. Öte yandan, arkadaşların bir bölümü, kimilerinin çıkrık, kimilerinin de makara adı verdikleri gırgırlar, gırlayarak bize kiremit yetiştirdi. Paydos olduğunda işten dönenlerle, bahçeye çıkanların izlemesi bizi gururlandırdı.
Çatının, bir yan üçgeniyle öteki yan geniş alanı bitmiş olarak aşağıya inince, Kırmızı kiremitli çatıya gururla baktık. Daha önce kendi kendime. “Bu çatıya kiremitler nasıl dizilecek? diyerek şaşkın şaşkın baktığımı anımsayıp güldüm. Aynı zamanda İrfan Öğretmenin “Bir takım kolaylıklar bulunur, deyişinin ne denli güven verici bir umut ışığı olduğunu değerlendirmeye çalıştım. Aramızdaki konuşmalarda, önce tahtaları çakacağız sonra da onların üstünde korkudan titreyerek gezeceğiz yollu söylemler geçiyordu. . Benim gördüğüm başka çatılarda öyle yapıldığı gibi, üstelik kiremitleri de yığın yığın dizilip çatı kiremit deposuna çevriliyordu.
”Bu akşam da yağmur yağmazsa okulumuz korunak altına alınacak!” diyerek asfalt tarafına gidip uzaktan baktım. Bu arada tüm kiremitlerin çekici dibine (Makara altına) taşınmış olduğunu gördüm . Hasan Üner’le Mehmet Başaran. İkisi de zayıf, ” Bunları nasıl taşıdınız? ” diye sordum İkisi birden “Biz güçlüyüz, taşırız!” dediler. Meğer Namık Öğretmen yapıcılardan bir grupla oradan geçerken bizimkileri yalnız görmüş, ”Gelin bu kahramanlara biraz yardım edelim!” demiş. Yanındaki arkadaşlar bir gayret kiremitleri taşıyıvermişler. Arkadaşlarla binanın kiremitli tarafına bir daha baktık. Bina kiremitli olunca daha görkemli oluyor. Kiremitler tamamlanıp iskeleler sökülünce esas güzelliği o zaman ortaya çıkacak! Güneş batımına doğru Tarım barakasına dek yürüdük . Salih Ziya Öğretmenin de istediği olmuş. Öğretmen “Sıva mıva gerekmez!” diyordu. Oysa şimdi içi dışı sıvanmış. Düpedüz bir ev gibi düzgünleşmiş. Az yukarsında da bir bina tamamlanmak üzere. Orası Alman Ahmet’in elektrik santralı olacakmış. Yakında elektriğe de kavuşacakmışız. ”Yakında ne demek? On gün sonra mı, iki ay sonra mı? Belki iki ay sonra, yanıtı veriliyor. Akşam yemeğinde, tek konu, hem de söz birliği etmişçe, dilimizde bina çatısının sevinciydi. Okuma saati oldukça gürültüler içinde geçti. Bir ara Hidayet Öğretmenin sesi geldi ise de bize uğramadı. Bu durumdan yararlanan bazı arkadaşlar erkenden gidip yattı. İsmet bunlardan biriydi, giderken bana da önerdi ama, ben çekindim. Kampana vurunca gidip yattım. Konuşmaları dinlemeyeceğim, Duyduklarım olursa üzerinde durmayacağım. Kendi kendime komplo kurmayacağım. Kendi kendime sordum. Bu komplo sözünü ben köyde hiç duydum mu? Sanmıyorum, bizim köylülerin dili bu sözü söyleyemez. Söylemeye kalksalar, kompele-komuple gibi biçimlere sokarlar. Bu kez de köyde yanlış söylenen sözleri düşündüm. Daha İlkokul 1. sınıftayken öğretmen arkadaşların adlarından başlayarak yanlışları düzeltmeye çalışmıştı. Adları anımsadım. Önce kızlar uyarılmıştı. Arzu, kendi adını Arzı olarak söylüyordu. Zeliha ise Zalle, olmuş. Başkaca çok önemli değişmeler: Havva-Hava, Şerife-Şerfe, Fatma-fatme, Şehriban-Şerban. . Erkeklerde;Rıza-Irıza, İbrahim-İbram, Mahmut-Mamıt, Halil-Alil, Ramazan-Ramadan, Kamber-Gamber, Mustafa-Mıstava, Salih-Sali… Öteki sözlerden;Pekmez-Petmez, sabun-sabın, kavun-kavın, buzağı-buza, kazık-gazık böylece uzayıp gidiyor…. .
11 Ekim 1939 Çarşamba
Dışarıdan sesler geliyor. Küçükler dur sus anlamıyorlar galiba, diye düşündüm. Kampana vurunca hemen kalktım. Gürültü çocuklardan değil, bizim çıkrıkçılarla camcılar gelmiş. Camcılar sandıklarını yukarıya çıkarırken sesler olmuş. Çıkrıkçılar daha çok sessiz çalışıyor ama ne de olsa makara gıcırtıları duyuluyor. Kahvaltıdan kalkar kalkmaz kiremit işine koştuk. Hamdi Öğretmen uyardı: ”Bu çok önemli, kiremitler küçük öbekler olarak ayrı ayrı konsun, hepsi bir yere yığılmasın!” dedi. Hepimiz çatıya çıktık. bir yere birikmişleri ayrı yerlere taşıdık. Dün bıraktığımız yerden başladık. Harun Özçelik’le Salih Baydemir öğretmenlerin yerine oturdu. İrfan Öğretmen gene en başa geçti. İrfan Öğretmenle ikimiz uç kesip çakıyoruz. öteki arkadaşlar düz uçları üstlendiler. Biz aynı zamanda çimento kullanıp oluklu kiremitleri de yerleştiriyoruz . Bir hamlede asfalt tarafın geniş yüzeyini bitirdik. İrfan öğretmen mola verdi. Molanın niçin verildiğini hepimiz anladık. Su oluklarının üstüne ilk tahtalarla ilk kiremitleri çakmayı bize güvenemiyor. Ben gülerek, bu işe gönüllü olduğumu, ilk çakmaları da yapabileceğimi söyledim. Arkamdan Salih de aynı sözleri tekrarladı. Öğretmen gülerek, “Bunun arkası kesilmez, az sonra Hasan’la Yusuf da aynı cesaretli sözleri söyleyecekler, biliyorum. Ancak benim cesaretim yok, arkadaşları bekleyelim!” Öğretmenin sözü bitmeden öğretmenler çıkageldiler. Bize hiç söz söyletmeden kendileri, dört kiremit sırası çıkarıp kalanını bize bıraktılar. Alt baştan oluklu kiremitleri de yaptıkları için yukarısını yapmak kolaylaşmış oldu. Mehmet Aygün, Salih Baydemir, Recep Kocaman, ben, dördümüz işi dikkatle sürdürdük. Tepeye son kiremidi koyup indiğimizde öğretmenler, Harun, Hüseyin Orhan’ı yanlarına alarak son büyük alanın ¼’ünü dizmiş olduklarını gördük. Öğle yemeğine indiğimizde çatının üç tarafı tamam bir tarafı biraz yarım karşımızda duruyordu. Tüm işler bittiğinde, o işleri yapanlar sevinilir ama, bizimki bir başka oldu. Kiremitli çatının görüntüsü karşısındaki arkadaşların, hele küçük sınıfların hatta öğretmenlerin sevinci görülmeye değerdi. ”Cumartesi-pazar günleri yapacağımız çalışmaların bizi bu denli sevindireceğini işe başlamadan önce düşünmemiştik!” diyerek. Bir süre karşılıklı söyleştik. En güzel sözlerden birini bence Mustafa Saatçı arkadaşımız söyledi. “Çatısız binaya baktıkça karlı, buzlu günlerdeymiş gibi kendimi, titreyen biri olarak düşünüyordum. Bugün çatıyı kiremitli görünce, kürklü gocuk giymiş gibi içim rahatladı!” dedi. Arkadaşlar Mustafa’ya her zamanki gibi takılarak sözünü küçümsediler ama bu söz, söylenen sözlerin hepsinden güzel, etkileyici, yürekten söylenmiş bir sözdü. Yemekten sonra hemen işbaşı yaptık. Çıkrıkçılar kısa bir moladan sonra çalışmışlar, neredeyse kiremitlerin tamamını çatıya çıkarmışlar. Öğretmenler önce camlarla konuştular, camlara baktılar, macunları incelediler. Bu arada kiremit taşımayı durdular. Hamdi öğretmen “Fazla çıkarıp indirmeyle, az çıkarıp sonradan eklemenin farkını sordu. Ben, ”Ne fazla çıkartalım ne de eksik kalsın, hesabını yapıp tamamını çıkartalım!” dedim. Öğretmen “Haydi öyleyse çık hesapla!” dedi. Salih Baydemir’le çıktık. Kalan boşlukların ölçüsünü alıp simetriğindeki kiremitleri saydık, 1040 sayısı çıktı. Çatıdakileri saydık, 980 çıkmış durumda. 60 kiremit çıkarsa yeter!” dedik. Öğretmenler gülerek “Eksik-fazla kaygımız kalmadı, hesap sorumluları zararları karşılayacak!” dediler. Biz de yukarıya çıkıp sıralamaya başladık. Zaten sıralama yükseldikçe kolaylaştığından azaldıkça çoştuk. Yusuf Asıl, Mehmet Başaran, bitince üzüleceğiz demeye başladılar. Naci Öğretmen “Şunlara bak, size iş bıraktık!” diyerek kanatların birleştiği oluk kiremitleri gösterdi. ”Bunları yapacak usta arıyorduk, yarın siz de onları yapın!” dedi. Arkadaşlar sahi anladılar, az sonra soru sormaya başladılar, ”Kiremitlere basabilecek miyiz? Onları nasıl tutturacağız? Çivileri nerelere çakacağız? Sızlanmalar başladı. Bu kez de öğretmenler takıldıklarını söylediler. ”Onların kendi geçmeleri vardır, oralara takılıp çimentolu harçla yapıştırılacak!” dediler. İrfan Öğretmense, "Her şeyden önce aşağılarda bir sürü yapılmışı var, onlara bakar, bakar yaparsınız!” dedikten sonra güldü, ”Üzülmeyin gene hep beraber yapacağız!” . Öğretmen öyle dedi ama ben gene konuşmadan edemedim, “Oluklu kiremitlerin tamamını da birlikte yapsaydık daha iyi olmaz mıydı? ”Öğretmen haklısın, senin dediğin de doğru. Yerinde bir öneri. Ancak çatı üstünde temkinli gezinmenin bir sakıncası yok. Zaten biz o çatıda daha gezeceğiz. Koca bir bina, dört büyük bacası var, onlar yapılacak. . Gerektiği zaman çıkmak üzere en az iki yerden çatı kapağı açılacak. Bugünden sonra yağmur da yağsa akıntı söz konusu değil, tepeden girecek su damla hesabı olur, akıntı oluşmaz. Çatı sorununa bitmiş gözüyle bakabiliriz, bundan sonrakiler birer ayrıntıdır!”
Biz yere inince tören çağrısı yapıldı. Hidayet Öğretmen kendi öğrencilerini sıraya sokmuş durumda, bekliyor. Bayrağı bir çocuk çıkarmış beni göründe verdi. İstiklal Marşı çok canlı olarak söylendi. Ömer Uzgil Öğretmen banyo sıramızın hafta arasında kullanılacağını, çamaşırlarımızın gene torbalarla toplanacağını, herkesin çamaşır torbasının okunur şekilde numaralı olmasını tembihledi. Derslikte toplanınca konuşmalarımız sözbirliği etmişçe hep biten ya da azalan işler üzerine oldu. Okul binası tamamlanınca Kepirtepe’nin daha sevimli olacağı öne sürüldü. Bu görüşe karşı çıkanlar gene “Ölme eşeğim ölme!” sözünü söylediler. Buna hep birlikte güldükse de kampana sesini duyunca rahat, güvenli duygular içinde akşam yemeğine oturduk. Bu akşamki konuşmalar daha çok iş üzerine dönüştü. Kim daha çabuk iş görüyor, kim daha temiz iş yapıyor, iş derslerinde en beceriksizler filen üstüne ad vermeden seçmeler yapıldı. Mustafa Saatçı ile Halil Basutçu arkadaşların adları saklanmadan anıldı. Kültür derslerinde kesin olarak Sami Akıncı, onu hep biliyoruz ama ikincilik şansı hiç kimseye verilmeyecek gibi bir hava var. Bizim marangozluk grubunda Harun, Salih, Recep, Hüseyin Orhan adı anılan arkadaşlarımız. İsmet bu konuşmalar azıcık sinirlendi galiba, bana seslendi, ”Dayı hiç adın geçmiyor, sen sınıf mı değiştirdin? ”dedi. Ben de gülerek, ”Arkadaşlar kendi listelerine göre konuşuyorlar, ben öğretmenlerin listesinde olduğum için beni öğretmenler konuşacak. Başka yerde olup olmamak benim için önemli değil, bunları öğretmenlerin listelerine giremeyenler düşünsün!” dedim. Birden sessizlik oldu. Ben, benim sözümden susulduğunu sandım oysa arkamdan Hidayet Öğretmen geldi, bana, ”Senin mandolin isteğini Müdür Beye anımsattım. İlk fırsatta bizi Sinanlı’ya gönderip kullanılabilir ne var ne yoksa aldıracağına söz verdi!” dedi. Gülümseyerek arkadaşlar arasından yürüyüp geçtim. Hidayet öğretmenin bunu bana söylemesine şaşıranlar oldu. Bense şaşırmadım. Mandolin konusunu tüm arkadaşlarla konuşmuştuk. Ancak geçen günkü çamaşır konusunda konuşmamız, arkasından da onun istediği voleybol direklerini benim dikmiş olmam, beni tanımasını kolaylaştırdı. O nedenle de “Senin!” diyerek adlandırdı. Hidayet Öğretmen gidince gene İsmet, ”Dayı, bu öğretmene de mi adını yazdırdın? ”diye sordu. ”Bunun yanıtını dersliğe gidince veririm!” diyerek İsmet’i susturdum. Dersliğe gidince İsmet’e “Ben buranın çocuğuyum, Köyüm buraya 15 km. Okulun alt bahçesi Kamber amcamın tarlasıyla sınır. Hatta okulumuz suyunu Kamber Amcamın tarlasından alıyor. Geçen gün sen de dinledin, Yeni Bedir köylüleri okula yardımcı olmak için her türlü zorluğu göze almaya karar vermişler. Buraya gelen öğretmenler bunları duymaz mı? İşte bunun için ben kendimi buranın bir parçası sayıyorum, buna göre davranıyorum. Bunu gören öğretmenler de beni ona göre değerlendiriyorlar. Anladın mı teyzemoğlu İsmet? ”dedim. Tüm arkadaşlar ilgiyle dinlediler. Hiç kimseden bir ses çıkmadı. Sami Akıncı “ Banyo gününü hangi güne alalım? ” diye sordu. Konu değişti. Halil Basutçu merak etmiş, ”Tuğla hesabın doğru çıktı mı? ” diye sordu. ”Tuğla değil, kiremit!” diye düzelttim. Yusuf Asıl’a seslendim, ”Kiremitleri sen saydın, kaç kiremit kaldı? Mehmet Başaran’la Yusuf, ikisi birden yanıtladı, 110 tane aşağıda, 37 tane yukarda kalmış 137 fazla gelmiş. Onları da açıkladım, Dört büyük bacanın üstüne, dört yanına da kiremit kullanılacak. Bu sözlerle de hiç kimse ilgilenmedi. Ben de onların anlamsız şamatalarını umursamadım. Yat kampanasının ardından gidip yatağıma rahatça uzandım. Konuşulanları duymadan uyumaya çalıştım. Başardım galiba!…
12 Ekim 1939 Perşembe
53 Ali geldi, nöbetimi tutuyorum, dedi. ”Nöbet tuttuğunu bana ne söylüyorsun? “Benim sorumu yanıtlamadan gitti, kampanayı çaldı. Kampana sesi kesilmeden Hamdi Öğretmen geldi, ”Kalkamayacak durumda olan var mı bakalım? ”diye sorarak ranzaların arasına girdi. ”Ay, çocuklar bu ranzalar çok seyrek konmuş. Bakın arasında dolaşıyorum. Sıklaştırın şunları da öğretmenler giremesin!” diyerek güldü. Ben, görünmeden dışarı çıktım. Hasan’ı, Yusuf’u Mehmet Başaran’ı yatakta yakalamış. Öğretmen az sonra da yemekhaneyi gezdi. Biz de atölyenin önünde toplandık. Hamdi Öğretmen, Hasan’a “yorulmadım diyordun oysa yatakta gördüm, süzülüyordun, sakın bugün çatıya çıkma!” Hasan, ”Öğretmenim zaten bugün çatıya çıkılmayacak, ya da ben çıkmayacağım!” Öğretmen gülerek “Nerede uyuklamak istiyorsun? ”diye sordu. Hiç bir yerde, çalışırken uyuklanmaz öğretmenim, bunu siz söylemiştiniz bize!” Öğretmen, sesini uzatarak, ”Öyle miiiii? Bak, bak, bak!” dedi, güldü. Kampana çalınca sıra olup kahvaltıya girdik. Hidayet Öğretmen küçük sınıfları ayrı masalara oturtmuş. 5. Sınıfların arasında kahvaltı ediyor. Ömer Uzgil Öğretmen duyuruda bulundu. Bugünden başlayarak 6. sınıflar da iş derslerine katılacaklar. İş dersleri öğretmeni İrfan Evren. Tüm sorunlarını İrfan Evren Öğretmen aracılıyla çözeceklerdir!” Bizim arkadaşlarda da sevinenler oldu. ”Onlar 6. sınıf olduysa biz de 7. sınıf olduk demektir. Atölye önünde bu sevinç duyguları içinde bir süre bekledik. 6. sınıflar okul önünde toplu olarak beklediler. Hidayet Öğretmen 5. sınıfları Müdür Odasının yanındaki dersliğe götürdü. Belli ki onların dersleri başlıyor. İrfan Öğretmen geldi. 6. sınıflar hemen öğretmenin çevresinde toplandı. Öteki öğretmenler de geldi. Naci İnan Öğretmen yeni bir işbölümü yaptı. Ben üç arkadaşımla, Hüseyin Orhan, Recep Kocaman, Mehmet Aygün çatıdaki yarım kalan işe ayrıldık. Yarım bıraktığımız yazı tahtaları sorunu çözülmüş: Hazır plaka tahta kullanılıp hemen boyanacakmış. Hamdi Bağ Öğretmen bizim yanımıza geldi. . Biz çatıdayız;bıraktığımız baca delikleriden yararlanarak, oluklu kiremitleri çatıya çıkardık. . Harçları da aynı yollardan taşıdık. Hamdi Öğretmen kiremitliğe önce kendisi çıktı. Recep Kocaman’ı da yanına aldı. Bize harç taşıma işi kaldı. Kovalarla harç getirerek onlara uzattık. Oldukça zorluk çektik. Harç taşıma işimiz uzun zaman aldı. Öğle paydosuna dek böyle çalıştık. Oluklu kiremitler yerine yerleşti ama baca ağızları öyle kaldı. Öğretmen “Bacalar yapılınca oralarını da kapatırız!” dedi. Bugünkü işimizi beğenmedim, yaptığımız ne marangozluk ne de dülgerlik, olsa olsa hammallık. Kollarım uzamış gibi saallanıyor. . Yemek yerken kaşığı bile zor tuttum. Hamdi Öğretmen durumu yakından gördüğü için öğleden sonra bize kolay bir iş verdi. Üst koridordan tavana geçmek için bırakılmış deliği tahta kapakla kapatacağız Önce çok kolay gibi algıladık ama öğretmen, . ”Ancak yapılacak kapak alttan bakınca belli olmayacak!” deyince duraksadık. . Öğretmen, yapılacak kapağı tanımlarken “Dört köşe bir tencere kapağı düşünün, yukarı kalkacak ama aşağıya düşmeyecek. Öğretmen bunları söyleyip gitti. Tencere kapağı sözü, Mehmet Aygün’ün çok hoşuna gitmiş, ”Gidip evden bir tencere kapağı getireyim!” deyince Hüseyin Orhan”Köye gitmene gerek yok, mutfaktan bir kapak al gel getir!” Onlar böyle şakalaşırken biz dikkatle deliği ölçüp tahtaları kestik. 60X60 olan deliğe 58x58 ölçeğinde kapağı hazırladık. 10 cm derinlik. Üste çerçeve pervaz çakarken İrfan Öğretmen geldi, sordu. Yaptığımızı anlattık. Öğretmen” Keşke önce şöyle şöyle yapsaydınız, şimdi fazla aralık kalmış olabilir!” Öğretmene, yaptığımızın üstüne de ince bir plaka koyacağımızı söyleyince öğretmen, “Aferin, işte ustalaştığınızın göstergesi, bunu düşünebildiğinize göre bundan böyle bir çok işi rahatça başarabilirsiniz!” Kapağı tamamlayıp yerine koyduk. Kapak tam gönyesinde olduğu halde, deliğin iki köşesinde de 0, 5 ile 1 cm. fark çıktı. Bir ucu 0, 5 diğer ucu 1 cm. olan çitalar hazırlayıp yapıştırdık. Kapağı yerine koyduğumuzda renk değişikliğinden başka bir fark görülmeyecek ölçüde uygun düştü. Renk değişikliği için de İrfan Öğretmen “Badana yapılırken badana fırçasıyla kapatılır!” deyince rahatladık. İşimiz bitti ama biz sözde dinlenecektik!Sonunda söz birliği edip “Biz, hem dinlendik hem de bir delik kapattık!” diyerek gülüştük. Atölyeye gidince, arkadaşların yarım yazı tahtalarını tamamladığını gördük, üstelik boyamışlar. Ortalıkta göremeyince sorduk. Yeni tuvaletin aralıklarına koymuşlar, oralara kimse girmediği için, temiz temiz orada kuruyacaklarmış. Gözlerimiz bir taraftan da okulun çatısında;”Sonunda tümüyle kapattık!” diyoruz. Kimi arkadaşlşar da soruyor, “Bu işleri biz mi yaptık? ” Ben, şöyle yanıtladım, ilerde bize soranlara: ”Tümünü değil ama “Küçük küçük parçalarını ben yaptım!” diyebileceğiz. Hüseyin Orhan bana, ”Öyle deme, bu binada senin payın herkesten daha büyüktür!” deyince bu kez ben, ”Bölüştürmek elimizde olsa binanın tüm pencereleri ile kapılarının yapılmasında benim payım, öteki arkadaşların payından belki biraz büyük olabilir. Eşit bile dense bunun övüncü benim için yeterlidir. Övünülecek bir uğraş dönemini hep birlikte yaşadık, bu, yaşam boyu unutamayacağınız mutlu bir dönem bizim için!” Biz konuşurken 6. Sınıf öğrencileri geldi, onlara bugün neler yaptıklarını sorduk. İlk işleri boyacılık olmuş. Pencerelerle kapıların çerçeveleri takılmadan önce onları bezirlenmişler. Bir kat daha sürülerek pekiştirilmesi işi onlara verilmiş. Ellerinde fırçalar çerçeve bezirliyorlar, döktüklerini de siliyorlar. İrfan öğretmen hepsine “Aferin!” dedi. Mutlu oldular. Paydos olunca işini bırakanların çoğu futbol sahalarına koşuyor. Hamdi Öğretmen de çoğunlukla gidiyor. Yanımızdan geçerken Hamdi Öğretmen bana, ” Salih Ziya öğretmenin köşkünün kaç kiremide gereksinimi var, bir hesap çıkar, kalan kiremitleri oraya aktaralım!” . Daha önce hesapladığımız için biliyordum, “Bizde yüz kadar kaldı, oraya 520 adet kiremit gerekli!” deyince “Bir düşünelim, öyleyse!” deyip gitti. Öğretmen top oynamaya giderken bile işleri düşünmesi aramızda konu oldu. Ayrıca ben, arkadaşların yanında bana görev vermesini kendi payıma bir güven belirtisi olarak algıladım, bundan büyük, gurur duydum. Akşam yemeğinden sonra yer değişikliği olacağı söylendi. Dersliklerin yerleri değişecekmiş. Okuma saatinde az bekledik, Ömer Uzgil öğretmen geldi bizim dersliği üst kata doğu köşesine taşıttı. 6. sınıflar da. bitişiğimizdeki odaya yerleşti. Altımızdaki katta 4. 5. sınıflar oturacakmış. 4. sınıf için de bir derslik hazırladık. Özellikle sordum, ”4. Sınıf var mı ki? Soruma kimse yanıt vermedi. Sıra yetişmedi. 20 sıra gerekliyken 16 sıra çıktı. Ömer Uzgil Öğretmen “Yeter, onlar küçüktür üçer üçer otururlar!” dedi. Daha sonra da Sinanlı’da daha sıramız var, olmazsa getirtiiriz!” diye ekledi. Sinanlı, deyince öyle bakıp durduğumu görünce, öğretmen de bana bakarak”Senin de Sinanlı’dan bir beklediğin vardı, değil mi?" diye sordu. Ben de, ”Yalnız benim değil tüm arkadaşların bir yıldır beklediği var!” dedim. ”Onları aldırabiliriz, ben onları notuma geçireyim!” dedi. Dersliğe döndüğümüzde arkadaşlardan bazıları boynuma sarıldı, ”İsteye isteye sonunda başardın, yaşa!” dediler. İdris Destan, Abdullah Erçetin, Harun Özçelik sevinenlerin başında geliyordu. Bu işin olacağına bu kez ben de inandım. Ama ne zaman? Yattığımda bunu düşündüm. Müzik aletlerini istemekte başı çektim, bunu artık Okul Müdürü bile öğrendi. ”Ya aletler gelince çalışıp da beceremezsem!” Buradan ötesini düşünemedim. A aklıma geldi “Sen istersen başarırsın!” demişti. Çalışırım, daha çok çalışırım. Duraksadım, ”Ben bir müzik aracı kullansam bununla başarılı mı olurum? Benim köyümde Abbas Amcamdan başka dört beş kişi tıngır mıngır bağlama çalıyorlar. Onları köylüler hiç de başarılı saymıyorlar. Bizim köylülere göre Kırklareli’deki Soğan Mustafa’nın zurnası yanında başka çalgıların hiçbir önemi yok. Bir kaç yıl önce Vahit Dede bandosuyla köye gelip gittikten sonra yapılan tartışmalarda bu açıkça ortaya çıkmıştı. Bir tartışmada “Furtun Şerif bile” Bando güzel, görkemli ses çıkarıyor ama, bandonun çaldığı Ey gaziler ya da Ey Onbeşli onbeşli, benim yüreğimi Soğan Mustafa’nın zurnası kadar etkilemiyor!” deyip Zurna taraftarlarını desteklemişti. Bu nedenle ben, köyü düşündükçe bu işten soğuyorum ama okulda da bunu bir başarı olarak düşlüyorum. Amacım çok çalışarak arkadaşlar arasında başarılı olmak, özellikle de başarılılar arasında önlerde olmak istiyorum. Olabileceğimi düşünüyorum, bunu da çok istiyorum.
13 Ekim 1939 Cuma
Nedense nöbetçi olanların çoğu gelip beni uyandırmak istiyor. 4 Mehmet Aygün de geldi. Mehmet, ”Günaydın, demeye geldim. Sık sık saat sormalarına kimi zaman kızdığımdan, giderek saat sorulmuyor ama, yaklaşmaların nedenlerini iyi anlıyorum. Yeni nöbet sırası başladı!” dedi. Yorgunluğu geçmiş. O konuşunca tüm arkadaşlar uyandı. Mehmet Yücel çıkıştı, ”Kampanaya ne gerek var, nöbetçiler konuşsun, uyanalım!” Mehmet Yücel konuşunca onu izleyen iki arkadaş Mustafa Saatçı ile İsmet Yanar: İkisi birden “Kampana çaldırmak istemiyorsan git öteki sınıfları sen kaldır!” diye karşılık verdiler. Mehmet Yücel, ”Siz kampanalığa daha uygunsunuz, seslerini kalın, çeneleriniz güçlü!” derken Hamdi Öğretmen “Kim o çenesi güçlü bakayım, hala yatıyor mu? ” diye sorarak içeri girdi. Gülerek, ”Kuzum buraya hala daha on ranza sıkıştırmadınız mı? Baksanıza ben aralara girebiliyorum? ”Öğretmeni duyunca bir canlılık oldu, herkes tezelden çıkış sırasına girdi, yatakhane ivedi boşaldı.
Kahvaltıda 6. sınıfların çalışmaları konu edildi. İş yapamıyorlarmış. ”Başlangıçta biz de öyleydik!” dedim. ”Bu kadar değildik!” diyenler oldu. Hangimizin ne kadar olduğunu biz değil, bunu değerlendirecek durumda olanlar söylesin!” Atölyede toplandık. Naci İnan Öğretmen kendisiyle çalışacakları ayırdı. Benimle dört kişi. Hasan, Yusuf, Mehmet Başaran. Öğretmenle birlikte, alt kata, Müdür Odasının altına gittik. Ahmet Gökay Ağabey oradaymış. Ahmet Ağabey Naci Öğretmene bir takım ölçülerverdi. Ayrıldı gitti. Orası okulun deposu olacakmış. Kırtasiyeden tut, kalıcı yiyeceklere dek birçok şey buraya konacakmış. Kalıcı yiyecekleris oruyoruz Çay şeker, un, tuz, pirinç, bulgur, ayrıca çok kullanılan sabun türü, bekletilince bozulmayan yiyecekler. Un, tuz, pirinç bulgur. Kırtasiyeler, kitaplar, defterler, kağıtlar v. b. Öğretmen şekiller çizdi, ölçüler, sayılar verdi. Atölyeye gidip onları kestik. Kestiklerimizi alt pencereden içeri alarak istenilen rafları yaptık. Hamdi Bağ Öğretmen, Salih Baydemir, Recep Kocaman’la kapıların kilitlerini, pencere kollarını taktılar. Hepimizin bildiği “Was ist das? ” burada da karşımıza çıktı. Pencerelere takılan kolların adı Was ist das imiş. Güldük. Öğretmen nedenini anlattı. Pencerelere takılan bu kilit tipini İspanyollar bulmuş. Bulmuşlar, kullanmaya başlamışlar ama, kullandıkları kilitlere henüz bir ad vermemişler. Tam o sıralarda bir Alman gelmiş, pencere kilidini çok beğenmiş olacak heyecanla “Was ist das? ”diye sormuş. Bu nedir? İspanyollar bu soruş şeklini beğenip kilidin adını Was ist das koymuşlar. Pencereleri açıp kapatan, aynı zamanda sağlamca tutan bu kolların adı Türkçe’ye çevirince “Bu nedir? bizi hem güldürdü hem de bize çok sevimli geldi. Yusuf Asıl Was ist das’ı çevirip çevirip sordu: ”Was ist das? Sonunda yarım Almancamızla uyumlu yakıştırmalar yaptık: . . Das ist Dunkof, das ist Esel, das ist Haar, das ist Gold, das ist Haus. Ahmet Ağabey geldi. Önce duydukları için “Ne o siz başka dil mi konuşuyorsunuz? ”diye sordu. Yaptığımız rafları beğendi, teşekkür etti. Ahmet ağabey, armonika çalıyor, benim müziğe hevesli olduğumu Edirne’den bu yana biliyor. Bu nedenle olacak, ”Bir engel çıkmazsa ben yarın Sinanlı’ya eşya almaya gideceğim, birkaç öğrenci götüreceğim, seni de alayım!” dedi. Çok sevindim, ”Sağol!” dedim. Oradan çıkınca sevincimden uçtum. Paydos olunca gittim futbol oynadım. İsmet’in topu patladı, ona;Sinanlı’ya giderken Lüleburgaz’a uğrayıp top alma sözü verdim. Aklım hep Sinanlı’ya gitme işinde. Oyunda, akşam yemeğinde, okuma saatinde bunu düşündüm. Kimseye bir şey demiyorum. Gizli bir olaymış gibi saklıyorum. Bir yandan da söylemediğim için sıkıldığımın ayırdındayım. Bir yandan da sanki gitmişim, almışım, çalışıp başarmışım gibi kendimi bir müzik ustası gibi düşlüyorum. Arada bir de: “Ya başaramazsam? Deyip ürperiyorum. Kendi kendime ürettiğim sıkıntılar içinde yattım.
14 Ekim 1939 Cumartesi
Bu gece hiç yapmadığımı yaptım. Tam üç kez uyandım, gene uyudum. 4. uyanışımda Kampana vuruyordu. Hemen hazırlandım. Sinanlı’ya gitmek için öyle hazırım ki, gidilmezse hasta olabilirim. Kahvaltıya girdik, herkes kendi havasında. Ortalarda Ahmet Ağabey falan yok. Vakit geldi atölye önünde toplanırken öğretmenler geldi, Ahmet Ağabey de aralarınndaydı. Ahmet Ağabey, öğretmenlere beni göstererek”İbrahim’i ben alıyorum!” dedi. Arkasından bana, “Sen buradan bir, bir de yapıcılardan arkadaş seç, kamyonun yanında bekleyin’”dedi. Hasan yanımdaydı. “Gelir misin? ” falan demeden, elinden tutup çektim. Koşarak Arif Kalkanı buldum, öğretmenlere söyleyip kamyona gittik. Ahmet Ağabey Hidayet Öğretmenle birlikte geldiler. Hidayet Öğretmen de gelecekmiş. Biz kamyonun üstüne atladık sevinerek yola çıktık. Kamyon çok hızlı gitti. Saate bakmadım ama çok çabuk Alpullu’ya vardık. Alpullu bıraktığımız gibi. Ancak her yer o denli yeşil ki yeşil olmayan bir karış yer görülmüyor. Sinanlı’daki depoya gittik. Ahmet Ağabeyin elinde bir koca liste var, o onların derdinde bense mandolinlerden, kemanlardan çok piyano sevdasındayım. Piyanolar büyükçe yüklerin altında kalmış. ”Piyanolar ağır yüklerin altın kalmış bozulmaz mı? diye sordum. Ahmet Ağabey, “Üstündekiler hafiftir, bir şey olmaz!” diyerek sorumu geçiştirdi. Hidayet Öğretmen mandolinleri yoklayarak ayırmaya başlayınca sevindim. Öğretmen Hasan’ı çağırıp mandolinleri dışarıya çıkartmaya başladı. On kadar mandolin dışarı çıktı. Bu kez öğretmen kemanları elden geçirdi. Biraz sonra kemanlar dökülmüş durumda ustasının elinden geçmeden yararlanılmaz, deyip yoklamayı bıraktı. Bir an durdu, ne düşündüyse beş keman ayırdı. Bu kez gitti piyanoları yokladı. Piyanoların seslerini de dudaklarını sıkarak beğenmediğini söyledi. Ahmet Ağabeyin listesine göre ayrılanları kamyona yükledik. Sıra, tahta, masa, sandalye, kitap, haritalar, daha bilmediğimiz bir kamyon eşya üstüne on mandolinle beş kemanı ekleyerek okula döndük. Ben oldukça buruk, arkadaşların şakalarına bile katılamadım. Kamyon okulun önüne yanaşınca Hidayet Öğretmen orada bulunan çocuklara eşyaları indirtti, daha sonra da düzenli bir şekilde taşıttı. Benim burukluğumu anladı, ”Mandolinleri de kusurları var, ben biraz anladığım için onların kusurlarını giderebilirim. Ancak kemanlardan anlamam, keman da çalmam. Bu nedenle kemanları az aldım. Müzik öğretmeni gelince onları ancak o kullanılır hale getirebilir. Piyanolar da öyle. Hatta piyanoları müzik öğretmeni de düzeltemez. Onun için İstanbul’dan usta istenmesi gerekecek!” diye bana açıklama yaptı. Ben, ”Lüleburgaz’da inip top alacaktım, unuttum, üzüntüm ondan!” dedim. Hidayet Gülen Öğretmen biraz anlamlı, ”Öyle mi? ” deyip mandolinlerle kemanları kendi kaldığı odaya taşıttı. Arkadaşların yanına, atölyeye durgun dönünce, “Bir olay mı oldu? ”diye sordular. “Hiç bir olay olmadı, sadece yoruldum!” yanıtını verip çalışmaya başladım. . Yazı tahtalarını ayırıp sıraya koyduk: Boyananlar, boyanmayanlar. Boyanmamış olanlar boyanacak. Masaları öğretmenler odasına, sandalyeler değişik odalara dağıttık. Kendi kendime söylendim, ”Dün akşamki sevinç niçindi? Şimdiki bu üzüntü neden? Al kendine bir müzik aleti çalış çalışabildiğin kadar!Piyano olması şart mı? Ahmet Ağabeyin armonikası var, Ahmet Gürsel Öğretmenin kemanı;istedikleri zaman çalıyorlar. Onlar gibi yapamaz mıyım? ”Hiç sevmediğim bir huyum olduğunu daha iyi anlamaya başladım. İyice anladığım bu huysuz huyumu bırakamayacak mıyım? (Babamın çok kullandığı bir söz, huysuzun huyu. Çoğunlukla Mahmut ağabeyime, ”Mahmut, bırak şu huysuz huyunu !” der. ) Kimseyle konuşmadan derslikte oturup tarih okudum. Bu yılki tarih geçen yıldan daha zor olacak sanırım, sayısız devlet adı var, karışık göçler yapılmış: Hunlar, Alanlar, Avarlar, Cermenler, Vandallar Franklar, Normanlar. Bunların belli yerleri de yok, oradan oraya göçmüşler, birbirleriyle savaşıp sonunda da yok olmuşlar. Yemekte arkadaşlar mandolin sevinci yaşıyorlar. İşin şaşırtıcı yanı arkadaşların, benim nasıl olsa bir mandolin alacağımı sanıp;böyleyken sevincimi onlardan sakladığımı düşünmeleri Yemekten sonra da aynı durgunluk sürdü. Asya'da Türk Devletlerine baktım. Orada da Hunlar, Göktürkler, Karluklar, Uygur, Karahanlılar. Kısa kısa yazmadan öğrenemeyeceğime inandım. Sık sık saate baktığımı gören olmuş, ”Uykun mu geldi? diye sordular. Kampana duyulur duyulmaz kalkıp yatakhaneye koştum. Yatar yatmaz da uyuduğumu sanıyorum.
15 Ekim 1939 Pazar
Kampana sesine uyandım. Halil de uyanmış, bana dokunarak indi. “Uyanıkım!” deyince, “uyusan dokunmazdım!” deyip yürüdü. Musluklar arttırıldı ama gene de sıraya giriyoruz. Birden kalkıp, tuvaletlere, musluklara koştuğumuz için bir an yığılma oluyor. Oysa başka zamanlarda bir yığılma söz konusu değil. Yemek salonuna girerken sıra olmaya iyice alıştık. Öğretmen olmasa da sıra olup giriyoruz. Öğretmen olmadığı zaman ilk giriş bizim sınıfın oluyor. Zaten Hidayet Öğretmenden başkası “Düzgün Sıra” olayını uygulamıyor. Kahvaltıda “Mandolinler kime verilecek? ” diye soranlar oldu. Hidayet Öğretmenin adını verdim. Küçük sınıflar bizden daha hevesli. Atölyede toplandık. Öğretmenler erken geldi. Biz bugün toplu olarak yapıcılara yardım edeceğiz. Görevimiz, betonu kurumuş olan tuvalet üstünün iskelesini tamamlamak. İrfan Öğretmen şema çizdi. O şemaya göre önce ayakları hazırlıyoruz. Ayakları bir birine bağlayınca ikili ayaklar oluştu. Bir buçuk metre aralıklarla ay şeklinde tüm duvarı sardık. İrfan Öğretmen “İskele ne denli sağlam olursa, bina da o denli sağlam yapılmış olur!” diyor. Yapıcılar büyük binanın iç ön tarafına sıvaya başladılar. Sıvacı ustaları da gelmiş. Halil, Sefer, Arif, İsmet, daha bazı arkadaşlar sıvada çalışıyorlar ama köşeler, özellikle pencerelerin sıvaları ince ustalık istediğinden, ustalar öğretici olarak seçilmişler. Onlara usta öğretici adı verilmiş. Birinin oğlu ortaokula gidiyormuş. Birinin oğlu da ilkokulu gelecek yıl bitirecekmiş. ”Oğlumu gelecek yıl buraya vereceğim!” demiş. ”Neden gelecek yıl? ”İşte bu yıl da 4. sınıfa öğrenci alıyorlar!” dedim. Baş vuruda gecikmişler. Askerlik durumlarını sordum. Kaçak Bulgaristan göçmeni oldukları için, iskan işlemleri tamamlanmadan askere alınmıyorlarmış. Ustanın birisi, ”Biz şimdi burada askerlik görevi yapıyoruz. Askere alsalar, bundan daha yararlı mı olacağız sanki? ” dedi. Bulgaristan’dan geldiklerini öğrenince ilgim arttı, adlarını sordum. Adem Yunusova, Niyazi Habilova. Bu kez soyadları daha çok ilgimi çekti. Bulgaristan’da baba adlarını Burgarca’ya döndürüp soyadı gibi kullandırıyorlarmış. Adem Yunus’un Yunusu, Yusufov, Niyazi Habil’in Habil’i Habilov olarak yazılmış. Onlar da yurdumuza gelince ov’ları ova’ya çevirip, Yusufova, Habilova yazdırmışlar. Ustalara çok soru sorunca onlar da bana sordular. Babamın Bulgaristan’dan geldiğini anlattım. Karşı köyün muhtarı Kamber Amcamın ise daha yeni Bulgaristan sınır köyünden taşındığını anlattım. Meğer onlar Kamber Amcamla tanışıyorlarmış. Dahası onları bizim okula Kamber Amcam önermiş. . Kamber Amcam gelmiş, onlar için Namık Öğretmenle, Müdür Beyle konuşmuş. Adem Usta ”Eh, sen artık bizim yanımızda çalış, hünerlerimizi sana öğretelim!” diye takıldılar. İskeleyi öğle paydosuna yetiştirdik. Yapı küçük, üstelik iskeleyi yuvarlak şekilde yaptığımız için rahat çalışılacak, sıva işi de kolay sürdürülecek. Salih Baydemir İrfan Öğretmene “Keşke büyük binanın iskelesini de biz yapsaydık!” dedi. Öğretmen, Bunu dert etme, daha çok binalar yapacağız. Onların iskelelerini gönlümüzce yaparız. !” Hepimiz sustuk. ”Daha çok binalar yapmak ne ola ki? ”Biz ders yapmayacak mıyız? Bunu soramadık ama susuşumuzdan öğretmen anlamış olacak: ”Çok bina sözü sizi korkutmasın. Bunlar peyderpey yapılacak, yolu yordamı var. Daha beş yıl burada kalacağınızı düşünerek söyledim. Yoksa şimdi olduğu gibi gece gündüz bina yapacak değiliz. Bu yıl, -Eliyle yemekhaneyi, mutfağı göstererek-bunlarla geçiştireceğiz, yaz gelince yerine kalıcısını yapacağız. Belki gelecek yıl kalıcı yatakhaneyi çıkaracağız. Bunun genel bir planı var, plan zamanını da belirtmiştir. Bizim şimdilik ivedi sorunumuz, geçici de olsa kendi atölyemizi yapmak. İş derslerimizi sürdürecek bir yer sağlamaktır!” .
Yağmur yağsa tüm alet -edevatımız ıslanacak. İrfan Öğretmeni çağırdılar, Okul Müdürümüzle fotoğraf çektireceklermiş, Yeni öğretmenler gelmiş ya da gelecekmiş. Eğitmen kursun dan da gelecek varmış. İkisi tarım öğretmeniymiş. Üç tarım öğretmeni olacak. Arkadaşlar, ”Büyük bahçeler yapılacak her halde!” diyorlar. Nerden yapılmasın? Su çoğalınca bahçe yapmak kolaylaşacaktır. Su çoğalması için yeni su çıkarma yöntemi artezyen, Lüleburgaz’da geçen yıl denediler çok kolay bulundu. Hem de iki üç yerden çıkardılar. Öğretmenler üçü de döndü. Okul Müdürümüz bina önünde, emeği geçen öğretmenlerle fatoğraf çektirmek isterken kurs öğretmenleri gelmiş, onlar da katıldı. Onlar da yabancı değil, deyip artalarına aldılar. Öğle yemeğinde konuklarımız vardı. Öğretmen masası doldu. Hamdi öğretmen bizim masaya, İrfan Öğretmen Salih Baydemir’lerin masasına, Hidayet öğretmenle Ömer Uzgil öğretmenler 5, 6. sınıfların masalarına oturdu. Bunu aslında yer yokluğundan değil gürültü edilmesini önlemek için yaptılar ama anlayan anladı. Kültür dersleri öğretmenleri yok. Onların fazla emeği geçmediğinden mi yoksa okulda bulunmamalarından mı fotoğrafta olmayacaklar. Ahmet Gürsel, Fikret Madaralı öğretmenler duysa üzülürler her halde. Hidayet Gülen Öğretmen yeni geldiği halde fotoğrafta olacak, hepimizin ilk kayıtlarını yapan Fikret Madaralı öğretmen bulunmayacak. Yanlış mı düşünüyorum acaba? Yemekten sonra İrfan Öğretmenle Naci Öğretmen üçer üçer iki grup oluşturdu, yazı tahtalarını takacağız. Hamdi öğretmen dört arkadaşla büyük kapıyı yerine takacakGeçici bir teneke kapı merdiven yapılırken takılmıştı. Gerçek kapı hazır duruyordu, bugün takılacak. Biz çalışırken muhasebeci Hikmet Bey geldi. Depo için teşekkür etti. Ben biraz şaşırdım. Biz depoyu Ahmet ağabey için yapmıştık. Hikmet bey neden gelip teşekkür ediyor? . İrfan öğretmen açıkladı. ”Musebeci Hikmet Bey, Ahmet Gökay Ağabeyin bir üst görevlisiymiş. Yani muhasebesi Okul Müdüründen sonra öğretmenleri değil, memurları denetleyen kişiymiş. Hem Hikmet Bey, benim sandığım gibi yeni değil, Alpullu’nun son günlerinde gelmiş. Lüleburgaz’da kaldığımız okulda yeri varmış, deposu oradaymış. Orasını yeni bolaştıp taşımış. Biz onu bu nedenle sık görmüyormuşuz. Şimdi okulumuza yerleşmiş, işlerini buradan yürütecekmiş. Hem çalıştık hem de yeni bilgiler edindik. İrfan Öğretmen bana sen çok konuştun gel şimdi bir iş yap, Tahtalaratın yanlarına takılmak üzere 20X10 en-boy, 10 cm. derinlikte beş kutu yap, boyacı ustası Salih onları boyasın, tahtaların yanlarına ekleyelim. Gruptan ayrıldım, atölyeye gittim. 2 cm kalınlıkta tahtaları 1, 5 cm’ye indirip kestim geçmelerini çizdim. Geçmeleri bitirmek üzereyken arkadaşlar paydos etmiş, geldiler. İrfan Öğretmen “Nerde kaldın? ”diye sordu. Yaptıklarımı görünce, bravo, ben böyle düşünmemiştim. Sen doğrusunu yaptın. Yaptığımız güzel tahtalara ancak böylesi yakışır. Yarın tamamlarsın. Pazartesiye dek nasıl olsa kururlar!” Hidayet Öğretmen yanımızdan geçerken İrfan Öğretmeni de maça çağırdı. İrfan Öğretmen Lüleburgaz’a gideceğini söyleyerek özür diledi. Ben Hidayet Öğretmenin gözünün içine bakıyorum. ”Mandolinler ne oldu, yaptın mı? diyesim geliyor. Ancak böyle bir soruyu soramayacağımı da biliyorum. Sırası gelince gereğini nasıl olsa yapılacak, deyip susuyorum. Daha doğrusu umutlarım arasına geçiriyorum. Arkadaşlar da oyunculara katıldılar. Ben dersliğe döndüm. Hüsnü, Emrullah derslikteydi. Ustalarla konuştuğumu söyledim. Meğer ustalar onları daha önce tanımışmış. Bugün görünce benden söz etmişler. ”Ne kadar ilgili, ne kadar candan sorular soruyor, yakınlık gösteriyor!” demişler. Hüsnü bunları sevinerek söyledi. Bir süre dinleyen Emrullah ise durup dururken “Ne konuşacağım ustalarla, ne bilir onlar ki? ”deyip sustu. Hüsnü beni gözledi, sustuğumu görünce gülümsedi, arkadaşı Halil Kocabalkan’dan, Hasan Hepyılmaz’dan mektuplar almış. . Daha önce onlardan çok konuşmuş, benden de selam yazmasını istemiştim. Onlar da selam yazmışlar. Mutlu oldum. Selamlaştığımız bu iki arkadaşla bir gün karşılaşırsak herhalde bir daha unutmayacak yakınlık kuracağız. İkisi de benim yaşımdaymış. Halil geldi. Halil usta sıvacılardan. ”Usta sıvacı!” dedim. Sözümü yanıtsız bırakmamak için “Sen ne söyledin bizim ustalara ki, gün boyu senden söz ettiler!” dedi. ”Onlar iyi insanlara benziyor, şimdi gittikleri yerlerde sizden de söz ediyorlardır ama siz duymuyorsunuz!” deyip yarın geleceklerin hepsi 6. sınıf mı? ” deyip konuyu değiştirdim. Öyle olduğunu duyduklarını söylediler. Böylece bilinenleri tekrarladık, okulumuz, 5. 6. 7. lı olacak. Hem ilkokul, hem de ortaokul. Konuşurken yanıtını bulamadığımız bir durum çıktı ortaya. Neden 4. 5. sınıflara öğrenci alıyorlar? Onlar atölyelerde çalışıp yararlı olmadıkları gibi, okula düpedüz yük oluyorlar. Biz otuz kişi koskoca bir binayı yaptık. Öteki sınıflar yarın 90 kişi olacak. Tamı tamına bizim üç katımız. Onlar da hep 6. sınıf olsalar önümüzdeki aylarda buraya 4 bina daha yapılırdı. Arkadaşlar döndü, konuşmalarımızı kestik. Ayrılırken Emrullah sordu: ”Ben demin yanlış mı söyledim? ”Ben anlamazdan geldim, ”Neyi? ” diye sordum? Halil de“Onu sen bilirsin arkadaşım. Biz senin arkadaşınız, yanlışını doğrunu neden seçmeye çalışalım? Hepimizin, her gün yüzlerce yanlışı-doğrusu oluyor!” Emrullah dinledi dinledi: Ben konuşmasını bilmiyorum işte!” dedi. Halil koluna girdi, konuşa konuşa yemeğe yöneldik. Yeni haber, Hidayet Öğretmen mandolinleri gözden geçirmiş, pazartesiden sonra sınıflara bölüştürecekmiş. Arif Kalkan arkadaş arkamdan geçerken kulağıma eğilerek fısıldadı”Senin mandolin Sinanlı deposunda unutulmuş!” dedi. Öğretmenle mandolinler için konuşurken Arif arkadaş yanımdaydı, seni unutmayacak diyordu. Arkadaş buna inandığı için böyle konuştu ama ben o denli bencil düşünmüyorum. Yarın 120 öğrenci olacağız. Bana bir tane ayrılmasını düşünemem. Ancak, çalışmak isteyenleri ayırıp, onlara eşdeğerde hak tanınmasını istiyorum. Dersliğe dönünce arkadaşlara ayrı ayrı sordum. Mustafa Saatçı, Sami Akıncı, Ali Güleren, İsmet Yanar dışında herkes mandolin çalacağını söyledi. Bizim sınıfa beş mandolin ayrılsa beş günde bir benim elime mandolin geçecek. İlk deneme için ben buna da razıyım. Yapabileceğimi anlayınca kendim alacağım. Kendi kendimi rahatlattım. Soranlara böyle yanıt verip umursamadığımı anlatmaya çalışıyorum. Arkadaşların konusu genellikle yarın gelecek kızlar. Çoğu da İsmet’e söz çakıştırıyorlar. Alpullu’dan yanlışlıkla Benliyi de yazmışlar. Benli salt buraya gelmek için kendini dördüncü sınıf olarak göstermiş. İsmet arada “Ah, Benli, vah Benli, deyip kıs kıs gülüyor, arada bir de bana bakıyor. Bu Benli sözünü kışkırtmamasını söylemiştim. ”Bukarcık olacak!” deyip duymazdan geliyorum. Hemen hemen aynı konular, aynı konuşmalar içinde yattık. Öğretmenlerden gelen olmadı. Konuşmalara, hatta kızlı konuşmalara katılmadığım halde yatağa girince benimde merakımı uyandıran düşünceler aklıma takılıyor. Kızlar bu okulda ne iş yapacak? Kızlar bu kırda, bayırda nasıl gezip dolaşacak? Yatınca lüks lambaları söndürülüyor, kör kandil gemici fenerleri kalıyor, onlar gece dışarı çıkmak istese nasıl çıkacaklar? Hastalansalar nerede yatacaklar? Bir çok soru sorarken esnediğimi anımsıyorum. Herhalde daha sorularım oldu ama sonrakileri uykuda olduğu için anımsamıyorum.
16 Ekim 1939 Pazartesi
Kampana sesiyle uyandım. Hilmi gülerek “Bugün kızlar gelecek!” dedi. Hilmi’ye ummadığı sertlikle çıkıştım. ”Neden kızlar gelecek? ”diyorsun. Kırk öğrenci gelecek. (Altmış diyenler de var). Bunların içinde 6 ya da 7 kız varmış. 30(50) dan fazla erkek varken, neden hepsi kız gibi konuşuyorsun? ”Benim sinirlenmeme de Hilmi şaştı. ”Şaka söylüyorum sen neden kızıyorsun? ”Ben de “Sen bana söylediğin için kızıyorum, bana adeta yalan söylüyorsun, olayı tam bilmesem, senin söylediğine inanacağım. Ancak bu inandığım gerçekte yalan olmuş olacak!” Anlaştık birlikte dışarı çıktık. Recep Kocaman nöbetçi. Herkes Recep Kocaman’a bugün işin zor diyorlar. Diyenlerin başında da dünkü nöbetçi Fettah geliyor. Bu kez Fettah’a ben çıkıştım. ”Benim nöbetimde elli öğrenci geldi, yataklar bile hazırlanmamıştı. Biliyorsun yatakları o gün sen taşımıştın. Bugün 30 kişi gelecek, üstelik tüm hazırlıklar yapılmış. Ayrıca nöbetçiler de üç kişi!” Fettah az duraksadı, düşünür gibi yaptı, ”Haklısın!” dedi. Hilmi Altınsoy yine duramadı;bana bakarak “Ama bugün kızlar gelecek!” Kahvaltıda fısıltılar sürdü, kızlar yemekte nerede oturacak? Mehmet Yücel, ”Bence her masaya bir kız oturmalı!” dedi. Masaları sayanlar oldu. Bir masa atlayarak oturtmaya çalıştılar. Mustafa Saatçı “En dipteki masayı uygun görüyorum!” dedi. Kimi arkadaşlar da kapıdan girince ilk masayı uygun buldular. Bir bölümü bunu koşula bağladı. ”Eğer kızlar önce içeri girer, biz en sonra yemeğe alınırsak, böyle olsun !” diyenler oldu. Lüleburgaz’dan gelen öğretmenler salona girince konuşmalar değişti. Salih Ziya Öğretmen yüksek sesle konuşuyor. ”Savaş savaştır, dünyanın neresinde olsa kendisini duyurur. Ancak savaşa girilmemişse insanlar ölmez. Ancak yokluk, yaşayanların belini büker!” Belli ki savaştan söz ediyorlar. Kahvaltıdan sonra topluca atölyeye gittik. İrfan Öğretmen, Salih Baydemir’le bana kutuların tutkallanıp boyanma işini verdi. Biz atölyede kaldık. Arkadaşlar öğretmenlerle birlikte okul içine dağıldılar. Sıra, kapı, pencere, kapı kolu, kilidi gibi bütün bize ait işlerin son denetimini yaptılar. Hamdi Öğretmenle Harun Özçelik, iki Mehmet büyük kapıyı taktılar. Duvarcılardan bir grup tuvalet üstünü örmeye devam ediyor. Bitirilince orası öğretmenler için ayrılacakmış. Öğleye dek gelen giden olmadı. Sanırım yeni öğrenciler uzaklardan gelecek. Yakınlardan olsaydı şimdiye dek gelen olurdu. Ben deneyimli olarak açıklıyorum. Yakındakiler kendi buldukları araçlarla gelirler. Uzaklar ise tren ya da otobüsle gelmek zorundadaırlar. Böyle olunca onların gelme saatini beklemek gerekecektir. Az sonra yolda bir otobüs durdu, iki çocukla iki adam indi. Beklenenlerden ilki böylece gelmiş oldu. Recep Kocaman bizim yanımızdaydı, onu Ömer Uzgil Öğretmene gönderdim. Hemen arkalarından üç çocukla iki adam daha indi. Salih arkadaşla “Etti beş!” diyoruz. Böyle böyle akşam olmadan ötekiler de gelmiş olacaktır. Öğle yemeğinde yeni gelenlerin sayısı on ikiye çıkmıştı. Önceki bilgilerimiz yarımmış. Yeni gelenler bu yıl da 5. 6. sınıflardan oluşuyormuş, her sınıfın sayısı kırka tamamlanıyormuş. Okulun öğrenci toplamı 150 dolayına çıkıyormuş. 40 -5. sınıf, 40 – 80, 2, 6. sınıf, 30 da 7. sınıf. Yen öğrenciler gruplar halinde gelmeye başladı”. Bunlar, trenlerden inenlerdir!” diyorum, bilgiç bilgiç. Kolaylık olsun diye okul yakınına indirilen keresteleri yemekhanenin karşısına, biraz ileriye taşıdık. Bundan böyle çalışma yerimiz orası olacakmış. Naci Öğretmen “Atölyemizi buraya taşıyacağız!” dedi. Üç bölümlü bir bina yapılarak, Marangozluk, Yapıcılık, Demircilik atölyelerini bir araya toplanacakmış. Biz kereste taşırken çatıda bacaların çıktığını gördük. ”Bacalar yapılıp sıvanmış bile!” deyince, İrfan Öğretmen”Ha şunu bileydin, bacalar yapılınca hemen sıvanır, sıvanmazsa aradan kıvılcımlar çatıya sıçrar. Yangınların çoğu bundan kaynaklanır. Bu nedenle bacanın yapılması, sıvanmasıyla tamamlanır!” Okulun ön tarafında hiçbir parça bırakmadık. Baca kenarlarına kullanıldığı için iyice azalan kiremitleri de yapılmakta olan tuvalet arkasına taşıyıp ortalığı temizledik. 20 kişilik büyük bir grup geldi, İstanbul treninden inmişler. Bu yılki öğrenciler arasında İstanbul’dan da gelenler olacakmış. Böylece Trakya Köy öğretmen Okulu’na Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, İstanbul illerinden öğrenci alınmış olacak. Sonunda beklenen kız öğrencilerden dört tanesi geldi. Arkadaşlara göre olağanüstü bir durum sayılsa da bana göre hiç önemli değil. Bunlar düpedüz çocuk. Akşam yemeği oldukça ilginç geçti. Yeni gelenleri Ömer Uzgil Öğretmenle Hidayet Öğretmen yerleştirdiler. Hamdi Bağ Öğretmen ilgilendi. Arkadaşların umdukları gibi ilgi duyulacak kimseler gelmedi. Bu gece gelenlerden 5 tanesi kızdı. Yemeklerimizi sessizce yeyip ayrıldık. ”İşte yeni öğrenciler de geldi!” Derslikte alışmadığımız bir suskunluk oldu. Her kafadan bir ses çıkarken bu gece diller yorgun gibi. 30 kişiye sıkışık gelirken 140 kişiye nasıl yer bulunacak? Küçüklerin sorunlarına çare arayan öğretmenler bize uğramadılar. Kampana vurulunca kendi yorumlarımız içinde yataklarımıza yattık. Kendi kendime kalınca hiçbir yorum yapmadım. Okul zaman içinde belki daha da kalabalıklaşacaktır. ”Bunun , nedeni, niçini üstüne söyleyecek bir sözüm olmaması gerekir. ”O halde bu neden böyle, şu niçin yapılıyor? ” demem anlamsız!” deyip uyumaya yattım.
17 Ekim 1939 Salı
Nöbetçi arkadaşımız Mehmet Yücel alt yataklarda yatanlardan. Nöbet telaşıyla başını vurmuş. ”Şunları biraz yüksek yapamaz mısınız? ” diye marangozlara çatıyor. Yakınındaki marangozlar, Yusuf Asıl, Harun Özçelik karşılık veriyor. ”Biz kendi boylarımızı örnek aldık, gelip boyunu bildirseydin!” diyorlar. Arkasından Mehmet Yücel”Sizi böylece sinirlendirmeden uyandırdım, başımı falan vurduğum yok!” deyip gülüyor. ”Senin vurman önemli değil, senin başın biraz acır, geçer, önemli olan, İsmet ya da Mustafa Saatçı vurmasın, onlar vurunca ranzalar hasara uğrar. Tahtahcıklar sert kafalara dayanamaz!” ”Kim dedi bunu? Beki Temuçin. İsmet’le Mustafa ikisi de Bekirin arkasına takılıyorlar. Hidayet Öğretmenin sesi duyulunca olaylar yatışıyor. Küçük sınıflar hazırlanmışlar. Kampana çalar çalmaz sıra olup kahvaltıya girdik. Hava güzel. Ömer Uzgil Öğretmen duyurdu, ”Kampana çalınca okulun önünde toplanılacak, tören yapılacak, törenden sonra dersliklere girilecek!Kahvaltıdan sonra sıra olduk. İkişerli dört sıra. Tek sıra olduğumuzu düşününce kendimizi biraz küçük olarak düşündüm. Biz sıraları oluştururken faytonlarla öğretmenler geldi. İki de bayan öğretmen geldi. Hidayet Öğretmen, ses vererek İstiklal Marşı’nı güzel söyletti. Törenden sonra okul Müdürü Nejat İdil konuştu. Sözü çok uzatarak zaten kaçırılmış zamanınızı biraz daha kısaltmak istemiyorum. Öğretmenlerimiz derslerinizi dolduracak ölçüde çok değil. Zaman bizim aleyhimizde. Atanması yapılan dört öğretmenimiz, bize uğramadan askerlik şubelerine çağırılıp yolları dönderildi!” dedi. Müdür Beyin” dönderildi!” sözüne takıldım. Zaten uzatmadı, başka atamalar yapıldığını, bugün yarın onları bekliyoruz. Bizimle olan arkadaşlarımız özveride bulunacaklar, dersleriniz boş geçmeyecek. Ancak büyük gayretler yine size düşecektir, çok çalışacak, kendi eksikliklerinizi siz tamamlayacaksınız!Yeni öğretmenleri tanıttı. Nahide Akalın, Naci Birkök. Öteki bayan öğretmeni anmadı. Derslere girdik. Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Gülerek, ”Uzun bir zaman geçti. Ama ne güzel bu zamanda içinde oturduğumuz binayı ortaya çıkardınız. Sizin her biriniz birer kahramansınız. Sakın şımarmayın. Bundan sonraki derslerimizde de sizden bu kahramanlıkları bekleyeceğiz. Sakın “Bu binayı biz yaptık, deyip binanın saçakları altına sığınmaya çalışmayın. Tersine bina yapımında gösterdiğiniz başarınız derslerinizin başarıları altında kalsın. Bunu yapmak elinizde. Çantasından bu yıl okuyacağımız 2. Okuma kitabını gösterdi. Benim var, ben de gösterdim. Öğretmen” Bak iyi ettin gösterdin, ben bazan çantamı getirmem, senin kitabından yararlanırım. Bizim kitaplarımızı Milli Eğitim bakanlığı gönderir. Bazan bu göndermeler çok uzar. Kitapçılarda satılmakla birlikte, size satın alın, diyemiyoruz. Varsın geç olsun, bekleriz. Ek parçalarla derslerimizi yapacağız. Sözü okuduğumuz kitaplara getirdi. Okuduğunuz kitapların birer listesini çıkarın, ben onların bir dökümünü yapayım, ona göre yeni kitaplar seçeyim!” dedi. ders bitiminde ön bahçeye çıktık. Arkamızdan Fikret Madaralı Öğretmen geldi. ”Sizin teneffüs alanınız burası, bu meydan, siz şimdiden bu meydana kum döktürüp ezmeye çalışın. Kış yağmurlarında bu zorlaşır. Öğretmenlerinizi uyarın, onlar size yardımcı olurlar. İnşaata gelecek iki kamyonun yanında bir de buraya dökersiniz, olur, biter. İkinci derste yazın okuduğumuz kitapların özetlerini çıkardık. Okuduğumuz kitapların bizde bıraktığı olumlu etkileri sordu. Ben 80 günde Devrialem ile Aya Seyahat’i örnek verdim, öğrendiğim bilgileri anlattım. ”Sen bilimsel konulara eğilmişsin, bu da güzel!” deyip geçti. Bu söz bana anlamlı geldi. Dikkat ettim. Bazı kitaplar için duygusal sözlerini kullandı. Bir süre sonra soru soracak var mı? deyince, ”Bilimsellikle duygusallığı nasıl ayıracağız? ”dedim. Öğretmen, ”Bunu soracağını tahmin etmiştim, okudun kitabı bitirdiğin zaman bilgi edindiği anlıyor, bu bilgileri bilgi dağarına geçirebiliyorsan. bunlara bilimsel amaçlı romanlar denir. İşte Aya Seyahat bunlardan, aya gitti gitmedi başka ama insanlar gitmek için hesaplar yapıyor, çaba harcıyorlar. 80 Günde Devrialem de öyle. Dünya küresini, kürenin dönmesi, boylam hesapları vardır. Bunları bilmeyen bir insan o kitabı okuyunca bunları öğrenir. Yaban ya da Küçük Paşa kitaplarını okuyanda böyle bir bilgi ortaya çıkmaz. Orada da bilgiler vardır ama, onlar çok dağınık olarak kitabın bölümlerin dağılmıştır!”
Almanca dersimize öğretmen geç geldi. Önce okulla ilgili konuştu, bizden beklediklerini söyledi. Özellikle küçük sınıflara karşı nasıl davranmamız gerektiğini uzun uzun anlattı. Yatılı okul geleneklerinde büyük sınıfların sorumlulukları olduğunu, bunların kimi zamanlar öğretmen düzeyinde görevler yaptığını örneklerle anlattı. 2. dersinde bir dergiden yazılar okudu. Ders sonuna doğru eski kitaptan bir okuma parçası verdi, onu Türkçe’ya çevirmemizi istedi. Kampana çaldığı zaman, sanki hiç ara vermemişiz gibi alışmış olarak sıralarda bir süre oturduk. Öğle yemeğine düzgün sıra ile girdik. İrfan Öğretmen yanımızdan geçerken güldü, dört aydır sıra mıra düşünmemiştiniz, bak buna uydunuz, ne güzel!” dedi. Yemekteki yerlerimiz değiştirilmiş. Bizim masalar en dibe alınmış. En küçük sınıflar öğretmen masalarının yanına sıralanmış. Nedeni üzerinde durmadık. Daha çok iki bayan öğretmen geldiği halde birinden söz edildi, Neden?
Öğleden sonra marangozluk atölyesinde toplandık. Hamdi Öğretmen sordu, ”Marangozluk etkinliklerinden memnun musunuz? ” Niçin sorduğunu söyledi. 2. sınıfta sanat kolları ayrılacakmış. Bi, z şimdi 2. sınıf olduğumuzdan bundan böyle hep burada kalacakmışız. Değişmek isteyen varsa hemen söylemeliymiş. Kimseden ses çıkmadı. Öğretmen “O halde hepiniz marangozluk bölümündesiniz! ” dedi. ”Benimle gelin!” deyip yürüdü. Okul binasına girdik. Merdivenden dönüp tuvalet üstüne döndük. Beton kalıplarını söktükten sonra hemen çatısını hazırlayacağız. Ölçüleri alıp atölyeye döndük. Bu çatı tümüyle bizim yapımız olacak, öğretmenler denetçilikten ileri gitmeyecekler. Arı gibi çalışmaya başladık. Çatı küçük olmakla birlikte değişik özellikleri olan bir çatı biçimi. Böyleyken üstesinden geleceğimizden kuşku duymadan çizimlere başladık. Ben çizimlerin tekniğini iyi kavramama karşın çizimleri Salih Baydemir’le Harun Özçelik’e bırakıyorum. Onlar daha temiz çiziyorlar. Onların çizdiklerini daha seve seve kesiyorum. Kesme işini kısa sürede hemen hemen tamamladık. İrfan Öğretmen, ”Çatı, hafta sonuna kalmayacak!” diye zamanı sınırladı. Başka iş verilmezse kesinlikle bitireceğiz. Kiremit altı için tahtamız, çatı için kiremidimizin olmadığını anımsattım. Naci Öğretmen “İşte ustalık bunlardır!” diyerek övgülü sözler söyledi. . Paydos olunca futbol sahasına doğru yürüdük. Ben çabuk döndüm. Matematik kitabımı karıştırdım. Ödev defterimi, geometri çizimlerimi gözden geçirdim. Geçen gün sorduğum soruyu bir daha düşünüp daha açık duruma getirdim. Özellikle 7-9 sayılarının katlarında asallık açısından ortak bir özellik var mıdır. Örneğin, 35-45, 21-91, 21-42-63 sayı ilişkilerinin bir anlamı vardı? 1’den 10’a, 1’den 100’e, 1’den 1000’e sayı dizilerinin toplamları için kısa formüller var mıdır? Varsa bunları nerelerden öğrenebiliriz?
Okuma saatinde Tabiat Bilgisi kitabımı karıştırdım. Bu yıl çoğunlukla kuşları okuyacağız. Konu olarak az ama, kuş çeşitleri çok, bunları öğrenmek oldukça zor olacak. İlginç, kuşları öğrenebilsek iyi olacak. Güvercinler üstüne bilgiler öğrenmeyi çok istiyorum. Turnaları, toyları, balıkçılları da öğrenirsem sevineceğim. Bizim güvercinleri düşündüm. Kendi kendilerine çoğalıp çeşitlendiler. Tepelileri, gerdanlıları, ayakları tüylüleri, dönerek uçanları var. Babam bunlar kendiliğinden oldu diyor. Kendiliğinden nasıl olur? Yat kampanası çalar çalmaz yattım. Güvercinler gerçekten tarlalara zarar vermiyor mu? Tarlalara zarar verse köylüler kesinlikle bunu sorun yapardı. Oysa yıllardan beri hiç kimse güvercinlerden yakınmadı. Salih Ziya Öğretmenden izin alabilirsem iki güvercin getirip Tarım binasına alıştıracağım. İlk karşılaşmamda bunu öğretmene söyleyeceğim. Bunu düşündüğüme sevindim, almış gibi de sevindim….
18 Ekim 1939 Çarşamba
İdris Destan nöbetçi. Görevine düşkün arkadaşlardan birisi. Arkadaşları uyarmak için bir plan düşünmüş, ”En iyisi, öğretmenin geldiğini söylemek!” Arkasından, ”Hidayet Öğretmen geliyor!” demiş. İdris “Öğretmen geliyor!” der demez hemen arkasından bir ses”Hidayet Öğretmen gelince ne olacak sanki? ”Hidayet Öğretmen adam mı yer? Dese dese senin dediğini diyecek, ”Kalkalım arkadaşlar!” İdris tutuldu kaldı. Bütün arkadaşlar toparlanıp çıktık. İdris Destan mahcup bir duruma düştü. Öğretmenden özür diledi. Arkadaşlar gülmemek için ellerini ağızlarına kapattılar Kahvaltı boyunca İdris arkadaşın sözleri, sonraki durumu, öğretmenin hoşgörüyle karşılaması konuşuldu. Tabiat Bilgisi ile Askerlik derslerimiz boş geçti. Öğleye dek derslikte oturduk. Derslerin boş geçmesine üzüldük . Hep böyle mi, gidecek? Öğle yemeğinde iki bayanın gene bir arada olmaları, birinin öğretmen olarak söylendiği halde ötekinin söylenmemesi daha çok konu olmuştu. Sonunda aydınlandı. İki kardeşmişler. Küçük kardeş öğretmenmiş abla yanına arkadaş gelmiş. Kalacak yer sorunu nedeniyle( Okul yakınlarında kalma olanağı olmadığından)abla kardeş bir süre birlikte kalacaklarmış. Öğleden sonra tuvalet binası çatısının yerde yapılacak işlerini bitirdik. Tahtalar geldi. Kesmeye başladık. Kiremitler ısmarlanmış. Tuvaletin üst duvarları örülüyor. Onları bekliyoruz. Duvarcıların bir bölümü atölyelerin betonunu dökerken onlara yardıma gittik. Yemekhane büyüklüğünde bir bina olacak. Çatısı, çadır çatı dediğimiz şekilde olduğundan yapılması bizim için kolay olacak. Çatılarda düz saçakların kolaylığını öğrendik. Bina başlarına üçgenler yerleştirince hem yük tavana yükleniyor, hem de çatının yapılması zorlaşıyor. Bu nedenle biz geçici binaları çadır tipi dediğimiz şekilde yapıyoruz. Böyle olunca kereste tüketimi de az oluyor. İleride yıkılınca aynı kerestelerden yararlanmak olanağı elimizde kalıyor. Bu yaptığımız geçici binaları belki bir yıl sonra kalıcıya çevireceğiz. Öğretmenler hep böyle söylüyor.
6. sınıflar ders yapıyormuş. İrfan Öğretmen bizden sordu. ”Bu kampana sözüne alıştınız mı? Soruyu anlamadık. Öğretmen açıkladı. Ömer Uzgil Öğretmen dert yanmış, küçük çocuklar” Zil Çaldı!” diyorlarmış. Arkadaşlar da düşüncelerini söylediler. ”Zile ağzımız alıştığı için biz de zil demek istiyoruz ama, Kampana denmesi istendiği için, zorla da olsa kampana diyoruz!” dediler. Yusuf Asıl daha ile gitti: Ders kampanası demek güzel olmuyor!” dedi. Öğretmen güldü: ”Siz de ders zili deyiverin, gitsin!” dedi. Küçük sınıflar hep zil diyormuş. Kimileri soruyormuş “Zile niçin kampana diyoruz? ”Öğretmen, ”Elektrik gelince belli yerlere zil takılarak bu sorun çözülür!” dedi. Tam bu sıra kampana çaldı. Öğretmen “Haydi çocuklar zil çaldı!” deyiverdi. Konuştuğumuz konuda belli bir karara varamadan iş yerimizden ayrıldık. Çoğumuz “Ben istediğim gibi söylerim!” diyerek kararsızlığımızı duyurduk. Ben dersliğe döndüm. Arkadaşların çoğu top sahalarına gittiler. 6. sınıflardan da futbol heveslileri çokmuş. Bir bölümü toplarını da getirmiş. Üç futbol sahası açılmış. Matematik kitabımı açtım. Aritmetik, Kesirli hesap çalışmaları ile başlıyor. Bilir gibiyim ama, öğretmen sorusunu yanıltıcı sorabilirse acaba yanıtlayabilecek miyim? Kitaptaki soruları çözüyorum. Geometri konusunda kendime güvenim var. Dörtgenlerle başlanıyor. Yamuklar, paralelkenarlar, dikkenar, eşkenar dörtgenler. Bunlarda zorluk çekmeyeceğimi sanıyorum. Geçen yıl iyi çalışmamın, yazın da arasıra bakmamın yararını göreceğim. Şimdilik içim rahat. Yemekten sonra da birkaç problem çözeceğim.
Mehmet Aygün “Yemek zili çaldı!” dedi. Derslikteki arkadaşlar, Sami Akıncı, Hüsnü Yalçın, şaşırarak baktılar. Sami Akıncı gülerek, ”Ömer Uzgil Öğretmen duymasın!” dedi. Mehmet, bugün İrfan öğretmenin anlattıklarını aktardı. Bu kez onlar da “Sahiden, zil desek daha rahat olacak!” dediler. Yemekte yeni yerlerimiz de alıştık. Değişiklik için “İyi oldu!” demeye başladık bile. Yemekten dersliğe dönünce geometri defterimi çıkarıp önce Pisagor teoremini tekrarladım. Örneğin ABC üçgeninin AB ve BC kenarları üzerine çizilenAFGB ve BHGC karelerinin toplamı toplamı AC kenarına çizilen ABCDE karesine eşittir. Şöyle de diyebiliriz: POR üçgeni eğer PSRT paralelkenarla aynı PR tabanı ve aynı SO ve PR paralelleri arasında çizilmişse, Paralelkenarın alanı üçgen alanının iki katı olur. Buradan yamuklarda da yararlanacak sonuçlar bulunmaktadır. Düzgün çokgen alanları da konularımız arasına girmektedir. Geometride alan ölçülerinde birbirinden yararlanarak problem çözmek zorunlu. Çokgenler, dörtgenlere, dörtgenler üçgenlere ayrılarak sonuçlara varmak yolları var. Uygulayabilirsem, bu yıl da Ahmet Gürsel Öğretmenle aramız iyi olacak. Kampananın sesi geldi. Yusuf Asıl, Mehmet Aygün, Mehmet Başaran “Zil çaldı!” dediler. Mehmet Yücel, ”Siz koskoca tren yolu rayına zil derseniz, ben de yarın gerçek zil takılınca ona borazan derim!” dedi çıktı. Arkadaşlar gülüşürken ben önceliğimi kaptırmamak için hazırlanıp yatakhaneye gittim. . POR üçgeni ile PSRT paralelkenarını düşünerek yattım. Üçgenler, dörtgenler gözlerimin önünde bir süre gitti geldi. Ancak geometri öteki dersler gibi değil, şekiller kolay hayal edilemiyor. Bunu denedim ama kendimi fazla zorlayamadım, öylece uyumuşum.
19 Ekim 1939 Perşembe
Mustafa Saatçı arkadaşımız nöbetçi, şakacılığı üstünde, uyanır uyanmaz konuşmaya başlamış, soruyor: ”Sizi, Zille mi yoksa kampanayla mı uyandırayım? ”Birileri “Ne olur beni zille uyandır!” diyor. Kimileri”Kampana!” deyip susuyor. Mustafa “Hiç konuşmayanlar var, size davulla geleceğim!” deyip gülüyor. Kolumdaki saati dikkatle izlemiş, gitti, kampanayı vurdu. İsmet bağırdı, ”Davul getirmezsen kalkmam!” Ağızlarıyla “Dom dom dom!” yapanlar oldu. Hidayet Gülen Öğretmen geldi, ”Hayrola, düğün mü var bayram mı? Davullar neden çalıyor? ” diye sordu. Hidayet Öğretmen bizim yatakhaneye yönelince öteki sınıfların çocukları de arkasında yığılıp bakıyorlar. Öğretmen onları görünce “Sahiden düğün mü sandınız? ”diyerek uzaklaştırdı. Toparlanıp yatakhaneden çıktık. Kahvaltıda yeni gelen bayan öğretmen yalnız, kızların masasına oturmuş, ablası gitmiş olacak. Yorumlar yapılıyor. Üstünde durmuyormuş gibi davranıyor, konuşma konusu yapmıyoruz ama, içimizden hepimizin ilgiyle izlediği kuşkusuz bayan öğretmen. Adı, Nahide imiş. ablasının ise, Nafıa. Ablanın adı ilginç, bu ad, aynı zamanda bir bakanlığın da adı. Fısıltıyla bunu konuştuk. Kahvaltıdan hemen sonra öğretmenler geldi. Öğretmenleri bu kez kamyon getirdi. Kamyonun üstü kapatılmış. Bundan sonra hep kamyonla gelip gideceklermiş. Banyo için Lüleburgaz’a herhalde biz de örtük kamyonla gideceğiz. Bunu konuşup sevindik.
Ders zili çalar çalmaz öğretmen geldi. Eskisi gibi, ”Günaydın!” ”Sağol!” Öğretmenin giysilerine bakıyoruz. Siyaha yakın renkte giysi, beyaz gömlek, kırmızılı renklerle örülü kravat. Öğretmen, ”Kitaplarınızı henüz alamadınız, gene geç başladık, gene geç kalmamız için engeller var. Bu kez de bakanlık ağırdan alıyor!” dedi. Tahtaya kesirli sayılar yazdı. Payı paydasından büyük sayılar sıraladı arkasından payı paydasından küçük sayılara ekledi. Yüzlerimize bakarak tahtaya kaldırdı. Benim inancıma göre geçen yıl çok zayıf olarak tanıdıklarını yokladı. Hüseyin Serin, Fettah Biricik, Ali Güleren, Emrullah Öztürk, Abdullah Erçetin, Ali Önol arka arkaya kalktılar. Çok kolay soruları yanıtlayamadılar. Öğretmen biraz acınıklı bir sesle “Hiç çalışmadığınız anlaşıldı. Çok güzel çalışmaların gölgesinde öğrenilenlerin de eriyip gittiği görüldü!” dedi. 2. derste geometri yaptık. Çizgiden, noktadan çokgenlere dek tüm konu olan şekilleri çizdik. Öğretmen “İsteyenler kalksın!” diyerek değişik bir yöntem uyguladı. Bu kez herkeste kalkma hevesi uyandı. Hüseyin Serin, Abdullah Erçetin, Ali Önol kalkarak istenen şekilleri çizdi, soruları yanıtladı. Abdullah Erçetin’in çizimlerini beğenen öğretmen, ”Tebeşiri güzel kullanıyorsun, biraz çalışsan ya be oğul!” dedi. Ders sonuna doğru “Soracağınız var mı? ” deyince Sami dairelerden bir soru sordu. Öğretmen “Okumadık, sonra konuşuruz!” deyip geçiştirdi. Bana doğru bakınca cesaretlenip sordum. Sıra sayıların toplamını gerektiğinde hep toplayacak mıyız yoksa bir yöntemi var mı? ”deyince “Var, var ama sen bunu bir yerden öğrenip soruyorsan hiç beni yorma, bilmiyorsan söyleyeyim. Biz harfleri daha sayılara katmadık. Daha doğrusu kattık da yürütemedik. Bunun formülü harflidir. Mamafi yazayım, ilgilenen alsın!” dedi tahtaya N/2XN+N/2 formülünü yazdı, açıkladı. Sorduğum için de teşekkür etti. N yerine 10 yazdık. 10/2X10+10/2 bu da 50+5=55 çıktı. 20 sayısına uyguladık 20/2X20+20/2=210 çıktı. Ben çok sevindim. Ancak kimi arkadaşlar oldukça buruklaştı. ”Bunlar bize ne lazım? ” gibilerde sızlanmalar oldu. Ben, ”Öğretmen, ”Soracağınız soru var mı? ” diye sordu. Ben de bunu sordum. Siz de pekala “Bunlar bize ne lazım? ”diyebilirdiniz!” Ben, N/2XN+N/2 fomülünü 1oo’dek sürdürdüm. Yurttaşlık bilgisi ile öteki dersimiz boş geçti. Derslikte çalıştık. Boş denilen derse Tarım öğretmenimiz Salih Ziya Büyükaksoy gelecekmiş. Çarşamba günleri öğleden sonraları da Tarım çalışmaları yapılacakmış. Böyle söyleniyorsa da biz bugün gene Marangozluk atölyesine çağırıldık. Öğle yemeğinde Ahmet Gürsel Öğretmen yanımızdaki masada oturdu. Sorular sordu, kendi yatılı okul yaşamından kesitler anlattı. Onların okulu daha disiplinli imiş. Öğretmenleri böyle masalara gelmezmiş. Öğrenciler asker gibi girip çıkarmış. Her gelen müdürün yöntemleri başka başkaymış. Üç yıllık bir yatılı okulda dört kez müdür değişmiş. Buna karşın öğretmenlerinden unutamadıkları varmış. Bunların biri de müzik öğretmeniymiş. Müziği ona sevdirmiş. Arkadaşlar gene Lüleburgaz ortaokuluna derse gidip gitmediğini sordular. ”Oraya matematik öğretmeni geldi. Benim eski bir arkadaşım, Hasan oranın matematik öğretmeni oldu!” dedi. Yemekten sonra arkadaşlar, ”Ders dışında Ahmet Gürsel Öğretmenin çok iyi olduğunu, nedense derste sertleştiğini söylediler. Bense bunun tam tersini söylemek gereğini duydum: ”Ahmet Gürsel Öğretmen gerçekte, derslerde çok iyi. Ders dışı tavırlarında daha ciddi. Kendi anlattıkları çok yumuşak olabilir ama karşısında konuşanları çok kolay paylayabilir. Ben, Ahmet Gürsel Öğretmeni derslerinde daha çok seviyorum. Bu nedenle ilk derslerinden beri ondan korkmadım. Kaç kez söylediklerimi hiç duymamış gibi davrandıysa da sonradan gönlümü aldı, çalışma isteğimi kırmadı!” …
Yapıcı arkadaşlarımız atölyelerin taban betonunu döküyorlar. Biz de bir süre onlara yardım ettik. Ben teskere çektim. Düz yerde gelip gittiğimiz için fazla yorulmadım. Zaten taban betonu çok ince döküldüğü için çabuk bitirdik. Yarından başlayarak direkleri sıralayacağız. Yaptığımız atölye boyu 22 metre 13 kiriş hazırlayacağız. Ancak yarısı hazırlanmış tüm gücümüzle çalışırsak yarın tamam olur. Bunu gerçekleştireceğiz. Yapıcılar betonu döküp tuvalet üstüne, orada çalışanlara yardıma gittiler. Duvarlar bitmek üzereymiş. Kalıpları takıp hemen beton dökecekler. Alt kalıplar aynen takılacağı için büyük bir sorun sayılmıyor. Biz ikişer ikişer bölünüp gerekli beş kirişi tamamlamadan paydos etmemeye karar verdik. Naci İnan-İrfan Evren Öğretmenler, ”Biz Lüleburgaz’a varana dek siz bunları tamamlarsınız, dedi. Hamdi Bağ Öğretmen ise bize daha çok güveniyormuş: Ben buradan odama varmadan onlar bu direkleri dikerler bile!” diyerek bizi kıvandırdı. Konuşmalar böyle sürerken birler, çizimlere uygun kesimleri tamamladık, parçaları ötekilerin yanına yerleştirdik. Gerekli 13 kiriş tamam. Beton üstü yatıkları kesmeden kullandığımız için, onları, direkleri dikerken yatırıyoruz. Başka bir deyimle onları işten saymıyoruz. Paydosta tamamlandığı söylenen tuvalet binasına gittik. Üstü öğretmenler için ayrılacakmış. Arkadaşlar uyardılar, ”Buraya tuvalet binası denmesin!” Kimi arkadaşlar da “Zaten tuvalet binası değil, ”Olacakmış!” deniyor. Orası şimdilik küçük bina. Belki tuvalet olarak da kullanılmayacak!” Dersliğe bunları konuşarak girdik. Arkadaşlardan birileri kızlarla konuşmuş, adlarını öğrenmişler. Kendi hemşehrileri olarak ilgileniyor. Ancak öteki arkadaşlar takılmadam edemiyorlar. Kızlar, yakınınızdayken, gerçekten çocuk. Ancak derslikte konuşulurken, büyükmüşler gibi ortaya konup varsayımlar yapılıyor. Mustafa Saatçı ile Mehmet Yücel arkadaşlar ise kızlara ad takmak için fırsat kolluyorlar. Birisi hemen Tatar olmuş. Yüzü tatarları andırıyormuş. ”Tatar olsa suç mu? ”diyenlere yanıtları hazır. ”Biz incitmek için değil, şakalaşmak için ad takıyoruz. Verdiğimiz addan incinecekse zaten, onu oyunumuzdan sileriz!” Bir başkasının adı da Bülbül. Gerçekte bülbül değil. Nachtigall. Almanca “ Bülbül!” demek. Nachtigall!Kız bunu uyunca üzülecek mi, üzülmeyecek mi? Ya üzüldüğü halde herkes söylemeye başlarsa!. Nitekim, istedikleri kadar kızsınlar, kendilerine de, örneğin Mehmet Yücel’e iskelet, Mustafa Saatçı’ya imam ya da hafız demeyi sürdürenler var. Ali Önol’a “Baba Ali!” dendiğinde Ali hiç aldırmıyor, üstelik böyle dendiğinde doğal olarak algılayıp konuşuyor. Ali Güleren de “Ali Aga!” deyince doğal karşılıyor ama, Abdullah Erçetin kendisine yakıştırılan “Gebeş” söçzünü söyleyene en ağır küfürleri savuruyor. Fettah Biricik de öyle, (Madam, Zenne, Kadın) sözlerine sert tepkiler gösteriyor. Ya o minicik kızlar ne yapacaklar? Nachtigall sözüne sinirlenen kızcağız kimi susturabilir ki? Bunu sorunca Mehmet Yücel, ”Siz böyle düşünüyorsanız bu sözü ağzınıza almazsınız olur, biter!’”diyor. Doğru mu bilmem? ”
Yarın Türkçe dersimiz var. Enis Behiç Koryürek’in Suvariler şiirini okudum. Geçen sene okuduğumuz Gemiciler şiirinin tıpkısı, kocaman bir E harfi oluşmuş, adının ilk harfi. Gemiciler’de “Biz, dalgalar, fırtınalar kahramanı yiğitleriz!” diye başlıyordu. Süvariler ise, ”Biz kasırga oğulları, biz kanatlı süvariler!” dizesiyle başlıyor. Öğretmenin bu şiiri de ezber isteyeceğini sanıyorum. Bu nedenle sık sık okuyup hazırlanacağım. Coğrafyada bu yıl tam harita oyunlarına yarayacak dersler var. İlkokulda A ile en çok oynadığımız oyun “Arjantin nerede? Pekin’i bul! Kongo’yu göster!” Bunlar bu yıl okunacak konular. Yarın bir saat Resim. Resim için hiçbir düşüncem yok. Öğretmen derste ne isterse onu yapmaya çalışacağım. Yat zili çaldı, yattım. ”Hemen uyumalıyım. !” diyorum ama aklıma bir yığın konu ya da olay gelip gelip uykumu açıyor.
20 Ekim 1939 Cuma
İsmet, kulağımın dibinde konuşuyor. Önce rüya sandım, dinledim”Dayı rahat uyu, daha altı dakika var, altı dakika sonra uyandıracağım, hiç kaygılanma bugün, yeğenin İsmet nöbetçi!” diyor. Biraz bocalarca duyumsadım ama çabuk toparlandım. ”Belli, belli, nöbet yardımı istiyorsun!” dedim. ”Yok vallahi, falan dediyse de, ben kalktım, birlikte mutfağa gittik. O gidip kampanayı çaldı. Öteki nöbetçiler geldiler. İsmet rahatlıkla yatakhaneye arkadaşlarla dalaşmaya gitti. Ben çocuklarla tabak, çatal, bardak, ekmek gibi gerekli nesneleri masalara dağıttık. Ömer Uzgil Öğretmen geldi, masalara birer birer baktı, tabakların, bardakların temizliğine baktı. Ben biraz geride duruyordum. Çocuklara, ”Kahvaltılarda peyniri mi yoksa zeytini mi tercih ediyorsunuz? ”diye sordu. Çocuklar doğru yanıt veremediler. Aynı soruyu bana sordu. ”Peyniri!” diye yanıt verdim. Öğretmen “Zeytinin yararlarını bilmediğiniz içindir, yoksa zeytin sağlık için gerekli!” diye açıklayınca ben, ”Babam, sürekli zeytin yer, zeytin yağlı yiyecekleri önerir. Ancak kendisi iyisini almaya özen gösterir. Ben babamın önerdiği zeytinleri severek yediğim gibi çekirdeklerini bile yutarım. Ancak burada yediklerimiz çok farklı, bazen ben bile yiyemiyorum!” deyince, ”İşte ben bunu öğrenmek istiyorum, yemediklerinizi bozukluktan mı yoksa alışmadığınızdan mı yemiyorsunuz? Bunu doğru bilirsem daha sık kontrol eder iyisini aldırmaya çalışırız!” İsmet geldi. Ömer Uzgil Öğretmen İsmet’i bendedn daha iyi tanıyor. İsmet’in Almanca dersindeki durumu iyi. Sami Akıncı ile yarış eder durumda. Bu nedenle Ömer Uzgil Öğretmen ona ayrı bir yakınlık duyuyor. Nitekim İsmet gelince bir kez daha zeytin olayını ondan sordu. Belki bir raslantı ama iyi oldu. İsmet, tümüyle benim söylediklerimi söyledi. Ömer Uzgil Öğretmen başını sallayarak, bunu düzelteceğiz, zeytini peynirden daha çok seveceksiniz!” dedi. Kapıya çıkarak sınıflarım sırasıyla içeri aldı. Kahvaltı boyunca oturmadı, çocukları izledi. Ömer Uzgil Öğretmenin titizlikle kahvaltılar üzerinde durduğunu dersliğe dönünce arkadaşlara anlattım. Sevinenler oldu. Mehmet Yücel, ”Yemekler iyi olmuyor, bari kahvaltılar iyi olsun!” deyip güldü. Bu kez arkadaşlar Mehmet Yücel’e “İskelet kahvaltıyla yaşamak niyetinde!” diye takıldılar. Mehmet Yücel arkadaşlara yanıt vermek için siz!” derken, Fikret Madaralı Öğretmen gülerek geldi, Günaydın’dan sonra elindeki kitaplardan bir tane açtı. Başparmak adlı bir kısa yazı okudu. Gülerek sordu. ”Bu yazıdan ne anladınız? daha doğusu bir şey öğrendiniz mi? Arkadaşlardan parmak kaldırıp düşüncelerini söyleyen oldu. Öğretmen, ”Olur ya da olmaz gibilerde bir tepki vermedi. . Bir süre yüzlerimize baktıktan sonra “Başparmak için bile yazı yazıldığını görmek size ilginç gelmedi mi? Yazarı Ahmet Haşim. Geçen yıl da parçalarını okuduk. İyi yazarlarımızdan biriydi. Okullarda okuduğunuz sürece yazılarıyla karşılaşacaksınız. Haftanın bu günlerinde genellikle konuşmalar yapacağız. Belli bir konu seçip, o konu üstüne bildiklerinizi anlaşılır bir dille arkadaşlarınıza anlatmaya çalışacaksınız. Bu, yazarda gördüğümüz gibi başparmak da olabirir kulak, baş ya da beden olabilir. Önce konuyu kendiniz seçeceksiniz. Alıştıkça da arkadaşlarınız ya da ben vereceğim. Öğretmen olacağınızı unutmayın. Öğretmen her konuda belli bir düzeyde konuşmak zorundadır. Bu da ufak ufak denemelerle geliştirilecektir…Coğrafya dersimiz boş geçti. İki saat boyunca arkadaşlar, birbirlerinin kafa şekillerini anlattılar. Çok sabırlı görünmesine karşın Sami Akıncı dayanamadı, ”Hep kafaların dışını anlatıyorsunuz, biraz da içini anlatsanız daha iyi olacak!” dedi. Sami Akıncı bu tür anlamsız tartışmalarda bazan böyle karşı çıkışlar yapar bir derece olsun sustururdu. Gene öyle olacak sandık. Daha doğrurusu Sami de öyle sanmış olacak ki bunu söyledi. Ama öyle olmadı. Birkaç kişi birden, ”Bizim kafalarımızın içinde pek anlatılacak bir şey yok, kafaların içine sıra gelince senin kafanın içini senden dinleyeceğiz!” dediler. Beklenmedik bir karşı koyma oldu bu. Sami önce anlamlı anlamlı baktı. Hiç bir söz söylemeden başını çevirdi. Resim dersine dek bir daha konuşanlarla ilgilenmedi. Resim dersinde Ömer Uzgil Öğretmen bir büyük dosya resim getirdi. Ortaokul çacuklarının yaptığı resimlermiş. Renkli, çok güzel resimler. Ben inanamadım. Ancak arkalarında adları numaraları, sınıfları yazılı. Öğretmen özendirici sözler söyledi. Dışarıya çıktık. Çevreyi göstererek . ”Resim çalışmak için çok elverişli yerler!” deyince gülümseyenler oldu. Öğretmen “Resim bir gönül işi bir iç duygu işidir. Şu anda bakıp da göremediklerimizi gören gözler olacak. İşte onlar buralarda en güzel resimleri yapacaklar. Zamanla sizin aranızdan da böyleleri çıkacak. Siz onların yaptıklarını görünce gene böyle şaşıracaksınız. Benden söylemesi. Bakıp göremiyorsanız, bu, orada bir şey olmadığında değil, sizin onu göremediğinizdendir!” Biraz neşesiz dersliğe döndük.
Öğle yemeğinden hemen sonra atölye çalışmamıza başladık. Öğretmenlerimizle tüm grup olarak çalıştık. İki baştan başladık. ”Bu, bu tip çatılarımızın beşincisi!” dedim. Arkadaşlardan tepkiler geldi, ”5. değil 4. ” diyenler oldu. ”Onlar unutkan, Alpullu’da yaptığımız hamam bu çatı tipimizin ilkiydi!” deyince, ”Aaaaa!” diye bağıranlar oldu. Naci İnan Öğretmen beni çok onurlandırıcı sözler söyledi. ”Siz önce İbrahim’e dikkat edin. O bir şey diyorsa, çok iyi bilmediğiniz bir konu için sakın karşısına çıkmayın. Çıkarsanız, kesinlikle sizi hem mağlup hem de mahcup olursunuz. En iyisi onun yanında, aynı cephede durun!” İrfan Öğretmen “Ben de Naci Öğretmenin fikrindeyim!” dedi. Hamdi Öğretmense “Benim bir söz söylemeye niyetim yok olsaydı kesinlikle arkadaşların dediklerini diyecektim!” deyip son kirişi kaldırmamı söyledi. Böylece 13. kirişi de dikmiş olduk. Tüm direklerin yan payandaları hemen yerlerine kondu. Kiriş bağlantılaı, çatı bağlantılar çakıldı. ”Kapılarla pencerelerin yapımıyla takılmasının ötesinde marangozluk işimiz kalmadı!” diyenlere;Hamdi Bağ Öğretmen, ”Doğru söylediniz kiremit altı tahtaları, pencere kanatlarını, kapı kasalarını ben yalnız yapacağım. Siz buralarda dolaşacaksınız. Bari kolay gelsin, deyin!” Yusuf Asıl gülerek, ”Kapı kilitlerini, pencere vasisdaslarını unuttunuz!” diye anımsatma yaptı. Neşeli bir hava içinde işyerinden ayrıldık.
Dersliğe dönünce çoğunlukla sorular yarınki dersler üzerine oluyor. Bugün arkadaşlar değişik sözler sözler üstünde durdular. BenseFizik dersine Ahmet Gürsel Öğretmen mi gelecek? bunun derdin düştüm. Sami Akıncı “Hayır!” deyip noktaladı. Bize fizik dersi olduğu saatte Ahmet Gürsel Öğretmenin 6. sınıflara matematik dersi varmış. O zaman fizik dersi boş geçecek. Oturup tarih çalıştım. Tarih bu yıl oldukça kolay. Ya da bana öyle geliyor. Okuduğumu anlıyorum. Gerçi göçler bölümünde karışık adlar oluyor ama dikkatli okuyunca akılda kalıyor. Yemekten sonra da tarihi karıştırdım. Okudukça gözlerim açılacağına esnemeye başladım. Kampana çalar çalmaz yıkanıp yattım.
21 Ekim 1939 Cumartesi
Ömer Uzgil Öğretmen bizim sınıftan iki nöbetçi istemiş. 15 Hüseyin'le 16 Sefer Tunca nöbete kalktılar. Hüseyin kampanaya gitmiş, kampana çalarken Sefer’in bizi kaldırmasına önce şaştım, sonra durumu öğrendim. Tuvaletler, musluklar şimdiden dolu. Erken davranmaktan başka kurtuluş yok. Ben de öyle yaptım, bundan böyle de öyle yapacağım. Yemekhane önünde ilk gün kargaşası yaşanmadı. Bizi önce aldılar. Oldukça rahat girdik çıktık. Hüseyin’le Sefer yenilerin başında. Kahvaltıdan sonra okulun önüne çıktık. Yeni gelen var. Ayrıca merdivenlerde çalışanlar var. Adını, aksayarak yürüdüğü için aramızda Timurlenk usta dediğimiz mozayıkçı, ön merdivenlerin mozayığına başlamış. Öğretmenler faytonlarla geldiler. Biz okul önünden arkaya çekildik. Kendi atölyemizde bekliyoruz. Bizim geçici atölye yemekhanenin kapısı önünde. Öğretmenler oradan gelip geçtiği için sıkılıyoruz. Yeri değiştirilirse bu açıdan sevineceğiz. İşte bu isteğimiz bugün gerçekleşeceğe benziyor. Önce İrfan Öğretmen geldi. Hatırımızı sordu, pazartesi gününden sonra yarım gün çalışacağımızı söyledi. Yeni altıncı sınıflardan yarısının hafta değişkliğiyle bizimle çalışacaklarını ekledi. Naci, Hamdi öğretmenler gelince işbölümü yapıldı. Naci İnan Öğretmen beni, Harun’u, Salih’i, Hasan’ı ayırdı, ”Bugün ben bu ustalarla çalışacağım. Yarım gün bana yeter!” dedi. Öbür grup iki öğretmenle birlikte Tarım barakasına doğru yürüdüler. İlerde az sola dönüp durdular. Onlar da bugün atölye yerini saptayacaklarmış. Biz, vernik (bezir) tenekelerini, fırçalarını alıp okula gittik. Çerçeveleri çıkarıp duvarlara dayadık. Sıra ile önce kasaları bir kez daha (vernikledik) bezirledik. Öğretmen yeni marangoz grubu ile geldi. Onlar da yerdeki çerçevelerin üstünden bir kez daha geçtiler. Kullandığımız nesnenin kokusu kimilerine dokundu. Hasan kül gibi soldu. Öğretmen dışarıya gönderdi. Kampana çalınınca kuruyanları takıp bahçeye indik. Törene okulda bulunan öğretmenler hep katıldı. Hidayet Gülen Öğretmen komut verip İstiklal Marşı’nı söyletti. Okul Müdürü yeni gelenlere “Hoş geldiniz!” dedi. Yeni öğretmenler atandı, pazartesi burada olacaklar, pazartesi günü sizlere başka haberler de vereceğiz. Derslerinizde de sık sık dertlerinizi dinleyip sorunlarınızı azaltmaya çalışacağız!” diyerek ayrıldı. Ömer Uzgil Öğretmen kendi işleriyle ilgili açıklamalarda bulundu. Bizim sınıftan bir, öteki sınıflardan iki nöbetçi olacağını, günlük programın köşelere asılacağını, tören dışında okul önüne çıkılmayacağını, asfalt yola çıkıp yürünmeyeceğini tembihledi. . Öğretmenler topluca arka kapıdan dolaşarak okula girdiler. Mozayikçi usta bir an önce merdiveni tamamlamak için ara vermeden gene işe başladı. Arkadaşların çoğu futbol oynamaya gitti. Biz de bir grup oluşturup futbol sahasından asfalt yola doğru tepeden dereye varana dek gezdik. Dere kenarından gene futbol sahasına dek yürüdük. Su deposu tamamlanmış, elektrik binası da bitmek üzere, onları gördük. Sonra dersliğe döndük. Hasan rahatsızlığını atlatmış. Okuduğu kitapların listesinin yapmış. Listede otuz kadar kitap var. Onda gördüm ben de okuduklarımı sıraladım. Bulgar Sadık, Bu Torağın Kızları, Pol ve Virjini, Robenson Kruze, Denizler Altında 20000 Fersah, Aya Seyahat, 80 Günde Devri Alem, Bizim Deniz, Dağları Bekleyen Kız, Beyaz Zambaklar memleketinde, Monte Kristo, Üç Silahşörler, Kuyucaklı Yusuf, Yaban, Çalı Kuşu, Küçük Paşa, Çıkrıklar Durunca. (Son beşini öğretmenle okuduk)Öğretmenle okuduklarımız dışında 13 kitap okumuşum. Öğretmenden ayrı Kuyucaklı Yusuf’u bir daha okudum. Bir de Ömer Seyfettin’in üç dört öykü kitabını okudu. Yuvarlak olarak 15-16 kitap okumuşum. Ancak ben okuduğum kitapları özetledim. Hemen hemen hepsi hakkında unutmadığım bilgileri bellemiş durumdayım. Yeri geldiğinde onlardan yararlanabiliyorum.
Biz konuşurken Sami Akıncı elinde bir kağıtla geldi. Pazartesi başlayacak dersleri haftalık programını almış. Ben de bunu Merak ediyordum, hemen yazdım. Türkçe-3, tarih-2-coğrafya-2, Yurttaşlık Bilgisi-1, Matematik -2, Fizik-2, Tabiat ve Okul sağlık Bilgisi-2, Yabancı Dil-2, Resim-İş-1, Beden Eğitimi-1, Müzik-2, Askerlik-2 Haftalık toplam saat 22…Pazartesi-Türkçe 2—Almanca 2, Salı-Tabiat Bilgisi-2, Askerlik -2, Çarşamba-Türkçe -1, Fizik-2, Perşembe-Matematik-2, Coğrafya-2, Cuma-Tarih-2, Resim-1, Yurttaşlık-1, Cumartesi-Müzik-2, Beden Eğitimi-1. . Bu duru göre Çarşamba-cumartesi günleri üç saat ders yapmış olacağız. Sami “Belki daha sonra oraları da doldurulur!” deyip kesti. Yeni derslerimizin kitaplarını açtım. Yurttaşlık Bilgisi çok duyduğumuz konuları öğretecek. İlkokuldayken de buna benzer bilgileri öğrenmiştik. Bunları bilmek kolay ama sorulunca anlatmak oldukça zor olacak. Öteki yeni dersimiz oldukça zorlu sanırım. Herhalde matematiğe dayalı olacak. O derse okutsa okutsa Ahmet Gürsel Öğretmen okutur. Bu kez, “Yeni derslere hangi öğretmenler gelecek? diye tasalanmaya başladık. Fizik, Ahmet Gürsel, yurttaşlık, Fikret Madaralı öğretmen olabilir. Askerlik için subay gelecekmiş. Biz bunları konuşurken yeni 6. sınıftan öğrenciler geldi. Çok uzak kaldıkları okul hakkında bilgi almak istiyorlar. Arkadaşlar beni göstererek, ”Çevreyi en iyi bilen biri olarak sizi bu ağabey aydınlatır!” dediler. Çocuklar, benim yanıma gelince sordum”Siz ne öğrenmek istiyorsunuz? Onların öğrenmek istedikleri çevreyle ya da okul yapımıyla ilgili değilmiş. Onlar, cumartesi geceleri eğlence yapmak istiyorlarmış. Ben de onlara sordum, nasıl eğleneceksiniz, neler yapacaksınız? Ortalıkta hiçbir hazırlık yok ama eğlenmek istiyorlarmış. ”Köylerinizde böyle bir eğlence yapıyor musunuz? ”Yok ama burada yapabiliriz!” Edirne’de yapmaya başladığımız eğlencelerin niçin durdurulduğunu anımsattım. Yanlış çıkışların, fazla ileri gidişlerin doğuracağı sonuçları dilimin döndüğü kadar anlattım. Hidayet öğretmenin bize anlattıklarını onlara aynen aktardım. Okul Müdürümüzün, Hidayet Öğretmenin, Fikret Madaralı Öğretmenin tiyatro bilgisinden sözettim. Bu cumartesi değil ama bundan sonra Hidayet öğretmenin yardımıyla yapılacak hazırlıklar sonunda eğlenceler yapabiliriz!” dedim. Çocuklar, ”Biz şimdi sıkılıyoruz, şimdi istiyoruz!” dediler. Dinleyen arkadaşlar güldüler. Mehmet Yücel , ” Ah, ah, ahhhh! dedikten sonra, ”Benim canım da çok şeyler istiyor ama, 6 aydır buradayım, bir günlüğüne bile 20 km’lik köyüme gidip annemi-babamı, evim i göremedim!” dedi. Neyse ki, başka arkadaşlar, sıralarda oynanacak oyunlardan söz ettiler. Sonradan aklıma geldi tekrar söz alıp kitap okumalarını önerdim. Hasan Üner’i örnek verdim tüm çalışmalara katıldığı halde, 11 ay içinde 30’dan fazla kitap okuduğunu söyledim. Çocuklar beni dinledikten sonra “Ay, uy, mıy, muy!” gibi sesler çıkararak kalkıp gittiler. Arkadaşlar bana”Korkuttun çocukları!” dediler. Yanıtım hazırdı”Siz yardımcı olup eğlence numaralarınızı gösterseydiniz. Geç olmuş sayılmaz, çocuklar şu anda da kendi sınıflarında oturmaktadır. Gidin, numaralarınızı ortaya döküp çocukları sıkıntıdan kurtarın!” Söyledim ama boşuna söylediğimi biliyorum, kimseden bir tıs çıkmadı.
Akşam yemeği oldukça gürültülü geçti. Ömer Uzgil Öğretmen aralarda dolaştı. O nedenle gürültüler biraz azaldı. Hidayet Öğretmen yeni gelenlerin yanında oturdu ama bu kez onun öğrencileri şamatayı yükseltti. Bir süre sonra az önce bizim sınıfa gelerek eğlence isteyen çocuklardan ikisi koşarak geldi. Dersliklerini aydınlatan lüks lambası durup dururken parlamış sonra da pıt pıt yapmaya başlamış. Mustafa Saatçı gitti bir sürü uğraştan sonra düzgün şekilde yanmasını sağladı. Çocuklar Mustafa’ya teşekküre gelince ben takıldım”Bana teşekkür yok mu? ” diye sordum, Yüzüme baktılar. Ben sizi uyarmasaydım eğlenceye başlayacaktınız. Eğlencenin tam coşkulu yerinde lüks bozulacaktı, oyununuz da neşeniz de yarım kalacaktı!” deyince güldüler, teşekkür ettiler. Bu kez bizim lüks pır pırlamaya başladı. Mustafa kalkıp aldı, orasını burasını karıştırdı düzeldi. Bu kez Mustafa’ya takılmalar başladı. ”Hafız kendini övdürmek için lükslere birtakım dualar okuyor, muskalar takıyor!” sözleri başladı. Mustafa Saatçı sanırım boş bulundu, ”Dua okuyorum, size de okurum!” gibilerde bir söz söyledi. Ömer Seyfettin’in Kurbağa Duası’ndan anımsadıkları nargile çubuğu yakıştırmasını değişik nesnelere kaydırarak “Şunu mu yapıyorsun, bunu mu yapıyorsun? türünden uzun uzun söz yakıştırdılar Sonunda Mustafa “Bir daha bu sınıfta lükslere el sürmem!” diye tepki gösterdi. Yat kampanası vurduğunda Mustafa da benim gibi ilk yatağa girenlerden biriydi. Öfkeli falan değildi. Herhalde yorgundu. Zaten ayrılırken “Bu şakayı burada bitirmeyeceğiz. Ben size daha çok dualar okuyacağım!” diyerek kapıdan çıkmıştı. Rahat uyumam için konuşmaları duymamam gerektiğine inanıyorum. Olabildiğince kulaklarımı kapalı tutmak istiyorum. Bu gece, biraz daha kulaklarım kapalı uyudum…
22 Ekim 1939 Pazar
Sami Akıncı ile 24 İbrahim Ertur nöbetçi ikisi de titizlikle iş yapan arkadaşlarımızdan. Herhangi bir tartışma ya da aksama olmadan kalkıp kahvaltıya gittik. Nöbetçileri görünce aklıma takıldı. Sami Akıncı”nın numarası 18, İbrahim Ertur’un 24. Onlar bugün nöbetçi. Numarası 44 olan İsmet Yanar geçen gün nöbetçiydi, bu nasıl oldu? diye sordum. Arkadaşlar güldüler: ”Ohooooo, sen uyuyorsun, isteyenler nöbet değiştirebiliyor!” Az durdum, gerekçesini sordum. Gülüp takılmalrın sonunda Harun Özçelik açıkladı: Başlangıçta tek nöbet başlamış. Ancak Ömer Uzgil Öğretmen geçici olarak nöbeti ikiye çıkarmış. Bu nedenle de isteyen arkadaşlar bir kez sıra dışı işbirliği yapacakmış. Anlamadım ama, sustum. Başımı kaldırıp çevreme baktım. Oldukça kalabalıklaştıkYeniler de oldukça uyumlu durumdalar;kapıdan düzenli girip çıkıyorlar. Ömer Uzgil Öğretmen. uzaktan izlemekle yetiniyor. Hidayet Öğretmen nedense bu sabah kahvaltıya gelmedi. İsmet, öğleden sonra Yeni Bedir’e gitmemizi önerdi. Ben bu isteğe hemen uydum. Çünkü amcamlara sık gitmeye söz vermiştim. Onlar madem ki istiyorlar, gider gerekirse bir merhaba deyip döneriz. Ancak bu kez yanımıza başka arkadaş almayacağız. İsmet arkadaşlarıyla bir süre top oynamaya gitti. Ben, derslikte Almanca çalıştım. Az da olsa öğrendiklerim vardı, öyle sanıyordum. Oysa hepsini unutmuşum, çok üzüldüm. İkinci Almanca kitabını okuyacağız. Bana göre birinci kitabın ilk dersleri bile kayıplara karışmış. İlk dersten 10. derse dek tekrarladım. Der Frühling kommt, und ich er freue dich. . Wer bin ich? ”İch Wisse nicht!” Açtım fizik kitabını karıştırdım. Kitaplarda deneylerden, labaratuvarlardan söz ediliyor. Mehmet Yücel onlar ortaokullarda var, arada oralara gidip ders yapılıyor, dedi. ”Biz de atölyelere gidip yaparız!” deyip kitabı kapattım. Öğle yemeğinden sonra İsmet’le dere kıyısına indik. Bir süre oralarda gezindikten sonra köye gitmekten vazgeçtik. Kamyon sıksık Evrensekiz köyündeki Eğitmen Kursu’na gidip geliyor. ”Bizi gören olursa kaçak gittiğimiz anlaşılır, cezalanırız!” düşüncesiyle geri döndük. Ömer Uzgil Öğretmenden izin istesek vereceğini biliyoruz. Buna karşın izinsiz ayrılmayı doğru bulmadık. Dere kıyısından futbol sahasına çıktık. İsmet takım tamamlamaya girdi, ben dersliğe döndüm. Dersliğin kapısı açık. Dışarda çalışmalar sürüyor. Aramızda Yimurlenk, hatta daha anlaşılmaz olsun diye sadece Timur olarak andığımız Osman usta(Topal Osman)elinde taşla merdiven mozaiklerini sürtüyor. Sürekli ıslatıp sürtmesinin nedenini sorduk. ”Usta, neden ıslatıyorsun, kuru kuru daha kolay olmaz mı? ”dedim. Usta yüzüme baktı, ”Bunu sahiden bilmediğin için mi soruyorsun? ”dedi. Bilmediğin için soruyorsan, anlatayım. Söz olsun diye soruyorsan, bak yorgunum. Yarına söz verdim, oyalanmamalıyım!” dedi. ”Sahiden bilmiyorum!” Yere dayalı dizini düzeltti, çömelikçe durdu. ”Kuru taşları sürtünce ateş çıkartmadın mı? ” diye sordu. ”Sürtünce değil ama birbirine vurunca ateş çıkar!” dedim. ”İşte bu nedenle ıslatıyoruz. Kuru sürtünmelerde taşlar sertleşir. Sertlik işi zorlaştırır. Su ise yumuşatır. Yumuşaklık işi kolaylaştırır!” Kolay gelsin!” deyip ustanın yanından ayrıldım. Kampana çalınca bayrak töreni için okul önünde toplanınca Osman usta ile yanındakilerin çalışmaları sürüyordu. Biz tören yapıp ayrılınca da onlar bir süre daha çalıştılar. Söz verip sözünü yerine getirme gayreti gösteren insan olarak Osman Ustayı tanıdım. Mozaikçi Osman usta. Aksak yürüdüğü için Topal Osman, topal diyemediğimiz için Timurlenk adından yararlanıp aramızda simgelediğimiz Timurlenk ya da daha kısaltarak Timur dediğimiz, okulumuzun temelinde teri olan çalışkan insan. Benim defterime yazıldığını belki de hiç bilmeyeceksin. Ama ben bu notları karıştırdıkça senin oturuşunu, alnını silerek bana mozaik konusunda bilgi verişini saygıyla anacağım. 16/10/1939 saat 17, 10 Kepirtepe
Merdiven işi bitince o sıra bir arada bulunan Atölye –Tarım öğretmenleriyle Okul Müdürümüz topluca resim çektirmek istemişler. Arkadaşlar duyurdu, hemen toparlanıp okul önüne çıktık. Öğretmenler geldi. Hamdi Bağ Öğretmen gülerek bizi sıraladı. Bir süre Ömer Uzgil Öğretmen beklendi. Ancak bulunamadı. O sıra gelenler oldu, onlar da aramıza katıldı.
Okul Müdürü, Okul Muhasibi, Yapıcılık, Marangozluk, Tarım Öğretmenleri, Hidayet Öğretmenle iki yabancı, merdiven önünde toplu fotoğraf
Akşam yemeğinde biraz daha alışılmışlık gözlendi. Hidayet Öğretmen yemek sırasınca ayakta durdu, aralarda gezindi. Onun yararı görüldü. Bizim küçük sınıfların durumuna göre yeniler de kendilerini ayarladılar. Yemekten sonra kampana çalarak okuma saatı başladı. Sami Akıncı ile İbrahim Ertur arkadaşlar nöbetçi olarak yeni iki sınıfa girdiler. Ne yaptıklarını gelince arkadaşlar sordu. Sami Akıncı, ”Ben girmesem daha sessiz duracaklar, ben giricince soru sormaya başlıyorlar. Onlara söz anlatmak çok zor, biri soruyor, ona yanıt verirken başka sorular geliyor. Böylece derslik bir curcuna oluyor. İbrahim Ertur arkadaş da aynı sözleri söyledi. Bizim de ilgimiz, ”Nöbetimizde biz de gidersek ne yapacağız? ”Aldığımız yanıtlar, bize pek bir şeyler kazandırmadı ama, ben nöbetçi olana dek başkaları onlara birşeyler öğretecektir!” iyimserliği içinde kendimce durumu bir sorun olarak algılamadım. Arkadaşlar nedense değişik açılardan bakıp kimi olayları benden çok başka biçimde yorumluyorlar. Ben yarın başlayacak dersleri düşünüyorum. Fizik dersine gelecek öğretmeni ilgiyle bekliyorum. Askerlik dersine gelecek subayı düşünüyorum. Hilmi Altınsoy’a bunu söyleyince güldü, o da kızlara ayrıca bayan öğretmen gelip gelmeyeceğini düşünüyormuş. Oysa bu beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Yarın Türkçe dersimiz var, , Fikret Madaralı Öğretmen, kesinlikle geçmiş derslerden bazı soruları soracaktır. Bunlara doğru yanıt vermeyi düşünüyorum. Hele arkasından gelecek Almanca dersi için hazırlıklı olmadığımı anladığımdan öğretmenin yüzüne nasıl bakacağımı hesaplıyorum. Bunun için Almanca kitabını bir daha altüst ettim. Oysa Sami Akıncı dışında arkadaşlarımdan hiç kimse Almanca dersinin adını bile anmadılar. Ya matematik, ya Türkçe, ya tarih dersleri? Onlar da öyle. Bu gece konu, “Okulda hangi ilden daha çok öğrenci var? ”Bizim sınıfta, Kırklarelili sayısı öteki iki ilin toplamı kadar. Öbür sınıflar beni pek ilgilendirmiyor. Ama onları da bilirsem sevinirim. Kampana çalınca hazırlanıp yattım. Yatınca da kaç aydır ders yapmadığımızı hesapladım. Sözde çok uzun bir tatil yaptık: Haziran-temmuz-ağustos-Eylül- dört bütün ay, iki yarım ay da mayısla ekim, eder beş ay. Bu beş ay içinde işlerden bir gün bile ayrılamadım. Hem tatil hem de tatilsizlik. Talihlilik-talihsizlik gibi bir şey! İyi mi, kötü mü. Bana göre iyi. Okumak istiyordum, zar zor bir okul buldum; daha ne istiyorum?
23 Ekim 1939 Pazartesi
Gece en az 4 kez uyandım. Şiddetli yağmur yağdı. Şimşek çakınca aydınlık için de kalıyoruz. Gök gürlemesi de çok korkunç. Gerçekten bina sallanıyor. Uyandığımda saati merak ettiğim oluyor ama karanlıkta göremiyorum. Bir ara buna takıldım, kibrit saklayıp arada baksam!Bundan vazgeçtim. Kibrit, sigara içme kuşkusu uyandırabilir. Dahası yangına da neden olabilir. Yusuf Asıl nöbetçi, ” Yüksek sesle “Kalkın, kampana ötmüyor!” dedi. . Çok çınlamasın diye daha önce bir tahta ile çalınıyordu. Tahta su çekmiş. Vurunca tap tap, ediyormuş. Arkadaşlar bir daha git vur, iyi duymazsak kalkmayız!” diye takıldılar. Yusuf “Vallahi bir daha gidemem, demin gittim, çamurdan yürüyemedim!” diye yakınıyor. Benim, bu tür çamurlar hakkında azıcık fikrim var. Kepir çamurunu bilmeyenler gördüklerine inanamıyorlar. Çok arkadaş merak itisiyle dışarı çıktılar, çabucacık döndüler ama ayaklarını bir türlü temizleyemediler. Yağmur biraz azalmış ama gece boyu yağdığından toprak tam hamur olmuş. Tuvalet önleri, muslukların oraları kazılmış gibi kabarmış, kalkmış. Küçüklerin çoğunun ayakkabıları düpedüz yazlık. Kahvaltıya tam bir şaşkınlık içinde girildi. Yemekhane, dışarısı gibi çamur oluverdi. Öğretmenler de hazırlıklı değil. Kapalı kamyonla geldiler ama okul önünden yemekhaneye gelene dek ayakkabıları gibi paçaları da çamur oldu. Yemekhaneye girerken kapı önlerini gösterip “Buralara demirler konsun!” diyenler çıktı. Demirle temizlenir mi? Üç kişi ayağını sıyırınca demirler çamura gömülecek. Onları sonra temizlemek de büyük sorun. Yağmur kesilince dersliklere doluştuk. Susuyoruz ama içimizde bir yılgınlık olduğu besbelli. ”Öğretmenlerimiz buna bir çare bulacaktır!” inancımız sonsuz. Bu durumu geçici sayıyoruz. Fizik dersine girdik. Öğretmen gelmeyeceğini Sami Akıncı arkadaşımız söyledi. Beklediğimiz Ahmet Gürsel öğretmenin 6. sınıfta matematik dersi varmış. Arkadaşlar çizme almaktan ya da okulun çizme vermesinden söz ettiler. ”Ortalıkta böylesi bir çamur oldukça çizme giysen ne yararı olacak? Çizmeler çamur getirmeyecek mi? ” diyecek oldum. Birileri olumsuz düşündüğümü öne sürdü. Kendilerini olumlu sayanlar, ben, yağmurlar başlayınca buralarda dolaşmak zorlaşacak dediğimde de aynı sözü etmişlerdi. Kepir çamurunun korkunçluğunu anlamaları için bir süre daha çile çekmeleri gerekecek. Öyle ki, düşündükleri önlemler, olayı kavrayamadıklarını kanıtlıyor. Çare düşünmeye gerek yok Asfalttan örnek alalım: , Binalar arasındaki yolların taş ya da beton yapılmasından başka bir kurtuluş söz konusu değil. Okul yönetimi en kısa zamanda bunu yapacaktır. Biz bunları tartışırken Tarih dersimiz başladı. Fikret Madaralı öğretmen gülerek geldi. Gülüyor ama, gülüşünde bir değişiklik seziliyor. Belli ki üzüntülü. Konu açıldı. Arkadaşlar, çizmeden söz ettiler. Öğretmen hiç üzerinde durmadı. ”Çizme ayakları koruyacak ama çamuru taşımayı önleyemeyecek!” dedi. Bu kez arkadaşlardan bazıları, az önce benim söylediğim beton ya da taşı önerdiler. Fikret öğretmen en güzel çare bu ama bu bir ödenek sorunu, yetkililer bunun için ödenek veremeyeceklerini bildirmişler. Okul Müdürü çaresiz kalmış. Beton yollar için çok para gerekli. Sonuç olarak bunların dışında başka yollar deneyerek, bir ölçüde bu çamurdan kurtulmak. Öğretmen konuyu burada kesti, tarih dersimize geçti. Geçen yılın konularını genel olarak tekrarladıktan sonra son konuları anımsatıp yeni Göç Yolları Haritasını izleyerek Batı Hunları’nın sarktığı Avrupa haritasını gösterdi. Orta Avrupa, Balkanlar, Tuna boyları, Macarlar, Bulgarlar üstüne özet bilgiler verdi. 2. derste de Yeni ve Yakın Çağların getirdikleri, çöken Roma İmparatorluğunun bölünmesi, Batı Roma-Doğu Roma sonunda Bizans İmparatorluğu’na dek anlattı. Özet olarak anlatılanları biz birim birim okuyup gelecek derslerde anlatacağız. Ders bitiminde yine kaygıya düşerek önce dışarılara baktık. Yağmur kesilmiş. Zil çalınca paçalarımızı tuta tuta yemeğe gittik. Nöbetçiler, kürekler ellerinde yığılan çamurları atmaya çalışıyorlar. Yemekten sonra Atölyeye giderek çalışmaya başladık. Boş bidonlardan yararlanıp iç iskele yaptık. Yağmur dindi ama bu kez de şiddetli bir rüzgar çıktı. Sökülmüş iskele kalaslarını taşıyarak Atölyenin bir bölümünün iki tarafını tahtalarla kapatarak kısmen yağmurdan özellikle de rüzgardan korunma önlemi aldık. Yemekhane önündeki atölyemizi yeni yere taşıyarak, eskisini söktük. Üstündeki sacları kapattığımız tarafa çakıp kullandığımız araç gereci oraya taşıdık. Öğretmenler bize takılıyorlar, ”Bir de kapı bulun takalım, büyükçe bir de kilidi olsun!” Daha önce öğrenmiştik: Nasretttin Hoca Türbesi böyleymiş. Yapıcı arkadaşlarımız da yılmadan çalışıp tuvalet üstünü tamamlamışlar. Yarın işbaşı yapıp üst beton dökülecekmiş. Hasan Çevik Öğretmen 6. sınıflarla kum getirdi. Kalaslar üzerinde el arabası sürerek okulla tuvaletler arasına serpiştiriyorlar. Bizim işimiz bitmişti, yardıma koştuk. Bir kamyon kum çabucak bitiverdi. ”Hiç değilse bir kamyon daha!” dediler. Bu kez biz de katıldık, ikinci bir kamyon kumu muslukların önlerine döktük. Rüzgar yardımcı oldu, toprağın üstü biraz katılaştı. . Hiç değilse sabahki gibi yapışmaz oldu. ”Yarın da iki kamyon atarız, tamam olur!” denilmeye başlandı. Oysa bu ilk yağmur, arkadan gelecek sürekli kış yağmurları buraları vıcık vıcık edecek. Böyle denince olumsuzluk ediyorsun, gibi sözler ediliyor. Akşam akşam biraz iyimser duruma girildi. Her taraf gene çamur ama galiba biraz da çamura alıştık. Akşam yemeği çamur üstüne söylemlerle geçti. Kimilerinin ayakkabıları ayağından çıkmış, eğilip alamamış. Kimilerinin iki ayakkabısı da kopmuş v. b. Yat zili çalıncaya dek kepir çamuru üstüne değişik söylemler sergilendi. Nedense gelecek günlerde bu gene tekrarlanacak. Önlem alınmalı konusunda kimse görüş bildirmedi. Oysa Fikret Madaralı öğretmen, ”Sürekli yarar sağlayacak önlemler düşünüp önerin!” demişti. Kum için gittiğimde oldukça yorulmuştum, yatar yatmaz uyudum.
24 Ekim 1939 Salı
Zil sesiyle dinlenmiş olarak uyandım. Nöbetçi arkadaş Harun Özçelik de uyarınca kalktım. Benim için iyi bir gün olacak. Müzik dersine Hidayet Öğretmeni bekliyoruz. Belki mandolin sorununu çözecek. Yıkanmaya gittiğimde şaştım, biz akşam buralara bir kamyon kum dökmüştük. Bana mısın dememiş, kumlar alta gitmiş, çamur üste taşmış. Hoplaya zıplaya kendimi kurtardım. Benim ayakkaplarım sıkı aynı zamanda sağlam olduğundan kendimi kolay kurtarıyorum. Önemli olan çamurun böyle kaynamasını önlemek. Arkadaşlar, gene bozuldular. Hepimiz daha iyi bir sonuç bekliyorduk. Buruk bir durumda kahvaltıya gittik. Öğretmenler geldi. Hasan Çevik Öğretmen ellerini bir birine vurduktan sonra “Bizim iki kamyon kum uçmuş!” dedi. Ben, gene de ahvaltıdan sonra sevinerek dersliğe koştum. Hidayet Öğretmeni bekliyorum. Meğer boşuna beklemişim. Hidayet Öğretmen bize derse gelmeyecekmiş. O, 5. sınıfların öğretmeniymiş, yalnız onların derslerine girecekmiş. Mandolinleri de onlara vermişmiş. İnanamadım. Müzik derslerimiz sahiden boş geçti. Beden Eğitimi dersinin boş geçeceğini biliyorduk. Öğretmeni yok. İyi ki yok, bu çamurda dışarı çıksak nasıl gezeceğiz? Cumartesi günümüz öğretmensiz geçti. Arkadaşlar şaka da olsa “Böyle daha iyi oluyor!” diyorlar. Bayrak törenine çıktık. Neyse tören alanı fazla ezik olduğundan öbür taraflar gibi değil. Törende Hidayet öğretmeni gözledim. ”Doğru konuşmayan biri olabilir mi? ” düşündüm Kendi içimden. ”Olmaz !” kanısına vardım. ”Eğer tüm mandolinleri, kemanları kendi sınıfına verdiyse bunun bir nedeni vardır!” diye düşündüm. En iyisi sorup kendisinden öğrenmek. Törenden sonra yemeğe gittik. Namık Ergin, Hamdi Bağ Öğretmenlerle Nahide Akalın Öğretmen var. Öteki öğretmenler gitmiş. Namık Öğretmen bizim masalara dek geldi, ”Gönüllü bir saat benimle çalışmak isteyen var mı? diye sordu. Ben el kaldıranlar arasına katıldım. İki kamyon daha kum gelecek. Bir saat kadar kamyon bekledik. Kamyon geldi arka arkaya iki kamyon kum getirip, tören alanına yığdık. Oradan da kalaslar üstünden el arabaları yürüterek öteki yollara taşındı. Taşıyıcı çok. Küçük çocuklar bile araba sürme merakıyla az da olsa taşıyor. Hava bulutlu ama yağmur yağmadı. Kumdan sonra Namık Öğretmen bir grup kendi öğrencileriyle kalan tuvalet binası kalıplarını tamamladı. Çocuklar dışarı çıkamadığı için koridorlarda dolaşıyor, gürültüler oluyor. Sık sık uyarılar yapılıyor. En çok da Hidayet Öğretmenin sesi geliyor. Bir keresinde yakınına dek sokuldum. Sormayı düşündüm. Ancak kendi öğrencilerine sert davrandığı bir ana geldi. Hızlıca uzaklaştım. Dersliğe girerken arkamdan “Sen, sen, sen!” diye bir ses geldi. Döndüm. ”Kişileri çabuk tanırım da, adları unuturum!” Mandolin istediğini unutmadım. Ancak müdür beyin uyarısı nedeniyle, sizlere mandolin veremedim. Buna karşın zaman zaman çalışman için sana, senin gibi hevesli arkadaşlarınıza fırsatlar hazırlayacağım. Bu nedenle, akşam dersliğinize gelip sizinle konuşacağım!” dedi. Üzüntüm birden dağılıp gitti. Haberi arkadaşlara ilettim. Sevinenler oldu. Mendolin verilmemesine “İyi olmuş!” diyenler çıktı. Bu kez akşamı beklemeye başladım. Akşam gelip bize ne, ya da neler anlatacak? Okuma kitabımdan parçalar okudum. Matematikten geometriden problemler çözdüm. Matematik öğretmeninin verdiği N/2XN+N/2 formülünü 100 den !000’e dek belli sayılara uyguladım. 1-100 arası, 5050, 1-1000 arası, 500500 çıktı. Yağmur yağmaya başlamış. Yemekhaneye ıslanarak gittik. ”Tüm kış böyle geçecek!” deyip kendimizi alıştırmamız gerekirken, ”Bu yağmur da kesilmedi!” deyip sızlananlara ters ters bakıyorum. Yemekten sonra Hidayet Öğretmen elinde birkaç kitapla geldi. ”İşte size piyes kitapları!” dedi. Geçen defa anlattıklarının tekrarıyla söze başladı. Uzun tiyatro deneylerinden söz etti. Tiyatro çalışmalarının doğru-güzel konuşmalardaki etkisini vurguladı. Ardından getirdiği Ayyar Hamza-Akın-Mavi Yıldırım-Piyeslerin konularını, zor-kolay taraflarını anlattı. Mavi Yıldırım’a karar verdik. Öğretmen, kitabı okumamızı önerdi. Arkadaşlar tez canlılık etti, ”Hemen rol dağıtımı olsun!” dediler. Öğretmen bu isteğe uygun olarak arkadaşlara roller verildi. Öğretmen bana da rol verince çok sevindim. Önümüzdeki cumartesiye dek rollerimizi yazacağız, cumartesi gecesi de karşılıklı okumaya başlayacağız. Öğretmen, yazmaları, ortak çalışmaları izleyecek, benimle bağlantıyı sürdürecek bir arkadaş seçmemizi istedi. Arkadaşlar konunun özelliğini hiç düşünmeden Sami Akıncı’yı seçtiler. Öğretmen ikinci konu olarak müzik çalışmalarına değindi. Önce müzik öğretmeni olmadan çocukların eline çalgı verilmesini Okul Müdürümüzün doğru bulmadığını anlattı. ”Okul Müdürümüz haklıdır!” dedi. Kendine göre açıklamalar yaptı. Mandolinlerin, kemanların korunacak yeri olmalıdır. Müzik aletlerini, kullananlardan başkasının karıştırması sakıncalıdır. Müzik çalgılarını bir bilen öğretmesi gerekir. Yine müzik çalışmaları topluca, bir disiplin altında belli bir yerde çalışılmalıdır, diyerek, bize mandolin verilmemesinin nedenlerini sıraladı. Bu arada kendisi sorumluluk aldığı için okuttuğu sınıfa mandolin ya da keman verebileceğini açıkladı. İçinizde çok istekli olanlar, kardeşlerinizle anlaşarak zaman zaman çalışma yapabilirler, deyip konuyu kapattı. Öğretmen gittikten sonra düşündüm. ”Okul Müdürü öyle düşünürse kim ne diyebilir? Öğretmenin dediği gibi eline bir çalgı alan okulun içinde zımbırtı yaparsa oralarda ders yapılır mı? O zaman kendi paranla da alsan aynı durum karşına çıkacak. En iyisi yazı beklemek. Yazın alıp çalgını uzaklara gidebilirsin!” Böyle düşünüp kendime dert etmemeye karar verdim. Mavi Yıldırım’ı daha önce karıştırmıştım. Bana verilen rolü açtım okudum. Koskoca kitapta iki cümle. Birisi “Huruc-ı allesultan meselesi!” diyor. Ben de ona yanıt olarak: Huruc ettikte bu hallere düştük, hafız!” diyorum. Bütün piyes boyunca ödevim bu. Buna çok üzüldüm. Kitabı hemen Sami Akıncı’ya verdim. Bir daha ellememeye, çağırıldığım zaman da rolümü ezberlediğimi söylemeye karar verdim. ”Huruc ettik de bu hallere düştük hafız!” Yat zili çalınca hiç kimse ile konuşmadan çıktım, yattım. Arkadaşlar temsil konusunu, yağmur, çamur konusundan daha çok önemsediler. Kırk yıllık temsilciymişler gibi ileri geri konuşuyorlar, duymazdan gelip uyumaya çalıştım. Gece gene gök gürledi, sanırım yağmur yağdı. Çamurun artacağını düşünerek uyuduğumu sanıyorum.
25 Ekim 1939 Çarşamba
Nöbetçi arkadaşımız Abdullah Erçetin “Kalkacaksınız ama dışarı çıkamayacaksınız, çok yağmur var!” dedi. Hemen hemen hepimiz bir “Eyvah!” çektik. Gene de kahvaltıya gittik. Bayan öğrtetmen şemsiye ile geldi. Bir değişiklik. Ömer Uzgil koşar adımlarla geldi. Hamdi Bağ Öğretmen düpedüz koştu. Hamdi Öğretmen bizim masaya geldi. ”Bugünkü işini yarına bırakma! Ne güzel söz. Biraz sıkı tutmasaydık, şimdi çatılarda olacaktık. Çatılarımız kapalı. Bir yollarımızı yetiştiremedik!” dedi. ”İki gün daha yağmasaydı!” diyenler oldu. Öğretmen, çocuklar, her bölgenin yağış özellikleri var. Bu çevrenin genel olarak sonbahar yağışları aslında 20 Eylül sıralarında başlarmış. Bu yılki gecikme biraz bizim şansımıza oldu!” Öğretmenin gelmesi, bizimle açık açık konuşması kaygılarımızı yatıştırdı. Dersliklere dönüp derslerimizi gözden geçirerek olacaklarla ilişkimizi kestik. Öğle üzere yağmur kesildi. Öğle yemeğinden dönerken dün getirilen kumların tümüyle çamura karıştığını gözledik. Kamyon gelmiş, bayrak töreni yaptığımız yerde durmuş, sonra kalkıp gitmiş. Kamyonun kalan izleri, kazılmış hendek gibi orada kalmış. Pencreden bakıyoruz, yağmurda en temiz, elli metre ilerimizdeki İstanbul-Edirne asfaltı, cam gibi. Okul bahçesi de öyle olsa, diyoruz. Böyle deyince, başka arkadaşlar, ”Dök asfaltı okul çevresine öyle olsun!” diyorlar. Akşam üstü hava açtı. Istrancalar güneşlendi. ”Yağmur kesilecek!” dedim. Salih Baydemir, ”Sana inanıyorum, senin dediklerin doğru çıkıyor!” dedikten sonra örnekler verdi. Arkadaşın dikkatli izleyişine hem şaştım hem de sevindim. Halil Mavi Yıldırım’ı okudu. Onun rolünde çok söz varmış. Nasıl ezberleyeceğini düşünüyor. ”Hepsini sil bir cümle yap!” dedim. Sonra da benim rolüm anlattım. Halil “Daha iyi, hem sahneye çıkacaksın hem de sıkıntı çekmeyeceksin!” deyip güldü. Arkadaşa katılıyorum ama içimden ben bunu gurur sorunu yapıyorum. Açıkçası, öğretmen bana rol vermek istemedi, gibilerde bir düşünce taşıyorum. Havanın açılması umudumuzu arttırdı. Önümüzdeki günlerde büyüklerimiz bizi bu çamurdan kurtaracaklarına inanıyoruz. Hiç değilse, tuvaletlerle muslukları kapalı yere alsalar. Bir de yemekhaneye dek bir yol yaptırsalar bu denli çamura batmayız! diye düşünüyoruz. Yağmur, çamur piyes derken akşamı yaptık. Nedense, içimden bir ses bana “ Bu kışı zorlu geçireceğinizin bir çok belirtileri var, ona göre kendini hazırla!” der gibi. Böyle bir duygu içindeyim. Sami Akıncı, yeni bir haber uçurdu: ”Bizim sınıf, Cumhuriyet Bayramı törenine katılacak!” Bir sevinç, ardından sorular, en ilginci de, ”Küçük sınıflar da katılacak mı? ”Katılmayacak!Nedeni hemen bulundu. Onların giysileri elverişli değil. Bu kez de bizim giysilerin değeri öne sürüldü. Müdürümüz Nejat İdil’e övgüler yağdı, saygıyla anıldı. Lüleburgaz’a geleli beş ay oldu, bu ikinci katıldığımız tören olacak. Birincisi 30 Ağustos Bayramı idi. 30 Ağustos Asker Bayaramı olarak anılıyor. Bu bayram ise hepimizin. 29 Ekim Bayramına halkımız daha çok katılıyor. Kuşkusuz bizim köyden gelecekler olacak. Gelip görenler köye dönünce neler anlatacaktır, işte bu çok önemli. Halamoğlu Hilmi kesinlikle gelecektir. Onun görmesi benim için önemli. O gördüklerini olduğu gibi anlatır. Babam, evdekiler onun sözüne inanırlar. Hilmi ayrıca C’ye de birşeyler söyler. Ayrıca Kamber Amcam da gelip görecektir. Gerçi o her zaman görüyor ama topluca törende görmesi daha etkili olacaktır. Bizim okul gittiğine göre Lüleburgaz Ortaokulu da katılacaktır. Ortaokulda okuyan bizim köylü Emin Özdil’in babası, oğlunu görmek için gelecektir. Onun da köye götüreceği haberler benim için yararlı olur. Çünkü Mustafa Özdil’in köyde ayrı bir saygınlığı vardır.
Akşam yemeğinden sonra Ömer Uzgil Öğretmen dersliğimize geldi. Almanca kitaplarımız basılmış. Okuyacağımız kitapları Milli Eğitim Bakanlığı hazırlamış. Kitaplar daha öğretici olacakmış, yakında gelecekmiş. Gökşingöl’ün kitapları o denli öğretici değilmiş. Öğretmen gittikten sonra bir tartışmadır başladı. Mustafa Saatçı daha başlangıçta o kitapların iyi öğretemediğini anlamış ama bu isabetli görüşüğnü kimseciklere anlatamamış. Mehmet Yücel yanıt veriyor. ”Onu bilmek bir marifet değil, ben şimdiden biliyorum, Milli Eğitim Bakanlığının bastırdığı yeni kitaplar da sana bir şey öğretemeyecektir. Çünkü senin “ İmam” kafan kitaptan bir şey okuyup anlayacak türden değildir!” Tartışma iki tarafta toplanan yandaşların da abartmalarıyla yatıncaya dek sürdü. Ben, ”Heideröslein’ı açıp okudum. . Knabe spach: ”İch breche dich, Röslein auf der Heiden!” Röslein sprach: ”İch steche dich, dass du ewig denks an mich, und ich will’s nict leiden. ” Röslein Röslein Röslein rot, Röslein auf der Heiden. Şiiri küçük bir kağıda yazdım. Tekrar tekrar okuyarak ezberleyeceğim. Kağıdı yatarken yastığın kenarına sıkıştırdım. Karanlıkta okuyamayacağımı bile bile, ”Okurum!” diyerek, yattım.
26 Ekim 1939 Perşembe
Bekir Temuçin “Kalkalım arkadaşlar!” diye yüksek sesle bağırınca uyandım. Uyanır uyanmaz da rüyamı anımsadım. Kocaman bir tarla, gül bahçesiymiş. Hep kırmızı güller var. Aralarda geziniyorum. Tatar yüzlü bir adam, ”Ne arıyorsun oralarda? ” diye bana çıkışıyor. ””Buralarda sarı güller vardı, nerede onlar? ” diyorum. Adam yalan söylüyorsun, orada sarı gül yoktu!” diyor. Adamı kandırmak için bu kez gerçekten yalan söylüyorum, ”Ben buraya daha önce geldim, kızlarına gül adları takan biri vardı!” diyorum. Adam şaşkın şaşkın yüzüme bakıp soruyor, ”Nasıl bir adamdı? Ben, Alpulu’da Atatürk bahçesindeki adamı anlatıyorum. Adamcağız birden değişti. Tanıdığını görememene üzüldüm. ama gene de o dediğin yerlerde biz hiç sarı gül yetiştirmedik!” dedi. Utanarak tarladan çıktım. Arkama baktığımda ortalıkta gül mül yoktu. Şaşırdım. Bu şaşkınlığım uyanınca daha da çoğaldı. Çünkü kendimi her zamanki gibi kendi yatağımda buldum. Ben rüya düşünürken arkadaşlar da gene tartışmaya tutuşmuşlar. Kendi gürültümüzden kahvaltı kampanası çalmış, duyamamışız. Bekir Temuçin telaşla gelip uyardı. Arkadaşlar itişe kakışa çıktılar. Hava açılmış. Ancak çamur daha da katmerlenmiş durumda. Vıcık değil ama yapışınca da koparmak zorlaşıyor. Kahvaltıdayken öğretmenler geldi. Hepsinin sözü çamur üstüna. Hepsi bir birinin pantolon paçalarını, ayakkabılarını gösteriyor. Hidayet Öğretmen bolpaça pantolonunu değiştirmiş. Dersimiz Türkçe, öğretmenimiz gelmişti ancak derse gelmedi, bekliyoruz. Sami Akıncı aramış. Sessizce geldi, öğretmenler Müdür Odasında yüksek seslerle konuşuyorlar, galiba tartışıyorlar!” dedi. Az sonra Fikret Madaralı Öğretmen geldi, gülerek “Günaydın!” dedi. Gülüyordu ama, gülüşlerinin arkasında sanki gizli bir anlam vardı. Hatırımızı sordu. Arkadaşlar çamurdan çektiklerimizi anlattılar. Gene gülerek “Eeeee, ben size çare düşünün demiştim, ne düşündünüz bakalım? diye sordu. Sustuk. Arkasından, ”Gelin şimdi benimle çalışın desem, gönüllü çalışır mısınız? ” dedi. ”Çalışırız!” deyince öğretmen, ”İşte bu kadar!” deyip yüzlerimize bakarak 10 arkadaş seçti. Daha doğrusu arkadaşlar içinden güçlü durumda olanları ayırdı. Ötekilere ödevler verdi. Gerekirse sonra onları da çağıracağını söyleyip dışarı çıktı. Biz de arkasından gittik. . Bize hiçbir açıklama yapmadı. Öğretmen önde biz arkada mutfak arkasındaki odunluğa gittik. Odunluk dediğimiz yerde mutfak için yığılmış çam, gürgen, fındık türü uzun uzun ormandan geldiği gibi duran ağaçlar vardı. . Öğretmenin gösterdiklerini alıp mutfak önünden okul kapısına dek iki sıralı dizdik. Ayrıca bir kol musluklara bir kol da tuvaletlere ayırdık. Bir arkadaşımla beni marangozluk atölyesine göndererek, iki destere üç dört çekiçle getirebileceğimiz kadar çivi istedi. Biz istenenleri alıp geldik. Arkadaşlar ağaç sıralarının yanına konç ya da lata dediğimiz dürden kalıplardan sökülen tahtaları topladılar. Bize bir ölçü verdi. Tahtaları o ölçülerde kestikçe arkadaşlar. mutfağa dek bir yatık merdiven çaktılar. Fikret Madaralı Öğretmen yapılan merdivenin üstünde gülerek gezindi. Öğretmen gezindikçe ağaçlar toprağa gömüldü. Arkadaşlar da gelip gidince merdiven yerleşti. Tuvaletlerle musluklara da aynı durumu uyguladık. Biz çamur içinde kalmıştık ama arkadaşların öğle yemeğine birerle koldan gidişini kıvançla izledik. Ömer Uzgil Öğretmen derse gelmemiş. Böylece biz dersten de kalmamış olduk. Küçük çocuklar merdivende yürümeyi oyun olarak da sevdiler. Öğle yemeğinde merdivenlerin sevinçle karşılandığı görüldü. Fikret Öğretmen gelince “Sağolun!” diyenler, alkışlamaya kalkanlar oldu. Sahiden dikkatli yüründüğünde çamurdan kurtulabilineciği kolayca anlaşıldı. Yemekte öğretmenleri izledik. Çok neşeli idiler. Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren Öğretmenleri özellikle izledim, neşeliydiler. Ancak benim kafama takılan bir taraf vardı. ”Bu, onların işi. Neden Fikret Madaralı Öğretmen bunu Türkçe dersinde yaptırdı? ”Öğleden sonra atölyeye gidince bunu sormaya karar verdim. Çalışma saati gelince atölyeye gittik. Gene iş bölümü yapıldı ben İrfan Öğretmenin yanında kaldım. Arkadaşların bir bölümü beton kalıbı yapmaya gitti. Biz, tuvalet kapılarına başladık. İrfan Öğretmen durup duruken, ”Bir hatta bizim buraya çekseydiniz!” dedi. Bunu fırsat bilim konuya girmeye çalışırken Salih Baydemir, ”Onu da siz çektirin, öğretmenim!” deyince. . İrfan Öğretmen bir an duraladı. Salih’e biraz sertçe bir sesle sordu, ”Neden böyle dedin? ”Salih Baydemir, Fikret Madaralı Öğretmen keser bile kullanamıyor. Ders süresi de kısa. Sizin hem ustalığınız var hem de sanat çalışmalarında zamanınız çok!” İrfan Öğretmen Salih’e “Ama benim sorumun cevabı bu değil!” dedi. Uzunca bir sessizlikten sonra öğretmen açıkladı. ”Bu tür bir yol döşemeyi bize önerdiler. Ancak biz, kullanacağımız malzemenin sağlanmasını istedik. İstediklerimizin verilemeyeceği söylenince yapacak bir işimiz, söyleyecek bir sözümüz yoktu. Fikret ağabeyimizin pratik zekası bize yardıma koştu, işi basitleştirerek bir tür sıra savdı. Biz bunu bize bir yardım olarak algıladık. Sizlerin de canla çalışıp kısa bir zamanda tamamlanmasını sevinçle karşıladık!” Öğretmen bu tür önlemlerle bu çamurdan kurtulmamın olanaksız olduğunu, tek çıkar yolun belli alanlara beton dökülmesini söyledi. ”Zaten genel planında da bu var!” dedi. Paydostan sonra dersliğe gidince arkadaşlarda bir sevinç, ”Çamurdan kurtulduk!” Futbol sahasına ya da başka yerlere gitme sözleri ortadan kalktı. Ayakkabılarımızı kurtaralım, okulumuzu temiz tutalım. Fikret Madaralı Öğretmenin önayak olması nedeniyle yola Fikret Madaralı yolu adı verilmesi istendi. Ancak bu ad çok uzun, söylenmesi zor, diyenler oldu. Uzun tartışmalardan sonra birileri sık sık söylenen, gazetelerde her gün yer alan, Majino(Magınot) hattı, zigfrit(Siegfriet) hattı, Çakmak hattı gibi sözlerden esinlenerek “Madara Hattı!” deyince merdiven yolumuza Madara ya da Madaralı Hattı adını yakıştırdık. Bu ad takma bile bizi coşturdu. Nerdeyse okul binasının çatısına bayrak çektiğimiz ya da kiremit döşediğimiz günlerin sevinci yaşadık. En ilgisiz arkadaşlar bile “Elimize olanak geçince basamakları arttıralım, çiviler çakalım, daha rahat yürüyelim!” dediler Hatta, ”Yarın dört dersimiz boş geçecek Madaralı hattını gözden geçirelim!” , önerisi yapıldı. Yat zilini böyle bir coşku içinde karşıladık…Yatınca Madaralı Hattı aklıma takıldı. (Maginot) Majino ya da(Siegfried) Zigfrit hatları geçilmeyen yerlermiş. Oysa bizim Madaralı Hattımız geçip gitmek için yapıldı. Bu nedenle buna daha güzel bir ad bulmalıyız. Düşüncemi beğendim ama uzun süre düşünmeme karşın uyacak bir ad bulamadım. Oldukça da geç uyudum.
27 Ekim 1939 Cuma
Geçen nöbetini aksatan Ali Önol, bu kez sağlam. Ancak hemşerisi Sefer Tunca hemen yanında, onu yalnız bırakmıyor. Akşamki neşeli durum devam ediyor. Takılmalar, şakalar daha yumuşak. ”Mehmet Yücel’in Madara Hattına ayaklarımız takılmasın, dikkat!” uyarılarına, ”Sen kendine bak, düşersen kendin kalkamazsın iskelet!” diyenler olsa da, çabuk geçiştiriliyor. Tek sıra gidildiğinden yeni bir yürüyüş şekli oluştu, ağır, tek sıra yürümek. Bir uç yemekhenede, kuyruk okul kapısında. Arkadan gelen öğretmenler sıraya uyuyor ama karşıdan gelenlere yer verildiğinden insan zinciri yay yaparak değişiyor. Sürücü yardımcısı İbrahim ise kamyonun durduğu yerden yemekhaneye dek, beton kalıplarından çıkan kalasları sıralayarak bir kalas yol açmış. Ancak tek kalas olduğu için herkesin yürüyeceği türden değil. Belki yavaş yavaş kalaslar ikileşir. Tabiat Bilgisi dersimize öğretmen beklemiyorduk. Ancak Ömer Uzgil Öğretmen geldi. ”Dünkü dersimizi yapalım, sonraki iki dersiniz de boş geçecek, iki saat dinlenme yeter, değil mi? ”diyerek geldi, ”Guten tag!” Önce elindeki dergiden parçalar okudu. Tahtaya kısa cümleler yazıp Almanca’ya hep birlikte çevirdik. Topluca olunca güzel sonuç alıyoruz. Birimizin bilmediği sözcüğü bir bilen oluyor. Böylece doğru çeviriliyor. Öğretmen güldü. Arkasından sordu, ”Bu yöntemle yaptığımız çalışmalarda başarılısınız değl mi? ”dedi. Biz “Evet!” deyince gülerek, ”Siz bu evet sözünüzle suçu da yüklenmiş oluyorsunuz. Demek bütün derdiniz sözcükleri bilmemekte. O halde sözcük öğrenmeye çaba göstermiyorsunuz! Sözcükleri öğrenmeden yabancı dil öğrenilmez! Günde iki sözcük öğrenseniz haftada 15, ayda 60 sözcük eder. Bu bile büyük bir başarı getirir. Yatılı öğrenciler bunu isterse kolayca yapabilirler. Öğretmenin yalvarırca bizi çalışmaya çağırmasından utandım. ”Neden bu dersi başaramıyorum? Neden söylediği biçimde çalışamıyorum. Kendi kendime utanıyorum. Yakınımda bir bilen olsa da sıkışınca sorabilsem!” Ömer Uzgil Öğretmen ayrılırken Askerlik Bilgisi öğretmenini belli olduğunu bir binbaşının haftaya geleceğini söyledi. Bir binbaşı!Askerlik dersi süresince askerlik konusunda türlü konuşmalar oldu, değişik tartışmalar yapıldı. En sağlıklı bilgileri arkadaşımız İbrahim Ertur verdi. Ağabeyi subay çıktı. Geçen yıl bizim okula gelmişti. Son sınıftaydı. İbrahim arkadaşın köyünden başka subaylar da varmış. onları gördüğünden yüzbaşı, binbaşı, yarbay, albay diye sıralıyor. Derken rütbeler orgenerale dek çıkarıldı. Orgeneral Salih Omurtak denince ben karşı durdum. Salih Omurtak orgeneral değil, korgeneraldir!” dedim. Trakyada bir tane orgeneral olur, o da Fahrettin Altay’dır. Kimse karşı durmadı. Ancak Edirne-Karaağaç’a bizim okula geldiğinde Orgeneral Salih Omurtak geldi denmişmiş. Konu burada kaldı. Askerlik dersine başlamadan daha orgeneral kavgası yapmamıza hepimiz güldük. Hava iyice açıldı, ılıkça bir rüzgar esiyor. Çamur kuruyacak diye seviniyoruz. Ancak Madara Hattı bizim için tam bir güvence. Bir birimize takılı gibi rahat gitmeye başladık. Gidiş geliş olsun demeye başlandı. Öğle yemeğinde arka masamıza Hamdi Bağ Öğretmen oturdu. Arkadaşlar Madaralı Hattını söyleyince öğretmen gülerek”Aman ha tehlikeli bir ad bulmuşsunuz. Almanya bu hat sözlerine fena sinirlenmiş, ”Majino(Maginot) hattını bir gecede yıkacağım!” demiş. Bizimkini duymasın, bir gece de buna saldırır!” diye takıldı. ”İşlerimizi yoluna koyalım, oralara beton yollar yaparak rahatımıza kavuşacağız!” dedi. Öğleden sonra atölyede kapı işlerimizi sürdürdük. Sürücü İbrahim geldi, öğretmenlere sordu “Kiremit getirdik nereye yıkalım? ”. Öğretmenler birbirine bakıştılar. Naci İnan Öğretmen nereye indirseniz bizim için birdir nasıl olsa sonunda gene taşınacağız. , size göre en kolay neresi ise oraya indirin!” dedi. Kiremitlerin gelişi atöylemizin çabuk bitmesini kolaylaştıracak. İrfan Öğretmen hemen grup yaptı, bir grup tahtaları hazırlamaya başladı. Bir grup da geçici olarak çaktığımız tenekeleri söktüler. Yarın 6. sınıfların marangozluk günüymüş. Onları daha bizim gibi ayırmamışlar. Ay başından sonra bir hafta yapıcılıkta bir hafta marangozlukta çalışacaklarmış. Şimdi ise bir gün yapıcılık bir gün marangozlukta gözleyicilik yapıyorlarmış. Yusuf Asıl, ”Yarın da kiremitçilik yapsınlar!” dedi. Biz kapı gereksinimklerini tamamladık, istif ettik. Tutkallayıp takılması kaldı. Kampana çalınca dersliklere gittik. Öğretmenler ayrılmadan sürücü İbrahim’in kalaslarını yarın okulun alt tarafına taşıtıp kiremitleri oradan nakletmeyi kararlaştırdılar. Kalaslar sonra gene yerine dizilecek. Biz dersliğe girdiğimizde kamyon bir yığın da tuğla bıraktı. Buna da sevindik. Eğer tuğlalar da atölye içinse daha rahat çalışma olanağına kavuşacağız. Akşam yemeğine daha değişik düşünceler, değişik konuşmalar içinde gittik. Çocukların çoğu yaptığımız merdivenlerden atlıyor, kenarlara basıyor ama aynı yerlere basıldığından olacak dünkü gibi cıvık çamur yapışmıyor. Biraz da kurumaya yüz tuttuğundan bizim Madaralı Hattının kenarları da yaya yoluna dönüşmüş durumda. Bayan öğretmen bu akşam öğretmenler masasında oturdu. Hamdi Bağ, Hidayet Gülen, Ömer Uzgil konuşa konuşa yemek yediler. Dersliğe dönünce matematik çalıştım. Sami Akıncı bizim sıraya geldi. ”Ortak tabanı oluşturan bir pararlel kenarın alanı, aynı alanı paylaşan üçgen alanının iki katıdır. Bunu nasıl ıspatlarsın? Sami arkadaş yamukla üçgeni çizdi. ABCD yamuğu, AED üçgenin iki katıdır. Ancak yeterli elemanları vermedi. Bu arada AED üçgenlerinin kenarlarını a. e. d. verildi. Bu kez ben P=a+e+d/2 formulünü uygulayıp S=P(P-a)(P-e)(P-d) eşitliği ya da s(s-a)(s-e)(s-d) eşitliğini öne sürdüm. . Sami arkadaş hiç konuşmadan ayrıldı. Ya yanlışımı görüp sustu ya da kendisini inandıramadım. Ama doğru yaptığımı biliyordum. Yarın uygun bir durum bulursam öğretmenden soracağım. Ancak öğretmen çok açık bir anlatım isriyor. Bu problem neyin devamı? Ya da hangi alanların ölçümünde kullanılıyor. Örneğin üç kenarı bilinen bir üçgenin alanını bulmak a, b, c, si bilinen bir üçgenin alanını bulmak. Bu yolla ortak tabanlı yamuğun alanını çıkarmak isteyebiliriz. Böyle bir soru için de ortak tabanlı yamukla üçgeni oluşturmam gerekiyor. Ancak bu zaman öğretmen konuya eğilip yardımcı olmaktadır. Kitabı karıştırdım benze bir hazır çizim yok. Kendim yetiştirmeye çalıştım. Kaba taslak bir çizim yaptım. Yat ziline dek beni oyaladı. Sami Akıncıya teşekkür ettim. Üç kenarı verilen üçgen alanlarını pek önemsemiyordum. Bundan böyle onları da hesaba katacağım. Bu gece daha iyi durumdayım. Kendime güvenim daha da arttı. Derslerle ilgili soruları yanıtladıkça ya da derslerle ilgili yeni bir bilgi öğrenince sevinçten uçasım geliyor. Bu sevincimin zedelenmemesi için de kimseyle konuşmadan hemen yatmam gerektiğine inanıp yatağa koşuyorum. Gene öyle yaptım. İsmet kapıdan sesleniyor, ”Dayı!” Hilmi Altınsoy susturdu. ”Dayın çoktan uyudu!” Mehmet Yücel İsmet’i uyarıyor. Dayın uyumamıştır, seni duyduğu halde siniyordur, git dürtükle!” Gülmek üzereyim, kendimi zor tutyorum. Neyse İsmet diretmedi. Böyle yaptım ama gene de üzüldüm, İsmet önemli bir şey soracak ya da söylecekti. Bunu tahmin etmeye çalışırken uyuduğumu sanıyorum.
28 Ekim 1939 Cumartesi
Salih Baydemir’in sesiyle uyandım. Beş aydır Salih’le beraber çalıştığımız için sesini yakından tanıyorum. Ayrıca onun görev severliğini, titiz çalışmaları bildiğim için hemen kalktım. Biliyorum ki o böyle davranılmasını beklemektedir. Dediği yapılmazsa aldırmaz görünür ama içinden çok kırılır. Zaten dakik yatmak, dakik kalkmak istiyorum. Çoğunlukla yatmayı başarıyorum da kalkmakta zaman zaman atlatmalar yapıyorum. Bu kez doğru yaptım. Madaralı Hattında tenhaca yürüyüp hazırlandım. Bir taraftan da düşünüyorum, Salih’e arkadaşlar Kara Salih diyorlar. O bu söze çok kırfılıyor. Oysa Salih kara denecek ölçüde esmer değil. Mustafa Saatçı, Hüsnü Yalçın Salih Baydemir’den daha esmerler. İsmet kalkmış az kalsın “Akşam ne diyecektin? ”sorusunu yöneltmek üzereyken vazgeçtim, onun söylemesini bekledim. Unutmuş olacak İsmet hiçbir şey söylemedi. Kahvaltıya beraber gittik. Ayrılırken kardeşinden mektup aldığını söyledi, bana selamı varmış. Matematik dersinde öğretmen değişik konular üzerinde durdu. Saat parçaları, litre, km, kg. mil. lt. ölçüleri üstüne sorular sordu. Harita ölçeklerini tekrartlattı. Matematiğin öteki alanlarda kullanılmasına örnekler verdi. Bizi bu konuda uyardı. Günlük hayatımızda matematikten yararlanmadığımızı, bunu hepimizin ihmal ettiğini söyledi. Bunu bir fırsat sayıp, ”Ben dediğiniz gibi bu ihmalciliği yapmıyorum. Matematiği ilgilendiren bir konu olunca hemen yararlanıyorum!” dedim. Öğretmen az duraladı. ”Eeeee, ne yaptığını anlat bakalım!” dedi. Büyük binanın kiremit tahta hesaplarını, yemekhanenin, mutfağın kiremitlerinden taban, boşluk alanlarını hesapladığımı anlattım. Arkadaşlar sustular. Öğretmen bütün bunları kendin için mi yaptın? ” hayır hepsini öğretmenlerle konuşarak yapıp onlara verdim!” deyince öğretmen sesini değiştirerek arkadaşlara dönüp, ”Doğru mu bu? marangozluktaki arkadaşlar “Doğru!” dediler. Öğretmen, bunları arkadaşlarınla birlikte yaptığın anlaşılıyor, anladığım kadarıyla öyle!” deyince “Evet, öyle ancak ben kendi adıma konuşacağım için “Ben!” diye söze başladım!” dedim. Öğretmen “İşte benim de dediğim bu. Bunu yaptığınıza şaşmadım, sevindim. Sussaydınız üzülecektim. Ders bittiğinde öğretmen bu kez çok memnun ayrıldı. Ayrılırken, kemanlarınız gelmiş, boş derslerinizde gelip size konser verebilirim!” demesi arkadaşların çok hoşuna gitti. Yurttaşlık Bilgisi dersimiz geçen hafta boş geçmişti, Gene öyle sanıyorduk. Fikret Madaralı Öğretmen geldi. ”Bir süre bu dersi beraber yapacağız!” dedi. Önce dersin adı üstünde durdu. Yurt, yurttaş sözlerini açıkladı. Ev yaşamları, mahalleler, köyler, kentler , ülkeler hakkında genel bilgiler verdi. Sözü okul yaşamına getirip yönetim bölümlerini belirtti. Okul Müdürü, Müdür Yardımcısı, öğretmenler, öteki görevliler, öğrenciler derken zil çaldı. Öğretmen “Devam edeceğiz deyip ayrıldı. Öğle yemeğinde Fikret Öğretmen bizim masamıza oturdu. Sıra ile hepimize değişik sorular sordu. Söz, daha önce aldığımız gazeteleri burada alamamamızdan yakınınca öğretmen “Haklısınız, gazete okuyan insanlar için gerekli, dünyada olup bitenleri ancak gazetelerden izleyebiliriz!” dedi. Yusuf Asıl dayanamadı, “Yaptırdığınız merdiven yola biz Madaralı Hattı adını koyduk!” dedi. Öğretmen, gülerek “Aman çocuklar, var olan hatlar nedeniyle dünyanın başı derde girdi. (Maginot)Majino hattı, (Siegfried)Zigfrit hattı, Çakmak hattı derken bir dördüncüyü de ortaya sürmeniz kavgayı daha da büyütür!” deyip güldü. Sonra da “Neyse ki bizim hattımız kendi ailemiz içinde biz bize savaş etmeyiz. Ancak dünya gün günden savaşa yuvarlanıyor. Bizim ülkemiz de savaş hazırlıkları içinde!” dedikten sonra, ailelerinizden haber alıyorsunuz, ailelerinizde askere alınan var mı? dire sorunca ben, ”Benim iki ağabeyimle bir eniştem geçen ay alındılar. Köyden daha başkaları da alınmış!” deyince öğretmen “Yaaaaa!” diye üzüntülü bir ünlem çekti. Daha sonra asker olanların çocukları var mı? dedi. ben “ ikişer çocukları var, 6 çocuk şimdi asker bekliyorlar!” dedim. ”Öğretmen çok zor bir durum, aileniz bir arada ise gene de bir destekleri var demektir, yalnız olan küçük aileler daha büyük sıkıntı çekecekler!” dedikten sonra gene dünya haberlerine döndü. ”Haberleri ya radyodan ya da gazeteden izleyeceksiniz. Radyo daha kolay görünmekle beraber öğrenciler için bu olanaksız. Siz en iyisi gazete izleyip bilgilenebilirsiniz!” Bizim daha önce okuduğumuz gazeteyi sordu. Daha önce biz Halil Basutçu arkadaşla Akşam gazetesini okuduğumuzu söyledim. bunun üzerine öğretmen gene Akşam almamızı önerdi. Bana “Ahmet Ağabeye söyle o, bu işi yoluna koyar!” dedi. Öğretmen konuşurken yandaki masalardaki arkadaşlar gibi küçükler de izliyormuş. Öğretmen kalkınca hepsi birden kalktı. Karşıdan izleyen öğretmenler güldüler. Namık Ergin Öğretmen gülerek Fikret Öğretmene”Etkili konuşmanız nasıl da belli oluyor, çocuklar sizinle yemek yedi sizinle kalktı!” dedi. Hepsi güldüler Fikret Madaralı Öğretmen, ”Etkili konuşmaktan değil, çocuklarla kırk yılda bir buluşmaktandır bu, sizinle karşılaşmamız olanaksız, sizler onlarla her gün birliktesiniz!” Karşılıklı “Ya, ya, ya!” sesleri yükseldi. Yemekten sonra bizim grup eski atölyernin yanında toplandı. Kalan kıvır zıvır temizlendi. İşbaşı kampanası çalınca 6. sınıflar da bize katıldılar. Okulun üst tarafındaki sıralı kalasları kiremit yığını ile atölye arasına dizdik. Kol kola değecek uzaklıkta dizildik. İrfan Öğretmen bizi üç dört kişi arasına serpiştirdi. Önce birer kiremitle başladık. Bu kez küçükler ikişer kiremitte direttiler. Yavaş yavaş konuşmalar kaç kiremit taşınacak sorusuna doğru kaydı. Öğretmen gülerek beni gösterdi. Böyle hesapları o yapar, ondan sorun!” dedi. Benden sorunca 3500 kiremit gerektiğini anlattım. Ancak bu konuşmalar çok sonra olduğundan taşınan kiremit sayısı yarılanmıştı. ”Yarı oldu deyince coşku sesleri yükseldi. Daha çabuk devinmeler başladı. ”Bunlar biterse ne yapılacağı soruldu. Öğretmen “Tuğla gelecek, onları da böyle nakledeceğiz falan derken, kiremit aktarmayı tamamladık. Kalasları gene yerlerine dizdik. 6. sınıflar dersliklerine biz de atölyeye döndük. Öğretmen tuğla örülmesini beklemeden kiremitleri çekeceğimizi söyledi. Arkadaşlar yapıcılardan söz etti. ”Hep biz önce bitiriyoruz onlar sonradan geliyorlar gibilerden sözler edildi. İrfan Öğretmen “Haksızlık etmeyelim. onların yaptıkları bizim yaptıklarımızdan kat kat fazladır!” deyip sıraladı. ”Onlar su deposunu, Elektrik santral binasını, 2 km’lik su yolunu yaptılar!” dedi. Paydos kampanası çalınca biz de dersliğimize gittik. Yarın en önemli dersimiz Türkçe, gazete konusunu çözümleyeceğiz. Alpullu’da olduğu gibi okuma masası olur mu? Böyle bir durum düşünülüyorsa Halil kesinlikle görev almak istemiyor. ”Arkadaşlar hem okumuyorlar, hem de okuyormuş gibi tavırlar alarak insanı yalancı duruma düşürüyorlar!” diyor. Ben de aynı düşüncedeyim. Zaten biz kendi paramızla bir gazete alacağız. Onu okur gerekli bilgileri edinmiş oluruz. Türkçe ödevimiz, belli bir konuyu açık bir dille anlatmaktı. Yağmuru düşündüm. , olmadı, Sinemayı düşündüm, bu konuda bilgimin az olduğunu anladım. Ahmet Haşim başparmağını anlatıyor da ben yağmuru anlatamıyorum. Halil, beni gene bana karşı savundu: Ama Ahmet Haşim başparmağını değil bu konudaki bilgilerini anlatıyor. Sen de yağmuru değil yağmur hakkında bilgilerini anlatacaksan istenen olacak. O nedenle çok bilgin olan bir konu seçmek gerek!” Bu kez ben soruyorum, ”Sen ne yapıyorsun? ”Halil’in yanıtı açık, ”Ben bunları söylüyorum ama uygulamaya gelince ben de yapamıyorum. Hangi konuyu ele alsam, onun hakkında fazla bilgim yok!” Karşılıklı gülüyoruz. ”Zaten bu yok, dediğimiz bilgiler olsaydı belki şimdi burada olmayacaktık. Sonuçta kendimizle de övünüyoruz: Gene de biz bir çoklarına göre kendi parmaklarımızı anlatmaya çalışıyoruz. Halil malayı anlatacak, ben de metreyi. Namık Öğretmenin Edirne-Karaağaç’ta verdiği metreyi çıkardım, sıraya koyup anlatmaya çalışıyorum. Anlatırken öğrendiklerime bakıp şaşıyorum. mm. cm. dm. metre. dm. hm. km: Hüsnü dinledi, “Çok iyi!” dedi. Metrenin aynı zamanda sonsuz yararları var, onları not ediyorum. Ölçülmesi gereken uzunlukları onunla ölçüyoruz. Başkasına anlatmak istediğimiz uzunlukları gene onunla anlatıyoruz. Katlarını kullanıp işlerimizi kolaylaştırıyoruz. Yolculuklarımızı onunla hesaplıyabiliyoruz. Alanları onunla ölçüyoruz. Halil’le Hüsnü bana cesaret verdi”Yeter bu kadar, Ahmet Haşim’in Başparmak’ından daha uzun oldu!” dediler. Yemeğe giderken biz de topraktan yürüdük. Hemen kenarlardan yürünüyor. Az açılınca gene çamur. Yemekten sonra derslikte herkes konu seçme derdine düştü. Herkesin ayrı konu alması ayrı bir dert. Benzer konuyu önce biri anlatırsa, o konuyu ikinci kez öğretmen anlattırmayıp konu değiştir korkusu hepimizi sardı. Ben konumu söylemiyorum. Kimsenin aklına “Metre” gelmez, diye düşünüyorum. Halil de öyle. ”Mala kimin aklına gelir? ”diyor. Zaten konuşmalardan belli bir sonuç çıkarmak kolay. Ay, güneş, yıldız, dağ, ekmek, kitap, kardeş, çocuk, okul, küçük parmak, anne, baba, öğretmen gibi belli adlar sıralanıyor. İsmet gene bir numara yaptı: Sevgili sözünü seçmiş. ”Benli’yi anlat!” diye tutturdular. İsmet’e biraz sinirlice baktım. Elinin içine yazmış, konusu “Köprü”söylediği gibi olmadığına sevindim. Öteki dersler boş geçtiği için herkes Türkçe dersine eğilmiş durumda. Coğrafya öğretmeni olsa sanmam bu denli Türkçe ödevi düşünülsün. Sami Akıncı uyarıda bulundu. ”Fikret Madaralı Öğretmen derslerin geç başlaması nedeniyle konuların bitmeyeceğini söylüyor. Bu nedenle bundan böyle geçecek boş derslerde gelebilir; örneğin coğrafya saatinde tarih dersi yapabilir!” Böyle bir artış olmasını istemeyenler tepki gösterdi “Nerden çıkarıyorsun böyle haberleri? ”Sami “Benden söylemesi!” dedi oturdu. Etkisi oldu -olmadı, konuşmalar yat kampanasına dek sürdü. İlginçtir bizim sınıf, okuma saatlerinde durmadan konuşmasına karşın yat kampanası vurunca sessizce yatmaya gidiyor. Bizim sınıfın tersine öteki sınıflar kampananın ilk tınlamasında “Hey" ya da "hayyyyy! Fıyyyy!" gibi bir sesler çıkarıyorlar. Hidayet Öğretmen sürekli uyardığı halde onun sınıfı da aynı sesleri çıkarıyor. ”Ayyy, fıyyy!” Bağırmalarına karşın derslikleri hemen boşaltmıyorlar. İyi ki boşaltmıyorlar, musluklar, tuvaletler hemen dolmuyor. Olayın böyle oluşu özellikle benim işime yarıyor. İvedi hazırlanıp yatıyorum. Bu akşam da öyle oldu; rahat yattım. Fikret Madaralı Öğretmen tarih dersi arttırırsa ben çok sevinirim. Nasıl olsa kitaptaki konuları okuyacağız. Konuların başlıklarını anımsamaya çalışırken uyudum.
29 Ekim 1939 Pazar
Akşamdan heyecanlı, kuşkulu yatmıştık. Yağmur yağmazsa gönlümüzce düzgün yürüyüp Lüleburgazlılara iyi bir sınav vermeyi düşünüyorduk. Sanırım bu duygu hepimizi sarmıştı. Üst komşum, dolap ortağım, sıra arkadaşım Halil nöbetçi. Yarım saat önce uyanmış; kuşku içinde, kalkıp saate bakmış. Erken olduğunu görünce dönüp yatmış. Zaman bir türlü geçmiyormuş. Ranzadan ikinci ya da üçüncü inişinde ben de uyandım. Benim saate bakmış ama güvenmemiş, birlikte çıktık. O bana her nöbette yardımcı olur. Bugün ben de ona yardım edeceğim. Duyarlar da bir söz söylerler çekinikliği içinde fısıltılı konuşarak mutfağa gittik. Aşçıbaşı neşeli, ikimizi de Alpullu’dan bu yana tanıyor. Yardımcısı Recep’le zaten hemşeri olduğum için mutfakta işim iyi. Gerçeği söylemek gerekirse bu insanların kendileri iyi yaratılışlı; bir selam verilince onlar bin selam vermeye hazırlar. Öteki sınıf nöbetçileri de gelince çabucacık dağıtımı yaptık. Halil kampanayı çalıp yatakhaneye gitti. Gider gitmez gülerek döndü. ”Herkes kalkmış, süsleniyorlar, kimisi kasketini siliyor, kimisi ayakkabısını temizliyor. Yatakhane içinde hiç kimse kalmamış! ”dedi. Az sonra kahvaltı kampanası çaldı. Gerçekten bizim arkadaşlar bayramlık olmuşlar. Herkes kendine çeki düzen vermiş ama nedense kendilerini görmezden gelip belli arkadaşlara sataşıyorlar. Bugün en çok sataşılanlardan biri Yakup Tanrıkulu. Az sarışın olduğu için saçlarının uzadığı pek belli olmadığından Ömer Uzgil Öğretmenin gözünden kaçmış . Böylece Yakup arkadaşımızın saçları, ıslatınca bir yana dönecek ölçüde uzamış. Yakup, zaten bunu istediğinden sürekli bir yana bastırmış. Bugünü de bir fırsat sayıp özenle tarayarak saçlarını yatırmış. Arkadaşlar bu nedenle Yakup’a “Afilli, mafilli gibi sözler söyleyip takılıyorlar. Yakup Tanrıkulu temiz giyinen, daha doğrusu giyimine özen gösteren arkadaşlarımızdan biri. Yapılan şakalara katlanacak hoşgörü onun yaratılışında var. Sataşmaları yanıtsız bırakmıyor ama, ölçüsünü elden kaçırmıyor. Kahvaltıda gene gözler bizim sınıf üstüne döndü. Giysilerimiz, geçen yılkı küçük sınıflar gözünde biraz haset uyandırır gibi. Onlara, neden bu tür giysi verilmemiş? Haklı olabilirler ama bunda bizim bir kusurumuz olmasa gerek. Yeri geldiği zaman kendimizi bu açıdan savunmaya çalışıyoruz . Dileriz en kısa zamanda onlara da benzer giysiler verilir. Halil, kendisinin törene katılıp katılamayacağını Ömer Uzgil Öğretmenden sordu. Ömer Uzgil Öğretmen, gülerek “Katılacaksın, hepimiz katılacağız, kalanlar buradaki işleri yürütürler. Zaten çok kalmayız!” gibilerde yanıtladı. Kahvaltıdan sonra derslikte toplandık. Belli bir takım kuruntularımızı söylüyoruz. Çoğunlukla karşımızdakiler teselli edici sözler seçiyorlar . Arkadaşların çoğu ortaokulla davalı gibi. ”Biz onlardan önde yürümeliyiz! ”deyip, bu olmazsa üzüleceklermiş. Ben olayı tam kestiremediğim için soruyorum”Önde gitmek mi yoksa arkada gitmek mi daha makbul? Bu sorumun yanıtını da kimse veremiyor. En fazla konuşanlar “Ortaokul henüz bu yıl açıldı. Bizim okul onlardan eski. Üstelik adı Öğretmen Okulu!” Bu kez de ben başka söz bulup söylüyorum: ”Bizim okul buraya yeni geldi, açılışı eski ama burada yeni. Hiç değilse burada Ortaokulla aynı zamanlarda açılmış sayılırlar. Ayrıca başka yerlerde okuyan Lüleburgazlı çocuklar bu yıl kendi ortaokullarına döndüler. Böylece şimdi Lüleburgaz Ortaokulunda 1. , 2. , 3. sınıflar oluştu. Öyle olunca bizim eskiliğimiz, ya da sınıf yüksekliğimiz söz konusu olamaz!” Bunları konuşarak kapalı kamyona doluştuk. Ömer Uzgil, Hamdi Bağ, Hidayet Gülen Öğretmenler de bizim yanımıza oturdular. Belediye önünde kamyondan indik. Ortaokul da orada toplanmış. Ortaokulun başında benim eskiden beri tanıdığım İlköğretim Müfettişi Abdi Yalçın Bilguvar bulunuyor. Ben arkadaşlara anlatırken Hamdi Bağ Öğretmen duymuş. Bana “Ne, ne, ne? diye sordu. Neyi sorduğunu iyi anlayamadığımı söyleyince “Ortaokul Müdürünün uzun adını nerden biliyorsun? Benim her gün konuştuğum adam ama ben onu Yalçın Bey olarak tanıdım, tanıyanlar da hep böyle anıyorlar!” dedi. Anlattım, ”Bizim köye Müfettiş olarak iki üç kez geldi. Her gelişinde uzun uzun bizim kahvede oturdu, konuştu. Edirne-Karaağaç için sınav yapıldığında da benim sınavımda bulunmuştu. Geçen yıllar Ortaokul açılması için yapılan çalışmalara köy temsilcisi olarak babam da katılıyordu. Yalçın Bey o çalışmalarda da vardı. Soyadı çıkmadan önce Abdi Yalçın olarak imza atıyormuş. Soyadı yasasından sonra da Bilguvar soyadını eklemiş, böylece Abdi Yalçın Bilguvar olmuş. Ayrıca kendisi avukattır!” Hamdi Öğretmen kahkahayla gülerek o sıra yanımıza gelen Namık Öğretmene beni gösterdi: ”Lüleburgaz Nüfus Kayıt memuru!” Namık Öğretmen olayı bilmediği için, ”İbrahim, beni de hemen Lüleburgaz kütüğüne kaydet!” dedi. Aralarında bir süre konuştuktan sonra Namık Öğretmen, bu kez “İnsan bir şeyi öğrenince tam öğrenmeli değil mi? diyerek bana arka çıktı. Yalçın Bey geldi, bizim öğretmenlerle ayrı ayrı tokalaşarak hatır sordu, konuştu. Çok yakın olduğumuz için tüm konuşmaları duyduk. Yalçın Bey, bir süre “Siz önden buyurun efendim, farketmez efendim!’”sözleriyle bizim düşündüğümüz gibi düşünmediğini de gösterdi. Sonunda, “Gidiş yolunu bizimkiler iyi bilir, isterseniz onlar gitsin!” Öğretmenler hep birlikte karar verince Ortaokul öğrencilerin başındaki öğretmen “Hasan Bey, “Arka yoldan Eski Cami yanına kestirme gidiyoruz!” deyip bize kısa yolu gösterdi.Bu arada Ortaokul öğretmeni Hasan Beyi de tanıdık. Herhalde Beden Eğitimi Öğretmeni çok çevik hareketler ediyor. Eski Cami yanından panayırların yapıldığı alana geçtik. Orası gene Panayır Meydanı gibi. Askerler, gençler, Halkevliler, başka birlikler. Ortaokulla biz yan yana durduk. Köylüm Emin Özdil’le önce bakışıp, gülüştük sonra yaklaşıp konuştuk. İlk işim, yakınımızda gezindiği için kendisine duyurmadan başlarındaki öğretmeni sordum. Meğer o çevik hareketli matematik öğretmeniymiş ama aynı zamanda futbol oynuyormuş. Emin Özdil, her cumartesi köye gidip pazar günleri dönüyormuş. Köyden haberler getirdi. Babamı her gittiğinde görüyormuş. Ağabeylerimin askerliğini söyledi. Benim az büyük çocukluk arkadaşlarımdan bazıları da askere alınmış, Mustafa, Nuri, Bektaş, Ahmet…Biz konuşurken askerler hazır oldu, bando çalmaya başladı. . Çok uzun bir asker dizisi oluştu. Arkalarından gençlik, Halkevleri, sporcular, arkasından biz, bizden sonra Ortaokul, arkasını sayısız birlikler izledi. Hükümet meydanından sonra her birlik kendi yönünde yürüdü. Biz İstasyon dönüşüne dek arka yoldan gittik. . Tam köşedeki bina (Milletvekili Şevket Ödül’ün evi) önünde bekledik. Kamyon bizi oradan alınca okula döndük. Öğretmenlerden, Ömer Uzgil Öğretmenden başka dönen olmadı. Güzel bir Cumhuriyet Bayramı gördük, içinde yaşadık kıvanç duyarak Ürkekliğimizin, kuruntularımızın yersizliğini anlamış olacağız, hiç kimsenin bizimle bir alışverişi olmadığını bir süre aramızda konuştuk. Okula dönünce gecikmeli olarak. öğle yemeklerimizi yedik. Biz bize yemek yerken birkaç ay önceki yaşamımızı anımsadık . ”Yalnızlık da pek fana değilmiş!”(küçük sınıflar için) gibilerde şakalar yapıldı. Çokluktan yakınmalar oldu. Sık sık şaşırtıcı çıkışlarıyla bizi güldürmekten çok düşündüren Ali Güleren gene numarasını gösterdi”Nerde çokluk orada b. . luk, derler!” dedikten sonra çevresiyle ilgilenmeden yemek yemesini sürdürdü. Yemekten sonra derslikte bir süre gene töreni, askerleri, öteki insanları konuştuk. Lüleburgaz dışından olan arkadaşlar bizlere, Lüleburgazlılar için sitemde bulundular. Lüleburgaz’da kız yokmuş, kendilerine hiç kimse bakmıyormuş. Mehmet Yücel hemen yanıtladı”Onlar Lüleburgazlılardan geçemezler. Bu nedenle yabancılara görünmezler. Törenden önce Hamdi Öğretmenin, bana Lüleburgaz Nufus Kayıt Memuru dediğini anımsatarak”Bizi Lüleburgaz kaydına geçir!” demeye başladılar. Söz verdim, ”Uslu çocuk olursanız, kaydederim!”. Çoğunluk sevinç gösterirken Mustafa Saatçı, Fettah Biricik, Hüseyin Serin, Ali Önol arkadaşlar “Eyvah, öyleyse biz yandık!” dediler.Bana,bu denli karşı olduklarını açık açık söyleyenlere verilecek yanıtım var ama bu kez duymazdan geldim. Ancak Mehmet Yücel benim adıma yanıtı verdi. ”Siz daha yanmadınız, şimdilik iyi yanmanız için gevretiliyorsunuz! Daha sonra çıra olacaksınız, böylece siz, yakılacakları yakma için kullanılacaksınız!” İsmet sanırım tartışmayı önlemek için”Dayı, izin al da Yeni Bedir’e yürüyelim!” İsmet sözünü bitirmeden kolumdan çekti. Ben konuşmayı saptırmak için yaptığını sanmıştım. . Geçekten gitmek istiyormuş, Ömer Uzgil Öğretmenden izin istedik, hiçbir soru sormadan numaralarımızı yazıp “Saat 17’oo’ye dek izinlidirler. Yazılı bir pusula imzaladı. İsmet’le konuşa konuşa Yeni Bedir’i geçip arka yokuşa dek yürüdük. Dönüşte Kamber Amcama uğradık. Komşuları, evde olmadıkları, bugün Lüleburgaz’a bayrama gittiklerini, şimdilerde gelebileceklerini söyleyip bizi evlerine çağırdılar. Kalamayacağımızı, iznimizin az olduğunu, selamlarımızı iletmelerini söyleyip ayrıldık. İzin süresini doldurmak düşüncesiyle ağır adımlarla okula döndük. Etraf çamur olmasa Ergene yakınına dek yürüyecektik. Asfalt dışı,bunca gün geçmesine karşın hala çamur. Herhalde yaza dek tarlalarda dolaşma olanağı bulamayacağız. Saat 17:00 olmadan döndük. Tören için toplandık. Bayrağı indirmek üzere direğe doğru yönelince direğin altında bir öğrencinin bayrağın ipini tutmuş indirmeğe hazır durduğunu gördüm. Sesimi çıkarmadan geri dönüp sıraya girdim. Arkadaşlardan soranlar olduysa da susmayı yeğledim. Hidayet Gülen Öğretmen bir şey söylemediğine göre demek çocuğu o yollamış, diye düşündüm. Hidayet Öğretmen komut verdi. İstiklal Marşı başlar başlamaz çocuk bayağı birden indirdi. Rahat komutundan sonra Hidayet Öğretmen bana sordu”İbrahim çok mu yoruldun ki, bayrağı bu çocuğa bıraktın? ”Şaşırdım. ”Hayır öğretmenim bir yanlışlık var, ben bayrağa yöneldiğimde bayrağın ipi onun elindeydi. Sizin söylediğinizi düşünerek ses çıkarmadan geri döndüm!” . Tüm öğrenciler rahatta, bizi dinliyorlar. Öğretmen çocuğu çağırıp sordu. Çocuk köyünde bayrağı çektiğini, burada da çekmek istediğini, kimseye sormadan aldığını, söyledi. Arkadaşlar güldüler. Hidayet Öğretmen çocuğu okşadı. Hepimizi göstererek “Burada herkes bayrağı çekmek için hevesli. Ancak bunu sırayla yapıyoruz. Bak, ”Bu ağabeyin nöbeti daha bitmedi. Onun nöbet bitsin, -sözüme dikkat et bak!- onun nöbeti bitsin, (Bizim arkadaşları göstererek) bunlarınki başlayacak. İnan ki bir gün sıra sana da gelecek. Çatıyı göstererek, ”Çatıya çıkıp kiremit dizmek için nasıl sıra bekliyorsan, bunda da bir süre beklemelisin!” dedi. Bayrağı alıp bana verdi. Ne sevindim, ne de üzüldüm, durdum kaldım. Olay nasıl başlıyor, ben nasıl yorumluyorum, sonunda ne oluyor? Keşke çocuğa sorsaydım!Acaba sorsaydım daha mı iyi olacaktı? Dersliğe gidince arkadaşların tepkileri de türlü türlü oldu. ”Ben olsaydım şöyle yapardım, ben de böyle yapardım, diyenler de çok oldu ama, bütün olasılıklar gerçekte bugünkü olanı gölgeleyemedi. Arkadaşlardan sonra ben “Sanırım en iyisini gene Hidayet Öğretmen yaptı. Hiç değilse beni incitmedi!” dedim. Yeğenim İsmet, tüm söylenenleri ters çevirip bir soru sordu. ”Olay çocuğun bayrağı indirmesinden değil, indirememesinden ileri gelmiştir. Ya çocuk bayrağı dayımın indirdiği gibi düzgün indirseydi ne olacaktı? Öğretmen marşa başlatırken çocuğu gördü sesini çıkarmadı. Bence çocuğun beceriksizliği, işi eline yüzüne bulaştırması onu isteğinden yoksun etti!” İsmet’ in yorumu beni gene ilk düşündüğüm noktaya götürdü. Hidayet Öğretmen böyle konuşarak beni mi korudu, yoksa yapılan olumsuzluktaki payına düşeni mi azaltmaya çalıştı?
Akşam yemeğinde Ömer Uzgil Öğretmen yeni kitaplarımızın geldiğini muştuladı. Yarından başlanarak sıra ile dağıtılacağını, Kitaplarla birlikte bir kez olmak üzere defter, kalem verileceğini, bunlar bitince bundan sonra ders gereçlerini kendileri alacağını, okulda kooperatif kurulacağını, buradan kolaylıkla alışveriş edebileceğimizi anlattı. Ömer Uzgil Öğretmen az durduktan sonra “Yeni bir kararımızı da önce size söylemek istiyorum. Cumhuriyet Bayramı Töreninde duruşlarınızla, yürüyüşlerinizle halkımızın beğenisini kazandınız. Müdür Bey çok mutlu oldu. Öteki sınıfları da katsaydık diye hayıflandı. Ancak onların giysilerinde uyumsuzluk söz konusuydu. Bu kez Müdür Bey bir giysi birliğine gitmeye karar verdi. İlk elden bizim eski öğrencilerimize(Elli arkadaşımıza sizin giysilerden yaptıracak. Yeni yıl ödenekleri gelince de öteki sınıflar tek tür giysiye kavuşmuş olacak. Amacımız 23 Nisan, arkasından 19 Mayıs bayramlarında okulumuzu bir bütün olarak Lüleburgaz halkı önüne çıkarmaktır. Siz güzel bir başlangıç yaptınız, bunu, bundan sonra da sürdüreceksiniz. Bundan kuşkumuz yok!” Yeni haberlere sevindik. Okuma saatinde de konumuz bunlar oldu. Bir iki aykırı söz edilmekle birlikte çok arkadaş sevindi. Sevinmeler biraz da yeni giysi umudu doğmasındandı: ”Onlardan bir süre sonra biz de isteriz, bize karşı olmazlar!” Giysi konuşmaları uzadı. Almanca çalıştım. Johann Wolfgang von Goethe’nin Heideröslein şiirini su gibi ezber okuyorum.
30 Ekim1939 Pazartesi
Sağ yatak komşum Hüseyin Orhan nöbetçi. Daha önce konuşmuştuk. Nöbetlerimizde birbirimizi kaldıracağız. . Ben erken uyandım, arkadaşı uyandırdım. Beraber çıktık. Hava güzel. . Kooperatif için seçilen yere baktım, küçücük bir yer. Bir kişi girince ikinci kişinin girmesi olanaksız.Bu kadarına da razılar herhalde;salt kalem defter satılacak! H. Orhan kampanaya vurduktan sonra gitti arkadaşları uyandırdı. Hidayet Öğretmen büyük kapının önünde durmuş gelen geçeni uyardı. ”Çamurlu yerlere çıkmak yok. Eğer çıkılmışsa ayakları silmeden okula girmek yok!” Kahvaltıda Bayan Öğretmen kızların masasında oturdu. Hidayet Gülen Öğretmen bir süre masalar arasında gezdi. Kendi sınıfının çocuklarıyla konuştu, uyarmalar yaptı. Dersliklere döndüğümüzde öğretmenler kamyonla geldiler. Pencerelerden gözetliyoruz. ”Bir otobüslük insan!” diyenler olduğu. Okul bir otobüs alamıyor mu? Fikret Madaralı Öğretmeni görünce yerlerimize oturduk. Öğretmen gülerek geldi, “Günaydın!” dedikten sonra “Yeni kitaplarınız gelmiş, yakında verirler!” deyip elindeki kitaptan parça okudu. Ecir-Sabır adlı bir parça. Bir ailede ölüm olmuş. Komşular, ”Başınız sağ olsun!” demeye geliyormuş. Ancak, bunun belli bir zaman içinde yapılması gerekirken, bu kurala uymayanlar akıllarına estikçe, geliyormuş. Bu da ev sahiplerini rahatsız ediyormuş. Yazar, ecir yapmak için insanların sabrını taşırmamalıyız düşüncesini öne sürüyor. Ecir, sevap, öleni olanlara gidip gönüllerini almak, onları teselli etmek. Öğretmen böyle bir olaya tanık olup olmadığımızı sordu. Yazarın anlattığı ölçüde olmasa da arkadaşlar benzer olaylar anlattılar. Öğretmense, ”Köyler küçük yerlerdir, haberler çabuk yayılır, gereken işler de çabuk yapılır. Ancak büyük yerlerde bu öyle çabuk duyulup yayılmaz. İnsanlar çok sonra da duymuş olabilir. Bu gibiler hoş görülür!” şeklinde açıklama yaptı. 2. derste konuşmalara devam ettik. Derslikteki araçları, gereçleri, tanıttık. Arkadaşlarını tanıttık. Günlük yaşamımızda kullandığımız araç-gereçleri kısaca yazmamız istendi. Bu ödevler zamanla sınırlı değil, defterlerimizde bulunacak.
Almanca dersimize Ömer Uzgil Öğretmen, elinde yeni kitapla geldi. “Guten Tag!” Yeni kitap, öğretmenin daha önce söylediği gibi Tahsin Gökşingöl’ün değil Milli Eğitim Bakanlığının hazırlattığı bir kitap. Öğretmen, kitabın özelliklerinden söz etti. Tahtaya arkadaşlardan kalkanlar oldu. Kalkanlardan bazılarını çok beğendi. Sonunda “Çok farklı bir sınıfsınız, yarınız istekli,diğer yarınız ayak sürütüyor. Bu, salt Almanca dersinde değil öteki dersleriniz de böyle. Bütün notlarınız benim elinden geçiyor. Hepinizi yakından izliyorum!” Öğretmen “Auf Widersehen!” deyip gittikten sonra Halil “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!” dedi. Bu sözü birkaç kez birlikte tekrarladık. Ben bu sözü başkalarını kastedilerek söylemiştim, Salih Baydemir arkadaş alındı. Birden, ”Herkes sizin gibi başarılı olamaz. Ancak başarılı olanlara da övünmek yakışmaz!” deyip kederlendi. O, Almanca dersi bakımından zayıflar arasında. Oysa onun özellikle sanat dersleri peki derecede. ”Bu derslerin notları da Ömer Uzgil öğretmenin elinden geçiyor! “diyerek Salih Baydemir’i ayrı tuttuğumuzu savunduk. Gene de biraz buruk durdu. Yemekten sonra Salih Baydemir’le birlikte çatıda çalıştık…Neyse ki İrfan Öğretmen marangozluk üstüne sorular sordu, güldürücü olaylar anlattı. Sanırım onların etkisiyle Salih Baydemir eski neşesini buldu. Paydos, futbolcu arkadaşları fazla sevindirmedi. . Kaç gündür yağmur yağmıyor ama gene de top oynayacak ölçüde kuruma olmadı. Arkadaşlar futbol oynayamadıklarına yanarak. dersliğe geldiler. Bu kez de derslikte ders çalışmak zorlaştı. Yağmur, çamur, gelecek günlerin hava değişimleri abartılarak ortaya serildi. Neredeyse bunların suçlularını aramaya kalkanlar oldu.. Sami Akıncı arkadaş haber verdi, yemekten sonra kitaplar dağıtılacakmış. Yemek, yeni kitaplar üstüne konuşmalarla geçti. Fizik, askerlik dersleri yeni, arkadaşlara göre kitapların hepsi yeni. Ben daha önce aldığım için kitapları tanıyorum. Benim için sadece Almanca kitabım yeni olacak. Verilen yeni kitapları alacağım ama belki de hiç ellenmeden duracak. Sevinçle beklerken Ömer Uzgil Öğretmen geldi. Hüseyin Orhan, Sami Akıncı paket taşıdılar. Numara okunarak kitaplar verildi. 2. Okuma kitabımız gene beyaz kapaklı, üstünde de Okuma Kitabı yazıyor. . Tıpkı geçen yılki gibi. Yazarları da pek farklı değil. Ben, olduğu gibi kitapları üst üste koydum. Halil, ”Kalabalık edecekler!” diyor. ”İzinli gidince köye götürürüm!” Askerlik kitabını karıştırdım. Binbaşı Yaşar Cindoruk yazmış. Adamın soyadı ilgimi çekti. Cindoruk!” Cinini anladım ama doruk ne ki? Bu arada yarın derslerimiz boş olduğundan sanat çalışmalarına gideceğimiz duyuruldu. Kampana vurulunca(Çalınca demiyorum) hemen yattım. Oldukça rahatım. Yarın ders olmadığına göre aklıma ders mers takılmıyor. Ancak bu kez de aklıma Halil Basutçu arkadaş takıldı. Bana kendisi, ”Kampana çaldı, çalındı demeyelim. Koca demire gidip vuruyoruz, buna vurma, kampana vurdu, demek gerekir!” demişti. Arada gene bana katılıyor ama bakıyorum çoğunlukla gene “Kampana çaldı!” diyor. Bir iki kez bunu anımsattım. Arkadaş bana, ”Sen bu konuda inatçısın, işte ben bunu yapamıyorum, galiba unutuyorum!” deyip beni yalnız bıraktı. Gene de ben “Kampana vurdu!” demeyi sürdüreceğim…. .
31 Ekim 1939 Salı
Kadir Pekgöz nöbetçi. Onun sesiyle uyandım. Kadir “Kalkın arkadaşlar, hava yağmurlu!” diyor. Hava yağmurlu deyince hepimizde bir irkilme oldu. Yağmur neden bizi böyle olumsuz etkiledi? Gerçekten hepimiz durgunlaştık, konuşmalar birden bire kesildi.Üzgün tavırlar içinde yatakhaneden çıktık. Yağmur daha başlamamış ama her an düşebilir. Kahvaltıya da sessizce girdik. Kimi arkadaşlar Kadir Pekgöz’e çattılar. ”Hani yağmur? ”Böyle soranlara ”Sen yağmur mu istiyorsun arkadaş? ”dense kesinlikle “Hayır!” diyecektir ama, nasıl bir duygu etkisiyse arkadaşlar Kadir’e çattı. Öğretmenler neşeli, yüksek seslerle konuşarak geldiler. Öğretmenlerin gülüşerek gelişi bizi de etkiledi. . Ahmet Gürsel Öğretmen bizim masamıza geldi. Gelir gelmez yeni kitapları beğenip beğenmediğimizi sordu. Cumhuriyet Bayramına katılmamıza sevindiğini söyledi. Düzgün yürüyüşümüzü tanıdıklarının çok beğendiğini, bundan da kendisinin gururlandığını duyurdu. Söz yağmura dönünce ise, ”Kış yaklaştığı için yağmurların doğal olduğunu, çatıların kapandığını, başımızı yağmurdan koruduk!” deyip güldü. Arkadaşlar çamurdan söz edince, ”Aman abartmayın şunu, atlaya zıplaya bir tuvalete gideceksiniz, bir de yemekhaneye. Bunun için üzüntüye düşülür mü? Mehmetçikler, ağabeyleriniz,çoğunuzun babaları bu havalarda, kır, bayır demiyor 24 saat ayakta duruyor. Biz, kuru bina içinde duramayacak mıyız? Bu tür sızlanmalardan hoşlanmıyorum. Hiç değilse benim yanımda lütfen böyle konuşmayın!” Ahmet Gürsel Öğretmene böyle konuştuğu için bir kat daha saygı duydum. Öğretmenle birlikte kalktık. Hamdi, Naci, İrfan Öğretmenlerle atölyeye gittik . üç, üç, dört’lü grup oluşturup işbaşı yaptık. Dörtlü grup tuvalet binasının çatısını tamamlamak üzere ayrıldı. Öteki gruplar, sökülen sacları’ geçici tuvaletlerin üstüne çaktı. Geçici tuvaletler böylece üstü kapalı duruma girdi. Öğleden sonra da çatısı tamamlanmış bulunan küçük binanın pencereleri hazırlandı. Kasalar yerlerine takıldı. Pencereler her an yerlerine takılacak duruma getirildi. Yapıcılar kaba sıvasını vurur vurmaz çerçeveler yerini bulacak. Yağmur birden yağmaya başladı. Biz atölyede olduğumuz için fazla etkilenmedik. 6. sınıflardan büyük bir grup santralda çalışıyormuş, bir başka grup da Tarım barakasındaymış. Paydos kampanası çalınca biraz kargaşa oldu. Koşarak gelenler, gelmeye çalışıp da gelemeyenler oldu”Gelemiyorum!” deyip bağıranlar görüldü. Sonuçta dersliklerde toplandık. Yağmur tıpkı kış günlerinde olduğu gibi aralıksız yağmaya başladı. Yağmur konusunda oldukça tartışmalar yapmıştık. Ben, “Buralarda sürekli yağmur yağacağı zaman Istıranca dağları özellikle Karaman Bayırı(Maya Dağı da denir) kapanır!” diyordum. Bunu anımsayan arkadaşlar bana”Senin Karaman Tepe karardı!” dediler. . Biz pencerelerden bakarken öğretmenler koşarak kamyona, tentenin altına girdiler. Ahmet Gürsel Öğretmenin gitmediği söylendi. Buna sevindim”Kaldıysa bizim dersliğe gelir!” diye düşündüm. Yemek kampanası çalınca sıra olarak Madaralı Hattına dizildik. Yağmur aralıksız sürüyor. Ağır yürüdüğümüz için yemekhaneye girinceye dek ıslandık. Öğretmenler başlarında gazete ya da benzer örtülerle geldiler. Gülerek konuşuyorlar ama onlar da bizim gibi kaygılı. Gerçekten Ahmet Gürsel Öğretmen gitmemiş. Yağmur, yemeklerimizi ağır yememize neden oldu. Okuma saati kampanası vurduğunda hepimiz yemekhanedeydik. Hava iyice karardı. Yemekhane penceresine bir lüks kondu. Yarı yolu aydınlattı. Bir lüks de kooperatif köşesine kondu. Madara Hattı aydınlandı ama gene de hızlı gitmek olası değil. Özellikle küçük sınıflar itişerek, düşe kalka gitmeye çalışırken arkadakilerin yürüyüşünü de engelliyorlar. Sonuçta merdivenler, koridorlar dışarıya yakın çamurla doldu. Arada asfalttan arabalar geçiyor. Işıklardan görüyoruz, asfalt dere gibi su akıtıyor. Beklediğimiz gibi Ahmet Gürsel Öğretmen dersliğimize geldi. Ancak benim istediğim gibi dersten, matematikten değil, yağmurdan, çamurdan, yakın zamanda elektrik geleceğinden. belli yerlere beton kaldırımlar yapılacağından söz etti. Bir süre sonra “Benim yeni öğrencilerim var onlarla da konuşmak istiyorum!” deyip 6. sınıflara gitti. Yat kampanası çalınca büyük bir kargaşa yaşandı. Ahmet Gürsel Öğretmen bizden derslikte biraz beklememizi istedi. Yağmur nedeniyle tuvalet sorunu ortaya çıktı. Küçüklerden sonra 6. sınıflar, onlardan sonra bize sıra verildi. Lüks ışıklarından görebildiğimiz kadarıyla iri taneli, şiddetli bir yağmur aralıksız sürüyordu. ”Ya bu yağmurlar 20 gün önce yağsaydı!” Askerler ne yapıyor bu yağmurlarda? ””Askerlerin kışlaları var!” diyenler oldu. Bekir Temuçin, Halil Basutçu, kendi yörelerinde çok asker olduğunu, kışla mışla olmadığını, Ya da pek azının kışlalarda yattığını, hele şimdi yeni asker de toplanınca kışlanın sözü olamayacağını öne sürdüler. Öğretmenin sesi duyulunca sesler kesildi. Asker sözü ister istemez bana iki ağabeyimi anımsattı. Çocuklarını, sıcak yataklarını bırakıp gittiler. Geçen gün gelen bir çocuk babasının söylediğine göre, Babaeski’de ağabeylerimin kuraları daha yeni toplanıyormuş. Oysa onlar iki ay önce gittiler. Özellikle Bektaş ağabeyimi düşündüm. Kavaklı istasyonuna pancar çekerken beni de götürüyordu. Çoğunlukla arabaya sarınıp sığıyordum. Ancak Şeytan deresi denilen sudan geçerken mandalar çoğu kez su etkisiyle yön değiştirip akıntıya kapılırlardı. Ağabeyim o zaman giysileriyle suya atlar hayvanların yolunu doğrulturdu. Kasım, aralık aylarında olan bu olaylardan sonra Bektaş ağabeyimin kaç kez akşama dek ıslak dolaştığına tanık olmuştum. O gene birçok sıkıntılara katlanacak. sayısız sıkıntıları atlatacak ama, askere neden başkalarından önce alındı? Kendi ağabeylerimi düşünmem bencillik mi oluyor acaba? Ben onları tanıyorum, onlar benim ağabeylerim. Ben yardım isteyince onlar bana yardıma koştular. Onları düşünmeyip tanımadıklarımı mı düşüneceğim?
1 Kasım 1939 Çarşamba
Kampana vurulunca Mehmet Yücel, ”Arkadaşlar kalkalım!” diyerek uyarıda bulundu. ”Sen nöbetçi değilsin, senin sözün geçmez!” diyenler oldu. Esas nöbetçi yetişti, Mehmet Başaran, ”Çayları soğumadan içmek isteyenler hemen kalkıp Madaralı Hattında sıra alsın, geç kalırlarsa çayları ılık içecekler!” dedi. Arkadaşlar güldüler. Önce bir hareket arkasından bir hareket daha oldu. ”Öğretmen geliyor!” dendi. Yağmur kesilmiş ama hava gene kapalı, yağmur her an başlayabilir. Madaralı Hattı da oldukça çamur olmuş. Kahvaltıya girdikten bir süre sonra öğretmenleri getiren kamyon okul önünde durdu. Öğretmenler hep şemsiyeli, kalas yolundan yürüdüler. Şemsiyeler yemek salonunda sorun oldu. Çocuklar almak için koştular, geri döndürüldüler. Aşçı yardımcı şemsiyeleri alıp götürdü. Ders kampanası vurunca biz derslikte toplandık. Camlara yağmur taneleri düşmeye başlayınca gözlerimiz pencerelere çevrildi. Tam bu sıra Ahmet Gürsel Öğretmen geldi. ”Günaydın!” dedikten sonra gülerek “Daha sonbahardayız, bugün kasım ayının daha ilk günü. Gerçek kışa tam bir ayımız var. Ne diye ürküntü içine düşelim, değil mi çocuklar! Başlarımızı koruyucu çatı altına aldık, yakında sobalarımız da kurulacak. ”Karnımız tok, sırtımız pek!” dedi güldü. Yeni kitaplarımız için kısa birkaç söz söyledi. Aritmetik kitaplarımızı açtık. Öğretmen konuların başlıklarını okudu. İlk ders dört işlemin tekrarı ya da anımsatması şeklinde geçti. Çarpma, bölme, toplama, çıkarma olarak dörder ödev verdi. 2. Dersi geometriye ayırdık. Öğretmen gene kitabı tanıttı. Dörtgen, üçgen alanlarını anımsattı, Yamuklar üzerinde konuştu. Bana bakarak”Senin problemini unutmadım, uygun bir zamanda beraber çözeceğiz!” dedi. Tahtaya büyük bir daire çizdi. Daire içine dörtgenler, üçgenler çizdi. Bir başka dairenin dışına kare çizdi. ”Bunlar arasındaki ilişkileri düşünün, daha önce öğrendiklerimizi anımsayın!” derken ders bitti. Öğretmen tebeşiri tahtanın kenarına koydu. Gülerek, ”Tahtalarınız da pek güzelmiş, kimler yaptı bunları? ”diye sordu. Sözgelişi sordu diye kimse ses çıkarmadı. Bir kez daha sordu, Yoksa siz yapmadınız mı? ”diye tekrarladı. Salih Baydemir kalktı, benden başlayarak adlarımızı sıralarken öğretmen bana bakarak “Öyleyse gelecek derste seninle başlayarak tahtada bir gösteri yapalım!” deyip ayrıldı. Fikret Madaralı Öğretmen de elinde kitaplarla geldi. Birikmiş beş tane Yeni Adam dergisini bana verdi. Mayıs, haziran, temmuz, ağustos, eylül aylarının dergileri. Yurttaşlık Bilgisi kitaplarımızı açtık. ”İlk dersi biriniz okusun!” der demez Sami Akıncı okumaya başladı. Ulus, ulusun oluşması, ulusun özellikleri, Türk Ulusu. Başka uluslarla ilişkiler . Devlet, devleti var eden ögeler. Türk devleti. . Öğretmen zaman zaman okumayı kestirerek açıklamalar yaptı, sorular sordu. Boş dersimizde de Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Yeni kurulacak kooperatif konusunda açıklamalarda bulundu. Geçici olarak Sami Akıncı’yı görevlendirdiklerini söyledi. Kiminle görevlendirmişti, açıklama yapmadı. . Öğle paydosunda yağmurun açıldığı gördük, sevindik. Fikret Madaralı Öğretmen Halil Basutçu ile beni çağırdı”Birer kürek alın, yaptığımız merdivenlerin çamurlarını temizleyin, çamur yığılırsa bir işe yaramaz. Mademki bir işe yaraması için yaptık, sonuna kadar biz savunmalıyız. Bunu başkalarından beklemeyelim. Ben burada olduğum zaman sizinle beraber kazıyacağım. Benim olmadığım zamanlarda ise sizden bu işin kovuşturulmasını rica ediyorum!” Bunun üzerine biz, yemekten sonra da bir süre çamur kürüdük. Atölye dersleri başlayınca bu işi bıraktık. Öğretmen, ”Akşam paydosunda da devam edersiniz!” demişti. Öğleden sonra Tuvalet binasının pencerelerini taktık. Üst katın sıvası daha tamamlanmadığı için oraları kaldı. Nazmi Öğretmen, sürücü yardımcısı İbrahim’le bir sandık çamurluk demiri göndermiş, onlara kazık ayak yapıp belli yerlere çaktık. Ayakkabı çamuru sıyıracağı adını verdiğimiz bu demirler oldukça işe yarayacağa benziyor. Daha takar takmaz arkadaşlar kullanmaya başladılar. Akşam paydosunda Halil’le buluşup Fikret Öğretmenin verdiği hat temizleme işini bir süre daha sürdürdük. Biz kazırken ansızın Fikret Madaralı Öğretmen çıktı geldi. Bize teşekkür etti. ”Ben nöbetçiyim, yarın da 6. sınıflara dersim var. Onların da bir yığın dersi boş geçiyor. Bu işi ben onlara yaptırırım. Siz sonraki zamanlarda devam edersiniz!” deyip kürekleri elimizden aldı. Dersliğe gittiğimizde beklemediğim bir durumla karşılaştım. İdris Destan, Abdullah Erçetin, Bekir Temuçin ellerine birer mandolin almışlar, tın tın tın tınlatıyorlar. Mandolinleri nereden aldıklarını sordum. Çocuklardan almışlar. Hidayet Öğretmen mandolinleri, kemanları kendi sınıfındaki çocuklara dağıtmış. Alanların bir bölümü kendisi çalışmak istemedikleri için isteyenlere veriyormuş. İdris, “İstiyorsan sana da bir tane alalım!” dedi. Sevindim ama içimden de Hidayet Öğretmene çok kırıldım. Çünkü Hidayet Öğretmen önceleri başka türlü konuşuyordu. Şimdi ise söylediğinin tersini yapmış. Ses çıkarmadım. İdris’e, daha sonra alırsan sevinirim!” dedim. Bu arada arkadaşlar da, derslikte mandolin çalışılmasına kesinlikle karşı çıktılar”İsteyenler mandolinini derslik dışında çalabilirler!” deyip kesin bir karşı tavır aldılar. Hidayet Öğretmenin yaptığına üzüldüm. Kendim bir müzik aleti almaya kesin karar verdim. Ancak ne almalıyım? Buna bir türlü karar veremiyorum. Ayrıca nasıl, nerede çalışacağım? Yaz olunca uzaklara giderim. Kış aylarında buna olanak yok. Ömer Uzgil Öğretmen yeni günlük programı göndermiş Sami Akıncı tahtaya yazdı, ayrıca tahtanın yanına da astı. Buna göre sabah kalkma: 06, sabah temizliği: 6/30, 6/30-7/15 jimnastik(Kış aylarında dersliklerde serbest çalışma)7/15-7/50 Kahvaltı, 17/50-8oo hazırlık, 8-12 dört ders. 12-13 öğle yemeği. 13-17 atölye çalışmaları17/00-17/15, İşyerlerinindüzeni, 17/15-18/15 serbest çalışmalar, 18/15-19oo Akşam yemeği, 19/oo-19/15 temizlik, 19/15-20/15. Okuma saati, 20/15-20/25 Ara, 20/25-21/25/ etüt21/25-21’50 temizlik. 21/50 yat, 22 Uyku. Sami Akıncı ayrıca programın herkesce yazılmasını istedi. Ben yazdım. Ancak çok karışık. Ders saatlerini yemek saatlerini öğrenebilirsem yetecek sanırım. . Aslında kampana vurduğuna göre yazmaya bile gerek yok. Bir bakıma da iyi oldu, çalışma saatlerimiz belirginleşti. . Sabahları 45 dakika çalışma ders hazırlığı için iyi olacak. Akşamları da okuma saati ile etüt saatlerinde gürültüsüz çalışabileceğiz. Dilerim nöbetçi öğretmenleri gelip derslikte bizimle otururlar. Öğretmenlerin nöbet günleri de yenilenmiş. Eskiden öğretmen sayısı az olduğu için öğretmenler hep aynı günlerde nöbet tutuyordu. Şimdi sayılar arttı, zorunlu olarak değişik günlerde nöbetçi oluyorlar. Kampana vurdu. Herkes Sami Akıncı’ya soruyor, ”Bu ne kampanası. Sami’nin yanıtı, ”Bu sizin bildiğiniz kampana, bu yazdırdıklarım yarın başlayacak. Şimdiki akşam yemeği!” Küçükler bizden önce dizilmiş, itiş kakış gidiyorlar. Çoğu çamurdan sakınırken daha çok çamurlanıyorlar. Yağmur kesildi, sertçe bir rüzgar var. ”Bu gece kurutur!” diyorum. Arkamdakilerden gülenler oldu. Benim böyle konuşmamı bir türlü içine sindiremeyenler var. Ben de onların gerçekten bu denli duyarsız oluşlarına şaşıyorum. ”Rüzgarlı havaların, toprağı çabuk kuruttuğundan habersiz köylü çocukları!” Öğretmenlerin akşam sabah, “Çalışın, öğrenin, bilginin çoğundan sakın kaçmayın!” dediklerini doğru algılayamayan öğrenciler; aklınızca bana takılıyorsunuz ama benim umurumda bile değil. Tahtaya kalktığınızda sizi suskun gördüğümde bu tür boşboğazlığınızı anımsayıp ayıplıyorum. Size karşı sizi savunacak bir taraf bulamıyorum ama gene de arkadaş olarak bir ölçüde hoşgörüyorum. Yeni Adam dergilerini karıştırdım. Tiyatrocu Ertuğrul Muhsin, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nu eleştiriyor. Biraz da küçümsüyor. Nedenini pek anlamadım ama galiba geçmişte de bir biri ile takışmışlar. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu kendi dergisine aleyhinde yazan adamın yazısını neden almış, anlayamadım. Hüsamettin Bozok’un yazısını okudum. Arkadaşların seslerini yükselttiği bir sırada ansızın Okul Müdürümüz geldi. Doğrudan”Bu durumu beğenmedim!” dedi. ”Çalışmalar sessiz olmalıdır, çalışan arkadaşlarınıza yapabileceğiniz en büyük iyilik onları sessiz bırakmak, en büyük kötülük de onların çevresinde yaygara koparmaktır!” . Devamla bu sessizliği biz sağlarız, ancak bunu siz de yapabilirsiniz, bunu yapmalısınız, bu bir arkadaşlık görevidir. Bunu yapmadığınızı görürsem, her saat buraya bir nöbetçi arkadaş gönderir sorunu çözerim. Ancak o zaman sizde bir arkadaşlık değeri kalmamış olur. Bu konuda çok söz söylemek istemiyorum. Tam karşınızda oturmaktayım, sık sık kontrol edeceğim. sessizliği sağlamazsanız işe el koyup önlemini alacağım!” deyip gitti. Bir süre hiç kimse çıt çıkarmadı. Sami Akıncı “İşte gördünüz arkadaşlar, sonunda böyle olacağı belliydi. !” deyince bir iki kişi birden “Biz ne yaptık? ”diye Sami’ye sordular. Sami Akıncı “Ben ne yaptım? Onu da ben sizden sorayım. Ağzımı açmadan burada dersimi çalışırken, Okul Müdürüm tarafından azarlanıyorum. Her halde birileri birşeyler yapıyor ki, Müdür Bey geldi, böyle konuştu!” Kampana vurdu, konu yarım kaldı. Ancak Müdür Beyin zılgıtı hepimizi üzdü. Sami Akıncı arkadaş haklı. ”Biz ne yaptık? ” diyenlere bakıyorum, en çok yaygara yapan onlar. Derslerde susan onlar, tahta başlarından pısırıp kalan onlar. Böyle düşünerek yattım.
2 Kasım 1939 Perşembe
Yakup Tanrıkulu nöbetçi, ranzalara vurarak uyandırdı. Genellikle öğretmenler ranzalara vuruyordu. Yakup bu kuralı bozdu. Ancak herkes birden toparlandı. Az sonra da Hidayet Gülen Öğretmen geldi. Kapıdan çıkarken Ali Güleren Hidayet Öğretmene“Nöbetçi misiniz? ”diye sormuş. Hidayet Öğretmen sinirlendi . ”Nöbetçi olmadan, sizi kaldırmaya gelemeyecek miyim? ”diye söylendi. Ali Aga, bu sözü edip sıvışmış. Öğretmen soruşturup, adını, numarasını aldı. Müdür Beyin akşamki sözlerine de ters düşen bir durum. Kahvaltıda da üzülerek bunu konuştuk. Mehmet Yücel “Bir deli bir kuyuya taş atarmış, tüm mahalleli taşı çıkaramazmış!” dedi. Ali Aga bunu duydu, Mehmet Yücel’e “Ben, deli miyim? ”diye sordu. Mehmet Yücel”Ben sana deli demedim, böyle bir söz vardır, diye arkadaşlara söyledim!” dedi. Ali, bir daha Mehmet Yücel’e aynı soruyu sorunca orada olanlar birden parladılar, Ali’ye, ”Sen git önce Hidayet Öğretmenle olan sorununu çöz!” dediler.
Türkçe dersimize böylesi dalaşık bir durumda girdik. Öğretmen elinde kitaplarla geldi. ”Günaydın!” dedikten sonra, daha önce konuşulduğu üzere Akşam gazetesini gösterdi . ”Bana da, “Ahmet Gökay pazar günleri dışında gazeteyi getirecek ya da getirtecek, ondan alırsın! ”dedi. ” Gazeteyi daha önce okuduğumuz için yabancı sayılmazsınız. Gene de ben belli başlı yazarlarını tanıtayım!” deyip. Başmakaleyi anlattı. Gazetenin en önemli yazısıdır , başmakaleyi yazana da başyazar, denir, dedikten sonra gazetenin başyazarı Necmettin Sadak’ı tanıttı. Çok iyi yabancı dil bilen gazetecilerimizden biridir!” dedi. Uzun süre ilgi duyduğum halde hakkında doğru bir edinemediğim Va-Nü’yü tanıttı. Vala Nurettin. İyi bir yazarmış, yabancı dil biliyormuş, çeviriler yapıyormuş. Şevket Rado ile öteki yazarları da ardarda sıraladı. Ders sonunda öğretmen”Bu dersimiz, gazete tanıma dersi oldu, başyazarı, başmakaleyi, fıkrayı, çeviriyi, tefrikayı öğrenmiş oldunuz!” deyip ayrıldı. Coğrafya derslerimiz boş geçiyor. Arkadaşlar bu nedenle gene yüksek sesle konuşmaya başladılar. Elinde bir kitapla Fikret Madaralı öğretmen geri geldi. ”Ne oldu, Okul Mürümüzü gücendirmişsiniz, dersi olmayan öğretmenlerin boş derslerinizde yanınızda oturmalarını istemiş!” dedi. Kimseden ses çıkmayınca Sami Akıncı, ”Boş derslerde arkadaşlar çok gürültü ediyorlar. Sesleri, Müdür Beyin odasından duyuluyor. Müdür Bey o nedenle sinirlendi!” dedi. Fikret Öğretmen de bu durumu ayıpladı. Okul Müdürü okulun sorumlusu, sık sık konukları geliyor. Onlarla konuşurken sizin gürültünüz oraya dek gidince mahcup olmuş olabilir. Müdürümüz gene de sabırlı insandır; demek önlemini bu yolla almak istemiş. Öyle müdürler vardır ki, sabrademez, elinde sopayla susturmaya gelir, haklı haksız birçok öğrenci döver!” dedi, güldü. ”Böylece ne olur? ”diye sordu. Arkadaşlar”Kurunun yanında yaş da yanar”Öğretmen, “Bunu siz söylediniz, haydi şimdi de ben benzer bir söz söyleyeyim”Nusk ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir!” Nusk: Nasihat, tekdir, azarlama, paylama, kötek, dayak. Öğretmen, siz yaşamı yeni öğreniyorsunuz ama bundan önce de insanlar yaşamış, iyileri kötüleri değerlendirmişler. Herkes yaptığının karşılığını alıyor. Çalışan takdir edilerek, yaramazlar da tekdir edilerek, beğen beğen al, hangisine layıksanız karşılığını göreceksiniz!” dedi gitti. 3. derste Fikret Öğretmenin dersi olduğundan gelemedi. Bu kez Ömer Uzgil Öğretmen geldi, Resim dersi yaptık. İnsan resmi çalıştık. Belli ölçeklerde resim büyüttük. Tarih kitabımızdan Attila’nın resmini büyüttüm. Öğretmen beğendi. Son derse de Ömer Uzgil Öğretmen geldi, ama ders yapmadı, Almanca dergiler okudu. Heidiröslein şiirinin bu yılki kitabımızda olduğunu söyledim. Öğretmen “Ben size yazdırırken söylememişmiydim? Bu yılki kitabınızda olacağını biliyordum!” Boş derslerin böyle doldurulması, Müdür Beyin öfkesinin az olmadığı kanısını uyandırdı. Öğle yemeğinde hep bu konuşuldu. Ancak hiç kimse kendini sorumlu saymak niyetinde değil. ”O zaman hepimiz sevinelim, olayı da olumsuzluk olarak düşünmeyelim. Zaten öğretmenler tam olunca bu dersler hep dolacak!” dedim. Bu kez birileri gene ekşidi. ”Boş ders, boş geçmeliymiş!”
Atölyede toplandık. Tuvalet üst pencereleri takılacak, yarın da camcılar gelecekmış. Naci Öğretmen, beni, Salih Baydemir’i Hasan Üneri ayırdı. ”Sizinle bir borç ödeyeceğiz, daha doğrusu başkasının kusurunu örteceğiz!” ”dedi. Bacaların birinin bir tarafından akma olmuş, çatıya çıkıp onu düzelteceğiz. Önce öğretmenle birlikte çıktık. En kuzeydeki bacanın kiremit uçları baca sıvası ile yeterince örtülmemiş. Bol çimentolu harç yapıp tekrar bacaya çıktık. Onu yaptığımız gibi ötekileri de gözden geçirdik. Kusur bizim değil yapıcıların. Öğretmen, ”Kusur gelin olmuş ama kimse sahip çıkmamış!” dedi. Önce anlamadım, öğretmen sözü tekrarlayarak açıkladı. Açtığımız kiremitleri yerlerine koyarak atölyeye döndük. Çatı, kapı, kalıp çalışmalarından bol miktarda kesikler kalmıştı. öğretmen onların geniş olanlarını ayırmamızı söyledi. Onlardan 60 cm. boyunda elli adet kestik. Öğretmen, kestikten sonra gülerek “Haydi bakalım bunlardan da bir yatar merdiven yapalım. Ancak biz ayaklıkları daha sık yapacağız!” dedi. Uygun iki lata alıp düzgün şekilde onları çaktık. Bu özel Madaralı Hattı, kızların tuvaleti önüne kondu. Fısıltılardan öğrenildiğine göre bayan öğretmen giydiği ayakkabılar yüzünden daha önceki yuvarlak basamaklılarda yürüyemiyormuş. Çerçeve takma işini bitiren arkadaşlar gelince bizim yatar merdiven oldukça ileri geri söze neden oldu. Kızlardan ad takılmışlar var, Bülbül (Nachtigall) , Ceylan, Kuzu, Süpürge. Hangisine ne ad verildiğini tam bilmiyorum ama söylendikçe bazan ben de gülüyorum. Bunları konuşurken birden aklıma geldi, boş olduğu zaman gelip burada mandolin çalışabilirim. Naci Öğretmenden izin alırsam, İrfan Öğretmenle Hamdi Öğretmen ses çıkarmazlar. Bu düşüncemi uygulamaya koyacağım. Günde yarım saat çalışsam yeter. Paydos olunca sevinerek dersliğe gittim. Şimdi iş mandolini bulmakta. İdris Destan’ın çok tanıdığı var, o, ”Bulurum!” demişti. İdris’i dolapların önünde tımbırdatırken buldum. İdris, ”Bu saatlerde istersen hemen bulurum!” deyince sevincim arttı. Hemen istemediğimi, söyleyip ayrıldım. Yarın tarih dersimiz var, Fikret Madaralı Öğretmen sanırım bir yoklama yapacaktır. Kaç derstir, kendisi anlattı, kitaptan okuttu. Bunun yoklamasını daha gerilere götürmez. Roma İmparatorluğunun ikiye bölünmesine kadar yutarca okudum. Yıkılan Batı Roma ile güçlenen Doğu Roma(Bizans) imparatorluklarını da öğreneceğim. Tarih dersini seviyorum. Tarihleri kolay öğreniyorum, uzun süreler de unutmuyorum. Sami Akıncı muştuladı, kooperatif, açılmış. Kalem, silgi, defter, mürekkep, mürekkep kalemi, kalem ucu, kurutma kağıdı, pergel, cedvel varmış. Yiyecek olarak sadece Yeni Hayat satılıyormuş. Bunu duyunca Halil, ”Sevin. senin şeker de gelmiş!” dedi. ”İlk işim bir kutu şeker almak olacak!” diye yanıt verdim. ”Neredeyse on aydır yeni hayat yemiyorum!” Sami bir süre kooperatifte kalacakmış. Öğleden sonra sanat derslerine katılmayacakmış, serbest çalışma ile okuma saatlerinde de kooperatifte kalacakmış. ”Oh, ne iyi!” diyenler oldu. Kimileri de “Olur mu öyle şey, biz işte çalışırken birisinin orada dükkancılık yapması doğru mu? ”gibilerde bir süre konuşuldu. İkisinin ortasında olanlar da”Nöbetleşe yapılacağına göre ne zararı var? bugün o, yarın sen!” dediler. Ben sustum ama, içimden sinirlendim. Sami kooperatifte derslere daha çok çalışma zamanı bulacak, ödevlerini rahat yapacak, öğretmenlerin gözünde kazançlı olacak. Böylece ona yetişmemiz zorlaşacak. Böyle düşündüm ama hiç kimseye bir söz söylemedim. Yemekten dönerken İsmet beni bekledi, birlikte döndük. Benim düşündüğümü bana aynen söyledi. ”Ben bunu Fikret Madaralı Öğretmene söyleyeceğim!” dedi. İsmet’e hak verdiğim halde öğretmene söylemesini istemedim. Çünkü kooperatfi kurduran Fikret Madaralı Öğretmen, Sami Akıncı’yı da seçen gene Fikret Öğretmen. Şimdi söylersen sana kızacaktır. Ancak bir süre geçtikten sonra söylersen hiç değilse sana kızmayacaktır. Çünkü o zaman bir çok kimse zaten sızlanmaya başlayacaktır. İsmet beni haklı buldu, ”Bir ay susacağım!” dedi. Okuma saatinde, Sami gelmedi. Arkadaşlar Sami Akıncı’nın boş yerine bakarak sıra arkadaşı Mustafa Saatçı’ya takıldılar. ”Yazık, arkadaşsız kaldın, üzüleceksin!” dediler. Mehmet Yücel yanıtladı “İmam asıl şimdi rahat kaldı. O zaten Sami ile konuşamıyor, Sami asıl onun konuşmalarını engelliyordu. Bu nedenle olaya en çok sevinen İmam’dır!” deyip bir kahkaha attı. Hepimiz gözlerimizi Mustafa Saatçı’ya çevirdik. Biliyorduk ki Mustafa Saatçı bu sözlerin altında kalmayacaktır. Mustafa gülerek”Mehmet Yücel arkadaşımız bazen doğru söz de söyler, işte bu onlardan biri!” dedi sustu. Etüt saatinde Hidayet Öğretmen geldi”Cumartesi akşamı Mavi Yıldırım’ı okumaya başlayalım!” dedi. Rol alan arkadaşlar sevindiler. Sevinenleri görünce Hidayet Öğretmen, ”Siz istekli olunca bu iş daha kolay olacaktır!” diyerek, umutları daha da arttırdı. Öğretmenden sonra hayaller kuruldu. Temsil Lüleburgaz Halkevi salonunda oynanacak. Oradan Kırklareli’ye daha sonra Edirne’ye, Tekirdağ’a gidilecek. Rolü olmayanlar üzülmeye başladılar. Çok. üzülenlere benim rolümü verebileceğimi söyledim. Sevinenler oldu. Piyes boyunca tüm konuşmamın bir cümle olduğuynu söyleyince herkes güldü, benim rolümü kimse alıcı olmadı. Bu şakalardan sonra rolüm tüm arkadaşların ilgisini çekti. ”Hidayet Öğretmen bu rolü neden bana vermiş? ”Böyle düşünenlere gülerek yanıt verdim. ”Hiç rol vermediklerinden beni ayırmak için. Rol almış olanlar öğretmene göre başarı umudu verenlerdir. Onlar arasında olmak bana gurur veriyor. Seçilmiş olarak tatmış olduğum bu gururla yetinip bir başka arkadaşın da onurlanacağını düşünerek her an bırakabileceğimi söyledim!” Arkadaşlar bir süre sustular. Yat kampanası sessizliğimizi bozdu. Yatınca, Hidayet Öğretmeni düşündüm. O beni ya iyi tanımıyor ya da tavırlarımdan hoşlanmıyor. Kendi kendime düşündüm, İlk matematik derslerinde Ahmet Gürsel Öğretmen de beni hiç ciddiye almazdı. Kaç kez doğru söylediklerimin bile üstünde durmamıştı. Bir eşkenar üçgenin kenarlarını uzatarak dışa çizdiği bir büyük ikiz kenar üçgenin benzerliğini kanıtlayana tam numara vereceğim!” dediği halde ben kalkıp ıspatlayınca, notlarıma bakıp, ”Senin notların fena değilmiş!” diyerek not vermediği bile olmuştu. Şimdi ise hiç de öyle değil. Ömer Uzgil Öğretmen de öyle. Alpullu’da bana güvensiz güvensiz bakardı. İzinli giderken bile “Sen büyük bir ağabey olduğun için yalnız gitmene izin veriyorum!” demişti. Şimdi resimlerimi bile alıp değerlendiriyor. Resimlerimin güzel olmadığımı biliyorum. Öğretmen salt beni sevindirmek için böyle yapıyor. Hidayet Öğretmen de bir gün aynı olumlu davranışları gösterecektir. Kendim söyledim kendim sevindim;üstelik söylediklerime sevinip gülümsedim. Gülümseyerek uyuduğum gecelerimden biri oldu, bu gece!. . .
3 Kasım 1939 Cuma
Arif Kalkan nöbetçi. Daha önce anlaşma yapmıştık, nöbetlerimizde bir birimize yardım edecektik. Bu kararımızı uyguluyoruz. Arif’in özel bir uyandırma yöntemi var. Elimden tutup yüzüme doğru çekiyor. Nedense bu hareketle uyanıyorum. Gene aynı numarayı yaptı, uyandım. Birlikte çıktık. Kampanaya vurduktan sonra o geri döndü, ben mutfağa gittim. Öteki üç nöbetçi de geldi, dağıtımı beraber yaptık. Ömer Uzgil Öğretmen denetleme yaptı. Yumurta var. Ömer Uzgil yumurtaları birer birer inceledi. Birkaç tanesini de değiştirtti. Kampana çalınca arkadaşlar genelde kuyruk yürüyüşü yaptılar. Madara Hattında arka arkaya gitmeye “Kuyruk Yürüyüşü adı takıldı. Yağmur kesildi ama, son yağmur şiddetli şiddetli yağdığından çok çamur oldu. Kolay kolay kurumayacağa benziyor. Geliş sırasında en sona kızlarla bayan öğretmen kaldı. Onlar, aralarda yürümek istemiyorlarmış. Öğretmenler de geldi. Öğretmenlerin bir bölümü kalaslı yoldan dolaştılar. Bir bölümü doğrudan okula girdiler. Evli öğretmenler genellikle kahvaltıya katılmıyorlar. Ben bunu bilmiyordum, bu kez de aşçıbaşı söyledi. Arif derse girmeyecek, bu nedenle kahvaltıya oturmadı. Ben, arkadaşlar kalkmadan oturdum. Fikret Madaralı Öğretmen kahvaltıda görülmeyince “Herhalde gelmedi!” diyenler oldu. Aşçı başından az önce duyduğumu bilgiç bilgiç arkadaşlara aktardım”Evli öğretmenler kahvaltılarını evlerinde yaparlar, neden gelip buradaki ılık çayları içsinler? ” Gerçekten de kahvaltıya bu sabah hep bekar öğretmenler geldi. Namık Ergin, Hamdi Bağ, İrfan Evren bir de bayan öğretmen.
Derslikte konu Fizik dersi. Fizik derslerimiz gene boş mu geçecek? Fizik kitabını baştan sona ikinci kez karıştırdım. Sanki bildiğim konularmış gibi geliyor ama yazılanları, özellikle soruları yanıtlamaya gelinde durup kalıyorum Benim bildiğim teraziler, kantarlar burada başka türlü anlatılıyor. 3. saatte Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Düşündüğüm gibi oldu. Öğretmen “Günaydın!” dedikten sonra , ”Bakalım geçtiğimiz konulardan aklımızda neler kalmış? ”diyerek ilk soruyu Hilmi Altınsoy’a sordu. ”Avrupa’da Türk Devletleri. Hilmi birkaç söz söyledi, durdu. Aynı soruyu Yakup Tanrıkulu’ya sordu. Yakup Hun Türklerinden söz etti. Yakup bekleye bekleye konuşurken öğretmen, ”Asya’danAvrupa’ya Hunlar neyle geldiler? ”dedi. Yakup “Atla, at üstünde geldiler!” Öğretmen gülerek, ”Atlar hızlı gidiyormuydu? ”diye sordu. Bu kez Yakup gülümseyerek “Herhalde!” dedi. Öğretmen “O halde sen de biraz hızlı konuş!” dedi. Öğretmen bizim sıraya baktı, bakışından beni kaldıracağını anladım, hazırlandım. Yanılmışım, Halil’e aynı soruyu sen anlat!” dedi Halil bir duraladı. Soruyu ben tekrarladım: Avrupa’da Türk Devletleri !” Halil Hunları anlattı, Attila’dan söz etti, Roma üzerine yürüdüğünü söyledi. ”Zehirlenerek öldürüldü!” dedi. Halil sözünü bitirirken dersimiz bitti. İkinci ders öğretmen yeni konu anlattı. Asya Köktürk İmparatorluğu, kuruluşu, yayılışı, dağılışı, uygarlığı…Ders bitiminde öğretmen çalışmamızı tembihledi. Bundan böyle sözlü notu ile değerlendireceğini söyledi. Yemek süresince konumuz tarih oldu. ”Tarih dersini neden öğrenemiyoruz? ”Ben bir şey söylesem kesinlikle karşı bir yanıt verilecektir. Sonunda ben üzüleceğim. Bu nedenle gülüp geçtim, karışmadım. Sonunda yeteri kadar okumadıklarını öne sürdüler. Konuşsaydım, ben de bunu söyleyecektim. Fizik kitabını iki kez baştan sona hiç değilse karıştırdım. Konuştuğum arkadaşlardan merak edip açıp bakan bile yok. ”Coğrafya kitabı verilmedi!” diyen var. Sanki verilen kitaplar okunmuş gibi!” Yemek konuşmalarında bizim masada bana en çok Hilmi Altınsoy karşı oluyor. Bunu aklımdan geçirirken nasıl bir rastlantıysa bu kez Hilmi Altınsoy bana sordu: ”Abi sen beni derslikte buradaki kadar azarlamıyorsun, neden? ”diye sordu. Benden önce Hasan Üner yanıt verdi: ”Onu bilmeyecek ne var? sen derslikte buradaki kadar karşı olmıyorsun da ondan!” Hilmi Altınsoy’un kendine özgü konuşması var: Hasan’a bakarak “Vallah de!” dedi. Hepimiz güldük. ”Sen Kadı mısın? Senin önünde neden yemin edelim? ”Arkasından da “Aynaroz Kadısı Hilmi Altınsoy!” sözleri edilerek masadan kalkıldı.
Kampana vurulunca atölyede toplandık. İrfan Öğretmen dört arkadaş alıp elektrik santralına gitti. ”Nasıl gidecekler? ” Onların derdine düştüm. Asfalttan dolanıyorlarmış. Oradan daha topraklı bir damar varmış, daha az çamur oluyormuş ya da çabuk kuruyormuş. Hasan Üner de gitti, ona üzüldüm. Tuvalet camları için camcı gelmiş, Hamdi Öğretmen üç arkadaşla cam takmaya gitti. Ben, Recep Kocaman, Hüseyin Orhan Naci Öğretmenle atölyede kaldık. Kitaplık rafı yapıyoruz. . Üst koridorda kitaplık oluşturulacakmış. Arkadaşlar ölçü almaya gitti. Ben öğretmenle tahta ayırırken bir iki yutkunduktan sonra Naci Öğretmene sordum”Serbest çalışma saatinde atölyede çalışabilir miyim? ”Ne olduğunu sormadan öğretmen “Hayır olamaz!” sözünü yapıştırdı. Beklemediğim bir yanıt olduğundan hem utandım hem de üzüldüm. Öğretmen durdu, baktı”Paydostan sonra atölyede ne yapacaksın? ”diye sordu. Mandolin çalışacağımı söyleyince, öğretmen güldü, ”Öyle söylesen ya, ben de atölyede kalıp birşeyler yapmak istediğini anladım. Atölyede alet kullanmak, bir iş yapmak her zaman riskli bir durum. Biz bundan sorumluyuz. Mandolin çalışman için kaç saat kalacaksın? ”Yarım saat!” Öğretmen güldü, ”Oldu gitti, seni ben nöbetçi yaparım, ortalığı toplar, çıkınca da kapıyı kilitler çıkarsın. Çalışma saatinden önce de gelir açarsın, olur biter gider!” Çok sevindim. Arkadaşlar pencere aralarını ölçüp geldi. Kapaksız dolap ya da kitaplık rafı yapmaya başladık. 120x200 en-boy 40 cm derinlik beş kapaksız dolap. Ben kestim arkadaşlar rendeleyip planyadan geçirdiler. Recep çizdi, Orhan geçmelikleri hazırladı. Pazartesi günü bitirecek şekilde hazırlıklarımızı tamamladık. Santrala giden arkadaşlar gelmedi. Hamdi Öğretmen gelince Naci Öğretmen arkadaşların duyabileceği bir sesle Hamdi Öğretmene “Ben İbrahim’i ay sonuna dek atölye nöbetçisi olarak görevlendirdim. Atölyeyi derleyip toparlayacak, bir sonraki güne hazırlayarak kapıyı kilitleyip çıkacak. Bu yöntem tutarsa gelecek aylarda da sürdürürüz. İbrahim bunda başarılı olursa ki olacağına inanıyorum, hep böyle devam ederiz!” Hamdi öğretmen “Hayhay, siz öyle dedinizse ben demişimdir onu, İrfan demiştir onu. Bu işin 66 ile başlaması ayrıca bir başarıdır!” Onlar gittiler. Ben ortalığı topladım. Aslında kalırsam nasıl bir çalışma yapabilirim, gibilerde kendimi denedim. Sert soğukların dışında çalışacağımı anladım, sevindim. Santrala gidenler geldi, aletleri bıraktılar, kapıyı kilitleyip çıktım. Nedense buna çok sevindim. Dersliğe gidince durumu İdris’e anlattım. İdris önce benim adıma sevindi giderek beni kıskanmaya başladı. Hemen ben de gelirim!” dedi. Bizim grupta olmadığını, öğretmenlerin bundan hoşlanmayacağını anlattım. Bu kez marangozluk bölümüne geçeceğini söyledi. Değişmek için duyuru yapılmış 15 kasım tarihi sınır gösterilmişti. İçimden sinirlenmekle birlikte karşı durmadım, işi oluruna bıraktım. İdris bu kez, her gün serbest çalışma saatinde ondaki mandolinle çalışmamı önerdi. Tel koparırsam ben alacağım. Sözleştik. Cumartesi-pazar günleri İdris okulda olunca mandolini almayacağım. Çok sevinçliyim. Sanki mandolini almış, çalışmış birşeyler başarmış gibi gururlanmaya başladım. Hemen, geçen yıl tuttuğum müzik defterimi çıkardım. Geçen yıl müzik derslerimize gelen Adem Gürçağlayan öğretmenin yazdırdığı notlara baktım . Söylettiği, Efem, El Gibi Dolaşma Anadolu’nda, Yaslı Gittim Şen Geldim şarkılarını, Biz Kimleriz, Gençlik Marşı, İstiklal Marşı, Onuncu Yıl marşlarını gözden geçirdim. Ayrıca yarım da olsa bildiğimi sandığım, Eminem, Cemilem, Kız Pınar Başında Yatmış Uyumuş, Ayşem türkülerinin aklımdan geçirdim. Mandolini almışım, çalışmışım bir ölçüde başarmışım gibi gururlanarak otururken yat kampanası vurunca yatağıma uzandım. ”İstediklerim yerine geldikçe başarmak benim görevim!” deyip gözlerimi yumdum.
4 Kasım 1939 Cumartesi
Kampana sesinden uyandım. Uyanınca gördüğüm rüyaları anımsadım. Bana göre güzel rüyalardı. Ya da ben kendime göre yorumladım. Başını sonunu anımsayamadım ama Vahit Dede bandosuyla bizim okula gelmiş. Gelmiş ama bando öyle duruyor. Ses mes çıkmıyor. Arkadaşlar soruyor, ”Hani bando çalıyordu? Mahcup oluyorum. Rüyada mahcup oluyorum ama müzikli bir rüya olduğu için bunu hayra yoruyorum. Öteki de gene müzikle ilgili. Hasan Amcam bana nota getirmiş. ”Bunlar klarnet için değil, bunları sen al!” diyor. Yığınla nota alıyorum ama notalar birden kayboluyor. Bunları düşündüm kendimce yorumlayarak yatağımı düzeltip çıktım. Amcamın gerçekten yığınla notası var, bana verir mi? Bunun doğru yanıtını bilemiyorum. Kahvaltıda Hidayet Öğretmen bizim arkamıza düşen masada oturdu. Arkadaşlarla konuşmalarını dinledik. Yeni Beden Eğitimi Öğretmeni gelecekmiş. Arkadaşlar “Bugün Beden Eğitimi dersi var!” dediler. Öğretmen, ”Bugün geleceğini sanmıyorum, öğretmen, Yeni atama değil, eşi Lüleburgaz’da görevli olduğu için çalıştığı yerden ayrılıp eşinin yanına gelmiş. Müdür Beyin çağrısına uyarak haftada bir gün bizim öğretmenimiz olacak!” Okulumuzda bayan öğretmenler ikileşti. Ben bayan öğretmen derslerinde hiç bulunmadım. Ancak 4. 5. sınıflarda Münevver Öğretmenin yönettiği temsillerde, öteki çalışmalarda bulundum. Bayan Öğretmeneler hep Münevver öğretmen gibiyse derslerin daha güzel geçeceğini söyleyebilirim. Mehmet Yücel ortaokulda okuduğu için daha iyi biliyor. Ben öyle söyleyince”Sen öyle bil, kimi bayan öğretmenle, erkeklerden çok daha sert davranırlar, daha kıt not verirler!” dedi. Biz konuşurken Ömer Uzgil Öğretmen geldi. Kısa bir konuşma yaptı. Gelen giden öğretmenden söz etmedi. Yarım işlerin bir an önce tamamlanması için çalışmamızın zorunlu olduğunu söyledi. Bu konuşma üzerine öğleye dek atölyelerde çalıştık. Duvarcı arkadaşların bir bölümü Nazmi Aybar Öğretmenle elektrik işlerinde çalışacak, bir bölümü de tuvalet kanallarını açacaklar. Bizim kitaplık dolaplarımız yarım kalmıştı, onları tamamlayacağız. Beş dolabı ikişer kişi olarak bölüştük. Tören kampanasından önce tamamlayıp alt salona taşıdık. Ömer Uzgil Öğretmen merdivenlerde duruyordu. Yanından geçerken bana, ”Bayrağı benim odamdan al!” dedi. Bayrağı alıp indim. Arkadaşlar hazırlandılar. Hidayet Öğretmen komut verdi, bayrağı göndere çektik. Törenden sonra İdris’le beraber atölyeye gittik. İdris mandolin tutmayı, mızrap vurmayı iyi öğrenenlerden biri. Dikkatle izledim. Kendim kullanmamıştım ama Abbas amcam çalarken bağlama üstündeki ellerini çok gözlemiştim. Bunların yararı olacağı inancıyla büyük bir güven içindeyim. İdris kısa bir açıklama yaptı, Bir süre çalıştık. Sanırım benim iyice acemi tıngırtımdan çabuk sıkıldı”Gene gelirim!” diyerek gitti. Mandolini elime alınca, İdris’in anlattıklarından çok Abbas amcamı anımsayıp, tellere vurdum. Rastgele yerlere, sol parmaklarımla basarak sesler çıkarttım. Bir süre sonra tek tek vurarak gam sıralamasını bulur gibi oldum. Tek tek sesleri seçmeye başladım. Sol parmaklarım acıyıncaya dek çalıştım. İdris’in gelmeyeceğini anlayınca, atölyeyi kilitleyip ayrıldım. İlk günüm bence çok iyi geçti. Mandolin çalışanlar için ayrı yer gösterilmediğinden çocuklar buldukları bir köşede çalışmalarını sürdürüyorlar. Bizim dolapların yanına oturmuş iki küçük gördüm, yanlarına gittim. Çocuklar Hidayet Öğretmenin sınıfından, öğretmen onlara ara sıra gösteriyormuş. Onlardan nota sıralamasını öğrendim. Nota bilmediği için onların da başka zorlukları var. Benim amacım, mandolin üstündeki tel sıralamalarının ip uçlarını öğrenmek. Çocuklardan istediğim bilgileri aldım, sanıyorum. Do majör gamının yerini iyi saptadım. Majör gam kuralını bildiğim için do gamı alanını öğrenince ötekiler için hiç bir sıkıntım olmayacaktır. Uzun zamandır hayal ettiğim mandolin çalışmayı, ilk günde çözmenin sevincini duydum. Bundan sonra salt ellerimi kullanmak için çalışacağım. Müzik defterimin bir sayfasına Mandolin perdelerini çizdim. Nota aralıklarını gösterdim. Sıra arkadaşım Halil, baktı, sordu “Ne yapıyorsun? ”Anlattım . Güldü . ”İşi hep zor tarafından tutuyorsun!” dedi. Bu kez de ben güldüm, ”Sonunda başarılı oluyor muyum? sen ona bak!” dedim. Yemekten sonra, Hidayet Öğretmen geldi. Mavi Yıldırım temsil çalışmaları için açıklamalar yaptı. Kurallar koydu. Eski çalışmalarından örnekler verdi. Herkes kendi rolünü yazacak, önce düzgün okuyacak . Bir iki provadan sonra da ezberlenmiş olarak rol çalışmalarına başlanacak. Bu arada mandolinlerden söz açıldı. Mandolin işini kendisi üstlenemediğini, er geç bir müzik öğretmeni geleceğini. Ancak ondan sonra yararlı çalışmalar yapılabileceğini tekraraldı. ”Ben kendi sınıfımla ilgileniyorum. Onlarla akşam sabah beraberim. Ancak sizinle ilgilenmem için bir yakın bağ yok!” dedi. Ben mandolini İdris’e vermiştim. İdris mandolini sıra üstünde bırakmış. Öğretmen gördü, istedi. Alıp götürecek diye ödüp koptu. Oysa öğretmen mandolini aldı, seslerini tınlattı. Çalmaya başladı. Arada durup açıklamalar yaptı. ”Yeni başlayanlar, tek tek tellere vurmalı, parça çalmaktan çok cesurca mızrap vurup doğru ses çıkarmayı öğrenmelidir!” dedi. Daha önce de çalmıştı, gene o parçayı çalınca, parçanın adını sordum. ”Kafkas Oyun Havası , Kazaska!” dedi. Kazaska, adı da sesi gibi ilgimi çekti. ”İlk öğreneceğim parçalardan biri olacak ! ” diye içimden geçirdim. Yatınca kazaskayı duyar gibi oldum. Kimi zaman mandolini elime alsam hemen çalacakmışım gidi duygulara kapıldım. Kafamın içinde kazaska çalarken uyuduğumu sanıyorum.
5 Kasım 1939 Pazar
Konuşmalardan uyandım. Konuşanlar Hidayet Öğretmenden söz ediyorlar. Birisi ikide bir “Tiiiiinnnn tan tan tini tini tan tan, tan-tan, tan-tan tini tini tan-tan” diyor. Sesler değilse bile bütününde bir benzerlik oluyor. Baktım, tin tan yapan Aptullah Erçetin. ”Ne söylüyorsun? ”diye sordum, gülerek “Ağızımla Kazaska çalıyorum !” dedi. Güldüm. Aptullah Erçetin”Bu oyunun müziğini çok sevdim! ”dedi. Bu aslında bir oyunmuş, okullarda da oynanıyormuş. Onların köyünde yapılan bir gösteride iki asker oynamış. ”Diz çöküp çöküp zıplıyorlardı!” dedi. Hava güneşli. Hepimiz seviniyoruz. Yerlerin kuruması hepimizin beklediği en önemli olay. Bugün banyo günümüz, geçen haftayı atlattık. Hamamcı Osman Amca, öğrenci sayısı artınca sınır koymuş, 15 günde bir gelmemizi söylemiş. Koskoca Lüleburgaz’da tek hamam oymuş. Hamama gidilecekse gidiş saatini bekliyoruz. Almanca çalışıyorum. Kitaptan Stück Zwei(Lesestück)-Nasreddin Hoca und der neue Diener . Parçayı geneliyle çevirdim ama altındaki Ratsel zor geldi. Ein Mülhstein schwimmt suf dem Wasser, drei Manner sitzen darauf…Su ustünde bir değirmen taşı, üstünde üç adam oturuyor. Öteki sözcükleri bulamadım. Nöbetçi arkadaşımız Hüsnü Yalçın hamam saatini duyurdu saat 14/16 arası gidip geklinecekmiş. İdris’e sordum, mandolini alabileceğimi söyledi. Mandolini alıp atölyeye gittim. Yemek kampanası vurana dek durmadan çalıştım. Tek tek vurarak gam yaptım. 2, 3. parmaklarımla temiz sesler çıkarmaya başladım. Nedense birinci parmağımı rahat kullanamıyorum. Yemek kampanası çalınca çıkıp dersliğe gittim. Mandolini getirip götürürken gömleğime sarıyorum. Atölyede çalıştığım görülürse başkaları da gelir, korkusuyla saklıyorum. Saati gelince gene kamyonla hamama gittik. Osman Amca benim bildiğim, Tüm Hamitamatlıların bu numara ile çağırdığı “9 Mehmet”in babası benimle ilgilendi, rahat olup olmadığımı sordu. Bu ilgi kimi arkadaşların gözünden kaçmamış, o gidince sordular, ”Kadir’le aynı köyden olmasına karşın ona sormaması, sana daha yakınlık göstermesi neden? ”dediler. Ben bunu babamın, ağabeylerimin Osman Amcanın iyi tanıdık olmalarına yordum. Ayrıca 9 Mehmet benim dönemimde okula başladı, 9 Mehmet oluşunun o yıllarda yaygınlaşmasına bağladım. Mehmet, küçücük boyuna karşın güreşen, dövüşen, her olaya adı karışan bir çocuktu. Özellikle kafasını kullanır, çekinmeden en sert cisimlere vururdu. Salt bu kafa vuruşları nedeniyle herkesi şaşırtırdı. Sonunda numarasıyla anılmaya başladı. Bence bir başka nedeni de vardı. Benim bildiğim o dönemde okulda pek çok Mehmet adlı öğrenci vardı. O zaman soyadı olmadığı için öğrenci numaraları ayırdedici olarak kullanılıyordu. Örneğin 80 Mehmet (Malik Mehmet) 81 Mehmet (Kara Mehmet) 104 Mehmet (Zihnilerin Mehmet) Osman amcanın Mehmet’i de böyle bir ortamda 9 Mehmet olarak ünlendi, okuldan sonra da öyle anılır oldu. İşin ilginç yanı şimdilerde bizim köyde bile Osman Amca 9 Mehmet’in babası olarak tanıtılır. Kadir nedense bu konuda konuşmadı. Tenteli kamyonla gelip gidince rahat oluyoruz. Hem üşümüyoruz hem de yollarda görünmekten gocunmuyoruz. Törenden önce okula döndük. Tören canlı oldu. Yeni gelenlerle oldukça kalabalıklaşan tören benim de daha dikkatli olmamı gerektiriyor. Yan gözle bakıyorum;bizim sınıfın dışındakiler hep bana bakıyorlar. Rahat komutundan sonra kısa bir konuşma yapan Ömer Uzgil Öğretmen, Beden Eğitimi, Askerlik öğremenlerinin geleceğini muştuladı. Dersliğe dönünce arkadaşlar şakalaşmaya başladılar. ”Oh be, askerlik dersleri başlayınca atölyelere gönderilmeyeceğiz. Cumartesi günleri de Beden Eğitimi dersi bizi çalışmaktan kurtulacağız. Böylece sabahları atölyelerden kurtulacağız!” diyenler oldu. Gerçekten hangi gün dört ders boş olduysa o günler hep atölyelere yollanmıştık. Türkçe dersi ödevi olarak üç şiir verilmişti. Bunlardan birini ezberleyeceğiz, ötekilerini ise doğru okuyup açıklayacağız. Necmettin Halil Onan-Bir Yolcuya, Yahya Kemal Beyatlı-Akıncı, Kemalettin Kamu-İzmir Yollarında. Bir Yolcuya şiirini ezberlemeye ayırdım. Üçü de çok güzel ama üçünü de ezberlemem oldukça zaman alacaktır. Şiirde geçen sakıt yığın, sessiz, konuşmayan anlamına geliyormuş. Nercmettin Halil Onan. Şair hakkında bilgim yok, bulup yazacağım. Herkes Askerlik Dersi öğretmeninden söz ediyor . ”Asker giysileriyle mi gelecek yoksa sivil mi giyecek? Mehmet Yücel’e göre asker giysileriyle gelecekmiş. Ben Askerlik öğretmeninden çok Beden Eğitimine gelecek bayan öğretmeni merak ediyorum. Bir subay eşiymiş. Eşi nereye giderse o da oraya gidiyor. Şimdi Lüleburgaz’da, gelecek yıl belki de Edirne’de olacaklar. Konuşanlardan ayrılıp Almanca kitabımı açtım. Nasreddin Hoca komşuları Hasan’la Ahmet’le konuşuyor. Bir Nasrettin hoca fıkrasını da ben Almanca’ya çevireceğim. Halil Basutçu “Bir de onu yap bakalım!” dedi. Bu söz biraz alayımsı oldu galiba ama aldırmadım. Yat kampanası vurunca içim rahat olarak yattım.
6 Kasım 1939 Pazartesi
79 Ahmet Güner nöbetçi. Nöbetler yarın gene baştan başlayacak. Ahmet Güner, güleç yüzle “Günaydın Arkadaşlar!” diye tekrarladı. Ahmet Güner’e takılanlar oldu”Kalkmasak olmaz mı? ”Ahmet “Ne bileyim ben? isterseniz yatın, ben görevimi yaptım!” dedi. Kapıya giderken Hidayet Öğretmen Ahmet’i durdurdu” Nöbetçi, kaçma kaçma!” Onlar senden kaçmanı değil, tutup zorla kaldırmanı bekliyorlar. Analarının kuzuları, senin şefkatine gereksinim duyuyorlar. Tüm yaptıkları, azıcık naz. Bırakıp gidersen gücenirler. Tut, birer birer yataklarından indir! ”deyince herkes yatağından atladı. Kahvaltıya girerken öğretmenler geldiler. Gözlerimiz yeni gelecek öğretmenleri arıyor. ”Gelenler arasında subay yok!” diyenler olunca, Mehmet Yücel açıklama yaptı. Askerlik dersi sadece bizim sınıfa var, o da yarın, subay bugün neden gelsin? Türkçe derine öğretmenimiz Fikret Madaralı Öğretmen gülerek geldi. Çamurlu yollardan yakınıyoruz ama, Lüleburgazlılardan buranın toprağı üstüne yeni bilgiler aldım, çok bereketli bir toprakmış. Sulama olayı gerçekleştirilirse bol ürün alınabilirmiş. Bu nedenle sabredelim, yakın zamanda bu toprağın bol nimetlerinden yararlanacağız!” dedi. Önceki derslerde verdiği üç şiiri sordu. 20 arkadaşımız İzmir Yollarında şiirini ezberlemek üzere seçmiş. Öğretmen güldü, ”Bu demektir ki;20 kez ağlayacağız!” . Şiirleri sesli, okuduk. Benim okumamı beğenmedi. Benim şiirimi bir de Halil’e okuttu, onu beğendi, bana”Bak, arkadaşın daha duyarlı daha candan okuyor, şiir olarak değil, düz yazı gibi oku!” dedi. Bir kez de kendisi okudu. Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirini okuyanları da beğenmedi. ”Bu şiirin bir başka özelliği vardır, bu nedenle zor okunur, biraz fazla okununca bu kusur ortadan kalkacaktır!” dedi. Türkçe dersimiz çok güzel geçti. Almanca dersimizde Nasreddin Hoca üzerinde durduk. Öğretmen Nasreddin Hoca üstüne öyküler söyledi. Hepimize birer Nasreddin Hoca fıkrası anlattırdı. Çok bildiğimi sandığım halde istenince bir fıkra anımsayamadım, utandım. Arkadaşlar anımsattılar, sıkılarak anlatıp kurtuldum. Parçanın altındaki bilmeceyi çevirdim. Azıcık eksik olmasına karşın öğretmen beğendi. ”Dil çevirilerinde hatalar hep olur!” diyerek öğretmen, beni hoş gördüğünü belirtti. Yemekte konuşma konumuz Almanca oldu. Hilmi Altınsoy, geçen yıl yabancı dil seçiminde Müdür Beyin söylediklerini anımsattı. ”Almanca en kolayı, Almanca seçin!” dedi deyince herkes karşı durdu. Yusuf Asıl: ”Hadi oradan yalancı!” deyince Hilmi sinirlendi. Olayı bir de biz anlattık. Sonunda Hilmi, geri dönüş yaptı: ”Benim aklımda yanlış kalmış!” . Bu kez de Halil Basutçu Hilmi’ye : ”Almanca dersinde başarısızlığının nedeni belli oldu, sen daha baştan anlamamışsın!” deyince Hilmi Altınsoy “Benim bu masada yerim yok, siz hepiniz bana karşısınız!” diyerek kalktı. Hiç kimsenin kıpırdamadığını görünce bu kez: ”Sahi mi sandınız? hepiniz gitse ben gene yerimde otururum!” deyip gülerek oturdu. Hasan Üner yavaş bir sesle Yalancı şarkısına başladı. “Yalancı, yalancı, sana kimse inanmaz!”….
Atöylede toplanınca Hamdi Bağ Öğretmen beş arkadaşın daha bize katılacağını söyledi. ”Zaten gönülden bir ayrılığımız yok, amacımız, hep beraber kendi işlerimizi görmektir, Bu ayrılmalar simgesel ayrılmalardır. Hepsinden azar azar öğrenip kendi işlerimizi görecek yeteneklerimizi geliştirmeliyiz!” diyerek olayların doğallığını bilmemizi istedi. İdris, Abtullah, Yakup, Ali Güleren’le Ali Önol bize katıldılar. Bu arada yapıldığı daha önce duyurulan okul tabelası geldi, balkona boydan boya takıldı. Trakya Köy Öğretmen Okulu. Balkon boydan boya yazı. Lüleburgaz pazarından dönerken Kamber Amcam uğradı. Geçen hafta bıraktığım çamaşırlarımı getirdi. ”Önümüzdeki pazar günü, İsmet’le ikimizi de bekliyeceğini söyledi. ”Gece kalmak isterseniz girip izin alayım!” dedi. Kamber Amcamın daha önce konuşması üzerine Okul Müdürümüz”Sen istediğinde izinli sayacağız, yatılı okullarda böyle bir gelenek vardır!” demiş. Ben bu kez temsil çalışmasını düşünerek, kalmayı istemediğimi belirttim. Ayrıldık. Serbest çalışma saatinde İdris’le birlikte atölyeye gittik. Önce İdris 10 dakika kadar çalıştı, sorduklarıma yanıt verdi ayrıldı. Ben kampana çalanadek çalıştım. Üç parmağımı da kullanmaya başladım. Mızrabı tek tek vurmaya devam ediyorum. Ancak isteyerek çalışmamdan bu işi başaracağımı iyice anlamaya başladım. Etüt saatinde Askerlik kitabını açtım. Çok kolay gibi geliyorsa da çok karışık bir anlatımı var. Açıkçası anlatılanları anlayamıyorum. Tüm arkadaşlar Askerlik Dersleri kitabını açmış. Ancak kitap okumaktan çok konuşuyorlar. Kitaba bakıp”Çok kolay!” diyenler de var ama, okusalar böyle demeyecekler!” diye düşünüyorum. Kaygısız, rahat duygular içinde yattım. Tam bir yıl önce bugün Edirne’ye gitme telaşı içinde çabalıyordum. 6 Kasım günü, köy geleneğine göre delikanlılar, Harman sonu Deve gezdirme oyunu oynamışlar, topladıkları tahılları satıp Helva günü yapmışlardı. Ben o zaman onlardan biriydim. Onlar yerlerinde kaldılar , ben bir cesaretle Edirne’ye gittim. Hiç ummadığım olaylarla karşılaştım, çevremdekilere bakarak onlara uymaya çalıştım. Onlara uyduğum gibi, öğretmenlerimin de beğenisini kazandım.Daha bir yıl geçti ama sanki yıllardır buradaymışım gibiyim. Köyü düşününce burası değil orası bana yabancı olmaya başladı. Oralarda sevdiğim insanlar olmasa, fazla olarak özlemeyeceğimi düşünmeye başladım. 6 Kasım bizde kışın başlangıcıdır, 6 Mayıs da yazın. Şimdi köyde herkes rahatça”Kış girdi!” der. Düşüncelerinde köyle Kepirtepe arasında gidip gelirken uyuduğumu sanıyorum.
7 Kasım 1939 Salı
4 Mehmet Aygün nöbetçi. Bugün Askerlik dersi var, ondan olacak”Nöbetçi”Silah başı, silah omuza!” diye bağırıyor. ”İndir şu silahını!” diyenler oldu. Silah mı, tüfek mi tartışması çıktı. Sonuçta herkes kalktı. Bu kez Hamdi Bağ Öğretmen geldi, ”Siz nelerden nelerden söz ediyorsunuz, nerden dilinize düştü bu silah, tüfek sözleri? ”diye sorarak yaklaştı. Arkadaşlar, Askerlik dersine başlayacağız, ondan!” deyince öğretmen gülerek”Ben de sıkıldınız da savaşa gitmeye karar verdiniz her halde diye düşünmüştüm!” dedi. Öğretmen aralara göz atıp çıktı. Kahvaltıda Askerlik Dersi öğretmeninin gözledik. Yok. ”Gelecek mi, gelmeyecek mi? ”Tabiat Bilgisi dersimiz boş, rahatlık içinde dururken Tarım Öğretmenimiz Salih Ziya Büyükaksoy elinde kitaplarla geldi “Günaydın!” dedi. Biraz şaşkın durduk galiba öğretmen, ”Şaşırmakta haklısınız ama, ben şaşmadım, dersleriniz boş geçiyormuş. Ben yıllarca Tabiat Bilgisi okuttum. Okul Müdürümüz rica edince “Hayır!” diyemedim. Ders öğretmeniniz gelinceye dek bu dersi ben okutacağım!” Durum anlaşıldı. Kitapları açtık. Öğretmen, ”Kitabınızı inceledim, umarım siz de incelemişsinizdir, bu yıl konumuz canlılardan Kuşlar. Kuşlar bizim tarımın da konusudur. Ancak tarımdaki kuşlar, faydalısı zararlısı olarak ele alınır. Burada böyle bir ayırım yapılmadan bilimsel olarak incelenmektedir. Kargayı bahçelere zarar veriyor diyerek itekleyip, gelsin hacı leylek ya da şakısın bülbül demiyeceğiz. İkisi de birer canlıdır, deyip özelliklerini öğreneceğiz. Bundan sonra öğretmen, ders çalışmalarımız, sınavlar, ödevler üstüne açıklamalarda bulundu. 2. Dersimize sorularla başladı. ”Kuş deyince ilk aklınıza gelenleri sıralayın!” dedikten sonra hepimize sordu. Önce: “Bildiğiniz kuşların sayısını söyleyin!” deyince, çoğumuz 20-30-40 kuştan söz etti. Öğretmen güldü. Arkasında da “Say!” deyince gönüllü kalkanlar 5’i, 6’yı geçemedi. Karga, kartal, leylek, kırlangıç, serçe deyip sustular. . Gerçekte hepimizin en az 20 kuşu tanıdığı kesindi. Öğretmen ansızın bana döndü”Nerde senin o güzel güvercinlerin, arkadaşlarına anlatmadın mı? Bak hiç birisi güvercin, demedi!” diyerek bana takıldı. Ben, fırsat bilip, Turna, toy, balıkçıl, keklik, çil kuşlarını ekledim. Arkadan, kanarya, bülbül, saka , üveyik, şahin, kerkenes, sığırcık, karabatak, martı adları eklendi. Öğretmen “Elbette, elbette!” diyerek, ”Hepiniz köylü çocuğusunuz, kırdan geliyorsunuz. Bunları hep biliyorsunuz ama, işi ciddiye alıp belleğinizi zorlamadığınız için üç dört sayısıyla savuşturma yolunu tutuyorsunuz!” deyip, köylü taklidi yaptı. ”Adamla yolda karşılaşınca selam verip yol sorarsın, selamını alır, arkasından “Hı? diyerek soruyu bir daha tekrarlatır. Sen doğru dürüst bir yanıt beklerken, o, ”İşte!” diye bir yanı gösterir. Gösterdiği yan geniş bir alandır. Bir daha sorarsın. ”O gene heeee!” deyip geçer gider. O kendi kafasına göre doğruyu söylemiştir ama, karşısındaki o işt-pışt sözlerden hiçbir şey anlamamıştır. İşte sizin kazanacağınız fark bu olacaktır. İnsanlardan her zaman “Leb demeden leblebiyi anlamasını beklemeyeceksin. Leblebiyi bir güzel anlatacaksın . Bakın size güzel bir örnek. Hepiniz leblebiyi bilirsiniz. Peki leb, nedir hiç sordunuz mu bu güne dek? Sorsaydınız da doğru yanıt alamayacaktınız. Çok eski zamanlarda insanlar(Eliyle dudağını göstererek) dudağa leb diyormuş. Bu söz o zamanlardan kalmış. Şimdi “Dudak deyince leblebiyi anlayacaksın!” denmediğinden, eski söz söylenip duruyor. Sizin anlayacağınız, leblebinin Türkçe anlamı da “Dudaklık!” . . Buna benzer bir çok örnek, insanların ne denli ilgisiz davrandığını kanıtlar. Sizin araştırıcı, sorucu kısacası körü körüne yaşayan türden insanlar olmamanızı istiyoruz. Bunu sizlerden sahiden bekliyoruz. !” Öğretmen, sahiden bir şey ister, bir ricada bulunur gibi konuşarak bizi uyardı. Ders bitiminde ödev olarak, yakın çevremizdeki sürekli yaşayan kuşları, gördüğümüz gelip geçici kuşları, bir de adlarını duyduğumuz kuşların listelerini defterlerimize yazmamız istedi . Öğretmen ayrılınca heyecanla beklediğimiz Askerlik dersine hazırlandık. Ne yapacağımızı bilmiyoruz ama değişik bir durum olacağını sezer gibiyiz. Ya da ben öyle algılıyorum. Kapı birden açıldı, bir subay sert bir bakışla içeri girdi, başını sertçe yukarı kaldırıp “Günaydın!” dedi. Günaydın sertliğine karşın yumuşacık bir “Sağol!” çıkdı. Gene sert bir ses”Daha sert!” diye bağırmış. Ben anlayamadım, oturmak için kıpırdayınca bu kez bana “Sallanma!” diye çıkıştı. Arkadaşlardan gülenler olunca bu kez de onlara döndü, bağırdı. Hiç alışmadığımız bir durum doğdu. Sonunda yerimize oturmamızı söyledi. Başka derslerde ne yapacağımızı anlattı. Bunlar olmazsa bizi cendereden geçirirce sıkacağını, daha da olmazsa askerde yedeksubay hakkımızı elimizden aldırabileceğini ekledi. Öğretmen masasının yanında dimdik durdu, asker disiplininden söz açtı. Askerlik Derslerine önem vermeyen serserilerden, askerle askerlikle ilişkisi olmayan insanlardan söz etti. Birden ailelerinizde askerle ilgili kimseler var mı? ” diye sordu. Hekes susmuş durumda ben parmak kaldırdım. Kaşlarını çatarak bana baktı. Tam bu sıra adaşım İbrahim Ertur parmak kaldırdı. Ona baktı, ”Söyle!” dedi. İbrahim, ağabeyim harp okulu yeni bitirdi, Ankara’da subay olarak çalışıyor!” dedi. Azıcık gülümser gibi baktı, oturmasını söyledi. Bana döndü, eliyle işaret ederek “Konuş!” dedi. İki ağabeyimin de ikinci kez askere alındığını, biri Edirne, diğeri Kırklareli , derken sözümü kestirdi. Onları sormuyorum, öyle herkes asker olur!” dedi. Birden öfkeye tutuldum. ”İki ağabeyim evinden alınıp kışlalara ya da kırlara götürülmüş , savaş olacak deniyor , insanlar helalleşip ayrılıyor. Yaşlı anneler, babalar çocuklarını yurt için gönderiyor. Buna karşın adam gelmiş soru soruyor, ”Ailenizden askerlikle ilişkisi olan var mı? ”diyor. Ben, iki ağabeyimi birden askere aldıkları için, biraz da övünç duyarak söylüyorum, adam dudak bükerek”Otur!diyor. 1. ders bitince ökçelerini bir birine vurarak sağa sola dönüp çıktı. Halil çok sinirlendiğimi gördü, beni yatıştırmaya çalıştı. Birşey yapacak durumda değilim ama içimden bir ses, burada daha bir çok öğretmen var onların hepsi bir kenara itilerek bir subayın istediklerine uyulur mu? Eğer uyulacaksa ben böyle bir topluluktan ne beklemeliyim? Beklersem aptallık etmiş olurum!” Arkadaşlar etrafıma toplandılar, teselli etmek için diller döktüler. Ama hepsi beni haklı buldular. Kapı gene “Pat!” diye açıldı. Binbaşı içeri girdi, ökçelerini “Pat, put vurarak sağa, sola dönüp tam karşımızda durdu. ”Kendimi tanıtayım!” diyerek söze başladı. Daha önce de Askerlik Dersleri kitaplarımızı çıkartıp sıraların üstüne koydurmuştu. Kitap önümde, kitabın yazarı Binbaşı Yaşar Cindoruk. Gözüm bu yazıya ilişti . Öğretmen binbaşı, yazar da binbaşı, acaba bu yazar bu binbaşı olabilir mi? şeklinde düşünürken bir an konuşan binbaşının dediklerinden koptum. Kendimi topladığım zaman karşımdaki, ”Rütbem binbaşı, adım, Yaşar, Soyadım!” deyince ben, kendimi tutamadım, ”Cindoruk!” deyiverdim. Birden başım döndü, gelip dövmeye kalkarsa ne yapacağımı düşünürken, bir süre susan binbaşı bana “Cindoruk olduğunu nereden bildin? ”diye sordu. ”Kitapta öyle yazıyor!” dedim. Gayet sakin. Bütün Yaşar’ların Cindoruk olduğunu mu söylemek istiyorsun? ”dedi. Ben, hiç çekinmeden, Burada iki Yaşar var, bir de Cindoruk. Bu Cindoruk’un hangisine ait olduğunu bulmaya çalışıyorum. Bir an durdu”Sen açıkgöz birşeysin ama biraz sabırsızsın. Az beklesen, hepsini öğreneceksin. Arkadaşlara dönerek, sizin nazınızı çeken öğretmenleriniz olabilir. Bilin ki biz askerler disiplinli insanlarız, disiplinli insanları severiz. Laubalilik bizim düşmanımızdır. Laübali insanları daima düşman biliriz. onlardan öcümüzü almadan duramayız!” Bana döndü, ”Sen bunları biliyor musun? diye sordu. Birden cesaretlendim: ”Hepsi böyle değilmiş, Atatürk, savaş bitince Yunan kralını affetmiş, Rus kralı Osman Paşanın kılıcını geri vermiş!” dedim. Sakin sakin dinlerken birden sinirlendi, ”Ukala, bunları bana sen mi öğreteceksin, bu uslu çocukların arasında senin yerin ne? seninle hesaplaşacağım günler gelecek, merak etme!” dedi. Bu sıra kampana vurdu. Binbaşı bir an durdu: öfkeli öfkeli ökçelerini bir birine toklatarak, ”Allahaısmarladık!” bile demeden ayrıldı. Binbaşı gidince başta İsmet olmak üzere bir çok arkadaş beni suçlayıp neden susmadığımı söylediler. Onlara sordum, ”Nerede nasıl susmalıydım? ”İki ağabeyim askerde, söylemese miydim? . ”Onları saymıyorum” deyince, susmalımıydım? Onlar askerde, evlerinde çocukları, eşleri onlar için ağlaşıyorlar. Babam onların sıkıntıları içinde kıvranıyor. Niçin? Yurdun kurtuluşu uğruna ağabeylerimin askerliği için. Asker sadece subaylık mıdır? Yaşar, Yaşar, Yaşar dedi durdu, elimde olmayarak “Cindoruk!” dedim. ”Hayır o ben değilim!” diyebilirdi. Niçin bu kadarcık büyüklüğü göstermedi? . Herkesi küçük görerek bana ne dersi verecek? Zerre kadar korkum yok. Onun zart zurtu içinde yetişeceksem, geri kalsın böyle yetişmek. Arkadaşların çoğu benim düşünceme döndüler. Konuştukça da bana hak verdiler. Öğle yemeğinde gözlerim binbaşıyı aradı. Nöbetçi arkadaş Ahmet Güner’e sordum, dersten çıkar çıkmaz motosiklete atlayıp gitmiş. Buna sevindim. Okul Müdürüne şikayette bulunabileceğini tahmin etmiştim. Bugün etmemişse bir başka gün sanmam etsin. Gerçekte içine düşürüldüğüm durumdan üzgünüm ama susup da bir yığın azar işitmeye de gönlüm razı değil. Düşman düşmanmış. Ne biçim asker aklı bu? Tüm uluslar bir gün gelip savaşıyor. Sonra barış yapıp dost oluyorlar. Kurtuluş savaşında düşman olduğumuz Yunanlılara şimdi yardım ediyoruz. Dünkü gazetede bu uzun uzun anlatılıyordu. Bu binbaşı gazete filanda mı okmuyor acaba? Yemekten sonra atölyede toplandık. Bize katılan yeni arkadaşlarla gruplarımız beşer kişi oldu. Topluca gidip kitaplık raf dolaplarını bodrumdan üst kata taşıdık. İrfan Öğretmen beş arkadaşla orada kaldı. Hamdi Öğretmen kendi grubuyla elektrik santralına gitti. Oranın tahta bölümlerini bitirecekler. Naci Öğretmenle biz atölyede kaldık tamamlanmak üzere olan öğretmenler odasına masa, dolap hazırlayacağız. Öğretmen önce şekiller çizdi, bize sorular sordu. Yapı konstrüksiyonları yazılı bir kitaptan resimler seçti. Odaların durumuna göre masalar bulunuyordu. Onlara baktı. Yuvarlak, , dikdörtgen, kare masalardan seçimler yapıp çizimler çıkardı. Bir kare, bir dört köşe bir de yuvarlak masa çizip baktı, ölçüler koyup kesmemiz için ölçüler verdi. Kullanılacak keresteleri de gösterdi. Naci Öğretmen bana çok güveniyor. ”Eline ölçüleri verince içim rahat, verdiğim ölçülerin tıpa tıp geleceğini biliyorum!” dedi. Öğretmen, okul binasına gitti. Uzun süre kaldı. Geldiğinde istediği parçaları hazır gördü. Güldü, Bana bakarak, ”Nasıl döğru söylüyor muyum? ” diye sordu. Öğretmen böyle deyip gülünce Yusuf Asıl öğretmene “Herkes sizin gibi düşünmüyor ama, yeni askerlik öğretmenimiz Binbaşı bugün ona söylemedik söz bırakmadı. Ukala, şımarık, düşüncesiz gibi bir yığın söz söyledi!” dedi. Öğretmen inanamadı. Sahi mi? O yeni gelmedi mi? Ne zaman gözlemiş de bunları söyledi? ”. Bana dönerek”ne diyorsun? Sormadın mı nedenlerini? ”Konuyu arkadaşlar açtığına göre olayı onlar anlatsın!” dedim sustum. Arkadaşlar sıra ile olayı hemen hemen olduğu gibi yansıttılar. Naci Öğretmen güldü, cesaretin varsa aklını, bilgini kullanarak sonuna dek gider kahraman olursun. Bunlardan birinden yoksun olur ya da yerinde kullanamazsan ezilirsin. Bunları düşünerek, suçlu duruma düşmeden bildiğini yapmaktan, doğru bulduğunu söylemekten kimse seni yoksun bırakamaz. Öğretmenlerine saygısızlık edeceğini düşünemiyorum. Binbaşı bir askerdir, ölçüleri bizden biraz farklıdır ama gene de insandır, o da sakin sakin düşünüp büyüklüğünü duyumsayacaktır. Sen saygısızlık etmezsen, saygılı olduğunu kanıtlarsan , bu olay burada kalır. Sakın kaygılanma. Yanlış hesap Bağdat’tan döner!” derler. Senin çalışkan bir öğrenci olduğunu gördükçe binbaşıda ne kin kalır ne öfke. Anladığım kadarıyla sen, binbaşının dersini biraz fazla çalışacaksın!” Naci Öğretmen konuşurken öteki öğretmenlerle arkadaşlar geldiler. Gelir gelmez de Naci Öğretmen benim durumumu anlattı. İrfan Öğretmen şaşırdı. Hamdi Bağ Öğretmense beni göstererek “Bu bir kahramandır, bize çatmıyorsa dişine göre olmadığımız içindir. Bu nedenle binbaşıyı görünce celallendi. İyi ki adamcağızın rütbesi binbaşı, general falan olsaydı, kesinlikle dersten kovulurdu!” dedikten sonra bana dönerek, ”değil mi aslanım? ”dedi. Hamdi Öğretmen susunca Naci Öğretmen hayretle, Hamdi Öğretmeni, bu söylediklerin ciddi şaka mı, yoksa şaka ciddi mi? şunu biraz ayırarak söylesen olmaz mı” deyince, Hamdi Öğretmen bana dönerek, “66 kendisi söylesin, benden ne bekler? Senden ne beklerse benden de onu beklemelidir. . Sen daha önce konuşmuşsundur. Sen ne söyledince ben de onu söylerim, söylediklerine aynen katılıyorum. Tabii ki bu söylediklerim şakadır. Biz bir yıldır acı tatlı günlerde bir arada yaşadık. En küçük bir kırgınlığımız, karşılıklı tavırlarımızdan ötürü umutsuzluğumuz oldu mu? Binbaşı değil ne olursa olsun ilk karşılaşmada bir insanı ölçmeye kalkanın boyunu da ölçerler. Naci Öğretmen “Öyleyse sen olayı biliyorsun! ”deyince “Tabii ki biliyorum, çocuklar anlatınca daha. iyi de yapmış. Hele, askerler kin tutar, affetmez, sözüne Atatürk’ün Yunanlı trikopis’i(Yunan kralını değil) affettiğini söylemesi, binbaşının yüzüne bal gibi bir şamardır!” Bal gibi şamar sözüne herkes güldü. ”Bal gibi şamar” sözü üzerinde konuşarak gittiler. Kapıyı kilitledim. İdris’le öyle anlaştık. O gidip mandolini alacak yarım saat kadar nöbetleşe çalışacağız. İdris gitti geldi, matematik ödevini yapamadığını öne sürerek geri döndü. Yemek kampanasına dek durmadan çalıştım. Sol el parmaklarım acıdıkça dikkatlı basıp doğru ses çıkarmaya çalıştım. Mızrabı da doğru tutmaya başladığımı sevinerek duyumsadım. Yalancı şarkısının yerlerini bulmaya başladım. Biz Kimleriz marşının baş tarafı da kolayıma geldi. Kampana çalarken atölyeyi kilitledim. Mandolin çalışmam iyi gidecek. Kendime bir mandolin almaya kararlıyım. Ama nereden nasıl alacağım? Akşam yemeğinde sevilmeyen bir yemekle karşılaştık, kereviz. Ben de sevmiyorum ama ses çıkarmıyorum. Yoğurtlu falan bir şey. Çok aralıklarla veriliyor ama gene de konu ediliyor. Hidayet Öğretmen kerevizin yararlarından söz etti. Bizim masanın yanından geçerken benim tabağımın boşaldığını görmüş, aldı gösterdi, özellikle küçüklere “En sağlıklı ağabey, bitirmiş, siz de sağlıklı olmak isterseniz, tabaklarınızı boşaltmalısınız!” dedi. Bu söz üzerine kimi çocuklar tabaklarını bitirip kaldırdılar. Hidayet Öğretmen bize “Bakın bu da bir tiyatro, yemek yedirme rolü yapıyoruz!” diyerek göz kırptı. Okuma saatimizde Hamdi Öğretmen geldi, elinde bir kitap. Hiç konuşmadan oturdu, okudu. Kitabı merak ettim ama uzak düştüğü için okuyamadım. Madam Bovari diye arkadaşlar söyledi. Etüt saatimizde de gene Hamdi Öğretmen geldi, konuşmadan kitabını okudu. Ayrılırken gülerek, sessiz durup kitabını rahat okuttuğumuz için bize teşekkür etti. Hep birden güldük.
Yatınca Hamdi Öğretmeni düşündüm. Arkadaşının yerine nöbet tutuyor, gelip derslikte saatlerce kitap okuyor. Sürekli işlerde çalışıyor. Ayırdında değiliz ama hepimizi de ayrı ayrı değerlendiriyor.
8 Kasım 1939 Çarşamba
Mustafa Saatçı arkadaşın sesiyle uyandım. Nöbetçi Ali Güleren’e takılıyor. ”Ali Aga hadi bizi uyandır!” diyor. Ali yanıt veriyor, ”Uyanmışsın işte ya!” Mustafa “Hayır ben kendim uyandım, sen nöbetçisin senin görevin beni uyandırmak. De bakalım, ne diyeceksin? Ali “Mustafa uyan diye bağırdı, arkasından sordu, ”Oldu mu? Bu kez Mehmet Yücel bağırdı”Ali Aga, ne uğraşıyorsun onunla, o, Mustafa adını çoktan unuttu, ”İmam efendi, haydi kalk!” diyeceksin ki anlasın!” Hamdi Bağ Öğretmen kapıda dinliyormuş, "Sabah namazına mı duruyorsunuz yoksa derslere mi hazırlanıyorsunuz?" diye sordu. Sesler kesildi. Öğretmen, kaşları çatık kapıda hepimizi süzerken birer ikişer dışarı çıktık. Ali Aga da nöbetçi olduğunu anımsayıp sorumluluk duygusuyla, (öğretmenle yüz yüze gelmemek için) içerde beklemiş. Bu kez 6. sınıf nöbetçisi onu aramaya çıkmış. Öğretmenle karşılaşınca durumu öğretmene anlatmış. Öğretmen yatakhaneye geri dönüp Ali’yi içerde sinerken yakalamış. Kahvaltıya gittiğimizde Ali Agayı öğretmenden zılgıt yerken gördük. Ahmet Gürsel Öğretmen geldi, Hamdi Öğretmene teşekkür etti. Hamdi Öğretmen onun yerine nöbet tutmuş. Matematik dersimiz var. İlk derslerde genellikle aritmetik yapıyoruz. Bir ders önce 10 kesirli problem ödevi verilmişti, öğretmen derse başlarken onları sordu. ”Son numara!” deyip 79 Ahmet Güner’in sırasına gitti. Ahmet ya unutmuş ya da yapma gereğini duymamış. Kalktı “Çalıştım ama yapamadım!” dedi. Öğretmen Ahmet’e tahtaya kalkmasını söyledi. Ahmet tahtaya gitti. İlk soruyu Yusuf Asıl’a sordurdu. Yusuf yapmış, soruyu sordu. Ahmet uzun süre düşündü, sustu. Yusuf gitti yaptı. Öğretmen Kadir Pekgöz’den tahtayı silmesini istedi. Kadir tahtayı sildi. Öğretmen Ahmet’e yeni bir soru soruyormuş gibi aynı soruyu tahtaya yazdırdı. Ahmet olayı bir türlüyü kavrayamadı, probleme baktı baktı durdu. Öğretmen Yusuf’a gülerek “Bunu da yapabilecek misin? ”diye sordu. Yusuf gülerek gitti tekrar yaptı. Ahmet bu kez “Bu problemde aynısı!” dedi. Hepimiz güldük. Ahmet Güner arkadaş da güldü. Öğretmen Yusuf Asıl’a ödev verdi. Arkadaşınla beraber çalışın bu problemleri tam olarak istiyorum!” dedi. Hüsnü Yalçın’ı kaldırdı. Hüsnü yapmış ama yanlışları çıktı. Öğretmen üstünde durmadı. Bana, “Yakınsınız arada konuşmuyor musunuz?” diye sordu. Hüsnü yanıtladı, ”Konuşuyoruz.!” Öğretmen bana başıyla, beraber çalışmamızı işaret etti. Ya da ben öyle anladım. Emrullah’a baktı, geçti. Arif Kalkan’ı tahtaya kaldırdı. Arif bölmelerde yanlış yapmış, onları açıklarken ders bitti. 2. derste geometri yaptık. Konumuz daireler . Daire alanları, çaplar, yarı çaplar, çemberler, Pi sayısının bulunması , uygulanması. Daha önce de işlenmiş bu konuyu çok arkadaşın kavrayamadığı anlaşıldı. Yalın örneklerle tekrarlar yapıldı. İki kez tahtaya kalktım . Öğretmen bana sordu, ”Bunlar bu işi bir türlü anlayamıyorlar, sen nasıl kolayını bulup da anlıyorsun? Sen bunlarla birlikte işlerde çalışmıyor musun? ” deyince ben sustum. Yusuf Asıl’la Mehmet Başaran ikisi birden “Atölyelerde o hepimizden daha çok çalışıyor!” dediler. Öğretmen bu kez ötekilere sordu, sen, sen , sen, diyerek , Emrullah’a, Hilmi’ye, Fettah’a, Ali Önol’a sordu. Yeni ödev vermedi. ancak bundan böyle soruları, ödevleri notla değerlendireceğini söyledi. Öğretmen azıcık gecikti galiba Fikret Madaralı Öğretmenle kapıda karşılaştılar, gülüşerek bir süre de kapıda konuştular. Biz ayakta bekledik. Fikret Öğretmen Yurttaşlık Bilgisi için “Kitabımızı izleyeceğiz, dikkatlı okursanız kolay öğreneceksiniz!” demişti. Bu nedenle ilk dersleri dikkatlice okumuştum. Dünkü gazetede de Hatay’da seçim yapıldığını yazıyordu. Öğretmen “Demokrasilerin en belirgin özelleği seçimlerdir!” dedikten sonra son seçimin ne zaman yapıldığını sordu. Etrafıma baktım herkes susuyor, Parmak kaldırdım. Öğretmen işaret edince 7 ay önce , biz Alpullu’dayken!” dedim. Öğretmen sen gazete de okuyorsun yeni bir seçim oldu o neydi? ”deyince “Hatay’da yapıldı, iki üç gün önce!” deyince öğretmen “Aferin!” Yurttaşlık, iyi yurttaşlık işte bu!” dedi. Hatay hakkında uzun uzun konuştu. Hatay seçimlerinin, hele Türkiye taraftarlarının kazanmış olmasının önemini belirtti. Ders sonunda öğretmen boş derse de geleceğini, kooperatif konusunda konuşacağını söyleyerek ayrıldı. Geri gelince kurulmuş olan kooperatifin bir kooperatif olmadığını, küçük gereksinimler için açılmış bir dükkancık olduğunu, şimdilik Sami için de bir sığınak sayılabileceğini gülerek anlattı. Gerçek kooperatife çevirebilirsek buradan yakın köylerin bile yararlanacağını anlattı. Hele gelecek yıllarda kendi bahçemizden çıkaracağımız ürünlerin satışından kazanılacak karlardan söz edildi . Öğretmen o denli güzel anlattı ki, olacağını söylediklerine biz olmuş gibi bakmaya başladık. Öğretmenden sonra çevremize bakıp, şurada buğday olur, buraya bostan ekeriz diyerek hayal kurmaya başladık. Öğleden sonraki atölye çalışmalarında da bu şakalarımız sürdü. İçimizde, kendi şakalarımızı öğretmenlere ileten kişi Yusuf Asıl’dır. Beklediğimiz gibi hemen İrfan Öğretmene anlattı. İrfan Öğretmen “Ne iyi ne iyi diyerek iyimserliğini belirtti. Biz gene üç gruba ayrıldık. Bizim grup masaları tamamlayana dek atölyedeyiz. Kare ile dik dörtgen masayı hazırladık. Yuvarlak masa işi oldukça uzayacağa benziyor. Kesimlerde Naci Öğretmen yardımcı oldu. Yuvarlakları tamamladık. Masalar, boyanacak ayrıca cilalanacak. Naci Öğretmen” Biz yavaş yavaş işi ilerlettik, işi mefruşata döktük dedi. Sonra da bana “Mefruşat nedir? ”diye sordu. Hiç duymadığım bir söz, ” Bilmiyorum!” dedim. Öğretmen, ”Eviniz yok mu? ”diye sordu. ”Var!” deyince de , Evinizde, masa, sandalye, dolap, sehpa, işlemeli sandık gibi şeyler yok mu? ”dedi. bunların hepsinin ortak adı mefruşatmış. Bunların yapılışına da ince marangozluk ya da mobilyacılık deniyormuş. İnce marangozluk üstüne konuşa konuşa masaları bitirdik. Ancak yaptığımızın ince marangozluk durumuna gelmesi için altına boya üstüne de cila çekmemiz gerekiyor. Öğretmen “Sabredin, yarın da onları yapacağız!” dedi. Öteki gruplar da işlerini bitirmiş, yarın oralara gidilmeyecekmiş . Naci Öğretmen “Bak bak, biz burada tenha tenha ne güzel çalışıyorduk. Yarın sizinle ne yapacağız burada? ”dedi. Yeni arkadaşlar bir birine bakıştılar. Hamdi Öğretmen “Üzülme can, yarın da siz gider tenha tenha dolaşırsınız, korkmayın, biz arkanızdan gelmeyiz!” dedi. Paydos olunca ben kapıyı kilitleyip mandolini almaya gittim. İdris gene gelmedi. Bu kez, beni rahat bırakmak için gelmediğini sezer gibi oldum, elinden tutup zorladım. ”Bir hafta rahat çalış, sonra zamanı ortak bölüşürüz. Şimdi ben, ara sıra da olsa hemşerimden alıyorum!” deyince inanıp rahatladım. Yalancıyı tam olarak çıkarınca aşayı yukarı vurmaya başladım. Parmaklarım da alıştı, parmak uçlarımın sızısı azaldı. Kızarıyor ama ilk günlerdeki gibi acı duymuyorum. Okuma saatinde Bir Yolcuya şiirini ezberledim. Halil şiiri aldı kitaptan izledi. Takılmadan okudum. Halil Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirini seçmiş, ezberlemekte aceleci değil. Yatınca da şiiri birkaç defa tekrarladım. Daha önce ezberlediklerimi anımsadım. Gemiciler: Biz dalgalar, fırtınalar kahramanı yiğitleriz-Ufuklardan ufuklara haber sorar gezeriz…. unutmadığıma sevindim. Namık Kemal şiiri aklıma takıldı. Bir zamanlar vatanı bir çok zalim bürüdü-Milletini sevenlern zindanlarda çürüdü…. parmak saya saya sonunu getirdim ama uykum dağıldı. Bu kez de “On temmuz’un topları hatırlatır hep onu-Gök yüzünde sancaklar selamlıyor ruhunu-…. On temmuz topları nedir? Buna takıldım. Bunu daha hiç kimseye sormadım mı? Yoksa sordum da unuttum mu?
9 Kasım 1939 Perşembe
Sefer Tunca arkadaşın sesini duydum;. yavaşça geldi yüzümü açtı, ”Yüzünü ben açtım, gözünü sen aç!” dedi. Gözlerimi açtım. 7 Fettah nöbetçi. Sefer her zaman olduğu gibi hemşerisine yardım ediyor. Fettah’la pek anlaşamıyoruz. Nedense Fettah ilk günlerden beri bana hep uzak durdu, bundan böyle de yaklaşacağını sanmıyorum. Tersine yaklaşmasını da beklemiyorum. Sefer bunu çok iyi bildiği için arada durmaya çalışıyor. Bence buna gerek yok. Ben Fettah’ı kendime denk bir arkadaş olarak düşünmüyorum. Fettah hem tembel, hem de aptal bir arkadaş. Ne sanat ne de kültür derslerinde bir başarısı var. Sınıf arkadaşları içinde kendisine Sefer’le köylüsü Ali Önol’dan başka arka çıkan da yok. Bu nedenle ben Fettah’ı kendime denk saymıyorum. Sınıf geçirdiler ama, başarısız geçenlerin başında olduğunu da iyi biliyorum. Belki önümüzdeki yıl bu yapılmayacak, gidecekler listesinin başında o olacak. Bunu gönülden istemesem de o kendisi neredeyse buna çalışıyor. Şimdiye dek hiçbir derste bir doğru yanıt verdiğine kimse tanık olmadı. Buna karşın, olumsuz davranışlar içinde eksiksiz o bulunuyor. Sefer arkadaş da bunları biliyor ama gene de onu korumaya çalışıyor. Salt bana karşı değil tüm arkadaşlara karşı Fettah’ın kusurlarını hafifletmek için çırpınıyor. Belki de bu tavırlarından dolayı, arkadaşlar karşısında Fettah güven yitirdikçe Sefer, güven kazanıyor. Ben ayrıca Sefer arkadaşla iş çalışmalarında da uyumlu çalışabiliyorum. Hilesiz, kaçamaksız çalışmasıyla hepimizin sevgisini kazanmış durumdadır. O da içinde bulunduğu ortamın bilincinde olduğundan arkadaşça yaklaşımların da hep ölçülü, davranıyor, ölçülü tavırlarla karşılaşıyor. Fettah’ın arkadaşlarla her gün dalaşmasına karşın Sefer Tunca tam bir yıldır hiçbir arkadaşla tartışmaya girmemiş kimse de ona bir söz söylememiştir. Sanırım öğretmenler de bunun ayırdındalar ki, Fettah sorulan soruları yanıtsız bırakınca defalarca paylanıldığı halde, Sefer’in başarısızlıklarında öğretmenler acı bir söz söylememişlerdir. İş derslerindeki başarısı ise övgü toplamaktadır…Gözlerimi açar açmaz uyanıp hazırlandım. Sefer’le birlikte dışarı çıktık. Ömer Uzgil Öğretmen tam da saatın altında duruyordu. Selam verip yanından geçerken öğretmen Sefer’in saçlarını gösterdi. ”Uzamış!” dedi. Bu uyarı Sefer’e yetti. Oysa sınıfta daha uzun saçlılar vardı. Sefer kara kara düşünmeye başladı. İsmet’le ortak bir makinemiz var, Emrullah arkadaş bunu kullanıyor ama makine nedense 1 numara kesiyor. 1 numara sıfıra yakın kazıyor. Oysa 3 numara izinimiz var. 3 numara traş için Lüleburgaz’a gitmek gerek. Bu da ancak cumartesi ya da pazar günü olacak . Sefer , Ömer Uzgil Öğretmene mahcup olmamak için bizim bir numaralı makineye razı oldu , Emrullah’a saçını kestirdi. Sefer arkadaşın yaptığını, daha doğrusu bu dürüst davranışını tek bir kişi eleştirdi, arkadaşı Fettah. İlk sözü bu oldu, ”Ben olsam saçımı kestirmezdim!” ”Ne yapacaksın? ” diyenlere verdiği yanıt da ilginç, ”Kaçardım!” Okuldan değil, okul içinde köşe bucak saklanıp, cumartesiye dek idare edecekmiş. ”Peki yakalanırsan? ”ona yanıtı da”Olsun, ne söylerse söylesin, dinler geçerim!” Sefer Tunca ile köylüsü Fettah Biricik arasındaki ayrılık buradadır. Birisi bir süre kaçar, birisi asla kaçmayı düşünmez, mahcup olabileceği durumları iyi hesaplayıp gerekeni yapar. Bunları düşünerek dersliğe gittim. İlk dersimiz Türkçe. Öğretmen şiir konusuna değinirse On temmuz’u soracağım. Öğretmen güleç yüzle geldi. Kağıt çıkarmamızı söyledi. Adlarımızı, numaralarımızı yazdık. Konu. İzmir-Kızılçullu Köy Öğretmen Okulu’nda bir öğrenciye bizim okulumuzu tanıtma. Oradan bir arkadaş sözde bize mektup yazıp sormuş. Biz de ona okulumuzu tanıtacağız. Öğretmen başka hiçbir söz söylemedi. Ders bitiminde de kağıtları topladı, aldı. Coğrafya dersimiz gene boş geçti. Resim dersimizde, öğretmen suluboya kutuları dağıttı. , renk karıştırdık, fırça kullandık. Renklerle Ebem Kuşağı yaptık. Öğretmen, Harun Özçelik, Recep Kocaman, Salih Baydemir, Aptullah Erçetin arkadaşların yaptıklarını beğendi, bize örnek olarak gösterdi. Öğle yemeğinde birden yağmur başladı. Fırtına şeklinde rüzgarla karışık yağmur yemekhane çartısından akıntı yaptı. Şimşek çakmaları arkasından korkunç gürlemeler oldukça korku yarattı. Öğretmenlerin bile gözleri dışarda kaldı. Yağmur altında okula girdik. Okulda akıntı falan yok ama, olabilir kuşkusu doğdu. Merdiven getirip kontrol edildi. Naci Öğretmen kendisi çıktı, sızma olmadığını söyledi. Atölyeye gittik, atölyede bir çok yerden akıntı olmuş. Rüzgar yerlerde kiremitleri oynatmış. Yaptığımız masaları tuvalet üstündeki kata götürmüştük. Boya işlerini orada yapacağız. Hepimiz gittik. Büyük masayı alta indirip orada çalışanlarımız oldu. Ben yukarda yuvarlak masada çalıştım. Yuvarlak masa için herkes “Güzel oldu!” dedi. Bence masanın güzelliğinden çok yuvarlak oluşu beğeniliyor. Müdür Bey geldi, “Bana da bir yuvarlak masa gerekli, hemen yapar mısınız çocuklar? ” dedi. Yapacağımıza söz verdik. Masanın ölçüsünü de kendisi verdi, bir metre çapında olacak. Müdür Bey bizim öğretmenlerle konuşurken Namık Ergin Öğretmen de katıldı. Müdür Bey hemen, ”İşin çok Namık’çığım ama başka çare yok, şuraya bir kaldırım yol yapalım, bu çamur bizi boğacak!” dedi. Namık Öğretmen gülerek “Hay hay Müdür Bey, onu yapalım ama bizi de işler boğdu, birini bitiremeden öteki çıkıyor!” dedi. Müdür Bey, ”Haydi canım Namıkçığım, marangozlar da sana yardımcı olacak, asfalttan yemekhane önüne ulaşma kolaylığı sağlayalım, şimdilik bu yetecek!” Öğretmenler, Müdür Beyle birlikte gittiler, uzun süre de gelmediler. Biz, aramızda “Bu gomlak, bu domaniga, bu ispirto, bu üstübeç diyerek hem boya, cila karışım yapmasını öğrendik hem de uyguladık. Bir süre sonra İrfan Öğretmen yalnız geldi. . İşlerde gördüğü kusurları söyledi, düzelttik. Kimi kusurları da kendisi onardı. Böylece masalar tamamladı. İrfan öğretmen, ”Yarın yapıcılarla birlikte çalışacağız!” dedi. Bu ara yağmur kesildi ama ruzgar tüm şiddetiyle esiyor. Kullandığımız araç gereci atölyeye bırakmaya gidince baktım, atölye çatısı sallanıyor. Biraz çekinir gibi oldum ama sonradan cesaretimi toplayıp mandolin çalışmak için gelmeye karar verdim. Mandolini alıp döndüm. Mandoline öyle hevesle sarıldım ki, rüzgar sesini bile duymaz oldum. Yakınımda çalan kampana bile uzakmış gibi geldi. Mızrabı aşağı yukarı vurmaya başlamam hevesimi iyice arttırdı. Biz Kimleriz’in ilk bölümünü çıkardım. Rahatça gam yapıyorum. Ara vermeden çalışacağım. Kampana vurunca kapıyı kilitleyip ayrıldım. Halil Basutçu “Nerdesin? Sen yokken burada tartışmalar oluyor, ”O olsa bunun doğrusunu söylerdi!” diyenler oluyor, bil ki yokluğunda aranır oldun!” dedi. Mandolin çalıştığımı anlattım. Halil “Sen istersen onu da başarırsın!” diyerek beni sevindirdi. Halil’e Öğretmenlerle Müdür Beyin yol kararını anlattım. Meğer Namık öğretmen onlara anlatmış, biliyormuş. Namık Öğretmen”Bir metre kaldırımla bu çamurdan kurtulunmaz, tüm okul çevresini beton yapmak gerekir!” demiş. Tüm alanı ölçtürüp, gidecek kumu, çimentoyu, çakılı bile hesaplamışlar. Okuma saatinde gene Hamdi Öğretmen geldi, aynı kitabı okudu. Bu kez bitirdi. Kitabı kapattı. Kitabı göstererek, ”Emanettir, okumanız için bırakamadığıma üzgünüm!” dedi. Kitabı merak ettim. Adını da hiç duymamıştım. ”Okusa okusa Hasan okumuştur!” diyecek oldum. Hasan başını kaldırdı, dudaklarıyla “cık!” dedi. Madam Bovari’yi o da okumamışmış. Halil’e göre yarınki kazılacak hendek 100 metre boyunda olacakmış. Otuz kişi olduğumuza göre nerdeyse hepimize 3, 5 metredüşüyor. Çamurda kazmak kolay mı, zor mu? Yarın göreceğiz. Günlük söylemleri bir tarafa itip uyumaya çalıştım. Bir yıl önce 9 kasım akşamı neler düşünüyordum? Onları anımsadım Köyümden ayrılıyordum. İstekli isteksiz ama ayrılıyordum işte. Bilmediğim bir yere gidiyordum. Tek övüncüm, köydeki arkadaşların gidemediği bir yere benim gitmiş olmamdı”. Gitmek bana ne kazandıracaktı? Büyüklerim birşeyler anlatıyordu ama hiç kimse bana Pi (3. 1416)sayısını öğreneceksin, ilk gedometri dersin de küp denince turşu çömleği resmi çizeceğimi, 4 ay sonra ise Pisagor. Teoremini kanıtlayıp öğretmenden aferin alacağımı söylemiyordu. Hele geçen günkü Binbaşı ile konuşmamı, ”Düşmanla savaşta savaşılır ama barışta bağışlamalar olur. En güzel örneği Atatürk, esir aldığı trikopis’i bağışlamasıdır!” deyip susacağımı kimse aklından geçirmiyordu. Bunları düşündüm. Keşke o gece, 9 Kasım 1938 gecesi hiç uyumasaydım da aklımdan geçenleri yazsaydım!” O gece düşündüklerimi birer birer şimdi de anımsıyorum ya da anımsadığımı sanıyorum. Ne var ki bundan biraz kuşkuluyum. Çünkü geçen bir yıl içinde hiç değilse duygularımın bir bölümü uçup gitti, bir bölümü de değişikliğe uğradı. Bir bölümü ise zorunlu olarak anılar köşesine çekildi. Örneğin C anılar köşesindeki yerine çoktan yerleştı. A da öyle ama nedense ben hala A için bir köşe seçip olayı daraltarak bir köşeye sıkıştırmak istemiyorum. A, belki de ders kitaplarımın sayfaları arasında beni gezdiren bir giz, bir im şimdilik. Her öğrendiğim bilgiler içinde biraz onu buluyorum. Bu benim için bir teselli de olabilir. Ne olursa olsun, ben yaşadıkça sürmesini istediğim bir dilek. Üstüne varmak istemeyişim de belki bundan ileri geliyor. Yoksa gerçek A’yı bulmak bir gün işi bence. Ama sonrası daha karanlık olabilir; belki de bundan korkuyorum…. .
10 Kasım 1939 Cuma
Yarısı aydınlık, yarısı kararmış bir günün yıl dönümü. Bu gün için söyleyebileceğim sözlerin bir çoğunu geçen yıl yazmıştım. Onlara ekleyecek fazla bir sözüm yok. Birey olarak ben daha iyi durumdayım. Kayıplarımı kişisel kayıp saymadığıma göre çok daha iyi olduğumu da söyleyebilirim…Düşüncelerimde bir değişiklik olunca buraya not olarak ekleyebilirim…. . Kahvaltıdan sonra uzun koridorda sıra olduk. Öğretmenler geldiler Büyük kapı açıldı, dış merdivenden aşağıya indik. Bayrağı yarıya çektim. Rüzgardan ayakta durulmuyor. ”Konuşmalar dersliklerde yapılsın!” dendi. Dersliğe girdik. Bizim dersliğe Fikret Öğretmen geldi. İyi ki o geldi, Atatürk’ü bir güzel anlattı. Eski yönetim ile yeni yönetim farklarını belirtti. Atatürk’ün ölümü üzerine yazılan yazılardan örnekler okudu. Atatürk birey olarak bendeki ulu varlığıyla dersliğimizi doldurmuştu. Bir süre içim dışıma çıkmış gibi sınırsız enginlerde uçtuğumu duyumsadım. Kampana vurulunca öğretmen çıktı. Konuşmaların etkisiyle arkadaşlar oldukça durgunlaşmıştı. Derslerimiz boşgeçiyor ama bugün kimse yaramazlık yapmak niyetinde değil. Kitap okumak istememe karşın okuyamadığımı farkettim. Fikret Madaralı Öğretmen tekrar gelince biraz şaşırdım. Meğer aradan iki saat geçmiş, tarih dersimiz başlamışmış. Öğretmen gene Atatürk’ten söz açtı. Atatürk’ün nutuklarını okudu, Gençliğe Hitabesini okudu. Arkadaşlara okuttu. Halil Basutçu ile İsmet Yanar’ın okumalarını beğendi. Parmak kaldırdığım halde bana okutmadı. Okuyamayacağımı bildiği için okutmadığı kanısına vardım. Bir bakıma da sevindim. Gençliğe Hitabede geçen kimi sözlerin anlamlarını tahtaya yazdırdı. Bu günkü tarih dersimiz tümüyle güzel bir Atatürk Dersi oldu. Öğleden sonra rüzgara karşın, asfalt yolla mutfağın az ilerisine dek çekilmiş ipler arasına sıralandık. Bir kazma bir kürek, Halil Basutçu ile gene beraberiz. birimizde kazma birimizde kürek. 7 metre kazacağız. Hasan Üner, ”Ne olur 14 metre kazalım!” dedi. Ben anlamadım, Halil bir “Olur!” çekti. Bu kez kazmaları alıp karşılıklı kazmaya başladık. Meğer kazmak daha kolaymış. Hasan az sonra sızlanmaya başladı. Kepir çamuru küreğe yapışınca sarılıp kalıyor. Gene de öteki arkadaşlardan önce bize düşen yeri temizledik. 6. sınıflardan bir grup kum getirmeye gitmiş. gelip asfalt kenarına dökerek gene gittiler. Bir grup da el arabalarıyla kalas yollardan kum taşımaya başladı. İnşaatta beton kalıbı olarak kullanılmış tüm kalaslar binanın çevresine yayıldı. Dolaşanlar atlaya zıplaya kalasların üzerinde geziyor. Hepimiz yorulduk. Kazmak değil de çamurla uğraşmak yıldırdı bizi. Gene de mandolin elimde soluğu atölyede aldım. Serbest saat boyunca yalancıyı, El gibi Dolaşmayı, Biz kimleriz’ı, Çakır Emine’yi çaldım. Mızrabı iyi tutuyorum, parmaklarım doğru basıyor. Mandolini de doğru tutabiliyorum. Akşam yemeğinde yeni haber;Yarın Beden Eğitimi öğretmeninin gelecekmiş. . Mehmet Yücel “Gelirse gelsin, nerede yaptıracak hareketleri? ”diye soruyor. ”Kalasların üstünde!” diye karşılık verenler var. Mandolin çalıştığıma seviniyorum. Ancak başka benim gibi çalışıp da ilerleten var mı? bunu çok merak ediyorum. Bizim sınıfta en iyi denileni İdris, ben onu çoktan geride bıraktım. Yarın akşam öteki sınıfları bir kolaçan edip gözleyeceğim. Yat kampanası vurunca bunları düşünerek yattım. Mandolin sevinci, Mavi Yıldırımdaki rol üzüntüsünü geride bıraktı. Yarın akşam Hidayet Öğretmen gelirse, rolümden memnun olduğumu söyleyeceğim.
11 Kasım 1939 Cumartesi
Başucumdaki cama iri yağmur taneleri vuruyor. Bütün gece bu tıkırtılar duyuldu. Sürekli yağmur yağmış olmalı. ”Yağmur yağıyor!” diyenler oldu. Uyandım. Konuşmalar artınca herkes uyandı. Hüseyin Serin nöbetçi. Mustafa Saatçı takılıyor. “Aretlik!” (Ahretliğin Trakyalılarca bozulmuş söylenişi). Hüseyin buna nedense çok kızıyor. Mustafa’ya ağzına geleni söylüyor. Gene de dargınlık ya da konuşmamazlık etmiyorlar. Yaptıkları ağız dalaşı. Onlar tartışırken dışardan “Nöbetçi çağırılıyor!” diye sesler geldi. Hüseyin koştu. Kampana saati gelmişmiş. Kahvaltıya bu sabah da yağmur altında girdik. Öğretmenlerin kalas yolları bozulmuştu, nasıl gelecekler? ”Gelmesinler, bu yağmurda ders mi olurmuş? türünden şakalaşmalar oluyor. Birden gülmeler başladı. . Hidayet Öğretmen tam çamurun ortasından yürüyerek geldi. Çizme giymiş. Madaralı Hattında gidenlere de çizme önerdi. Geldiğimiz gibi gene bir ayağımız çamurda bir ayağımız merdivende sekerek okula döndük . Gülüyoruz ama üstümüz başımız çamur oluyor, saçak altlarında temizlemek için didinip duruyoruz. İçerdeki tuvalet açılınca temizlemek kolaylaşacakmış. Halil gazeteyi önerdi . Gazeteyi okuyunca dolaba sıkıştırıyorduk. Şimdi ayakkabı silmek için kullanmaya başladık. Müzik dersimiz boş. Kimi arkadaşlar şarkı mırıldanıyorlar. Mandolini çıkardım. Önce gam yaptım . Arkadaşlar şaşkın şaşkın baktılar. Arkasından Hidayet öğretmenin kazaskasının sadece ilk vuruşunu , bütün tellere vurarak “tırramp, tırramp!” yaptırdım. Ben tırramp diye vurunca Aptullah Erçetin arkasından ağzıyla lay, lay lay lay, la la la la laylom. Yapmaya başladı. Arkadaşlar iyice şaşırdılar. Ben arkasından Dürriyenin Güğümleri Kalaylı şarkısını çaldım. Bu şarkıyı bizim gramofon plaklarından çok dinlemiştim. Ayrıca arkadaşımız Mehmet Yücel sıkıldıkça yalnız baş tarafını sık sık söylerdi. Mandolinle kolay çıkardım. Mehmet Yücel söylemeye başladı. Derslik tam şamataya dönüştü. Ömer Uzgil Öğretmen geldi, ”Müdür Beyin konukları var , Kaymakam, Belediye Başkanı buradalar!” dedi. Sustuk. Arkadaşlar gene şamata için konukların gitmesini bekledi ama onlar çok uzun kaldılar. Üstelik arkadan başka sivillerle subaylar da geldi. Sonunda beklediğimiz Beden Eğitimi öğretmenimiz bayan geldi. Uzun boylu, asık durmasına karşın güzelce yüzlü bir öğretmen. Daha önce liselerde çalışmış. ”İlk kez boyle köy- kır okullarında çalışacağım!” dedi. Bu söz hemen etkisini gösterdi. Arkadaşlarda kıpırdanmalar oldu. Fettah yavaş sersle bir “Yahu!” çekti. Öğretmen oldukça dertliymiş O da dünyadaki savaş çığlıklarından söz etti. Subay olan eşinin yer değiştirmesi dedeniyle, okulundan, cici öğrencilerinden ayrılmış, çok üzgünmüş. Bunları anlattıktan sonra bizden neler bekledikleri sıraladı. Arkasından, beklediklerini alamayınca bizlere neler yapabileceğini sıraladı. Düpedüz bizi hem küçük gördü hem de korkutmak için alışmadığımız sözler söyledi. Beden Eğitimi öğretmeni bekliyorduk, hele bayan olduğunu duyunca onun karşısında ezileceğimizi, onun inceliğine uyup uyamayacağımızı, onun beğenisine nasıl ulaşacağımızı düşlüyorduk. Oysa beklemediğimiz bir durumla karşılaşmış pısırıp kalmadan kendimizi savunmak durumuna sokulmuştuk. Şimdiye dek öğretmenlerimiz bize derslerini sevdirmek için bizlerden çok derslerinin inceliğini anlatarak yaklaşmıştı. Bu öğretmense dersinin hiçbir özelliğine değinmeden, bizim okulumuzu, okulumuzun yerini, içinde yetiştiğimiz kırsal kesimin küçümseyerek söze girmiş, sayısız sıkıntılarımızı sanki bizim kusurumuzmuş gibi eleştirerek kendi özlemlerini önümüze döktü. Bayan Öğretmen tek yanlı olarak üzüntülerini, isteklerini daha sonra da tehdiklerini sıraladıktan sonra. Bize “Söylemek istediğiniz bir şey var mı? Benimle rahatça konuşabilirsiniz!” diyerek düşüncelerimizi söyleme olanağı tanıdığını da ekledi. . Sınıfımızın en çalışkan aynı zamanda en terbiyelisi, üstelik güzel konuşanı saydığımız Sami Akıncı kalktı öğretmene bizim adımıza “Hoş geldiniz!” dedi. Arkasından çok sevdiğiniz öğrenciler kadar olmasa bile bizi de seveceksiniz, kendimizi sevdirmek için çalışacağız!” dedi oturdu. Arkadaşlar arasında gene bir kıpırdanma oldu ama konuşmak için kimse kalkmadı. Ben, İsmet kalkar diye düşündüm, İsmet bu kes oralı olmadı. Parmak kaldırdım. Öğretmen Sami gibi konuşacağımı beklemiş olacak gülümsedi. Ben, “Üzülerek öğrendik ki eşinizin görevi nedeniyle çok sevdiğiniz okuluzu size bıraktırmışlar. Ancak siz bile bile bir subayla evlenmiştiniz. Subaylar her zaman yer değiştirir!” . Öğretmenin yüzü değişti, dikkatle baktı. Devam ettim, ”Oysa biz 6 yıl okuyup iyi birer öğretmen olmak üzere evlerimizden ayrılarak Edirne’ye, Edirne’nin en güzel binalarından birinde rahat rahat okuyup çalışmaya gitmiştik. Böyleyken orada ancak iki-üç ay kalabildik. Hiç beklemediğimiz bir gün askerler geldi bizi oradan yaka paça çıkarlar. Bir ilk okula sığındık 100 odalı bir büyük binadan yıkanacak yeri olmayan bir yere sıkıştırıldık. Yıkanacak hamamı kendimiz yaptık. 6 ay geçmeden oradan da çıkarıldıkBitmedi, bir yere daha girdik. Buradan çıkarılmadan geldik burada kendi binamızı yapıp başımızı soktuk. !” Öğretmen elini kaldırdı “Bütün bunları ben biliyorum, bunları bana neden söylüyorsun? ”dedi. ”Sözümü tam oraya getiriyordum!” deyip. Konuşmamı sürdürdüm. ”Güçsüzlüğümüz yüzünden bu duruma düşürülmüş bizlere siz gelip “Böyle bir kır okulu!” deyip acıyarak bakıyorsunuz. Okulumuz hem bir ay derslere geç başladı hem de şu anda derslerin yarıdan çoğu boş geçiyor. Benim köyüm buraya yaya dört saattır. Buralardan da hiç farkı yoktur. Bana burası gösterilseydi hiç gelirmiydim? Bana bir saray gösterildi. Üstelik sarayların porselen tabaklarından, sultanların, şehzadelerin porselen bardaklarından çay içiyorsunuz!” denilerek kayıtlarımız yapıldı. Şimdi kalaysız teneke kutulardan ılık suları çay niyetine içiyoruz. Lütfen bizi, bu durumu severek benimsemiş birileri olarak düşünmeyin. Biz sizden kat kat haksızlıklara uğratılmış insanlarız, geriye dönüşü olmayan bir yola aldanarak çıkarıldığımız için buralardayız. Vurdumduymaz değiliz. Biz burada kaderimizi onarmaya çalışıyoruz. Tıpkı sizin çok iyi bildiğiniz askerler gibi geçici nöbetteyiz. Bizi yerimizle değil de gerçek değerimizle görmeye çalışın!” dedim. ”Oturabilir miyim? ” diye sordum. Öğretmen dalmış gitmiş mi, yoksa fena halde sinirlenmiş mi? Oturabilir miyim diye sorunca önce algılayamadı, sonradan “Aaa, tabi tabi otur!” dedi. Öğretmen bir süre düşündüArkadaşlara dönerek, ”Sizlerin, arkadaşınız gibi düşündüğünü sanmıyorum, arkadaşınız, önce alınganlık ediyor. Her yerde böyle bazı tipler vardır. Her şeyi ben bilirim derler. Bunlar bazan olayları ters çevirirler, akla karayı karıştırırlar. Evet, bunlar her yerde vardır. ”Ne olur sonra? ” diye sordu, bir süre durdu. Ali Güleren gene dalgınlığını yaptı”Alaca olur!” dedi. Öğretmen ters ters Ali’ye baktı. Bu kez Bekir Temuçin düzeltme yaptı: ”Hayır bej olur!” dedi. Harun Özçelik de onu düzeltti: Gri olur, griiiii!” dedi. Öğretmen acımsı bir gülümsemeyle konuşmaları dinledi. Kampana vurunca da “Gene görüşeceğiz!” deyip çıktı. Arkasından “Adını bile söylemedi!” diyenler oldu. Mehmet Yücel “Adını ben biliyorum”Dürriye!” dedi. Arkadaşlar inandılar. İlk bayan öğretmenimizle böylece tanışmış olduk. Adını da biz koyduk Dürriye. Dürriyenin düğümleri kalaylı-Fistan giymiş etekleri dolaylı-Dürriyeyi kandırması kolaylı-Ah alırım deyip aldattı beni-On telli saz ile oynattı beni ……Bayrak töreninde ben bayrağı takıp çekerken öğretmenin gözleri üstümdeydi. beni gözlediğini anladım. Ömer Uzgil Öğretmen bize bir hafta önce söylediği eski 4. 5. sınıfların giysi muştusunu verdi, terzilerin de bugün geleceğini ekledi. Konuşma süresince yan gözle Dürriye Öğretmeni gözledim. Gözleri hep üstümde oldu. Törenden sonra bir motosikletli asker Dürriye Öğretmeni aldı götürdü. Binbaşı da motorsikletle gelip gidiyor. Arkadaşların yanına geçince ilk sözü Mehmet Yücel söyledi: ”Senin Dürriye gitti!” Yemekte duyuruldu: 6. 7. sınıflar öğleden sonra kısa bir süre işbaşı yapacaklar. (Terzi bekleyenler 5. sınıf dersliğinde bekleyecek)Kampana vurunca biz gene okul önünde bayrak töreni yaptığımız yerde toplandık. Namık Ergin, Hamdi Bağ, Nazmi Aybar, Hidayet Gülen Öğretmenler oradaydı. . Gruplara ayrıldık. Biz marangozluk atölyemize gittik. Topraktan 20 cm yüksek olacak şekilde dökülecek kaldırım betonuna kalıp hazırladık. Kolay oldu. Hazır kalasları yan yatırıp destek kazıklar çakarak tamamladık. . Kısa bir süre denmesine karşın akşama dek çalıştık. Biz çalıştık ama hepimizi şaşırtan bir olaya da tanık olduk, Namık Öğretmen kürek kullandı, kalas taşıdı, kum kürüdü, suya girmiş gibi terledi. ”Terlediniz öğretmenim!” diyen arkadaşa, ”Olsun, sonunda yolumuzu yaptık ya, şimdi daha rahat gelip gideceğiz!” diyerek sevincini belirtti. Yemekhane ile asfalt yol dolaylı olarak okulun önü çamurdan kurtulmuştu. Okulun önünün de yapılmasını arkadaşlar istediler. Namık Öğretmen gülerek”Birkaç cumartesinizi verirseniz ben terlemeye razıyım, yaparız. İsterseniz hep birlikte Okul Müdürümüze çıkıp anlatalım!” diyen sesler duyuldu. . Ancak öğretmen, “Bunlar şaka konuşmalar, gerçekte okul çevresinde bu yolları yaygınlaştıramayız. Bunu yaparsan sonraki işlerimizi büsbütün aksatırız. Böyle kaldırım yapılırsa, kaldırımların bir yüksekliği oluşmaktadır. Toprak düzeyinde yapsak gene çamur taşacaktır. Yükseltirsek bu kez yükseklikler arada araçların geçmesini engelleyecektir. Yaz gelince o alanlarda inşaatlarımız olacak. Araçları yakınlara sokamazsak taşımalar o zaman hep sırtımıza kalır. Yapılacak binalar, en az ikişer katlı büyük binalar. Bu yaptıklarımız hep kalkacak okul binası gibi inşaatlar olacaktır. Betonu yarım günde döktük ama bunu kaldırmaya kalksak on gün bile yetmez. Sizin istediklerinizi biz de istiyoruz ancak işin bir de bu yanı var!” Namık Öğretmen bunları anlatınca sıkıntılarımızın geçici olduğunu anlayıp, gelecekten umutlanıyoruz. Dersliğe dönünce Beden Eğitimi öğretmeninin söylediği “Böyle köy okulu, kır okulu” sözü ortaya getirildi. Kimi arkadaşlar “Kadın haklı, buraya bakan başka ne diyebilir ki? ” sözüne karşı öteki arkadaşlar beni destekleyici sözler söylediler. ”O kadın binalara mı ders verecek bize mi? Üstelik gelip burada kalmayacak. Asker hazır bekliyor, dersini verip gidecek. Karşısında biz varız. Bizi daha tanımadan, kendi adını bile söylemeden lisedeki öğrencilerini övmesi doğru mu? diyenler oldu. Tartışmalar uzunca sürdü. Yemekten sonra Hidayet Öğretmen piyes çalışmaları için geldi, ”Görevi olmayan arkadaşları tutsak etmeyelim, biz yemekhanede çalışalım!” deyip bizi yemekhaneye götürdü. Arkadaşlar rollerini okudular. Ayrı okumaları beğenmedi. ”Yeterince üstünde durulmamış, bunları ezber gibi okumalıydınız!” dedi. Kitap sırasına göre okuttu. Ben mandolini yanıma almıştım, öğretmen gördü”Çalışıyor musun? ”diye sordu. Mandolini aldı akordunu yaptı. Sanki istemişim gibi, kazaskayı çaldı. Başka bir parça çaldı, Bu da bizim havamız!” dedi. Ne olduğunu sorunca “Buna, Rıza Tevfik zeybeği denir, bunun oyununu o çok güzel oynarmış. Melodini de o besteledi, diyenler varsa da bu doğru değildir. Melodi bir yöresel zeybek ezgisidir!” dedi. Mandolini bana verdi, ”Çal bakalım!” dedi. Şaka olsun diye Kazaskanın başını çarptırdım, durdum, öğretmen gülerek “Şuna bak, benim parçamı çalmış!” deyip güldü. ”Durma en zor yeri olmuş, ötesi daha kolay!” dedi mandolini alarak üç dört defa tekraraladı. Bırakırken benim yaptığım yeri” trapppp!” diye kesti. Öğretmenin ilgisi beni daha çok heveslendirdi. Ayrıca arkadaşları da etkiledi. Arakadaşlar benim başaracağıma daha çok inanmaya başladıler. Herkes İdris Destan’dan, Abdullah Erçetin’den çıkış beklerken benim öne çıkmama şaşıranlar da oldu. Özellikle Hidayet Öğretmenin “İstersen seninle birlikte haftada bir iki saat beraber çalışırız. Ancak, ben bu çalışmaların aksatılmadan sürmesini isterim. Başlarsak, geriye dönüşü olamaz. Sonra, dersim vardı, ödevim vardı gibi sızlanmaları istemem, İyi düşün, kitaplarını getirteyim, hemen başlayalım!” Bu öneriyi tam anlayamadım ama arkadaşlar bunu, öğretmenin bana verdiği değer açısından önemsediler. Dersliğe dönünce İsmet, ”Dayı ne kadar yanılmışsın, az sözlü rol verdi diye öğretmene kızıyordun. Oysa öğretmen sana neler önerdi. Sana karşı bir düşüncesi olsa bu öneriyi göstermezdi!” dedi. Bunları düşünerek yattım. Başladığım şekli bozmadan çalışacağım. Derslerime zarar vermeden devam edersem daha iyi olacak. Bütün zamanlarımı çalışarak geçirmek, en iyisi…
12 Kasım 1939 Pazar
Hava güzel, kahvaltıda, bugün hamama gitmeyeceğimiz duyuruldu. Öğleye dek, Türkçe, matematik, Almanca çalışacağım. İsmet gelirse öğleden sonra Yeni Bedir’e gideceğim. İsmet gelmezse mandolın çalışırım. İsmet’le Harun Özçelik öğleye dek Ömer Uzgil’in odasında çalıştılar. Resim dosyaları düzeltmişler. Öğleden sonra benimle gelecek. Dün yaptığımız beton kaldırım kurumuş. Gene de basılmaması, yarından sonra kullanılacağı söylendi. Yemekhaneye girerken kalaslara basılarak geçiliyor. Yemekten sonra İsmet Ömer Uzgil öğretmenden izin aldı, ikimiz yola çıktık. Kamber amcam evdeydi, geldiğimize sevindi. Evde komşuları vardı, onlar yabancı değilmiş, hemen kalktılar. Yenge bize bir şişe pekmez hazırladı. Çok kalmadık. Kamber amca bizi köy kenarına dek uğurladı. Haftaya gene gelmemizi söyledi. İsmet Kamber amçamın kızını güzel buluyor. ”Beğeniyorsan iste!” dedim. Bana, sen kendine iste!” dedi. Ben nasıl isterim, o benim kardeşim gibi, yakınım, senin çocuğun bana ya da benim çocuğum sana ne denli yakınsa o da öyle. İsmet şaşırdı, ”Sahi o kadar yakın mı? Elbette. Kamber amcamın annesi benim babamın öz ablası. Seninle ben ne isem Kamber Amca ile ben de öyleyim. İsmet bu denli yakın olduğumuzu düşünmemişmiş. ”Kız senden uzak duruyor!” dedi. Uzak durması, ayrı köylerde oluşumuzdan. Senin Ayşe ablan da benden uzak duruyor. Sık konuşmadığımızdan. Ablamın kızı Gülsüm de senden uzak durur, çünkü çok az geldiğinden, çok az konuşmuş olduğunuzdandır. İsmet’le yol boyunca akrabalar üzerinde konuştuk. Ben “Sizin köye gidince hep sizde kalıyorum, arada Mehmet dayıma, Elif teyzeme gidiyorum.Sizin kadar yakınım olan Ali Dayım var, ikimizin de annelerimizin kardeşi, onlara hiç gitmiyorum. Ali Dayım beni görse tanımaz. Arada dargınlık falan yok, alışma sorunu. O bizim köye pek uğramıyor. Biz de sizin köye gelince size gidiyoruz. Böylece, sizin dışınızdakileler giderek uzaklaşıyoruz. İsmet’e Alpullu’daki olayı anlattım. O biraz biliyordu ama unutmuş. Alpullu’da tuğla bölmelere çalışırken, sonra da hamamı yaparken kullandığımız tuğlaların yapımcısı benim amcam. O da tıpkı Kamber Amca gibi babamın büyük ablasının oğlu. Halamın oğlu Hasan amca ile kardeş çocuklarıyız. Tıpkı seninle olduğu gibi. Halam çok yaşlı ama yaşıyor, 77 yaşında. Babamlar beni alıp evlerine götürdüler. Hasan Amcam konuşurken bizim okula tuğla verdiğini anlattı. Benim orada oluşuma da çok sevindi. Daha sonra da bir gün Alpullu’ya gelip okula uğramış, beni aramış. Namık Öğretmenle de daha önce tanışıyormuş. Beni buldurup yanına çağırttı. Konuşurken Namık Öğretmen şaşırdı. ”Siz kardeş çocuklarısınızda bu denli bir birinizden nasıl uzak durursunuz? İbrahim, her pazar günü senin oraya gitmeni istiyorum, bu vurdumduymazlığı sen yıkmalısın!” dedi. Amcam Namık Öğretmene teşekkür etti. Çok istememe karşın bir defa gidebildim, bir daha gidemedim. Amcam da bir kez Lüleburgaz’da bana uğradı. O kadar. Ben hep gitmek istiyorum ama, gidemiyorum . Ancak kararlıyım, ilk tatilde kesinkez gideceğim. Konuşarak okula geldik. Ben mandolini alıp çalışmaya başladım. Törene dek mandolin, sonra dersler. Tören için kampana vurdu okul önünde toplandık ben bayrağın ipini çözdüm hazırlanırken Hidayet Öğretmen uyardı, biraz bekleyeceğiz. Bir süre bekledik. Merdivenden inip çıkanlar oldu. Anlamadım, arkadaşlar bakışıyor. Bir süre kızlar topluca geldi. Meğer onlar törene katılmamışlar. Öğretmen de bunu anlayınca onları getirtmiş. Bir güzel de azarladı. Bu azarlama arkadaşlar arasında şaka konusu oldu. Törenden sonra betona baktık, kurumuş. Kalas bağlantıları kaldırılınca rahat rahat yürünebilecek. Yarın iki önemli dersimiz var: Türkçe, Almanca. Türkçe’de şiir açıklamaları olabilir. Dur Yolcuyu mısra mısra açıklayıp yazdım. Şiiri ezberledim. Almanca parçası Nasrettin Hoca. Ayrıca benim, senin , onun zamirlerinin Almanca karşılıklarını kullanıyoruz. . Bilmeceyi tam çeviremediğimi sanıyorum . . Kimse yapamamış. Sami de yapamadığını söylemiş. Ben sormadım. Sami Akıncı bana darılmış, Beden Eğitimi Öğretmeniyle konuşmamı beğenmemiş, onu yalancı çıkarmışım, böyle söylemiş. Bu nedenle ona birşey sormuyorum, bundan sonra da sormayacağım. Onu neden yalancı çıkarmışım? Bunu da anlamadım? Yatınca bunları düşündüm . Öğretmen ne dedi? Sami ne dedi? Ben ne dedim? Hepsi başka başka anlam taşıyor.
13 Kasım 1939 Pazartesi
Hava yağmurlu , tören alanımız bile göl olmuş durumda. Öğretmenler, atlaya zıplaya geldiler. Asfalt yol dere gibi akıyor. Türkçe dersim çok iyi geçti. Ezberlediğim Dur Yolcu şiirini okudum;öğretmen, şiiri, okumam gibi, açıklamamı da çok beğendi. Daha önce Ruzname dediği notlarıma baktı. ”Bunlara “Günlük Notlar!” diyelim, Reşat Nuri Güntekin böyle söylüyor, böyle yazıyor. Sen de öyle yap. Bunlar birer denemedir. İstersen ileride gene bildiğine dönersin!” dedi, bunu defterime yazıp imzaladı. Bundan böyle bir de onu deneyeceğim. Öğretmenin ilgilenmesine çok sevindim.
Almanca dersinde öğretmen zayıf durumdaki arkadaşlarla ilgilendi. Bunların numaralarını tahtaya da yazıp uyardı. Bize 3. dersi okuyup çevirmemizi söyledi. Onları ise ilk derse döndürüp inceden inceye kuralları tekrarlattı. Ayrıca bize Türkçe zamirleri doğru öğrenmemizi önerdi. . İçimizde en iyi bilenlerden biri İsmet, ondan yararlanmaya çalışacağım. Öğle yemeğine beton kaldırımdan dolaşanlar oldu. Bu Madaralı Hattını tenhalaştırdı, böylece biz Madaralı Hattında rahat yürüdük. İşbaşı yapınca hepimiz beton kaldırımın kalıplarını söküp, . kalasları yemekhane arkasına yığdık. Yağmur açıldı, yapıcı arkadaşların bir bölümü kum taşıdı. Bayrak gönderinin önü iyice kumlandı. Bizim öğretmenler, atölye ile yemekhane arası Madaralı Hattına bir ek yapmaya karar verdi. Kesik latalardan ayıklayarak daha düzgünce bir hat çektik. Bizim hat daha düzgün oldu. Akşam okuma saatinde Hidayet Öğretmen bir kitap verdi. Kendi kitabıymış. Daha doğrusu öğrencilik yıllarının kitabıymışYazan Muallim Hulusi. Musiki kitabı. İçinde şarkılar, notalar var. ”Sakın yırtma, sonra ödetemem, çünkü yenisi yok. Çok ilgilendiğin için sana veriyorum. Böylece geri isterim!” dedi. Sağlam ama yaptakları kuru kuru olmuş. Çok sevindim. İçinde bir çok şarkı var. Şarkıların bir bölümünü bilen arkadaşlar çıktı. Kitabı hemen kapladım. Hidayet Öğretmenin kitap getirmesi benden çok arkadaşları etkiledi. Onlara getirilmiş gibi sevindiler. Yusuf Asıl bana takıldı. ”Sen, kitap sana geldiği için sevinemiyorsun, bu kitap bana verilseydi, inan ki sen daha çok sevinecektin!” Herkes güldü, Mustafa Saatçı ise “Ver şu kitabı bende dursun:Böylece hem sen sevinirsin hem de Yusuf biraz susar. Bir kaç kişi birden bağırdı.”Kitabı İmam’a verin, en iyisi onun susturulmasıdır!” gülüşmeler, takılmalar, derken gürültüye Namık Ergin Öğretmen geldi. ”Hal hatır sormak isterim ama ben onun için gelmedim, niçin geldiğimi de siz çok iyi biliyorsunuz. O nedenle gözlerimizle konuşalım, dilimiz, dudaklarımız, kulaklarımız bir süre dinlensin!” Derin bir sessizlik başladı. Öğretmen böylesi sert davranışı kendisi doğru bulmamış olacak kimi arkadaşlara takıldı. Halil Basutçu’ya “Sen güzel şarkı söylüyormuşsun, doğrumu duymuşum? ”dedi. Halil “Size yanlış duyurmuşlar öğretmenim esas müzikçi burada !” diyerek beni gösterdi. Öğretmen şaşırmış gibi, ”Öyle mi? bunu bari doğru duyayım, bu müzikçinin bizim yapıcılardan olmasını isterdim, demek marangozlardan çıktı. Olsun, İbrahim de bizden sayılır!” dedikten sonra birden bire nasıl oldu bu? diye bana sordu. Henüz bir şey olmadığını, arkadaşların takıldığını söyledim. Bu kez öğretmen “Yok, ben arkadaşlarından değil Hidayet’ten, Hidayet Öğretmenden dinledim!” diye doğrusunu söyledi. Ben hevesli olduğumu, ta Karaağaç’da piyanoya heveslendiğimi, Alpullu’da da bu işi kurcalamaya kalktığımı söyleyince öğretmen ciddileşerek, bütün bunları biliyoruz, ben değil bütün öğretmen arkadaşlar sizin nelerde hevesiniz olduğunu hep biliyoruz, yardımcı olamadığımız için de çok üzülüyoruz. Söze şaka olarak başlarken de ben olayın doğrusunu biliyordum. Hidayet Öğretmen sendeki hevesi “Olağanüstü” sözüyle anlatıyor. Bu güzel bir duygu. Bu duygu, bu istek neden özendirilmesin? Yazık ki bizler de bunu yapamamanın acısını çekiyoruz. Bu aynı zamanda bir zaman değerlendirmesidir. Boş zamanını öyle değerlendirirsen ilerde sen kazançlı çıkacaksın. Önününüzde öğretmenlik şansınız var. Bir enstroman kullanan öğretmen başarısını iki katına çıkarır. Bunu bizler gördük, yaşadık. Namık Öğretmen: “Fikret Öğretmenin söylediğine göre sizin ailede müzikle ilgilenenler varmış, bu biraz da ordan geliyor galiba!” dedi. Hasan Amcamın klarnet çaldığını, İstanbul’da bunun okulunda okuduğunu, enişte olarak tanığımız Vahit Lütfü Salcı’nın bir çok çalgı çaldığını, bando şefliği yaptığını anlattım. Öğretmen “Ohoooo!” dedikden sonra “Sen bu işte geç bile kalmışsın, sana başarılı çalışmalar . Gene de sana bir önerim ya da övüdüm olacak;sakın öteki çalışmalarını bırakma, sakın müzik çalışmalarını basit bir çalgıcılığa kaydırma!Müzik senin bir heves alanın olarak kalsın. Tıpkı amcan, Vahit Dede’n gibi!” …. . Kampana vurulunca Namık Öğretmen ayrıldı, arkadaşlar bir süre benim için yorumlar yaptılar. Kimisi bana duyurmadan, ”Ne yaptı ki öğretmenler bu kadar üstünde duruyor? Kimisi arkadaş çalışıyor, bir dakikasını boş geçirmiyor, herkesi tanıyor, herkesle konuşuyor, gibi sözler söylendi. . Bir ara İdris birilerine sinirlenerek”Hadi be susak ağızlı, sen “do” notasını görsen kaşık diyeceksin. Arkadaş notaları, nota kıymetlerini biliyor. Bunları daha Adem Öğretmen zamanında tahtaya kalkıp sadece onun yaptığını unuttun mu? Bir şey bilmese Hidayet öğretmen onunla ilgilenir mi? Sen git bakalım Hidayet Öğretmenin yanına, seni iki günde nasıl sepetleyecektir!” Bunları duymazdan geldim. İdris’in çıkıştığının biri gene Fettah Biricik öteki de köylüsü Ali Önol’du. Yatarken Namık Öğretmenin sözlerinden çok, İdris Destan’ın söylediklerini düşündüm. Daha doğrusu İdris o sözleri karşısındakilerin hangi sözlerine karşı söylemişti? İdris’in sözlerinden karşı tarafın ne dediği kolayca anlaşılmakla birlikte önce kulağımla duymak istedim Sonra da bu isteğimi yersiz buldum, bu düşüncemi yadırgadım. ”El ne derse desin!” ya da “İt ürür, kervan yürür!” deyip geçemememenin nedenlerini araştırdım. Oysa babam, her zaman salık verir: ”İt ürür, kervan yürür. ”Arkasından da “Elin boşboğazlarıyla dalaşacağına, kendi yayığını çalkala!” Hiç değilse, yoğurdun ayran olur!” deyip güler, babam. Babamın söyledikleriyle öğretmenlerin anlattıkları, verdiği övütler nasıl da birbirine uyuyor. Bana göre tüm öğretmenlerin söylediklerinin karıştırılıp toplanması, babamın sözlerinin özeti ya da yazılmışı. Benzer üçgenler gibi. . Öğretmen benzer üçgenleri çok önemsiyor”İlerde çok işimize yarayacak!” diyor. Üçgenlerin benzeşik olması için gerekli koşulları biliyorum. Kendi kendime güldüm. Babamın övütleriyle öğretmenlerin öğrettiklerini benzer üçgenlerle anlatmaya çalışıyorum. Bir birinden büyük ya da küçük olabilirler ama aynı özellikleri taşıyorlar. Çünkü ikisinin amacı da beni doğru yolda büyütüp, geliştirmek. bilgili insan yapmak. Bunları düşünerek uyudum.
14 Kasım 1939 Salı
Yağmur kesilmiş, hafif rüzgar esiyor. Hava oldukça soğuk. Tabiat Bilgisi dersimize Salih Ziya Öğretmen geldi. Daha önce kuş sayıları üzerine sorular sormuş, bildiğimiz, gördüğümüz, duyduğumuz kuşları sormuştu. Hepimizin saptamış olduğumuz kuşları topladık 24 kuş türü çıkardık. Öğretmen gülerek 30 bile yapamamışsınız. Ama bu işten anlayanlar Trakya bölgesinde 300 den fazla kuş türü var, diyor. Yani, şu sizin her köşesinden geldiğiniz Trakya’da 300'den çok kuş türü var. Doğal olarak siz bunları bilemeyeceksiniz. Bunların çoğu göçmen kuş, yazın gelip kışın gidiyor ya da kışın gelip yazın gidiyor. Bunların hepsini gerçekten tanımamız olanaksız. Biz bir fikir vermek için öğrenip anlatıyoruz. Ancak 300’e karşı 30 da çok az. İşte sizler yetişip, iyi yetişip bunları saptamalısınız. Ben bu 300 sayısını yabancı kitaplardan aldım. Bir başka acı gerçeğimiz de bitkilerimizi bilmememizdir. Size onu da sorabilirim. Tıpkı kuşlar gibi bir de bitkileri saptayalım. Bitki demek, toprakta yetişen tüm üretiler. Buydaydan, meşeye, gülden çama varıncaya dek kökü toprakta olanları sıralayalım bakalım. Bakın bunları Romalılar 2000 yıl önce yapmışlar. Sayısız bitkinin adını biz latinceden öğreniyoruz. Yani Romalıların dilinden. Öylesi geniş bir araştırma düşünmüyoruz ama hiç değilse elimizin altındakileri sayabiliriz. Bunun için bir kağıt hazırlayın, aklınıza geldikçe yazın, birgün anımsayıp gene konuşalım, bakın nelerle karşılaşacağız!”. Öğretmen daha sonra kuşlar hakkında halkın değerlendirmelerine değindi. Yanlış olanları, doğru olabileceği sanılan kimi söylentileri anımsattı. Kırlangıçlarla yarasaları, leyleklerle balıkçılları, turnalarla filamingoları, Pelikanlarla kazları karşılaştırdı. Ençok yerilen baykuşunsa halk tarafından iyice mahkum edildiğini şaşarak anlattı. Kuşlar hakkında anlatılan öyküler bilip bilmediğimnizi sordu. Kendisi güzel öyküler anlattı. Kuşların genelde çiftçilere zararından çok yararı vardır, biri ikisi dışında. , kuşlar çiftilerin dostudur, arsız kargalarla, yüzsüz saksağanlar bunların dışanda!” diye ekledi. Kampana vurduğunda öğretmen sordu, ”Bu ikinci zil mi? ” Arkadaşlar 2. dersin bittiğini söylediler. Öğretmen gülerek “Özlemişim sizinle konuşmayı, birinci zili gerçekten duymadım!” diyerek, ayrıldı. Dersimiz Askerlik. zil çalınca arkadaşların bazıları kaygıyla beni gözlemeye başladı. Ya da bana öyle geldi. Ayak sesini duyunca ben de azıcık telaşlandım. Birden değiştim, kapıdan giren Binbaşı değil bir üsteğmendi. Selam verdi, ”Günaydın!” dedi. oturmamızı söyledi. Bizim öğretmenler gibi konuştu. ”Komutanın önemli işi çıktı, yerine beni gönderdi. Daha önce Balıkesir’de bulunuyorduk Orada da böyle çalışıyorduk. Balıkesir’de de Öğrtemen Okulu var, Lise yanında oranın da derslere girdim. Yani benim bu konuda deneyimim vardır. Beni acemi saymayın, size elimden geldiğince yararlı olmaya çalışacağım. Üsteğmenin ağzından bal akıyordu. Şaşırdık kaldık. Kitabı aldı, bıraktı, ”Her yıl her yerde aynı kitap okutuluyor, biliyorum!” dedi. ”Ancak konuşmalarımızı dağıtmamak amacıyla önce bir arkadaşınız birinci bölümü okusun, ben arkasından açıklayayım, sorularınız olursa yanıtlar vereyim, konuşa konuşa konuyu toplayalım!” . İsmet okumaya başladı. Arada üsteğmen durdurdu, açıklamalar yaptı. Dersin sonunda Üsteğmen çıkınca arkadaşlar bana teşekkür ettiler. ”Binbaşıyı kaçırttın bize bir şeker üsteğmen getirttin!” dediler. Onlar öyle dedikçe ben korkuya kapıldım. Üsteğmen 2. derste daha da açıldı. Kendi öğrenciliğinden söz etti. Manisalı imiş, babası da subaymış. Mesleğini seviyormuş, kurmay olacakmış. Konuşmasını kesti. “Kitaptaki bölümleri bütün bütün geçelim. Her konuyu bir bütün olarak düşünün. Bu çalışmalarınızda da kolaylık sağlar!” gibi güzel açıklamalar yaptı. Sınavlar için de bilgi verdi”. Her devrede bir yazılı yaparız, kağıtları ben değerlendiririm. Sınıfta bırakma gibi bir düşüncemiz yoktur. Ancak çok aptalca tavırlara giren kimi haddini bilmezlere not vermeyiz!” dedi. Buna bir de örnek verdi. Balıkesir lisesinde biri iki yazılıda da boş kağıt vermiş, kağıdın altına bir de not düşmüş, ”Bu kağıdı lütfen iz doldurun!” demiş. İşte o çocuğa not vermemişler. Meğer çocuk öteki derslerde de böyle çıkışlar yapıyormuş. Yıl sonunda belgelenmiş. Üsteğmen ders sonunda tam askerce selam verip beğenilerimizi kazanarak ayrıldı. ”Gitti!” diye üzülüyorduk. Meğer gitmemiş. Namık Ergin, Ömer Uzgil öğretmenlerle güle konuşa yemek yediler. Yemek boyunca gözlerimiz üsteğmende kaldı. Dersliğe dönünce pencereden gözetledim. Namık Ergin Öğretmen, üsteğmenin motosikletine dek beraberinde gitti, el sıkarak uğurladı. Arkadaşlar beni, rahatladı sandılar. Bense tam tersine daha çok huzursuz oldum. Binbaşı kaldıkça birgün nasıl olsa gelecek. Aralıklı geldiği için de ben kolay kolar onun gözünde iyi tarafımı gösteremeyeceğim. Ayrıca Binbaşı pekala “Canım bir tane olsun harcayalım!” deyip beni bırakmakta diretebilir. Bunu, kendi kendime söylüyorum Öğleden sonra. İşbaşı yapınca atölyenin akan yerlerini onardık. Oldukça zor oldu. Bağlı kiremitleri söküp tersine yerleştirmek bıktırıcı bir uğraş oldu. Sonunda tamamladık ama benim boynum ağrımaya başladı. Serbest okumada Muallim Hulusi beyin kitabını karıştırdım. Milli Neşide adlı bir parça hoşuma gitti. Çok kolay çaldım, ezberledim. Zaten ezberlemeden çalamıyorum. Notaysa notayı hemen ezberliyorum. Ezberimde bir melodi ise onun yerlerini kolay ezberliyorum. Kitapta çok şarkı yok ama adsız notalar var, hepsi de güzel, kısa parçalar. Okuma saatinde geometri çalıştım. Öğretmenin daha önce bana “Çalış dediği bir konu vardı, ”Üç kenarı verilen bir üçgenin alanını bulma. Bu, daha önce derste yapılmadı. Ben başka bir soru sormuştum. Öğretmen soruyu getirip buraya dayadı”Önce bunu yap!” dedi. Doğruluğunu tam bilmemekle birlikte formulü bulduğumu sanıyorum. Üç kenarı verilen üçgen çizilebilir. Genel kuram: Üçgen çizimleri için üç eleman koşulu vardır. Bunlar genelde iki açı, bir kenar. Bir açı, iki kenar ya da üç kenar olarak tanımlanmaktadır. Üçgen alanları, tabana inilen dikme çarpımının ikiye bölünmesiyle bulunur. Kareler, dik dörtgenler bölünmez. Yamuk dörtgenler ise yamuk kenarın orta noktasından geçen doğruyla doğrunun kestiği kenar çarpımıyla bulunur. Bu kuraldan yararlanarak üç kenarı verilen üçgenin çiziminde pergel kullanırız. Dik üçgenlerin alanları, bizi ilerde üzerinde çok duracağımız Pisagor teoremine götürür. . Kısaca. Bir dik üçgenin kenar kareleri bulunur. Çıkan iki kısa kenar kare toplamları uzun kenar kare toplamına eşittir, Çıkan üç kare de gerçekte birer dik yamuktur. Bu üç dik yamuğun ortak bir üçgenleri vardır. O da ilk çizdiğimiz üçgendir. Üçgeni içine alan yamuklardan birini seçip eğik kenarı yarılayıp alt noktadaki kenarla çarpınca seçtiğimiz yamuğun alanı çıkar. Daha önce bildiğimiz dörtgenin alanını yamuk alanından çıkarınca üçgenin alanı çıkmış olur. Olayı tekrarlayınca kesin yaptığımı anladım. Birden bir rahatlık duydum. Tavırlarımda bir değişiklik görünce Halil arkadaş”Ne o, sen gene birşeyler yapıyorsun galiba? ”dedi. Öğretmenin verdiği problemi anlattım, yaptığımı gösterdim. Arkadaş “Yarın nasıl olsa göstereceksin, göreceğiz!” dedi. Halil arkadaş kendisi yapmamış, ya da bilmemiş olsa bile pek ilgilenmiyor. Bunu bildiğim için de ben de sözü uzatmadım . Biraz da aritmetik ödevlerimi gözden geçirdim. Çok rahatlamış olarak inip yattım. Bu rahatlık içinde yatınca sabah kolay kalkamam diye düşünürken gece yarısı sıkıntı içinde, bağırarak uyandım Rüyamda, okul önündeki asfalttan yürüşüş yaparak askerler geçiyormuş. Biz derslik pencerelerinden askerlere bakıyoruz. Bir de baktım benim ağabeylerim, Ali enişten İstanbul tarafına gidiyorlar. Arkadaşlar konuşuyorlar: “Askerler çok açmış, kaç gündür yemek yememişler!” Aklıma Amcamlardan aldığım pekmez şişesi geldi, dolaptan alıp koşa koşa şişe götürüyorum. Elimde şişe koşuyorum ama askerler giderek kayboluyor. “Yetişemedimmmmm!” diye üzülerek bağırıyorum. Ağlamak istiyorum, ağlayamıyorum . Tıkanmışş bir durumda uyandım. Rüya oluşuna sevindim, gene uyudum.
15 Kasım 1939 Çarşamba
Uyanınca önce rüyayı düşündüm. Sonra dün sabahki durumumu anımsadım. ”Binbaşı gelince nasıl bir tavır koyacaktı? ”diye kaygılanıyordum. Sonra neler oldu? . İçimden bir ses” Böyle olasılıkları aklına getirip de kendini üzme!” Bunun tersini de düşündüm. Bugün matematik dersinde, bulduğumu anlatınca öğretmenin memnun kalacağını düşlüyorum. Sonra da, ”Bu da umduğum gibi olmayabilir!” deyip geçtim. ”Olursa sevinirim!” . Böyle düşünerek kalktım. Hava iyiden iyiye açık Kahvaltıya gittik. Küçük sınıfların çoğu dolaşık yoldan gidiyorlar. Madaralı Hattı bize kalmış durumda. Bir bakıma da bu daha iyi oldu. Kamyon geldi, öğretmenler doğruca kahvaltıya girdiler.
Çıkışta biz de yeni yoldan döndük. Çok yürününce orası da çamura dönecek ama hiç değilse sıyırma kolaylığı var. Yol Nöbetçisi olacakmış. Yol Nöbetçisi yerine Yol Temizleyici deseler ya şuna! Ya da yol temizleme nöbetçisi!. Bir nöbetçi de beton yolu sürekli gözetleyecekmiş Suyla tıkanacağını da ekliyorlar. Ders zili çalınca Ahmet Gürsel Öğretmen neşeli neşeli konuşarak geldi. ”Günaydın!” dedikten sonra,”Bizi, bu korkunç çamurdan kurtaranlara selam! Sizler güzel işler yapıyorsunuz, nankör değiliz, bunları görüyoruz, hepsini takdir ediyoruz. Biraz da bizim derse, şu insan yaşamının en gerçek gereksinimi olan matematiğe el atsanız olmaz mı? ”dedi. Sami Akıncı tek olarak “Atıyoruz Öğretmenim!” deyince, İsmet Yanar, ”Sami’nin işi iş, atıyor öğretmenim!” diye ekledi. Öğretmen birden, ”Ne oluyoruz? ” atışmalarınızı benim dersimemi taşıyorsunuz? ”deyip kestirdi, ama, sanki konuyu tam kapatmadı. Verdiği aritmetik sorularını defterlere bakarak izledi. Geçen derste ayırarak uyardığı tüm arkadaşlarla birer birer ilgilendi. Aynı arkadaşlara bu kez kitaptan yapılmadan geçen basit alıştırmalar vardı, onları verdi. Birinci dersi böylece geçirdik. Öğretmen ikinci derse de neşeli geldiTahtaya bir düzgün yamuk çizdi. Yamuğun eğit tarafını üçgene dönüştürerek, üçgen, kare ikilisi oluştu. Geçmiş dersteki konuşmasını anımsadı herhalde Bana dönerek”Hani bir ses çıkmadı, ne oldu bizim üçgen alanı? dedi. Ben, “Yaptım öğretmenim siz sormadığınız için söylemedim!” deyince “Gel tahtaya!” diye eliyle işaret etti. Önce soruyu tekrarlattı. Üç kenarı verilen üçgenin çizimi. Çizdim. Kenarları verilen rakamlarla belirttim. Kenarların karelerini çizdim. Niçin çizdiğimi söyledim. Kalın çizgilerle yamukları belirttim. Yamukların birinin eğik kenarını yarılarken, öğretmen niçin çizdiğimi sordu yamuğun alanını bulup, bulduğumdan dörtgenin alanını çıkarırsam deyince “Bukadarı yeter, aferin, deminki sözüm senin için söylenmemiştir. Sen canla başla her alanda fedaiisin. Bunu hep görüyoruz. Sami’ye dönerek “Demin arkadaşının söylediği ile benimkileri bir arada düşün, tek yönlü başarılar hep tek yönlü kalır. Sizin biraz komple, yani çok yönlü olmanız isteniyor, öyle olacağınız umuluyor. Benden söylemesi. !’. . . Bana döndü “Aferin, hak ettiğin için sana tam numara veriyorum. Bunu düşürmemen için çaba harcayacağını biliyorum. Bu çözdüğünün bir de formulü vardır, onu da kendin bul. Benden daha fazla açıklama bekleme, formül mormül vermeyeceğim. Makbul olan kendin bulmandır!” Öğretmen konuşurken söylediklerinin yarısı duymadım sanıyorum. ”Vermem mermem gibi sözler söyledi ama hiç önemsemedim. Ben zaten yaptığımın formulünü de bulmuştum. Öğretmen çıkarken ayağa kalkıp kalkmadığımı sonradan bir an düşündüm. ”Yoksa kalkmadım mı? ”diye telaşa bile kapıldım. Arkadaşa sordum. Halil “İyice şaşırdın galiba, kalktın!’”dedi de rahatladım. Fikret Öğretmen geldiğinde şaşkınlığım geçmemişti. Öğretmenin elinde bir Yeşil Yurt gazetesi. Bana uzattı, ”Bak Vahit Dede’nin yazısı var!” dedi. Gazeteyi alıp açtım. Vahit Lütfü Salcı’nın bir yazısı bir de büyükçe resmi var. Eski sayılı bir gazete ama öğretmen Vahit Dede’nin resmi görünca alıp getirmiş. Vahit Dede’nin arkadaşı, bizim de akrabalık bağımız bulunan Ali Baba (Ya da dede) olarak anılan birinin ölümü üzerine yazılmış bir yazı. Üzüldüm. Benim doğumumda bizde konukmuşlar. Kendisi ile birlikte olan Ahmet Baba’dan adımı koymaları, hayır duaları istenmiş. Adım için de adlar sıralanmış. Enver, Niyazi, Cemal, İsmet, Kemal adlarından biri ya da ikisinin söylenmesi bekleniyormuş. Ancak doğumum Trakya’nın bilinen en kıtlık yılının sonlarıymış. Trakya’da bu yıla “Kıtlık Senesi”diye ad takılmış. Bir ay kadar önce Trakya’yı boşaltan Yunanlılar, işgallerinde ekime biçim izin vermediği gibi ne var ne yoksa giderken alıp götürmüşler. Kıtlık nedeni gerçekte buymuş. Durumu iyi algılamış olan Dede’ler, (Ahmet-Ali Baba olarak anılırlar)Ali Dede’nin de(Ali Kemteri) oluruyla “Bu kıtlığa bereket gerek, ”Halil İbrahim Bereketi dileyerek ailenin isteğine katılmayıp adımı Halil İbrahim koymuşlar. Bunu, babamın, ablamın sık sık anlatışının dışında Kılavuzlu köyüne gittiğimizde, (ilkokul 3. sınıfta okuduğum yıl) konuk olarak bize geldiğinde (bizim kahvede) kendisinden iki kez dinlemiştim. ”O büyük kıtlıktan sonra unutulmayan bir bereket yılı, Bu yıla da “Bolluk Yılı adı verildi , bereketinle ailenin yüzünü güldürdün, dedikten sonra da”Ben okuyamadım, şiir yazarım ama kendi şiirimi yazarım. Benim yolumu, kendi yolumu aydınlatmaya çalışırım Benim şiirimin dışında bir de tüm insanlığın şiiri vardır. Yazmasan bile o şiirleri okuyup anlamalısın. Bak bunu da unutma, önce benim şiirimi, sonra insanlığın şiirini oku. Sakın ötekine bakarken kendimizi unutmayalım. Derya gözetirken önümüzdeki çukura düşmek yok!” demişti. Vahit Dede’nin de, yazısından çok resminden etkilendim. Herhalde kederli bir gününde çektirmiş. Gazeteyi öğretmene geri verince öğretmen almadı, ”Sende kalsın, sakla, ilerde iyi bir anı olur!” dedi. Yeni Yurttaşlık Bilgisi ödevimiz. Trakya’da yönetim bölünüşü. İller, ilçeler, bucaklar, köyler. Yöneticiler. Yönetici seçimleri, ya da atamaları. Dersten sonra öğretmen boş dersimizde gene geldi. Kooperatifin iyi çalışması için düşüncelerimizi sordu. Kooperatifin işlevinden çok, Sami Akıncı’nın iş derslerinden alınıp orada bekletilmesi üzerinde duruldu. Özellikle İsmet Yanar bunun nöbetleşe yapılmasını önerdi. Öğretmen bunu Okul Müdürü ile görüşeceğini, kooperatif parasının okula ait olması nedeniyle Müdür Beyin söz hakkı doğduğunu, biz kendi aramızda para toplayarak o birikimle iş yaparsak o zaman kendi yönetimimizi kurabileceğimizi anlattı. Bunun için de tüm öğrencilerin ortak olmalarını koşul koydu. Bu kez İsmet’le onu destekleyen arkadaşlar öteki öğrencilerle konuşmaya karar verdiler. Öğretmen ayrılırken İsmet’e teşekkür etti. Doğru düşünüyorsun, seni de arkadaşlarını da destekliyorum!” dedi. Öğretmen ayrılınca birileri sızlanmaya başladı. ”Biz para vermeyiz!” İsmet’in soruşturması sonrasında ise 23 arkadaşın hemen para verebileceği ortaya çıktı. Sami Akıncı da para vereceğini söyleyince, mız mızlayanlar hemen dönüş yaptı…. Serbest saatte İdris de mandolinle geldi, atölyede çalıştık. İdris nota bilmiyor, öğrenmeye de yanaşmıyor. Oysa nota çalmayı kolaylaştırıyor. Müziğe İmni parçasını çaldım. İdris çok beğendi. Basıldığı yerlere bakarak çıkarmaya çalıştı. O da bana Manastır türküsünü çaldı. Çok ağır bir türkü. Mandolinle pek güzel olmuyor ama öğrendim. Çift vuruşları iyice pişirsem belki daha güzel olacak. Sürekli çift vuruş yapamadığım için uzatmalar güzel olmuyor. İdris’in çalışmaya gelmesine sevindim. Arkadaşla olmak daha güven verici oluyor. Zaten Hidayet Öğretmen “Mandolin tutmayı biraz öğrenince beraber çalışmalar yapacağız!” demişti.
18 Kasım 1939 Cumartesi
Askerlik dersinde binbaşının bağırıp çağırmasından biraz kaygılanmıştım ama bu kaygım birkaç gün içinde kaybolmuştu. Dürriye öğretmenin “Sonra görürüşürüz sözü giderek bende kaygıya döneceğe benziyor. Kendi kendime soruyorum bana ne yapabilir? Olsa olsa zayıf not verir. Beden Eğitimden alacağım zayıfla beni sınıfta bırakmazlar. Üstelik nerdeyse tüm dersleri zayıf olanlar var, onları bile sınıfta bırakmıyorlar. Düşünüyorum, taşınıyorum sonunda kaygılanacak bir durum görmüyorum. Bir şey yapmaktan çok, öğretmen konuşmalarda, hareketlerde beni çok eleştirir, farklı davranışlarda bulunur. Bunlar da benim üzülmeme yeter!Bakalım bugünkü tavırları ne gösterecek!” Bu düşünceleri kafamdan atamıyorum. Ben bunları düşünürken arkadaşım Halil benim düşüncelerimi bilir gibi “Senin bedenci gelecek mi bakalım? dedi. Sanki ilgilenmiyormuşum gibi, ”Neden benim olsun, o benden çok sizin bedenciniz, küçümseyerek “Ben böyle kırlardaki, böyle köylerdeki okullarda hiç çalışmadım!” dediği zaman sustunuz!” dedim. Arkadaşım sözümü beğenmedi, ”Ne diyecektik? ”diye sordu. ”Pekala, biz buralarda yaşayıp yetişmeye çalışıyoruz, ne olur siz de bir süre aramızda olun, bundan gocunmayın, bizi mutlu ederken siz de mutluluk duymaya çalışın!” diyebilirdiniz!” Arkadaşım güldü, ”Biz nerden buluruz bu kadar sözü, onu bulsan bulsan sen buylursun!” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalıştı. Ben susmadım, ”Söze gelince bulamıyorsunuz ama üleştirmeye gelince bunu hak sayıyorsunuz. Bak ne güzel paylaştırmışsınız, hoşlanmadığı iki söz söylediğim için Beden Eğitimi öğretmeni benim oldu. Bana yüksek sesle tam numara veren Ahmet Gürsel Öğretmeni ya da Fikret Madaralı Öğretmenleri kendinize ayırın!” dedim. Halil söylediğine pişman olduğunu, kötü amaçla söylemediğini tekrarladı, sonunda”Haklısın!” dedi. Bir süre konuşmadan durduk. Kendi kendimi yargıladım. ”Belki Halil’e söylediklerim ona biraz fazla ama, tüm sınıf arkadaşlarımı düşününce az bile!” deyip rahatladım. Az sonra Beden Eğitimi Öğretmeni geldi. Daha güleç yüzle “Günaydın!” dedi. Yumuşak bir sesle, ”Üşür müsünüz? Bugün dersi dışarda yapsak!” dedi. Arkadaşlar “Üşümeyiz, zaten biz dışarlarda çalışıyoruz!” dediler. Dışarı çıktık. Boy sırası dizildik. Birli, ikili, üçlü sıralar olduk. Asfalt yola çıkıp uygun adım yürüdük. Tekrar okul önüne gelip dersliğe girdik. Ders bitti. ”İkinci dersimiz boş, devam edelim!” diyenler oldu. Öğretmen, dersi olduğunu söyleyip ayrıldı. ”Dersimiz boş!” diyen Hilmi Altınsoy’a bir süre çıkıştılar. Hilmi “Beden Eğitimi dersini çok seviyorum, onun için dedim!” deyince Sami Akıncı “Ben de matematik, Almanca derslerini çok seviyorum, boş derslerde öğretmenleri çağıracağım!” diye takıldı. Derslik bir an karıştı. Mustafa Saatçı. ”Boşboğazlığın bizi ne duruma düşürdü!” diyerek Hilmi Altınsoy’a sözünü geri aldırdı. Hilmi sözünü geri aldı ama bu kez, ”Öyle olmaz, gidip öğretmene söylemen gerekir!” diyenler oldu. . Hilmi yarı şaka yarı ciddi bu sözleri dinledi, özür dileyerek. ”Bunu bir başka boşboğazlığımda yapsam olmaz mı? ”deyip güldü. . Bayrak töreni çağrısı tartışmaları kesti. Törene çıktık. Hidayet Öğretmen Beden Eğitimi Öğretmenini yemeye çağırdı, öğrertmen teşekkür etti, ama gitmedi, ayrıldı. Ayrılırken bana da baktı, ”Allahaısmaladık!” dedi. Motosiklete atladı gitti. Motosikleti süren asker sanırım orada üç saattir bekliyordu. Haftaya gelirlerse o askeri, mutfağa ya da yemekhaneye çağıracağım. Askercik iki haftadır rüzgarın en savrulgan yerinde öylece bekliyor. Öğle yemeğinde bir duyuru;6. 7. sınıflar öğleden sonra çalışacaklar. Hangi işte çalışacakları bildirilmedi. Namık Öğretmenden soranlar oldu, Hangi işte çalışacapız? ” Namık Öğretmen gülerek, ”Bunu bilmeyecek ne var? Kendi işimizde çalışacağız!” dedi. Yusuf Asıl gülerek, ”Öğretmenim biliyoruz, bizim işimizde ama bizim bir çok işimiz var, bunların hangisi? diye soruyoruz. Öğretmen gülerek “Şuna bak, beni oyuna getirmeye çalışıyor. Söz veriyorum, sen hangisinde istersen onda çalışacaksın!” Kampana vurdu, beton kaldırımda sıra olduk. Biz yine atölyeye döndük. Madaralı Hattına paralel bir hat daha yapacağız. Bunu yapınca gidiş gelişler rahatlayacakmış. Öteki öğrenciler Yeni tuvaletlerin çıkış kanallarını açtılar. Biz daha önce yaptığımız ölçüleri az genişleterek daha sık basamaklı merdivenleri hazırladık. Paydostan önce gösterilen yerlere koyduk. İki kişi yan yana yürüyeceği gibi karşılıklı gelip gitme de kolaylaşacak. Merdivenleri rahat yaptık ama taşıyıp yerleştirme çok zor oldu. Bu nedenle mandolin çalışmayı bugün bıraktım. Okuma saatinde Hidayet Öğretmenle toplandık. Karşımdaki rol arkadaşım konuşurken “Huruc’u alle Sultan meselesi“diyor. Bunu duyunca ben “Huruc ettik de buraya geldik hafız!” diyorum. Kaç kez tekrarladım bilmem ama öğretmen gene olmadığını söyledi. İçimden kesin olarak bu işten vazgeçmeye karar verdim. Öğretmeni gücendirmeden nasıl ayrılacağımı düşünmeye başladım”. Huruc ettik de geldik buraya hafız!” sözüm piyesi bozacaksa ben ona razı olmamalıyım. Arkadaşım Ahmet Güner, benim piyes konusunda isteksiz olduğumu anlamış, ”Ben öğretmene söyleyeyim, çok istiyorum ama rolüm az olsun, diyeyim, öğretmen razı olur!” dedi. Ahmet’le anlaştık. Ancak öğretmen, kendisi söylesin, ben arkadaşına rolü bırak nasıl derim? diye sormuş. Piyes 23 Nisan için düşünülüyor, o zamana dek bir yolunu buluruz. Mehmet Yücel, bana “Sakın o rolü bırakma, hazır eline fırsat geçmiş, Mustafa Saatçı’ya istediğin kadar Hafız diyebilirsin. O bir söz söyleyince “Huruc ettik de buraya geldik hafız!” de. Ben bunu yapar mıyım? Asla yapmam! Nasılsa yatınca Mehmet Yücel arkadaşın bu önerisi aklıma takıldı. Gerçekten Mustafa Saatçı bir ters söz söyleyince bu ona şaka olarak söylenebilir: Huruc ettik te buraya geldik Hafız! Huruc ettik de bunu yaptık Hafız! Huruc ettik de bunu söyledik Hafız!Uydur uydur söyle. Bir süre güldüm ama ben bu tür şakalara katlanamam. Kendimin katlanamadığı şakaları da başkalarına yapamam!
21 Kasım 1939 Salı
Fikret Madaralı Öğretmen birbirine benzeyen günlerin notlarını yazmak daha zor olur!” demişti. Böyle mi değil mi? Bunu daha ayırdına varamadım ama her gün yazmayı da düşünmüyorum. Bugünü önemsediğim için yazıyorum. Yaşar binbaşı gelirse bakalım nasıl davranacak? Zaman uzadıkça içimde kuşkular artıyor. Bu nedenle ilgiyle bekliyorum. Hiç kimseye sezdirmeden onu düşünüyorum. Gözlerim de asfalt yolda, motosiklet arıyor. Motosiklet geldi, üsteğmen zıplayıp atladı. Askere yer tarif etti, asker motosikleti oraya bırakıp yemekhaneye gitti. Buna çok sevindim. Bedene Eğitimi öğretmeni gelince bunu ben yaptırmayı düşünmüştüm. Şimdi işim daha kolaylaştı. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin dersi çok canlı geçti. Kuş türleri, bitki türleri, daha doğrusu tüm sınıfça ortak çalışmalı dersler gerçekte güzel geçiyor. Ancak işler soruların yanıtlamasına gelince sınıfın çoğunluğu sus pus oluyorlar. Kimseye bir şey demiyorum ama kimi arkadaşların unutkanlığına şaşıyorum. Geçen gün Kepirtepe’ye geleli kaç ay oldu diye soru soruldu. Parmak hesabı yaptılar. Konu Edirne-Karaağaç’la Alpullu’da kaldığımız zamanlar konuşuldu. Birisi Edirne-Karağaç’ta dört, Alpullu’da da dört ay kaldığımızı söyledi. Dinleyenler de “Evet!” deyip, geçiştirdiler . Güldüm, düzeltme yaptım, Edirne-Karaağaç 2, Alpullu 5 ay diye düzelttim. Şaşıranlar oldu.Ders zili çalınca kapıda üsteğmen göründü. Güler yüzle girdi, hatırlarımızı sordu.Şaşkın yüzlerle baktığımızı anlayınca açıklama yaptı.”Dersimizin Cuma günleri olduğunu biliyorum ama kısa bir zaman için benim o saatlerde bir işim çıktı.Sizin bu saatlerde dersiniz olmadığını öğrenince geldim. Arkadaşlar,üsteğmenin yumuşak tavırlarından yararlanarak savaş olup olmayacağını sordular. Üsteğmen işaret parmağını dudağına bastırarak “Bana böyle büyük işleri sormayın. Ben Üsteğmenim ama komuta kademesinde sizin gibi öğrenci durumundayım. Bilmiyorum!Bir birey olarak savaş isteyip istemediğimi öğrenmek isterseniz,söylerim: “İstemiyorum!” derim ama niçinini bile açıklayacak durumda değilim. En iyisi bu sorunuzu Binbaşım geldiğinde ondan sorun. O deneyimlidir, size gerekli bilgileri, verir!” İkinci dersimizi anlatmaya başladı. Anlatması da çok hoş. Kimi zaman soru sorar gibi yapıp yanıtlarını kendisi veriyor. Dersten sonra gene Namık Öğretmenle bir araya geldiler. Yemeğe kaldı. Neşeli neşeli konuştular. Öteki öğretmenlerle de konuştu. Herkesi selamlayarak ayrıldı. İki insanı karşılaştırdım. Binbaşı gelse öğretmenler kendisine böyle yaklaşacak mı? Yaklaşmazsa niçin yaklaşmazlar? Aradaki bu değişiklik rütbelerinden mi? Bunu hiç kimseye soramamanın üzüntüsünü duydum. Belki de bunu çevremde hiç kimse düşünmüyor.
25 Kasım 1939 Cumartesi
Hasan Üner nöbetçi. Hasan bir değişiklik yaptı. Kalk yerine şiir okudu: Kuşlar der ki uyan uyan-Tembel olur çok uyuyan. Aynı sözleri söylüyor. Bağıran oluyor, ”Arkasını söylemezsen kalkmam!” . Hasan “Zaten kalkmamanız için arkasını söylemiyorum!” diyor. Hamdi Bağ Öğretmen kapıdan seslendi. Sizi gelip hep ben mi kaldıracağım, kendi kendinize kalkmayı öğrenemeyecekmisiniz? ”Tamam, hepimiz öğrenmiş durumdayız, itiş kakış çıkıyoruz. Benim kararım kesin, motosiklet geldikten sonra gidip askeri mutfağa götüreceğim. Pencereden gözetiyorum. Baktığımı görenler oldu. Ne beklediğimi soranlar oldu. Doğruyu söyledim. Beden Eğtimi Öğretmenini bekliyorum. Arkadaşlardan daha dikkatli olanları, öğretmenin ikinci derste geldiğini söylediler. Yerime oturdum. Almanca çalışmaya başladım. Kampana çalınca pencereye koştum. Şaştım, motosiklet gelmiş. Yemekhane köşesine çekilmiş ortalıkta asker falan kimse yok. Düşündüğüm görevi yapamadım. Önemli olan askerin rüzgardan kurtulmasıdır… Ama gene de içimden bir üzüntü geçti, bunu ben yapmalıydım!
Beden Eğitimi dersini gene dışarda yaptık. Asfaltın kenarlarında tek sıra yürüdük. Bayrak gönderi çevresinde döndük. Belli noktalara selam bakışı yaptık. İdris Destan yanındakine “Asker olduk!” demiş. Bunu duyan öğretmen çıkıştı. “Ya ne sandın!” sen iyi ki asker oluyorsunuz!” gibilerde bir yığın söz söyledi. Asker olmanın bir nimet olduğunu, bundan gurur duymamız gerektiğini saydı, döktü Bu zılgıttan sonra. dersliğe döndük. Dersliğe girince de böyle terbiyesizce konuşmaları sevmediğini, onun dersinde bunları yapmamamızı tembihledi. İdris renkten renge girdi. Tekrar tekrar özür diledi. “Onu demek istemedim, bunu söylemek istedim” dediyse de öğretmen bunları duymazdan gelip, hepimizi azarlayan bakışlarla süzdü. “Hele bunları benim dersimde yapamazsınız, ben buna izin vermem!” deyişi beni iyice çileden çıkardı. Açıkçası, siz öteki derslerde böyle davranıyorsunuz, size başka öğretmenler göz yumuyor ama ben göz yummam!” dedi. Bu sözle öteki öğretmenlere haksızlık edildiğini düşündüm. Bunu belirtmeliyim diye parmak kaldırdım. Sözünü bitirince bir an sustu. Parmak kaldırdığımı gördü. “Söyle bakalım ne söyleyeceksin? ” diye azarlarca bağırdı. “Arkadaş özür diledi, kasıtlı söylenen bir söz değil. Gerçekte biz bu tür davranışlara kalkışmayız. Öteki öğretmenlerimiz de bu tür olaylara izin vermezler. Tüm arkadaşlar sizden özür dileriz. Bu biraz da dışarda kendimizi serbest saymamızdan ileri gelmiş olabileceği düşünülerek hoşgörülebilir!” derken öğretmen “Bak bak bak, neyi hoş göreceğim neyi hoş görmeyeceğimi senden mi soracağım? Çattık vallahi, hem de ne çattık!” dedi. Ben susmadım, “Özür dilemek için konuştum, konuştuğum için de özür dilerim öğretmenim!” dedim, oturdum. “Sen geçen derste de böyle konuşarak başladın ama sonu gelmedi, gene öyle oldu!” dedi. Oturduğum yerden “Ben öğrenciyim, yavaş yavaş sonunu getirmeyi de öğreneceğim!” dedim. ”Biraz geç kalmışsın!” karşılığını verdi. Kayıplarımı kapatmak için canla başla çalışıyorum, bunu öğretmenlerim bilirler!” dedim. Alaylı bir şekilde “ben de öğreneceğim!” dedi. Yüzünde acımsı gülüş belirdi. Kampana vurunca gene Allahaısmarladık bile demeden çıktı gitti.
O gidince arkadaşlar bana “Bu kadın seni affetmeyecek, haberin olsun!” dediler. “Siz söyleyin suçum var mı? ”diye sordum. “Yok, hem de hiç suçun yok, Dürriye kesinlikle öğretmen değil herhalde, söyleneni doğru anlamıyor!” dediler. O zaman ben de. “Siz beni haklı buluyorsanız ötesi bana vız gelir!” dedim. Törene indik. Dürriye öğretmen bu kez Ahmet Gürsel Öğretmenle yanyana durdu, sürekli onunla konuştu. Törenden sonra da birlikte yemeğe gittiler, Ahmet Gürsel Öğretmen onu motosiklete dek götürdü. Öğleden sonra çalışma yapılmadı. İdris'le uzun süre mandolin çalışık. Bir ara İdris’in isteğiyle. 5. sınıflara gittik. Onlarda iyi mandolin çalanların yanında keman çalışanlar da varmış. Keman çalışanlar üzerinde hiç durmadım. Daha önce tanıdığım, eniştem şair, şiirler yazıyor diyen Doğan keman çalıyor. Mandolin çalanları beğenmedim. Onlar mandolin çalmıyor, mandolin tımbırdatıyorlar. Notadan da hem anlamıyorlar hem de çalmaya çaba göstermiyorlar. Döndük gene atölyede çalıştık. İdris çabuk yoruluyor, yorulunca da ayrılıyor. Ben hava kararana dek atölyede durmadan parçaları tekrarlıyorum. İdris bana “Seninle çalışılmaz, sen çok inatçısın, güçlüsün, yorulmuyorsun, ben yoruluyorum!” diyor. Bütün öğrendiğim parçaları birkaç kez çalmadan bırakamıyorum. Öteki derslerde de öyleyim. Unuttuğumu anladığım bir konuyu hemen tekrarlayıp bilgimi yerine oturtuyorum. Bunu yapamadığım tek ders Almanca. Bunu öğretmene de söyledim. güldü, ”Sana bir büyük lügat alalım, sözleri ondan bakınca kolay öğrenirsin. Şimdi anlamını bulamadığın bir söz ötekileri de unutmana neden oluyor dedi. Alacak listeme Almanca-Türkçe lügat yazdım. Kabarık bir liste oluştu. Bir mandolin metodu, bir Türkçe lügat daha önce yazdırılmıştı. . Muallim Hulusi’nin kitabı, Hulusi Öktem –Müzik kitabı olarak yeni çıkmış ondan da bir tane yazdım. Ahmet Gökay Ağabey Edirne’den getirecek. Ayrıca renkli, kutu kalemler, kırmızı mavi mürekkep yazdım. Yemekten sonra Hidayet Öğretmenle yemekhanede çalıştık. Öğretmen rolü uzun olanlarla çalıştı. Sonunda hep beraber bir okuma yaptık. Arkadaşlar, nasıl giysiler giyeceklerini sordular. Öğretmen bana bakıp takıldı, ”Sana giysi değil de bıyık bulmak sorun olacak, saçına uygun bıyık bulmak kolay değil, deyip güldü. Bunda biraz alaya dönük şaka kokusunu anladım. Sordum, ”Sarışınlar bıyık bırakmaz mı? Öğretmen, nasılsa yaaa, . . Evet!” dedi. Hemen sözümü yapıştırdım, Atatürk de sarışındı, onun bıyıkları var!” dedim. Öğretmen biraz yüksek sesle, ”Tabii ki, vardı, başkaları da var, sana da birşeyler yapacağız. Demem o ki az bulunur. Sen hemen konuyu var-yok karşıtlığına götürüyorsun. İnsan yaşamında var-yok dışında da bir alan bulunur, şakalar, fıkralar hatta şarkılar, türküler bu alanın ürünüdür. Karikatürlere bakar mısınız? Karikatürleri inceleyince göreceksiniz, insanlar gülmek için neler yapıyorlar!” Öğretmen bütün bunları söylemek için mi bana öyle demişti? Yoksa söyledikten sonra beni teselli etmek için mi bu yola girdi? Yattığımda bunları uzun uzun düşündüm
26 Kasım 1939 Pazar
Hilmi Altınsoy nöbetçi, olaylı nöbet günlerinden biri yaşanabilir. Genellikle sonuç tatlıya bağlansa da başlangıçta çıngar çıkmaktadır. Anımsadığım kadarıyla geçen nöbette Hilmi geç kalkmıştı. Geç kalkmışlığı türlü yakıştırmalara neden olmuştu. Bu kez de erken kalkışı sorun oldu. Sözde aşıkmış, uyuyamıyormuş.
27 Kasım 1939 Pazartesi
Nöbetçiyim. Halil benden önce uyanmış, yavaşça “ Nöbetçi!” dedi. Hemen kalktım. İlk işim saate bakmak oldu. 11 dakika var. Sessizce dolabımı düzelttim . Halil bana yardım etti. Tam dakikasında kapıdan işaret verdi, böylece kampanaya saatinde vurdum. Öteki nöbetçiler işbaşı yaptılar, kahvaltı hazırlığını tamamladık. Kampana vurma meraklıları var. Özellikle 5. sınıf çocukları koşup demiri tokmaklamaya bayılıyorlar. Yakında elektrik gelecekmiş. Elektrik gelince kampana kalkacak, diye üzülenler bile var. Geliş yolları daha rahat olduğu için yemekhaneye giriş daha toplu oluyor. Bir süre önce girenler bitmeden çıkmalar başlıyordu. İlk dersler Türkçe. Türkçe’nin ikinci Almanca’nınsa birinci saatine gireceğim. Birinci derste öğretmen, sorular sormuş, birçoğunu paylamış. Ali Aga, Baba Ali, Fettah Biricik, Artlik Hüseyin (Ahretlik sözünü bilerek arkadaşlar kısaltarak söylüyorlar)İmam Mustafa da bu kez zılgıt yemiş. Fikret Madaralı Öğretmen sorulara yanıt veremeyince hoş görüyle karşılıyor. Ancak çok kolay sorulara ya da çok tekrarlananları bilmeyince fena kızıp söyleniyor. En çok kullandığı söz de “Sarsak!” Sarsak, aklını kullanamayan, dengesiz anlamına geliyormuş. Sınıfta bu sözü kullanmadıklarından biri de benim. Sami Akıncı, Halil Basutçu, İsmet Yanar, Bekir Temuçin, Yusuf Asıl, Hasan Üner, Mehmet Yücel’le Mehmet Başaran için bu sözü kullanmamış. Yusuf Asıl bunu izleyip yazıyormuş. O söyledi. 2. Derste Reşat Nuri Güntekin’den bir parça okuduk. Niğde dolaylarında gördüklerini anlatıyor.. Faruk Nafiz Çamlıbel’den de söz ediyor. Onun Han Duvarları diye bir şiiri var. Geçen yıl ben bu şiiri okumuştum ama çok uzun diye ezberlemeye kalkışmamıştım. Öğretmen anlatınca ilgimi çekti. Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirlerin i seviyorum. Öğretmen önce söyledi sonra tahtaya yazdı. Yahya Kemal Beyatlı Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirleri için, ”Bir lüb-i lebidir leizi lezaizin-Her mısra-i güzidesi cıhanda Faruk Nafiz’in”demiş. Faruk Nafiz’in seçkin dizeleri insanin dudaklarından , zevk vererek çıkar ya da zevkle okunur, anlamı taşıyormuş. Reşat Nuri Güntekin’den Çalıkuşu’nu okumuştuk öğretmen anımsattı. Ayrıca “Bakalım romandan neler kaldı? ” diyerek sorular sordu. Özellikte romanda geçen kişileri sorunca çoğumuzun Hayrullah beyi anımsamamıza gülerek, ”Bu Hayrullah bey merakınızı anlayamadım!” dedi. Sefer Tunca arkadaşımızın dalgınlıkla Hayrullah yerine Emrullah Bey demesini öğretmen çok güldü Sefer arkadaşa, ”Ben bunu dalgınlık olarak düşünmüyorum, sen kurnazlık ederek benim dersimde uyur gibi duran Emrullah’ı uyandırmak için yaptın bunu. Eğer böyleyse buna daha çok sevineceğim!” dedi. Bu kez Emrullah’a Hayrullah Bey, arkadaşın adını Çalı Kuşu’ndaki doktora verdi. Ben de onun adına sana taktım. Bu şakalarımıza ne diyorsun? Bize katılıyor musun? deyince Emrullah “Katılıyorum öğretmenim!” dedi, gülümsedi. Öğretmen pazar günü birkaç arkadaşınızla Sinanlı’ya gidip oradaki kitapları almayı düşünüyorum. Bu gerçekleşirse kitaplığımız çalışmaya başlayacak!” demesi bizi sevindirdi. Ömer Uzgil Öğretmen derse geç geldi. Gelince de kitaptaki üçüncü parçayı sonra işleriz, deyip Der Löwe und der Maus’u okudu. Bilinen bir öyküdür, akıl yordamıyla da çevirebilirsiniz ama burada önemli olan kurallardır!” deyip İnfinitiv özellikleri üzerinde durdu. 2. dersinde ben nöbetime döndüm. Öğleden sonra iş derslerine nöbetçiler katılmıyor. Çağırılmazsam ben de katılmayacağım. Mandolinimi alıp bir köşeye çekileceğim. Bugün atölye dolu olacak. Beklediğim gibi olmadı, hiçbir yerde çalışamadım. Nerede “Tın!” desem, birisi çıkıp rahatsız olduğunu söylüyor. Sonunda mandolini de bugün bıraktım. Akşam işlerimiz çok sürdü. Yarın patatesli yemek varmış, patates soyduk. Geç olarak dersliğe gittim. Arkadaşlar tatil sayıklıyorlar. Nasıl gidip döneceklerini hesaplıyorlar. Benim yolum belli, buradan Lüleburgaz’a oradan da Çeşmekolu’ya. Kadir takılıyor. Hamidabat’tan geçmek zorundasın. ”Küstüm Hamitabat’a kenarından dolaşacağım!” dedim. Mehmet Yücel Kadir’e takıldı Ne işi var onun Hamitabat’ta? O, Domuzormanı’ndan geçip gider!” Kadir anladığım kadarıyla A ile ilgili bilgi topladı. Ya bana söylemek istemiyor, ya da söylerse üzüleceğimi düşünerek olayı atlatıyor. Oysa ben yeterince üzüldüm. Çünkü A’da tıpkı C gibi çocukluğumuzun içimize sarılmış, çözümsüz birer duygu yumağı. Çalı Kuşu’nda yıllar sonra buluşma oluyor ama aradan geçen yıllar, yureklerdeki o ilk sıcaklığı koruyabildi mi? A benim gözümde hala, belikli, gür saçlarında kurdelelerle gülen bir güzel çocuk. Ya o güzel saçlar kesildiyse? Aradan dört yıl geçti. Ya güzel gözleri kara çarşafa sarıldıysa? Böyle olmasa bile, böyle olduysa deyip ürperiyorum. Ya böyle olduğunu gözlerimle görürsem!Görünce çekeceğim acıyı hafifletmek için öyle olmuş varsayarak acımı dağıtmayı yeğliyorum. Bu nedenle Kadir’in vereceği haberler beni fazla etkilemeyecek. Nitekim, C için de aynı durum oldu. Oldu da bana göre geldi, geçti. Bundan sonra bana, üzülmediğimi göstermek kalıyor. Üzülmediğimi kanıtlarsam, karşımdakinin benim adıma üzülmemesini de sağlamış olurum. A için de bunu düşünüyorum. Ondan ayrı düşmeme çok üzüldüğüm doğru, ama bunu belirtip onu da sorumluluk duygusuna çekersem, kendimi bu kez daha suçlu sayacağım. A güzel arkadaştı. İyi şeyler düşünüyordu. Ben de ona katılıyordum. Ama olmadı. Kuyucaklı Yusuf’u düşünüp teselli olmaya çalışıyorum. Sevmek yeterli değil, sevgi için bir de ortam gerekliymiş. Bunu ben A ile konuşurken bile sezmiştim. Yazık ki A böyle duygulara daha hazır değildi. Bana “Sevgilin var mı? diye sorunca irkilerek” Var!” dediğimde sevgilimin fotoğrafını istemesi, arkasından da çekinmeden beni sevdiğini söylemesi, olaya, onun nedenli değişik, doğal duygular içinde baktığının tartışmasız bir kanıtıydı. Tıpkı Yusuf’un kollarında Müzeyyen’in can verdiği gibi A da bir bakıma benim belleğimde öylece kaldı. Ancak o Müzeyyen gibi toprağa gömülmedi. Bana göre o, bir başka duygular alanına, benim yürek boşluğuma uçtu. O Müzeyyen’in Yusuf’un kollarında kaldığı gibi benim kollarımda kalmadı ama ben onun yüreğimde olduğunu duyumsuyorum. Hiç eksilmeyen sevgisi gibi, çocuksu güzelliği , kuşkusuz hiç silinmeyecek, kusursuz anılar olarak yaşam boyu kalacaktır. A’dan ayrı olarak da yaşayacağım. Bu benim kendi yaşamım olacak. Ancak zaman zaman içinde bulunduğum durumun doğal olup olmadığını da sorgulamaktayım. Bir benzerini bulmak için okuduğum kitaplardan örnekler arıyorum da tıpa tıp örtüşeniyle şimdiye dek karşılaşmadım. . Örneğin bir D’Artanyan, belli bir zamandan sonra bulunduğu ortamdan ayrılıp, değişik bir yola gidiyor. Ya da Ortis, bir öncekinden çok değişik bir dünyada yaşıyor. Ya da Kuyucaklı Yusuf Müzeyyen’i gömdükten sonra çıkıp gidiyor. Ömer Seyfettin’in Koca Ali’si de sürdürdüğü yaşamın kapısını kapatıp gidiyor. Bunlar başka bir ortamda kuşkusuz yaşıyorlar. Ahmet Cemil örneği savaş gazileri bir başka beden şekillerine alışıp yaşamlarını sürdürüyorlar. Besbelli benim yaşamım da böyle bir değişik duygular yumağı içinde sürüp gidecek. Anneli büyümek varken annesiz büyüdüğüm A ile beraber olmak varken onsuz yaşamak niçin olmasın!Ama bunlar aynı değerde değil, yaşamın yarısı, belki yarısında da azı olacak. Sevdiğin birinin yokluğu yüreğinde hep duracak. Durmak ne söz sızlatacak. Ben şimdiden bunun acısını çekiyorum, Sanırım zaman içinde çekeceğim. Durup dururken aynı duygulara kapılık böylesi kederlenmem kökü derinlerde bir isteğin kıpırdanışından ileri gelmektedir. Bu çok uzun sürebilir. Bu beni hiç bırakmayabilir!” Böyle düşünerek, ağlamaklı duygular içinde yattım. Aklıma gene evdekiler, başka tanıdıklar takıldı. Evli olarak yaşadıklarını bildiklerim, hep sevdikleriyle mi evlendi? Adlarını yazarak irdelemek istemem ama sanırım içlerinde yüreği yananlar vardı. Belli yüz izleri gözümün önüne geldi.Saygıyla,sevgiyle baktığım bu yüzlerdeki çizgiler,yüzler kaybolduğunda da bir süre göründüler.Bunun bir anlamı olmalı.
28 Kasım 1939 Salı
Bu kez Halil Basutçu’yu ben uyandırdım. ”Uyanmıştım!” demesine karşın , dokununca telaşlandı. Uyanmış ama belki o anda gene dalmış olabilir. Bana “Sen bugün Binbaşını bekliyorsun, onun için “Alestasın!” dedi. Alesta ne demek? Hazır, ya da ona benzer bir sözcükmüş. Halil, nöbetlerimde bana yardım ettiğinden ben de ona yardım etmek istiyorum. Halil’in nöbetin de iki de kız var. Kızları iki kişi olarak nöbete koyuyorlarmış. İlgimi çekti. Benim nöbetime hiç kız rastlamadı. Halil’in nöbetindeki kızın birisi bizim komşu sayılacak kadar yakın bir köyden, Kırıkköy. Alpullu’ya gelip giderken sık sık uğradığımız bir köy. Kadir Pekgöz’le geçen yıl tatile giderken uğramıştık. Kırıkköylüler bizi yalnız yola çıkarmamak için söz birliği etmişlerdi. Sonra bir yol arkadaşı bulup uğurladılar. Kızın adı Gülfize. Gülfide adı bizde de var. Gülfide’ye uyan Elfide adı da bizde var. Benim Babaeski/Sofuali köyündeki halamın adı da Elfide’dir. 77 yaşında olduğuna göre demek bizi m ailede bu tür adlar çok eskilere dayanmaktadır. Böyleyken Gülfize adını duymamıştım. Gülfize güzel bir kız buna karşın çok utangaç. Söz söylerken yüzü kızarıyor. Öteki biraz toplu ya da toplumsu, biraz da tatarımsı yüzlü ama daha konuşkan. Sık sık gülüyorAdı Sakine. Sakin, sessiz anlamına geliyormuş. Dilerim sahiden sakin olur. Kız nöbetçilerle Ömer Uzgil Öğretmen bir süre konuştu. Onlara ayrı bir görev verdi galiba, koşarak okul binasına gittiler. Dersaneye dönünce kız nöbetçiler için arkadaşlara sordum. Nöbet listesini Sami Akıncı yapıyormuş. Kızları numara sırasına göre değil istediği güne koyuyormuş. Bunu, benim gibi başkaları da böyle olduğunu duyunca bir patırtıdır koptu. ”Sami Akıncı nasıl kendi istediğine göre sıra yaparmış? ”Savunanlar oldu, yerenler oldu. ”En iyisi bunu Ömer Uzgil Öğretmene yansıtmak!” deyip kestiler. Doğru ama bunu kim, nasıl yansıtacak? Konu öyle ortada kaldı.
Tabiat Bilgisi dersimizde kuşları evcil-yaban, etyiyen-ot yiyen, göçen-göçmeyen olarak inceledik. Göçenlerin daha çok nehir kıyılarına, göllere geldiği üstünde duruldu. Meriçli arkadaşlar değişik kuşlardan söz ettiler. Benim bildiğim göçmen kuşlar onların anlattığı yanında çok az kaldı. Turna, leylek, kırlangıç, balıkçıl diyecek oldum. Oysa balıkçıllar Meriç boylarında sürekli dolaşıyormuş. Öğretmen açıklamalar yaptı. Konuşurken geçen yılki öğretmenimizden söz edildi. Sabit Soysal öğretmenle Salih Ziya Öğretmen mektuplaşıyorlarmış. Sabit Öğretmen Ankara’da askermiş. Arkadaşlar Sabit Öğretmenin bir sözü çok söylediğini anımsattılar, ama o sözün ne anlam taşıdığını bir türlü anlamadıklarını söylediler. Salih Öğretmen gülerek “Ben de tam bilmiyorum ama, galiba şimdi sözünün Erzurum ağzıyla söylenişi, ”Şimdi sözünün “Şimidi, onun da bozulması” şümüdü”olmuş sanıyorum. dedi. Bu tür alışkanlıkları olan çok insan bulunduğunu, kimisinin, “Eeeee, kimisinin, yaniiii, kimisinin her söz başında “şimdiii, kimisiinin ise “Evet ya da benzer bir sözü diline takıp konuştuğunu anlattı. Salih Öğretmen çıkarken üsteğmen “Ben geldim, deyip gülerek dersliğe girdi. ”Komutanımın işleri yoğun onun için gelemedi!” diyerek bir de özür diledi. Mehmet Yücel arkadaşımız cesaretle “Biz de sizi bekliyorduk, keşke her zaman siz gelseniz!” dedi. Üsteğmen azıcık duraksayarak. ”Ama buna olanak yok. Milli savunma bakanlığı askerlik dersleri öğretmenleri için bir sınır koymuş, binbaşılıktan alt rüdbeler ancak benim gibi vekil olarak girebilirler!” dedi. Az sonra da arkadaşımızın sözlerini daha iyi anladı, inşallah oda olacak, direyerek düseltme yaptı. Bu güzel konuşmalardan en çok ben mutlu oldum. İçimden, Binbaşının hiç gelmemesini diledim. Üsteğmene sorulan sorulardan biri gene savaşla ilgiliydi. Savaş için kopnuşmam demesine karşılık. Bu kez neden asker toplandığını sörduk. Üsteğmen askere alma işi barışta da vardır. Zaman zaman belli bölgelerde hep alınmıştır. Deyince ben gene benim ailemden üç kişi birden alındı. Babam büyük ağabeyimin de alınacağı kuşkusu içinde dedim. ”Üsteğmen o bir rastlantı olmuştur. Asker kuralara göre alındı. 1323-24-25-26-27-28 kuraları toplandı. bu kuralardan bir ailede kaç kişi varsa alındı. Bunlar istisnalardır. Ancak bunlardan ilk dördü birkaç gün içinde evlerine döneceklerdir!” Sağolun!” deyip oturdum. Derecesiz sevindim. ”Buna göre bir eniştem kalacak!” Keşke o da dönseydi!” diyerek kendime teselli aradım. Küçük çocuğu ile ablacığımın yalnızlığı içimi sızlattı. Gene de askere alınanların bir bölümüünün bırakılması savaşın o denli yakın görünmediğinin bir işareti gibi geldi bana. Üsteğmen gidince aynı tatlı sözler, aynı övgüler tekrarlandı. Bu yumuşak üsteğmen Binbaşı olunca da böyle mi olacak, yoksa o da Yaşar Cindoruk mu olacak?
Öğleden sonra gene yapıcılarla birlikte çalıştık. Tüm sınıflara, yemekhaneye, atölyelere öğretmen odalarına soba kurduk. Yatakhanelere soba kurulmayacak. Bunu yerine isteyenlere battaniye dağıtılacak. Çok soğuklar başlamadı sobaları neden kuruyoruz, diyenlere Namık Öğretmen, İdris’le Yakup’u göstererek şunlara bakın şimdiden üşümüşler, bir de titremeye başlarlasa ağustosa kadar durmazlar. İyisi mi sobaları yakalım da dişleri tıkırdamaktan kurtulsun!” Arkadaşlar güldüler. En çok gülenlerden biri Hasan Üner oldu. Namık Öğretmen Hasan arkadaşı çok sever, ona sık sık da takılır. Güldüğünü görünce “Vayyyy!” diye bağırdı. ”Ben bu sözleri asıl senin için hazırlamıştım. Seni göremeyince onlara çevirdim. Hasan “Öyleyse ben kaçıyorum, beni gene yok sayın!” diyerek geri çekildi. Namık Ergin, İrfan Evren, Hasan Çevik öğretmenlerin gözetiminde sobaları kurduk. Bundan böyle bir de soba nöbetçiliğimiz olacak.
1 Aralık 1939 Cuma
Bugün de yazmayacaktım. Tarih dersimiz var. Fikret Öğretmen sorar belki diye başladım. Fizik dersimiz boş. Fizik öğretmeni zor bulunuyormuş. Müdür Bey tümen komutanına söylemiş. Yedek subay öğretmenlerden varsa gönderilmesini istemiş. Beden Eğitimi öğretmeni de öyle bulunmuş. Hamdi Bağ Öğretmen bunu anlatınca, arkadaşlar “Aman aman!” dediler. Öğretmen, ”Ne diyorsunuz Rükiye öğretmen iyi bir insandır!” dedi çıktı. Arkadaşlar gülünce Hamdi Öğretmen, ”Neden güldüğümüzü sordu. Yusuf Asıl, ”Kusura bakmayın öğretmenim, iki ders geldiği halde bize adını bile söylemedi. Üstelik payladı. Sonunda biz de ona ad taktık: Dürriye! Hamdi Öğretmen hiç anlamamaış gibi yaptı bayanın adı Dürriye mi oldu? ayıp ediyorsunuz, öğrenciler öğretmenlerine ad takmazlar!” deyince Yusuf gene konuştu, “Öğrenciler öğretmenlerine ad takmaz da öğretmenler mi öğrencilerine ad takar?” Hamdi Öğretmen Yusuf’a, “Sen beni sigaya mı çekiyorsun? Bu öğretmen yokluğu içinde öğretmen bulmuşsunuz, onu başınız üstünde tutun!” deyince arkadaşlar, “Onu başları üstünde tutan çok öğrencisi varmış, bizim başımıza çıkmaz!” dediler. Öğretmen bu kez, “Sizin diliniz altında birşeyler var, Dürdane öğretmen için bana dedikodu yaptırmayın!” dedi. Bu kez arkadaşlar kahkahalarla güldüler.
Öğretmen Dürriye yerine bu kez Dürdane demişti. Önce Rukiye sonra Dürriye şimdi de Dürdane! Öğretmen bu kez gülerek gerçekten bayan öğretmeni tanımadığını, burada gördüğünü, bizim güvensiz konuşmamız üzerine öyle dediğini anlattı. “Bu kez sizi üzen bir olay mı oldu?” diye sordu. Yusuf beni gösterdi. Öğretmen “Anlat!” deyince olayı anlattım. Sonunda Hamdi Öğretmen, bana “Öğretmen de haklı, sizin tepkiniz de yerinde bir tepki. Öğretmen değişik koşullarda yetişmiş, beklemediği bir duruma düşmüş, bundan sızlanıyor. Siz de aynı durumdasınız, siz de sizin durumunuzu herkes takdir etsin istiyorsunuz. Ama bilin ki bir çok insan bunu etmeyecek. Etmeyince insanlara çatmaya kalkarsanız yaşam boyu kavga edersiniz. Öğretmenin öyle deyişine, kalkıp açıklayıcı söz söylemene diyeceğim yok. Ancak öğretmen bu sözleri anlamadı diye işi uzatırsanız yanılmış yapmış olursunuz. Sizin ya da bizim zorlamamızla kimse yanlış görüşünü düzeltmez. Bizim yanlış dediğimiz karşıtlarımızın doğrusudur. Bizim düzeltmeye çalıştığımızı onlar “Bizim doğrumuzu bozuyor! diye feryadı basacaklardır. En iyisi bir uyarı yapmalı, algılayamıyorsa bırak o kendi yanılgısı içinde kalsın, deyip kesmelidir! Bence siz dikkatle dinleyin, varsın o geldiği liseleri anlatsın. O liseleri anlattıkça içinde bulunduğu gerçeği kendiliğinden bulacaktır. Derslikte sizinle didişirken kendi gerçeğini göremez. Ancak motosiklete binip Lüleburgaz’a doğru soğuk rüzgar yüzünü yalayınca o, kendi gerçeğiyle başbaşa kalır, sizi hoşgörü içinde değerlendirmeye başlar. Böyle düşünün bir süre bunu deneyin, dediğim olmazsa, gelin bana yanıldığımı söyleyin!”
“Estafurullah!” dedik. Öğretmen Yusuf Asıl’ın başına eliyle vurdu, “Beni konuşturdun, Açıkgöz!” dedi. ayrıldı. Şimdi ne olacak? Bayan öğretmenin adı üçledi: Dürdane, Dürriye, Rükiye. Hamdi Öğretmenle ayaküstü iki saat konuştuğumuzun ayırdında değiliz Fikret Madaralı öğretmen derse geldi. Erken geldi diye etrafımıza bakınırken öğretmen sordu olağanüstü bir durum mu var? Arkadaşlar, dersimiz boştu, zamanı şaşırdık!” dediler. ”Öğretmen iyisiniz, sizden iyisi can sağlığı, dünya yansa sizin hasırınız yanmaz. Böyle bir Atasözümüz vardır bilir misiniz? diye sordu. Parmak kaldıranlar oldu. Öğretmen tekrar sözü söyledi. “Dünya yansa, onun eski hasırı yanmaz! sözünün anlamı nedir?” Hüsnü Yalçın’a sordu. Hüsnü, “Bir kimse çevresinde olup bitenlerle ilgilenmez, çevresinde olan zararları önemsemez. Ancak kendi zarar görünce feryadı basar!” Öğretmen, “tam doğru değilse bile doğruya yakın!” dedi. Durup dururken “Çocuklar Alpullu’da sizinle kırlara çıkınca, yaban otlarını özellikle dikenleri kırardık, bunlar zararlı otlardır, başı ezilmeli derdik. Siz bunları sonraları bana birkaç kez anımsatmıştınız. O zaralı dikenlere kimin adlarını vermiştik?” Arkadaşlar Adolf Hitler, Benito Mussolini, Jozef Stalin. Adolf Hitler Polonya’ya saldırdı, Çekoslovakya’yı haritadan sildi. Benito Mussolini, Arnavutluğa saldırdı, Yunanistan’ı yaktı yıktı. Şimdi de üçüncü diken dün Finlandiya’ya saldırdı. Bir avuç Fin ulusunu yok etmek için kudurmuş bolşevik ordusunu Beyaz Zambaklar Memleketine gönderdi. Bu üç bela hepimizin hayatını karartacağa benziyor. Savaşlar uzakta ama etkileri bize şimdiden gelmeye başladı. Gerçi biz bunun acısını daha bir yıl önce Edirne-Karaağaç’ta tattık ama durum daha da acıya döneceğe benziyor. Dünya yansa eski hasırı yanmaz sözü geçerliği olmayan bir söz durumuna düşmüştür. Bu üç büyük canavar dünyayı gene kana bulayacaktır. Sizler kendinizi iyi yetiştirmek için dakikalarını bile boş geçirmemelisiniz. Kurtuluş Savaşına katılan öğrenciler sizden daha büyük değildi. Korkulu öykülerle sizi ürkütmek istemem ama memleketin gerçeğini de saklamamızın bir anlamı yok. Tedirgin olmanızı istememekle birlikte, sonsuz bir rahatlık içinde de değilsiniz, bunu bilmenizi istedim. Tarih kitaplarımızı açtık. Konu Avrupa Tarihi. Karolenj İmparatorluğu , Normanlar, Alman Dukalıkları, Roma-Cermen İmparatorluğu , Papalık, Derebeylik, Haclı Seferleri. . Öğretmen heyecanla anlatırken hep Finlandiya’yı düşündüm. Beyaz Zambaklar Memleketindeki insanlar. özellikle Snellman. O bilgiç Snellman’ın yanıldığına üzüldüm. Öyleki Snellman İsveçlileri, İngilizleri çıkarcı, zalim diyerek Rusları daha uygar olarak öne çıkarıyordu. . ”Gelirse yurdumuza Ruslar gelsin!” onların yardımıyla daha hızlı kalkınırız, diyordu. Snellman’ın Suomi’si şimdi bolşevik saldırısı altında. Beyaz zambaklar kanlanacak . Yazık!Öğretmen anlattığı bölümleri özetlerken bugünkü durumla da karşılaştırdı. ”Değişen fazla bir durum yok, adlar başkalaşmış. Gene güçlü olanların ya da güçlü olduğunu sananların zayıfları yutmaya çalışmasıdır!” deyip kesti. Öğle yemeğinde iki öğretmen masası da dolmuştu. Karşılıklı konuşmalar uzaklardan duyuluyordu. Polonya, Finlandiya, Yunanistan adları sıkça geçtiğine göre kesinlikle savaşı konuşuyorlardı. Bu yeni haber, yani Rusya’nın Finlandiye’ya saldırısı, beni sevindiren üsteğmenin haberini değiştirir mi? Ben bunu merak ediyorum. Rusya’nın Finlandiya’ya saldırması, ağabeylerimin eve dönüşlerini geciktirir mi? Bunları kime sorup öğrenebilirim ki? Halil, “İki gün sonra gelirse gene üsteğmene sorarsın’” dedi En doğrusu da bu. İki gün daha bekleyeceğim.
İşbaşı olunca atölyede toplandık. Masalarımız çok beğenişmiş, gene, üç masa ile üç komedin istenmiş. Bunları kim yapacak? Hamdi Öğretmen bizi üç gruba ayırdı. Bu kez kura çektik, masa yapımı bize çıktı. Öğretmenler de gülüşerek kura çektiler: İrfan Öğretmen gene bizimle oldu. Ancak. İrfan Öğretmen nedense Naci Öğretmenden rica etti, değiştiler. Bizim grup hemen işe başladık. Masa ölçülerimiz hazırdı. Komedin dedikleri de duvara dayalı 80 cm yükseklikte iki göz küçük dolap. Naci Öğretmen resim çizdi, resimlere bakarak parçaları kestik. Giden gruplar dönünce Hamdi Öğretmen getirdiği yuvarlak yapılmış kağıtları açtı. Benim, “Yuvarlak yapılmış kağıtlar!” sözüme takıldı. “Rule yapılmış!” diye düzeltme yaptı. Temizlediğimiz tezgahların üstüne açtık. Bunlar, yapılacak olan kalıcı. Yatakhane, revir, genel tuvalet binasının planıydı. Öğretmenler sıra ile bilgi verdiler. Bina temelleri daha sonra atılmasına karşın biz, yapabileceklerimizi şimdiden yapacak ya da hazırlıklara başlayacakmışız. Önemli olan, duvarlar biter bitmez çatıyı bizim kondurmamızmış. Okul binası kadar yüksek değil ama ondan daha uzun bir bina olacakmış. Başta revir için üç bölüm. üç büyük yataklık salonu Lavabo-tuvalet, banyo. Çatı iki taraf da ikizkenar üçgen kırmalı. 10 ara kapı, 4 büyük kapı, 14’ü küçük olmak üzere. 29 pencere yapımı planlanacak. Bunlar anlatıldıktan sonra paydos ettik. İdris’le tekrar atölyeye gelip mandolin çalıştık. İdris dört parça seçmiş bunları çalışıp bırakıyor. Bakıp bakıp bana şaştığını söylüyor. ”Bir parçayı tam çalmadan geçiyorsun!” deyip eleştiriyor. Bense yarım yarım 20 kadar parçayı çalmaya çalışıyorum. Birinden sıkılınca ötekine geçiyorum. Benim amacım parça çalmaktan çok mandolin çalmak. Parçaları zamanla nasıl olsa çalarım!” diyorum. Oysa İdris, sıkılınca mandolini bırakıyor. Ben İdris’e kendi yöntemimi açıkladım, ”Ben tüm derslerde böyle bırakmalar yaparım ama, sıkıldığım dersi bırakınca çalışmayı kesmem, bir başka derse geçerim. Örneğin aritmetikten sıkılırsam tarih okurum. Tarihten sıkılınca Almanca’ya geçerim. Böylece tüm dersleri sık sık tekrarlamış olurum. İdris bunda benim başarılı olduğumu söylemesine karşın, ”Ben bunu yapamıyorum!” deyip ayrıldı. Ben bir süre daha çalışıp geç vakit dersliğe gittim. Arkadaşlar gazeteleri karıştırıyorlar. İtalya ile savaşan Yunanistan’a bu kez Almanya da asker göndermiş. Yunan askerleri Meriç Nehrini geçerek ülkemize sığınıyormuş. Kurtuluş Savaşı söylentileri nedeniyle önce “Oh olsun!” diyen arkadaşlar, daha sonra üzüldüklerini söylüyorlar. Ben de aynı duyguları paylaşıyorum ama, gene gazete yorumuna göre “Ya Almanya askerleri Yunan askerlerini izleyip sınırlarımızdan girerse? Ya “Dur!” diyen Mehmetlere karşı gelirlerse!İşte o zaman savaş başlar. Bu benim düşüncem değil, Akşam gazetesi başyazarı Necmettin Sadak yazıyor bunu. Bu duygular içinde yattım. İzin, yeni bina çatısı derken yatağa girince savaş kaygısı ile burun buruna gelip uyudum.
2 Aralık 1939 Cumartesi
Bugün yazmayacaktım. Derslerimiz boş geçiyor. Kendi kendime konuşurken Halil Basutçu gülerek, ”Senin asıl yazacak günün bugün, Beden Eğitimi dersimiz var, sevgili öğretmenin gelecek, ona belki birşeyler söylersin! ”dedi . ”Söylemeyeceğim!” deyince de bu kez belki o sana söyleyecektir!” diye devam etti. İçimden “Olabilir!” diyerek tarihi attım. Beden Eğitimi Öğretmeni bize üçüncü derse geliyor. Ders öncesi pencereden motosikleti gözledim. Her zaman gelip okul önünde dururdu. Geçen hafta asker motosikleti yemekhane köşesine çekmişti. Gene oraya çekilmiş olacağını düşünürken, dersliğimize sık gelen 6. sıflardan Mehmet Yüce adlı öğrenci, öğretmenin gelmediğini söyledi. Ben ayırdında değilim. 6. sınıflara bizden bir saat önce Beden Eğitimi dersi varmış. Öğretmen gelmediği için dersleri boş geçmiş. Mehmet, ”Öğretmenin gelmeyişine sevindiğini söyleyince arkadaşlar biraz kurcalayıcı sorular sordular. Mehmet, bizim çok dinlediğimiz sözleri tekrarladı. Meğer öğretmen durup dururken konu yaratıp, karşısındakileri paylıyormuş. İşin ilginç yanı onlarda, bizdeki gibi kimse kalkıp söz de söylememiş. Mehmet’in söylediğine göre öğretmen konuşurken”Ben mecbur muyum size hak etmediğiniz davranışları yapmaya, neye layıksanız onu yapacağım!” türünden sözler söylemiş. Bunları dinlerken hem güldük hem de üzüldük. Arkadaşlar, konu açılırsa bunları Hamdi Öğretmene duyurmaya karar verdiler. ”Özellikle 6. sınıflardan dinlerse daha sağlıklı fikir edinir!” diyenler oldu. Böylece Beden Eğitimi dersimiz de boş geçti. Bayrak töreninden sonra Ömer Uzgil Öğretmen bizim bir haftalık iznimiz için açıklama yaptı. ”Bu bir tatil değil gerçek ara tatili, esas tatil ilerde öteki okullarla birlikte yapılacak. Bu geçen yaz tatilinde çalışanlara bir dinlenme, aileleriyle görüşme fırsatından ibarettir!” dedi. Gün belli etmedi ama, önümüzdeki hafta içinde olacağa benziyor. Öğlede özlediğim tulumba tatlısı vardı, severek yedim. Yemekte Ahmet Gökay Ağabeyi gördüm. Edirne’ye gidecekti, gitmemiş. Ahmet Ağabey bana, ”Benim izinim de haftaya kaldı!” dedi. Güldü geçti. Olay anlaşıldı, bizim izin haftaya kesin olacak. Hiç kimseye söylememeye karar verdim. Bütün hazırlıklarımı ona göre yapacağım. İki takım kitabım var bir takımını köye götüreceğim. Ayrıca onbeş günlük tatilimiz olacağına göre o zaman da köyde çalışabilirim. Kararlı düşünüp, düşündüklerimi yapacağım. Öğleden sonra gene atölyede bir süre çalıştım. Ara verip dersliğe gittim. Derslikteki arkadaşların çoğu izin haftasını ay sonuna sürdürüyorlar. Bana sorana, ”Benim köyüm yakın, ne zaman olsa farketmez, deyip geçiştiriyorum. Yarın hamama gidemiyoruz. İsmet caymazsa Kamber amcamlara gideceğiz. Yengem pekmezi sorarsa bitirdik, diyeceğiz. Oysa yemekhaneye götürmekten çekiniyoruz. Başka türlü de yemek olanağı yok. Pekmez çok tatlı ama ekmeksiz içilince ağzımızda yanma yapıyor. İçerken iyi geliyorsa da içtikten sonra bir süre acıma oluşuyor. Bunu İsmet gibi ben de duyumsadım, içmemeye karar verdim. Ablam böyle pekmezlere “Çok kaynatılmış olduğundan suyu kıvamında kalmamış, acılık bundan ileri geliyor’”derdi. Etüt saatinde Hidayet Öğretmenle yemekhanede toplandık. Rol dağıtımına göre daha doğrusu rol sırasına göre oturduğumuz yerde okuduk. Bana gene bir uyarı geldi. Öğretmen, ”Önemsemiyorsun ama, çok önemli bir söz söylüyorsun. Senin sözün iyi anlaşılmazsa piyesin ana fikre kavranamaz!” dedi. İçimden “Vay canına, ben burada iki saat susarken piyesin anafikrini bekliyormuşum!” gibilerde kendi içimden şakalar geçirdim. İki üç kez tekrarladım. Benden bir önce konuşacak olan İbrahim Ertur’u öğretmen değiştirdi. Gerekçesi ise ikimizin sesleri de bir birine yakınmış. Rol almaya hevesli olan Ahmet Güner geldi. Ahmet’in sesi gerçekten daha değişik tınılı. Hidayet öğretmen haftaya gelemeyecekmiş. “Ondan sonraki hafta ezberleri isterim!” diyerek ayrıldı. Ayrılırken arkadaşlar tatilden söz ettiler, öğretmen, Benim haberim yok öyle olursa bir sonraki hafta çalışırız. “Bu daha iyi, size rahat ezberleme olanağı verilmiş oluyor!” dedi. Ben iznimizin önümüzdeki cumartesi günü başlayacağını kesin anladım. Hidayet Öğretmen bize açıklamamak için sözü o tarafa döktü. Gerçeği anlamış olmanın verdiği rahatlıkla yattım.