Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

4 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Seçerek Kitap Okumaya Devam- Kendi Kendimle Yarış

 

23 Ocak 1943 Cumartesi.

 

Zil çaldı mı, çalmadı mı? soruları arasında uyandım. Oldukça karanlık. Elektrikler kesilmiş. Mustafa Saatçı’ya soruyorlar. Mustafa Saatçı haberi olmadığını söyledi. Pencere yakınında yatanlar camları kar kapladığını söylediler. Hepimizde bir telaş, hemen giyinip çıktım. Yılbaşındakine benzer bir kar. Merdivenler silme. Abdullah Erçetin soba nöbetçisi. Şanssız olduğundan yakınıyor. Hasan Üner’le Abdullah’a yardım ettik. Resim odasında hazır odunla çıralı çam vardı, onlardan alıp derslik sobasını yaktık. Kar savruluyor, sert bir esinti de var. Kahvaltıya itiş kakış gittik. Asım Öğretmen nöbetçi. Bizim masanın yanından geçerken bana takıldı:

-Bak İbrahim, dersliğinizin sobası yanmamışsa derse gelmem! deyip güldü. Arka masadan Mehmet Yücel, İsmet Yanar, Mustafa Saatçı üçü birden karşılık verdiler:

-Öğretmenim yakacak olmadığı için sobamızı yakamıyoruz. Sizin soba yanıyorsa biz size gelelim! Asım Öğretmen:

– Olur olur, mayıs ayında beklerim! deyip geçti. Öğretmenin arkasından övgüler yağdı:

– Ne şakacı, halden anlayan öğretmen. Genç olduğu için bizi anlıyor. Müzikçi olduğundan neşeli! İçimden güldüm; hepsi güzel sözler ama hiç biri tam doğru değil. Bir kere Asım Öğretmen müzikçi falan değil, müzik okumak için hazırlanıyor. Bir Müfettiş kendisini bizim Okul Müdürüne önermiş, Milli Eğitim Bakanlığı Müzik öğretmeni veremiyeceğini o dersin çevreden kapatılmasını duyurunca Asım Öğretmen gelmiş. Kendisinin söylediğine bakılırsa az önce dediği mayıs ayında da ayrılacak. Şakacılığı da tartışılır. Ancak öfkesi hepsinin üstündedir. Sinirlendiğinde tıpkı benim ağabeylerim gibi küfretmektedir. Arkadaşlar onun küfürlerini duymadığı için küfretmiyor sanıyorlar. Arkadaşların söylediklerine yakın bir tarafı varsa o da olayları pek ciddiye almamasıdır. “Olduğu kadar olsun , bununla yetinelim!”deyip geçmesidir. Müzik derslerinde bu görüntüyü verdiği için arkadaşlar onu, hep öyle hoşgörülü sanıyorlar. Bunları düşündüm. Bir ara bizim arkadaşlar Asım Öğretmenin boş geçen Beden Eğitimi dersimize gelmesini istediler. Asım Öğretmen bu istekten hoşnut olmuş; güzel sözler söylemişti. Örneğin:

– İyi olur, güreşi de severim, güreş isteyenlerle ayrıca çalışırız, koşu isteyenlerle yarışırız! falan gibi özlenen umutlar vermişti. Oysa iki gün sonra birlikte çalışırken; “Gelecek misiniz? ”diye sorduğumda, derslerinin tepeleme dolu olduğunu, boş olsa bile bizim sınıfa gelmeyeceğini; “Tembellikleri daha ilk sözlerinden belli olan insanları sevmediğini, bunlarınsa bizim sınıfta bol bol bulunduğunu, onların hoşuna gitsin diye öyle konuştuğunu, çünkü onların yapacaklarından değil laf olsun diye konuştukları bildiğini söylemişti. Bunu arkadaşlara söylesem çileden çıkacaklardır, ama öylemem. Üstelik Asım Öğretmen bana göre, bizim sınıfın çoğunu doğru tanımış. Derse gelseydi, o söyledikleri çalışmalara ya bir ya da iki kişi katılacaktı. Ötekilerin yan çizeceğini ben de adım gibi biliyorum.

Beden Eğitimi dersinde çıkıp kar topu oynamak isteyenler oldu. Bir süre bu konuşuldu. Bu arada:

– Müzik öğretmeni bu derse de gelseydi şimdi kar topu oynamaya çıkardık! diyenler olunca Sami Akıncı patladı:

– Sizler hiç düşünmeden konuşmayı ne zaman bırakacaksınız arkadaşlar. Az önce dişlerinizi tıkırdatıyordunuz. Şimdi ise kar topu oynamaktan söz ediyorsunuz. İşte dersimiz boş, dışarda da kar sizi bekliyor, çıkın oynayın. Herkes sustu. Halil Basutçu Sam i Akıncı’ya: -Oldu olacak sen bu kar topu heveslilerine izin al da rahat çıksınlar! deyince Sami yeminli olarak:

– Vallahi gidip izin isterim, ne var yani? Arkadaşlarım için gitmeyi ben bir görev sayarım; yeter ki onlar istesinler! Kartopu sözü edenler sustu. Bu kez de işi şakaya döküp cıvıtanlar çıktı. Mustafa Saatçı. Sami’ye:

– Sen de gelirsen gideriz! deyince Mehmet Yücel, Sefer Tunca, Arif Kalkan Sami Akıncı’ya takıldılar:

– Hadi sen de gel, hatırımızı kırma! deyip bir süre gülüştüler. Eğitimbaşının sesi geldi, birilerine çıkışıyordu. Bizim kartopu tartışması kesildi. Bu kez de müzik dersinden yakınmalar başladı. Abdullah Erçetin tahtaya inici-çıkıcı gamları sıraladı. Herkes kendi kafasına göre nota okurken Asım Öğretmen geldi:

– Olmuyorrrrrrrr; olmuyorrrrrrrr! dedi. Niçin olmadığını da hemen söyledi:

– Notaların adını söylemek, nota okumak değildir. Nota işaretlerini kendi ses dizisine uygun okursan nota olur! deyip bu kez de, yüksek sesle örnekler verdi. Porte üzerindeki do sesini gösterdi:

– Bu, do sesinin işaretidir. Sol anahtarına göre buraya yazılan müzik işaretine biz do diyoruz ancak bazıları da buna ut, diyor. Siz isterseniz buna “dut” bile diyebilirsiniz. Ne var ki, seslendirirken sol anahtarına göre ses sırasına uyarak sol sesisinin 5 altına inmek zorundasınız! deyip örnekler verdi. Öğretmenin anlattıklarını ben çok iyi anladım. Rahat rahat oturup öğretmeni izlerken öğretmen birden adımı söyledi:

– İbrahim, söylediklerimi tekrarlar mısın? Birden kalktım ama söze nereden başlayacağımı toparlayamadım :

– İşaretler kendi başına ses değildir, biz porte üstündeki notaları anahtarlara göre seslendiririz! diyerek konuya girmeye çalıştım. Fa anahtarı aklıma geldi, gidip tahtaya yazdım. Bu kez daha önce bellediğimiz notanın şimdi, do değil, mi olduğunu, başka bir anartarda ise daha başka nota adı olabileceğini anlattım. Anlattım ama artkadaşların benim anlttığımdan hiçbir şey anlamadıklarını biliyordum. Sanırım öğretmen de anlamadı, belki beni kırmamak için dinledi; ara da böyleydi, değil mi ya, türü söz katılımlarıyla konuyu bana toparlattı. Bu kez de , yani mani diyerek kimi tekrarlarla sonuca bağladım. Öğretmen sol anahtarına göre olan doyu do olarak, fa anahtarına göre miyi mi olarak okudu. Ancak tebeşirle notaları parantez içine alarak şekil benzerliklerini gösterdi. Öğretmen az duraksadıktan sonra Mustafa Saatçı’ya do majör gamını okuttu. Mustafa seslendirmeyi doğru yapamadı. Öğretmen gülerek Mustafa’ya:

– Ben sana gam yap, yani ses dizisini söyle! dedim. Oysa sen notaların adlarını sıraladın, ilk notanın adı do, bunu biliyoruz; bunu senin tekrarlamana gerek yok. Sen bize o notanın sesini çıkartacaksın. Bekir Temuçin parmak kaldırdı. Öğrertmen işaret verince Bekir inici-çıkıcı gamları çok güzel yaptı. Öğretmen bu konuda çok ilgisiz arkadaşları saptamış durumda. Bu kez İsmet’i kaldırdı. İsmet oldukça düzgün okudu, özellikle inici gamı doğru seslendirdi. Ancak öğretmen beğenmedi, ya da kasıtlı olarak:

– Daha güzel okumanı beklerdim! Öğretmen özellikle müzik çalışmalarına ilgisiz olanları seçmiş gibi sıraladı:

– Emrullah Öztürk, Ali Önol, Fettah Biricik, İbrahim Ertur, Hilmi Altınsoy boyunlarını büküp durdular. Teker teker hepsine çıkıcı gam yaptırdı. Hemen hemen hepsi sol, la, si seslerini benzer çıkarıp, sıra do’ya gelince birden incelttiler. Öğretmeni izledim, arkadaşların bu ortak yanlışına hep güldü. Zil çalınca öğretmen:

– Devam edeceğiz! deyip ayrıldı. Öğretmen çıkınca birden yakınmalar başladı:

– Müzik dersleri hep boş geçti, biz nereden nasıl öğrenecektik? Milli Eğitim Bakanlığının aklına şimdi mi geldi? sözleri genelendi. Gelince öğretmen bana akordiyonu getirmemi söyledi. Koşup getirdim. Öğretmen önce akordiyonu benim almamı öyledi. Akordiyonu alınca da on kez ağır ağır do majör gamını tekrarladım. Daha sonra öğrettiği Harman şarkısını istedi. Sıra ile Dumlupınar Marşını, Sonbahar şarkısını çaldım. Öğretmen gülerek:

– Bunlara bir de Harmandalı ekle! dedi. Harmandalı’yı çalıp akordiyonu öğretmene verdim. Öğretmen akordiyonu alır almaz önce koromatik gamlarla sonra da arpejlerle dersliği sese boğdu. Arkadaşların ilgiyle izlemesini görünce Menekşe Buldum Derede türküsünü, Tuna Dalgalarını çaldı. Gülerek:

– Yeter bukadar! deyip Hasan Üner’den başlayarak oturuş sıramıza göre hepimize akordiyona uyarak nota seslendirtti. . Do-re-mi, do-re-mi-fa-do-re-mi-fa-sol gibi kısa sıralarla sesler çıkardık. Bana sıra en son geldi. Şansıma; do-mi-so-do, tersine do-sol-mi-do 1-3-5-8, 8-5-3-1 sırası geldi. En başarılı olduğum seslendirme de buydu. Öğretmenden bir aferin alınca gülmekten kendimi zor tuttum. Bu kez öğretmen bir parça çaldı:

– Bunu duymuş olanınız var mı? diye sordu. Duyduğunu söyleyen olmadı. Ayrıca bana sordu:

– Sen duymuş olabilirsin! Anımsayamadığımı söyledim. Arkadaşlar hep beğendiler. Meğer çaldığı Akın Piyesi’nde söylenecek Suna’nın Ağıtı’ymış. Bu kez arkadaşlar tekrar çalmasını rica ettiler. Öğretmen sözlerini de söyledi. Derslikteki buruk hava birden değişti. Öğretmen çıkınca mırıltılar başladı. Yalan yanlış yakıştırmalar ortaya getirildi. “Gün yaklaştı yurduna-Hazır ol güzel Suna! Arkasından da, “ Akşam oluyor suna, gün batıyor Suna!”denmeye başlandı. Suna birden bizim dersiliğin diline düştü. Buna sevinmem gerekirken birden kaygılanmaya başladım. Geçen yıl bir ara Yakup Tanrıkulu arkadaşımıza takılanlar olduştu:

– Sen o kıza vuruldun, İnce hastalığa tutuldun! gibi yakıştırmalar yapıp, arkadaşın hastalığının nedeni olarak gülüyorlardı. O zaman pek üzerinde durmadım am şimdi öyle değil, ortada düpedüz, nişanlılık, falan gibi sözler piyeste geçiyor. Konuşmalar neredeyse o biçim sözlere yol açacak. Yakup’un eğilimi duyurlursa bir etkisi olur. Benim bu işlerle ilgim olmayacaktı, öyle düşünüyordum. Bu konuda kararlarım da vardı, ne oldu o kararlar? ”Oldukça dalgın bir durumda Müdür Beyin kapısına vardım. Kapıyı vurmak üzereyken Müdür Beyin sesi geldi:

– Ne o çok dalgınsın, sen köşeden dönerken ses ettim, duymadın! dedi. Utandım ama gene de bir neden buldum:

– Müzik Öğretmenimiz dersten biraz geç çıktı, size haber vermekte geciktiğim için üzülmüştüm! dedim. Müdür Bey inandı:

– Yok, yok geç değil, hemen geliyorum! deyip odasına girdi. Dersliğe dönünce arkadaşlar ilgiyle sordular:

– Geliyor mu? Ben yanıtlamadan Müdür Bey kapıdan girdi:

– Geliyor ya gelmemesini mi bekliyordun? diyerek oldukça sert bir bakışla hepimizi süzdü. Masasına oturunca da:

– Hayat Bilgisi hazırlığımız ne durumda? diye sordu. Önce ortaya sorar gibi yaptı sonra da birden Bekir Temuçin’e dönüp:

– Ne haber sözcü? dedi. Bekir üzgün bir durumda:

– Aramızda konuştuk ama bugün olacağını bilmiyorduk! deyince Müdür Bey:

– Canım, yarın her neyse sizin bir hazırlığınız var mı? varsa nasıl bir işbölümü yaptınız? ” Az durduktan sonra:

– Neyse, onu haftaya bırakalım!”diyerek bana baktı: Senin Lüleburgazlı olduğunu biliyorum, öteki Lüleburgazlıları ayrı ayrı anımsayamadım. Bir de onları göreyim, deyip arkadaşların ayağa kalkmalarını söyledi. Lüleburgaz ilçesine bağlı köylerden gelen arkadaşlar, Mehmet Yücel, Mehmet Başaran, Kadir Pekgöz, Hüseyin Orhan, İdris Destan ayağa kalktı. Müdür Bey, arkadaşlaın yüzüne bakarak teşekkür ettikten sonra :

– Hepiniz sıra ile bir işler yapacaksınız. Bu kez bu arkadaşlarınızdan başlayalım! deyipMehmet Yücel’le ikimize görev verdi. Pazartesi günü öğleden sonra Lüleburgaz’a gidip Salih Arı Öğretmenimizi bulacağız. (Salih Arı, Lüleburgaz Maarif Memuru=İlçe Milli Eğitim Müdürü)Salih Arı Öğretmen bizi sınıf öğretmenleriyle tanıştıracak. O öğretmenlerden gün alıp değişik günlerde değişik derslere arkadaşlarımız gidecek. Müdür Beyle Salih Öğretmen buna karar vermişler. Önce birer ikişer arkadaş gidecek, daha sonraki süreçte sınıfça gideceğimiz dersler de olacakmış. Mayıs ayına doğru da bizler deneme dersi verecekmişiz. Müdür Bey bir süre anlattıktan sonra:

– Pazartesi günü ben size ayrıca not vereceğim, bana anımsatın! dedikten sonra Bekir’i yanına çağırdı; elindeki kitabın bir yerini açıp oradan başlayarak okumasını söyledi. Bekir okumaya başlarken daha anladım. Geçen derslerin birinde okuduğumuz bir konuyu tekrar okuyoruz.

Milli Eğitimin Genel Amaçları

Yetişmekte olan Türk çocuklarının:

1-Toplumsal duyarlığı bakımından,

2-Kişisel gelişmesi bakımından,

3-İnsan sevgisi bakımından,

4- Ekonomik Yaşam bakımından tutumlu, tutarlı ve bilinçli yetişmesine yardımcı olur.

 

1-Toplumsal duyarlığı bakımından:

a) Türk uluısunun bir bireyi olmanın onurunu duyar, bu konuda bir sorumluluk duygusu geliştirir.

b) Görkemli Türk tarihinin, özellikle de Cumhuriyet devrimlerinin ilkelerini benimseyip koşulsuz koruyucusu olur.

c) Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının sağladığı yurttaşlık hak ve özgürlüklerini korur, tüm yurttaşlara eşit uygulanmasına yardımcı olur.

d) Ulusal kaynakları korur,

e) Bilimsel çalışmalara katılır, uygarlık doğrultusundaki çalışmalara ve onundeğişmez ilkelerine saygı duyar.

 

2-Kişisel gelişmesi bakımından:

a) Bilgisini ve becerisini geliştirmek için her türlü çabayı gösterir.

b) Ana dili olan güzel Türkçemizi dikkatle öğrenip doğru konuşur, başkaların da doğru konuşmasına yardımcı olur.

c) “Sağlam kafa sağlam bedende bulunur!”Atasözümüzü göz önünde tutarak bedenini korur, sürekli güçlü kalmanın yollarını öğrenip ilkelerine uyar.

d) Yaşamı güzelleştiren, güzel sanatları, sporları önemseyip bunlarda beceri kazanarak etkinliklerini çoğaltabilir.

Müdür Bey burada Bekir Temuçin’i durdurdu. Dinlediğimiz maddeleri, bir de - Biraz karışık olarak (Kitap sırasını değiştirerek) kendisi açıkladı. Örneğin, ”Bilgi ve becerisini arttırır!”maddesini açıklarken arkadaşımız Sami Akıncı’yı örnek verdi. Sözde o çok çalışmış, hepimizden farklı yetişmiş, bize göre çok üstünlük sağlamış gibi bir durum ortaya çıktı. Yeğenim İsmet bana baktı. İsmet’e göz kırptım. Göz kırpınca İsmet anladı önüne baktı. Başka bir tepki olmadı. Böylece Köy Enstitülerinde İş esasına dayalı eğitim sözü en yetkili kimse olan Okul Müdürünce yalanlandı. Dört yıldır bir gün bile atölyelere girmeyen, üstüne üslük not ortalaması benden daha düşük (Sanat-Tarım notları farkıyla) olan Sami Akıncı arkadaşımız bize örnek gösterilmiş oldu. Nasıl üzüldüğümü tam kestiremedim ama Müdür Bey “Allahaısmarladık!”deyip çıkarken ayağa kalmadım. Benim tavrımı görenler bakıştılar. Hiç kimse ile konuşmadım. Bayrak törenine de çıkmamayı düşünmüştüm. Asım Öğretmen akordiyonu getirmemi isteyince gitmek zorunda kaldım. Törenden sonra suskunluğum sürdü. Yemek zili çalınca arkadaşlar hep çıktılar. Sami Akıncı yanıma geldi, üzüldüğünü söyledi: “Çalışırsam kendi eksiğimi tamamlamak için çalışıyorum, başkasına örnek gösterilmek için değil. Müdür Bey bunu niçin yaptı? çok üzüldüm!” dedi. Benim zaten Sami’ye söyleyecek bir sözüm yoktu. Benim üzüntüm de onunkine benziyordu. Hepimiz elbirliğiyle çalışırken aramızdan birini seçip ötekilerine örnek göstermek doğru olur mu? Yemekte hiç kimse ile konuşmadım. Bugün saat 15 oo’te Piyes çalışması vardı. Suflör olarak katılacaktım. Kesinlikle katılmamaya karar verdim. Hiç kimseye bir şey söylemedim. Yerde kar var ama hava soğuk değil, ya Lüleburgaz’a ya da Yeni Bedir’e gitmeyi aklıma koydum. Mehmet Yücel, Ahmet Güner, Recep Kocaman arkadaşlar Lüleburgaz için izin almışlar. Onlara katılıp Lüleburgaz’a gittim. Lüleburgaz’a girince arkadaşlardan ayrıldım. Askerden izinli dönen iki köylümü buldum. Uzaktan da olsa anne tarafımdan akrabam olan Hasan Yolcu’ya dayı, diyordum. Onunla Çarşı Kahvesi dediğimiz kahvede bir süre konuştuk. O bana yolculuğunu, kızı Halise’yi çok özlediğini anlattı. Ben de ona okuldaki yaşamımızın iyi taraflarını anlattım. Sanırım bu karşılaşma iyi oldu; okulun iyi, taraflarını seçip anlatırken kendim daha iyimser bir havaya girdim. Hasan Dayımın arkadaşı gelince onları, bizim köyün Lüleburgaz çıkış yoluna dek uğurlayıp döndüm. Arkadaşlarla buluşunca neşem yerine geldi. Okula dönmek üzere yola çıktığımızda ben herkesten neşeliydim. Yolda arkadaşlar, özellikle Mehmet Yücel Müdür Beyin önce sözlerini açtı. Recep Kocaman çok üzüldüğünü söyledi. Sanki ben çok duyarsız biriymişim gibi, böyle sözlere üzülmememizi, bunların her zaman söylenebileceğini, kişilerin görüşlerinin gerçeği yansıtmayacağını savundum. Ahmet Güner patlarca bir çıkış yaptı:

– Abi, sen içtenlikli konuşmuyorsun. Müdür Beyin sözleri seni hepimizden çok incitti. O çatılarda çalışan sendin. Çatıdan inince matematik dersinde Sami’ye meydan okuyan sendin. Sami Akıncı’dan hangi notun eksik? Üstelik bizlere oyunlaru öğreten sensin. Yılardır müzik öğretmeni yok, törenleri sen yönetiyorsun. Sami’nin neresi sana örnek? Adamlar kendi işlerine yarıyor diye Sami’yi övüyorlar; vallahi ayıp ediyorlar!” dediAhmet Güner konuştukça sinirlendi. Sonunda da:

– Seni Lüleburgaz’a gönderdiği için çok sevindiğinden bu sözleri yuttun! diye bir bakıma çıkıştı. Ahmet Güner’e karşı kendimi savunmaya kalkışmama gerek kalmadı. Mehmet Yücel, ikimizi de savundu: “Bir görev için gidiyoruz, bunun o sözlerle ne ilgisi olabilir?” Okula bunları konuşarak döndük. Dersliğe girdiğimde çok rahattım. Halil Basutçu sordu:

– Nerdesin suflör?” Bir numara yaptım: “Ay, çalışma bugün müydü? çok özür dilerim!” Asım Öğretmen de çalışmaya katılmış. Onu duyunca, onun gücenip gücenmediğini öğrenmek amacıyla odasına uğradım. Beni görünce nerdesin? Seni bekledim; deyip piyano başına oturttu. Beklediği buymuş. Bir süre çalıştık. Asım Öğretmen piyes çalışmasından söz etmedi. Sevinerek dışarı çıktım. Röslein merdivenden iniyordu. Bu kez de o sordu: “Nerdesin? seni çok bekledik!” deyince sordum:

– Kim bekledi ki? arkadaşlar bana söylemedi! deyince gülümsedi:

– Ben bekledim, neden gelmedin? Uzun zamandır asker olan dayımın geldiğni, onu görmek için zorunlu gittiğimi anlattım. (Bu söylediğim tümden yalandı. Hasan Dayı dediğim kişiyle iki hafta önce konuşmuştum) Röslein Kitaplığa gidiyormuş ben de takıldım, kitaplığa gittik. Kitaplık tıklım tıklım doluydu. Benden kitap sordu. Belli bir de koşul öne sürdü: “Olabildiği kadar kısa olsun, sonu çok acıklı olmasın!” Benim beğendiklerimi beğenmeyebileceğini bile bile üç kitap önerdim. Üçünün de ufak ufak ip uçlarını verdim. İslanda Balıkçısı, Beyaz Geceler, Kazaklar. Üçünün de erkek kahramanlarıyla kendimde benzerlik olduğuna inandığımı söyledim. Güldü: “Bakalım ben bayanlarını nasıl bulacağım!”dedi. Ayrıldık. Gene içim sızladı Röslein kimi sözleri kusurlu söylüyor. Belki bana öyle geliyor. Ne var ki ben, onun bu kusuru aşmasını istiyorum. Görünüş olarak güzel bir insan, neden kusuru olsun? Ben yanlış kullandığım sözcükleri kolayca düzeltiyorum da o neden düzetmesin? Bir süre bunu düşündüm. Dersliğe döndüğümde Müdür Beyin sözleri tekrarlanıyordu. Konuşanlardan biri de İsmet, bir türlü de susmuyor. Arada Sami’ye de sataşanlar çıktı. İçimden ben de o sözlere şaştım, bu kez ben Sami Akıncı arkadaşı savundum. Sami’yi savunuşuma şaşanlar oldu. Yerime oturunca Röslein’i düşündüm. Ona hangi kitaplardan söz etmeliyim? İslanda Balıkçısı’nı anımsadım. Roman kahramanı (Yaan) Jan’la benim nasıl bir ilgim olabilir. Röslein ile konuşurken sorarsa çaktırmadan ona ne söyleyebilirim? Şöyle bir benzerlik kurdum: “Jan, sevmeyi ayrı, birlikte yaşam kurmayı ayrı düşünüyor. Yaşam kurmakta olabileceği kadar benzer koşullarda bulunmayı önemsiyor. Ben de öyle düşünüyorum. Oysa Gaud? . . . . .

Beyaz Geceler’e gelince…. . Konuşan kişinin adı yok ama sanırım yazarın kendisidir. Al benden de o kadar! Kişi, sanırım yıllarca beklemiş beklemiş, sabrı tükenmiş, zor duruma düşen Nastenka’ya yaklaşınca birden cesaretlenip düş kurmaya başlamıştır. Onun da bu yanıyla çok örtüşüyorum. Tek yanlı olup olmadığını düşünmeden:

“Kendi kendine gelin güveyi olmak!” Babam bu sözü, tek yanlı verilmiş sonradan da başarı sağlanamamış kararlar için söyler. Ağabeylerimden biri kendi başına bir işe kalkıştığında o işten iyi sonuç çıkmayınca babam üzülür ama ağabeyimi açık açık paylamaz da bu sözü tekrarlar:

-Kendi kendine gelin güveyi olmuşsun ama nikah işini kıvıramamışsın! diye de söz ekler.

Kazaklar’da da Kont Olenin’le kendimde benzeşiklik buluyorum. O da içinden içinden yanıyor ama bir türlü dışarıya yansıtamıyor. Gene de ben kendimi Kont Olenin’den daha cesur buluyorum. Hiç değilse ben sevdiklerimden ikisine zor da olsa söyleyebildim. Kont Olenin’in de daha önceki yaşamında değişik bir durum olabilir. Ancak Kafkasyalı Marianka’ya karşı tutkusuyla benim şimdiki dururmunda tıpatıplık bir benzeyiş var:

Seviyoruz ama sevdiğimizi söyleyemiyoruz. Tek ayrıldığımız nokta Kont Olenin’in Marianka’sı bir başkasıyla açık açık ilişkili. Röslein’ın ise şimdiki durumda böyle bir gönül bağı yok; ya da ben, bunu henüz bilmiyorum.

Başımı kaldırıp sağ yandaki sıralara baktığımda Sami Akıncı’nın 8. sınıftan iki çocuğa bir şeyler anlattığını gördüm. Sanırım Sami’nin hemşerileri. Zaman zaman hepimize öteki sınıflardan tanıdıklar geliyor. Çocuklar o sıra kalkıp gitti. Sami de açıklama yaptı. Ahmet Kun Öğretmen 8. Sınıflara Fisagor Teoremini öğretiyormuş. Bu arada gülümseyerek:

– Gidin son sınıflardan sorun, bakalım bilen çıkacak mı?” demiş. Sami açıklamış ama çocuklar doğru düzgün anlayamamışlar. Çünkü onlar, daha kare kökü almayı bilmiyorlarmış. Sami: “Kör topal, bir dik üçgenin üç kenarını, özellikle dik kenarlarla dik açı karşısı uzun kenarı (Hipotenüsü) anlatabildim. Eşitliği ise, “ Anladık!” dediler ama anlamadılar! dedi. Çocuklar iyi ki Sami’ye sormuşlar; Sami biliyor. Ya başka birine sorsalardı? Böyle dedim ama ben de bir süre düşündüm: “Bana sorsalardı ya da gelip soran olsaydı nasıl anlatacaktım?” Ayrıca Ahmet Kun Öğretmen böyle bir söz söylemişse kesinlikle bizim dersimize gelince bu konu üstünde duracaktır. Geçen hafta bizim derslikte bunlardan söz edilince Ahmet Kun Öğrertmen pek önemsemez göründü ama bu bir numara olabilir. Örneğin bir gelişinde konuya kendisi girer. Bu düşünceyle geometri defterimi çıkarıp baştan sona karıştırdım. Pisagor (Fisagor-Pfisagor-Pitagor) ya da Eşek Davası dediğimiz Bir dik üçgenin dik kenar kareleri toplalamıyla hipotenüs karesi toplam eşitliğinin ıspatlanmasını iki kez yazmış üstünde de önemle durmuşum. Bu ıspatı cebir yoluyla yapamayanların çok işine yarayacak bir de kendi buluşum var. Ahmet Gürsel Öğretmen önce önemesemez gibi ravranmasına karşın dersten sonra öğretmenler odasına çağırıp Namık Ergin Öğretmene beni övmüştü. Kendim bulduğumu sandığım ıspat yolu şöyle:

– Sözgelimi bir dik üçgenin iki dikkenarı uzunlukları kısa kenarın 3 cm. uzun kenarın ise 5 cm. böyle olunca iki, kenar kareleri 9 cm2+ 25 cm 2=34 cm2 olur bu tür küçük sayıları sayısal kümelere bölerek Hipotenüsün kare köküne en yakın sayıyı buluruz. Ahmet Gürsel Öğretmen, sayı kümelerini nasıl kuracağımı sordu. Yanıtladım :

– Elimizdeki sayının tam sayılı kökünü bilebiliriz. Örneğin 34 sayısında 25 tam sayı köklüdür. Buna göre tam sayılı bu beş köke ondalıkları ekleyeceğiz. Çıkacak sayı beş tam onda sekiz olacaktır. Öğretmen gülümseyerek söylediğimin bir kural olamayacağını, buna karşın durmadan, duraksanadan konunun üstüne gidişimi beğendiğini söylemişti. Kare kökü almasını bilenler için böyle pratik yollar aramaya gerek olmadığını söylemişti!

Yatınca da bir süre geçmişteki matematik derslerimizi anımsamaya çalıştım. Ahmet Gürsel Öğretmenin neşeli olarak anlattığı konuları ben de neşenelerek bir daha yaşadım.

 

24 Ocak 1943 Pazar

 

Arkadaşlar grup grup bugün yapacaklarını sıralıyorlar. Kardan adam yapanlar mı dersin, kardan bayanlar mı? yarış yapar gibi konuşuyorlar. Mustafa Saatçı bayan bayacaklara katılacakmış ama SS’ye benzetmek olamazmış. Mehmet Yücel Harun Özçelik’e rica etti:

– Gel bize yardımcı ol, sen benzetirsin; şu kızın bir benzerini yapalım! İdris Destan:

– Benzetmeye ne gerek var? SS yazarız olur biter. Konuşmalara bulaşmadan dersliğe gittim. Kar yağmıyor ama sert bir rüzgar esiyor. Dışarda uzun boylu durulacak gibi değil. İçimden:

– Arkadaşlar boş yere düş kuruyorlar! deyip yerime oturdum. Bugün sıkı bir matematik çalışması yapacağım. Eşek Davası’ndan başladım. Dik üçgenin açı kerarı karelerini toplamını bir yana bırakıp uzunlukları toplam karesi yoluyla bir şeyler bulmayı denedim. Kısa kenarı 4 cm . uzun kenarı 6 cm olan bir üçgen çizdim. İki kenar karelerinin toplamı 52 cm2. Uzunluk toplamları karesi ise 100 cm2 geldi. Ölçüleri değiştirdim: 3 cm . ile 5 cm’yi denedim , 34 cm2 geldi toplam uzunlukları ise 64 cm2. olayı biraz daha uzattım. 6 cm. ile 8 cm. yaptım. Bu kez de 36 cm2+64 cm2= 100 cm2 oldu. Bunun ortak toplam karesi de 196 cm2 çıktı. Bu üç sonuçta bir benzerlik buldum. Birincide: 34-64, İkincide: 52-100, Üçüncüde: 100 -196, çıkınca sevindim. Başımı kaldırınca derslikte yalnız kaldığımı anladım. Arkadaşlar kahvaltıya gitmişler. Masaya oturunca takıldılar:

– Mektup mu yazdın? Onlara göre böyle dalgın çalışmalar ancak mektup yazarken olurmuş. Yapılacak kardan adam sözü gene ortaya geldi. “Kardan Adam!” dendiğine göre bir bayan yapmaya kalkışmanın yanlış olacağını söyledim. “Neden Kardan Adam? ”demişler. “Kardan İnsan!” deselerdi daha doğru olmaz mıydı? Bu kez de adamla insan kavramları tartışıldı. Geçmiş derslerimizin birinde Fikret Madaralı Öğretmen anlatmıştı. Adamlık mı önemli yoksa insanlık mı? Fikret Madaralı Öğretmenin anlattığını Yusuf Asıl tümden ters çevirip anlattı. O denli değişik örnekler öne sürüldü ki, sonunda konu iyice karıştı, devletin başındakilere “Büyük Adamlar” dendiğine göre adamlığın daha geçerli olduğu kanısı öne çıktı. Dersliğe dönünce kaldığı yerden çalışmamı sürdürdüm bu kez büyüklü küçüklü beş dik üçgen çizdim. 5-8, 6-11, 7-15, 4-9, 8-12

1. 25 cm 2+64 cm2= 89 cm2   toplam 13X13= 169 cm2

2. 36 cm2+121 cm 2 =157 cm 2  toplam: 17X17 = 289 cm 2

3. 9 cm2+255 cm2 =274 cm2  toplam: 22X22 = 484 cm2

4. 16 cm2+ 81 cm2 = 97 cm2  toplam 13X13 = 169 2m2

5. 64 cm 2+144 cm2 =208 cm2  toplam 20X20 = 400 2m2

Bu sonuçlara göre doğruya çok yakın bir yöntem bulduğuma inandım. Birinci üçgendeki toplam sonucu ikiye bölersek 169/2=84’5 çıkar. Kökünü arayacağımız sayı 89 olduğuna göre tam sayı olarak ayni sonucu verecek eşdeğerde bir sayı buluyoruz. Gene gene söylüyorum, bu teoremin asıl ıspatlanması kök alarak yapılır. Ben kök alamayanlar için bir kestirme yol bulduğumu düşünerek bunda diretiyorum. Verdiğim örneklerde olumlu bir sonuç görülmektedir. Tüm sayıları denemedim. Bu yakınlaşmayı sağlamayanlar da olabilir. Örneğin tek basamaklı küçük sayılarıları denedim. Gerçi onların köklerini herkesin kolayca bulabileceği söylenecektir. Çünkü, İlkokulda okumuş kimseler çarpım cedvelini zaten daha ilk yıllarda öğrenmektedir. Gene de ben değişik bir yöntem öneriyorum: Bir dik üçgenin dik açı kenarlarının kare toplamları sayısının kare kökü söz konusu dik üçgenin hipotenüs boyuna eşittir. (Pfisagor-Öklit bilinen kural. Oysa söz konusu dik üçgenin dik kenarları boy toplamının yarısı da yaklaşık olarak hipotenüsü vermektedir. Örnek. Küçük kenarı 3 cm, uzun kenarı 5 cm olan bir dik üçgenin hipotenüsü 9+25=34’ün kare kökü, yani 5. 8 cm. çıkmaktadır. Uzunluk olarak da 3+5=8X8 64/2=32 cm2. olduğuna göre 32’nin kare kökü 5. 65 cm. çıkmaktadır. İnatla sürdürmeme karşın küçük de olsa farklı sonuç çukması giderek kuşkumu arttırdı. Öğle yemeğine dek başımı kaldırmadan aynı konuda direnmem sanırım beni bıktırdı. Yemekte Hilmi Altınsoy’la Yusuf Asıl’ın şakalarına katılışım biraz da buından oldu. Salih Baydemir dayanamadı bana sordu:

-Sen de bugün bir değişiklik var; her zaman kızdığın takılmalara bugün gülüyorsun!”

Yemekten sonra kitaplığa gittim. Geçen gün Röslein’e önerdiğim kitaplardan birini yerine konmuş gördüm. Yoksa yanılıyor muyum? Peer Gynt (Per Günt) Önce alıp biraz karıştırdım. Kolay okunacak gibi olmasına karşın içerdiği olaylar açısından karışık olabileceğini bile bile okumaya karar verdim. Röslein gerçekten okumamışsa kitabın güzel taraflarını anlatıp kıskandırmayı düşündüm. Kitaplık sıcak, Tevfik Uğurlu’nun yerine oturup birinci perdeyi soluksuz okudum. Kalkmayı hesaplarken bir arkadaşıyla Röslein geldi. Beni görünce özür diledi: “Kitaplara daha başlayamadım, sanırım onlar benim tatil kitabım olacak, daha rahat okumuş olacağım!” deyince yanıldığımı anladım. Benim önerdiğim kitaplar arasında Peer Gynt yok. Bu kez de elimdeki Peer Gynt’i gösterdim: “Anne olacakların okuması gereken bir kitap!” Gülümseyerek: Onu da okuyacağım, ancak ben biraz ağır okuyorum. Bu yıl boş dersimiz yok. Üstelik öğretmenlerimiz bizi biraz sıkıştırıyor. Bu arada piyes çalışmalarım da var, tüm cumartesi günlerim orada geçiyor!” diyerek özel durumunu kısaca açıkladı. Dünkü çalışmalara ben katılmamıştım. Katılmayışımın nedenini sorması hoşuma gitti. İçimden:

- Demek benimle ilgileniyor? gibilerde kendime bir pay çıkardım! Onlar gidince okumamı bir süre daha sürdürdüm. Kitap piyes olarak yazıldığından anlatışlar kısa sürmektedir. Romanlarda olduğu gibi yazar hareketleri uzun uzun anlatmamaktadır. Bu nedenle bir çok olay geçmesine karşın 40. sayfada perde kapanıyor. Olay bir anne ile tek oğlu arasında konuşmalarla başlıyor. Anne Aase (Oze) dul kalmış bir kadındır. Doğrudan anlatmasa bile oğluna yer yer çıkışırken söylediklerinden anlaşılacağı üzere kocasından hoşnut olmamış bir kimsedir. Kocası önceleri çok varlıklı biri iken daha doğrusu gelin Aase (Oze)nin getirdiği drahoma(Başlık) nedeniyle varsıllaşmış, ancak hesapsız kitapsız işleri ya da savurganlığı yüzünden yoksul düşmüş, yaşamının sonunda oğlu ile annesini yoksulluk içinde bırakmış biridir. Oğur Peer Gynt 20 yaşlarında, sağlıklı, görünüşte düzgün yapılı bir gençtir. Kendisine babasından varsıllık kalmamaıştır ama düş kurmada oğul babasını çoktan geçmiştir. Düşlerinde ölçüsüz varsıldır. Varsıllık ne ki? Peer Gynt, kraldır, beydir paşadır. İnsanlarla ilişkiler ona az gelir, cinlerle, perilerle anlaşır, şeytana külah bile giydirir. İşte bu yollarla kazancına kazanç katarak saraylarda yaşar, deryalarda gezer. Bu tür düşlerini annesine bıkmadan usanmadan anlatır. Aase anne de biricik oğlunun bu düşlerini zaman zaman kızarak zaman zaman da anne yüreğiyle dinler. Öyleki anlatılan düşlerin bir bölümünü ezberlemiştir. Oğlu başlayınca ara ara eski anlatılanları anımsayıp, değişik söylemleri doğrular ya da değişikliğin nedenlerini sorar. Kitap, bu tür konuşmaların biriyle başlamaktadır.

Aase-Yalan söylüyorsun Peer!

Peer-(Durmadan) Hayır doğru söylüyorum!

Aase- Doğruysa yemin et bakayım!

Peer- Yemine ne gerek var!

Aase- Bak, yemin etmiye dilin varmıyor. Seni maskara seni! Gene masal okuyorsun.

Peer-Durarak) Hayır, söylediklerim masal filan değil, tamamiyle doğru.

Aase-(Peer’in önüne dikilir. )Annene yalan söylemeye utanmıyor musun sen? Ekin biçme zamanı olduğunu düşünmeden aylarca dağlarda geyik avı peşinde koşuyorsun, sonunda avsız, silahsız, eli boş, üstbaş paramparça geri dönüyorsun! Ha! . . Anlat bakayım bu geyiğe nerede rastladın?

Peer- Gendin’in batısında.

Aase-(Alaycı)Pekala sonra ne oldu?

Peer düşündeki olayı sıralar. Rüzgar esmiştir, Tetikteki eli birden tutulmuştur, ya da geyik tökezleyip düşmüştür. Atılmayan kurşunun olmayan geyiği vuramayacağı olasılığının binbir türlüsünü anlatır. Yukardaki soruları soran anne, bundan sonraki olaylarda yüreği ağzında dinler. Sık sık da, oğlunun olumsuzluklardan kurtuluşuna sevinerek:

– Aman Allahım, sana sığındım! der. Anne oğul böyle dostça konuştukları gibi zaman zaman da oldukça sert tartışmalara da girerler. Aase Anne, salt etkilenir düşüncesiyle babasının yaptığı yanlış işleri sayar döker. Beyler-paşalar gibi yaşarken nasıl hammallık etmeye düştüğünü, varsılken çevrelarınde dolaşanların yoksullaşınca nasıl uzaklaştıklarını anlatır. Peer çevresiyle de düşsel ilişkiler kurmuştur. Gerçekte ilişki kurduğu kimseleri etkileyen bir özelliği vardır ama o, öteki insanların ilgi duyduğu konulara değişik açıdan baktığından sürekli tek kalmaktadır. Birileriyle yaptığı küçük bir tartışma Peer’ın anlatımında olağanüstüdür. Demirci ile kavgası ya da Aslak ile tartışmasını Peer anlatınca destansı bir zaferdir. Oysa Aase annenin kulağına gelen dedikodulara göre Peer, bayağıca bir dayak yemiştir. Bir çok ayrıntı üzerinde durulduktan sonra konuşmalar Peer’in evlenmesine döner. Onu beğenip babasında olduğu gibi yüklü drahoma getirecekler vardır. Aase anne onu buna yaklaştırmaya çalışır. Ne var ki Peer o konuda da havalarda uçmaktadır. Peer’e göre drahoma için evlenilmez, drahoma yerine kendisi çok para kazandığında nasıl olsa kız bulunacaktır. O böyle deyince Aase annenin yüreği çarpmaya başlar. Onun kurduğu düşteki kızla evlense hem Peer, hem de kendisi biraz olsun rahata ereceklerdi. Bu arada bir başkasının düğünü olmakdadır. Başkası dediğim de gerçekte Peer’i seven kız bir başkasına verilmektedir. Aase anne Peer’e bunu söyler. Biraz da paylayarak:

– Büyük bir fırsatı kaçırdın! diyerek ağlar. Peer deli dolu tavırlarına karşın belli insanlarca sevilmektedir. O da bunu bilir, yeri geldiğince bu yanından yararlanır. Annesinin ağlayışına dayanamaz, düğüne gitmeye karar verir. Annesine de hazırlanmasını söyler. Düşlerindeki atları koşmaya kalkar, annesine hazırlanmasını söyler. Heyecanlanmış olarak annesini kucaklayıp yola çıkar. Annesinin uyarmalarına aldırmaz. Zaman zaman konuşmalar tatsızlaşır. Sonunda Peer annesini yüksek bir duvar üzerine oturtup orada beklemesini söyler. Peer birileriyle karşılaşır; sataşanlar olur aldırmaz. Sataşanlar Peer’in korkaklığından, birilerinden hep dayak yediğinden söz ederler. İçinden neler geçiriyorsa Peer, bunlara bulaşmaz. Aase anneyi dam üstünde görenler olmuştur. Yardım edecekleri yerde, ölüme terkedildiğini düşüğnüp geçerler. Peer sırt üstü yattığı yerde bir süre düşünür. Daha doğrusu düş kurar. Bu arada bir de şiir okur:

“Kimdir güneş alnında giden süvari?
Kim midir? Peer Gynttür, bir prens gibi hali.
Belinde parlak kılıç, elinde eldivenler,
Hep sırmalar giyinmiş arkasından gidenler.
Gümüşten nalları var duru beyaz atının,
Üstünde uçar gibi bir peri kanadının
İpek manto sırtında kırlar, dağlar aşıyor,
Denizlerin üstünde dönüyor, dolaşıyor
……………………………………. .
Genç İngiliz kızları dizilerek sıraya
Peer’i görmek için giriyorlar saraya.
Asılzadeler, dükler istikbale koşuyor,
Kral yanına alıp onunla konuşuyor.

Bu sıra Peer’in kavgalısı Demirci oradan geçer. Karşılıklı takılmalardan sonra Demirci düğüne gittiğini, onunda gelmesini, gelirse ona göre de kız bulunacağını söyler. Peer bu öneriyi sözde beğenmez ama birden karar verip düğün evi tarafına gitmeye başlar. Yolda karşılaştığı insanlar genellikle Peer’e sataşırlar. Özellikle bir grup kız açık açık Peer’i küçümseyip:

-Sana mı kaldık! gibilerde kışkırtıcı sözler söylerler. Peer düğün evindekilere bakar, kendisine bakan bakışlardan hoşlanmaz ama sabreder. Yaşlı bir adama yaklaşarak kızları sorar. Yaşlı adam Peer’e:

– Onları sen bulacaksın, ararsan bulursun! gibilerde cesaret verici sözler söyler. Peer bu arada yabancı insanlarla karşılaşır. Bunlar arasında anne-babası ile gelen Solveig’i görür. Solveig kardeşinin elinden tutmuş çekingen tavırlar içinde bakınan güzel bir kızdır. Peer Solveig’i gözüne kestirir, yaklaşıp dans etmek ister. Önce oradaki gençler Peer’e engel olurlar. Ancak az sonra Solveig Peer’in yanına gelip sorar:

– Benimle dans etmek isteyen sen misin? Peer çok sevinir ama soru sormadan da edemez. Bu sıra gençler etrafını sarıp içki içirirler. Solveig de ayrılmak zorunda kalır. Yalnız ayrılırken Peer’e gönül kaptırdığını da saklayamaz. Bu sıra Peer’i çevreleyenler, onun yeni birşeyler anlatmasını isterler. Peer şaşırmış durumdadır. Nasıl şaşırmasın? Sevdiği kız evleniyor. Görür görmez tutulduğu Solveig onu bırakıp gitmiştir. Tam bu sıra güvey Peer’e gelip ondan yardım ister. İstediği yardım ilginçtir. Düğün yapılıyor ama gelin, güveyi istemediğini söyleyip samanlığa kapanmıştır. Kimseyle konuşmaz, kimseye de kapıyı açmaz. Güvey sonunda Peer’den gelini bu inadından vazgeçirmesi için ricada bulunur. Solveig evine gittiği için boşta kalan Peer bu kez eski kavgalılarından Aslak’la karşılaşır. Aslak’ı Peer’le kavga ettirmeye çalışanlar arasında Solveig’in babası da vardır. Tam bu sıra Solveig ile annesi de dönmüş kavgacılara bakmaktadırlar. Aslak yumruklarını sıkıp Peer’e saldıracağı sırada Peer’in annesi Aase söylenerek çıkar gelir:

– Ne? kafa kırmak mı? Hele bir dene de göreyim? İhtiyar Aase’nin dişi de vardır tırnağı da, bunu bilesin! Bu sıra güvey çığlık atmaya başlar:

– Eyvah, mahvoldum! Baba, anne koşun, yetişin! Hepiniz, hepiniz görün, Peer Gynt! . . Çevreden sesler yüğkselir:

– Peer Gynt’le gelin kaçıyor. Peer gelini kaçırıyor! Peer gelini kucağına almış karşı tepeden aşmaktadır. Aase anne önce öfkeyle birşehyler söylemek ister. . . . Sözünü tamamlamadan üzgün bir sesle:

– Maazallah! . . der. Ev sahibi Peer’i öldüreceğini söyledikçe Aase anne:

– Yağma mı var, daha ben ölmedim! Peer’imin kılına dokundurtursam Allah beni kahretsin! derken perde iner.

Birinci perdeyi bitince azıcık soluklandım. Bayrak töreni zili çalmış dışarı çıktımKitap elimde dersliğe dönerken koridorda Asım Öğretmeni gördüm yüksek sesle “Çabuk olalım!”diye uyarıyordu. Beni görünce akordiyonu çıkarmamı söyledi. Akordiyonu alınca elimdeki kitabı akordiyopnun kutusu üstüne bıkap çıktım. Törenden sonra akordiyonu bırakırken kitabı Asım Öğretmenin aldığını gördüm. Asım Öğretmen kitabı göstererek bu kitabın çok güzel müziği vardır biliyor musun? ”diye sordu. Bilmediğimi söyleyince: “Dinle bak deyip akordiyonu alarak çaldı. Çok beğendim ama çok aralıklı sesler çalınmasının kolay olamayacağını sanıp: “Ben onu çalamam!”dedim. Asım öğretmen güldü: “Denemeden çalamam demek yok, çalışacaksın, çok tekrarlayacaksın hükmünü ondan sonra vereceksin. Onun notası bende var. Ben bulup vereyim, bir çalış bakalım. Bak, göreceksın birlikte bile çalacağız. Ben çok severim onu, Solveyn Şarkısı derler tüm çalgılarla çalınır. Arada radyoda da çalınmaktadır!”dedi. Kitabı aldım, ayrıldım. Hemen bir kurnazlık düşündüm. Röslein’e iyi ki kitabı oku, demişim. Bir dahaki karşılaşmada bu kez şarkısını öveceğim. Röslein şarkısında olduğu gibi bir süre konuşma konusu olmuş olacaktır. Dersliğe çok neşeli girdim. Mehmet Yücel yarınki görevimizi anımsattı. Mehmet Salih Arı Öğretmeni bulacağız. O bizi görünce: “Nerelerde kaldınız, çoktandır bal yememişe benziyorsunuz!”diyecek sonra da birer tabak bal verecekmiş. Mehmet Yücel’e verilen bal ona çok gelecekmiş. Utancımdan ben isteyemeyecekmişim. Çıkarken gözüm arkada kalacakmış. Mehmet Yücel bunları söyleyince ben de onun Hüsnü Dayısının dükkanına gidince onun Hüsnü dayısına önce oğlu Ali’yi sonra da güzel kızını soracağımı söyledim. Arkadaşlar güldüler. Mehmet Yücel azıcık bozuldu:

- Şakalar denk düşmedi, birisi güldürücü öteki incitici! dediMerhmet Yücel’i sevdiğim için sözümü geri aldım, tabağında bıraktığı bal için de bana 100 gram tahin helvası almasını söyledim anlaştık.

Bizim anımsattığımız tahin helvası yemekte konu oldu. Uzun zamandan beri tahin helvası verilmemesinin nedenleri araştırıldı. Yusuf Asıl nedenini buldu:

– Biz bahçeye tahin de pancar da ekmediğimiz için onlardan yapılan helva verilmiyor! Hilmi Altınsoy sinirlendi. Önce mercimek çorbası, diye söze başladı. Sözü kesilerek, mercimek ekildiği söylendi. Çorba içndekileri saymaya kalktı, Söylediklerinin mercimek çorbasında olmadığı anımsatılınca bu kez de:

– Tuz ekiyor muyuz? diye sordu. Çorbaların kimi zaman tuzsuz olduğu öne sürüldü. Tuzsuz çorba olmaz, deyince birden anımsadım. Fikret Madaralı Öğretmen: “Çorbada tuzu olsun!”deyimi için arkadaşların yarısını tahtaya sıralamıştı. . Bunu söyleyince Hilmi kahkahayı bastı, tahtaya kalkanların için de o da varmış. Bu kez olayı o bir daha anlattı:

– Çorbada tuzu olmak! deyimi konuyu değiştirdi. Fikret Madaralı Öğretmenin en çok kime sarsak dediği tartışıldı. En çok denilenin aramızdan ayrılan Ali Güleren olduğu kanısına varıldı. Ondan sonra Hilmi Altınsoy’un olabileceğini Hilmi kendisi söyledi. Mehmet Aygün:

– Oğlum Hilmi, ayrılan ayrılmıştır. Söz konusu kalanlardır; öyleyse bir numaralı sarsak sensin! deyince tartışma gene başa döndü. Hilmi bu kez sarsaklığın anlamını tam bilmediğini öne sürdü. “Fikret Madaralı Öğretmen söylüyordu ama öteki öğretmenlerden bu sözü hiç duymadım; aptal, tembel, hayırsız, riyakar, salak, sersem diyenler oldu ama sarsak sözünü başkasından duymadık!”dedi. Bu kez de benim elimi tutarak: “Abi, sen bilirsin, gerçekten sarsak sözünün gerçek anlamı nedir? ”diye sordu. Bilmediğimi söyleyince de inamadı: -Güceneceğimi düşünerek saklıyorsan yemin ederim gücenmeyeceğim! deyince bu kez de ben yemin ederek bilmediğimi tekrarladım. Yusuf Asıl açıkladı:

– Konuşurken başını sallayan ya da eli, ayağı titreyen insanlar için kullanılan bir sıfat! olarak açıkladı. Hepimiz güldük. Ancak Recep Kocaman karşı koydu:

– Anlamını bilmiyorum ama öyle olsa Fikret Madaralı Öğretmen onu kullanmazdı. O bu sözü ödevini yapmayanlar için kulllanıyordu. Tahtaya kalkıp dimdik duran arkadaşa sallanan denir mi? ”Bu kez de Recep Kocaman’ın sözüne takıldık: “Gerçekten tahtada dimdik duran kimseye bu söz söylenmez. İyi ama Fikret Madaralı Öğretmen bunları bilmez mi? ”Sonunda söz birliği edip sarsak sözünün, tembellikle karışık aptallık anlamında kullanılmış olabileceği kanısına vardık. Fikret Madarali Öğretmen bu sözü çok kızdığı zamanlarda değil de neşeli zamanlarında söylerdi Kimi zamanlar da gülümseyerek eliyle arkadaşın başına okşar gibi dokunurdu. Ben de hiç unutmadığım bir olayı, Fettah Birik’e söylediğini anımsattım. Fettah, Fikret Madaralı Öğretmen derslikten çıkarken : “Öğretmenim bakar nedir? ”diye sormuştu. Öğretmen durup geriye Fettah’a baktı, gülümseyerek, önce hayvan arkasından da “Öküz!”deyip gitmişti. Biz Fettah’a gülerken Fettah öylece ayakta kalmış, bir süre yerine bile oturamamıştı. Arkadaşlar Fettah’ı suçladılar: “Öğretmen giderken soru sorulur mu? ”Daha sonra öğretmen gelince olayı anımsayıp şiirde geçen sözün değil söz olarak bakar’ın öküz anlamında kullanıldığını anlatınca olay açıklığıa kavuşmuştu. . zaman Fettah’ın yanlış anladığını öğrenene öğretmen Fettah’a okşar gibi gülerek dokunmuş, sesini biraz uzatarak “Sarsaaaaak!”demişti. Beni dikkatle dinleyen Hilmi bu kez de kendisiyle ilgili bir olayı anmamı istedi. Birden anımsayamadım:

– Notlarımı karıştırırsam bulup söylerim, olduğunu biliyorum ama doğru anlatmam için okumam gerekir! deyip kalktım. Hilmi dersliğe dek kolumu bırakmadı. Derslikte yarınki dersleri öne sürüp ayrıldım.

Önce iki saatlik Türkçeyi düşündüm. Sabahat Öğretmenin sıkı sıkı çalışmalarını söylediği arkadaşlarla uğraşacağını bildiğim için Türkçeyi geçtim. Matematik dersi için karekök almadan kökleri bulma yöntemimi geliştirmeyi önemseyip defterimi açtım. . Tek basamaklı sayılardan örnekler seçerek bir daha denedim. Dik açı kenarları

1 cm. , 2 cm. olan,

2 cm . 3 cm olan

3. cm. 4 cm olan

4 cm. 5. cm olan

5. cm. 6 cm olan beş deneme daha yaptım.

1. İşlemde 1 cm2+4 cm2 farklı bir durum yok. 2. işlemde 4 cm2+9cm2=13 cm2 kök: 3, 5 cm. Uzunluk toplamlarını yarısı 2, 5 olduğuna göre tam istenilen sonuç değil ama kök tam satyıya yakın bir sonuç. veriyor. 3. İşlemde ise, 9 cm2+16 cm2. Toplam: 25 cm2 kök, 5 cm. Uzunluk bında da tam değil ancak kök tam sayı olarak uygun, 3, 5 cm. 4. işlem de, 16 cm2+25 cm2= 41 cm2, kök: 6. 4. uzunluk 4, 5, 5. İşlem. 25 cm2+36 cm2=61 cm2 kök: 7, 8 cm. uzunluk tolamı: 5. 5 cmBu sonuçlara bakarak tam bir eşitlikten söz edemeyiz . Ancak düzenli bir benzer artışın olduğu da besbelli:

1. 2, . 2– 1. 5

2: 3, 5 -2, 5

3: 5 -3, 5

4: 6. 4 -4, 5

5: 7. 8 – 5. 5

Bu örnekleri daha da uzatıp genel bir ortak birim çıkarabiliriz. İşte bum ortak birim bizim kök almadan iş göememize yardım edecektir. İlk başladığımdaki mumudum kalmadıysa da matematik dersinde Ahmet Kun Öğretemene çalışmamı anlatacağım. . Yat zili çalınca şaşırdım, ne kadar çalıştığımı ancak o zaman anladım. Arkadaşların çoğu yatmış bile.

Yatınca da Peer Gynt’ü düşündüm, şimdi ne yapacak? Düğününe gittiği kız kendisini seviyormuş ama o buna yanaşmamış. Şimdi ise kızı alıp dağa kaçtı. Kız varlıklı ama kaçırılınc a da drahoma denilen hakkı veriyorlar mı? Yoksa varsıl kızı yoksul annesinin yanına tıkıştırıp: “Al işte anne, o kızı sana getirdim!” deyip sırıtacak mı? Kitabı henüz bitirmedim ama Aase anneyi çok sevdim. Maksim Gorky’nin, Pelageya, Turgenyev’in Arina Vlasyevna, Pearl Buck’un Çinli Anası gibi bende iz bırakacak bir ana. Adı da kolay: Aase, Ana ile anne arası bir söz. Röslein için salt bunun için önermiş olabilirim. Kitabı beğenmediğini söylerse olaya buradan bakıp savunma yapabilirim. Çocuğunu seven bir anne. Öteki romanlarda böylesi pek bulunmamaktadır. Madam Bovary’ın anası çocuğuyla bile ilgilenmez. Hele Anna Karanin çocuklarını sözde sever görünmekten öte gitmez.

 

25 Ocak 1943 Pazartesi

 

Mehmet Yücel arkadaşla bugün Lüleburgaz’a gidecek olmamız herkesin gailesi olmuş. Gaile nasıl bir sözse duyunca önce güldüm sonra da düşündüm. Gaile merak mı? Yoksa kötü bir anlam mı taşıyor? Gene de konuşmalara katılmadım. Ancak gaile sözünü aklımda tutup cep kılavuzuma bakmayı düşündüm. İdris Destan da bu söze takılmış, geldi benden sorunca; bilmediğimi, sözü kim söylediyse ondan öğrenmesini söyleyerek savuşturdum. Merdivenlerden çıkarken büyük ablamın bu sözü kullandığını anımsadım: Gailesi olmayan insanlar neşelenir ya da şarkı söyler! derdi. Dersliğe girince ilk işim Cep Kılavuzuma bakmak oldu. Sahiden ablamın dediği gibiymiş. Gaile: dert, sıkıntı olarak yazıyor. Bu kez de yatakhanede yapılan konuşmayı düşündüm: :

-Gailesi sizi mi tuttu? Mehmet Yücel benden daha çok sinirlenmiş:

-Gel, şunları Müdür Beye söyleyelim! dedi. Güldüm:

– Onların lafları için Müdür Beye gidersek, Müdür Bey bize kızar:

– Sizi farklı düşündüğüm için seçtim. Bunu yapmakla yanıldığımı söylemeye gelmişseniz ona daha çok üzüleceğim! derse ne yapacağız? Mehmet Yücel'den önce bizi dinleyen İsmet:

– Bravo dayı, benden büyük olduğunu kanıtladın! Mehmet Yücel’i göstererek:

– Buna ben de hemen hemen aynı sözleri söylemiştim. Bu kez sen daha usturuplu anlattın, İskeletin kafasına girmiştir! deyince birbirlerine sarılıp gülüşerek gittiler.

Kahvaltıda konumuz matematik oldu. Salih Baydemir kare kökü almanın saçmalığını savundu. Köydeyken bu sözü hiç kimseden duymadığı söyledi. Salih bunu söyledi ama benim uyarım sonunda sözünü geri aldı. Hasanoğlan’da çalışırken çoğunlukla Salih’le beraberdik. Sili Ustanın alan ölçeri sorduğumuzda Sili Usta söze başlarken bunu sormuştu:

– Kare kökü almasını biliyor musunuz? Arkadaşlar susmuştu ama ben, bildiğimizi söyleyince Sili Usta:

– O zaman anlatayım! deyip önündeki aracın(Uzaklık-yükseklik-derinlik ölçer) önce yükseklikleri daha sonra da yan düğmeleri çevirerek uzaklıkların nasıl ölçüldüğünü anlatmıştı. O zaman en çok sevinenlerden biri sendin:

– Minarelerin boyunun rahat ölçeceğim!”dediğini unutma!”deyince Salih üzülerek:

– Dedim ama o sözler orada, Hasanoğlan’da kaldı! deytip sustu. Hasan Üner tamamladı:

– Sözler orada kaldı ama kare kökü alma bizimle geldi. Ne demişler:

– Halep orada ise arşın buradadır! Hilmi Hasan’ın susmasını söyleyince Harun Özçelik sinirlendi:

– Konuşmasını bilmemek buna derler! deyip kalktı. Harun kime sinirlendi anlayamadım ama kalkması iyi oldu, dersliğe erken döndük. Tahtaya sayılar yazılmış: 12-120-1200-12000-120000-1200000 yan larına da kök işareti konmuş. 12’nin 3. 4 olduğunu biliyordum, ötekileri de sıraladım. ; 120-10. 9, 1200-34. 5, 12000-109, Tahtaya yazan Bekir Temuçin öğretmeni görünce silmeye başladı. Ancak öğretmen durdurup sordu : “Nedir onlar? ” Bekir anlatınca silinen sayıları yazdırdı. Böylece ben de yapmayı sürdürdüm. 120000-345. 10, 1200000-1095 olarak yazıp gözlerimi öğretmene diktim. Ben ne denli inatla öğretmeni gözledimse de Ahmet Kun Öğretmen oralı olmadı. Bir ara ne düşündüyse benden akordiyonu ilerletip ilerletmediğimi sordu. Öğretmen onu sorunca beni kaldırmayacağını anladım, Türkçe dersini düşünmeye başladım. Okuduğum kitabı merak ediyorum, o temsil ediliyormuş, oradaki dağları tepeleri, Peer’in çıktığı damları nasıl gösteriyorlar. Peer annesini tutup evin çatısına bırakıyor, gelini sırtlayıp kırlara kaçıyor. İnsanlar durup onların kaçışını gözlüyor. O kadar büyük sahne olur mu? Kök almalara Bekir başlamıştı, ağır davranınca öğretmen gülerek :

– Yoruldun sen otur! dedi. İsmet kalktı. İsmet daha ağır davranınca öğretmen gülerek:

– Bir daha tahtaya böyle büyük sayı yazmayın! dedi. Bu kez de kendisi 176-248-94-716-122-1254 sayılarını verdi. Matematik grubunun sordu. İsmet’le Recep parmak kaldırınca öğretmen :

– İsabetli olmuş! dedi. Sıralar arasında gezerek arkadaşların ellerine baktı. Gülerek:

– Hadi, ne duruyorsunuz? bakın yapanlar yaptı bile! deyip benim defteri kaldırıp arkadaşlara iki tarafa çevirerek gösterdi. 176-13. 2…. 248-15. 7…. . 94-9. 65…. . 716-26. 74…. 122-11. 03…. . 1254-35. 4 Bu arada Sami Akıncı da kendi defterini kaldırdı. . Öğretmen :

– Biliyorum! dedi. Arkasından da:

– Ama bildiğim bir şey daha var, o da bir üçüncü defterin kalkmayacağı! Çil çalınca öğretmen:

– Bari bir daha derse bunları yaparak gelelim de konuyu değiştirelim! deyip ayrıldı.

Sabahat Öğretmen oldukça durgun karşılandı. Oysa Sabahatn Öğretmen oldukça neşeli gelmişti. Durumu anladı hemen sordu. Ortaya sorunca kimseden ses çıkmadı. Bu kez sorusunu Mehmet Başaran'a sordu. Mehmet Başaran:

– Okumadığımız konuları yapmakta güçlük çekiyoruz! deyince Bekir Temuçin, İsmet Yanar, Sami Akıncı , üçü birden:

– Okuduk! diye düzeltme yaptılar. Sabahat Öğretmen Mehmet Başarn’a :

– Okuduğunu unutmuşsun demek, biraz çabalarsan öğrenirsin! deyip Sami Akıncı’ya baktı. Sami Akıncı, Müdür Beyin dersinden başlayarak durumu anlattı. Öncelikle Müdür Beyin:

– Öğretmenliğe başladığınızda okutacağınız sınıfların ders konularını iyi bilmemizin gerektiğini, özellikle de 4. 5 sınıfları okutmak zorunda kalırsanız başarılı olmanız için hazırlıklı olmalısınız! dediğini söyleyince Sabahat Öğretmen:

– Müdür Bey çok haklı:

– İlk başarılar ne denli sevindiriciyse başarısızlıklar da o denli üzücüdür. Müdür Bey müfettişlik yaptığı için bu konuda deneyimli, biz öğretmenleri de hep uyardı. Bazı konuları tekrarlayarak eski bilgileri anımsatmaya çalışacağız! dedikten sonra Mehmet Başaran’a dönerek:

– İnsanlar, öğrendiklerini zaman içinde unuturlar. Unutmak da öğrenmek gibi bir olaydır. Önemli olan öğrenilenleri çok tekrarlayıp belleğe yerleştirmektir. Bu nedenle:

– Tekrar, bilginin anasıdır!”diye bir de söz söylenmiştir. Unuttuğunuz konuları tekrarlayıp taze bilgiler arasına çıkarmaya çalışın. Unutmayın, unutmak da doğal bir olaydır. Unutunca üzülüp sinmek yerine doğruyu anımsayıp direnmeyi öğrenmelisiniz! Sabahat Öğretmen geçen ders Türkçe dersini hazırlayacak grubu sormuş onlarla bir süre konuşmuştu. Nedense bunu unutnuş gibi davrabarak bir daha sordu. Halil Basutçu, Sami Akıncı, Mehmet Başaran ayağa kalkınca anımsamış gibi gülümseyerek:

– Aaa, evet ; konuşmuştuk. İşbölümü yapın da gelecek pazartesi bunu tartışalım! dedi. Sami Akıncı:

– Öğretmenim, biz bu konuda hiçbir örnek görmedik, ne yapacağımızı bilmiyoruz !” deyince Sabahat Öğretmen duraksadı:

– Öteki derslerden hiç biri işlenmedi mi? diye sordu. Hepimiz :

– İşlenmedi! deyince Mehmet Yücel:

– Biz iki arkadaş, bugün Lüleburgaz’a gidip bir örnek ders göreceğiz, dedi. Sabahat Öğretmen Mehmet Yücel'e bir süre baktıktan sonra:

– Ötdeki arkadaşın kimdi? diye sordu. Mehmet Yücel benim adımı verince Sabahat Öğretmen gene bir süre durdu. Öğretmenin susuşunu biraz anlamlı buldum, b unu xdüşünürken Sabahat Öğretmen bu kez gülümseyerek:

– Keşke arkadaşın bizim gruptan olsaydı, ama farketmez; biz de bu işi daha sonra ele alalım! deyip masa üzerine koyduğu kitaplardan birini aldı. Kitabı birkaç kez karıştırdıktan sonra: “Bizim okul için yazılmış özel kitap yok. Bizler de şimdilik lise kitaplarından yararlanıyoruz. İşte bu bir lise kitabıdır! deyip kitabı gösterdi. Kitap , Agah Sırrı Levend’in Lise 2. kitabıydı. Görünce sevindim. Bende vardı ama bir iki şiir dışında anlatılanları bir türlü sevememiştim. Öğretmen sayfalar çevirdikten son Köroğlu adını duyup duymadığımızı sordu. Herkes sustu. Biraz şımarıkça parmak kaldırdım. Bizim köyde en çok sevilen gazete olduğunu, pazaetesi pazarına gelenleri gazete olarak onu aldığını anlattım. Öğretmen güldü, beni dikkatle dinledi. Bakışından kuşkulandım ama bir şey demeyince rahatlar gibi oldum. Oturunca öğretmen: “Bu da Köroğlu ama bu bir başka Köroğlu sanırım bu gerçek Köroğlu, yüzyıllar önce yaşamış bir halk şairi!”dedikten sonra:

 

Benden selam olsun Bolu Beyine
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
Kalkan gıcırtısından , kargı sesinden
Dağlar seda verip seslen melidir.
 
Düşman geldi tabur tabur dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfek icat oldu mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır.
………………………………. .

……………………………. .

Tüfek icat oldu mertlik bozuldu!”denince anımsadım Abbas Amcam bunu sazıyla söylerdi. Üstelik bu söz kahvedeki konuşmalar arasında hep geçerdi.

Öğretmen şiir üstünde fazla durmadı bu kez Mevlit’ten okudu:

 

Allah adın zikredelim evvela
Vacib oldur cümle işte her kula
Allah adın herkim ol evvel ana
Her işi asan eder Allah ana

…………………………. .

…………………………. .

Öğretmen okumayı kesti gülerek bunu da duymayanınız var mı? diye sorunca arkadaşların bazıları Hüdnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’ün sırasına baktılar. Emrullah sinirlendi ama sustu. Hüsnü ise duyduğunu, ne olduğunu bilgiğini ama kendisinin okumadığını söyledi. Sabahat Öğretmen: “Bu da bir şiirdir, tıpkı İstiklal Marşı’mız, Gençlik Marşı’mız gibi dersken zil çaldı.

Öğretmen çıkınca Emrulla Öztürk İdris Destan’a ağır sözler söyledi. Oysa Emrullah’a Abdullah Erçetin laf çakıştırmış. Emrullah haksız olarak İdris’e küfretmiş. Halil Basutçu ikisini de sevdiği için aralarını buldu. Derslik sakinleştiği sırada öğretmen geri geldi. Sabahat Öğretmen hayvanlar üstüne yazılmış şiirleri sordu. Hasan Üner La Fonten adını söyleyince Sabahat Öğretmen gülümseyerek: “Başka başka, diyerek hepimizin yüzlerimize baktı. Birşeyler söyleyecekmiş gibi durdu, kitabı açıp bir süre baktıktan sonra beş on dize okuyup bir şey anlayıp anlamadığımızı sordu. Sustuğumuzu görünce okumayı sürdürdü. Şiir çok uzunmuş, sonunda yarım yamalak da olsa bir şeyler anladık. Sahibinin tüm işlerini yapan eşek, yiyeceklere Zaten öğretmen sormadı, şiirin yazıldığı dönemi anlattı Mevlit’le. Şekil benzerliğini söyleyip şairin vermek istediği fikirleri belirtti. Mısra dizilişleri üstüne daha önce aldığımız bilgileri tekrarladı. :

 

Harname
 
Bir eşek var idi zaifü nizar
Yük elinden kati şikeste vü zar
Gah odunda vü gah suda idi
Dünü gün kahr ile kusuda idi.
Yağız idi seraser endamı
Yogidi ahur içre aramı
……………………….
………………………
Batıl isteyü haktan ayrıldım
Boynuz umdum kulaktan ayrıldım.

 

Mısra sonları uyak bakımından a-a, b-b, c-c, d-d, e-e, f-f v. b olarak gidiyor.

 

Münacat

Mevlidden:

 

Allah adın zikredelim evvela
Vacib oldur cümle işte her kula
Alla adın herkim evvel ana
Her işi asan eder Allah ona
Allah adı olsa her işin önü
Hergiz epter olmaya anın sonu

……………………………….

Bunda da mısra sonları a-a, b-b, c-c, olarak gitmektedir.

 

 

İstiklal Marşı
 
Korkma! sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak,
O benimdir, o benim milletimindir ancak!
Çatma, kuban olayım çehreni ey nazlı hilal;
Kahraman ırkıma bir gül…ne bu şiddet, bu celal ?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal,
Hakkıdır, hakka tapan milletimin istiklal

…………………………………………. .

 

Burada :

Dize /mısra)sonlarındaki uyaklar( kafiyeler) a-a-a-a, b-b-b-b olarak . sıralanmıştır

 

 

Köroğlu’da ise;

 

Benden selam olsun Bolu Beyine
Çıkup şu dağlara yaslanmalıdır
Ok gıcıetısından, kalkan sesinden
Dağlar seda vurup seslenmelidir
 
Düşman geldi tabur tabur dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfek icat oldu mertlik bozuldu
Eğrı kılıç kında paslanmalıdır.

……………………………….

İlk dörtlükte: a-b-c-b  İkinci dörtlükte ise: a-a-a-b olmuştur. Bu tür şiirlerde öteki dörtlüklerde de uyaklar buna uyar.

Sabahat Öğretmen bu bilgilerden sonra bizim de bir şiir seçip dize sıralanışını incelememizi, uyak dizilişini göstermemizi istedi. Sami Akıncı: “ Akın Piyesinden seçsek olur mu? ” deyince ben: “O, baştan sona hep a-a, b-b, c-c. . dedim Sabahat Öğretmen gülerek:

– Bak, piyeste rolü yok ama, rol alanlardan daha dikkatli izliyor! dedi. Bu kez de:

– Cumartesi günü neden gelmediğimi sordu, özrümü söyleyince yerinde buldu:

– Haftaya gel emi? dedi. Daha önce hiç gitmemeye karar vermiştim. Sabahat Öğretmen yumuşak davranınca kararımı gene değiştirdim. Müdür Beye haber için gittiğimde Müdür Bey bir zarf verdi:

– Bunu Mehmet Salih Arı’ya vereceksin. Size söz bırakmadan olayı anlattım. Sorarlarsa bildiklerinizi söylersiniz. Yapılması gerekeni onlar yapacaklardır. Yarınki derste birlikte bir değerlendirme yaparız. Gerekirse gene gidersiniz! dedi. Arkadaşlar dersin boş geçeceğini umuyordu. Oysa Müdür Bey neredeyse benden hızlı yürüyerek dersliğe geldi. Gelir gelmez de sorular sormaya başladı. Öğretmenlik üzerine sözler söyledi, öğretmenliği öteki mesleklerden ayıran özel durumları sordu, eksik yanıtları tamamlayarak tekrar tekrar anlattırdı. İbrahim Ertur, Emrullah Öztürk, Hilmi Altınsoy, Abdullah Erçetin arkadaşları payladı:

– Öğretmen olacaksınız, öğretmenlik, dil işidir. Dil de konuşmadır. Konuşa konuşa dil açılır, siz konuşmaktan kaçıyorsunuz. Olacak iş değil; susarak elin çocuklarına ne öğreteceksiniz? diye sorarak bir süre yüzlerine baktı. Son derste yazdığımız Milli Eğitimin genel amaçlarını, Hilmi Altınsoy'a okuttu. Hilmi düzgün yazmış doğru okuyunca Müdür Bey: “Bak ne güzel yazmışsın, yazdığını da okumuş olmalısın ki, rahat okudun! dedikten sonra Abdullah Erçetin’e okumasını söyledi. Abdullah ya yazmamış ya da bulamadı, Bekir Temuçin'den almak isteyince Müdür Bey gördü:

– Yoooo, bu olmadı işte! Kusurun nereden kaynaklandığı aşikar oldu. İşte bu olmadı! Bunu tekrarlarsan seninle bozuşuruz dostum! Bak ben hala dostum, diyorum. Bunu idrak edebilirsen barışırız. Yarınki derste sana aynı soruyu soracağım, o yazıyı okutup yazını da göreceğim; dedikten sonra hepimize:

– İşte, öteki mesleklerde olmayan bir sonsuz sabır işidir öğretmenlik. Öğrenciye belli bir şans tanımazsan öğrenci de öğretmen de başarısız olur. Sonuna dek sabır gösterir öğrenciden olumlu bir gelişme göremezsen için rahat olarak yapacağın işi yaparsın! dedi.

Müdür Bey çıkınca arkadaşlar bir süre bir birine sordular: “Oğlum yapacağım işi biliyor musun? ”Mustafa Saatçı nedense Emrullah Öztürk’e de sordu: “Yapacağım işi biliyor musun? ”Emrullah şaka kaldıramayanlardan biri Mustafa Saatçı’ya küfürlü karşılık verince o da bu kez:

- Bilmiyorsan Hindi Çobanı olursun! dedi. İsmet öbür taraftan :

– Gulu gulu! yaptı. Sami Akıncı kalktı, öğretmenliği böylemi anladınız? diye sordu. Yusuf Asıl başta olmak üzere şakacılar bir ağızdan:

– Öğretmenliği anlayamayan Emrullah kendisi, iyi bir öğretmen adayı küfretmez! dediler.

Cebimde Müdür Beyin verdiği mektup, aklımda nelerle karşılaşacağım, merakı içinde tartışmalara uzaktan baktım. Mehmet Yücel:

– Gidecek miyiz? diye sorunca kendimi toparlayıp durumu anlattım. Hemen yatakhaneye gidip giyindik, giyinik olarak yemekhaneye gidince herkesin ilgisini çektik. Bizim masadakiler yorumda yarıştılar; “İlk öğretmen biz olmuşuz. Müdür Bey bizi Lüleburgazlı olduğumuzm için değil farklı gördüğü için seçmiş. Sami Akıncı’yı öne sürdüm. Onun boyu kısaymış. Müdür Bey kendisi boylu olduğu için uzun boyluları seçmiş falan filan…. Üzerinde durmadım, bir yandan da Röslein’ı gözledim; o da gördü mü acaba? Bakındım ama göremedim yemekhane kapısından çıkarken mutfaktan önüme çıktı:

– Doktora mı, yoksa izinli mi gidiyorsun? dedi. Biraz bbürlenirce olayı anlattım. Geçenler hep duydular. İçlerinde sevinenler oldu. Röslein:

– Ne iyi, gelecek yıl da biz böyle gezeceğiz! deyip ayrıldı. Mehmet Yücel geldi Kazım Abi, “Hemen gidiyoruz!” demiş kolumdan tutup yan patikadan kamyona doğru çekti. Arkadaşlar öğleden sonra kar kürüyecekmiş. Mehmet Yücel sevinçli:

– Kurtulduk!”dedi. Yola çıkınca hemen sordu:

– İyi ya biz şimdi ne yapacağız? Mektubu gösterdim. Bu kez de bir :

– Yaşasın ! çekti. Okulun önünde indik. Salih Arı Öğretmen henüz gelmemiş. Kapı görevlisi bizi tanıdı hemen sordu:

– Geleceğinizden haberi var mı? yoksa haber vereyim! Haberi olduğunu söyledik bizi üst kata aldı. Az sonra da Salih Arı Öğretmen geldi. Gülerek ellerimizi sıkıp içeri aldı. Mektubu verdim. Bizi oturttu, izin isteyerek mektubu okudu. Mektubu masasının üstüne koyunca:

– Giden müdürünüz Nejat İdil çok iy insandı, onu çok sevmiştim. Uzun süre onun ayrılışına üzüldüm. Yeni müdürünüzü yeni yeni tanımaya çalışıyorum. Buna da ısınıyorum, bu da çalışkan bir insan. Zamanla bununla da daha yakından ilişki kuracağız! dedi. Zile bastı. Görevli kapıdan bakınca:

– Fıtnat Öğretmeni rica ediyorum! dedi. Az sonra oldukça şişman bir bayan öğretmen geldi. Salih Öğretmenle biraz fısıltılı olarak konuştular. Salih Öğretmen bu kez bize:

– Fıtnat Öğretmen 5. sınıfları okutmaktadır. Uygulamaya gelince tanışacaksınız. En başarılı öğretmenlerimizdendir! dedi. Fıtnat Öğremene başıyla gidebilirsin işareti yaptı. Fıtnat Öğretmen teşekkür edip ayrılırken bir ad söyledi, “Göndereyim mi, gelsin mi? ”deyince Salih Öğretmen:

– Ayy, sağ ol, söyle gelsin, iyi olur! dedi. Az sonra yüz olarak yabancımız olmayan bir genç bay öğretmen geldi. Salih Öğretmen onu da tanıttı. 4. sınıf Öğretmenimiz Hakkı Yücel, gençtir ama benim gibi nice yaşlı öğretmenlere taş çıkartacak ölçüde başarılıdır! deyince Hakkı Yücel Öğretmenini yüzü kızardı:

– Aman efendim öyle demeyin, genç arkadaşlar inanabilir, esrafurullah! dedi. Hakkı Yücel Öğretmenle de bir süre fısıltılı konuştular. Hakkı Yücel Öğretmen gitti. Salih Öğretmen telefonla konuştu. Az sonra da Hakkı Yücel Öğretmen gelip bizi sınıfına götürdü. 4. sınıfın tümü 42 öğrenciymiş ama uzaktan gelenler, böyle karlı günlerde aksatmalar yapınca biraz fire veriyormuş. Bugün 34 öğrenci varmış. Çocuklar teneffüse çıktılar. Hakkı Yücel Öğretmen bizimle arkadaş gibi konuştu:

– Soracapınız varsa açık açık benden sorun, ne soracağınızı bilmiyorsanız, bugün arka sıralarda oturup yapılanları gözleyin. Ders bitiminde bir değerlendirme yapalım. Ben sizi tanımış olurum, o zaman daha yararlı bir çalışma yapmış oluruz. Biz bir birimize bakarak, bu konuda hiçbir filgi sahibi olmadığımızı söyledik, “Bilgi almak için geldik!”deyince Hakkı Yücel Öğretmen: “Tamam öyleyse şimdi insiyatif bende, benim bildiklerimi rahatça öğretebilirim. Ancak bir çarşamba günü öğleden sonra gelmenizi isterim. Çünkü benim en rahat günüm çarşamba günleri öğleden sonrasıdır! dedi. Adlarımızı yazınca güldü. Mehmet Yücel’in de aynı soyadı olduğunu görünce:

– Milli Eğitim yakın zamanda baştan sona Yücellerle dolacak! dedi.

Ders zili çalınca arka sıralara geçip oturduk. Ders tarihmiş. İki görevli öğrenci kalktı çok düzgün yazıyla tahtaya ders konusunu yazdı: Yunanistan-Uzun süren İsparta-Atina savaşları sonunda zayıflayan yarımadanın Makedonya karşısında yenilgiyi kabullenmesi- Büyük İskenderin Savaşları, Makedonya İmparatorluğu.

Haritalar asıldı. Bir öğrenci geçmiş dersi özetledi. Bir öğrenci işlenecek konuyun tanıttı. Hakkın Yücel Öğretmen tarihsel olayları anlattı. Sorular soruldu, yanıtlar verildi. Gelecek dersi hazırlayacaklar seçildi. Son 5 dakikada öğretmenin kaldırdığı herhangi bir öğrenci son özeti yaptı. Konuşan çocuğun sözü biterken ders zili çaldı. Çocuklar çıktılar Hakkı Yücel Öğretmen yanımıza geldi, gülerek sordu:

– Nasıl?

Benden önce Mehmet Yücel:

– Çok güzel öğretmenim. Kendi ilkokul derslerimi anımsanıyorum; ben ortaokulda da okudum ne o zamanki tarih derslerimde ne de şimdiki derslerimizde bu denli canlı bir tarih dersi yaşamadım ! dedi. Hakkı Yücel Öğretmen azıcık kendisine pay ayırdı, 3 yıldır 4. sınıf okutuyorum, aynı sınıfı okutmanın yararı oluyor! dedi.

2. Ders Yazı dersiymiş. Öğretmen bizimle konuşurken görevli öğrenciler fısıldaşarak hazırlıklarını yaptılar. Ders başlayınca bu kez öğretmen tahtaya yazı örneği astı, tahtaya kendisi de örneğe uygun sözler yazdı. Ders başlayınca da hiç yerine oturmadan her öğrenci ile bir süre ilgilendi. Ders sonunda yazı defterleri toplanıp öğretmene verildi. Defterleri inceledik. Öğretmen her yazı dersi sonunda yazıları görmüş renkli kalenle kusurları belirtmiş, uyarısını yapmış. Bir iki uyarı ile tertemiz yazılmış defterler gibi neredeyse her harfi işaretlenmiş defterleri görünce şaşırdık, Hakkı Yücel Öğretmen bunları nasıl yetiştiriyor? Paydostan sonra Salih Arı Öğretmene uğradık. O da Müdür Beye bir mektup hazırlamış, onu verdi, selam söyledi, her zaman gelebileceğimizi de gülerek sözlerine ekledi. Okuldan çıkınca ikimiz de hem sevinmiş hem de şaşırmıştık. Sevincimiz gelmiş olmamızdandı. Ancak böylesi bir başarılı çalışma yapabilecek miydik? İşte burası biraz zor gibi geldi. Lüleburgaz içinde kar kalkmış gibi ama yığın yığın kürüntüler var. Kamyonu yerinde göremeyince dolaştık. Ben Dağlı Hasan’ların dükkanına uğradım, Ali Ağabeyimin geldiğini az önce de gittiğini söylediler. Keşke kamyondan inince uğrasaydım ! deyip hayıflandım. Mehmet Yücel beni teselli etti:

-Merak etme, bir hafta sonra tatile gideceksin!

Kamyon oldukça geç geldi, fırın önünde beklemiş. Kazım Ustaya göre ekmek işlerinde gene bir sorun varmış, Fırıncı Yusuf havalanıyormuş. Fırıncılığı bırakacakmış falan filan…Oklulun önüne inince ayırdına vardık, tüm alan temizlenmiş. Mehmet Yücel beni uyardı:

-Bizimkiler bozuk çalacaklar, sakın karşılık verme! Arkasından da gittiğimize hiç değilse bu akşam pişman gözükelim; sonra sonra alıştırarak söyleyeceklerimizi söyleriz!

Dersliğe girince sandığımızın tersine herkes bizi bekliyormuş gibi; “Nerdesiniz, gözlerimiz yollarda kaldı, ne yaptınız? Bizler ne zaman gideceğiz? türü sözlerle karşılaştık. Ben Mehmet Yücel’e sorun, konuştuğumuz öğretmen onun akrabası çıktı diyerek aradan çekildim. Mehmet Yücel de: “ Akraba değil ama soyadı adaşı çıktı!” diyerek sözcülüğü üslenmek zorunda kaldı. Kesin kararımıza karşın ucun ucun da olsa bir çok olayı gülüşerek anlattık. Arkadaşların bir bölümü çocuklar için:

- Onlar kasaba çocuğu, açıkgöz oldukları için öyledirler, köy çocukları bu denli başarılı olamaz! deyip kendilerine pay çıkardılar. Gene de yat ziline dek anlattıklarımız tekrarlandı. Sık sık da:

- Hepimiz gidecek miyiz? sorusu soruldu. Konuşmalara katılmayan Sami akıncı bir ara: -Hepimiz neden gidelim kardeşim? İlkokulda beş sınıf olduğuna göre gitse gitse ikişerden on arkadaş gider! deyince birileri umutsuzlaştı. Önce Fettah Biricik:

-Ohoooo, bana sıra düşmez! deyip çekildi. Arkasından Yusuf Asıl:

-Müdür Bey, boy sırasına gere başlattığına göre, bana da sıra düşmez! deyince Bekir Temuçin bağırdı:

Burada da mı boy sırası? Boyu kısa olanları öğretmen yapmasınlar bari! Sami Akıncı gene anımsattı:

-3803 numaralı yasanmızda öyle bir madde var zaten; öğretmen olmayanlar başka işlerde çalıştırılır!”deniyor. Bu kez de yasada böyle bir maddenin olup olmaması tartışıldı. Sami Akıncı kesin konuşunca konu kapandı. İşin ilginci hiç kimse yasaya bakma sözü etmedi. Sami Akıncı ne derse doğru sayılmasına da ben güldüm. Derslere çok çalıştığı için başarılı olan Sami, her konuda neden başarılı olsun? Örneğin dersler dışında oturup bir kitap okumuyor. Türkçe derslerinde şiirden kitaplardan söz edilince o konulara hiç karışmıyor. Müzik, Resim derslerinde derslerde olup olmadığı bile belli olmuyor. Bugünkü Türkçe dersinde Sabahat Öğretmenin söylediği sözü arkadaşlar ya anlamadılar ya da anlamazdan geldiler. Sabahat Öğretmen şiirlerde dize dizilişlerine örnek bulun deyince Sami Akıncı: “Öğretmenim, Akın piyesinden de seçebilir miyiz? ”diye sorduğunda ben:

-O zaten baştan sona aa-bb-cc-dd- gidiyor! deyince Sabahat Öğretmen benim için:

-Piyeste rolü yok ama dikkatle inceyen nasıl biliyor! deyip gülmüştü. Besbelli arkadaşlar. bunun anlamını es geçmişler.

Yatınca Hakkı Yücel Öğretmeni düşündüm. Bu ara Mehmet Salih Öğretmenin önce Fıtnat Öğretmeni çağırışını, ondan sonra Hakkı Yücel Öğretmenle konuşmasının nedenlerini düşündüm. Yoksa Fıtnat Öğretmen bizi istemedi mi? Hakkı Yücel Öğretmeni tanımamıza sevinmeme karşın Fıtnat Öğretmenin araya girişini pek hoş karşılanadım. Hakkı Yücel Öğretmenin canlı hareketlerine, tarih bilgisine şaştım. Bir de bizim köydeki eğitmen Mustafa Ağabeyi düşündüm. Üç sınıfı bir arada okutmaya çalışıyor. İki sınıfa ödev veriyor. Birinci sınıflar ödev mödev anlamıyor, durmadan konuşuyorlar. Mustafa Aağabey 3. sınıflarla ders yaparken daha çok 1. sınıflarla konuşmak zorunda kalıyor. Mustafa Ağabeyin 3. sınıf öğrencileri 4. sınıfa geçince Hakkı Yücel Öğretmenin sınıfına gelse böyle canlı olabilirler mi? Eski Yunanistan hakkında tartışma yaptılar. Isparta’yı övenler oldu, yerenler oldu. Atina’yı da öyle. Sonra da Makedonya askerlerinin iyi yetişmesini, atlarının güçlülüğünü, İskender’in iyi yetişmiş bir kral olduğunu anlatmak için düpedüz tarih okumak gerekir. Bu çocukların içinde bazıları bunu bizden daha iyi yapmış. Birden aklıma geldi; yarın tarih dersimiz var, Selçuk Öğretmen izin verirse bugünkü dinlediğimiz çocukları anlatacağım. Konuşmaları bir daha anımsadım: Isparta-Atina Devletleri, aralarındaki çekişmeler, sonunda ortadan kalkmaları, Makedonya’nın büyük başarısı, Büyük İskender, savaşları, kurduğu imparatorluk.

 

26 Ocak 1943 Salı

 

Akşam belleğimde derleyip toparladığım bilgileri anımsadım. Dersliğe gidince de kısa kısa notlar aldım. Mehmet Yücel geldi, derslerde öğretmenler sorarsa gördüklerimizi anlatacak mıyız! diye sordu. Onun anlatmasını önerdim, “Eksik kalan olursa ben eklerim!”diyerek işi arkadaşın üstüne yıktım. Gerçekte sanırım o da bunu bekliyormuz hiç koşul öne sürmeden razı oldu. Böylece hiç değilse bu konuda arkadaşların doğrudan karşısında olmaktan kurtulmuş oldum.

Kahvaltıda arkadaşlar Lüleburgaz’ı sordular. Bildiğiimiz okul bahçesinden başka bir yer görmediğimizi, arıların kış uykusunda olduğunu, Mehmet Salih Arı Öğretmenin lacivet giysili, kravatlı olduğunu anlattım. Hilmi Altınsoy anlatışımı içtenlikli bulmadı; Mehmet Salih Öğretmenin kravat rengini sordu. Rengin tek renk olmadığını sarı- kahve çizgili olduğunu, arıya benzediğini tekrarladım. Yusuf ise Salih Arı Öğretmenin soyadına takıldı: Arı. . Arı küçük bir hayvan hatta hayvan da değil küçük bir böcek. Hadi kendisi arıcılık yapıyor. Çocukları büyüyünce öğretmen, subay ya da başka işler tutacaklar!”deyip yakıştırmalar yaptı:

Kasap Ali Arı, öğretmen Mehmet Arı!”deyince Mehmet Aygün ekleme yaptı:

-Palavracı Yusuf Arı! Başka böcek ya da hayvanların adlarından olan soyadları sıralandı. Aslan-Arslan, Kurt, Ceylan, Bülbül, bunlar dışında soyadı bulunamayınca ben ilkokul arkadaşlarımdan, Doğan , Şahin, Atmaca, Karaca; Koç soyatlarını ekledim. Ben ekleryince okulun öteki sınıflarından benze soyatları söylendi: Ihsan Şahin, Mehmet Karakoç, Yaşar Koç. Hasan Üner ise soyadı Fil olan birinden söz etti. Hep güldük ama inanmadık.

Selçuk Öğretmen tam beklediğimiz gibi:

-Geçmişe biraz yolculuk yapalım, bakalım izlerimizi bulabilecek miyiz? Yoksa tarihin izlerini bile silen Unutkanlık Fırdınası bizimkileri de mi üfürdü? deyip güldü. İsmet’e sordu:

-Ne dersin İsmet, bu Unutkanlık Fırtınası ne mene bir olaydır? İsmet, insanların öğrendiklerinin bir bölümünü zamanla unuttuğunu, böylece tarih bilgilerinin de unutulduğunu anlattı. Öğretmen yetersiz buldu. Sami Akıncı’ya baktı:

-Farklı birşeyler söyleyecek misin? diye sordu. Sami başını atarak, söyleyemeyeceğini belirtince bana baktı. Unutkanlık Fırtınasını İsmet arkadaşımız doğru söyledi ama Tarih biraz da kendisi yok oluyor. Örneğin buralarda binlerce yıl önce insanlar oturmuş. Yeni Bedir köyü bitişiğindeki höyük bir insan yapısıdır. Biz onu aklımızda tutsak bile niçin yapıldığını; nasıl yapıldığını bilemiyoruz. O kendini bize tamanlatamıyor! deyince Selçuk Öğretmen güldü. “Yeni yapılan binalar anlatıyor mu? ” diye sorunca:

-Anlatıyor, onun anlatmasına gerek yok biz onu anlıyoruz. Çünkü Unutkanlık Fırtınası o denli uzun esmemiş, ele alınan konu yıpranmamış, işlevini sürdürüyor. Ben bilemesem bile bilenler çıkar söz konusu olayı açıklar! dedim. Selçuk Öğretmen:

-Az da olsa karışık oldu ama anladığım kadarıyla doğru düşünüyorsun. Yani diyorsun ki, insanlar öğrendiğinin bir bölümünü nasıl unutuyorsa tarihi oluşturan tarihsel belgeler de zaman içinde yıpranıp gidiyor. Öyleyse onları da süpürüp götüren bir fırtına var. Bu iki yıpratıcı olayı biz birleştirip bir ad altında konuşabiliriz! Öğretmen yüzüme baktı:

-Değil mi? diye sordu. Doğrusu tam anlamadım ama, söyleyecek fazla sözüm kalmadığından; “Evet!”dedim. Öğretmen sözü Höyüğe getirip Trakya’daki höyükler hakkında bilgi verdi. : -Hepsinin adı höyük hepsi bir birine benziyor ama yaş olarak aralarında binlerle yıl var. Bugün onlara birer toprak yığını olarak bakıyoruz ama Umurca’dakilerle şu karşımızdaki tepenin yapılış tarihleri arasında en az 2000 yıl var dersem şaşırmayın. Oysa biz şimdi 1943 yılı başındayız. . İsa Peygamber bize göre ne ölçüde eski ise onlar da biribirinden o kadar eskiler!”Öğretmen yüzlerimize bakarak Hiristiyanlığın doğuşunu sonra da Müslümanlığın doğuşunu her iki din taraftarlarının yaptığı savaşları anımsattı. Haçlı Seferlerini anımsattı, tarihlerini sordu. Birbirimizi destekleyerek doğru tarihleri sıraladık. 1300 yılında da Osmanlı Devletini kurduk. Selçuk Öğretmen gülerek:

– Biz şimdi ne yaptık? Parmağının ucunu göstererek, Tarihin şuncağızını, bir dilimini geçtik. Oysa Osman Gazi ile başlayan Osmanlı Tarihi 600 yıldan fazla sürdü. O olayları anlatmaya başlayınca kaçta kaçını okuyoruz, okuduklarımızın kaçta kaçımı öğrenip anlatabiliyoruz? Zil çaldı. Selçuk Öğretmen:

– Tarih okumadan yaman bir tarih dersi yaptık. Sanırım Tarih dersinin önemini perçinleyici bu konuşmaları unutmazsınız! deyince İsmet:

– Merak etmetin öğretmenin bunları Unutkanlık Fırtınasına kaptırmayacağız! Selçuk Öğretmen İsmet’e baktı:

– Umarım bu dediğin gerçek olur, sizlerin gayret göstereceğinizden eminim, bu da beni mutlu ediyor! deyip ayrıldı. Mehmet Yücel’le bakıştık ;

“Bizin soru kaldı ama, dersteki konuşmalar da işimize yaradı. Gelecek derste sorarız!”

Seyfi Çaçur Öğretmen erken gelmişmiş, Selçuk öğretmenle kapıda karşılaştılar. Seyfi Çaçur Öğretmen gülümseyerek bize:

– Selçuk Korol Öğretmeni üzmemişsiniz, belli derslikten neşeli çıktı! dedi. . Sami Akıncı yanıt verdi:

– Biz, tüm öğretmenlerimizi üzmemek için derslerimize canla başla çalışıyoruz! deyince Seyfi Çaççur Öğretmen Sami'ye bakarak:

– Kendi adına mı konuşuyorsun yoksa arkadaşların adına mı? İkisi ayrı şeyler! deyince Sami:

– Özür dilerim öğretmenim, kendi adıma konuştuğımu kabul edin! deyip sustu. Sıralarda kıpırdanmlar oldu ama kimseden ses çıkmadı. Seyfi Öğretmen bu kez:

– Öğretmenleriniz sizlerden aldıklarından daha fazlasını bekliyorlar. Onlar bunu istemekte haklıdırlar, sizler de öğretmen olacaksınız. Öğretmenliğin esası bilgidir. Bilgi de kişilerde, kişi onu dışarı vurabiliyorsa var olduğunu kanıtlamış olur. Öğrenciye yansımayan öğretmen bilgisi gereçekte var sayılmaz. Günlerdir öğretmenleriniz sizi bu açıdan değerlendirip bir takım kaygılara kapılmaktadır. Asıl sorun budur! Size verilenler yerini bulmuş mu, bulmamış mı? Öğretmen bu soruyu sorduktan sonra bir de uzunca, “Yaaaa! ? ” çekti. İsmet parmak kaldırdı. Öğretmen:

– Bir sorun mu var? deyince İsmet acımsı bir gülümsemeyle:

– Doğrusunu isterseniz size bir sorum yok ama söylemek istediklerim var, dinler misiniz? deyince Seyfi Çaçur Öğretmen:

– Söyle bakalım ne söyleyeceksin? diyerek İsmet’e döndü. İsmet , Edirne /Karaağaç Köy Öğretmen Okuluna nasıl istekle gittiğimizi, oradan Alpullu’ya gelişimiz, oradan da Lüleburgaz’a göçümüzü özetledikten sonra 1939 yılında tam altı ay gece- güngüz inşaatta çalıştığımızı ekim ayında dersler başlayınca da kimi derslerin boş geçtiğini kimi ders öğretmenlerinin de askere alındığını anımsattı. Bir yıl sonra da gene Hasanoğlan’a göç edildiğini Hasanoğlanda da 10 ay elimize kalem defrer alamadığımızı, buraya dönünce ise 15 aralık gibi kışın en soğuk günlerinde yataksız yorgansız tahtalar üzerinde yattığımızı, iki aylık bir beklermeden sonra evlerimizden yorgan bile getirmek zorunda kaldığımızı, şimdi hala kendi yorganlarımızda yattığımızı anlattı. Seyfi Çaçur Öğretem güldü:

– “Daha iyi ya, buradan gideceğiniz yerlere hazır yorganlarınızla gidersiniz !”deyince arkadaşlar cesaretlendi beş altı parmak birden kalktı. İsmet arkadaşlara bakarak: “Ben sözümü bitirmedim!” deyince öğretmen İsmet’e : “Sen yoruldun, sanırım arkadaşların senin söyleyeceklerinin bir bölümünü söyleyecekler, biraz da onları dinleyelim bakalım! deyip Sami Akıncı’ya söz verdi. Sami Akıncı daha ilk yılki eksik olan derslerden başladı, Tabiat Bilgisi, Fizik, Kimya, derslerini hiç görmediğimizi, Coğrafya, Tarih; Müzik, Yabancı Dil derslerini bir yıl o da branşı olmayan öğretmenlerden gördüğümüzü anlattı. Sani Akıncı’nın branşı olmayan öğretmenler sözüne takılan öğretmen Sami’den açıklamasını istedi. Sami Akıncı gülümseyerek:

– Sizin de belirttiğiniz gibi ben kendi adıma konuşacağım. Ben bu okula girerken burasını bitirdikten sonra da sınav vererek öğrenimimi sürdürmek istiyordum. Öğretmen Okulu olarak altı yıl okuyacaktım. Bu altı yıl benim lise düzeyinde bilgi almama yetecekti. Lise sınavlarını verip yüksek öğreninimi sürdürecektim. Derslerimiz boş geçtiği gibi bir yıl da eksiltilerek bana haksızlık edildi inancına kapıldım. Doğrusu bu benim çalışma hevesimi yarı yarıya düşürdü! Seyfi Çaçur Öğretmen güldü. Sami’ye, “Benim bile çalışma hevesim kırıldı, arkadaşların haydi haydi kırılır mı demek istiyorsun? ”deyince Soruyu soran öğretmen başta olmak üzere hepimiz güldük. Bu kez de öğretmen:

– Eeee, bu konuda başka konuşmak isteyecekler de olacak sanırım, söz açılmışken onları da dinleyelim bakalım!”dedikten sonra yüzlerimize baktı. Kimsenin parmak kaldırmadığını görünce parmak kaldırdım. Sami Akıncı’nın söylediklerine benzer yakınmalara başlayınca Seyfi Öğretmen sözümü kesip:

– Sen de sözü 3083 sayılı yasaya getirip dayadın, o yasayı beğenmeyince ayrılsaydın, ayrılmayı düşünmedin mi? diye sordu. Ayrılmayı düşündüğümü ancak yasayı çıkaranlar başka engelleri de geri koymamışlardı. Benim çok özel olan okuma şanssızlığıma onlar da eklenince çaresiz ayrılamadım. Seyfi Öğrwtmen bir daha, “Eeeee!”dedikten sonra, “Anlat, dinliyorum!”deyince; “Köyümde İlkokulun 3. kadar olduğunu, 3. sınıfı bitirince iki yıl ara verdiğimi 2 yıl sonra komşu köyde 4. 5 sınıf açılınca oraya gittiğimi 5. sınıfı bitirince bu kez 3 yıl ara verdiğimi, daha doğrusu kendi ilçemde ortaokul olmadığından okumayı bıtaktığımı ama içimde hep bir okuma umudu taşıdığımı anlattım. Ailemizin kalabalık oluşundan yararalanarak okuyabilecek parasal durumumuz vardı. Ancak uzaklara gitmeyi göze alamamıştım. Çalışabilen üç ağabeyim işleri iyi yönetiyordu, kahvemiz, dükkanımız vardı. Bir yandan da dükkan işlerinden edinilen deneyimlerle Zahirecilik işlerine girilmişti(Çifçiden parayla ekin alma)1940 yılna dirildiğinde iki ağabeyim birden askere alındıEvde kalan ağabeyim bir süre işçilerle durumu sürdürmeye çalıştıysa da, işçi durumundaki kimseler hep asker olduğundan o olanak da ortadan kalktı. Öte yandan 18 kuruşa alınan buydayın satışı yasaklandı. Eldeki buğdayların ofise teslimi koşulu getirildi. 18 kuruşa alınan buğday 2 kuruştan ofise teslim edildi. Onun bedeli ise 10 ay sonra verildi. Tam bu sıra bizim 3803 sayılı yasa çıktı. Babam son sözü söyledi: “Kendi isteğinle ayrılırsan benim sevineceğimi sanma çünkü sen de askerlik çağındasın. Başka okullara gitme şansın da yok olduğuna göre gene de tek umut orası, sen bilirsin!”deyince üzülerek ayrılmaktan vaz geçtim. Bu sıra Okul Müdürümüz bize yasayı kapsamlı olarak anlattı, buradan sonra da okuma olanağı olacağı umudunu verdi. Özellikle de yedeksubay hakkı verildiğinden gerekirse askerlikte kalma olanağı bulma düşüncesi de aklıma takıldığından burada kalıp çalışmayı yeğledim. Şimdiki durumda da kaldığımdan pişmanlık duymuyorum, özellikle öünümüzdeki yıl da Ankara/Hasanoğlan’da bir yıl daha okumak gerçekleşirse geçmiş yıllardaki düşlerimin gerçekleşmesi için olanak bulacağım. Bu sevinçle derslerime elimden geldiğnce çalışıyorum. Ancak arkadaşların değindiği gibi belli bir kitap izlenmediğinden sınıfların bilgi düzeylerini saptama olanağımız yok. Örneğin biz iki yıl önce Hasanoğlan’a gittiğimizde bir gün çadırımıza Milli Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel gekmişti. Hasan Ali Yücel arkadaşımız Sami Akıncı’nın sırasında kendi yazdığı Mantık kitabını görmüş, kitabı kaldırarak:

– Bunu şimdi okursanız fazla bir bilgi kazanamazsınız. Sabredin iki yıl sonra zaten ders olarak okuyacaksınız! demişti. Bakanımızın bu sözünü tüm arkadaşlar duymuştu. Duymuştu ama o iki yıl geçti, işte biz neredeyse gideceğiz ama Mantık Kitabı okumak şöyle dursun dersnin adını bile duymadık!

Ders zili çalınca Seyfi Öğretmen kalktı, gülümseyerek:

– Bir dokun bin ah işit kase-i fağfurdan! dedi. Öğretmen nedense, gene Sami’ye döndü:

– Bu sözün anlamını bilirsin, arkadaşlarına açıkla! deyip ayrıldı. Öğretmenin arkasından Müdür Beyi çağırmak için çıkınca İsmet telaşlanmış, öğretmenin ardından gidiyorum, sanmış. Bana yetişince güldü:

– Sana hiçbir şey demeden Sami’ye söz söylemesine kızdın sandım! deyip döndü. Müdür Bey “Geliyorum!”deyince dersliğe koştum kapıdan önce Mehmet Yücel’e işaret ettim. Dün gördükllerimizi önce o anlatacak. Müdür Bey azıcık gecikerek geldi. Gecikmesine de Eğitimbaşı neden oldu. Tam bizim kapıya dönerken Müdür Beyi lafa tuttu. Müdür Bey derse girince önce bana sordu, “Dün gittiniz, arkadaşın kimdi? ”diye sordu. Mehmet Yüce ayağa kalkınca:

– Ha, Mehmet Yücel! Senin kardeşin de var, onu da tanıdım; o da sana benziyor. Siz biraz kilo alın emi! dedi. Bu kez de:

– Haberleri önce senden dinleyelim! deyip kon uşması için, başıyla işaret etti. Mehmet Yücel karar verdiğimiz gibi önce Mehmet Salih Öğretmeni buluşumuzu, sonra da Hakkı Yücel Öğretmenle tanıştırılışımızı, daha sonra da derse girişimizi anlattı. Elini kaldırarak Mehmet’in sözünü kesti:

– İşbölümü esaslarına uymalıyız! dedikten sonra dersin işlenişini bana anlattırdı. Gördüklerimi, duyduklarımı olduğu gibi anlattım. Müdür Bey önce sordu:

– Tarih dersin seviyor musun? diye sordu. sevdiğimi söyleyince gülerek:

– Ne o sen sevdiğin tarihi mi anlatıyorsun yoksa çocukların anlattıklarını mı? diye güldü. . Benden önce Mehmet Yücel yanıtladı:

– Çocuklar çok canlı çok bilgili efendim! deyince Müdür Bey:

– Yaaa, işte benim dediğim de buydu. Böyle bir yerde öyle bir sınıfla karşılaşırsınız ki şaşar kalırsınız! Öğretmeni sordu. İkimiz de öğretmenin bize çok yakınlık gösterdiğini söyleyince Müdür Bey:

– Bir daha gittiğinizde onu okulumuza davet edin, konuğumuz olsun; bizi daha yakından tanısın!

Müdür Bey bundan sonra Hayat Bilgisi grubundan Hüseyin Orhan’la Ahmet Güner’i kaldırdı. Onlara bakarak:

– Sizi hiç tanımıyorum, kimsiniz, nesiniz? deyip güldü. İki arkadaş da ayağa kalktı, öylece durdular. Müdür Bey ciddi ciddi:

– Kendinizi bana tanıtamayacak mısınız, yoksa arkadaşlarınızdan mı sorayım? diyerek gülümsedi. Ahmet Güner, Poyralı köyünden olduğunu, burada okuduğunu, numarasını, sınıfını söyledi. Susunca İsmet ekledi:

– Arkadaşımız çok güzel şarkı döyler, zeybek oynar! deyince Müdür Bey bak bak:

– Şarkı söyleteceğimden çekindiğin için mi o güzelim becerini sakladın? diye sordu. Orhan kurnazlık yaptı, Müdür Beyin beklediği ayrıntılı özelliklerini sırakadı. Bu kez de Orhan’la Ahmet Güner’e İlkokul 1. sınıfta Hayat bilgisi dersinde neler okutabileceklerini sordu. . Önce Ahmet Güner konuştu, köyde erkeklerin askere gittiğini, düğünleri, bayramları deyip sustu. Orhan, on oniki kadar konu sıraladı. Müdür Bey elindeki kitabı Ahmet Güner’e vererek okuttu. Ahmet Güner İlkokul 1. Sınıf hayat bilgisi ana konusu olarak 25 başlık okudu. Müdür Bey gülerek ayrıntıları saysak, ne dersin? deyince Ahmet: “Yüzden çok efendin yanıtını verince Müdür Bey gene bir uzunca: “Yaaaaa!”çekti.

Yemekte konu bizim Lüleburgaz’a gidişimiz üstüne oldu. Gene bizim gitmemizin eleştirisi yapıldı. Önce sustum, konuşmalar anlamsızlaşınca Seyfi Çaçur Öğretmenin dersinde “Dut yutmuş bülbül”olanlar yemek masasında “Nachtigall kesiliyor!”dedim. Konuşmalar durdu. Durdu ama derslikte bir başka açıdan gene konuşulacağını biliyordum. En iyisi konuşulanları umursamamak, deyip geçtim.

Hikmet Özmen Öğretmen elinde büyük kitaplarla geldi. Elindeki kitapları görünce bir çok arkadaş kimi zaman olduğu gibi konuşmalarla geçecek sandılar, gülümseyen yüzlerle öğretmeni karşıladılar. Oysa öğretmen, getirdiği kitaplar arasından bir küçük kitap çıkararak ilkokullarda yapılan tarım derslerini okuyacağımızı söyleyip kitabı karıştırmaya başladı. Öteki derslerden farklı olarak da bugünkü konuşmaları özet olarak yazmamızı istedi.

Öğretmen, Açıklamalar bölümünü kendisi okudu:

1-Annesine, babasına bütüm çalşmalarında yardım ederek, onlar gibi tam anlamıyla bir üretici olarak yetişecek çocuğa yeni ve sağlıklı tarım bilgilerinin ilk muştularını duyurmak.

2-Tarım-İş dersine ayrılan saatlerde anne-baba çalışma disiplininin ilk gerçeklerini göreceklerdi.

3-Çevrede bulunan tarım ürünlerini; araçlarını tanıma olanağı bulacaklardır.

a) Çevrede yetişen ürünlerin örnekleri tanıtılacak.

b) Çevrede yetişen hayvan türleri tanıtılır,

c) Çevrenin tarım bakımından önemi belirtilir,

d) Çevrede kullanılar tarım araları tanıtılır, olanak bulunursa modern tarım arçlarından söz edilir, olanak buldukça örnekler gösterilir

Kısa bir özetten sonra öğretmen kitabı sorarak okutmak istedi. Halil Basutçu ile İsmet Yanar parmak kaldırdı. Mehmet Başaran nedense oturduğu yerden: “Halil Basutçu okusun!”dedi. Hikmet Öğretmen bu uyarıdan hoşlanmamaş gibi baktı ama gene de:

– Peki o okusun! deyip kitabı uzattı. Halil Basutçu kitaptan amaçlar bölümünü okudu. . Öğretmen amaçları bir kez de kendisi özetledi. Bu kez de Trakya’nın küçük bir alan olduğunu, genel olarak belli ürünlerin yetiştiğini, çok az ürünün ististisnaları( sınırlı yerlerde yetiştiğini)olduğunu söyledi. Pancar, tütün, pamuk, pirinç, mısır, darı sayıldı. Ben parmak kaldırıp, susam, anason, haşhaş, pamuk, gündöndü, süpürgelik ekledim. Bu kez de öğretmen benim eklediklerimin yetişme koşullarını, ekildiği toprakları açıklattı. Bizim bahçelerimizde olup olmayacaklarını sordu. Susamla anason dışındakilerin olabileceğini söyledim. Öğretmen gülerek bir kağıt çıkardı; meğer onlar bu yıl pamuk, gündöndü, süpürdelik ekilmesini planlamışlarmış. Bunu okuduktan sonra benim öğretmen olunca bu konularda zorluk çekmeyeceğime inandığını söyledi. Yusuf Asıl: “O okuyacak, köye gitmeyecek!”deyince öğretmen Yusuf’a:

– Bu söylediğin, benim kanaatimi değiştirmez! diyerek birz sertçe baktı. Kendi kendine konuşarak önündeki kitapları topladı. Henüz zil çalmamışdtı. Ancak öğretmen:

– Sözü uzattık, teneffüslerinizi aldım, sessizce oturun! deyip ayrıldı. Öğretmenin ardından çıkıp Asım Öğretmenin kapısına gittim. Asım Öğretmen Diabelli Rondoyu çalıyordu. Usulcacık kapıyı vurdum, duymuş kapıyı kendisi açtı, beni içeriye aldı. Rondoyu bir kez daha çaldı. Uzunca bir parça, tekrar eder gibi yerleri var ama tamamı 4 sayfa. Daha sonra kalkıp akordiyonu aldı, önce Akın Piyesi için hazırladığı Suna şarkısını çaldı. Arkasından Solveig Lieder diye bir parça çıkardı. Kendisi de o parçayı çok seviyormuş. Herkesin sevdiği belli başlı parçalardan biriymiş. Önce tamamını çaldı, sonra da bana , benim çalabileceğimi söylediği bölümü çaldı. Süheyla Öğretmenin çaldığı Toselli Serenatı anımsar gibi oldum. Asım Öğretmene söyleyince:

– Biliyorum, o da güzeldir ama bunun etkisi başkasır. Özellikle Toselli’ninki kemanla çalınır. Kemanla çalınınca bir anlamı olur. Bu öyle değil, bu, orkestralarla bile çalınmaktadır ! dedi. Notayı yazmak üzere aldım. Asım Öğretmen açık açık:

– Ne kadar kısa zamansa yazarsan memnun olacağım, sen bana anımsattın onu ben de sık sık çalmak istiyorum! dedi. Dışarı çıkınca hemen Resim Odasına gidip akordiyonu çıkardım. Girişi çok rahat çaldım. Ancak o tür çalışmalar yapmadığım için parmaklarıma yabancı gelen alışmadığım ses aralıkları var, rahat çalabilmem için o alıştırmaları yapmam gerekecek. Sevinerek dersliğe döndüm. Yusuf beni bekliyormuş, nedenini sormadım, kendisi açtı:

– Hikmet Öğretmen kouşurken dalgınlıkla söyleyiverdim! deyip bana olayı anımsattı. Güldüm, boynuna sarıldım, notayı gösterdim, Asım Öğretmenin anlattıklarını anlattım. Yusuf rahatladı. Biz konuşurken İsmet geldi, Yusuf’a takıldı, bir birlerine takılarak ayrıldılar. Onlar gidince önce Solveig Lieder’i yazdım. Yarınki mtaematik dersini çok önemsiyorum, hazırladığım soruları, yanıtlarını bir daha gözden geçirmeye başladım. Kendi kendime ; “Buldum!”dediğim dik üçgen açı bitişiği kenar toplamlarının yarısı, gerçekten Hipotenüs kare köküne eşit mi? Tam eşit değil ama tam sayı olarak eşit oluyor. Öyleyse bundan daha önce kimseler neden söz etmemiş? Bir daha denemek üzere beş örnek seçtim. Dik açı kenarları 3 cm -7 cm olan, 4 cm -6 cm , 5 cm -9cm, 2 cm-8 m, 3 cm-6 cm olan dik üçgenlerin hipotenüs kareleri ile dik kenar uzunluklarının karşılaştırılması.

Yemeğe çok neşeli, gittim. Yemekte arka masalardan tatil sözleri geldi. Biz, birkaç gündür unutmuş gibiydik. Hilmi Aktınsoy:

-Tatil denince anamı özlüyorum! deyip arkadaşları güldürdü. Arkasından da gene ana-anne sataşmaları başladı. Bu kez de ana-anne sözleri üzerine söylenmiş sözler dile dolandıMehmet Aygün daha önce bu konuda düşünmüş olmalı hemen ana üzerine söylenenleri sıraladı: Anasının gözü, Anasına bak danasına bak(Ansına bak danasını al olarak düzeltildi)Ana gibi yar olmaz, Ana vatan, Anadolu, ana sütü gibi(helal)Anayurt, Anahat, anasını bellemek, ana kuzusu, anan güzel mi, ananın örekesi, analar ne doğurmuş, anamın ak sütü, ana kuzusu, anadan doğma, ana baba günü, ana bir baba bir, anasını ağlatmak. . . Bunların hangileri deyim, hangileri Atasözü? Nasıl ayıracağız? Yusuf ekledi: “Doğrudan doğruya söz(ad) olan da var, Anadolu, ! Bu kez de “Anne” üzerine söylenen sözleri anımsamayı Salih Baydemir’e verdiler. Salih, “Arkasaşlar ben bu görevi konuşullu olarak alırım, önce tatil verilirse, arkasından da evde annem bana iyi davranırsa o zaman yaparım!”Hilmi de öneride bulunda; “Anacığım diye benim gibi severek sarılsan anan sana daha candan yaklaşır!” Mehmet Aygün ikisine de ters bakarak:

-Sahtekarlar! deyip kalktı.

Biz, yemekte ana-anne tartışması yaparken öteki masalar küçük sınıflardan tatil bilgisi almışlar; 1-15 Şubat tarihleri arası tatilmiş. İsteyenler(Yetişkin yakınları gelenler, 30 ocak Cumartesi Bayrak Töreninden sonra gidebilecekmiş. Bunu duyduğuma sevindim, deyince Halil Basutçu takıldı:

- Senin yetişkin, her dakika seni bekliyor! dedi. ama genede günlük çalışmamı aksatmak istemedim, konuşmaları duymazdan gelip 3-7, 4-6, 5-9, 2-8, 3-6 ölçekli üçgenleri çizip bir kez daha denememi yaptım.

3X3=9 gm2, 7X7=49 cm2,  9+49= 58 cm2 kök olarak 7 cm. gerçek 7, 6 cm.

Dik kenar uzunluk toplamları ise 3+7=10 yarısı 5 cm. çok büyük bir fark oldu, neden böyle oldu anlayamadım? Bu kez de 4-6 cm olan üçgeni denedim:

4X4=16 cn2, 6X6=36 cm 2, toplamı 16+36=52 cm2, kare kökü: 7, 2 cm.

Uzunluk toplamları ise 4+6=10/2=5 cm. bir dama üzüldüm. “Üzüldüm!” diyorum ama gerçekte sevindim. Ya bir daha denemeden kalkıp, tahtada yanıldığımı arkadaşlara gösterseydim halim nice olacaktı? Nerede yanıldığımı anlamaya çalıştım. Eski yaptıklarımı karıştırdım. Ben bunları düşünürken arkadaşlar durgunluğumu, tatile sevinmediğime yoruyorlar. Sahiden belli bir açıdan tatile gitmeyi de pek istemiyorum ama bu yalnız olarak okulda kalma şeklinde değil de iyi havalarda tatil yapma anlamında. Karlı, kış günlerinde kahveye kapanıp kalıyorum. Bunu düşününce arkadaşlar adına üzülüyorum. Çünkü onların gideceği böyle bir yeri de yok.

Yat zili çalınca köye gitmiş gibi planlar kurmaya başladım:

- Benim yetişkinim cumartesi günü gelecek, ben de öğleden sonra tatile çıkacağım. Böyle dedim ama kar yağarsa kesinlikle yola çıkmam. Özellikle pazar günü ise gitmeyi hiç düşünmem. Çünkü pazar günü yollarca cinler top oynuyor. O zaman pazaetesiyi beklerim. Pazartesi günü bizim köyden gelen olmasa bile Hamitabat’tan gelenler olur. Hamitabat köyü yerinde duruyor ama giderek ben onu unutuyorum. Eskiden severek giderken şimdi düşüne düşüne içinden geçiyorum. Sağ olur da başka yerlerde çalışırsam o zaman neler düşüneceğim acaba? Romanlarda buna benzer olaylar anlatılıyor. Birden benzer durumları anımsamaya çalıştım, yeni oluduğum Peer Gynt’de benzer bir sahne var. Ancak Peer Gynt çok yıllar sonra yurduna döndüğü için neredeyse zamanından kalan insanları bulamıyor, onun yerine tümden yabancılaşmış yaşlıları ya da papazlarla konuşuyor. Bu nedenle o düşünceme uygun gelmedi. Bu kez de Babalar ve Oğullardaki Bazarov’u anımsadım. Anımsadım ama o da içimi yaktı. Nasıl duygularla gitmişti, neler kuruyordu? Oysa amansız bir hastalığa tutulup kurtulamadı. Yaşamda bu da var. Bazarov, çok sevdiği Anna Sergeyevna’ya bile doya doya bakamadan gözlerini kapadı…. Başım döner gibi oldu. Bunları neden düşünüyorum? Üzülerek uyudum.

 

27 Ocak 1943 Çarşamba

 

Üzülerek uyumuştum, buna karşın rahat uyuduğumu duyumsuyorum. Kadir Pekgöz ranzaya tırmandı:

– Cumartesi pırrrrr, değil mi ağabey? dedi. Ben de:

– Ben, dediğini yapmak niyetindeyim, gelirsen sevinirim. İlk tatilimize benzer bir yolculuk daha yaparızdedim. Kadir:

– Bu yolumuz okadar uzak değil, korkma! diyerek bana cesaret verdi. Oysa ben yalnız da olsa gitmeyi aklıma koymuştum. Ancak Lüleburgaz’dan çıkmak üzereyken rüzgarlı bir kar yağış başlarsa o zaman vazgeçebilirim. Dersliğe gidince son kez bir üçgen üstünde deneme daha yaptım , bir kenar 7, diğeri 9 cm olan bir dik üçgen; 49 cm2 ile öteki ortak kenarı 9 cm olan, 81 gm2 toplamı 130 sayısının kökü 11, 4. Buna karşın uzunluk tolamları 7+9=16/2=8 cm arada 3, 5 cm fark var. Olayı kapattım…. . Kendi kendime de :

– Geçmiş olsun! dedim. Arkadaşlar evlerine gidince önce ne yiyeceklerini sıraladılar. Benim böyle bir isteğim yok. Sürekli olarak sabahları süt içiyorum. Bizim evde topluca yemeğe oturma kalkmış durumda. Ağabeylerin her biri kendi evlerine geçince eski gelenek tümden kalmış bulunuıyor. Ancak bayramlarda bir araya geliniyor. Şimdilerde süren askerlikler onu da aksatmış gibi. Özellikle babamın sürekli kahvede durması, onu zaten sofradan ayırmıştı. . Bunu anlatınca arkadaşlar biraz acınası bakışla baktılar. Oysa ben bunu özgürlük olarak sayıyorum. İki tane ablam var ne istesem yapıyorlar. Ayrıca sürekli kahvedeyim. Dükkandan da kırıklandığım oluyor. “Böylece benim beslenme konusunda rahat bir durumum var!”deyince arkadaşlar bu kez de bana gıpta ile baktılar. Hilmi Altınsoy nasıl uyuduğumu, Salih Baydemir kahvede kağıt oyunu oynayıp oymakadığımı, Hasan Üner ise kitap okuyup okuyamadığımı sordu. Hepsini yaptığımı özellikle de bol bol gramofon çalıp müzik dinlediğimi söyleyince neredeyse kıskançlıkları yüzlerinden okunacak ölçüde belirginleşti. Zaten Recep Kocaman dayanamadı:

– Ohoooo, sen eve değil eğlenceye gidiyorsun! Oysza ben, şimdi gidince küçücük bir eve sıkışacağım. Tek eğlencem, okula giden kardeşime yardım etmek olacak. Ara sıra da babama yardım edeceğim! deyince ötekiler de gülüşerek:

– Hep öyle, hep öyle! diye tekrarladılar. Bu kez de ben:

– Yok canım, hep öyle olur mu? Hilmi anasına doya doya naz yapacak! der demez, Hilmi önce gülümsedi sonra da:

– Arkadaşlar, bu konuşmaların sonunda kabak benim başımda patlayacak, onun için ben kalkıyorum! deyip ayaklandı.

Havada kar belirtisi yok ama Istrancalar da kapalı Ergene Ovası da. İki taraftan da kar gelebilir. Dersliğe neşeli olarak gittik.

Ders zili çalar çalmaz Ahmet Kun Öğretmen geldi. elindeki kağıda bakarak tahtara bir şeyler yazmaya başladı. Yazınca nasıl olsa açıklayacaktır, düşüncesiyle önce ilgilenmedim. Arkadaşların dikkatle izlediğini görünce ben de baktım. 1. , +, -, x, =, %, m, dm, cm, mm, km, m2, dm2, cm2, km2 m3, dm3, cm3, g, t, l, kş, p, l, Ha. dizisini sıladıktan sonra:

- Bunları bilirsiniz ama gene de ben bir anımsatmak isterim, bunları ilkokul çocukları öğreniyor. Lütfen birer kağıt çıkarıp bunları yazın harflerin karşısına da ne anlama geldiklerini belirtin! dedi.

İşaretlerin karşısına sıra sayı, artı, eksi, çarpı, eşit, yüzde, metre, desimetre, santimetre, milimetre, kilometre, metrekare, desimetrekare, santimetrekare, kilometrekare, metreküp, desimetyreküp, santimetreküp, gram, ton, litre, kuruş, para, lira, hektar sözlerin yazıp bekledim. Sami Akıncı daha çabuk davrandı, kağıdı öğretmene vermek istedi. Ben de kağıdı kaldırdım ama öğretmen Sami’den almayınca bekledim. Oldukça uzun zaman geçti. Ahmet Kun Öğretmen güldü, “ Öğretmenler bazen ocak ayının sonunda bile bir nisan şakası yapatlar. Ben size bunları biliyor musunuz? diye sorsaydım, hep bir ağızdan bildiğinizi söyleyecektiniz, Hele kimilerini unutmuşsunuzdur, desem bana inanmayacaktınız. birilerini kaldırıp sorsam belki de gücenecektiniz. Oysa şimdi “Ne şiş yandı ne kebap!”. Bakın ders bitti. yarınız tamamlayamadı!”dedi. Akasından tamamlayanları sordu. Gerçekten 16 arkadaş kağıdını kaldırdı. Öğretmen gidince bir kahkaha koptu. Kimler neye güldü pek anlaşılmadı ama, kağıdını tamamlayamayanalar oldukça sevinliydiler:

-İyi ki kağıtları toplamadı, kurtulduk! demekten de geri durmadılar. Neden kurtuldular ki? Bunu onlara sormadım, kurtulduklarını düşündüklerine göre sorumun anlamı olmayacaktı. Aralarında Ahmet Güner’in, Hilmi Altınsoy’un Salih Baydemir’in oluşuna üzüldüm. Salih Baydemir en sondaki Ha’ya takılmış. Hektar olsa He yazardı, deyip beklemiş.

Almanca dersinde Solveig Liederi yazdım. Tam başlamıştım Abdullah Erçetin geldi, nota yazmak istemiş:

– Ben yazabilir miyim? diye sorunca sevindim. Abdullah basılmış notalar ölçüsünde düzgün yazıyor. Boş derste tamamladı. Müdür Beyi aradığımda odasında Eğitimbaşı ile karşılaştım, Müdür beyin önemlice bir okul işi çıktığını, az sonra kendisinin geleceğini söyledi. Arkadşlara söyleyince değişik olasılıklar öne sürdüler.

Mustafa Saatçı:

– Bize, özel olarak iyi tatiller dileyecek!

Mehmet Yücel:

– Gece gündüz ders çalışın, diyecek.

– İsmet Yanar:

Aklınız varsa tatilinizi, yaza dek uzatın, 23 Nisan töreni için gelirseniz sevineceğiz! diyecekmiş. Bunlara gülerken Eğitimbaşı anlamlı bakışlarla dersliğe girdi:

– Sizi böyle neşeli görünce rahatlıyorum, bunlar neşelendiğine göre yaşam gül gülüstanlık olmalı, yoksa bu denli rahat olmazlar, deyip iyimserleşiyorum! deyip anlamlı anlamlı baktı. Bir çoğumuz çekingen bir tavır takınırken Mehemt Yücel gülümsemiş. Eğitimbaşı Mehmet Yücel’e dönerek:

– Sen ne diyorsun bu işe? diye sordu. Mehmet Yücel gülerek:

– Afedersiniz öğretmenim, “Deliye her gün bayram!”diye bir söz var, bizimki de ona benziyor. Aç kalsak da neşeleniyoruz, nahak yere azarlansak da!”deyince Eğitimbaşı bu kez :

– Yapma Mehmet, ne güzel başlamıştın, arkasını getirseydin bari! Şimdi azarlanma diye bir durum var mı? Mehmet Yücel, özür dileyerek genel konuştuğunu, ancak bugünkü sevincimizin yaklaşan tatilden dolayı olduğunu anlatınca Eğitimbaşı:

– Öyleyse anlaştık, ben de tatil için gelmiştim, hem onu söyleyecek hem de dosyalarınızdaki eksiklikleri anımsatıp tamamlamanızı rica edecektim diyerek masaya oturdu. Önce hepimizden 6 adet fotoğraf istedi. Sonra da herkesin dosya eksiğini not ettirdi. Eğitimbaşı nedense bugün çok sevecen bir tavırla tüm arkadaşlara iyi davrandı. Yakup Tanrıkulu, Hüseyin Orhan, Recep Kocaman arkadaşlarla özellikle konuştu. Ayrıca Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’le ilgilendi. Bize dönerek bu arkadaşlarınızı konuk olarak davet etmiyor musubuz? deyince ben : “Dört yıldır neredeyse yalvarıyorum ama gelmiyorlar!”deyince: “Bak buna üzüldüm!”deyip Onlara döndü, kendinizi ayrı tutmak yanlış bir anlayış!”deyip uzun uzun arkadaşlık üstüne sözler söyledi. Hüsnü Yalçın bana teşekkür etti, yazın gideceğime söz verdim, kışın yük olmaktan çekiniyorum!”deyince bu kez de Eğtimbaşı Hüsnü’yü haklı buldu. Eğitimbaşı cumartesi öğleden sonra hava durumuna göre yakın köylerden olanların gidebileceğini söyledi. Benim Yeni Bedir’e gittiğmi anımsadı: “Senin için sorun yok her saat gidebilirsin!”dedi. Arkadaşlar bunu kendi köyüm için söyledi gibi algılayıp bana baktılar. Oysa Eğitimbaşı, çok iyi biliyorum ki bunu söylerken kendi köyümü aklına bile getirmemişti. Sık sık Yeni Bedir’e gitmek için izin aldığımdan, dalgınlıkla söylemişti. Gene de hoşuma gitti, arkadaşlar bana ayrıcalıklı davrandığını sandılar. Eğitimbaşı piyesçilere de takılmadan edemedi:

– Rollerinizi ezberleyin diyeceğim ama, sakın evinizin içinde bağıra çağıra okumayın, bu karda kışta kuraklıktan söz ettiğinizi duyunca iyiye yormazlar! dedi. Sami ezberlediğini söylediğini söyleyince Halil’e baktı. O da ezberlemek üzere olduğunu söyledi. . Bu kez de çok az ilişkimiz olan arkadaşlar var, onlarla yıldızımız mı barışık değil, pek karşılaşmıyoruz!”diyerek önce Sefer Tunca-Fettah Biricik, sonra da Arif Kalkan-Yakup Tanrıkulu sıralarına baktı. Sefer’le Arif Kalkan yanıt verdi: İkisi de uzak bölgelerden geldikleri için önce çevre yabancılığı çektiklerini sonra da derslere ayak uydurmakta zorluk çektikleri için ortada kaldıklarını söylediler. Yakup’la Fettah susunca önce Yakup’a sordu: “Sende mi ortada kaldın? Yakup başını sallayarak:

– Evet! deyince gülümseyerek Fettah’a bakınca:

– Senin pek ortalarda kalmadığını biliyorum, herhalde susman için başka bir geçerli bir nedenin vardır! deyip geçti. Boş sıralara bakınca dört arkadaşın revirde olduğunu öğrendi. Bu kez biraz alay eder gibi:

– Eyvah, eyvah tatile rahatsız mı gidecekler? Onların tatillerini geri bıraksak mı? diye gülümseyerek sordu. Sami Akıncı:

– O arkadaşlarımız belli zamanlarda kontrol için yatıyorlar, sanırım iki gün içinde çıkarlar! deyince bu kez Eğitimbaşı sözünü değiştirerek:

– Okulda kalmalarının bir sakıncası yok, rahatsızlıklarının gözetimi bakımından yararlı da olur ama arkadaşlarınız yalnızlıktan sıkılırlar! deyip boş yerlerde oturanları sordu. Hüseyin Orhan Mehmet Başaran’ı söyleyince Eğitimbaşı özellikle üstünde durdu:

– Başaran görünürde sağlıklı gibi, yoksa şiir yazmak için mi sakin yeri seçiyor? diye sordu. Hüseyin Orhan sustu. Yusuf Asıl Harun Özçelik’i, İbrahim Ertur, Ali Önol’u, Recep Kocaman da Ahmet Güner’i söyledi. Ahmet Güner’in rahatsızlığı önemsizmiş. Recep Kocaman: “Sanırım Ahmet Güner yarın çıkacak!”dedi. Eğtimbaşı ayrılınca bir süre konuşmalar tekrarlandı, herkes kendine gören yorumlamaya kalkıştı. Neredeyse tatil sevinci olumsuz yorumlar arasında kaynadı gitti. Neyse İsmet bu ara bana:

– Senden şanslısı yok dayı, baksana Eğitimbaşı bile önce seni gönderiyor! dedi. Mehmet Yücel sözü şakaya çevirdi: “Dayı içn söyledikleri yeterli değil, okulun taligasıyla göndermeliydi. Ne var yani, şunun şurasında 4 km yol, dayı taligayla gönderilse çok mu olurdu? ”Halil Basutçu:

– “Adamcağız akıl edememiştir, anımsatsaydınız, iyi olurdu!” demesi üzerine:

– Sen git bizim adımıza anımsat! Hem seni görünmce bişr kaz söz de seninm için söyler! diyenler oldu.

Öğle yemeğinde bizim masada da tatilden çok Eğitimbaşının sözleri tartışıldı. Kimisi çok hoşgörülü derken kimisi kinci, mimlediklerini unutmuyor dedi. Özellikle de Fettah’i çok kötü tanıdığı üzerinde duruldu.

Öğleden sonra atölye dersinde ikiye bölündük. Bir grup tüm araçları elden geçirmek üzere ayrıldı, bileme, temizleme, onarma. Bizim grup ise tezgahları onarmakla görevlendirildi. Tam işe başlarken Talat Ayhan Öğretmen geldi:

Halis Öğretmenle konuşurken arkadaşlar duymuşlar, “Harun hastlanmış, yarım kalan işinin tamamlanması gerekiyormuş, onu ancak ben bilirmişim, bir iki saatlığına rica etniş!”

Resim Odasına gittim. İş denilen küp alçıların kazınması. Kompasla ölçüp işaret ederek kazıdım. Harun çoğunu gayet güzel yapmış. Ben de dört eksiği tamamladım. Öğretmen çok memnun oldu, ayrılırken de bana izin verdi, zile dek çalıştım. Solveig Lieder için buna gereksimim vardı sevinerek akordiyonu çıkardım. Çok yavaş olarak girişi tekrar tekrar çaldım. Daha doğrusu parmaklarımı iyice alıştırdım. paydos zili çalınca rahat rahat çalmaya başlarınca kapı vuruldu, Asım Öğretmen gülerek: “Bak bak bak, gizli gizli neler yapıyorsun? ” deyip çalışımı dinledi. “Haklı mıyım, güzel parça değil mi? Çalış, bunu birlikte de çalabiliriz!”deyip ayrıldı. Asım Öğretmenin konuşmsı bana tatili unutturmuştu. Dersliğe gidince tatil sözü azıcık canımı sıktı. Oysa ben kısa zamanda Röslein’e Peer Gynt’in müziği Solveig Şarkısını çalmayı düşlüyordum. Tatilde biliyorum değişik olaylar arasında aklında Peer Gynt falan kalmaz, konuşmalarımın da önemi azalır. Gene de arkadaşların düş kurmalarını dinledim. Geçmiş tatillerde konuşulduğu gibi birileri gene birileriyle buluşacaklar. Edirne’ye gitmeyi kuranlar oldu. Mehmet Yücel’e de katılmasını söylediler. Mehmet Yücel:

– Kılınmayan namaza “Amin!” denmez! diye bir söz söyledi. Mustafa saatçı Mehmet Yücel’in sözünü dinsel açıdan eleştirdi. Sami Akıncı sözde düzeltme yaptı:

– Olmayacak duaya amin denmez! Bir süre bu sözler tartışıldı. Kadir Pekgöz imam oğlu olmasına karşın bu tür tartışmalara girmezdi. Nedense bugün bülbül kesildi. Sözgelimi: “Olmayacak dua olmaz; böyle söylemek günahtır!”türü sözler söyledi. Sami Akıncı ona da yanıt verdi:

– Kardeşim, biz burada yeniden söz türetmiyoruz. Bu sözleri bizden önce başkaları söylemiş. Onların anlamları var. Biz o anlamları doğru anlayıp kullanmaya çalışıyoruz! Sami Akıncı konuşunca çoğunluk ona uyduğuından Kadir de sustu. Bu kez de İsmet ortaya fit attı:

– Benim babam imam olsaydı, beni asla susturamazdınız, deyip kahkaha ile güldü. İsmet’e dik dik bakanlar oldu ama kimse yanıt vermedi. Arif Kalkan’la Yakup Tanrıkulu Edirne’ye gelecek olanları, köylerine uğrarlarsa konuk edebileceklerini söylediler. Bu kez de İsmet bana takıldı:

– Dayı gel gidelim, hem Edirne’yi görürüz hem de İnece’yi deyince düşünür gibi yaptım. “Kesin söyleyemem ama buna katılmak isterim!”der demez; bu kez de Kadir Pekgöz, İdris Destan, Mehmet Yücel, Hüseyin Orhan katılacaklarını söylediler. . Gerçekleştirilecekmiş gibi gün saptanmaya kalkıldı. Edirne’ne gidiş günü tartışılırken zil çaldı yemeğe gittik. Yemekte konu Edirne oldu. Dersliğe dönünce, öteki gruplarında Edirne planları ortaya getirildi. Saray-Çerkezköy-Muratlı grubu trenle, Tekirdağ grubu otobüsle, aynı gün Edirne’ye inip buluşacaklar. Bu işin olmayacağını anlamama karşın sustum. Yarınki Türkçe dersini hiç kimsenin umursamamasına ise şaştım. Oysa Sabahat Öğretmenin sıkı sıkı tembihatı vardı, şiir türleri, örnekler, uyak biçimleri örnekler yazılacaktı. Yat zili çalınca Edirne yolculuğu konuşularak gidildi. Ben uyuduğumda fısıltılar sürüyordu. .

 

28 Ocak 1943 Perşembe

 

Mustafa Saatçı ne güşünmüşce yüksek sesle:

-Ben Edirne’ye gitmeyeceğim, orası şimdi çok soğuktur, üşümek istemiyorum! deyip ilk oyun bozanlığı yaptı. Sanki Edirne’ye gidiş Mustafa Saatçı’ya bağlıymış gibi herkes ona çıkışmaya başlayınca Sami Akınsı:

– Kuzum sizin başka işiniz mi yok? Mustafa gitmiyor diye Edirne’ye neden gitmeyesiniz? Atlayın otobüse ya da trene gidin. Bekir Temuçin bağırdı:

– Sen öyle yap! Sami sakin sakin:

– İyi bildin, ben öyle yapacağım! deyince birden sevinç çığlıklatı koptu. Bu kez de Edirne grubu topluca Edirne’de buluşmaya karar verdiler. Mustafa Saatçı hemen dönüş yaptı:

– Nasıl başardım ama? Ben öyle demeseydim Sami konuşmayacaktı, bu iş de olmayacaktı. Bu kez de Edirne grubundan Halil Basutçu sordu:

– Ne oldu yani, şimdi Edirne’ye gidildi mi? Mehmet Yücel gülerek:

– Ay, sen kaldın koş yetiş! deyince herkes güldü. “Ay, sen kaldın, koş!” sözü bir süre tekrarlandı. Öyle ki, bir süre sonra da “Nereye? ” sorusu eklendi. Kahvaltıda kim ne dese karşılığı “Ay sen kaldın, koş!” sözü tekrarlandı durdu.

Derslikte de uzayınca Mehemt Yücel bu arada bir ekleme daha yaptı:

– Tabakhaneye bok yetiştirmeye! Rastlantı mı yoksa kasıtlı mı seçildi; bu söz Mustafa Saatçı’ya söylenmişti:

– Öğretmen geliyor! sözü üzerine konuşmalar durdu. Gerçekten de Talat Ayhan Öğretmen geldi:

– Benim dersimde bir proğram çatşması olmuş, sizin bu saatiniz boş olduğu için dersimizi bu saatte yapacağız!”deyip bizi Resim Odasına çağırdı. Ders olacağını bilmediğimiz için soba yakılmamıştı. Ben sobayı yakmak için izin istedim. Arkadaşlar yerleştiler. Öğretmen kağıt dağıttı. Soba yanınca ben de bir yere oturdum. Öğretmen benim için kağıt ayırmış getirip kendisi verdi. Öğretmen:

– Düşünüzde kurguladığınız bir avcı resmi yapın! dedi. Avcı olarak köyde ava gittiğimizde gördüğüm kimseleri düşledim. İyi bir avcı olarak adı geçen Mehmet Poyraz’ı gözümün önüne getirdim. Alaca olarak anılan bir de köpeği vardı. Onu da ekledim. Çizdiğim avcı Mehmet Poyraz’a köpek de Alaca’ya benzemedi ama tamamlayıp verdim. Verirken de öğretmene tam benzeremediğimi söyleyince, öğretmen güldü:

– Zaten ben onu tanımıyorum, sen tanıdık olarak çizemediğini söylediğine göre! dedi. Resimler üstne konuşmayı gelecek derse bırakarak dersliğe döndük. Az sonra Sabahat Öğretmen geldi. Geçen ders şiir şekilleri, uyak düzenleri üzerinde durmuştuk. Öğretmen ödevler vermişti. Ödevlere baktı. Ben ezber bildiğim şiirlerden örnekler hazırlamıştım. Faruk Nafiz Çamlıbel’den Çoban Çeşmesi-Ali, Yahya Kemal Beyatlı’dan Mahurdan Gazel, Rıza Tevfik Bölükbaşı’dan Fikret’in Mezarında, Ziya Gökalp’in Ahlak şiirlerinin uyaklarını şiirlerin karşısında göstermiştim. Öğretmen gördü:

– A, bak çalışanlar nasıl buluyorlar? deyip defteri aldı. Defter açık olarak elinde sıralar arasında gezdi. Bir süre izledim, arkadaşlara örnek olarak gösterecek sandım. Oysa öğretmen defterle boş sıraları göstererek:

– Bunlar nöbetteler mi? diye sordu. Revirde oldukları söylenince Mehmet Başaran için üzüldüğünü söylerdi:

– Tatile çıkmadan piyesi bir daha gözden geçirelim, istiyordum! dedi. Sami Akıncı Mehmet Başaran’ın bugün çıkacağını söyleyince:

– Öyleyse cumartesi günü çalışacağız! deyip Abdullah Erçetin’e ödevlerini sordu. Abdullah yapamadığını söyleyince tahtaya kaldırdı. Benim defterden Ahlak şiirini tahtaya yazdırdı. Abdullah inci gibi güzel yazısıyla yazınca öğretmen yazı için güzel sözler söyledi. Arkasından da:

– Senin ödev yapamadığına inanmayacağım, isteseydın zaman bulabilirdin. Anlayamadığım bir yan olunca da orasını bırakır bildiklerini yazabilirdin. O nedenle ben seni bundan böyle göz altında tutacağım!”deyip yerine oturttu. Bu arada konuşanlar oldu. Tam anlayamadım, öğretmen bizim tarafa baktı. Bana baktığını sandım ama sıramda yalnız okduğum için benim konuştuğumu sanmayacağını biliyordum. Nitekim başıyla az ilerimdeki Emrullah Öztürk’e sordu:

– Bir şey mi dedin? ”Emrullah bir şey demediğini söyledi. Bu kez de yanındaki Hüsnü Yalçın’a sordu:

– “Sana ne sordu? Hüsnü Yalçın ürkek bir tavır içinde:

– Bu ödevi ne zaman verdiğinizi sordu! deyince Emrullah Öztürk’ü tahtaya kaldırdı. Emrullah’a İstiklal Marşı’ndan iki dize yazmasını istedi. Emrullah yazdı:

Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal

Sana olmaz sonra dökülen kanlarımız helal!

 

Diye yazıp geri çekildi. Yusuf Asıl, Bekir Temuçin, İsmet Yanar, Sami Akıncı parmak kaldırdı. Onlar parmak kaldırınca öğretmen tahtaya tazılanları okuyup: “Evetttt!”dedikten sonra Emrullah’a bu kez kendisi söyledi:

 
Benden selam olsun Bolu beyine,
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır.
Ok gıcırtısından kalkan sesinden
Dağlar seda verip seslenmelidir.

………………………………. .

Emrullah yazıp durdu. Sabahat Öğretmen sordu:

-Bunları geçmişte rek tek okumuş olabilirsin. Ancak ikisini bir arada ne zaman okuduğunu anımsarsan memnun olacağım! dedi. Emrullah gülümser bir bakışla:

– Şimdi anımsadım öğretmenim! deyince öğretmen:

– Bu da güzel, benim görevim de değişik yöntemlerle konuşulan konuları anımsatmaktır ! derken zil çaldı. Öğretmen bu kez de gene gülümseyerek:

– Zor da olsa, zaman kayıbı da sayılsa bu bizim görevimiz! deyip bier süre baktı:

– Bundan sonrası da sizin göreviniz. Nedir o? diye sordu. Sami Akıncı başta olmak üzere bir çok arkadaş birden:

– Unutmamak! dedi.

 

Çoban Çeşmesi
Derinden derine ırmaklar ağlar    a
Uzaktan uzağa Çoban Çeşmesi,    b
Ey suyun dilinden anlayan bağlar    a
Ne söyler şu dağa Çoban Çeşmesi?   b
 
Gönlünü Aslı’nın aşkı sarınca    c
Yol almış dağların ufuklarınca     c
“O hızla dağları Ferhat yarınca    c
Başlamış akmaya Çoban Çeşmesi”.   a
 

Faruk Nafiz Çamlıbel

 

Mahurdan Gazel
 
Gördüm ol mah duşüne bir şal atıp Lahur’an     a
Gül yanaklar üstüne yaşmak tutunmuş nurdan    a
Nerdübanlar busiş –i nermin-i dameniyle mes    b
İndi bin işveyle bir kaşane-yi fağfurdan     a
 
Atladı damen tutup üç çifte bir zevrakçeye     c
Geçti sandım Mah-ı nev ayine-yi billurdan     a

 

Yahya Kemal Beyatlı

 

 

Fikret’in Mezarında
(Fikret’in necip ruhuna
 
Dediler ki: Issız kalan türbende,    a
Vahşi güller açmış; dermeye geldim.     b
O cennet bağının hakine ben de,   a
Hasretle yüzümü sürmeye geldim.   b
Dediler ki: Sana emel bağlayan    c
Kabrinde diz öküp bir dem ağlayan   c
Bermurad olurmuş, ben de bir zaman  c
Ağlayıp murada ermeye geldim.    b

 

Rıza Tevfik Bölükbaşı

 

Ahlak
 
Ahlak yolu pek dardır  a
Tetik bas önün yardır   a
Sakın hakkım var deme  b
Hak yok vazife vardır.   a
 
Hak milletin, şan onun   c
Gövde senin can onun   c
Sen öl ki o yaşasın   d
Dökülecek kan onun!     c

 

Ziya Gökalp

 

Müdür Beyin derse gelemeyeceğini öğrendik. İki ders boyunca Asım Öğretmenin odasında piyano çalıştım. Solveig Liedi kesinlikle çalamayacağımı anladım. Çalabilirsem belki akordiyonla çalabileceğim(Birazını zaten çalıyorum)Beringer’den Aletteri zar zor çıkardım. . Arada öğretmen geldi gülerek bir “Aferin” çekti.

Öğle yemeğinde tatil düşleri sürdü. Hilmi Altınsoy’a takılmak için Tekirdağ’a geleceğimi söyledim. Daha önce anlatmıştım ama Hilmi unutmuş: “Gelemezsin, gelsen orada kimde kalacaksın? ”diye sordu. Bilal Dayımın kahvesini tarif ettim: “Çarşı içi, Muratlı yolu üstün deki sıra kahvelerin ilki, ”Asmalı Kahve” olarak tanınır!”deyince Hilmi anımsadı: “Vallahi Abi sen gelirsin, buna inandım ama ben gelemem, ben burada konuşuyorumya eve gidince biraz pısırıyorum. Çünkü anam benim büyüdüğümü bir türlü kabul etmiyor. Bu kez Hilmi’nin içtenlikli konuşmasını dinleyen arkadaşlar öteki konuşmaları yok sayıp dikkatle dinlediler. Salih Baydemir de bir “Of” çektikten sonra Hilmi Altınsoy’a:

- Üzülme arkadaşım bu konuda sen yalnız değilsin, hepğimiz öyleyiz! deyip omuzuna vurdu.

Tarım dersinde Tarım binasına gittik. Bir grup arılığın çevresindeki kar birikintilerini temizledi, bir grup, okul yolunu genişletti(Kar kürüdü)Hasan Üner’le ikimiz kitaplığı düzene soktuk. Daha önce Tarım nöbetimde kitap-dergi listesi tutmuştum, onu buldum. Listede olmayanları işaretledik. Hikmet Öğretmen bizi erken bıraktı. Paydosa dek Resim odasında aklordiyon çaldım. Tatilde vereceğim arayı daha da uzatmamak için eski parçaları birkaç kez tekrarladım. Röslein’i, Suna’yı özellikle tekrar tekrar çaldım. Harun revirden çıkmış, geldi. Resim dosyasını toparladı; tatilde çalışacakmış: Talat Ayhan Öğretmene söz vermiş; 17 Nisan’da okulda sergine katılacakmış. Talat Ayhan Öğretmen kendisinden sergi için değişik, yeni resimler istemiş.

Derslikte gene Edirne yolculuğu tartışması başladı. Hilmi, benim Tekirdğ’a gideceğimi söyleyince İsmet, Mehmet Yücel Edirne’den vazgeçip Tekirdağ’a döndüler. Yeni bir kargaşa başladı. Bu kez de Yusuf Asıl, Harun Özçelik, Salih Baydemir, Hasan Üner Tekirdağ grubu oluşturdular. Onlar da Bilal Dayımın kahvesinde buluşacaklar. Bir anda Bilal Dayım, onların da dayısı olup çıktı. Gerçekten gidecekmiş gibi, durup durup kahvenin yerini, şeklini, Muratlı yoluna, çarşıya yakınlığını sormaları ilgimi çekti. Arkadaşların kahveler üstüne fazla bilgisi yok. Kahvelere insanların gittiğini biliyorlar ama kimler ne zaman gittiğini bilmiyorlar. Gerçekten bu kış gününde Tekirdağ’a gitseler, gidip kahveye oturacaklarını sanıyorlar. Oysa belli yaşa girmeden çocukları kahvelerde oturtmuyorlar. Yazın olsa anlarım, çünkü kahvenin geniş bahçesi var. Üstü asmalarla sarılı gölgelikte bayanlar bile oturuyor. Ayrıca kış günü sigara dumanından içerde durmak herkesin katlanacağı bir durum değil. Kimi zaman benim bile gözlerimin yandığını anımsıyorum. Ne var ki bunları onlara söylemek istemiyorum. Ben kahveden söz ettikçe bir matahmış gibi kahve masallarını dinlemeleri hoşuma gidiyor. Belki de kahvenin kendimizin olması onların ilgisini çekiyor.

Yarınki Askerlik Dersinden söz açıldı; Üsteğmen gelir mi? Gelirse Üsteğmen gelir Binbaşının gelmesi söz konusu değil! Üsteğmen de son geldiğinde tüm sınıfı paylarca konuştuğu için gelmesi pek istekle beklenmiyor. Duyduğumuz son savaş haberleri, neredeyse Üsteğmenin geçmiş derslerdeki konuştuklarının tıpkısı. O, “Almanlar Afrika’da savaşı kaybederse Rusya’dan çekilmek zorunda kalırlar!”demişti. Almanlar son günlerde Afrika’da gerilemeye başlamışlar. Arkadaşlar hemen Üsteğmen’in çok beğendiğini söylediği Alman Mareşalının Afrika’da neden başarılı olamadığını sormaya hazırlandılar. İngiliz generali daha mı savaşçı çıktı? gibi sorular sıralandı. Alman Mareşalının adını buldular; Rommel! Ancak İngiliz generalinin adını kimse anımsayamadı. Adamın adını ben de sık sık anıyordum, birden sorulunca nedense dilime gelmedi. Bildiğimi, söylemek istemediğimi öne süren oldu. Sonunda Bekir Temuçin anımsadı:

-Monti, Montgomery. Gazeteler bu adı kısaltıp Monti de diyor. Bunu hep okumuş zaman zaman da konuşmuştuk. Değişik kepli resimlerini hep görmüştük. Bekir Temuçin bu kez hepimize karşı olağanüstü bir başarı kazandı Bu başarısı için de Bekir’e bir madalya vermeye kararı alındı. Yazın karpuz çıkınca karpuz kabuğundan yapılmış madalya verilecek. Bekir Temuçin:

-Madalya yerine bari bir karpuz verin! deyince bu kez de karpuz işini bana yıktılar. Bu arada Halil Basutçu uyardı:

- Geçmiş derslerin birinde de böyle sorular hazırlanmıştı ama Üsteğmen hoşlanmadı, biliyorsunuz o zaman iki ders boyunca paylandık! Bir suskunluk oldu. Bu kez öyle sorulmaması öne sürüldü. O zamanki soru, Üsteğmen gelir gelmez sorulmuştu. Bu kezse Üsteğmen konuşacak, uygun bir durum bulununca sorulacak. ”Kim soracak? ” tartışması yapıldı. Önce beni öne sürmek isteyenler oldu. Az kalsın üslenecektim. Fettah Biricik Sami Akıncı’yı önerince ben de Fettah’ı destekledim. . Sami öneriye karşı olmayınca anlaşma kesinleşti. . Üsteğmen gelecek, derse başlayacak, anlatacaklarını anlatacak. Soluklandığı bir sırada Sami Akıncı bizim adımıza sorusunu soracak. Sami artkadaşımız çok dikkatli; bir işi üslenirken kılı kırk yarıyor. Bu kez de öyle yaptı; önce Almanya’nın tüm ordusuna ne dendiğini sordu: “. Üsteğmen onu çok kullanıyor, ben de söze onunla başlayayım! dedi. Ben söyledim. Sami tahtaya yazmamı istedi; gittim yazdım: WEHRMACHT! Sözü biliyordum ama gerçek anlamını tam olarak anlamamıştı; Wehrmacht. Görünce Almanya ordusu, deyip geçiyordum. Sami’nin dediğine göre ise Wehrmacht, Savunma gücüymüş. Bu ara öteki sınıflardan gelenler oldu, derslikte, hemşeriler kümeleri oluştu. Bunu fırsat sayıp ben de Müdür Beyin dersi için hazırlık yaptım. Hayat Bilgisi dersini anlatacak dört arkadaş var ama Müdür Bey durup duruken değişiklik yapıp konuşmayı bir başkasına yıkıveriyor. Bizi Lüleburgaz’a özellikle gönderdiğine göre haklı olarak soru sorabilir. Bir süre düşündükten sonra geçen derste Mehmet Yücel’in anlattıklarına ek olarak kimi notlar hazırladım.

Yarınki derslerimizin biri de Hikmet Özmen Öğretmenin. Hikmet Öğretmen daha öncen tatil ödevi vereceğini söylemişti. Onun tatil ödevi vereceğini biliyoruz da bu ödevin ne olacağı üstüne kesin bilgimiz yok. O nedenle Hikmet Öğretmenin yarınki dersi ödev açıklamalarıyla geçecektir. Zaten Hikmet Öğretmenin dersiyle ilgili bir sorunum yok. Besim Öğretmenle olduğu gibi Hikmet Öğretmenle de aramın iyi olduğunu biliyorum.

Yat zili çalınca sevinerek, hazırlanıp yatağıma yattım. Arasıra yaptığı gibi hemşerim Kadir Pekgöz gene tırmandı, Edirne’ye gitmekten neden caydığımı sordu. Kadir’e tumturaklık bir yalan söyledim: “Edirne’ye mayıs ayında gidip 15 gün Fidanlıkta çalışacağız. O zaman bol bol gezeriz. Oysa Tekirdağ’a böyle uzun gitme olanağımız yok. O nedenle Tekirdağ’ı istedim!”Kadir beni haklı buldu. O gidince de kendi kendimi sorguladım, “Ne geçti şimdi elime? Yalancı insanlar herhalde böyle yetişiyor? ” Kadir sorunca pekala açık açık; şaka kon uşuyoruz, bu kış gününde evimden başka bir yere gitmeye niyetim yok!”deseydim neyim eksilecekti? Şimdi neyim arttı? ”Kendimi paylayarak bir süre sustum. Sanırım öylece uyumuşum.

 

29 Ocak 1943 Cuma

 

Akşam yatarken Kadir tırmanmıştı, kalkınca da gene Kadir tırmandı. Bu kez de:

– Yarın gidiyor muyuz? diye sordu. “Sen bilirsin? ”deyince alındı:

– Ben gitmezsem sen gitmeyecek misin? diye sordu. Geçen gün Eğitimbaşının bana:

– Senin şurada iki adımlık yerin; ne zaman olsa gidersin! sözünden benim Yeni Bedir köyüne gideceğim sonucunu çıkarmış. Etraflıca konuşup kesin karar aldık:

– Yarın öğleden sonra gideceğiz. Kadir ayrılır ayrılmaz kararımızı herkese duyurdu. Oysa ben biraz gizli tutmak istiyordum. Başkası da bize takılmaya kalkarsa kesinlikle bana da izin vermezler. Hemen bir çözüm düşündüm :

– “Yeni Bedir için izin alıp Lüledburgaz’a yollanmak! Dersliğe sevinerek gittim Derslikteki tahtada akşamdan kalan yazı duruyordu, silmeye kalkınca Sami Akıncı kalmasını istedi. Üsteğmen yazıyı görünce belki kendiliğinden konuya girebilirmiş.

Kahvaltıya gidince korktuğum başıma geldi, Hamitabatlı İrfan’la 9 Mehmet “Abi gidiyorsan biz de seninle geleceğiz. İkisini de seviyorum. Üstelik ikisinin babaları da beni çok iyi tanıyor. Küçük bir ihmalimi duysalar gücenirler. Bu nedenle yan çizemedim:

– Yeni bir yağış başlamazsa gideceğiz. Arkadaşlar sevinrek ayrıldılar. Öyle dedim ama gene de kara kara düşünmeye başladım:

– Ya onlara izin vermemek için bana da izin verilmezse. O zaman iki gün burada beklemiş olacağım. . Dersliğe biraz buruk döndüm. Wehrmacht karşımda duruyor. Ömer Uzgil Öğretmeni düşündüm, arkasından Başmüfettiş Hayrullah Örs’e verdiğim sözü anımsadım. Hani Almanca öğrenecektim? Röslein adını taktığım Röslein ‘e bile Röslein demekten öte geçemedim. Üstelik yapmaya çalıştığımın ne işe yaradığı da belli değil. Ben böyle efkarlanırken birden”Yaşa!” sesleri yükseldi. Toparlandım; Üsteğmen gelmemiş. Herkeste bir sevinç dersler boş geçecekmiş. Asım Öğretmenin dersi olduğunu biliyorum, odasına gidebilirim . Resim Odası bu saatlerde boş değil, çok az vurarak çalışabilirim, Müdür Beyin dersi için hazırladıklarımı gözden geçirirken Talat Tarkan Öğretmen geldi. Gülerek: “Sizi gözetliyorum, biliyorsunuz!”deyip sıralar arasında gezmeye başladı. Önce bana müjdeledi, oğlu Aydın gelecekmiş; “Birlikte akordiyon çalarsınız!”dedi. O bunu gülümseyerek söyledi ama ben gülümsemek için kendimi zorladım. “ Asım Öğretmen gene asabileşecek!”Geçen defa geldiğinde beni Asım Öğretmenin odasına girerken görünce takılıp gelmişti. . Bir gün sonra Asım Öğretmen bana: “Bir daha onu (Aydın Tarkan’ı) getirme, ayrılamıyorsan sen de gelme!”demişti. O zaman üzülmüş günlerce Asım Öğretmenin odasına gidememiştim. İyi ki tatile gidiyorum; 15 gün sonra sanırım Aydın gider !”Talat Öğretmen önce Mustafa Saatçı’ya takıldı. “Okula bir küçük kamyon almak istiyoruz, hangi modeli önerirsin? ”diye sordu. Mustafa Saatçı:

– Estafurullah Öğretmenim, siz tüm modelleri çok iyi biliyorsunuz! deyince bu kez de Talat Öğretmen:

– Canım, ben senin fikrini de öğrenmek istiyorum! diyerek sözü geçiştirdi. Sonunda geliş nedenini açıkladı:

– Kendisine yardım edecek 6 arkadaşa geresinim duymuş. Yılbaşı anbar sayımı varmış, ne var ne yok elden geçirilecekmiş. Devlet katlarında bu sayımlar hep yapılırmış. Önce bana sordu: “Gel desem , gelir misin? ”Şaşırdım, biraz dikelir gibi ben de sordum: “Niçin gitmeyeyim? Talat Öğretmen beni duymamış gibi, Halil Basutçu, Sefer Tunca, Arif Kalkan , İsmet Yanar’la Hüseyin Serin’i saydı. Birlikte Talat Tarkan Öğretmenin alt kattaki odasına gittik. Bir süre sonra muhasebeci Hikmet Özsan da geldi, okulun alt katındaki depoya indik. Ahmet Gökay Ağabeyi çoktandır görmemiştim. Gözüme birden çok şişmanlamış gibi geldi. Nedense o da beni tanımayacak duygusuna kapıldım. Oysa öyle olmadı; Ahmet Ağabey bana gülümsedi:

– Bana yardıma geldiğine sevindim, tatilde ben de birkaç günlüğüne Edirne’gideceğim, oralardan bir istediğin varsa getireyim! dedi. İsmet, derslikteki şakaların etkisiyle olacak, “Dayımla biz de Edirne’ye gideceğiz!”deyince Ahmet Ağabey:

– Görüşelim! deyip adresini yazdı. İşimizi açıkladılar. İşimiz bizce bir işten çok, anbarda nelerin olduğunu dikkatlice gözlemekten farklı bir şey değildi:

– Şu kalemdeki nedir? (Kalem, deftere yazılmış olan nesne, örneğin kaşar peyniri ya da kuşüzümü) yanıtı da:

– O şudur, şurada şu zaman kullanılır, ya da kullanıldı türü konuşmalarla geçti. Talat Tarkan Öğretmen kılı kırk yararca sordu, soruşturdu. Arif Kalkan’la Halil Basutçu listeleri yazdılar, İsmet, Hüseyin , Sefer’le biz, çuvarların yerlerini değiştirdik. İki çuvalı oldukça zorlanarak kaldırdık. Ahmet Ağabey açıklama yapınca şaşırarak dinledik. Onlar şeker doluymuş, rutubetten taşlaşmış, hafif de olsa bir de kokusu varmış. Yenip yenmeyeceği konusunda doktordan rapor istenmiş. Benzer durumlara ordu birliklerinde çok rastlanıyormuş, onlardan sorulmuş, yanıt bekleniyormuş. Talat Tarkan Öğretmen gülerek: “Ben size rapor verebilirim, o şekerler yenir, biz onları hep birlikte yiyeceğiz! dedikten sonra eski dönemlerdeki kelle şekerlerden söz etti. Onun söz ettiği şekerleri ben de gördüm. Cam gibi sertti. Çekiçle kırıp yediğimi anımsıyorum. Bir olayı da arkadaşlara anlattım. Kahvede kullanılan şekerler evde kırılıp götürülüyordu. Şeker kıran büyüklerim arada bana da kırıntılardan veriyordu. Şekerlerin konduğu dolabı öğrendim, bir gün koca bir top şekeri alıp önce biraz yaladım. Bu yetmemiş olacak elime geçirdiğim keseri alıp parça koparmaya çalışırken gören oldu. Kelle elimden alındı ama yerlere. saçılan parçaları bir süre toplamaya çalıştığımı unutmuyorum!”

Talat Tarkan Öğretmen bizi erken bıraktı. Dersliğe gittiğimizde, arkadaşların hiç ders yapmadığını öğrenince üzülür gibi olduksa da, dört ders boyunca hep tatil tartışması yapıldığını öğrenince güldük. Sonuç olarak, tüm gezme planları bozulmuş, herkes tatilini kendi evinde geçirecekmiş. İsmet dersliğe bizden sonra geldi, gelir gelmez de: “Ben de dayımla Edirne’ye gitmeye karar verdim!”deyince tartışma gene başladı. Bu kez İsmet, benim Ahmet Ağabeyle konuşmamı anlattı, sözü değiştirerek; Ahmet Ağabeyin beni davet ettiği şekle döndürdü. Bu konuşmayı İneceli Arif Kalkan duymuş, daha o zaman kendisinin de geleceğini söylemişti. Bu kez de: “Vallah, biz kararı verdik Edirne’de buluşacağız!”deyince Üç İneceli ile Bekir Temuçin bir grup oluşturdular. Edirne’de kalacak yerleri varmış. Tatil gezisi konusu gene geri döndü.

Yemekte ben şeker olayını anlattım: “Tatil sonu bol tatlı yiyeceğiz!”deyince Yusuf dikkatimi çekti:

-İki çuval şeker 300 kişi için kaç tatlıya yeter? diye sordu. Sahiden orasını hiç düşünmemiştim. Kendimi savunmak için söz uydurdum, zaten günlük tatlı hesapları yapılmıştır. Sözgelimi bu haftada birse, şimdi haftada iki olabilir!”gibilerde konuştum ama içimden bir günlük tatlıya gidecek şeker için bir ölçü düşünememeyi eksiklik saydım. Hilmi Altınsoy uzun süre konuşmadı, sonunda bana çattı:

– Tatillerimizi biz evlerimizde geçirmeye karar vermiştik, sen aramıza girip söz birliğimizi bozdun! dedi. Sınıfça sözbirliği sözü üzerinde durdum:

– Biz altı kişi göreve gitmiştik; üç arkadaşımız da revirde yatıyor; eder dokuz kişi. Yirmi dokuz kişinin haberi olmadan verilen karara sözbirliği denir mi? diyer sordum. Arkadaşlar bana hak verdiler. Hilmi sinirlendi. Hasan Üner Hilmi’ye arka çıkmaya çalıştı:

– Üzülme hemşerim, biz de Malkara’ya gideriz, deyince Hilmi:

– Malkara’ya gidip de ne yapacağım, orası bizim köyden farksız! deyince bu kez Hilmi’nin en kızdığı yeri, Keşan’ı önerdiler. Hilmi birden kalktı:

– Siz beni deli edeceksiniz, ne yapacağım bu kış günü Keşan’da; deve mi gözleyeceğim? deyince salt sözü değiştirmek için sordum:

– Keşan’da deve ne arasın ki? deyince şaka değil Keşan’da deve olduğunu, görenlerden öğrenmiş oldum. Bu kez Hilmi yumuşadı, gördüğü develeri anlattı. Bu ara aklıma geldi, ben de Ömer Seyfettin’in Deve öyküsünü anlattım. Hasan Üner'den başka okuyan olmadığı için dikkatle dinlediler. Öykün ün kahramanı Edirneli olduğundan konuda Edirne geçince sahiden o kişinin Edirneli olup olmadığı soruldu. Bu kez de Hasan Üner tanıklık etti: “Edirneli!”Öyküdeki olay yorumlandı, sonucun öyle olmaması için neler yapılması gerektiği tartışıldı; böylece sinirli başlayan yemek gülüşler arasında bitti. Bu arada duyuru yapıldı, öğleden sonra atölye dersi olan sınıflar dersliklerinde bekleyecek, okul doktoru tarafından sağlık kontrolu yapılacak! dendi. Buna çok sevindim, nedense son günlerde atölyede doğru dürüst bir iş yapılmıyor, kıvır zıvır işlerle vakit geçiriliyor. Gene öyle olacaktı. Geçen gün tezgahların yerlerini değiştirdik.

Derslikte uzun bir süre bekledik. Revire önce bizim sınıf çağırıldı. Ayşe hemşire nuımara sırasıyla önce kilolarımızı tarttı. Sonra sıra ile doktor Beyin önünden geçtik. Doktor sormadan kilolarımızı söyledik. Sorunumuz olup olmadığını doktor sordu. Doktor Sezai Bey beni iyice tanıdı, gülümseyerek: Hangi elindi? diye sordu. Sağ elimi uzatınca bu kez de:

Sol değil miydi? diye sordu. Hemşire gülünce şaka olduğunu anladım. Bu kez de ben, arka alt dişimden rahatsızlık duyduğumu söyledim. Doktor Bey çok önemsedi, bir kağıda birşeyler yazdı, hemşireye verdi. Bana da:

– Adını deftere yazıyoruz, tatil sonu daha doğrusu gidiş geliş kolaylığı nedeniyle bahar günlerinde dişçiye gönderileceksin, görünürde bir arıza yok ama doğrusunu Dişçi söyleyecektirdedi. Kilomu sordu 71 kg. Deyince:

– Ne o bir değişiklik yok, iştahın mı kesildi, aşık mısın yoksa? ”deyip güldü. Doktor öyle söyleyince Ayşe Hemşire de güldü. Çok utandım. Revirden sonra derslikte bir süre bekledik. Ben Asım Öğretmenin odasına gidip piyano çalıştım. Teneffüste Asım Öğretmen geldi, hemen ayrıldı. Paydosa dek çalıştım. Lieber Moon adlı 48 numaralı parça çok hoşuma gitti.

Sağ eli çok güzel çıkardım ama sol elde biraz zorlanıyorum. Sık sık diyez gelip kalkması beni şaşırtıyor. Öğretmen bakmadan çaldığına göre ben neden çalamayayım? Ders bitiminde ayrıldım.

Derslikte sağlık üstüne konuşmalar sürüyor. Bu kez de tatilde neler yeneceği söz konusu. İnsan neler yerse kilo alırmış? İlginç öneriler öne sürülüyor. ; herkesin istediği başka başka yiyecekler. Mehmet Yücel her gün yumurta yiyecekmiş. Bıkmaz mısın? diye soranlara; “Kendisini bildi bileli kardeşi Namık’la ikisi de günde bir yumurta yiyoruz! dedi. İsmet hemen yapıştırdı:

– Sen öğretmen değil kümes bekçiliği yap! Mehmet Yücel altta kalır mı? O da İsmet’i Kaz çobanı yaptı. Kaz çobanı sözü bir zaman Fikret Madaralı Öğretmenin dersinde geçmişti, o anımsatıldı. Söz sözü açtı ayrılan arakadaşımız Ali Güleren, arkadaşların Kaz Ali’si kon uşulmaya başlandı. Tüm arkadaşlar, Tekirdağ’a yolu düşeceklere sıkı sıkı tembnihte bulundu: - - Selam, seni çok özledik, nerdesin, mektup yaz! türü selamlar önerildi. Çoğunluk arkadaşın bir iftiraya kurban gittiği inancını geneledi. Ali Güleren’i anımsama bir bakıma iyi oldu, konu tümüyle değişti. Özellikle Ali’nin öğretmenliğe yaklaştığı bir sürede ayrılmış olması herkesi acındırdığı gibi sanırım herkese, kendisi için de bir uyarı oldu. “Şunun şurasında yıllar değil aylar kaldı, aman gayret!” dercesine konuşmalar yapıldı, özellikle de Müdür Beyin dersi konularına dönüldü. Bu arada Mehmet Aygün sordu:

– Müdür Bey bize , tatilde köylerinizdeki okullara uğrayın! demişti. Uğrayınca ne yapacaktık? Sami Akıncı, tuttuğu notunu okudu: Öğretmenin adı, soyadı, kıdemi, bitirdiği okul, yaşı-bay-bayan oluşu. Girilen sınıf, dinlenen ders. Okulun yaşı, kaç sınıflı olduğu, dinlenen dersin konusu, konunun özeti, yapılacask değerlendirme! … Sami sözünü bitirince bir gürültü koptu:

– Müdür Bey bu kadar uzun sormamıştı, nereden çıkardın bunları? Sami sinirlendi, defterini kapatıp sırasına koyduktan sonra söylendi:

– Siz bilirsiniz kardeşim, öyleyse benden sormayın. Müdür Bey ne kadar sorduysa, siz de ne kadarını aldıysanız, aldıklarınızın da ne kadarını nerenize soktuysanız onları yazarsınız! deyince önce herkes güldü. Yavaş yavaş gülüşler azaldı. İdris Destan dikkatimizi çekti:

– Sami Akıncı dört yıldır ilk kez küfretti, duydunuz mu? dedi. Sami ise hiç konuşmadan kalktı, dersikten dışarı çıktı. . Sami sinirlenip gidince, onu çok sevdiğini sandığımız arkadaşlardan kimsenin ilgilenmemesi dikkatimi çektiç. Örneğin Hüseyin Serin başını çevirip bakmadı bile. Hele Fettah Biricik gülenlere katıldı. Bir Sefer Tunca, önce çık çık çık yaptıktan sonra: “Neden böyle tatsızlık yapıyoruz, ne kazanıyoruz böyle bir birimizi gücendirince? ”sorularını sıraladı. Neyse Sami geri geldi. Sami gelince Mehmet Yücel soru sordu, İsmet söze karıştı. Mehmet Başaran revirden çıkmış, ona geçmiş olsun dendikten sonra yarın yapılacak piyes çalışmalarından söz edildi. Böylece Sami’nin öfkesi geçirilmiş oldu, ya da öyle sanıldı. Yarın yola çıkarsam benimle gelmek isteyen Hamitabatlı İrfan Taşkın’la Mehmet Özalp geldi. Benimle gelmekte kararlılar. Konuştuk, bu arada aldıkları bir karardan da söz ettiler. Aynı sınıftaki yakın köylerdeki arkadaşlarıyla sözleşmişler, komşu köylere onlarla gelip gelmeyeceğimi sordular. Kaçamak yanıt verdim. Onlar en az on kişi oluyor. Gelirlerse ben onları umdukları gibi karşılayamazsam, üzülürüm. Ayrıca hangi köye gidecekler, onu da bilmiyorum. Hemen yanıt vermedim ama kesin karar verdim, yanıtım olumsuz olacak. Onlar gidince bir süre düşündüm. Sormadım ama bu grup içinde hemşerimiz Röslein de var. Sanırım o da katılmaz.

Yatınca bunu bir süre düşündüm: Var mı, yok mu? Varsa ne olacak, yoksa ne olacak? Sıkılıncaya dek buna saplandım.

Köyde bir ev; o evin kızı var. kızları tatile gelmiş bir öğrenci. O öğrencinin erkek arkadaşları kızın köyüne gelmiş. Ailesi o kızı hemen gelenlerin yanına gönderir mi? Ayrıca o köye gidenler nerede konaklayacak? Söz konusu köyü biliyorum; iki kahve ile bir jandarma karakolundan başka gidilecek yer olarak bir de okul var. Bunları düşündükten sonra yalnız Hamitabat’a gidebileceğimi, zaten fazla zamanım olmayacağını öne sürüp savuşturmaya karar verdim.

 

30 Ocak 1943 Cumartesi

 

Kadir Pekgöz’ün sesiyle uyandım. Fısıltıyla konuşuyor ama konuşma, konuşmadır insan onu da duyup uyanıyor. Oysa Kadir:

-Uyuyorsan uyandırmış olmayayım! deyip sözde kendini savunmaya çalışıyor. Önemi yok deyip, gözlerimi açtım. Zaten o sıra kalk zili çaldı. Kadir rahat konuşmaya başladı:

-Gidecek miyiz? O çocuklara izin verilmezse, bize verirler mi? Ben de Kadir’e niyetimi söyledim:

– İzin vermezlerse ben, Yeni Bedir’e gideceğim; amcam çoktandır çağırıyordu, borcumu ödeyeceğim! dedim. Kadir üzüldü:

– O zaman benim yolculuk pazartesi, gününe kalır! deyip ayrıldı. Arkasından düşündüm, bunda darılacak bir durum yok. İzin alınırsa gideceğiz, konuşmamız izin alınamazsa üzerinedir.

Dersliğe gidince durumu Kadir’e bir daha açıkladım, sevindi. Kat nöbetçisi, beni Asım Öğretmenin çağırdığını söyledi. Koşarak gittim. Asım Öğretmen her zaman dediği gibi, günaydın falan demeden sert bir sesle:

-İbrahim, ne konuştuksa öyle olacak. Akordiyonu istersen köye götürebilirsin. Babası bile istese vermeyeceksin. “Asım Öğretmenden isteyin!”diyeceksin!” Böyle dedikten sonra az duraladı:

– En iyisi sen onu Ahmet Gökay’a teslim et, izinden dönünce alırsın! dedi. Arkasından da: -Hemen şimdi, derse biraz geç gelsen de olur! deyip ayrıldı. Biraz şaşırmış olmakla birlikte akordiyonu alıp erzak deposuna indim. Az sonra Ahmet Ağabey geldi gülümseyerek:

– Akordiyonu mu getirdin? diye sordu. Anladım ki onlar bunu daha önce konuşmuşlar. Ahmet Ağabey akordiyonu alıp içeri koydu. Bana da:

– Tatilden dönüşte gelir alırsın! dedi. Dersliğe döndüm, dersimiz boş-Beden Eğitimi. Arkadaşların çoğunun gözü bende, ya da bana öyle geliyor. Özellikle Kadir Pekgöz övünesi sözlerle ikide bir bana :

– Abi şu saatini biraz ileri al! deyip duruyor. O öyle dedikçe İsmet:

– Dayı, gel bugün gitme, yarına kalırsan senin köye gelirim! diyor. İlk dersi böyle geçirdik. Asım Öğretmen çok neşeli geldi. Gelir gelmez de bildiğimiz şarkıları coşarak çaldı, Avcılar, Harbiye, İzmir marşlarını çaldı. Sami Akıncı Akın Piyesinde geçen Hazır ol, Suna parçasını istedi. Şarkıyı Asım Öğretmen bestelemiş. Gerçi Asım Öğretmen:

– Ben bestelemedim o melodi bir yerden belleğimde kalmış, rahatça sözlerini yerleştirdim! dedi ama arkadaşlar onun bestesi olarak algıladılar. Dersin neşeli geçmesine karşın benim aklım akordiyona takıldı:

– Asım Öğretmen Aydın Tarkan’ın akordiyon çalmasına neden karşı? Aydın’ın geçen defa geldiğinde de böyle karşı olmuştu. Çalışmasını mı kıskanıyor yoksa okulun akordiyonunu bir yabancı olarak kullanılmasına mı karşı? Ahmet Ağabey de işin içinde olduğuna göre galiba kıskançlıktan çok koruyuculuk tarafı daha gerçeğe yakın. . Asım Öğretmen hepimize iyi tatiller diledi. Müdür Beyin odasına giderken Eğitimbaşı ile karşılaştım. Eğiitimbaşı biraz tepeden bakarak:

– Arkadaşlarına muştulal, Müdür Bey sizin tatilinize bir saat ek yaptı, gene şansınız yaver gitti! deyip gülümsedi. Dersliğe dönünce aynı sözleri söyledim. Yaver sözü yadırganlanmakla birlikte doğru değerlendirildi; iyi, olumlu, yararımıza anlamları yakıştırıldı. Mehmet Yücel:

– O yaverci bey bizi bayrak töreninden de yaver etse ya! diye bir söz sözledi. Arkasından bir kahkaha patlşadı:

– Gelin ona Yaver Bey diyelim! Sami Akıncı önlemeye çalıştı:

– Yaver kötü bir söz değil, Atatürk’ün bir çok yaveri general, bakan olmuştur! deyip sustu. Böylece olay kapandı. Daha doğrusu, olay dışarıya sızdırılır korkusuyla susuldu. Tören zili çalınca sevinçle alana çıktık. Eğitimbaşı Bizden önce çıkmış, sıra ol işaretleri yaptı. Bayrak çekildikten sonra Eğitimbaşı kısa konuştu:

– Yıllık tatil hakkınızı kullanacaksınız. Tatil yarın, yani 31 Ocak Pazar günü başlayacak 14 Şubap Pazar akşamı bitecektir. Derslere 15 şubat pazartesi sabahı başlanacaktır. Bugün köyü çok yakın olanlarla, yanında bir büyüğü bulunanlar, haftalık izin niyetiyle bana gelip adlarını yazdırabilirler. Ben odamda olacağım. Bunu dışında sakın kimse gelip gönlünce yol ayarlamaya çalışmasın. Hele izinsiz ayrılanlara en şiddetli disiplin cezası uygulanacaktır. Sözlerim bukadardır. Umarım dediklerimi iyi duydunuz. İyi hafta tatili! deyip ayrıldı. Bir çoğunun boynu bükük yemeğe girildi. Herkes gendine göre yorumlar yaptı. Benim kararım kesin, görünüşte hafta tatilim için Yeni Bedir’e gidiyorum ise de az ileriden dönüp köyüme gideceğim. Hava açık, bir iki saat içinde değişeceğe de benzemiyor. İrfanla Mehmet Özalp geldi. Durumu onlara açıkladım. İkisi de dengeli düşünen çocuklar bana hak verip gittiler. İsmet’le birlikte Yeni Bedir yoluna çıktık. Birinci dereye inerken İsmet önce :

– Dayı! diye bağırdı sonra da geçen bir kamyona işaret etti. Birşeyler anlatıyordum, dalmış gitmişim. Kamyon durdu, kapısı açıldı. Sürücü eliyle gelin işareti verdi. Toparlandım kamyonda iki kişi vardı. Birisi: “Yerimiz bir kişiliktir, ikinizi alamayız!”deyince İsmet gitmediğini söyledi. Kamyona atladım. İsmet arkamdan bakakaldı ona el bile sallayamadım. . Böylece Lüleburgaz’a dek yürümekten kurtuldum. Lüleburgaz neredeyse boşalmış gibi tenhaydı. Dağlı Hasan Amcaların dükkanına uğradim. Hasan Amcanın kardeşi beni görünce: -Köye gideceksen koş, yetişirsin; Kara Ahmet buradaydı az önce çıktı! dedi. Helvacılara uğrayıp lokumla helva aldım; neredeyse koşarak Bağlık yolunu tuttum. Görünürde kimse yoktu:

– Uzaklaşmış olacak! deyip hayıflanarak dereyi geçtim. Yokuşa tırmanırken alt yoldan bir arabanın geldiğin gördüm. Kara Ahmet hayvanları suya sokmamak için Edirne yolundan (Taş köprüden) dolaştığını anladım. Hava ne de olsa kış, derede su da çok. Ayrıca Lüleburgaz deresi derin değil ama suyu çok yaygın. Hayvanlar uzun süre su içinde yürümek zorunda kalıyor. Uzaktan Kara Ahmet olduğunu tanıdığım için bekledim. Arabaya binmeye niyetim yoktu. Binince üşüyeceğimi biliyorum. Arkadaş olması düşüncesiyle Hamitabat yokuşuna dek arabayı izlemeyi düşünmüştüm. . Konuşurken babamın rahatsız olduğunu öğrendim, neşem kaçtı. Bu kez, niyetimi değiştirdim, Küçük Göl çatağından kestirme Hamitabat’a yollandım. Zaten havada da bir değişme olmaya başlamıştı. Yürüdükçe ısındım ama, sırtımın sıcaklığına karşın yüzüm gerildi, kulaklarım düşecek gibi oldu. Hamitabat’a ulaşınca yol üstündeki kahveye uğradım. Akranlarımdan kimseyi göremedim. Neyse ki yaşlıların çoğu beni tanıyordu. Bir süre onlarla konuştum. Dinlenmiş olarak hava kararmadan eve ulaştım. Beklenmediğimi biliyorum . Ablam görünce şaşırdı. Önce azarlarca:

– Bu kış gününde habersiz yola çıkılır mı? gibilerde konuştu. Lüleburgaz’da Kara Ahmet’i bulduğumu onunla geldiğimi anlattım. Ablam rahatları. Babamı sordum. Babam hasta değilmiş ama bir diş sorunu varmış. Ağzındaki dişler azaldıkça kalanları korumaya çalışıyormuş. Ancak bir tanesi sızlamada diretmiş. Babam uzun süre ağrı çekmiş. Sonunda dişin kökü çürüdüğünden çektirmek zorunda kalmış. Bu kez de çektieilen dişin yeri uzun süre kapanmamış. Çürümenin etkisi çeneye vurabilirmiş. Bunu önlemek için babam Kırklareli’ye hastaneye gitmiş. Pehlivan Amcalarda kalıyormuş ama bir gün arayla hastaneye uğrayıp bakım yaptırıyormuş. Ablamın anlattıkklarını dinleyince rahatladım ama bu kez de babamı göremememin verdiği bir rahatsızlık duydum. Birden geri dönmek isteğine tutuldum. Yeni Bedir’den geliyorum, deyip okula gitmek, tatili orada geçirmek isteğine kapıldım. Babam olmadan burada zor duracağım, düşüncesi başımı döndürdü. Ablamla konuşurken çocuklardan biri kapıdan başını uzattı. Yahya, Mahmut Ağabeyimin oğlu. Onlara lokum almıştım açtım, verdim. Sevinerek gitti. Az sonra bu kez üç çocuk birlikte geldiler; Yahya, Saim, Ali Rıza. Üçü de kardeş gibi bir aradalar. Yahya Mahmut, Ali Rıza Bektaş Ağabeyimin, Saim de Küçük Ablamın oğlu. Saim’i onların arasında görünce sevindim. Çocukçağız gegen yıllarda yalnızdı, ablamın eteklerine yapışıp duruyordu. Şimdilerde arkadaşa kavuşmuş. Ablam benim düşüncemi okumuş gibi sözü çocuklara getirip tüm günlerini bir arada geçiriyorlar, çok iyi anlaşıyorlar; babam da onlara sabırla dedelik yapıyor! dedi. Ali Rıza konuşmayı sökmeye çalışıyor. Ablam onun için geç konuştu, dördü içinde dedi. Bakışımızdan kendisi için konuştuğumuzu anladı: “Baba hasta, gitti!”dedi. Ben sormadan onun sözünü kendime yordum: Baban hasta, gitti!”olarak algıladım:

– Yakında gelecek! dedim. Ali Rıza başını attı, :

– Baba hasta, gitti! sözünü tekrarladı. Bu kez ablam:

– Babası Çorlu’da hastanede onu söylüyor! diyerek sözü açıkladı ama benim de sıkıntımı bir kat daha arttırdı. Bektaş Ağabeyim askerlikte bir dert kapmış, ağır yük kaldırken zorlanmaktan olan bir dert, fıtık. Bu sözü, ablamlardan duyardım ama onlarınki hastalık değildi. Pamuk ya da yön işleriyle uğraşırlarken yün fıtık fıtık, ya da pıtık pıtık olmuş derlerdi. Bunu duyardım da ne olduğunu öğrenmemiştim. Ağabeyimin hastalaığı deyince şaşırdım. Ablam da tam bilmiyormuş. Ancak önemliymiş, askerlikte olduğu saptanabilirse ameliyat edilecekmiş. O nedenle Çorlu’daki Asker Hastanesine yatırmışlar. 15 gündür oradaymış. Demek, Ali Rıza’cık bunu söylüyormuş. Ablam gülümseyerek:

– Çocuktan al haberi derler! dedi. Babama üzülürken Bektaş Ağabeyim de girdi aklıma. Çorlu’ya çok rahat gidebilirim. Son gittiğimde Kamber Amcam Çorlu’ya hastaneye gittiğinden söz etmişti. Belki de bu hastanedir. Ondan bilgi alıp rahatça gidebilirim. Bir süre bunları düşündüm. Küçük Ablam Saim’i almaya geldi. Eniştem havadeğişimi süresini uzatmak için birliğine gitmiş, yakında gelecekmiş. Mahmut Ağabeyim kıtasına gitmiş. 1323 doğumlular terhis bekliyormuş. Onun geleceğine inanmaya başlamışlar. Çünkü köyden gelenler olmuş. Mahmut Ağabeyimin gecikmesini, arada çok izin almasına bağlayıp teselli buluyorlar. Hava iyice kararınca kahveye indim. Ali Ağabeyim önce şaşırdı, sonra da sevindi. İzinimin 15 gün olduğunu duyunca da gerçekten sevinerek baktı. İlk sözü de:

– Haydi bakalım, kahveciliğe hazırlan, babam senin gelmeni dört gözle beklemeye başlamıştı! dedi. Kahveye gelenler oldu. Ali Ağbeyim onlarla ilgilenirken de hoşbeş sözlerine yanıtlar vererek ilk geceği soru-yanıt arasın da mekik dokuyarak geçirdim. Yatınca, geldiğimdeki sıkıntı oldukça geçmişti. Hiç değilse geri gitmeyi aklımdan çıkarmıştım. Bir süre okulu anımsadım. İşte köydeyim. Yıl 1943 ocak ayı sonu. 1938 10 kasım tarihinde ayrılmıştım. 4 yıl 3 ay geçmiş. Ayrıldığım son gece de bu yer yatakta yatmıştım. Arkadaşlar bu gece okuldaki ranzalarında. Sanırım ya yemekleri, ya da yatakları eleştiriyorlardır. Oysa yarın ya da öbürsü gün akşam onlar da böyle yerlere serilecekler. Biraz gerilere giderek Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin bir sözünü anımsadım. Şakacı bir gülümsemeyle arkadaşlara: -Ağalar, kestane kabuğundan çıktıktan sonra kabuğunu beğenmezmiş. Kestanenin böyle bir şey yapması olası değil; bunu bazı insanlar için söylemişlerdir. Dikkat edin de siz böyle bir duruma düşmeyin! derdi. Düşünüyorm da bizim arkadaşların büyük bir bölümü şimdiden bu duruma düşmüş gibiler. İşte bunlar da benim gibi, yarın ya da öbürsü gün başlarını yastıklarına koyunca bunu düşüneceklerdir. Kesinlikle düşünmeleri gerekir. Çok merak ediyorum, Hilmi Altınsoy’un annesi Hilmi’ye gerçekten hergün baklava börek yedirecek mi? Mehmet Yücel’le kardeşi her yemekte yumurtalarını yiyecekler mi? Yusuf Asıl bizim yemek masasında konuştuğu gibi kendi sofrasında da konuşabilecek mi? Kendi anlattıklarımı da düşündüm: “Neleri abartarak anlatıyorum? ”Anlattıklarımı sıralarken uyudum.

 

31 Ocak 1943 Pazar

 

Ablamın sesini duyunca kendimi rüyada sandım. Gözlerimi açınca şaşırdım, eve döndüğümü tümden unutmuşum. Bu durumda çok rahattım. Olayları anımsadıkça üzülmeye başladım. Ali Rıza gene geldi. “ Baba nerede? ”diye sordum. Ali Rıza anladı:

“Baba hasta” dedi. O sözü doğru söylediği için güldü ama ben onun başarısını düşünemedim bile Bektaş Ağabeyimin hastalığı için acı duydum. Öyle ki, babamı bile az düşünmeye başladım. Kahveltı ederken Fatma yengem geldi. Neredeyse üzüntüden ihtiyarlamış gibi. Genç, güzel pürüzsüz yüzünde, özellikle alnında kırışıklıklar belirmiş. Tek tesellisi Asker Hastanesinde ameliyat edileceği söylemleri. “Ameliyat olsa bile eskisi gibi çalışması, yük taşıması söz konusu değil!” derken sesinin değişmesi içinden ağladığını belirtiyor. Gene de bir güvencesi var; Ali Rıza’ya sarılıp:

“Oğlum büyüyor, yakında bana yardım edecek!”diyerek yaşama sevincini güçlendiriyor. Ali Rıza’yı alıp kahveye yöneldim . Yahya bahçe kapısındaymış bizi görünce takıldı. Yahya biraz büyük. Yaşlarını sorunca yanıt hazır: “Yahya, senin gittiğin yıl doğmuştu, Saim ise sen gittikten bir yıl sonra Ali Rıza da ikinci yılında! Saim’ i anımsıyorum, 3 aylıkken Ablamlar Alpullu’ya getirmişlerdi. Ali Ağabeyim de çocuklara çok iyi davranıyor. Kahvede kalabalık olunca onlara şekerlerini verip eve gönderiyor. Bahçeler arası geçit olduğu için, daha doğrusu babam çocuklar için bahçe geçitlerini öyle düzenlediğinden araba yollarına çıkmaları söz konusu değil.

Eğitmen Mustafa Ağabey kahveye geldi. Onu görünce biraz daha rahatladım. Müdür Beyin dersi için uygulamalı bilgiler almak istiyordum. Örneğin 3 sınıf bir arada olduğunsa göre bir sınıfa ders verirken öteki iki sınıfın etkinlik sürdürmesi nasıl oluyor? Bunu uygularken görmek sanırım çok yararlı olacaktır. İlk görüşmede bunu soracak değilim ama hazırlama konuşması ya da konuşmalar arasına bunu eklemek yararlı olur. Böyle düşünerek; Mustafa Ağabey derslerimiziğ sorar sormaz Müdür Beyin ders uygulamaları konusundaki titizliğini anlattım. Bu arada Lüleburgaz’a gittiğimi, Öğretmen Hakkı Yücel’in derslerine girdiğimi ekledim. Hakkı Yücel Öğretmeni Mustafa Ağabey iyi tanıyormuş, o ayrıca Mehmet Salih Arı’nın yardımcısıymış. (İlçe Milli Eğitim Memuru -Maarif Memuru yardımcısı)Bu arada böyle bir görevli olduğunu da öğrenmiş oldum. Mustafa Ağabey, benim düşüncelerimi okumuşçasına: -Hiçdeğilse bu defa sık sık görüşelim, okul bitiyor, öğrenme yerini uygulamaya bırakacak. Bu meslekte öğrenmek kadar belki de ondan da fazla uygulama önemli. Gel de uygulamaları yakından gör. “Çocuklar her yerde çocuktur. Onların köylüsü kasabalısı olmaz; nazları hep bilinen nazdır, kimileri çalışkan kimileri haylazdır!” deyip güldü. “Onlar kendilerini öyle sevdirirler ki, kimi zaman insanı şairliğe bile özendirirler!”Biz konuşurken üst komşumuş Şerif Futun geldi. Ben ona enişte derim. Eşiyle akrabalık derecemizi bir türlü öğrenemedim ama annemin yakın arkadaşı olduğunu kendi ağzından çok dinledim. Kendi çocuğu olmadığı için daha annemin sağlığında beni çok severmiş, anımsadığım günlerin başından beri beni hoş tuttuklarını biliyorum. Bu nedenle onlara saygım sonsuzdur. Şerif Enişte de bunu bildiği için benimle konuşurken(Onun deyimiyle) “Hem nalına hem mıhına !”konuşur. Hoş beşten, benim daha köy okuluna giderken gösterdiğim başarıları andıktan sonra bu okula gidişimi, bu konudaki kendime güvenimi övgüyle sıralarken birden; “Doğru söyle senin bu okulun buna değer mi? ”diye sordu. Mustafa Ağabeye baktım. Mustafa Ağabeyin yüzünde değişiklik gördüm. Konuşacak gibi yutkundu ama susup bana baktı. Ben de Şerif Eniştenin sözlerine benzer sözleri kendim için tekrarladım. “Daha ilkokul yıllarında başlayan okuma isteğimi bir kez daha vurguladıktan sonra bir kurtuluş olarak buraya sığındığımı, okuma yolumu açabileceksem buradan sonra başka okullara geçebileceğimi, şimdilerde de niyetimin kesinliklşe bu olduğunu, amaç bu olduğuna, bu olanağı da bana ancak bu okul verdiğine göre okulumdan çok memnun olduğumu, özellikle de doğup büyüdüğüm çevreme yakın oluşu, kendimi köyden kopmamış saymamı, bundan güç alarak çalıştığımı anlattım. Kahvede olanlar çıt çıkarmadan dinlediler. Şerif Enişte bu soruyu sorduğu için önce kendisine teşekkür etti sonra da bana. Arkasından da açıkladı. Bana dönerek:

-Sen belki bilmezsin, benim orada yakın akrabalarımdan biri vardır. Onun da babası eğitmendir. (Mustafa Ağabeyi göstererek)Mustafa bilir, arkadaşıdır, Eğitmen Ali Çavuş’un oğlu Vehbi Dinçer’den söz ediyorum. uslu akıllı oğlan, çalışkan derslerinde de başarılı. Sık sık onlara giderim. Çıkıp dışarda dolaşsam, köylülerinden biriyle selamlaşsam hoş beşten sonra kimim kimsem sorulur. Eğitmen Ali’nin adı geçince söz hemen Vehbi’ye atlar, istisnasız herkes çocuğa yazık oldu yakınmalarıyla sürer. Neymiş efendim, orası okul mu yoksa fakirhane miymiş? Kız erker bir arada yaşanıyormuş. Yöneticiler bu durumu saklamak için oraya kimseyi almıyormuş. Maazallah bir otobüs orada duracak olsa hemen çevresi sarılıp uzaklaştırılıyormuş. Eğitmen Ali bunları bildiği halde tükürdüğünü yalamamak için çocuğu oradan alamıyormuş. Bu söylentilerin benzerleri Lüleburgaz’da da söyleniyormuş. Lüleburgazlı tüccarlar söz birliği etmiş, bizim okula satış yapmıyormuş. Mustafa Ağabey benden önce söze karıştı:

-Sizin bu duyduklarınızı ben neden duymuyorum? Sizin duyduklarınızı benim konuştuklarım duymuyor mu acaba? Köye gelen gazeteleri sizlere ben okuyorumO gazeteler böyle olayları yazar. Şimdiye dek köye gelen gazetelerde böyle bir yazı çıktı mı? Çıktı da siz benden habersiz mi okudunuz? deyip güldü. bu kez de ben, Şerif Enişteye, “Eğitmen Ali Ağabeyi tanıdığımı, yakın zamanlarda da konuştuğumu, Vehbi’yi ise çok yakından tanıdığımı, gerçekten çok terbiyeli bir çocuk olduğunu. O okul söylendiği gibi bile olsa Vehbi’nin gene öyle terbiyeli kalabileceğini anlattım. Davutlu’dan gelen çocukla Hamitabat’tan ya da Çeşmekolu köyünden çocuklar arasında bir ayırım olmadığını, öyleyse Davutlu ya da Kaybeyli köylerinin söyledikleri bir de Hamitabatlılardan neden dinlemediklerini sordum. Hamitabat’tan biri kız 5 öğrenci olduğunu. Bu yılda iki öğrenci girdiğini, Üstelik birinin benim sınıf arkadaşlarımdan olduğunu, doğumunu mahkeme kararıyla küçülterek girdiğini anlattım. O çocukların anne-babası bunları, eğer öyleyse duymamışlar mı? Duymamışlarsa siz diyemeyeceğim ama bunları size söyleyenlere söyleyin gitsin onlara bunları anlatsınlar. Hızımı alamadım; hepinizin bildiği Mehmet Salih Arı’nın kız kardeşinin oğlunun bizim okulda olduğunu, Hamitabatlı Müteahhit Osman Özalp’in oğlunun bizim okulda olduğunu anlattım. Sessizce dinlendiğini görünce bu kez de çok kişisel sayılacak bir açıklama yaptım. Özellikle kızlar için söylenenlerin tümüyla yalan olduğunu, kızlar öyle korunuyor ki, onların içinde sevilenler olduğunu, içlerinde benim de bulunduğum nice arkadaş, gönüllerinden geçenleri kesinlikle açıklayamamaktadır. Çünkü onlar böyle şeylere kesinlikle yanaşmazlar, ısrar edecek erkekler ise kendilerini kapı önünde bulurlar!”deyince herkes güldü. Bu arada bizim köyden Ramazan da okulda okudu, ailesinin isteğiyle okuldan ayrıldı. Ramazan’dan sorun, bu söylenenlerin yarısını, çeyreğini değil en kü

çük parçasını doğrularsa ben söylediklerimin hepsini geri alırım. ” Bunu söyleyişim hepsini bastırdı. Hemen konuşmalar başladı. “Sahi o çocuk, çalışmalara dayanamadığından falan söz etti ama bu türlü terbiye dışı olaylardan hiç söz etmedi!”diyenler çıktı. Mustafa Ağabey ise işi köylülerin kendi deyimleriyle savundu; “Meyveli ağaca taş atan çok olur; Tilki, eremediği salkıma koruk demiş, türü Atasözlerini sıralayarak önce kendisi güldü. Bir süredir dikkatle din leyenler gülüşerek sessizliği bozdular. Şerif Enişte bana:

- Bu söylediklerime benim inanmadığımı bildiğini biliyorum. Ben seni sevdiğim kadar Ali’nin oğlu Vehbi’yi de severim. O da okulundan çok memnun. . Anlayamadığım öteki insanlar bu yalanları neden uydururlar? Bunları sizin öğretmenleriniz duymaz mı? deyince geçen yıl bu kahvede geçen bir olayı anımsattım. Sütçüler gelmişti. Çorlu’dan geldiğini söyleyen bu sütçülerden biri bizim okuldaki bir öğrenciden söz etmişti. Velimeşeli Fahretin Şen’den. O zaman da benzer sözler söyledi. Benim Kepirtepe’de okuduğumu bilmiyordu. Karşısına geçip Fahrettin’i tanıdığımı söyleyin 180 derece çark edip sözünü geri almıştı. İşte öyle köylerde gezen vurguncu takımı, çok şey biliyormuş tavrı içinde laf üretiyorlar. Bunları anlatarak bir b akıma insanların okuma hevesini de kırıyorlar. Kızını göndermek isteyen insan bunları duyunca göndermekten vazgeçer. Böylece o tip insanlar okuyanların sayısını azaltarak, kandıracklarını çoğaltmayı düşünürler. Mustafa Ağabey de başka örnekler verdi. . Arkasında da okumanın karşısında kimler olur? sorusunu sorarak genellikle kasabalıların ticaretle uğraşan kesiminin köylülerin okumasını istemediklerini anlattı: Köylüler okursa uyanırlar. Onlarınsa uyanık insanlar işine gelmez. Bakın memurlar kooperatifler kurarak alım satımlarını daha ucuza getirmeye çalışıyor. Kazım Dirik Paşa rahmetli geldiğinde neler demişti: “Toplanın köyce, birlikte çalışın, dokumalarınızı, tahıllarınızı topluca , daha yüksek değerlerle satma yolları arayın!”demişti. Rahmetlinin ömrü yetmedi, o bizlere yardım edecekti, kısmet değilmiş! Kahvedekiler hep rahmet dilediler. Mustafa Ağabeyin sözlerinde de cesaret alarak gene söz alıp okulumu sevdiğimi, orada yapılan çalışmaların bana çok bilgiler kazandırdığını, hepsi bir yana orada okuyarak askerliğimi yedeksubay olarak daha kısa, rahat geçireceğimi, bunun bile benim için büyük bir kazanım olduğunu söyledim. Söz birliği etmişçe kahv edekiler bu kez hep birlikte:

-Ya, ya, yaaa! çektiler. Mustafa Ağabey kalktı, izin istedi. Dört oyuncu kalmıştı. Ali Ağabeyim yerine beni bırakıp gitti. Bir süre oyunculara baktım. Hırsla 66 oynuyorlar:

- Ver kozunu, al kozunu! Koz yok, el senin falan filan. Dört yıl önceki yaşamımı anımsadım. Gece yarılarına dek ben de oynardım. Oyuncular kalkınca kahveyi, kapatıp gittim. Eve yürürken göğe baktım, yıldızlar gene yerlerinde. Karşı tepeler kar kaplı, ay ışığında Bağlar yakası ap aydınlık. Okulu düşündüm, ikinci gecemi geçiriyorum. Gitmeyenler vardır. Gidemedikleri için üzülürler. “Eğer benim gibi gittiklerine pişman olacaklarsa boşuna üzülüyorlardır!” diye düşünerek eve girdim. Kahvedeki konuşmamda kızlara bakamadığımdan söz ettim. Bu C’nin kulağına gider mi? giderse nasıl yorumlar? Horozlar ötmeye başladı. Bu saatte horoz ötmezdi, saat daha bir bile olmadı, falan derken uyudum. Uzunca bir zaman sonra horoz sesi duydum . Uykumu almış gibi gözlerimi açtım. . Çok erken olduğunu anlayıp örtündüm. Horozlar ne zaman öter? Benim bildiğim horozlar sabah olmak üzere doğu aydınlanmaya başlarken öter. Bunu biliyorum ama kimi yaşlı insanlara göre horozlar kışın hava sertleşmeye başlayınca, yazın yağmur ya da fırtına gibi değişimler olunca ötermiş. Büyük Ab lamdan duyduğuma göre ise deprem olacağı zaman da horozlar ötermiş. Bunları düşünürken uyumuşum.

 

1 Şubat 1943 Pazartesi

 

Saat 10’00 da ablam uyandırdı. Ali Ağabeyim Lüleburgaz’a gitmiş. Ablam :

– Kahveyi bugün sen açacaksın! dedi. Kahve açmak gerçekte zor bir iş değil. Ocağı yakmak için önceden hazırlanmış kesikler var. Babam otuz yıldır bu işi yaptığını söylerken başka bir gerçeği de dile getirmektedir. O, işini çok iyi biliyor, gereksiinm duyacağı eksiklikleri önceden hazırlıyor. Özellikle yakacaklar daha yazdan hazırlanıyor. Ocağa göre kesilmiş kesekler, tutuşturucu çıralar, özel yerlerinde durmaktadır. Kapıyı kim açarsa bunları yerine koyup kibriti çakınca ocak yanmış, kahve açılmış olur. Su kısa zamanda ısınır, çay ölçeği vardır, bunu herkes bilir. Belli bir demleme süreci vardır (15-20 dakika). Gelen olursa çay dağıtımı başlar. Sabahları genellikle 10-12 sürekli müşteri gelir. Bunların içinde sabah çayı içmeden işine gitmeyenler vardır. Kimi zaman arabalarını kahve önündeki meydana çekip çayını içer, ondan sonra arabasına atlayıp işine gider. Bunlar çaycılardır. Bir de kahveciler grubu vardır; onlar öğleden sonra, akşam üstleri gelirler. Ancak onlar kahveciyi seçerler. Örneğin benden kahve istemezler. Salt benden değil, Bektaş ya da Mahmut Ağabeylerimden de istemezler. Genellikle babamın kahvesini içerler. Pek azı Ali Ağabeyime de razı olur. Bunlar, kendi deyimleriyle Kahve Tiryakisi’dirler. Zaman zaman da şakadan:

– Biz bilmiyoruz ama galiba soyumuzda Yemen’e giden var! deyip gülerler. Onlara göre kahvenin hası Yemen’de yetişirmiş. Sık sık “Kahve Yemen’den gelir” türküsünü söyleyenler de olur.

Kahveyi açtım, ocağı yaktım. Babamın her zaman yaptıklarının tersine sıcak su güğümünü boş buldum. Akşam bunu hazırlamadığımı boş güğümü yoklayınca anladım. İşin ilginci su bidonları da boştu. Ali Ağabeyim de işi tavsatmış. İçecek su kaplarını boşaltıp çay suyunu kaynattım. Kimse yokken gidip yakın olan Hamza Amcamın kuyusundan iki teneke su getirdim. Hamza Amca erkenci, beni görmüş, çitin öte tarafından: “Çayı tazele geliyorum!” dedi.

Kolsuz Hamza olarak anılan Hamza Amca Çanakkaye Gazisi, madalyalı, Gazilik aylığı alıyor. Çanakkale savaşlarını bana yaşamış biri olarak anlatan en yakın insan. Benim dikkatle dinlediğimi bildiği için sık sık anlatmaktan o da hoşlanmaktadır. Kahveye döndüğümde dün akşam soru soran Şerif Enişte ile karşılaştım. Gülerek:

-Akşam sen pek güzel anlattın, okulundan memnun olduğunu öğrendim, buna çok sevindim ama ben kendi sorumu sorduğuma da çok üzüldüm. Keşki o soruyu iki ikiye konuşurken sorsaydım, deyip dizlerime vurdum!”dedi. İlk çayımı Şerif Enişteye vererek kahveciliğe başladım. Hamza Amca yetişti. Hamza Amca gelir gelmez Almanya’nın bu savaşı kaybetmesine üzüleceğini, İngiliz gavuru bu savaşı da kazanırsa bundan böyle dünyada kalacak insanların tümden huzurlarının bozulacağını söyledi. Şerif Enişte bu sözlere karşı olur gibi konuşunca ben de Beyaz Zambaklar Memleketi kitabında okuduğum Snellman’ın sözünü sanki yaşayan bir devlet adamı söylemiş gibi tekrarladım. Şerif Enişte:

– Hepsi gavur, hepsinin canı cehenneme! deyip noktayı koydu. Hamza Amca erken ayrıldı. Bu kez de gelenler oldu. Şerif Enişte tam açılamadı ama ayrılırken ben de, akşamki konuyla ilgili fikrimi söyledim:

– Sen, o söylenen yalanları doğru duymuşsun, biz onları ilk günlerden beri hep duyuyoruz. Okul doktorunun yanında çalışan hemşire bile okulun adını Eğitmen okulu diye konuşuyor. Mustafa Ağabeyin dedikleri çok doğru. Bunları birileri maksatlı çıkarıyor. Biliyorsunuz komşu köy Domuzorman kahvelerinde bizim köy için neler konuşuluyor! Ya bizim kahvede onlar için söylenenler? Deyince Şerif Enişte omuzuma vurdu:

– Sen beni şimdi çok rahatlattın, gücenmediğine inandım, sağol! deyip gülerek ayrıldı. Kahvede bir süre yalnız oturdum. Kahvede olunca C’nin tarafına bakmamak elimde değil. Ev düpedüz kavenin önünde, bahçesi kahvenin önünü kaplıyor. . Kendi kendime düş kurarken bir başka olay daha doğrusu yıllardır beni utandıran bir olayla karşılaştım. Köyümüze göçmen gelen iki hane vardır. Biri geldiğinden birkaç yıl sonra ayrılıp gitmişti. Kalan kişi önceleri çekimser davranmakla birlikte giderek uyum sağladı, köy halkı da onu bağrına bastı. Öyle ki adını bile kendi diline çevirip sıcak ilişkiler kurdu. Arnavutluk göçmeniydi. Adı sorulduğunda Miktar, diyordu. Miktar ad bizim köyde duyulmamış bir ad olduğundan köylüler bunu kısa zamanda Muhtar olarak düzeltti (Akıllarınca) Köyün geleneklerinden biri de yaşlı erkeklere Ağa denilmesidir. Gençler , kendilerinden yaşlı olanlara eğer bir akrabalık yoksa adı yanına Ağa sıfatını eklerler. Ahmet Ağa, Mehmet Ağa gibi. Göçmen Miktar da kısa zamanda Muhtar Ağa(Aga) olarak anılır oldu. Muhtar Ağanın bir özelliği de çok dindar olmasıydı. Beş vakit namazını kılar camiye giderdi. Özellikle de Cuma günleri bizim köyün küçük cemaatiyle yetinmez Hamitabat’a daha kalabalık cemaatlere katılırdı. Bu yönüyle de değişik bir etki bırakmıştı. Miktar Ağanın bir oğlu bir kızı vardı. Oğlu Rasim benden çok küçük olmasına karşın çok abici tavırlarıyla kendini sevdirir. Benim gittiğim yerlere rahatça gelebiliyordu. Bu biraz da çok yakın komşuluğun verdiği bir hak gibi algılanıyordu. Ablası Fahriye de ablamın kızı Gülsüm yaşındaydı. Bu bakımdan Gülsüm’le gelip gitmeleri çok doğaldı. Fahriye çekingen bir kızdı ama oldukça güzeldi. Kimseyle konuşmaz, konuştuğu ile hemen sıcak ilişki kurardı. Ablamın kızı Gülsüm’ü düpedüz kardeş bildiğimden onun arkadaşları da benim doğal kardeşimdi. Bu nedenle Fahriye’nin güzelliğinin ayırdındaydım ama bu ayırdında olmak duygusal bir depreşmeye neden olmuyordu. Günler böyle sürüp giderken bir gün kahveden babamın yemek tepsisini eve getirdiğimde tepsiyi Fahriye aldı. Fahriye benden sakınmıyor, çok rahat konuşuyordu. Nedense tepsivi verirken birden Fahriye’nin elini tuttum. Küçük, beyaz elleri hoşuma gitmişti. Fahriye gülümsedi. Tepsiyi verip geri gidince aklım Fahriye’nin ellerinde kaldı. Daha doğrusu o zaman aklım sürekli A, ile C arasında bocaladığından Fahriye’nin ellerinden başka ilgimi çeken bir durum olmamıştı. Kahveye dönünce bir süre bunu düşündüm: Ya Fahriye Gülsüm’e söylerse? Ya C duyarsa gibi kuşkularla, kuruntularla dolaştıktan sonra da başka zaman takınacağım tavırlar üstüne varsayımlar kurmaya başladım. Elini elime alınca bir süre bırakmasaydım ne yapacaktı? Gene gülerse ne demeliyim? soruları uzadı gitti. Bir süre sonra eve döndüğüm bir sırada M iktar Ağa ile karşılaştık. Sanırım Miktar Ağa'ya her zamankinden daha yakınlık duyarak gülümsedim. O da gülümsedi ancak tam önümde durdu, elini uzatarak gömleğimin düğmesini okşar gibi tutarak:

– Sen ağibeysin, Fahriye sana göre daha çocuk sayılır. O kardeşine arkadaşlığa gidiyorsa yalnızlıktan bunaldığından gidiyor. Gideceği tek yer de sizn ev. Sen bunu bizim çeresizliğimizi bilerek yapıyorsan yanlış bir iş yapıyorsun. Eğer bunlar bana bir şey yapamazlşar diyorsan bunda da yanılıyorsun. Biz öyle senin sanacağın kadar yalnız değiliz. Bizim de büyük bir ailemiz var. İş oralara varmasın. Bu aramızda kalsın, kızımı beğeniyorsan, büyümesini sabırla beklersin, gönlünü de alırsan, o zaman bir diyeceğim kalmaz. Umarım beni iyi dinlemişsindir. Sakın Fahriye ile karşılaşınca bu konuda bir şey söyleme, bunu yaparsan, yaşamın boyunca unutamayacağın bir durumla karşılaşırsın. Ben onun babasıyım, baban seni nasıl koruyorsa ben de onu öyle koruyorum. Düşün o bir kız, hem de çocuk yaşında bir kız çocuğu! deyip düğmeyi bıraktı:

– Hadi şimdi güle güle! demişti. Ayrıldım ama yare mi basıyordum bir boşlukta mı geziyordum? Kahveye girmeden dereye kavaklar yanına gitmiştim. Karşılara geçtim , islak yerlerde dolaşıp sırıl sıklam eve döndüm . Evde kimse yoktu. Az sonra Gülsüm geldi, Fahriye ile birlikte yastık işliyorlarmış. Kuşkulandım, Fahriye ona da söylemiş olabilir mi? Tüm kurnazlığımı ayaklandırım sorular sordum. Sonunda inandım, Fahriye Gülsüm’e de bir şey söylememiş. Bir süre de Rasim’in ağzını aradım, ondan da bir şey çıkmayınca oldukça rahatladım. Ancak Miktar Ağa ile iki ikiye kalmaktan hep kaçındım. Bugün karşılaşınca onları anımsadım. Oysa Miktar Ağa gelir gelmez hoş geldin sözünden sonra babamı sordu:

– Rahatsız olduğunu duydum, bir süredir ben de burada değildim, Kızımın yanına gitmiştim. Damat asker, Fahriye çocuğuyla başbaşa kaldı. Onu yalnız bırakmıyoruz. Damat izinli geldi, o gidince Fahriye yaza dek burada kalacak!” dedikten sonra Rasim’in de son yoklaması yapıldığını, bugün yarın onu da askere yollayacaklarını anlattı. O konuşurken ben içimden hep sordum: “Miktar Ağa benim unutmadıklarımı sahiden unuttu mu? ” Biz konuşurken Arabacı kardeşler geldi; Ali Arabacı, Hasan Arabacı. Hasan Arabacı’nın oğlu Nebi benim çocukluk arkadaşım, iki yıldır asker. Ağabey Ali Arabacı’nın çocuğu olmamış. Aile bir başka köyden evlattık almış. Adı Ali. Geldiği yerde ona bir ad takmışlar; Kıvrak Ali. okula başladığımızda onu bu adla tanımıştık. Arabacı Ali’nin oğlu olarak tanınmasına karşın Kıvrak Ali söylemi sürdü. Şimdi de o konuşulurken Kıvrak Ali deniyor. Dikkat ettim Arabacı Ali, yanı baba olarak bilinen kişi bana: “Bizim Kıvrak Ali de geçen hafta gitti, 20 gün izinli gelmişti!”dedi. Nebi iyi arkadaşımdı. O da ailenin tek oğlu olduğu için okutulmadı. Oysa Nebi okumak istiyordu. Arabacı Ali benimle çok ilgilenir; zaman zaman da ilginç sorular sorar. Bu kez de sorular sorarken birden:

– Bana kalırsa sen bu köye dönmeyeceksin, zaman zaman düşünüyorum, bu kadar okuduktan sonra köye dönüp burada çalışılmaz. Eğitmen Mustafa bile zaman zaman bunalıyor. Sen gider hiç değilse kasabalarda kendine bir yer bulursun! deyip güldü. Sonra da sordu:

– Ben yanlış mı düşünüyorum? Yanlış düşünmediğini, bir süre daha okumak için yollar aradığımı olanak bulursam yorulana dek okuyacağımı anlattım. Deminden beri bizi sessizce dinleyen Miktar Ağa ilgiyle sordu:

– Ne o evlenmeyi hesaptan iyice çıkardın mı? dedi. İçim cızladı. Adamcağız bir baba olarak hiçbir şeyi unutmamış ama özenle o olayın uzağında durmaya çalışmış! deyip utandım. Gelenler olunca bahane sayıp ayrıldım. Bu arada çocuklar geldiler. Üçü de el ele tutuşmuş konuşuyorlar; dinledim. Bütün sorular hı. hı, hı, hı.

Bir ara kahvede kimse kalmadı, çocukları Büyük Ablama bırakıp Abbas Amcama gitmek istedim. İstedim ama rahatsız olduğunu duymuştum. Hasta olduğunu bile bile gitmek istemedim, duymamış gibi kuyudan su alma bahanesiyle gidip seslendim. Yenge, yeni uyuduğunu söyledi. Rahatsızlığı ayaklarındanmış, dizlerinden aşağısı karıncalanıyormuş. Hastanede de yatmış. Doktor, fazla ayakta kalmamasını önermiş ama amcam bunun tam tersini yapıyormuş. Tenekeleri doldurup kahveye döndüm. Gramofonu açtım. Çoktandır kullanılmadığı üstündeki tozdan belli oluyordu. Yeni plaklara baktım. Sinema filmlerinde şarkılarını dinlediğimiz Müzeyyen Senar’ın, Safiye Ayla’nın, Hamiyet Yüceses’in, Münir Nurettin Selçuk’un plakları var. Gramofonu güzelce sildim ama çalmak içimden gelmedi. Babamın rahatsızlığını bile bile gramofon çalmayı içime yediremedim: Okumak için kitap getirmeyişime pişman olur gibi bir duruma girerken eski defterlerimi karıştırmayı düşündüm. Özellikle Hasanoğlan’da yazdıklarımı okumak istedim Defterlerimin bulunduğu sandığı karıştırırken Küçük Ablam geldi, gelir gelmez de Emine Abladan söz etti. Ablama kahvecilik yaptığımı anlattım. Ablam hemen dönecekmiş, az kalma koşuluyla ablamla birlikte onlara gittim. Emine Abla uzaktan görmüş geldi. Emine Abla hiç değişmemiş. Gene mısır püskülü gibi kınalı saçları kaşlarının üstünde. Belki biraz kilo almış; eskiye göre daha sağlıklı, yüzü de daha etli gibi. Neşesi yerinde. Kardeşi Hüseyin asker, izinli gelmiş, onu görmek için bizim mahalleye taşınıyormuş. Benim de burada olduğumu duyunca görmeden edememiş. Ben de kahvecilik yaptığımı anlattım. Özellikle bugün kahvede yalnız olduğumu, şu anda kahvede kimse bulunmadığını, söyleyerek Emine Ablayı kahveye davet ettim. Emine abla hep gramofon dinlemek isterdi, onu anımsattım. Sevindi:

-Giderim vallahi! deyince Küçük Ablam tepki gösterdi:

– Deli Kız! Emine Abla bu kez, şaka konuştuğunu, ancak gramofonu eve getirirsen başka bir gün geleceğini söyledi. Emine Abla sanırım bu kez ablamın “Deli Kız”sıfatlamasına alındı: -Gramofon dinleyenler hep deliler mi? diye sordu. Olabilecek bir tartışmayı önlemek için:

– Kahveye gelenler olur, gene gelmek üzere bana izin! deyip kalktım. Emine Abla, kaç gün kalacağımı sordu. 15 gün deyince, Emine Abla: Gene gel, yarım kalan konuşmamızı sürdürelim, gramofonu unutma! deyip beni uğurladı.

Kahveye döndüğümde kimseler yoktu. Çok kez babaqm ya da Ali Ağabeyim de benim gibi kahveyi açık bıraku ıp kısa bir zaman ayrılırlar. Sürekli gelen komşular buna alıştıkları için kimi kez gelip sohbetlerini sürdürürler. Bu kez kimse gelmemişti. Bir bakıma buna sevindim. Yapılacak işleri ivedi olarak gördüm. Abbas Amcamın kuyusundan iki, kova su aldım. Yengem görmüştü, Abbas Amcama söylemiş olacak, az sonra Abbas Amcam çıktı geldi. Rahatsız olarak çıkıp gelmesini içimden doğru bulmamakla birlikte, “Geçmiş olsun dedim, arkasından da iyi göründüğünü söyledim. Abbas Amcam önce kendisinden yakındı. Köylü çocuğu, köyde yetişmiş olması nedeniyle daha dayanıklı olması gerektiğini anlattı. Ne düşündüyse birden sesini yükselterek:

– Ecelden kaçılır mı sevgili yeğenim? Ecel gelmeye görsün, fani olan bizler onbun nasıl geldiğini, nasıl alıp götürdüğünü anlayamayız. Belki de benimki böyle, damla damla olacak. Sesini yükselterek:

– Sen benim babamın nasıl öldüğünü bilmezsin. Öyule ya, sen o zaman çok ufaktın! deyip, benim çok iyi bildiğim olayı anlattı. Oysa ben olayı gerçekten çok iyi biliyordum. “İlkokul 3. sınıftaydım. Herkesin DEDE(Bekteşi dedesi) diye andığı Büyük Amcam o sabah kahveye gelmiş, babamla, kahvede bulunan öteki kimselerle konuşmuş. Babam, Büyük Amcamın çok sevdiğini bildiği sabah kahvesini teklif edince Mehmet Amcam:

– Bu sabah kahveyi hemşerimiz Şehri’ de içeceğim(Şehri, Şehriban ‘ın kısaltılmışı. Söz konusu kişi de babamların eski memleket yaşlılarındandır) deyip ayrılmış. Oradan sözünü ettiği Şehri Kadının oğlu, Kaplı İsmailler olarak anılan eve gitmiş. Şehri dediği eski arkadaşıyla bir süre konuştuktan sonra içeri odalardan birine bir minden atılmasını istemiş. Şehri kadın uyuması için serdiği yer yatağına biraz uyumak için yatan Büyük Amcam, yatar yatmaz gözlerini kapamış. Bir süre sonra uyuyup uyumadığına bakmak için odaya giren Şehri kadın, Büyük Amcamın öldüğünü görmüş. Olayı çok doğal karşılayan Şehri Kadın, gene doğal bir sessizlik içinde olayı çevredekilere duyurmuş. Az önce kahvede Büyük Amcamla konuşanlar habere bir süre inanamamışlar. . Büyük Amcamın ölümünden çok ölüm olayı yıllarca konu olmuş, kimi gerçek dışı duyuntular da eklenerek olağanüstü bir anlatı biçimine sokulmuştur. Söylentiler bir yana sürüp gelen gerçek ise, mezarının köy mezarlığına değil köyün kuzeyindeki yüksek bir yere kondurulması olmuştur. Köyün, Kırklareli yolu üstündeki bu yöreye de Dede’nin Mezarı semti adı takılmıştır. Mezarın bir bölümü özel olarak mum yakmaya ayrılmış, isteyenler belli günlerde mumlarını yakmaktadır!

Abbas Amcamın rahatsızlığunı düşünerek, onu konuşturacak konulardan kaçındım. Oysa Abbas Amcam bu kez, yeğeni, Hilmi’den bireysel olarak yakındı. Hilmi'nin evlilik durumunu eleştirdi. Hilmi’nin iyi bir izdivaç yapmadığından söz etti. Hilmi’nin eşi çürük çıkmış. Amcama göre kadınlar çok doğuma hazır olmalıymış. Oysa Hilmi'nin eşi bir çocuk yapıp “Eleği duvara asmış!”Biz konuşurken kahveye gelenler oldu. Ab bas Amcamı dikkatle dinleyenler, “Eleğini duvara asma!”sözüne güldüler. Bir kaç kişi de söze karıştı:

– Eleğini duvara asmayan var mı? diye sordular. Abbzas Amcam sözünü, kendine göre açıkladı. Amacının çok çocuk yupması olmadığını, ancak köy koşullarına uyacak bir bedenin sz konusu olduğunu belirtti.

– Köyde Abbas Amcama herkes iyi davranmaya çalışır. Genellikle, eğlence, şarkı, türkü konularında onu dikkatle dinlerler. Bağlama çaldığı için sık sık da dinlemek isterler. Sonunda söz oraya dayandıAbbas Amcam bu kez beni öne sürdü:

– Yeğen kitaplardan en doğrusunu, en güzelini okuyup öğreniyor. Bizim papuçlar yakında dama atılacak!”deyip güldü. Abbas Amcamın sözünü doğrulamak için onun sevdiği, şiirlerini okuduğu şairler vardır. Sah İsmail, Genci, Vahit Lütü Salcı. Vahit Lütfü Salcı’yı çok sever, ona “Salcı Baba !”der. Özellikle Bektaşi olduklarına inanların da hoşuna gideceğini bildiğim için Şah İsmail’den bildiğim tek şiiri okudum. Agah Sırrı Levend’in Lise 2. Sınıf Edebiyat Tarihi Dersleri kitabında görünce Abbas Amcamın seveceğini düşünerek yazmıştım. Sonradan ben de sevdim, kısa olduğu için de kolayca ezberlemiştim. Şah İsmail'den kısaca söz ettim. Yavuz Sultan Selim'le yaptığı savaşa değindim.

 

“Eya gönül kuşu derler bahar imiş mene ne
Bisatı ayş acep rüzgar imiş mene ne
Diyorlar oldu deli Leyli zülfüne Mecnun
Deminde ol dahi bikarar imiş mene ne
Ahıttı yaşımı devran batırdı kanıma el
Rakip elindeki desti nigar imiş mene ne
Lebin zülali ne sözdür tükendi ömrü aziz
Hayatı Hızr eğer payidar imiş mene ne
Bu bahtı bed ki menim var Hatai ol şumi
Gam ehline diyeler gamgüsar imiş mene ne”

 

Abbas Amcam birden doğruldu:

– Sen şimdi ne yaptın be yeğenim? deyip az durdu:

– Getirip sözü benim kalbimin üstüne kondurdun. Ben, böyle şiirle söz olarak okuyamam. Ancak çok sev diklerimden söz edilince de söze katılmadan da duramam. Kusura bakma tamamını toparlayamayacağım. Bari aklımda kalanla sana katılayım, deyip:

“Sakii baki elinden mestolup içmekteyiz

Katrai mest olup mestane gelmişlerdeniz

Ey Hatai iydi ekberdir hicabı dilberin

Biz bu iydi ekbere kurbana gelmişlerdeniz”

Dedikten sonra, “Mabadı inşallah olacaktır!” deyip ayrıldı.

O gidince bu kez arkasından konuşanlar oldu. Çoğunlukla övüldü. Özellikle bağlama çalması üstünde duruldu. Sesinin gürlüğü, güzelliği söylendi. Gerçekten güzel şarkı söylediğini biliyordum. Özellikle onun söylediği “Kız Pınar Başında Yatmış Uyumuş” şarkısını ondan daha güzel söyleyen dinlemedim. Zaman zaman: “Özel toplantılarında Bektaşi, Nefeslerini de en güzel o söylüyor!” dendiğini hep duyardım. Bu kez duyduğum en önemli söz ise şu oldu:

-Ne yaparsa yapsın o, babasının yerini dolduramaz! Savunanlar da çıktı:

– Abbas şanssız, hastalıktan yakasını bir türlü kurtaramadı! Birileri de Abbas Amcamın şanslı olduğunu öne sürdü. Onlara göre ise ağabeyi Hasan, Kırklareli Hastanesi Müdürü olmasaymış, şimdiye dek çoktan cartayı çekermiş! Konuşanların sözlere hiç karışmadan dinledim. Kahvede konuşanların hemen hemen hiç birisi sözlerini ölçüp tartmadan ortalığa atıyor. Ya da sözlerinin nereye varacağını hiç hesaplamıyor. Örneğin “Cartayı çekmek!” ölmek anlamında kullanılıyor. Sırıtarak birisi çıkıp bunu bir tanıdığı için söyleyeb iliyor. “Ölürdü!” Oysa aynı kişi az önce amcamın ağzına bakıp tüm sözlerini başını sallayarak onaylıyordu. Yüzlerine baktım, fazla bir benzerlik yok ama konuşmalar bizim derslikteki konuşmaların çok benzeri. Sanırım Trakya’da tüm insanlar bir birine benziyor. Böyle olunca çocuklarının da benzemesi doğaldır. Konuşmaların üstüne Furtun Şerif geldi. Kahvedekilerin en yaşlısı o oldu. Bu nedenle o gelince önce bir suskunluk yaşandı sonra da herkes sıra ile Şerif Enişteye “Merhaba!”dedi. Bu bir gelenektir yaşlılara hep böyle yapılır. Şerif Enişte ne düşündüyse birden köyün kuruluşundandan söz açtı. 1314-1315 dedikten sonra bunları yeni tarihe çevirmemi istedi. Konuşanlardan söyleyen oldu ama o bana dönerek: “Ben ona inanıyorum, o söylesin!”deyince ben kendi doğumumu ele alarak sözümü kanıtladım. Şerif Enişte bu kez kendi tevellüdünü(Doğum tarihini) söyledi 1303. Ben de 1888 olarak düzeltim. Ancak: “Doğum aylarının yılbaşlarına yakınlığı-uzaklığı durumuna göre bu tarihler kimi kişilerde bir yıl öne ya da arkaya alınır!”dedim. Şerif Enişte benim dediğim üstünde durmadan köyün kuruluşunda 12 yaşında olduğunu, o günkü olayların bir çoğunu anınmsadığını anlattı. Köyün kondurulduğu yer sık bir ormanmış. Şimdiki ev yerleri kura ile orman olarak paylaşılmış. Günümüzdeki tarlalık olan yerler baştan sona sık ormanlıkmış. Köyün kuruluşunda emeği geçenlerin çoğu göçmüş. . Bu arada babamı anımsattılar. Babamların iki yıl sonra geldiğini söyleyip sözlerini sürdürdü. Köyde çocukları olan kişileri saydı, hiçbir izi kalmamış bir çok kimseleri andı. Sonra da kurasına düşen yerde oturan haneleri sıraladı. . Birden bana dönerek: “İşte sana bir görev: “Hiç değilse bundan sonra yaşayacaklara ışık tutacak bir görev, şu bizim köyün insanlarını bir deftere yaz. İlerde isteyen oradan alıp geşmişindekileri okur. Bakın, ben kendimi zorluyorum, gözümün önüne getirdiğim bir çok insanın adını anımsayamıyorum. O zaman okur yazar olup yazsaydım, şimdi bu tür sıkıntılara kendimi sokmazdım. ”Şerif En işteye sen hepten ihtiyarlamışsın, diyenler oldu. O da gülerek:

– Senin de bir gün olacağını, ben şimdi oldum; bundan kurtuluş yok! Tilkinin gideceği son yer “ Kürkçü dükkanıdır!”dedi.

Ali Ağabeyim Lüleburgaz’dan erken döndü. O dönünce Lüleburgaz haberleri soruldu. Ali Ağabeyim önce gülerek:

-Lüleburgaz yerinde duruyor, dükkanlar da sizi bekliyor! dedi. Kahvedekiler de söz birliği etmişçe:

-Beklesinler beklesinler! diyerek anlamlı anlamlı güldüler. Şerif Enişte gene bana dönerek: -Sen şimdi bizim bu konuşmalarımızdan bir şey anlamıyorsun değil mi? diye sordu. Anlıyorum ama açıklamam olası değildi. “Tam olarak anladığımı söyleyemem!”deyince Şerif Enişte, elinin parmaklarını sayarak:

-1-Bir tahsildar, 2-sütçü, 3- pancarcı, 4- ofis; bu saydıklarımla ilşkisi olmayanlar bizim dilimizden anlayamaz! dedi. Hepsini çok iyi anlıyordum ama anlamamış gibi sustum.

Ali Ağabeyim beni düşünerek bir de Cumhuriyet gazetesi almış. Gazetede önemli haber:

– Von Paulus sıkışmış durumda. Aylardır Stalingrad’ı aldı alacak ünlü Alman general beklemediği bir direnişle karşılaştı. Pekiştirilmiş Soyyet kuvvetleri kışın da yardımıyla Paulus’u bunalttı! deniyor. Bunu okuyunca kahvedekiler dikkatle dinledikten sonra aralarından bazıları:

– Haydaaaa, şimdi ne olacak? Alaman gene mi yenilecek yoksa? deyip yoruma kalkıştılar. Afrika’da Rommel’in çekilişini duymuşlar. Rommel’e Romel deyip kırk yıllık tanıdık gibi adını anıyorlar:

– O çekildiğine göre ötekiler zaten tutunamazmış. Ancak o da netameli değilmiş; çekilmiş gibi yapar ansızın düşmanın karşısına çıkarmış. İngiliz gavuruna da böylesi gerekliymiş. Onlar bunları konuşurken gerçek İngiliz düşmanı Kolsuz Hamza’yı, Çanakkale Gazisi Hamza Amcamı anımsadım. O bunları duyunca ne diyecek? Demeye kalmadı karşıdan geldiği görüldü. Ali Ağabeyim deneyimli:

– Fakiri kızdırmayalım akşam akşam, eve dönünce evdekileri paylamasın! deyip gazeteleri dükkana götürdü. O gelince de kimse haberlerden söz etmedi. Hamza Amca çarşı pazar üstüne sorular sordu, az kalıp gitti. Ali Ağabeyim bana bizim öğrenciler hakkında bilgi verdi. Gülerek: “Hindi sürüleri gibi bir birinin ardında kasaba içinde dolaşıyorlardı!”deyince hep gülüştüler. Onlar bu gün gittiklerine göre ben neden iki gün önce gelebilmişim, bunu merak eden oldu. Benim, onlardan yaşlı olduğumu, köyümün yakın olduğunu öğretmenlerin hep bildiğini anlattım. Ben burada kestim ama onlar kendi aralarında, benim akıllı olduğumu, işimi bildiğimi, üstüne üslük Kamber Amcamın beni koruduğunu fısıldaştılar.

Eve dönünce okulda olduğu gibi gene geçen günümü düşündüm, değişen bir şey yokEmine Abla aynı konuşmaları yapa yapa yaşlanacak. Şerif Enişte zaten yaşlılığını kabullenmiş. Oysa daha 54 yaşında. Babamdan 20 yaş küçük. Babam olduğu zaman kendini gençler arasına koyuyor. O olmadığı zaman bambaşka bir Şerif Furtun oluyor. Ali Ağamın bizim öğrencileri benzetmesine hem güldüm hem de üzüldüm. Küçük öğrencilere gruplar olarak gezmeleri tembih ediliyor. Bunun nedenini Ali Ağabeyimin düşünmemesine üzüldüm.

 

Not: Okula dönünce eklendi. Abbas Amcamın bir bölümünü okuduğu şiirin tamamı benim okuduğum şiiri aldığım kitapta varmış görünce sevinip aldım. Ancak içinde anlamadığım çok söz olduğundan ezberlemeye kalkışmadım,

 

“Biz ezelden ta ebed meydanına gelmişlerdeniz
Şahı merdan aşkına merdane gelmişlerdeniz
Yazmaya Hakkın Kelamullahı natık şerhini
Bu beyanın ilmine, Kurána gelmişlerneniz
Gaybı mutlaktan temaşayı ruhu ziba için
Bu şehadet mülküne seyrana gelmişlerdeniz
Kainatı suretı Rahmana tebdil eyleriz
Ruhu Kudsün ruhuyuz insana gelmişlerdeniz
Bie muanber turranın küfrüne amenna deyup
Hakka teslim olmuşuz imana gelmişlerdeniz
Saki-i Baki elinden mestolup içmekteyiz
Katrai mestolmuşuz mestane gelmişlerdeniz
Ey Hatai iydi ekberdir hicabı dilberin
Biz bu iydi ekbere kurmana gelmişlerdeniz”

Hatai (Şah İsmail)

Sözler:

Şahı merdan-Hazreti Ali. Kelamullahi natık-Allşahın yarattığı insan, şerh-açıklama, yayma. Beyan-söyleme, açıklama. Gaybı mutlak-Bilin meyen, görülemeyen gerçek. Katrai mest-damla damla birikmiş coşku, sevinç. Ruhu ziba-Düzgün yüz, yanak. Ruhu kuds-Cebrail. Muanber-kokulu, Turre-perçem, yüze sarkan saç. Küfr-inkar. Amenna-inanmışlık, İydi ekber-Büyük bayram, Sakii Baki-Bitmeyen sakilik.

 

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ