Son Sınıf Olma Sevinci ile Yıl Sonu Başarı Kaygısı Yan Yana!
15 Eylül 1945 Cumartesi
Erken uyandım; kararım gereği hemen kalktım. Yarın zaten zorunlu kalkacağım. Enver Ötnü daha önce kalkmış, unuttuğu bir nesneyi almaya gelmiş, beni görünce:
-Bugün uyusaydın, yarın nasıl olsa kalkacaksın! uyarısında bulundu. Dün aklımdan geçmişti sordum:
-Sağlık Kolu bu oyunlara katılacak mı? Enver, kesin olarak:
-Yok enişte, onlar doktor olacak, doktorlar zeybek oynar mı? Aralarında hevesliler var ama onlar bireysel hevesler. Biz, öğretmen olacakları Efe olarak yetiştiriyoruz. Onların da kaçı köylerde kolunu kaldırıp oynar bilemeyiz ama, bu, bizim Emin Soysal’ın bir hevesiydi, kendisine şimdilerde küfredilmesine, aleyhinde konuşulmasına karşın koyduğu kural tüm Köy Enstitülerinde uygulanmakta. Doğru söyle siz Kepirtepe Köy Enstitüsünde Millî oyun oynar mıydınız?
-Hasanoğlan’a gelip döndükten sonra ben, iki arkadaşım, Yusuf Asıl, Ahmet Güner oynamaya başlamıştık. Bunu genele yaymak istedikse de tutmadı. Bizim Kepirliler, oyunu “Köçekler oynar!” deyip tepki göstermişti. Köçek dedikleri de kadın kılığına girmiş erkeklerin, düğünlerde, panayırlarda çıkıp kadın oyunları oynamaları anımsatılıyordu. Gerçekte çok güzel zeybek oynayan bir öğretmenimiz vardı, şimdi burada, Hidayet Gülen, o bile etkili olamamıştı.
Salona gidince akordiyonu çıkarıp bir süre parmaklarımı çalıştırdım. Akordiyon piyano gibi değil kaçamak tarafları oluyor. Akorlara basınca ufak tefek yanlışlar karışıp gidiyor. Zaten zeybek müzikleri, kısa, tekdüze ritmi bozmayınca oynayanlar ayırdında bile olmuyorlar.
Kahvaltıda Ayşe’yi gördüm, masalardan tabak, çatal, kaşık topluyordu. Acaba anne babası, kızlarının bu tür hizmetçilik yaptığını biliyor mu? Biliyorsa, bunu nasıl karşılıyor? İçimden acı acı gülümseme geldi:
-Senin baban biliyor muydu? Babanın kahvesine tenekeyle su getirirken, sana bunu bile yapma! diyen baban, Kepirtepe’ de bidonlarla su taşıdığını gördü mü? Görseydi, ne diyecekti? Askerliğinde Hizmet Erliği yapanlar ne yapıyor? Okul Müdürlerini, öğretmenleri, öğrencileri, öğrencilerin çalışkanlarıyla tembellerini bir bir karşılaştırdım. İnsanlar nasıl da başka başka oluyorlar? Burada da birçok öğrenci tanımıştım, Galip Gürler, Ömer Çiftçi, Hacı Karaca! Galip’le Ömer şimdi benimle, bir sınıf arayla öğrenci. Hacı, köy okulunda öğretmen. Yıllar sonra gene öyle değişik yerlerde çalışacağız. Nezir Üşenmez’i anımsadım, Çanakkale Biga köylerinin birinde öğretmen. Yeğenim İsmet Kızılcıkdere Köy Okulu Başöğretmeni. Oysa onlar benim belleğimde Kepirtepe’deki gibiler. Kamil Varlık, Naci Aydın, Ahmet Baştürk, Numan Bayazıt, köylerinden söz ettiler. Onlardan ayrılınca onlar gene benim gözümde Kepirtepe’deki durumlarına girdiler. Yeğenim İsmet’i kucağında kızıyla gördüm. Öyleyken İsmet’i gene eski İsmet olarak düşlüyorum. Ayşe’yi de gelecekte bir gün değişik görünce, besbelli bugünkü çocuk görüntüsü içinde düşleyeceğim. Masalardan öteberi toplayarak görev yapan bir çocuk! Ali Demirci kendini benimsetti, tıpkı Hasan Tekin gibi arkadaşlarını toplayabilen bir yaratılışta. Ömer Çiftçi de böyleydi; onun yerine Hasan Tekin geçmişti. Bir aksaklık olmazsa sanırım Ali Demirci de o yoldan gidecek! Ayşe bana, Kepirtepe’ye ilk gelen kızları anımsattı. 8 arkadaştılar. Bizden bir sınıf sonraydılar ama aramızda büyük yaş, ya da yapı farkı vardı. Bu nedenle ben, benim gibi sınıfımızın yaşlıları onlara karşı cinsten birileri olarak bakmaz dahası acıyorduk. Kepir’in o sert koşullarına nasıl ayak uyduracaklar? Çamurdan çıkmaları bile olanaksız. Çok iyi bir öğretmenleri oldu, Nahide Akalın (sonradan Nahide Ergin) onları kurk tavuklar gibi kanatları altında korudu. Gene de bizim arkadaşların şakacıları onlara ad takıyorlardı. Bülbül, demişlerdi birine. Ben bu ad takmalara önceleri çok karşıydım. Sonraları ben de bir bakıma uydum onlara. Ancak ben uyduruk olarak ad takma yerine güzelliği çağrıştıracak ad takma taraftarıydım. Örneğin 2. Almanca kitabın da Goethe’nin bir şiirini, Roslein’ı okuyunca adını çağrıştırdığı için Roslein! demiştim. Belki de o bunu hiç duymadı. Duysaydı da kırılacağını sanmıyorum. Çünkü Roslein şiiri çok duygusal, insancıl bir tarafı olan bir olayı anlatıyor.
Kahvaltıdan sonra, arkadaşlar gelmeden, daha doğrusu dersler başlamadan yapmak istediğim bazı düzeltmeler vardı, onları yapmaya karar verdim. Dergide çıkan bazı tanıtıcı ya da öğretici yazılarda büyük yanlışlar var. Onları doğrularsak, dergiye koyacaklarını söylemişlerdi. Örneğin bizim Kepirtepe’den 1941 yılında buraya geliş gidişimizde yanlış bilgiler var, bunların doğrusunu yazmam gerekiyor. İlk dergide çıkan, Rıza Dönmez tarafından yazılan bu yazıda kişisel yorumlar dışında hemen hemen söylenenlerin hepsi yanlış denilebilir. Ancak ben salt Kepirtepe ile onu ilgilendiren noktalar üstünde duracağım.
1. İlk olarak Kayseri-Pazarören, Kars-Cılavuz, Ladik-Akpınar Köy Enstitülerinden ekipler geldiler, her ekip, 20 öğrenci-10 eğitmen olmak üzere otuzar kişiden müteşekkildi. Bu üç ekiple Kepirtepe Köy Enstitüsü öğrencileri 20 gün içinde birer atölye binası yaptılar ve 10/8/ 1941’de ayrıldılar deniyor. Burada anlatılan yuvarlak sözlerin gerçekle bir ilgisi yok. Bir kez adı geçen ekiplerle eğitmen kesinlikle gelmemiştir. 20 öğrenci geldiği doğrudur. Ancak onlar da kendi 20 kişilik grubuyla gösterilen bazı işlerde çalışmıştır. 20 günde, 20 kişilik ekibin bir bina yapması söz konusu olamaz. Zaten gelen ekipleri oluşturan öğrenciler, her ne kadar 2. sınıf olarak gösteriliyorsa da daha bir yıllıktılar. Bu bir yılda, nasıl bir eğitim görmüşler ki, bina yapıveriyorlar? Bilindiği gibi Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940 tarihli yasa ile kuruldu. Yeni öğrenci toplama, neredeyse Eylül 1940 tarihini buldu. Bundan sonra bu öğrenciler iki sınıfın derslerini okudular, üstelik iki yıllık da sanat çalışması yaptı mı denilmek isteniyor? Gerçek şu, Kepirtepe, ilk yılını, atölyelerde Marangozluk, Yapıcılık ayırımı yapılarak yetişmiş, üstelik kendi binalarını tamamlamış deneyimli öğrencilerdi. Hasanoğlan’da da öteki ekiplerin işlerine karşın kendi iş planlarını uyguladılar. Gelen ekipler gerçi bazı binaların temellerini atmış, duvarlarını bir ölçüde yükseltmişti.
İsmet İnönü geldiğinde resim çektirilmiş. Arkasında binadaki levha Gölköy yazıyor. O binayı Gölköy’den gelen 20 öğrenci, 20 günde yapıp gitti diyenler, bina yapımından habersiz olduğu gibi bir insanın günlük çalışma sınırı hakkında da bilgisiz demektir. O görünen binanın pencerelerini bile 20 öğrenci 20 günde yapamaz! Kaldı ki gelen öğrenciler gerçekte daha 1. yıllarındaydı. Gerçi o zamanın heyecanı içinde onlara bir yılda iki sınıf atlatılmıştı ama, onların doğal gelişiminde bir değişim olmamıştı. Gölköy Köy Enstitüsü ekibi ayrıldığında o binanın duvarları, görünen pencerelerin altındaydı. Oradan ötesini o görünen şekle Kepirtepeliler getirdi. O görünen yazıyı da Kepirtepeli Hidayet Gülen öğretmen, Gölköy anısı olarak oraya ekledi. Öteki dört bina da tıpkı böyle tamamlandı.
Kepirtepeliler yarım kalan tüm binaları tamamlamıştı. 1. yılında Hasanoğlan’da 20 bina yapılmış olması da söz konusu değildir. Bunu söylemek için ya bina yapımı hakkında bilgisizlik ya da bir yıllık öğrencileri masal devleri gibi göstermektir
2-Bunları yazan kişinin ya da kişilerin hiç olmazsa yönetim işlerini yürütenlerin, çalışmaları yönlendiren öğretmenlerin adlarını doğru yazması beklenirdi. Oysa, Hasanoğlan Köy Enstitüsü ilk yıl kuruluşuyla hiç ilgisi olmayanlar sokuşturulmuş, gerçek kişiler ise ikinci derecelere düşürülmüştür. Örneğin 18 Nisan- 10 Aralık 1941 tarihleri arası Hasanoğlan Köy Enstitüsü kuruluşu sayılacaksa (Kepirtepe bu tarihler arası oradadır) Ali Rıza Tümer diye bir kişi yoktur. Müdür olarak gösterilen Mehmet Tuğrul da Hasanoğlan’da ancak bir ay kalmış, ayrılmıştır. Hasanoğlan Köy Enstitüsü kuruluşuna en çok emeği geçen Köy Enstitüsü öğrencisi olan Kepirtepeliler, yönetici olarak Mustafa Güneri’yi tanımış, onun yönetiminde Kepirtepe’ye dönmüştür. Kepirtepe’den gelen öğretmenler ise, Selçuk Korol, Hidayet Gülen, Namık Ergin, Reşat Tekinay, Hüsnü Baykoca, Nazmi Aybar, Ali Yılmaz Demirbilek, Nafıa Akalın’dır. Naci Birkök, Latif Yurtçu, Bergüzar Güvenç, Faik Bakır, İrfan Evren, Naci İnan, Nahide Akalın öğretmenler Hasanoğlan’a gelmemiştir. Behire Bil, Süheyla Başokçu birer ikişer ay kalıp ayrılmıştır. Layoş Sili ile Gaspar Nagipal Usta daha ilk günler bize katılmıştır. Öteki adların tümü, Hasanoğlan’a sonradan gelmedir.
Ali Rıza Tümer diye birisi, söz konusu 18 Nisan 1941-10 Aralık 1941 tarihleri arasında Hasanoğlan’a gelmediği gibi 2 Ekim 1941 tarihinde ayrıldığı yazılan Müdür vekili Mehmet Tuğrul da ağustos başında ayrılmak zorunda kalmıştır.
3. Yüksek Köy Enstitüsü’nün kuruluşu üstüne söylenenler de inandırıcı değildir. 1943 yılı haziran ayında çıkan bir kararname ile açılan bir okulun kuruluşu nasıl oluyor da 1942 de gösteriliyor? Kurstan ya da başka okuldan öğrenci alınabilir ama bu okulun yasal kuruluş sürecini etkilemez. Ayrıca adları sayılan öğretmenler de karıştırılmıştır. Örneğin doç. Niyazi Çitakoğlu, 1943-1944 öğretim yılında atanmıştır. Keza, 1943-44 öğretim yılında Askerlik derslerine Kurmay Binbaşı Nuri Teoman girmiştir. Yüzbaşı Sıtkı Ulay 1944-1945 öğretim yılında Binbaşı Nuri Teoman’ın ayrılması üzerine gelmiştir
3-Yazının en doğru tarafı:
-Kepirtepe Köy Enstitüsü öğrencileri, ufaklı büyüklü, birçok işlerden başka 6 bina yaptıktan sonra eser bırakmanın büyük zevki içinde 7 birinci kânun 1941 de Hasanoğlan’dan ayrıldılar! denmesidir. (10 Aralık 1941)
Not 1. Kurucu yöneticisi Mustafa Güneri, tüm çalışmalara katılan öğretmen Hidayet Gülen, Hasanoğlan Köy Enstitüsü kuruluşuna katılmış olma mutluluğuyla övünen biz Kepirtepelilere danışma gereği duyulmadan danışmadan aparılan, böylesi, özensiz yazılmış bir yazı Hasanoğlan Köy Enstitüsü kuruluş tarihi için yarardan çok zarar verecektir. Oraya ilk alın teri döken Kepirtepelilere yardımı dokunmayanların araya sokuşturulup onur paylarına ortak edilmesi onlara büyük haksızlıktır. İşin acı tarafı, böylesi özensiz bir yazı Dergi Kolu tarafından yarışmaya alınmış, 2. olarak seçilip yazarı ödüllendirilmiştir.
Not 2. Dergi Kolunda çalıştığı söylenen Kepirli Mehmet Başaran’a sorulup düzeltme yapılmadıysa tüm Kepirliler ve de doğruluk adına onu da kınarım!
Kınadım ama bununla da yetinmedim. Belleğim beni alıp gerilere çekti. Bu konu, Kepirliler arasında staja çıkmadan önce konu edilmişti. Yarışmaya Dergi Kolundakiler katılamıyormuş. Oysa Kepirli Mehmet Başaran katılmış. Bu söylenince arkadaşlar bir süre yorumlar öne sürmüştü:
-Arkadaş, Dergi Kolunda olmadığını söylemiştir.
-Canım üstünde neden duruyorsunuz, zaten bir oy almış, Sani Akıncı’nın 30 oyuna karşı bir oy! Gülüşler arasında biri:
-Onu da kendisi vermiştir!
-Olamaz, Dergi Kolu’nda olmadığına göre oy veremez!
-Olur, olur arkadaş pişkindir, oy vermede Dergi Kolu’nda olduğunu söylemiştir.
Şaka gibi söylense de bunların bir anlamı olsa gerek!
Yazıyı tamamladım. 1. Dergide pek önemli değil ama, yanlış yanlıştır. Müzik Çalışmaları üstüne yazı yazan Abdullah Ön, nasılsa müzik demirbaşlarını sıralarken 8 (sekiz) adet akordiyon göstermiş. Sekiz adet akordiyon? Nasıl olur? Olsa olsa iki sayısı sekiz olarak gösterilmiştir. Bunu nasıl düzeltecekler? Sekiz adet akordiyon şu anda belki tüm Köy Enstitülerinde bile yoktur. Akordiyonlar o denli bol olsa Güzel Sanatlar Bölümüne gelenlerden çalanlar olurdu. Böyle kimseler olmadığına göre, belli ki bu denli bir akordiyon bolluğu söz konusu değildir.
Yanlış düzeltme falan derken dikkatimi bir başka olay da çekti, Bunu ilgililere duyurmak için Abdullah Ön’ün Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ndeki Müzik araçlarının listesini ortaya dökeceğim. Abdullah Ön diyor ki:
- Müzik çalışmalarıyla ilgili olması bakımından Enstitüde yapılan eğlencelere de temas etmeden geçemeyeceğim. Her cumartesi akşamları toplantı salonunda eğlence yapılır. Bu eğlenceleri her sınıf sıra ile üzerine alırlar ve günü gelince yaparlar. Eğlencelerde yapılan şeyler aşağı yukarı şunlardır. Mevzuunu kendileri buldukları birkaç temsil, zeybekler. halaylar, türküler-köy oyunları, şarkılar ve şiirler. Buraya kadar görülüyor ki müzik, temsil ve oyun çalışmaları birbirine bağlı olarak devam ediyor. Köy enstitülerinde müzik çalışmalarının asıl hedefi her öğrencinin bir saz çalması olduğu için müzik aletleri mümkün olduğu kadar tedarik edilmiştir. Bundan başka talebenin müzik kültürünü geliştirmek maksadıyla radyodan, gramofondan azamî istifade olunmaktadır. Aşağıda adları ve sayılarını vereceğimiz aletler de bunun hakkında bir fikir verebilir.
Aletler
Adı Sayısı
Mandolin 250
Bağlama 37
Akordeon 8 (Gerçekte iki)
Keman 55
Piyano 2
Davul 3
Plâk 160
Pikap 1
Radyo 3
Metronom 1
Hasanoğlan Köy Enstitüsünün bugünkü müzik durumunu gördükten sonra hepimiz ileride yurdumuzun köylerindeki buna ait meselelerin az zamanda çözüleceğine kuvvetle inanıyoruz.
Not: Söz konusu yazı, Köy Enstitüleri Dergisi Ocak 1945 tarihli 1. sayısında çıkmıştır. Abdullah Ön, geçmiş günleri belli ki biraz karıştırmaktadır. Örneğin Aşık Veysel Hasanoğlan’a 10 Haziran 1944 tarihinde gelmiş, aynı yılın ağustos ayında ayrılmıştır. Sayısını verdiği 37 bağlamanın varlığını gösterememiştir. Abdullah Ön, tıpkı akordiyon sayısında olduğu gibi bağlama sayısını da abartmış, ya da arkadaşlarının anlattığına göre, Çifteler Köy Enstitüsü’ndeki bağlamaları buraya eklemiştir. Söylendiğine göre geçmiş yıllarda gene Aşık Veysel’in geleceği nedeniyle bolca bağlama siparişi verilmiş ama öğrencilerden ilgi görmeyince girişim, beklenilen düzeye çıkamamıştır. Öğretmenlere, derslikte kullanma kolaylığı nedeniyle mandolin önerildiğinden, mandolin öne çıkmıştır. Nitekim Abdullah Ön’ ün demirbaş listesi de bunu göstermektedir. 250 mandolin. İşin ilginci şu an mandolin sayısı 300’ü aşmıştır. Bağlamaya ilgi duyan birkaç öğrencinin Sağlık Bölümünde olduğu söylenmektedir. Listedeki üç davula gelince; sanırım onlar Enstitü Bölümünün depolarında heveslilerini beklemektedir. İki yıldır benim çalıştırdığım Enstitü Bölümü öğrencilerinden hiç birisi davul çalmaya heves etmemiştir. Öğrencilerle yapılan konuşmalarda bu konu geçince:
-Gerekirse köylerde davulcu bulunur! deyip geçilmektedir. Abdullah Ön, güzel türkü söyler ama dinleyiciliği konusunda bu sıfat pek kullanılamaz. Örneğin plâk dinleme saatlerinde suskunluğu yanında Cumhurbaşkanlığı Orkestra konserlerine de pek hevesle gitmez. Bu ilgisizliğinden olacak iki yıldır, ara ara katıldığı plâk dinleme saatlerinde hemen karşısında duran pikapla, bitişiğinde duran plâk dolabının kapağında sayısı yazılı plâk listesini görememiş, sayısını da okuyamamış olacak. Okusaydı kesinlikle plâk sayısının 291 olduğunu görüp yazardı! Listelerde görüleceği üzere salt Johann Sebastian Bach, Wolfgang Amadeus Mozart, Ludwig van Beethoven’in plâkları 125 adettir. Görüleceği üzere listede daha 55 (elli beş) besteci vardır. Bunlardan Friedrich Chopin’in 10, Josef Haydn’ın 12, Johannes Brahms’ın 21, Franz Schubert’in 11, Peter Tschaikovski’nin 14 plâğı vardır. Öteki elli bestecinin sayılarını saymaya gerek görmedim. Bunda da ısrarımın nedeni, yanlış niçin yapılsın? Daha doğrusu yapılan yanlış neden düzeltilmesin? Doğusu varken yanlışının ortalıkta dolaşması bence “Doğru” için bir değer kaybıdır. Buna alışan insanlar vurdumduymazlaşır ki böyle insanların bulunduğu bir toplumda olması gereken saygınlık, değersizlik karşısında gölgelenir.
Bunları yazarken Rousseau’nun Emile kitabındaki girişte yazdığını anımsadım:
-Her şey eşyanın yaratıcı elinden çıkarken iyidir, her şey insanın elinde bozulur! der. O, bunu uzatarak, bundan sonra söyleyeceklerine kapı olarak kullanır ama ben, kısa keseceğim. İnsanlar, salt yaratanın koyduğunu değiştirmekle kalmıyor kendilerinin koyduğu kuralları da değiştirmekten çekinmiyorlar. İnsanların koyduğu kurallar zamanla yıpranmış, değiştirilmesi gerekebilir. Ancak bunu tek tek yapmaya kalkmak, toplum için bir bakıma sakıncalı olabilir. Bunu tarih boyunca eline güç geçiren yapmış, güçsüzler bundan çok çekmiş, günümüzde makbul sayılmayan bu anlayış, toplum değerleri için de geçerlidir.
Güzel Sanatlar Bölümünde 291 adet plâk bulunmaktadır
*
Yazımı burada noktaladım. Bir daha okuyup düzeltmeler yaparım! diyerek dolaba tıktım.
Yemekte, öğretmenleri dinledik, hepsinde yeni öğrenciler telaşı ya da kaygısı var. Ders yılı başlarında sınıf öğretmenliği değişiyormuş. Yeni sınıf almaya kimse razı değil! “Hazır çocuklarımı kendime uydurmuşum, neden bırakayım kardeşim!” deyip yakınanlar var. En çok yakınan da Bedia öğretmen:
-Yeni gelen öğretmenlere verirsin, olur biter! Cemil Toygar Öğretmen arada kızıştırıyor:
-Acemi öğretmene yeni öğrenciler niçin teslim edilsin efendim?
-Cemil Bey, iyi ki sen yönetici değilsin!
-Ben mi? Olmam, efendim. Daha doğrusu olamam, ben kim yöneticilik kim?
-Acemi öğretmen olur mu, kendileri de Köy Enstitülerinden yetiştiler!
Enver Ötnü:
-Bizi mi kastediyorsunuz? Biz, burada kalanlar hep atölye öğretmeniyiz; atölye öğretmenlerine de bu işler verilirse canla başla yaparız. Ancak, sizler ders öğretmenleri o zaman salt çantalarınızı alıp derslere girip çıkmış olacaksınız!
Karşılıklı gülüşmeler sonunda Nazif Balcıoğlu:
-Sen ben yokuz biz varız, hem Oğan hem kullarız! Ben de söze karıştım:
-Ziya Gökalp! Nazif Balcıoğlu bana çıkıştı:
-Sussaydın, bunu ben söyledim, diyecektim! Gülüşerek masadan kalktık.
Öğrencilerin gelebileceğini düşünerek hızlıca salona indim. Gerçekten gelenler olmuş. Bir plâk koydum, Georges Bizet Arleziyen Suiti, Süitten bir bölüm alınarak Türkçe Marş yapılmış, öğrencilerden bilen varsa melodiyi tanıyacak mı? “Başımız gökte dağlar aşarız-Bizler Türklüğün öz evlâtları!”
Öğrenciler dikkatle dinledi, ses çıkaran olmadı. Zaten hemen üstünde duracak değildim, ancak böyle bir marş olduğunu söyledim.
Biz başladığımız çalışmamızı sürdürdük. Genellikle öğrenciler mızrap vurmayı kavradılar. Tek ses, çift ses çalıştık. Öğrencilerin gözleri piyanoda. Bunu bildiğim için açıp onlara Diyabelli Rondo ile Mozart Türk Marşını çaldım. Tüm dikkatleriyle ellerimi izliyorlar. Başlangıçta ben de öyleydim; parmakların tuşlar üstünde dolaşmasına şaşıyordum. Oysa onları öyle dolaştıran alışkanlıkları.
Öğrenciler gidince uzun süre piyano çalıştım. Yeni piyanoda çalışmaya kıyamıyorum, nasıl bir duyguysa buna ben de şaşıyorum. Arkadaşlar gelince çalışsam gösteriş sayılabilir. Oysa şimdi kendi kendimeyim, neden çekiniyorum? Akordiyonu dolaptan çıkarıp bir süre de akordiyon çaldım. Akordiyon çalarken anımsadım, Abdullah Ön, nasıl olmuş da sekiz akordiyon yazmış, kendisine sorabilirim. İşte şimdi Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğretmeni, çıkarsın o akordiyonları çaldırsın öğrencilerine. Dönünce söyleyeceğim:
-Beni neden çıkartıyorsun sabah sabah buralara, daha yedi akordiyonun var, onlar yetmiyor mu?
Alacağım cevabı biliyorum:
-İbrahim, yapma! Onun bir yanlışlık olduğunu sen de biliyorsun, neden bunun üzerinde duruyorsun? diyecektir. Bunları düşünürken geçen yılki 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda Ahmet Yekta yönetiminde onların müziklerini Hüseyin Çakar’la ikimiz çalmıştık. Ahmet Yekta Madran da bize klârnetiyle katılmıştı. Ne ilginç, çaldığımız tüm zeybeklerin notalarını Ahmet Yekta düzenlemiş. Hangisini nereden aldığını da bir bir anlatmıştı. Örneğin Güvende için kaç kişi ile görüştüğünü, kaç köy gezdiğini anlatırken bile heyecanlanıyordu. Balıkesir, Muğla arası tüm yöreleri dolaşmış. Üstelik kendisi oralı da değilmiş, kendi merakıyla bulaşmış bu işe, sonra da bırakamamış; hâlâ yapacak işleri varmış. Bunları tekrarlarken onun Karadeniz Marşını anımsadım:
-Karadeniz, Karadeniz, gelen düşman değil, biziz! Türk’ün sana selâmı var, diyor ki düşmanın ne canı var? Bu marşın sözleri için eleştiri yapmıştı. Akıcı, değilmiş! Ben o denli incelikleri bilemiyorum. Ancak Ahmet Yekta Madran’ın yaptıkları o marşın kusurlarını çoktan örtmüş olduğuna inanıyorum. Ayrıca Ahmet Yekta Madran Edirne’de öğretmenlik yapmış, O sıralar Vahit Dede ile tanışmış, Trakyalı olduğumu söyler söylemez onu sormuştu. Vahit Dede’yi tanıyanlara benim de kanım birden ısınıyor. Çok ilginç ikisini de tanıyan daha doğrusu takdir eden Mahmut Ragıp Öğretmenin onlara saygı göstermesi. Adları geçince:
-İkisi de alaturka müzik içinde yetişmesine karşın, alaturkaya bulaşmadan Halk Müziğine, folklora sarıldılar, ikisi de ayrı bölgelerde başarılı oldular! demesidir. Bunları düşünürken uyudum.
16 Eylül 1945 Pazar
Enver Ötnü uyandırdı. Akordiyonu akşamdan hazırlamıştım, birlikte alana gittik. Sıtkı Şanoğlu hazır, bizim köyde çok kullanılır; dayanıklı bedenler için “Sırım gibi!” derler. Ne anlama geldiğini şimdiye dek pek düşünmemiştim ama Sıtkı Öğretmen için bu sıfatı ben de kullanabilirim:
-Sırım gibi bir bedeni var. Öğrencileri içli dışlı iki halka yaptı. İç halka düzgün yürüyen, oyunlara uyabilenler. Dış halkadakiler bir süre gözetildikten sonra iç halkaya girebilecekler. Konuşmalar uzun sürdü, Harmandalı oynanıp kesildi. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenlerine gidilebilirse bu seçilenler gidecekmiş. Bu konuda bir deneyim geçirdiğim için karşılaştırma yaptım; İzmir’den gelen liseli İzciler bu oyunları çok düzgün oynuyordu. Bunların içinde de Hasan Çakı Efenin ustaları var ama azınlıkta kaldıklarından kendilerini gösteremiyor. İçimden geçirdim:
-Hantal çoğunluk her yerde iyiye, güzele engel oluyor. Müzik çalışmalarında da böyle, beş on öğrenci söylenene uyuyor; sayı arttıkça aksamalar başlıyor. Bunu söyleyince Enver Ötnü beni yatıştırmak istedi:
-Bayrama daha 40 gün var, bu süreçte öğrenirler Enişte! Kaç gündür susmuştum ama bugün üstünde durdum:
-Neden enişte diyorsun? Enver Ötnü güldü:
-Ben bu enişte sözüne hep takıldım; Enişte ne demek? ablaların kocası! Ben bunu söylerken bunları düşünmüyorum, sözün kendisi benim hoşuma gidiyor. Arkadaş, dost der gibi bir şey. İstemiyorsan bir daha demem. Ancak neden istemediğini de merak ederim! Böyle dedim ama bu sözü biz de kullanmıştık. Kepirtepe’de son sınıftayken Mehmet Pekgirgin, Şevki Ayın, Mustafa Ersoy staja gelmişti. Tüm arkadaşların gözleri onların üstündeydi:
-Kızlara karşı durumları nasıl olacak? Hiç gizleyemediler, kısa zamanda üçünün de bir takıntısı açığa çıktı. (Mehmet Pekgirgin diretti, aynı kızla evlendi) Yüzlerine değilse bile arkalarından onlara enişte diyorduk. Buraya gelince de özellikle Mustafa Ersoy’a bir süre “Enişte! diye takılmıştık.
Oyunların başlaması, daha doğrusu benim oyunlara katılmam, birden ısınmama neden oldu, daha rahat kahvaltıya gittim. Ali ile Ayşe’yi gözlerim aradı. Ortalıkta dolaşanlar da tanıdık yüzler ama, alışkanlık! Nöbet değişimi olmuş! Akordiyonu bizim salona gönderdim.
İsmail Koralay geldi, bizim orada çalışacaklarmış. “Bizin ora!” denilen yer Enstitü Bölümü için “Dinlenme Evi” olacakmış. Öğrenciler orada dinlenecek. İlgimi çekti, öğrencilerin dinlenme yeri düşünülüyor da çalışma yerleri umursanmıyor. Bizim kemancılar için küçük bir emek esirgeniyor. İşin ilginci Enstitü bölümünün bir kitaplığı yok. Öğrenciler Okuyor! denip duruyor ya ne okuyorlar? Kitaplık yok! Yüksek Bölüm için kitaplık olarak gösterilen yerde Enstitü Bölümü için kitap yok. Kitaplık baştan aşağı beyaz kitaplarla dolu. Tercüme Bürosu 300 kitap çevirmiş, onlardan beşer onar tane gönderilmiş. Hepsi değerli kitap ama Enstitü öğrencileri özellikle birinci, ikinci sınıflar onları nasıl okuyacak? Öğretmenlerin okumadığını biliyorum, benimle değişik konularda hep tartıştılar ama kitap konusu gelince hep sustular. Öteki enstitülerden gelen arkadaşlardan da benim gözlemlerime göre yaş etkeni gözetilerek düzenli bir okuma yapmamışlar. Söz gelimi, Tolstoy’dan okudum! diyor. Bir de bakıyorsun okuduğu Harp ve Sulh’tan bir iki bölüm. Onu da eskiden okumuş yani orta okul düzeyinde. İşte bu olmadı! Oysa Tolstoy’un ortaokul çocukları hattâ ilkokul için ne güzel kitapları var. Geçen gün Georges Bizet’nin Arlezyen müziğini çalarken, müziğe söz yazan yazarı, Alphons Daudet’i anımsadım, ne güzel hikâyeleri vardır; Mösyö Seguin’in Keçisi, Bilardo Partisi, Son Ders. Öğretici, eğitici hikâyeler. 20 öğrencinin içinden kimse okuduğunu söylemedi. Sanırım adını da ilk kez duydular. Mandolin çalışmaları arasında onlara kısa hikâyeler okumaya karar verdim. Arkadaşlara da dikkat ediyorum, okuyanlar var, yok değil belki de çok okuyanlar da var. Ancak sağlıklı bir değerlendirme çoğunda yok. Örneğin Reşat Nuri Güntekin denince hemen Çalıkuşu karşınıza çıkıyor. Sonra? Sonrası yok. Efendim, orada bir öğretmen varmış. Ama ne masal! Orada öğretmen var da Yeşil Gece’de öğretmen yok mu? O, sıkıcıymış. Pitigrilli’nin 18 Kratlık Bakiresi okunuyor ama Reşat Nuri Güntekin’ın Bir Kadın Düşmanı (Homongolos) pas geçiliyor. Amerikalı yazar Pearl Buck’un Ana’sı okunurken insanlar için yas tutanlar, filmlerdeki baskınlarda öldürülen yerliler görmezden gelinip Kovboy Coniler alkışlanıyor.
Kitaplıkta bulursam Alfons Daudet’nin hikayelerini alacağım. Kitaplığa Bella bakıyor, varsa defterde adı geçer. Gitmeye hazırlanırken Bella geldi, söyledim, bakacak. Düğün Marşı’nı çaldı. Kalkınca ben de çaldım. O, benim çalışımı, ben de onun çalışını beğendim. Dört el olarak çalmaya karar verdik.
Bella ayrılınca Liszt Rapsodiye çalıştım. Kaba taslak çalmaya başladım. Yeni çalıştığım parçalarda dikkatim zorlanıyor, ya yorulduğumu sanıyorum ya da parçanın tadını alamıyorum, bırakıp bildiğim bir başka parçaya kayıveriyorum.
Kalkıp az ilerdeki inşaata gittim, Hidayet Öğretmen de oradaymış, böyle bir dinlenme evinin yararlarından söz etti. Satranç takımlarından, bilardo masalarından söz etti. Satrancı biliyordum ama bilardo hakkında fikrim yoktu. Ancak masasını, Gazi Lisesi ile İstanbul Balmumcu Öğretmen Okulu salonlarında görmüştüm. Gerçekte biz Kepirtepe’de uyduruk bir masa da yapmıştık. Ancak onların değişmez bir ölçüsü varmış, bunu sonradan öğrenmiştik. Hidayet Öğretmen Avrupalıların has oyunlarından biri olduğunu anlattı. Sonra da:
-500 öğrencinin hangi biri pinpon oynayacak ki? deyip söylediklerine pişman olmuşça pinpon oyunlarının azlık için, salon oyunu olduğunu vurguladı. Bunlar konuşulurken yapılan yeri inceledim, bir salonla bir girişi, bir de yanında küçük bölmesi var. Sordum:
-Bunun neresine o koca pinpon masası konacak? Hidayet Öğretmen güldü:
-İbrahim, sen sözün başını dinlemişsin, biz olsa üzerine konuştuk. Benim okuduğum Öğretmen okulunda bunlar vardı! deyip bunların bireysel gelişim oyunları olduğunu, Köy Enstitülerinde ise kitlesel gelişimlerin esas alındığını söyledi, “bizim burada birey, kendi kendini yetiştirirse yetiştirir, bunu yapamazsa hali nice olur, onu zaman gösterecek!” dedi.
Konuşa konuşa yemekhane yakınına dek gittik. Hidayet Öğretmen ayrıldı biz yemeğe oturduk. Pazar günleri de öğretmen masaları boş olmaktadır. İsmail Koralay, Enver Ötnü, üçümüz yemek yiyip kalktık. Onlar kendi salonlarına ben gene kendi salonumuza döndüm. Bella’dan bir ses çıkmayınca hikâye okumaktan umudu kestim. Bir değişiklik olur düşüncesiyle bugün akordiyonla bir iki parça çaldım. Öğrenciler akordiyona da hevesli ama, kim nasıl öğretecek? Yeni müzik öğretmenleri arkadaşımız Hüseyin Çakar iyi akordiyon çalar ama akordiyon öğretmek mandolin kadar kolay değil. Öğrenciler bana soruyor, sen nasıl öğrendin? Ben, babamın bana aldığı özel akordiyonla iki üç yıl didişerek öğrendim.
Hep birlikte dörtlük, ikilik, 1’lik vuruşları tekrarladık. Do-mi, re-fa-mi-sol…. Üçlülerine çalıştık. Coral’ın tek sesini birlikte tekrarladık. Neşeye şarkı’nın notasını iki kez tekrarlayıp arkasından da Arpa-Buğday Çeç olur türküsünü çalıp çalışmayı kestik.
Çalışmamızı istediğim yöne çevirdiğime inanmaya başladım. Ali nöbetini bitirmiş, kendisi istedi:
-Akordiyonu alabilir iyim? Ali Hasan’a göre küçük, biraz zayıf ama taşıyabilir. Gönüllü olduğu için sevindim. Sıradan bir öğrenci görünce “Al götür” demek yerine böylesini yeğliyorum!
Öğrenciler gidince bir süre gene Rapsodi ile cenkleştim. Doğru mu bilmem, Liszt bu rapsodi ile Hunların, Asya’dan Avrupa’ya akınlarını canlandırmak istiyormuş. Sözde Hun atlıları bölük bölük ayrı zamanlarda ta Macaristan’a dek Asya steplerinden böyle gelmiş. Rapsod parça ya da parçacık, parçacıklardan oluştuğu için bütününe de Rapsodi denmiş. Çalıştığım 2 numaralı, bir numaralısı da varmış. Faik öğretmenin söylediğine göre Franz Liszt’in daha onlarca rapsodisi varmış. Öteki bestecilerin de böyle numaraları dizileri var. Johannes Brahms’ın 21 Macar Dansı, Mozart’ın 10 Alman Dansı, Antonin Dvor’ak’ın 12 Slav Dansları v.b…
Bella Değirmenimden Mektuplar’la Arlezli Kız’ı bulmuş getirdi. Çok sevindim. Zaten Arlezli Kız için müzik dinlettim, Arlezli Kız süit 2 no.
Bella havalarda uçuyor, Köy Enstitülerinden 20 kadar kız, buraya gönderilmek üzere seçilmiş. Onlar gelince düzenli çalışacağını kuruyor. Şimdikilerle kız sayısı otuzu bulacakmış. (Şimdiki sayı 12) Bu habere ben de sevindim, bizim bölüme de dördü, beşi ayrılır. Bella bizim bölümdekileri hesaba katmıyor:
-Sizin bölümdekilerin bana yararı olmaz, onlar kendileri, kendi programlarıyla doluyor. Ben, ötekilerle, kendi alanlarından farklı bir konuda çalışacağım.
Bella’nın hâlâ ne yapacağını bilmemekle birlikte sevincine katılıyorum. Ritmik jimnastik! Rauf İnan, zaman zaman eleştirmektedir, “19 Mayıs Bayramlarında Zeybek yerine İsveç jimnastiği yapıyorlar!” diyor. Buna ne diyecek acaba? İsveç jimnastiği diye küçümsediği beden geliştirme hareketleri, dünya insanının bedenini değiştirdi, Olimpiyat yarışmaları bunu göstermektedir. O İsveç Jimnastiği diye küçümsenen hareketleri yapanlar savaş meydanlarında da kendini gösteriyor. Filmlerde izlediğimize göre, güçlü, hareketli bedenliler, giriştikleri ikili çatışmalarda kazanan taraf oluyor. Müdür Rauf İnan gibi düşünenlere şaşıyorum. Bunların Köy Enstitülerinde bulunmasına ise üzülüyorum. Köy Enstitüleri, beden çalışmasını önde tutan bir kuruluş, bedenini geliştirmemiş biri köylünün o ağır işleri içinde nasıl bir önderlik yapacaktır? Namık Ergin Öğretmeni anımsıyorum; kaldıramadığımız bir köşe taşını kucaklayıp kendisi kaldırıyordu. Naci İnan ya da Hamdi Bağ öğretmenler de öyle; çatı makaslarını dikerken en çok onlar zorlanıyordu. 40 yaşına girmeden kamburlaşmış Hürrem Arman, kendine yakın yaştaki Sıtkı Şanoğlu’na bakıp bir ders çıkarmıyor. “Sıtkı Şanoğlu, Beden eğitimi öğretmeni” deyip savunmanın anlamı yok. O, o bedeni, küçümsenen o İsveç jimnastik hareketlerine borçludur.
Bir süre düşündüm, bu besteci öğretme konusunda işi çok uzatmama kararı aldım. Georges Bizet dedim ama, bir Arlezyen Suiti ya da Carmen’den bir parça ile bellenmesinin zor olacağını biliyorum. Öyleyse seçeceğim bestecilerin ad olarak ortalarda gezenleriyle yetinmenin yararlı olacağını düşündüm. Söz gelimi Johannes Brahms, Macar Dansları, Ninnisi, öğrencilerin çok duydukları melodiler. Onu tanımak daha kolay olur. Örneğin Ahmet Adnan Saygun; Ziraat Marşını her gün duyuyorlar. İncinin Kitabından parçalar çalarak tanıtabilirim.
Bir süre Ziraat Marşını çaldım. Arkasından İncinin kitabını açtım. Tam o sıra Öztekin Öğretmen geldi. Ahmet Adnan Saygun öğretmeniymiş. Bir süre övdü. Ara ara da eleştirdi. Aslında o eleştiri olarak söylemedi ama söylediği eleştirel sözlerdi. “Çok sinirlidir, siniri tutunca kendini tutamaz, ağzına geleni söyler!” Bir öğretmen için yapılmaması gereken bir çıkış! Ahmet Adnan Saygun’u gördüm, konuşmadım ama o konuşurken dinledim. Çok yumuşak birine benziyordu. Görünüşe aldanmamalı!
Yemekte sayımız arttı, Abdullah Ön gelmiş, neşeliydi. Askerlik işleriyle uğraşmış, kendini askere aldıramamış. Askerlik Şube Başkanı kendisine takılmış:
-Az daha sabret, seni tenkis edelim! demiş. Tenkis, dediği askerlik dışı bırakmak! Türk erkekleri 45 yaşını geçince orduya yaramaz! düşüncesiyle kayıtları Askerlik şubelerince çiziliyormuş. Buna terkin ya da tenkis deniyormuş. Enver Ötnü Abdullah Ön’ü eleştirdi:
-Senin başına Devlet Kuşu konmuş, neden ürküttün! Konu tartışmaya dönüştü. Onlar tartışırken ben de sabah yazdığım yazıyı anımsadım; Abdullah Ön ne ölçüde bana yakın? Kendisi çok neşeli, şakacı gönül almasını biliyor. İki yıldır aynı çatı altında bulunuyoruz, kendisiyle ters düştüğüm bir konu olmadı. Buna karşın onda da bir gevşek taraf buluyorum. Bu, belki güzel türkü söyleme güveninden kaynaklanıyor, Alaturka müziğe tepki göstermemesi. Bunu öteden beri seziyordum, bugün bu kanım iyice perçinlendi. Arkadaşlarla tartışmalı konuşmasının sonunda bana:
-İbrahim, neler yapıyorsun, sen boş durmazsın! gibisine sorular sorunca, yapıklarımı, okuduklarımı anlattım. Varlık Dergi’sinde çıkan bir yazı üzerine araştırma yaptığımı, Radyo Dergisi’nde Ankara Radyosunun günlük programında gerçekten sinsice Alaturka müziğin kayırıldığını, müzik birimleri yöneticilerinin hep alaturkacılardan seçildiğini söyledim. Abdullah Ön duymamış gibi:
-Amannn, İbrahim! senin başka işin mi yok; onlar büyük işler! Onları ancak büyükler kotarır! deyip geçiştirmesi, ilgimi çekti. Ne diyeyim, nasıl tartışayım? Susmayı yeğledim.
Yatınca bir süre bunu düşündüm. İsveç jimnastiğine tepki, alaturkaya yakınlık ya da dokunmama, neyin belirtisi?
17 Eylül 1945 Pazartesi
Gece yağmur yağmış, hava rüzgârlı, damlalar sürüyor. Enver Ötnü deneyimli, dolaşıp gelmiş:
-Bugün uyu enişte! dedi. Uyuyamadım ama bir bakıma sevindim. Bir gün kazandım! sevinci yaşadım. Yağmur haberi herkeste bir durgunluk yarattı. Süleyman Adıyaman :
-Ben hiç böyle şeyleri önemsemem, o nedenle de başkalarına sormak zorunda kalıyorum, burada sonbahar nasıl geçer? Gülenler oldu. Abdullah Ön karşılık verdi:
-Dostum, burada sonbahar gelir, kolay kolay geçmez. Kışın bile ara ara kendi gösterip insanları avlar. İsmail Koralay:
- Mister Adıyaman, bu sizin kaçıncı sonbaharınız olacak burada? İki? Üç? Dördüncüde durdular.
Birlikte kahvaltıya gittik.
Kahvaltıdan sonra salona indim. Birden aklıma geldi, Radyo Dergisinde resimlerini görmüştüm, daha önce İhsan Atakurt’un yönettiği Mandolin orkestrasının radyo konserini bir gece radyo konser salonunda izlemiştim. Aynı çalışmalar daha genişletilerek sürüyormuş; dergide resimleri de vardı, onları öğrencilere niçin göstermiyorum! Kitaplığa uğradım açıktı, yeni kitaplar gelmiş, Bella yerleştiriyordu. Elimle koymuş gibi radyo dergilerini kolayca buldum. 1 Şubat 1945 tarihli sayıda Mandolin Birliğinin resmi var. Birliğin konserleri sürüyor. Ancak yaz tatili nedeniyle (Çünkü, çalıcıların çoğu aynı zamanda başka müzik topluluklarında da, örneğin Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nda çalıştıklarından, toplanma zorluğu yaşamaktadırlar.
Birliğin repertuvarında, özgün mandolin besteleri yanında başka çalgılar için yazılmış seçme eserler de vardır. Özellikle mandolin çalgısının yaygınca kullanıldığı Güney Avrupa, İtalya, İspanya bestecileri yanında diğer bestecilerin de eserlerinden seçmeler yapılmaktadır. Mandolin için eser bestelemiş olan Vivaldi, Giovanni Batista, Paganini, Haydn, Mozart, Beethoven dışında başka bestecilerin eserlerinden de mandolin uyarlamaları çalınıyor.
Ankara-Mandolin Birliğinden bir grup- 1 Şubat1945
Mandolin birliğinin varlığını, özellikle de sürmesi istiyoruz. Köy Enstitüleri için dolaylı olarak da gelecekte tüm Türkiye için geçerli olmasını istediğimiz mandolin çalgısı, öteki batı müziği çalgıları için de bir kapı açmış olacaktır. Ankara Radyosu’nun programlarına alınışını bu bakımdan alkışlıyoruz. Ben de durup durup buna takılıyorum; yakın arkadaşlarım da zaman zaman yanılgılarını belirtiyor:
-Mandolin, yeterli bir çalgı mı? Yeterli çalgı ne demek? Önce bunu soruyorum:
-Hepsi köylerden gelmiş kimseler; köylerinde gördükleri zurnayı çalgı sayıyor, çobanların yaptıkları kavalı çalgı olarak benimsiyor da mandoline küçümseyerek bakıyor. Oysa mandolin de bir keman, bir viyola ya da viyolonsel kadar sese sahip. Oysa zurnalar ya da kavallar, sesten yana fakir.
Radyo, aylık programından Salı günleri saat 20:45’te Mandolin Birliği konseri!
*
Bir süre Bella’ya yardım ettim. Onun işi tek kitaplık değil, onu Md. Yardımcısı Tahir Erdem, yazı işlerinde de çalıştırıyor. Çağırtınca kızar gibi bir tavır aldım. Bella hemen savundu:
-Tahir Bey çok kibar bir insan, sık sık söylüyor:
-Sen şimdi işsiz gibisin, bana yardım et. Dersler başlayınca seni aydan aya göreceğim! diyormuş. O öyle deyince düzeltme yaptım:
-Sen memnunsan, sorun olmaz! O gidince ben de dergileri alıp salona döndüm. Öztekin Öğretmen gelmiş, gitmek üzereyken yetiştim. Dergideki resimleri görünce Mandolin Grubu’ndakilerin hepsini tanıdı, adlarını saydı. Onlar adına da üzüldüğünü söyledi:
-Koskoca Cumhurbaşkanlığı Orkestrası ya da Bandosu üyeleri geçim sıkıntısı içinde. Devlet onlara terfi için kadro vermiyor. İhsan’la (İhsan Atakurt) aynı dönemdeyiz onun kadrosu 30, benimki 50, neredeyse iki katı. Onlar da çaresiz böyle yan çalışmalarla mesleklerini sürdürmeye çalışıyorlar.
Kadro sözlerinden bir şey anlamamakla birlikte “İki katı” ölçüsü beni düşündürdü. Öztekin Öğretmen tüm resimleri inceden inceden gözden geçirip ortak anılarını gülerek anlattı. Bir ara, okul müdürleri İhsan Künçer olmuş. Çok sert, asker bir yöneticiymiş. Ondan en çok korkan buna karşın arkasından konuşan arkadaşları, şimdi onun yönetiminde Cumhurbaşkanlığı Bandosu’nda çalışıyormuş. İşin ilginci hepsi de eski müdürleri olan şimdiki şeflerinden hoşnutmuş. Öztekin Öğretmen kendini tutamadı:
-Bekliyoruz, belki biz de bizi yönetenlerden hoşnut oluruz! dedikten sonra bir de “Amin!” deyip ayrıldı. Öğretmen gidince bir süre aldığım Radyo dergilerini karıştırdım. Radyo yönetimi üstüne Varlık Dergisi’nde zaman zaman eleştiri yazıları okuyorum. Dergiyi gözden geçirince o yazıları daha iyi değerlendirmeye başladım. Karıştırdığım sayılarda hep bir kişinin şiirleri var; Cemal Yeşil! Başka şair bulamıyorlar mı yoksa şairler:
-Aman aman, “Ne Arap’ın yüzü ne de Şam’ın şekeri” mi diyorlar, Radyo Dergisi için?
Varlık Dergisi’nde şiirleri çıkan, Behçet Necatigil, Ahmet Muhip Dıranas, Şinasi Özden, Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Osman Saba, Necati Cumalı, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Külebi, Rıfat Ilgaz, Oktay Rıfat, Orhan Veli, Melih Cevdet, Nahit Ulvi Akgün ile yeni yeni bu gruba katılan Özdemir Asaf Radyo Dergisi’nde niçin yok? Hadi bunlardan Radyo Dergisi’ni yönetenler habersiz diyelim, sesini tüm dünyaya Radyonun yaydığı Behçet Kemal Çağları da mı anımsamıyorlar?
Tam piyanoya otururken Abdullah Ön geldi:
- Piyano olayını duydum şöyle bir uğrayayım dedim! dedi. Olayı sordu, iyi niyetine güvendiğim için ayrıntılı olarak anlattım. Sözünü bitirince beni kutladı, burada kalmayı hak ettiğimi söyledi. Bu kez de ben, burada iki arkadaş, siz kaldınız, benim kalmama gerek olmaz! deyince belki teselli için, kendisinin şakaya alınan askerlik işinin son kez tehir edilerek bir yol sonraya bırakıldığını, bu nedenle kendisinin saymamamı, ayrıca Hüseyin Çakar’ın da başka yollarla ayrılmayı tasarladığını söyledi. Abdullah Ön gidince, gecikmeli olarak bir süre Hanon, arkasından Czerny etütleri çalıştım.
Yemekte oldukça kalabalık olduk. Cemil Toygar, alaycı bir edâ ile Abdullah Ön’e takıldı:
-Radyoda söylemeyi düşünüyor musun? Abdullah Ön:
-Radyo’da söyleyecek kadar geniş bir repertuvarı olmadığını söyleyince bu kez de radyodakilerin baş vurduğu hileleri anlattı. Çoğunun gerçek dışı olaylar olduğu besbelli olmasına karşın anlatılanlara gülündü. Ben, biraz yabancı kalmakla birlikte dikkatle izledim, öğretmenler bizim arkadaşlardan hoşnut değiller. Bunun, arkadaşların kişisel durumlarından değil, okulda yeni bir şekillenme olacağı kaygısından ileri geldiğini sezer gibi oldum. Müdür Rauf İnan ikide bir:
-Sizler yetişince Köy Enstitüleri asıl kişiliğine kavuşacak! deyip duruyor. Bu sözün anlamı açık; şimdi zorluk yüzünden çalıştırılanlar, siz yetişince ayrılacaklar. Belki bu onların onuruna dokunuyor. Onlar da yıllardır bu kurumlara emek verdiler, fazla bir beklentileri olmasa bile alıştıkları taraflar oldu. Bunları istekleri dışında bırakmak istemezler. Bu konuda ayrıca durmak istiyorum. Köy Enstitüleri üstüne yapılan tartışmaların can alıcı noktası bence burada. Bunu biraz etraflı düşünmeden değinip geçmek yetmez. Bence ta baştan başlayıp, yapılan değişiklikleri gözden geçirerek bir sonuç çıkarmak gerekecek (*)
Benim için bir yenilik de Bella’nın yemeğe gelişi oldu. Tüm öğretmenlerin Bella’ya karşı söz birliği derce hal-hatır sorması, ilginçti. Sanki yeni gelmiş gibi davranışları düşündürücü olmasına karşın Bella adına sevindim.
Bella’nın katılması, sözü sanata, Ankara ya da İstanbul’da özellikle azınlık okullarındaki öğrenci etkinliklerine götürdü. Bella işi gereği bu işle çok ilgilenmiş, özellikle, Robert Kolej, Alman, Avusturya liseleri ile İtalyan lisesindeki güzel sanatlar çalışmalarını anlattı. Bedia Öğretmen dayanamadı:
-Ellerin çocukları, küçük yaşta bu işlere alışıyor, kardeşim! deyince Bella:
-Hiç de öyle değil, bu söylediğim çalışmalarda Türk öğrenciler önde oluyor. Onlar daha cesur, azınlıklar ne de olsa biraz çekingen davranıyorlar! deyince kısa bir susmadan sonra:
-Bu çok doğal, insan kendi ülkesinde daha rahat olur! genellemeleri yapıldı.
Bella’nın yemeğe gelişi nedense beni sevindirdi.
Salona dönünce piyanoyu açtım, Brahms Ninni’yi birkaç kez çaldım. Mozart Ninni’yi de biliyordum, karşılaştırma için onun notasını da hazırlayıp Brahms, no: 5 (beş) Macar Dansı yanına koydum. Resimleri de hazırladım. Amacım, çalışma arasına ilgi çekici olaylar katıp çalışması renklendirmek.
Öğrenciler gelince, önce tahtayı gösterdim, iki dakikalık bir serbest çalışma yaptılar.
Piyanoda Ninni’yi çaldım. Ninni’yi bizim bölüm korosunun iki sesli söylediğini anlattım. Arkasından 5 no.lu Macar Dansını çaldım. Tahtaya dönerek numaraları söyleyerek topluca çaldırdım. İkili vuruşları teker teker, çifter çifter çaldırdım. Neşeye Şarkıyı grup olarak çaldırdım. Türküler yanında oyun müzikleri de istediler, Timurağa oyun müziğini tek tek çaldırdım. Önce kesik kesik sonra titreşimli vuruşlarla denedik.
Bugün bir de soruşturma yaptım: Piyanoda her çalışma saati sonunda size bir parça çalacağım bu, hangisi olsun? Tüm öğrenciler Mozart Marş alaturka yani Türk marşını istediler. Bunu, müziğini sevdiklerinden değil adına takıldıkları için diye yorumlayıp Beethoven’in Türk Marşını da ortaya getirmeyi düşündüm. Beethoven, Ballatlar 2 kitabımda notası var. Öğrenciler gidince bir süre çalıştım. Giriş bölümü!
Mandolinle önce üst sesler çalınacak, alışınca çift seslere basılacak!
Öğrencileri uğurlayınca plâk dinledim; Weber, Dansa Davet. Onu dinlerken, bu denli güzel, kısa süreli olarak dinlemeye değer parçaları anımsamaya çalıştım. Toselli- Serenat, Mozart -Menuet, Georg Enesco -Romen Rapsodisi, Bir filmde dinlediğim, adını bir süre anımsayamadım Harry James çalıyordu, Hora Staccato! Bach-Aire, Robert Schumann- Rüya, Mendelsshon, Schubert, Haydn, Beethoven! diye sıralarken Für Elise, Menuet! diyerek kendimi topladım. Büyük bestecilerin hepsinin bir değil sayısız güzel eseri var. Önemli olan onları tanıyıp, seçim yapabilmek. Beethoven 9. senfoni buna güzel bir örnek. Koskoca bir senfoninin minicik bir parçası dillere destan şarkı olarak söyleniyor. Üstelik bu tek örnek değil, geçen derste üstünde durduğumuz, Gerges Bizet’in Arlezyen Suit’ten alınan “Başımız Gökte dağlar aşarız! marşı, Verdi’nin Aida Operası’ndan alınan “Artık savaş bitti ey şen arkadaş!” şarkısı birer örnektir. Bunları sözlü yapmak zorunluğu yok, çalgılar için seçmek yeterli. Özellikle bizim gibi öğretmenlerin yapacağı, kendi öğrencilerine Batı müziğini sevdirmek, önemlilerini tanıtmaktır. Kendi kendime konuşarak piyanoya oturdum. Rapsodi 5 beni oldukça zorluyor. Bölük bölük çalıyorum ama birleştirince hoşuma gitmeyen bir durum oluyor; akıcı bir tarafı yok! İstemeyerek Mozart’a kayıyorum. Onun bestelerinde, her çalınan bölüm, bir arkasından gelen bölümün yolunu açar gibi! Hiç değilse bana öyle geliyor.
Akşam yemeğinde buluştuk, Abdullah Ön, Süleyman Alkan, Süleyman Adıyaman, İsmail Koralay, Enver Ötnü. Gelmeyen kim var? Hüseyin Çakar, Ekrem Ula! Süleyman Adıyaman ortaya sordu:
-Ekrem’in ki malum, Hüseyin Çakar neden gecikti? Gülenler oldu, Enver Ötnü duramadı:
-Belli olmaz, Ekrem’den beklediğiniz haber önce Çakar’dan gelebilir. Bu haber evlenmekle ilgiliydi. Abdullah Ön karşı oldu.
-Benim bildiğim Çakar, böylesi önemli bir işi kısa zamanda yapmaz, o her işini kılı kırk yararak yapar! Enver Ötnü:
-Sen Hüseyin Çakar’ın son iki yılını biliyorsun, biz onu yedi yıldır tanıyoruz. Konu, Hüseyin Çakar’lıktan sen- ben inatlaşmasına dönüştü. Bir insanın bir başkasını tanıması zamanla sınırlı mıdır? Söz giderek şiirlere, halk türkülerine döküldü, şıpsevdilik, gerçek sevgi tanımlamaları yapıldı. Tartışma giderek yumuşayıp ortak bilgilerin anımsanma yoluna döndürüldü. Aşk nedir? Divan şiirinde aşk, Halk şiirinde aşk. Eski aşklar mı gerçek, günümüzdeki aşklar mı? Genellikle tartışmalara katılmayan Süleyman Alkan’ın bu konudaki düşüncelerine şaştım, Divan şiirindeki aşkların yapaylığa, günümüzdeki aşkların, henüz süzülüp arınmadığına bu nedenle karşılaştırmaların yapılamayacağı üstüne güzel yorumlar yaptı. Özellikle günümüz aşklarının, belki de kalıcı bir tarafı olmayacağına, Leyla ile Mecnun ya da Ferhat’la Şirin örneklerinin, onların başkalığından değil, onlara geçen zaman içinde yapıştırılan ekler nedeniyle yaşadığını söylemesine şaştım. Onlar konuşurken Faruk Nafiz Çamlıbel’in Çoban Çeşmesi’ni anımsadım:
Ne şair yaş döker, ne aşık ağlarTarihe karıştı eski sevdalar,Beyhude seslenir, beyhude çağlar,Bir sağa bir sola Çoban Çeşmesi!
Bunu yazabilen Faruk Nafiz Çamlıbel, bu konuda neler düşünmüştü acaba? Elimde olsa da onu dinlesem! Çünkü kitaplara geçen en önemli aşk hikâyelerine burada değiniyor. Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Aslı ile Kerem. Bunların hikâyelerinin gerçeğini bilmese sanırım, adlarını bile anmazdı. Bir zaman bizim koyunlarımızı otlatan Çoban Kamber’in şarkılarını okuyarak hikâyesini anlattığı bir de Aşık Garip vardır. O, o kadar önemli değil herhalde Faruk Nafiz Çamlıbel onu anmamış. Belki de bilmiyordur. Uyumak üzereyken güldüm, bizim çoban Kamber, demek Faruk Nafiz Çamlıbel’e ulaşıp anlatamamış!
18 Eylül 1945 Salı
Dünkü yağmurdan eser kalmamış, alan tozlanıyor. Ali akordiyonu getirdi. Enver takıldı:
-Akordiyon öyle getirilmez, çalarak getireceksin! Ali, susmadı:
-Yürürken kime çalayım?
-Kendine çalacaksın!
-Kendime salonda çalıyorum, yürürken neden çalayım?
Enver uzatmadı bana dönerek:
-İyi, açıkgöz birini seçmişsin!
Okul Müdürü Rauf İnan, Sıtkı Şanoğlu ile birlikte geldi, bize de “Günaydın!” dedi.
Sıtkı Şanoğlu işaret verince oyun başladı. Harmandalı, Güvende, Timurağa tekrarlandı.
Oyun sonunda öğrendik, Müdür Rauf İnan, oyun grubunun artmasını önermiş. Sağlık Kolu’nda gösterişli öğrenciler varmış. Enver Ötnü duramadı:
-İşi gücü gösteriş adamın! Sıtkı Şanoğlu barışçı, “Cumhuriyet Bayramı’na dek, her sabah o öğrenciler gelir de oyunlara uyum sağlarsa alırız!” dediğini söyledi. Arkasından da bize:
-Haklı mıyım? diye sordu. Niçin olmasın?
Kahvaltıda biz bizeydik, akşamki aşk konusu bu kez de “ Aşık, , sözüne dönüştü. Kime “Aşık, , denir. Abdullah Ön, halkın bu sözü kendine göre kullandığını, şarkı türkü söyleyenlere “aşık” dediğini söyledi. Konu Aşık Veysel’e geldi dayandı.
Aşık Ömer, Aşık Kerem, Aşık Veysel karşılaştırması yapıldı. Aşık Ömer, bir değil tüm güzellere yönelik söylemlerine karşın, Aşık Kerem’in gönlündeki güzele, oysa Aşık Veysel’in onlar gibi gerçek bir ya da birkaç güzele değil, alın yazısına ya da kaderine yakarışta bulunduğunu, ele aldıkları konuları bakımından özellikle Aşık Veysel’i bunlardan ayrı tutmamız gerektiğini anlattı. Halkın, genellikle bağlama çalıp türkü söyleyenlere “Aşık!” dediğini, ancak bunların dar bölgelerde kaldığı için adlarının yaygınlaşmadığını, şimdilerde radyo aracılığıyla halka ulaşan yeni aşıkların türediğini, Ali İzzet Özkan’ın bunlardan biri olduğunu anlattı. Bu tür bağlama çalanların zaman zaman bir araya gelip geleneksel yarışlar yaptığını, karşılıklı sataşmalarla yeni yeni değişler ürettiklerini bu söz atışlarının geçmişten gelen bir halk bayramı sayıldığını tekrarladı.
İyi türkü söylediğini bildiğim Abdullah Ön’ün bu tarafını bilmiyordum. Bu onu, giderek Halk Türküsü falan derken alaturkaya kaydırır mı? kaygısına kapıldım. Alaturka, insanların o denli içine işlemiş bir kolaycı uğraş ki, bu kolaycılığı dinleyicileri de etkilemekte, bu çok dinleyici de, çalıcıları kendine çekmektedir. Öztekin Öğretmen aracılığıyla bir konser sonunda tanıyıp konuştuğumuz genç kemancı Fethi Kopuz’u duyarlı bir orkestra üyesi olarak dinlemiştik. Gelecek için güzel tasarılarından söz etmişti. Oysa Radyo Dergisinde küçük çocuğunu gördüm, alaturkacı dedesinden ud dersi alıyor. İlginç bir örnek de ünlü viyolonselci Mesut Cemil’i geçen yıl Beethoven Triple Konçerto’da dinledik. Cumhurbaşkanlığı orkestrası ile çalacak derecede usta, Batı müziğini benimsemiş. Ara ara alaturkacılar arasında adı geçiyor. Ben önce ad benzerliğine yordum. Gerçekten oymuş. Öztekin Öğretmen açıkladı:
-Alaturkacılara çok para veriliyor, ne yapsın, yaşamak için paraya da gerek duyuluyor! Mesut Cemil, Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerine girecek ölçüde tambur çalan bir alaturkacıymış, Fahri Kopuz gibi oğlunu küçüklüğünde alaturkacı olarak yetiştirmiş. İkircil bir durum, işine nasıl gelirse öyle davranacak! Atalarımız bunun için demiş olmalı:
-Görünüşe bakarak, gerçek niyetini öğrenmeden karar verme! Olayı bir de başka bakımdan ele alabiliriz:
-Olmuş, olmuş, geçmiş, geçmiş! İnsanlar yaşamaya devam ediyor. Büyük bir değişim olmuşsa, herkes birden o değişime uyabilir mi? Büyük Fransız Devrim’inde bu görülmüş, binlerce insan yeniliğe uyamadığı için giyotine gitmiş. Giyotine gitmeyenlerin içinde de değişime ayak uydurmakta zorluk çekenler olmuştur. Onları düşünürsek Tamburi Cemil’e de Fahri Topuz’a da hak veririz. Kendileri bir yaşam boyu alıştıkları çalgıyı bırakmamakta direnmiş olabilirler. Üstelik onlar bunu salt merak nedeniyle değil yaşamlarını sağlamak için kullanmışlar. Hâlâ dinleyicileri varsa neden çalmasınlar? Üstelik geleceğin yeniliğine uymak üzere çocuklarını yeniliklere yönlendirmişler. Öyleyse onlarınki inadına bir karşı olma değil, toplumun genel durumuna uymadır. Fahri Kopuz, bir soru üzerine sanırım açık açık bunu söylüyor. Şöyle diyor:
Böyle söylemesine karşın, yurt çapında, kopmamak üzere sımsıkı sarılınan alaturka müziği, özlemi duyulan çok sesli müziğin önünde gösterme çabaları, tarafsızlara:
-Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu dedirtecek düzeydedir. Fahri Topuz da böyle konuşmasına karşın yeni alaturkacılar yetiştirmek amacıyla kurum açmıştır.
Fethi Kopuz’un oğlu dedesi Fahri Kopuz’dan Ud dersi alıyor.
Bu örnek, belki genelleştirilemez ama, Radyo yöneticilerinin davranışları, programların düzenlenmesi, bu konuda duyarlı dinleyicilerin tepkileri, bu konuya gönül vermiş insanları kaygılandırıyor. Örneğin 1 Eylül 1945 tarihli dergide bir açıklama var:
-Alaturka Müzik, Millî Müzik olarak gösterilmiş. Radyoda alaturka çalgılarla çalınan, tek tek ya da topluca söylenen tüm şarkılar, fasıl heyetleri, taksimler, tarihi müzikler Millî Musiki adı altında birleştirilerek A denmiş. Konya kaşık havaları, def dümbelek karmaşaları, sirtolar, köçekçeler, dahası azınlıkların, (Ermeni) Hamparsum notalarıyla yazdıkları da Millî Müzik. Yukarıya resmini aldığım alaturkacı sayın Fahri Kopuz, “Gelenek böyle diye, geleneğe sarılarak yenileşen dünyanın zorlaması önünde durulamaz!” demiş, eski üstatlardan örnekler vermiş hattâ değişmezlik örnekleri olarak sarılınan Dede Efendi’nin bile 1840’lı yıllarda değiştiğini söylemiş, örnekler vermiş ama alıştığı tamburu torunun önüne kaymakta bir sakınca görmemiştir. O torunun, gelecekte yeni bilimleri öğrenmek için Batıya gittiğini düşledim, okuduğu okuldaki müzik çalışmalarına nasıl katılacaktır? Okullardaki öğrenci orkestralarında tambur olacak mıdır? Olaya bir de bu açıdan bakmak gerekir!
diyor. Demek Radyo yöneticileri dergilerine koydukları bile okumuyorlar!
*
Bir süre Beethoven Türk Marşı’nı çekiçledim. Beethoven bu marşı, yazmış olduğu bir büük eserinin içinde kullanmış, Atina Harabeleri. Faik Canselen Öğretmen’in anlattığına göre bu marşı, Mozart’ta olduğu gibi gönülden karşılayamayacağız. Çünkü eserin bütünü, bizim bir tarihsel hatamızı anlatan metnin bestesiymiş. 1820 yıllarına gelindiğinde, Rusya ile öteki Avrupa devletlerinin desteklemesiyle Yunanlılar Osmanlı İmparatorluğuna baş kaldırmış. Uzun yıllar alan bu didişmede Osmanlı askerleri Atina’da bulunan Partenon tapınağını depo olarak kullanmış. (Avrupalılar öyle diyormuş.) Ancak o kargaşada depo yanmış, böylece çok önemli bir tarihsel anıt zarar görmüş. Yunanlılar bunu, Osmanlıların kasıtlı yaktığını öne sürmüş. Osmanlılar bunu kabul etmemişler, günümüze dek de buna direnmişler. Ancak Avrupalıları saplantılarından çıkaramamışlar… İşte bu dedikodulu konuyu Beethoven bir eserinde canlandırmış. Esas metin tam bilinmemekle birlikte içerik olarak bizi yereceği sanılmaktaymış. Buna karşın marş, sözsüz olarak benimsenmiş, yer yer konserlerde çalınıyormuş. Bir süre uğraştım. Zor değil ama parmak araları oldukça açık, çok çalışıp el alıştırmak gerekecek. Çaldıkça Mozart’ın marşını anımsatan bir ritmi olduğunu anladım. Onun gibi hareketli daha doğrusu çekici değil ama bir çeşit olarak çalınabilir. 1821’de bestelenen Atina Harabeleri eserinden alınan Türk Marşı’nın notaları Beethoven’in Balatlar nota kitabının ikincisinde var.
Öğle yemeğinde nedense öğretmenler, Sağlık Bölümü öğrencilerinden yakındılar. Onların derslerine gidenler, pek hoşnut değiller. Bedia Öğretmen:
-Köy Enstitülerinden, en uyumsuz öğrencileri seçip gönderiyorlar, onların burada önce birbirlerine karşı uyumu sağlanıyor, ondan sonra da topluca sınıf havası veriliyor gibi bir söz söyledi. Geçen yıl bir ara o öğrencilerden de bir grup mandolin için gelmişti. Pek üzerinde durmadım ama, onlar biraz farklıydı. Ben onların da öğretmen bölümü gibi köylerden alınıp burada yetiştirildiğini sanıyordum. Mandoline gelenler, yeni başlamasına karşın iri yapılı idiler. Meğer o gelenler enstitülerin 3. sınıfından sonra buraya gelmişlermiş. Sabahları yeni yeni oyuna katılanlar dikkatimi çekmişti; hepsi gelişmiş durumda. Kısaca Sağlık Kolu, tümüyle 4. 5. sınıf öğrencisiymiş. Biraz da bu yüzden göze batar olmuşlardır. Öğretmenler, olayı başka bakımdan değerlendirdiler:
-Doktorlar, işi hep meslek açısından değerlendiriyor. Kişi, mesleğini doğru yapıyorsa doğrudur. Oysa öğretmenlikte olay daha değişik, öğreticiliği iyi yapmak yetmez, öğretici aynı zamanda o iyi diye öğrettiklerini kendi içine sindirmiş olmalıdır. Öğretmenlik aynı zamanda bir davranış simgesidir. Tartışma bitmedi. Cemil Toygar Öğretmen doktorların ant içtiklerini, ilk doktor sayılan Hipokrat adına içilen andı anlattı. Bu kez de doktorların doğruluğu ile öğretmenlerin doğruluğu arasındaki ayrıntılara inildi. Konu tam açıklanmadı ama iki önemli konu ya da meslek önümüze gelmiş oldu:
- Öğretmenlik, doktorluk!
Beklemediğim bir olay, Öztekin Öğretmen geldi, çalışmamızı izledi Sanki bir iş yapıyormuş gibi Pikap köşesindeki masada oturdu ama kulakları bizdeydi. Ben hiç oralı olmayınca öğrenciler de rahat oldular. Tahtadaki parçaları atlamadan sıra ile tekrarladık. Tek seslilerde bir tökezleme olmamasına karşın iki sesli tek ya da toplu çalmalarda oldukça kusurlar ortaya çıktı. Öğrenciler kendi kendilerini eleştirdi:
-Eski alışkanlıklarımızı bir türlü bırakamıyoruz! Bu, öğretmenini hoşuna gitmiş, birden kalkıp konuştu:
-Üzülmeyin: Zararın neresinden dönülse kâr sayılır. Ben sizi iyi buldum, bu çalışmanızı aksatmadan sürdürürseniz, dinlenebilir parçalar çalacaksınız! Öztekin Öğretmenin övgüleri arasında çalışmamızı bitirdik.
Öztekin Öğretmen bir süre kaldı. O kalınca ben de son okuduğum yazılardan aldığım notlardan söz ettim. Radyo dergilerini gösterdim. Öğretmen hemen konuya girdi, alaturka hakkındaki düşünceleri özetledi. Radyo yönetiminin tümden alaturkacıların denetimi altında olduğunu, İstanbul basınının da bunları desteklediğini anlattı. Öztekin Öğretmen bir süre İstanbul’da kalmış.
-Sirkeci’yi gördün, ancak Sirkeci İstanbul’un en kesif (sık yerleşim) yerlerindendir, küçük gibi görünür ama sıra binalar, o binalarda oturanlar İstanbul ticaretini ellerinde tutarlar. En büyük iş hanları oradadır. Zaten İstanbul gazeteleri de hemen onların yakınında toplanmıştır. Oranın esnafı, yarı Müslüman yarı azınlıktır. Din ayrılığına pek kulak asmazlar. İçkili meyhanelerde buluşurlar, balolara giderler, Avrupa’da birlikte gezerler, iş ortaklıkları vardır. Bunların ortak noktalarından biri de alaturka müzik dinlemektir. Zaten alaturka müziği babadan oğula sürdürenler de azınlıklardır. (Daha çok Ermeniler.) Alaturkacılardan Türklerin kökenleri araştırılsa en çok dedeye gider. Ermeni alaturkacılar araştırılsa yedi ceddi bu işin içinde görünür. İşte bu kozmopolit ortamda bu insanlar Sirkeci’de Borsa Han denilen büyük binanın altında, görünüşe göre bir kahvede, kahve dedimse bir mahalle kahvesi değil, ahım şahım, gösterişli bir yer. Yazarlar, şairler, patronlar oraya uğramadan edemezler. Bu müşterisi seçkin Kıraathane, belli günlerde alaturkacı şarkıcıları çağırır, gösteri yaptırır. Kıraathane bu numarasıyla müşterilerini elinde tuttar. Bunun bir numarası daha vardır. Yeni şarkıcıları tanıtmak. İşte işin burası ilginç. Bu işi kotaran insanlar vardır. Bunlar az çok alaturka müzikle ilgilidir. Düğünlerde ya çalar-söyler ya da çalıp söyleyenleri toplayıp öteye beriye götürür. Oldukça para getiren bir iş olduğundan bu işi yapanlar yan kuruluşlar da kurmuşlardır. Gramofon plâkları gibi. Bu plâk işini küçümsemeyelim, Türkiye çapında bir müşterisi var.
Bunu çok iyi bildiğim için hemen söze karıştım:
-Bizim kahvedeki plâk sayısı 100’ü geçti.
-İşte bu insanlar, fakir mahalleleri dolaşıp, bu işe yarayacağını anladığı insanları gelecekleri için büyük vaadlerde bulunarak kandırıyorlar. Örneğin:
-Plâklarda sesin olacak, herkes senin sesine hayran kalacak! diyerek giyimlendirip donatarak önce bu kıraathanede söyletirler. Böylece oldukça karmaşık olmakla birlikte alaturka müzik için iki taraflı bir alan açılmıştır. Fakirler geçim derdinden, para kazanmak amacıyla, varlıklı bir katman da kendi, gelip geçici zevki için alaturkaya bir alan açmaktadırlar. İnsanların doğal olarak bazılarında ötekilere göre daha albenili ses olur. İşte böylesini bu pazarlamacılar söylediğim araştırmalarda bulurlar. Radyoda sesleri tüm Türkiye’ye yayılan alaturkacı bayanların, doğma yeri Borsa Kıraathanesi denilebilir. Biri çıkıp araştırsa hemen hemen hepsi, okuyamamamış, işsizgüçsüz ailelerden gelme. Yanlış anlaşılmamak için açıklamak isterim: Bunu küçümseyerek demiyorum, üstelik onları haklı da buluyorum. Güzel seslerini neden değerlendirmesinler? Sorumlu devlet kuruluşları bu sorunu çözmek için çaba göstermezse bu kısır döngü ilânihaye (sonsuza dek) gider.
Bu, araştırılarak ses bulma Avrupa’da da vardır. Örneğin Rusya’da gelmiş geçmiş en güçlü seslerden biri sayılan Fyodor Şalyapin, İtalya’da Enrico Caruso, böyle taramalarda ortaya çıkmıştır. Bir Borsa Kıraathanesi can kurtaran simidi olarak kullanan alaturkacılara, Radyo, gerçekten güneş gibi doğmuştur. Onlar, (işi ucuzdan alanlar) bu tür dalavere yolunu çok iyi bildiklerinden (ölüm kalım meseleri yaptıkları bu işi) radyoya yamayarak gelişme yollarını da açmışlardır. Şimdilerde Radyo yönetiminin alt tabanı onların (taraftarlarının) elimdedir. Aslında, radyo salt müzik işi değil toplumun tüm kesimleri için bir aydınlatma kaynağıdır. Ne var ki baştakiler henüz bunu tam anlamıyla kavramış görünmüyor. Söylenecek bir iki büyük ya da doğru lâfla halkın hemen onların arkasından geleceğini sanıyorlar. Bu nedenle radyo ehil ellerde sayılmamakta. Bu umursamazlık da alaturkacıların ekmeğine yağ sürme anlamı taşımaktadır.
Öztekin Öğretmen ayrılınca bir ara düşündüm; bu işe benim sinirlenmem yetmez. Kendi kahvemizde akşama dek gelenlere Safiye Ayla Sarı Kurdelem’i, Hamiyet Yüceses Bakmıyor Çeşm-i siyah’ımı söyledikçe, Zeki Duygulu-Hamiyet Duygulu çifti plak doldurdukça bu iş süreceğe benziyor. T. B. M. M’de olmasına karşın tamburu ile boy boy resim çektirenler oldukça bu iş kolay kolay önlenemez. En iyisi, halkın önüne daha iyisini koyup, onun seçimini beklemek. Belli ki bu çok uzun süreli bir yarış olacak. Az önce değinilen Fahri Kopuz’un da dediği gibi bu iş gerçekte ta 1830’lu yıllarda Donizetti ile başlamış. Bir yanda Donizetti bandosu bir yanda Dede Efendili Fasıl Heyetleri. Bu ikili çekişme 2. Abdülhamit günlerine dek Saray desteğiyle gelmiş. Her nasılsa 2. Abdülhamit, bu gruptan desteğini çekmiş. Enver Paşa destekli Bando her ne kadar öne geçmiş ise de, bu başarı ordu elinden çıkıp halka inememiş. Savaş sonrası yıkım, kahrolan halkı çaresiz alaturkaya itmiştir. Türkiye Cumhuriyeti halkı sarmaş dolaş alaturka içinde bulmuş, zafer marşlarını bile alaturka olarak dinlemiştir. Hürmet sana, ey şan dolu sancağım! türü marşlar, Annem beni yetiştirdi, bu yerlere yolladı! türü şarkılar bu dönemin ürünleridir. 1922 yılında kabul edilen İstiklal Marşı sözlerine karşın 1930 yılına dek bir beste seçilememesi de bundandır. Türk Halkının tümü tarafından benimsenen 10. Yıl Marşı’nda bile alaturka etkisi bulunmaktadır. Ne var ki, bu günkü konumuz etki sorunu değil, olduğu gibi eski teraneleri halkın önüne indirip akşam sabah dinleterek, belleklerde alaturka ağını güçlendirmedir. Bir Fransız sömürgesi olan Cezayir, Tunus, Suriye, bir İngiliz sömürgesi olan Mısır, Arabistan Irak bu ortak teraneyi sürdürmektedir. Türkiye Cumhuriyeti olarak biz kendileriyle yarışa kalktığımıza göre neden onların müzik düzeyine çıkmayalım? Atatürk’ün hedef gösterdiği “Muasır medeniyet!” ne demekse ona bütünüyle ulaşmayalım?
Oldukça kurulmuş olarak yemeğe gittim. Hüseyin Çakar izinden dönmüş. Buna çok sevindim. Süleyman Adıyaman, İsmail Koralay, Hüseyin Çakar dördümüzüz. Ötekiler gelmedi. Hüseyin Çakar’la konuşurken ister istemez öteki arkadaşları, Şevki Aydın’ı, Mehmet Zeybek’i, Şerif Yalman’ı andık. Mehmet Yelaldı’yı anımsamamak elde değil, onu sordum. O da sormuş soruşturmuş ama doğru dürüst bir bilgi alamamış. Mehmet Yelaldı Denizlili, Aydın’a gelenler olmuş, onlar da bu konuda bilgisizmiş. Mehmet Yelaldı bir yıl sonra bizimle sınava girecekmiş.
Hüseyin Çakar yeni piyanomuz hakkında bilgi almış, biraz ilgisiz gibi davrandı ama ben isteyince benimle geldi. Beğendiğini söyledi, benim şanslı olduğumu söyledi. Kendi tasarılarından söz etti. Hüseyin Çakar iyice kararlı, Köy Enstitüleri’nde çalışmamak için bütün yolları deneyecekmiş. Niçinini, nedenini sormadım. Bildiğim kadarıyla o işi besteciliğe dökmek niyetinde. Burada olduğu sürece armoni dersi alma yollarını arıyormıuş. Faik Canselen Öğretmen kendisine bazı önerilerde bulunmuş. Fazla kurcalamadım. Hüseyin Çakar plâkları özlemiş, Mozart piyano konçertosunu dinledik.
Yatakhanede, Ekrem Ula konuşuldu, gelmesi gerekirdi, neden gelmedi? Ekrem Muğlalı, içlerinde Muğlalı yok. Muğla’nın yol uzaklığına bağladılar. Muğla deyince benim de aklıma Halil Dere geliyor, o uzak yolları nasıl gidiyor? Tren, otobüs, sanırım arada deniz yolculuğu da var. Deniz yolculuğu hakkında tek deneyimim, gezide azıcık Isparta gölündeki kısa dolaşma ile, İstanbul’da Sirkeci-Haydar Paşa arası, bir de son gezideki Boğazı dolaşmamız. Boğazı düşlerken uyudum.
19 Eylül 1945 Çarşamba
Enver Ötnü, Hüseyin Çakar’a takıldı:
-Aydınlı gerçek Efe arkadaşım, bizimle Er Meydanı’na teşrif etmeyecek misin? Hüseyin Çakar, biraz çekimser:
-Düşünüyorum, çıkayım mı? diye sordu, arkasından da geleceğini söyledi. Biz tam oyun alanına çıkarken Müdür Rauf İnan geldi. Sıtkı Şanoğlu düdük çalıp komut verirken el kaldıran Müdür Rauf İnan Hüseyin Çakara’a:
- E, yeter ama bukadar naz, al bakalım akordiyonu! deyiverdi. Hüseyin Çakar bunu beklemiyordu. Daha doğrusu bunu ben de beklemiyordum. Önce bunu kendime göre dışlanma bile saydım. Az sonra Müdür Rauf İnan koluma girdi, birlikte yürürken:
-Herkes görevini bilmeli; o, orada duruken sen niçin çalacaksın? Yaptınsa yaptın şimdiye kadar. Gerekirse gene yapacaksın. Herkes, sırtındaki sorumluluğun ağırlığını duymak zorundadır!
Müdür Bey ayrılınca biraz rahatladım. Bu kez söylediği sözler bence çok yerindeydi. Bunlar, kesinlikle benimle, ilgili değil! diyerek kendimi teselli ettim.
Hüseyin Çakar kahvaltıya gelmedi, üzüldüğünü düşündüm. Süleyman Adıyaman:
-Hüseyin Çakar gelir gelmez piyanoya sarıldı, kahvaltıya bile gelmedi! dedi. Oyundan sonra Yönetim binası üstündeki piyanoda çalışıyormuş.
Oyunlardan kurtulduğuma sevinemedim, olayın bir bit yeniği tarafı olabilir. Öğle paydoslarında mandolin çalışmaları ne olacak? Bu soru aklıma takıldı. Piyanoya oturup, kaygısızca çalıştım ama yer yer aynı soru aklımdan geldi geçti.
Yemekte Hüseyin Çakar’la karşılaştım. Enver’e takıldı:
-Sen beni tuzağa düşürdün! Bu kez de Enver:
-İnsaf et, on beş gün için gittin 20 günde geldin. Bu arkadaş daha yeni piyanosuna doyamadı, bir de akordiyon mu taşıtacağız ona? Abdullah Ön yetişti:
-Arkadaşları karşı karşıya getirmeyin, bırakın şu tartışmayı! Peki! dendi.
*
Salona gidince oldukça sakin çalışmaya koyuldum. Ara ara da Müdür Rauf İnan’ın yaptığını Öztekin Öğretmene nasıl nakledeceğimi düşümdüm. Bir süre sonra Öztekin Öğretmen geldi. Günaydın! dedikten sonra ellerini birbirine vurarak “Al sana bir belâ! Gerçi bunu da atlatacağız ama, çünkü mantıksızlık!”
Ne olduğunu anlamadığım için sakin sakin sözün sonunu bekledim. Öztekin Öğretmen sözü doğrudan söylemedi:
-Neymiş efendim, hediye piyano, ders için kullanılmamalıymış, onu yönetim binasına alıp ötekini gene öğrenci derslerinde kullanısıymışız. Bunu, okul müdürü değil de onun borazancı başısı Md. Yardımcısı Tahir Erdem diyormuş. Gene de arkasında Okul Müdürü Rauf İnan’ın olduğu besbelliymiş. Bunu duyunca sabahki olayı anlatmaktan vazgeçtim. Öztekin Öğretmen bir yandan da sevinçli, yeni geleceklerde 20 kadar kız varmış. Umarım bize 4’ü 5’i gelir! dedi. Kepirtepe’den gelecek Melahat Erkan’ın bizim bölümü seçeceğini söyledim.
Öztekin Öğretmen, geldiği gibi gene kendi kendine söylenerek ayrıldı. Ancak kesin kararlı konuştuğunu görünce kaygılanmadan; bunun da Okul Müdürü Rauf İnan’ın bir numarası olabileceğini aklımdan geçirdim. O böyle düşünmüştür, ancak olmayabilirliği hesaplayarak yardımcısı Tahir Erdem’i ortaya atmıştır.
Öztekin Öğretmen gidince yeni piyanoyu açıp uzun süre çalıştım. Bella geldi, oldukça neşeliydi. O da bu yıl gelecek kızlardan sözetti. Geleceklerin uzun boylu, güzel yüzlü olmalarını istiyormuş. Şimdiki kızları sordum. İkisi dışında uzun boylu yokmuş, o ikisinin de yüzleri makyaja elverişli değilmiş. Bella’ya film yıldızlarından örnekler vererek güzellikleri hakkında fikrini öğrenmek istedim. Söylediklerimin hiç birisi beğenmedi. Ben, fazla bildiğimden değil aklıma gelenlerden; Hedy Lamarr, Gene Tierney, Lana Turner, Joan Fontaine, Vivien Leigh, Esther Wiliams, Greer Garson gibi seçkinleri söylemiştim.
Hedy Lamarr Joan Fontaine Esther Williams Gene Tierney
Oysa o, benim henüz görmediğim birini Cyd Charisse’i örnek verdi. Onun filmleri bize henüz gelmemişmiş. İçimden:
-Filmi gelmediyse o nereden biliyor? Birden Bella’ya karşı bir yabancılık duygusuna kapıldım.
Cyd Charisse
O, saklamıyor, Musevi olduğunu söylüyor. Ancak Türkler içinde yetişmiş, kendisi, Türklere karşı olmadığı için Türklerin de ona karşı olmayacaklarını düşünüyor. Ablasını da örnek gösteriyor. Ablası Dora, eniştesi Erol Güney’in Türk kökenli olduğunu bile bile evlenmiş, gene onunla bile bile Türkiye’ye gelmiş. Kendisi de şimdilik düşünmüyormuş ama ilerde düşlediği çalışmalarında başarılı olursa bir Türkle evlenebilirmiş. Bunları düşünerek, Bella için de tıpkı ablası gibi olabilir! diyorum. Ablasının etrafında, iş soranlar, kitap isteyenler, Türkçeye ya da başka dillere çevirdikleri (Rusça, Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca) parçaları dinlemesi için çevresinde toplananları görür gibi oluyorum. Ablası Dora öyle işte! Her gittiğimde başta Melih Cevdet, Orhan Veli, Necati Cumalı, Şahap Sıtkı olmak üzere Tercüme Bürosu’nda çalışan gençleri, ona danışırken, çeviri üstüne konuşurlarken görüyorum. Değişik bir alanda Bella da öyle olabilir. Bella, işine gelmeyen konulurda fazla konuşmuyor. Musevilerin kendi aralarında sıkı bir bağ olduğunu okuduğum kitaplardan öğrendiğim gibi ara ara yapılan konuşmalarda edindiğim bilgiler var. 1934 yılındaki Trakya Yahudi Düşmanlığı gösterisi sonunda Lüleburgaz’dan ayrılan Musevilerden Bünyaminler olarak bilinen ünlü Manifaturacı, Bağcı, Peynirci (buna bir de Tefeci ekleyebiliriz) ailesi Lüleburgaz’dan ayrıldığından birkaç gün sonra Amerika’ya gitmişti. Ağabeylerimin bıraktığı rehineler için arandığında Amerika’dan karşılık vermişlerdi. Gerçi onlar inkâr etmediler, alacakları için bir süre verdiler, ancak bizim durumumuz o süre içinde borcumuzun karşılanmasına elverişli olmadığı için, arkasından da savaşlar başladığından olay öylece kapanmıştı. Anımsadığım kadarıyla bu konuşmalar salt bizim olayla sınırlı kalmadı, Musevilerin dış ülkelerle ilişkileri üstüne türlü sözler söylendi. Bunların bir tanesi de Musevilerin, hangi ülkede olursa olsun, Amerikadaki Musevi topluluğuyla bağlantısı olduğu, bu bağlantının çok büyük, tüm dünyaya yayılan bir ahtapot olduğu anlatılıyordu. Bu duyduklarımın Adolf Hitler’in Kavgam kitabında benzer sözlerle anlatıldığını da okumuştum. Tarih derslerimizde zaman zaman Endülüs Emevî Devleti anlatılırken, orada yaşayan musevilerin, sözde egemen Arapları nasıl ellerinin içine aldıklarını, İspanya’da Hıristiyan Krallık gelişirken bu olayı görüp Musevileri nasıl kovduklarını, bunları ülkesine kabul eden Osmanlıların bir süre sonra onların ekonomik kıskacına nasıl düştüğünü gene gene dinlemiştik. Olaya bu açıdan bakınca Bella’nın çalışma isteğinin nedenlerini benim ya da benim arkadaşlarımızın anlaması biraz zorlaşıyor. Ara ara anlar gibi oluyorum, bana benzer bir başarı hırsı sezip kendi adıma seviniyorum ama, oradan ötesine gidemiyorum. Filmlerde görmediğim, gördüğüm filmlerdeki oyuncuları defterime yazmama karşın görmediğim bir film yıldızı bilmesi beni bu tür düşünceye sürükledi. Yoksa Museviler, özel olarak Amerika’dan film mi getiriyorlar? Niçin olmasın? Padişah 2. Mahmut’un başlattığı bir olay var. Osmanlı Sarayı, özel olarak Avrupa’dan müzikçiler, ressamlar getirtip, konserler dinlemiş, resim yaptırmışlardır. Piyanis Franz Liszt, viyolonist Winievsky, ressamlar; İtalyan Fausto Zonaro, Rus Ayvazosvki böyle gelmiştir. İşin ucu paraya dayandığına o da Musevilerde bol olduğuna göre neden özel film getirtmesinler?
*
Mandolinciler geldi, durumda bir değişiklik olmadığını anlayıp sevindim. Kendi düzenimize uyarak çalışmamızı yaptık. Salt bilgi için Fa anahtarının yararlarını anlattım. Gerçekte sol anahtarının da yer değiştirdiğini, notaların porte çizgilerine göre değil, anahtarlara göre adlandığını örnekler vererek tekrarladım. Belki de hiç kulanmayacaklar ama gene de duymalarını istiyorum. Kendimi örnek alıyorum. Kimse bana porte ya da anahtar göstermedi. Ancak haksızlık etmeyeyim, ilkokul 5. sınıfta Ahmet Korkut Öğretmen gösterdi, orta 1. sınıfta Adem Gürçağlayan Öğretmen gösterdi. Ancak onlara gösterme denirse “Gördüm!” diyebilirim. Gene de benim öğrettiğim gibi elimde çalgı ile çalışma yapılmadı, demek istedim. Görmek ya da göstermek başka şey, öğrenmeye yönelik bilgilendirmeleri yaparak kavratma başka şey. İşte ben bunu yapmaya çalışıyorum. Aklıma bir dikkat şakası geldi. Tahtada Neşeye Şarkı notalarının anahtarını değiştirdim, sol anahtarını 1. çizgiye koydum. Bakalım bunu gören çıkacak mı? Bir süre rapsodi çalıştım. Zaman zaman ilerlediğimi anlar gibi oluyorum. Franz Liszt bir Macar çocuğu. Küçük yaşta müzik yeteneği belirmiş. O zamana dek müzik başkentliğini kanıtlayan Viyana gölgesinde kalan Macaristan, Franz Liszt adıyla bu alana girmiştir. Gerçekte Bir Macar soylusu olan Esterheisi, Josef Haydn’ı yaşam boyu tutmasıyla Avrupa’da bir ün yapmış ama yetişmiş olan Macar asıllı sanatçılar hep Haydn gölgesinde kalmıştı. Üstün yetenekli Franz Liszt kısa zamanda Macar halkının simgesi oldu. 10 yaşında dönemin müzik kenti olarak bilinen Viyana’ya gitti, orada yine bir Macar kökenli ünlü piyanist-öğretmen Karl Czerny’den ders aldı. Genç yaşında ünü tüm Avrupa’ya yayıldı. Bir süre Ludwig van Beethoven’den de ders alan Franz Liszt özellikle Paris’te kısa zamanda müzik dünyasının gözdesi oldu. Büyük Fransız Devrimi’nden sonra özgürlükleri için direnen Macarlar için Liszt bir bakıma simge olmuştu. Ünlü Fransız bestecisi Hector Berlioz, Macar marşını orkestraya uygulayarak, Macar halkının özgürlük isteklerinin gündemde kalmasına yardımcı olmuştu. Franz Liszt kısa zamanda çağının tüm sanatçılarıyla ilişki kurarak büyük bir üne ulaşmıştı. Giderek Alman kökendeş bestecilerle de ilişkisini ilerleten Liszt virtüözlüğü yanında besteciliği de ilerleterek Macar kültürünü de tanıtmıştı. İşte bu, kendine özgü gibi görünmesine karşın Macar ulusunun tarihsel ögelerini yansıtan özellikle rapsodileri bu tür bestelerdir. Tamamı 19 olduğu bilinen bu Macar rapsodilerinin hepsinde Macar müziği esintileri bulunur. Özellikle bu 2. Rapsodisi daha yaygın olarak bilinmektedir. Faik Canselen Öğretmenin sık sık tekrarladığını ben de tekrarlıyorum. Franz Liszt, Asya’dan Batıya akın eden Hunları (bizim tarihizdeki Attila-Bleda kardeşler v.b.) sesle anıyormuş.
Bunları düşünürken Faruk Nafiz Çamlıbel’in Akın Piyesini anımsadım. Orada da buna benzer düşünceler geçer. Hakan İstemi Han, damadı Demir’le kızı Suna’ya öğütler verir. Sanki o öğütler, Hun-Türk boylarına, bir an önce gidin Avrupa’da yaşayın muştusudur.
İstemi Han: Öyleyse. . Yaşamaktan hiç korkumuz kalmadı,Öyleyse günden güne yükselecek Türk adı!Akın alaylarını alarak pençenize,Haydi dağdan, ovadan yol arayın denize.Duydukça atınızın nal sesini uzaklarSizi tanıyacaklar, sizi tanıyacaklar!Çivisinden bilirler Türk atının nalını,Uçurun dört tarafa Asya’nın kartalını.Kapısını, güç, kolay, size açar her belde,Yürüyün, düşman da var, dost da yabancı elde.Dört taraftan çevirmek istese dünya sizi,Siz de gidin bulmaya dört taraftan denizi.Karşı çıkanlara siz, sevgi atın, nûr atın,Anlamayan olursa ok ucuyla anlatın.Uçun bir ok hızıyla durmadan , ileriye…Korkmayın benliğiniz yâdelde erir diye.Hiçbir kanın cevheri sizden yüksek düşemez,Hiçbir elin hüneri Türkle boy ölçüşemez.Bir doğuya, bir batıya, bir güneye savrulun,Gidin rüzgarlı dağlar, yeşil ovalar bulun.O eller de bizimdir, nasıl bu yurd bizimse,Bastığımız toprağa ayak basmaz hiç kimse.Daha yokken ortada göçe, akına giden,Bir fetih rüyasına dalıyorum şimdiden…. . Faruk Nafiz Çamlıbel/Akın Piyesi sayfa 52…
Rapsodiyi bunları anımsayarak daha cesurca çalıştım. Tarih kitaplarında gördüğüm Atttila’nın resmi de zaman zaman gözümde canlandı. Bu duygular beni oldukça cesaretlendirdi. Çaldığımı da beğenmeye başladım.
Piyanodan kalkınca aklım, Avusturya ile Macaristan ülkelerine takıldı. Macaristan bizden ayrılınca Avusturya’ya bağlanmış. Daha sonra Ortak olmuşlar. Avusturya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna dönüşmüş. Bu birliktelik 1914-18 1. Dünya savaşı sonuna dek sürmüş, savaştan sonra da Macaristan bağımsız olmuş. Bu iki komşu ülke arasında nasıl bir ilişki ise, birleşmişler, ayrılmışlar. Hun, Hungar, Hungaria, Macaristan! Öteki ülkelerde de benzer ayrılıklar var. Frank imparatorluğunu kuran Kısa Papen ülkesini iki oğluna pay etmiş, Şarl’a Fransa, Karl’a Almanya, işte olmuş iki devlet! Bu iki devlet şimdi birbirinin düşmanı. Napolyon Bonapart zamanını tam olarak bilmiyorum, ondan sonra bildiğim üç büyük savaşta karşı karşıya geldiler. 1870, 1914, 1939…
*
İsmail Koralay’la Süleyman Alkan geldi. İnşaattan geçerken tıngırtıyı duyup uğramışlar. Piyano sesi. Onlar için tıngırtı. Süleyman Alkan gülerek düzeltme yaptı:
-Dışardan o kadar güzel duyuluyor ki, piyanonun sesini anlatacak söz bulmadık. Tabi ki tıngırtı değil, ama ne?
İnşaatı bitirmişler, sıvası kalmış. Çok kalmadılar. Onlar gidince ben gene tıngırtıya başladım; tıngırtı nedir? Bizim köyde caha çok koyunların boyunlarına takılan çanların seslerine denir. Koyunun boynundaki çan, koyun başını oynattıkça ses çıkarır. Boynunda çan olan koyun düzgün bir yerde, çimen otlarsa çan kimi zaman düzenli ses çıkarır. Ancak yürürken falan çanın sesi gerçekten tıngırtı olur. Konserleri anımsadım, Walter Gieseking ya da Samson François, Mozart, Beethoben ya da Chopin çalıyor. Bunu duyan tıngırtı derse ne olacak? Bunu dinleyenler duyarsa, sanırım tıngırtıcıyı pataklarlar.
Rapsodiye ara verip aklımdakileri sıraladım. Bir süredir ara verdiğim Maman Varyasyonu tekrarladım.
*
Akşam yemeğine Hüseyin Atmaca da katıldı. Atmaca birkaç gündür yoktu, meğer Ankara’da imiş. Sabahattin Eyuboğlu Öğretmene yardım için gitmiş. Kalacak yeri varmış. Konuşmalar arasında kaldığı yeri söyledi, Gazi Eğitim Enstitüsü. Orada öğrenci hemşerisi varmış. Konuşunca olay açıklandı. Hemşerisi, arkadaşımız Zekeriya Kayhan’ın ağabeyi, Kerim Kayhan. Resim Bölümünde, o da çalışmak için kalıyormuş. Hüseyin Atmaca’nın kendi çıkarı için neleri hesapladığını anlamaya çalıştım. Kerim Kayhan’ı ben de tanıdım. Üstelik oranın Müzik Bölümünde benim öğretmenin olan Asım Kaveller var. Ankara’da sokakta yatsam, Asım Kaveller’i anımsayıp orada kalmayı düşünmem. Atmaca, Ankara’dan haberler verdi. Üniversiteliler, Yüksek Okullar Öğrencileri kaynıyormuş. Daha doğrusu büyük bir grup küçük bir grubu dile dolayıp yeriyormuş:
-Komünistler!
Atmaca’nın gelişi bir bakıma iyi oldu. Tüm arkadaşlar yemekte toplandı. Ancak Atmaca’nın anlattıkları, benden çok onları etkiledi. Geçen yıl Ankara’da olan bir çok olayı ben duymamışım ya da duysam bile değerlendirememişim. Biz üç arkadaştık, Ekrem Ula, Hüsnü Yalçın, ben. Kendi havamızdaydık. Oysa ne olduysa o zamanlar olmuş. Hüseyin Atmaca duyduklarını ballandıra ballandıra, sanki yeni görmüş gibi anlatınca biraz şaşırdım. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel geldi gözümün önüne. Benimle konuştuğu zaman çok neşeliydi. Oysa o zamanlar kendi aleyhinde mahkemelerde konuşanlar varmış. Nihal Atsız, Sabahattin Ali mahkemelerinde adı geçiyor, suçlu gösteriliyormuş. Sabahattin Ali’yi görür gibi oldum; sahiden geçen yıl sık sık görüyordum, geçtiğimiz ders yılında hiç görmemiştim. Meğer o, ders yılı başında daha Konservatuvar’dan ayrılmışmış.
Süleyman Adıyaman anlatılanlardan sıkıldı:
-Hemşerim, bizim halimiz ne olacak? diye Atmaca’ya sordu. Onlar ikisi hemşeri, ikisi de Denizli ilinden. Sorunun özü de kendileri Hasanoğlan Köy Enstitüsü Öğretmeni oldular. Yakında Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri gelecek. Oysa onlar hâlâ öğrencilik yataklarında yatıyorlar. Yatacak yer istemişler, okul müdürü işi savsaklıyormuş. Bir süre konu Okul Müdürü Rauf İnan üstüne döndü:
-Adam kurnaz, bizi sindirmek için olabildiğince işleri ağırdan alıyor. Burada ben de söze karıştım:
-Yeni yaptımız yere, alın yataklarınızı çıkın! Güldüler. Orası yatmaya elverişli değilmiş. Tesisatı yapılmış ama elektrik-su bağlanmamış. Bu kez de köyden bir yet tutmayı tasarladılar:
-Tutmasak bile girişimimizi duyunca Rauf İnan, belki harekete geçer!
Hüseyin Atmaca, Süleyman Alkan, İsmail Koralay, Enver Ötnü, Ekrem Ula, Hüseyin Çakar, Abdullah Ön, Süleyman Adıyaman sekiz yeni öğretmen. Az da değil. Sekizi bir yere sığmaz. Okul Müdürü de haklı, sekizini bir yere tıkamadığı gibi her birine de de bir yer gösteremez. Sanki Müdür Rauf İnan’ı korur gibi düşündüğümün ayırdına vardım:
-Haklı olunca neden korumayayım?
20 Eylül 1945 Perşembe
Süleyman Adıyaman’la ikimiz kalmışız. Neyseki o konuşmuş, sesini duydum. Bana bir şey sorduğunu sandım; sormamış, hemen öyle konuşmuş:
-Sen de mi uyanamadın? demiş. Konuşa konuşa kahvaltıya gittik. Enver Ötnü bize takıldı:
-Bu dünyada işiniz iş!... Abdullah Ön bizi savundu:
-Belli bir işleri yoksa neden kalksınlar? Enver Ötnü karşılık verdi:
-Burası Köy Enstitüsü, burada kampana çalınca herkes kalkmak zorundadır. Biz çalışanlar kalkınca herkesin kalkmasını bekleriz. Ne demişler:
-Anca da bir kanca da! “Biri yer, biri bakar!” durumu yaratılmasını istemeyiz! Sözün içinde olmama karşın gülüp geçtim. Üç gün önceye dek Enver Ötnü ile birlikte kalkıyordum. Biliyorum ki, o beni kastetmeden Süleyman Adıyaman’a sataşıyor. Onlar sekiz yıllık arkadaşlar; birbirlerini çok iyi bilirler. Onlar, bu tür tartışmaları hep yapıyorlar. Derken, geçen akşamki konuşmalara aklıma takıldı:
-Sabahattin Ali- Nihal Atsız davası. Nihal Atsız adını duymuştum. Nihal bayan adı olduğundan ilgimi çekmişti. Aynı kişinin 1934 yılı Musevi kıyamında rol oynadığı söylentisi de kulağıma çalınmıştı ama üstünde durmamıştım. Şimdi de aynı kişi olup olmadığı kuşkusu içindeyim. Sabahattin Ali’yi tanımıştım; iki yıl önce yılbaşı gecesi öteki konuklar arasında o da vardı. Anımsadıklarım, Cevat Dursunoğlu, Faruk Kaleli, Namdar Rahmi Karatay, Sabahattin Ali, Hamdi Keskin, Sabahattin Eyuboğlu öğretmenler. Sabahattin Ali o zaman Konservatuvar’da öğretmenmiş, sonraları onu konserlere gittiğimizde zaman zaman görüyordum. Genellikle Nurettin Sevin’in odasında oturuyordu. Bir iki kez de konuşmuştum. Şimdi, daha doğrusu bir yıl önce Konservatuvar’dan ayrılmışmış. Mahir Canova Öğretmenle konuştuklarını anımsıyorum. Mahir Canova Öğretmen bir komünistle konuşur mu? Bunları düşünerek salona döndüm. Nedense çalışma hevesim kesilir gibi oldu. Baki Süha Ediboğlu’nun şiir kitabında şiirlerini okuduğum Nazım Hikmet için de komünist diyorlar. Onun hapiste olduğunu da duymuştum. Bizim arkadaşlarımız için de (Çiftelerden gelen, sayısı 20 olduğu söylenen) komünist suçlaması yapılıyormuş. Bu olayın aslı, nesli nedir? Kulaktan duyma sözler daha önce de duymuştum, Alman Orduları Rusya’ya saldırınca “Komünistlere ölüm!” diyenler vardı. Rus düşmanlığını ben babamdan aldığım için öteki söylentiler pek etkilemiyordu. Babam sık sık, çocukluğunda tanık olduğu bir olayı anlattığından Rusya ya da Rus olan kimseler benim açımdan babamın anlattığı acımasız düşmanlardı. Plevne dayatmasını aşan Rus ordusu, bilindiği gibi ta İstanbul’a gelmiş, İstanbul’a geldiğini kanıtlamak için de Ayastefanos’ta (Yeşilköy) büyük bir anıt yaptırmıştı. İşte o kuşatmada, tüm Rumeli yakasını işgal eden Rus askerleri, köylere dek dağılarak halkın elinde olan para eden her nesneyi toplamış. Öyle ki, işi haydutluğa döken Rus askerleri, köyleri gene gene basıp, sürekli altın istiyormuş. Dedemler köyün varlıklı ailelerindenmiş. Ona karşın artık verecek bir şeyleri kalmamış. O sıralar babam on yaşındaymış. Bir gece gene baskına uğramışlar. Bu kez gelenler Rus ordusunda görevli Kazaklarmış. Evin tüm insanlarını bir araya toplayıp, ölümle korkutmuşlar. Ailenin önünde dedemin boynunu eğip ateşte kızarmış sacayağını (Ateşte üstüne tencere konan üç ayaklı demir gereç) geçirmeye kalkmışlar. Geçirmemişler ama gene de dedemin kulağının birinde izi kalmış. Sordukları tek soru:
-Altınlar nerde? O acı durumu bir türlü unutmayan babam, yaşamı boyunca Rus düşmanlığını sürdürmektedir.
Sabahattin Ali adı geçince bunları düşündüm. Oysa o gece o, çok sevilen biriydi. Özellikle Namdar Rahmi Karatay ona şiir okuması için direnmiş sonunda da okutmuştu.
O gece, bizlerin dikkatini çeken dört kişi olmuştu. Bir yanda, Cevat Dursunoğlu ile yanındaki Faruk Kaleli,
ötekiler; Namdar Rahmi Karatay ile Sabahattin Ali. Cevat Dursunoğlu hakkında daha önce bir ölçüde bilgimiz vardı. Eski bir öğretmendi, Kurtuluş Savaşı öncesi, büyük bir önsezi ile Atatürk’e yaklaşmış, Erzurum Kongresi’nin olumlu geçmesine yol açmıştı. Daha sonraları Milli Eğitim Bakanlığı’nın çeşitli kademelerinde görev yaptıktan sonra politikaya geçmişti. O gece de Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenimizle yaptığı tartışmalarda çok olumlu izler bırakmıştı. Özellikle yanından ayırmadığı Faruk Kaleli’yi bizlere tanıtması çok candandı. “Faruk Kaleli, benim için Erzurum, demektir!” diyerek onu onurlandırmıştı. Faruk Kaleli de çok candan Erzurum dolaylarının türkülerini söylemişti. Söylediklerinden biri de Yemen türküsüydü. Türkünün bir yerinde geçen:
-Orası Muş’tur, yolu yokuştur! Sözlerinin doğru olup olmadığı, “Yemen nere, Muş nere?” sorusu uzun süre tartışılmıştı.
Bu güzel hava içinde şiir okuyan Sabahattin Ali için söylenenlere inanasım gelmedi. Ben ayrıca onun Kuyucaklı Yusuf’unu okumuştum, bunu ona söyleyince bana kitap hakkında soru sormuş sonra da onurlandırıcı sözler söylemişti. Bu nedenle kendi kendime durup durup soruyorum:
-Nasıl olur? Oluyormuş demek!
Kendimi toparlayıp piyanoya oturdum. Faruk Nafiz Çamlıbel’in belirttiği atlıları göremiyorum ama 2. Rapsodi Hungaria oldukça canlandı. Büyük Hakan Attila, (kitaplardaki resim) gözümde canlandı. Roma İmparatorluğunu titretmiş ama bir oyuna gelip canından olmuş. Tarih hep bunları yazıyor. Koskoca Devlet’in bir başka yetişkin yöneticisi yok muydu ki? Başka devletler için de öyle söyleniyor, öneğin Cengizhan ölünce, Mogol İmparatorluğu dağılıyor. Timur İmparatorluğu da öyle! Bizim Osmanlıların da Yıldırım Bayazıt’tan sonra dağılması, kıl payı kurtulmuş.
Bugünkü çalışmada öğrencileri azıcık sıkıştıracağım.
Anahtar değiştirip, birlik, dörtlük, sekizlik olarak tek tek, toplu olarak çalacaklar.
Bunlara da anahtarı kendileri koyup çalışacaklar. (note3-4)
Bunları, birliğe çevirecekler.
Bunları, önce birlik, sonra on altılık olarak çalacaklar.
Yemekte, Genel Müdürün geleceğinden söz edildi. Yeni öğretmenlerin yüzlerini inceledim, sanki renkleri biraz kaçmış gibi. Enver Ötnü bana takıldı:
-Enişte içimizde şimdilik en rahat sensin, çünkü Genel Müdür bizimle sensiz konuşacak. Ne söyleyeceğini bilir gibiyiz ama gene de sabırsızlıkla bekliyoruz. Genel Müdürümüz sağolsunlar, bizim haklarımızı koruyacak, biliyoruz ama Kars/Cılavuz, Seyhan/Haruniye, Trabzon/Beşikdüzü’ne gidenlerin hali nicedir?
Masadan kalkarken Hüseyin Çakar, benim çalışmalarımı görmek istedi. Abdullah Ön gülerek “seni teftişe geliyor, haberin olsun!” diye takıldı. Bunun üzerine Hüseyin Çakar, kararından vazgeçti. Bu kez de ben direttim:
-Gel, göreceğin kusurları bana söylersen çok sevineceğim, ne yaptığımı ben de bilmiyorum. Abdullah Ön’ün de yardımıyla Hüseyin Çakar’ı ilk kararına döndürdük. Hüseyin Çakar yolda bir kez daha duraksadı:
-Bölüm Başkanı gelmiş olabilir mi? Onun dün geldiğini, her gün uğramadığını anlattım, birlikte salona girdik. Öğrenciler gelince Hüseyin Çakar’a bir sürpriz yaptım:
-Öğretmeninizden çalmasını isteyin, kendisinin güzel besteleri var dedim. Öğrenciler alkışladılar. Hüseyin Çakar, görüntü olarak biraz nazlı, piyanoya oturdu. Çok sesli yaptığı Ankara-Sinsin oyununu çalarken Öztekin Öğretmen geldi. Hüseyin Çakar’ın geçingenliğinin tam tersine, ses çıkarmadan ellerini çırptı. Parça sonunda Hüseyin Çakar kalkınca da, Öztekin Öğretmen:
-Devam! dedi. Hüseyin Çakar saati göstererek bir başka gün! deyip çekildi. Onlar kenara çekilince ben, ses birliği oluşturup, önce Neşeye Şarkı’yı tek sesli arkasından iki sesli çaldırdım. Arkasından da tahtadaki sıraların ilkini bir vuruşluk, ikili bir vuruşluk (sekizlik olarak) çaldırdım. Öğrenciler gidince Öztekin Öğretmen çalışmamı beğendiğini söyledi. Hüseyin Çakar da ona katıldı. Mandolin çalmak hüner değil mandolini, uygar insanların eserlerini tanımada kullanmanın çarelerini düşünmemiz gerektiği üstüne konuşuldu. Bu arada, İstanbul Yüksek Kaldırım/ Jorj D. Papajorjiu’dan mandolin notaları siparişi yapılması kararlaştırıldı. Bu görevi de Hasanoğlan Köy Enstitüsü Müzik Öğretmeni olarak Hüseyin Çakar üslendi. Öztekin Öğretmen ayrılınca Hüseyin Çakar bana çok teşekkür ederek:
-Bölüm başkanı bu kez gene benim başkanım. O, Hasanoğlan Köy Enstitüsü Müzik başkanı bense o bölümde öğretmenim. İlişkilerimiz sürecek. Son yıl aramız biraz gerilmişti, umarım bu gerginlik azalır. Pek kalıcı değilim ama, gidene dek barış içinde çalışmak istiyorum.
Hüseyin Çakar bunları söyleyince, hoşlanmasam da içimde sevinç belirtileri oldu. Bu duyguyu bencillik olarak düşünmedim!
Mehmet Öztekin Hüseyin Çakar
O ayrılırsa benim burada kalmam kolaylaşır diye düşündüm. Oysa asıl düşünmem, o niçin ayrılmak istiyor? Bunu bilmek gerek. Sorun, tek bölüm başkanı değil, okul müdürü Rauf İnan, insanları küçümseyerek yaklaşıyor; olur olmaz işlere karışıyor. Müzik öğretmenini salt müzik çalışmalarına bırakıyor mu? Burada kalınca, öğrenciliğimde olduğu gibi, cumartesikonserlerine gidebilecek miyim? Gitmem için o gün dersim olmaması gerekir. Bunu ancak okul müdürünün izniyle yapabilirim. Belki de Hüseyin Çakar bu konuları denedi, olmayacağını anladığı için, çok istemesine karşın birkaç ayda soğudu.
Piyanoya oturupuzun süre Hanon etütleri tekrarladım. Yüzük parmağımın hâlâ tembellik yaptığının ayırdına vardım, üzüldüm. Bir süre, ilk yıl yaptığım yakın parmak çalışması yaptım. Küçük parmağımla yüzük parmağımın tembelliğine canım sıkıldı. Ünlü besteci Robert Schumann parmaklarıyla oynarken birini sakat etmiş, sonra da işi besteciliğedökmüş. Kötümser düşüncelerden sıyrılmak için plâk dinledim. Vahit Dede, Serge Rahmaninov için Türk kökenlidir, besteleri dinlenirse bu, kolayca anlaşılır! demişti. Rahmaninov 3 numaralı piyano konçertosunu koydum pikaba, 5 plâk; sonuna dek açtım. Besbelli ayrı parçaların birleştirilmesi. Ancak melodilerin özelliklerini bilmem olanaksız. Vahit Dede bunu bilmiş olabilir. Sergey Rahmaninov, aynı zamanda ünlü bir piyanistmiş.
Akşam yemeğinde gene biz bizeydik, yemekten sonra önce Öğretmenler Lokalinde bir süre oturup, Köy Enstitülerine atananları dilledik. Rahmi Özdemir, Mehmet Pekgirgin, Mustafa Ersoy, İhsan Güvenç, Mustafa Barış, Mehmet Zeybek, Fahri Yücel, Orhan Doğan, Musa Eroğlu, Nuri Adıgüzel, değişik tavırlarıyla anıldılar. Hepsini tanıyorum ama Mehmet Zeybek dışındakilerle fazla bir ilişkim olmadığından dinleyici durumdaydım.
Yatınca da onlar bir süre arkadaşlarını andılar. Ben, Halil Dere’yi anımsadım; dilerim iyidir, iyi döner!