12. Kardeşleri Hasanoğlan İçin Köy Enstitülerinin Büyük İmecesi
21 Temmuz 1941 Pazartesi . .
Akşamki şakalara doymayanlar var. Mehmet Aygün , kendi aklından geçene gülmekten yerlere yatıyor. Başına toplananlar ilgiyle bekleyip soruyorlar:
-Hadi söyle, ne söyleyeceksen? Sonunda söyledi:
-Okulun arkasına, yani bizim çadırın derslik tarafı duvarına “Çoban Mehmet Okulu! ”yazılmalıymış. Güldüğü buymuş. Söyleyince kimi arkadaşlar çıkıştı:
-Yalancı, güldüğün bu değildi, bizden saklıyorsun! Mehmet, yemin billah diyerek buna güldüğünü söyledi. Mehmet Aygün’ü bu denli güldüren öneri soğuk karşılandı. Gene de gülüşerek kahvaltıya gittik. Arif Kalkan:
-Arkadaşlar, benim bir önerim var, şaka maka bu adam bizim müdürümüz, şimdilerde de ortalığa pek çıkmadığına göre, bırakalım bu adamla cebelleşmeyi. Arif arkadaş az konuşur ama sözü dinlenen bir arkadaş. Hemen “Haklısın! ”sözleriyle desteklendi. Mehmet Yücel ise:
-Sizin işiniz mi yok, içimizde onun ispiyoncusu olmadığına göre , kendi aramızda şakalarımızı sürdürelim. Bizim elimizde rahatça gülebileceğimiz bir konuyu elimizden almayın. İstemiyorsanız siz Çoban Mehmet demezsiniz de Yarım Dünya Mülayim, dersiniz(Eski Türkiye Yağlı Güreş Baş Pehlivanı)! Bir kahkaha daha koptu:Kim bu Yarım Dünya Mülayim? Yarım Dünya Mülayim Pehlivanı anlatmak da bana düştü:
-Tekirdağlı Hüseyin Pehlivanın eski rakiplerinden ünlü bir güreşçi. Kahvaltıda konuşmayı değiştirdik. Sili Usta kahvaltıda; yanında bir öğrenci var. Tanıdık biri değil, bize göre yabancı. Herhalde Sili Ustanın tanıdığı.
İşbaşı yaptık. 1. Atölyenin duvarları bitmiş;onun çatısını çıkaracağız. Ali Yılmaz Öğretmen biraz geç geldi. Önce çatı mı yoksa bayrak direği mi? Boya işi bitmiş, tahtalar da kurumuş. Ali Öğretmenden önce Sili Usta geldi. Ona sorduk:
-Çatı mı, yoksa Beyaz Kule mi? Sili Usta Beyaz Kule sözünü beğendi. Gülerek:
-Beyaz Kulede Al Bayrak, Bay Tonguç çok sevecek! dedi. Sili Ustanın yanındaki yabancıyı tanıdık;öğrenciymiş. Eskişehir-Çifteler Köy Enstitüsü son sınıf öğrencilerinden Abdullah Özkucur. Tatilde burada çalışacakmış. Kısa boylu, sürekli gülümsüyor, konuşmak istemeyen bir görünüşü var. Soru sorulduğunda çoğunlukla “Hı, mı, ? ” gibi sesler çıkarıyor. Son sınıf deyince ben boylu boslu birini beklerdim. Oysa arkadaş bizim Harun Özçelik boylarında biri. Sili Usta Konuk Öğrenciye:
-İstersen burada kal! Arkadaş başını kaldırarak “Iıı! ”deyip arkasından gitmeye hazırlandı. Hepimizi bir gülmek tuttu. Ali Yılmaz Öğretmen gülüşlerimiz üstüne geldi. Öğretmen:
-Geç kaldığım için bana gülmeyin, ben Okul Müdürünün yanından geliyorum. Haydi bakalım, iki gruba ayrılıp sıkı bir çalışma yapalım. Genel Müdürümüz bizim çalışmalarımızı görmek için gelecekmiş. Nasıl çalıştığımızı ona bir güzel gösterelim. Ne düşündüyse :
-Gelin bugün çatı işini bir düzene koyalım, yarın ikiye bölünürüz! dedi. Bir numaralı atölyenin çatı parçalarını ayırmaya başladık. Atölyenin yalnız çatısı çatılacak. Arkadaşlar:
-Çatı yapmayı özledik! diyerek istekle çalışmaya başladılar. Orhan’la Recep duvar üstü kuşaklarını bir solukta tamamladı. Yapılacak atölye hem küçük hem de kalkan duvarlı; o nedenle çatıyı kolay koyacağımızı düşünüyoruz. Bir yandan da makineler alınmış, hemen yerleştirilecekmiş. Büyük binaların çatıları daha kolay hazırlanacak;diyerek seviniyoruz. İlk makası yerleştirdik. Beklenmedik bir durumla karşılaştık. Kalkan duvarı örgüsü birkaç cm eksik örülmüş. Duvar üstü bağlarını kalınlaştırmak zorunda kaldık. Bu nedenle işlimiz biraz aksadı. “Bir makası bile dikemeden öğleyi bulduk! ” diye hayıflananlar oldu. Salih Baydemir:
-Duvarcılar metre kullanmaz mı? diye sordu. Halil Basutçu, Salih'i duymuş, gülerek:
-Duvarcılar metre kullanmaz olur mu? Hem de metrenin alasını kullanırlar. Ancak senin söylediğin metre değil ki, bir iki santimlik ufak bir şey. Halil Basutçu’nun yanıtını Namık Öğretmen de duymuş:
-Aferin Halil’e en doğrusunu söyledi. Biz duvarcılar bir iki santimi harçla doldurur geçeriz. Santimlerle hele hele milimlerle hiç ilgimiz yoktur. Üstüne bir de sıva vurunca yaktıklarımız karşısında marangozlar parmak ısırır. Namık Öğreetmenin sözlerini dinleyen Ali Yılmaz Öğretmen nedense duymamış gibi sustu. Öğretmenin susuşu bazı yorumlara neden oldu:
-Tartıştılar mı yoksa?
Öğle paydosunda Gölköylü Abdullah gelmedi. Kız mız sözlerine karışmış ya da karıştırılmıştı, acaba o nedenle mi katılmaktan vazgeçti? derken onun yerimne bir arkadaşı geldi, durum açıklandı:
-Abdullah, ekipten önce gelen dört kişi arasındaydı. Okullarından çok ayrı kaldıkları gerekçesiyle o dört arkadaş geri gönderilmiş.
Gelen Hasan da oyunları biliyormuş, hemen arkadaşlarına katıldı. Meğer Hasan usta oyuncu olduğu gibi güleç yüçlü konuşkan bir arkadaş. Hasan Yılmaz, söz verdi gidene dek her gün bizimle olacak.
Öğleden sonra biz altı arkadaş çatı işini sürdürdük. Kalkan duvarları dışında dört makas yerleştirip bağlantıları kurduk. Kalkan duvarları üstüne dörtlük lata yerine 10’luk kirişler kullanarak üst düzey eğriliğini dengeleştirdik. Ali Yılmaz Öğretmen son dakikalarda geldi, yaptıklarımızı denetledi. Gülerek:
-Rüzgarlar uçurmazsa kesinlikle kendiliğinden gitmez, yerinde durur! Yusuf Asıl, Öğretmenin şaka ettiğini bildiği için hemen yanıtladı:
-Rüzgar, sizin kuleyi devirince delip buna çarpmazsa bizim çatı yerinde kalır, rüzgar falan hiçbir etki yapamaz! Öğretmen:
-Vay, vay, vay! “Boynuz kulağı geçer! demişler, sen hepimizin pabucunu dama atacaksın! Az durduktan sonra öğretmen kendi kendine konuşarak:
-Yaptıklarımızın hepsi bizim, hepsi dikkatle yapılıyor. Hiç birini rüzgar falan götüremeyecek, güvenle onların altında çalışacağız! Gene Yusuf’a döndü, çatıyı göstererek:
-Sen hiç yukarıya çıktın mı? Yusuf çıktığını söyledi. Öğretmen:
-Ben, hep seni gözetledim, yukarıda hiç göremedim! deyince arkadaşlar, tanıklık ettiler:
-Hepimizden çok Yusuf çıktı! Öğretmen bir kuşaklık alıp Yusuf'a uzattı:
-Al şunu şu aralığa çak! Yusuf tahtayı alıp gösterilen yere çakıp, indi. Öğretmen gülerek:
-Kuruntularım boşunaymış, buna sevindim. “Lafı bol olanın işi kıttır! ”derler, sen bu kuralı bozdun, aferin. Öğretmenle birlikte Kulede çalışan arkadaşların yanına gittik. Kulenin iki bölümü çakılmış, dikilecek yer açılmış, taş, kum, çimento hazır. İlk iki bölüm dikilecek, ötekiler üstünde çakılacak. Bize yeni bir bilmece çıktı:
-Üstünde nasıl çakılacak? 4 metre direkler nasıl dikili tutulacak? Bizim arkadaşların dışında gelip bakan öğrenciler de bunu soruyor. Ali Yılmaz Öğretmen gülerek:
-Ben marangozum, bunları hiç yapmadım, bilmem, bu Sili Ustanın işi, ona sorun! Bu sözü arkadaşlar da beğendi, soranlara:
-Bu bizim işimiz değil, Sili Ustanın işi, ona sorun! Bunu duyanların yanıtı da hemen hemen bir gibi:
-Suyu yokuşa çıkaran Sili Usta bunu da yapar!
Akşamki konumuz konuk ekiplerdi. Okulumuzu tanıtmak için giden arkadaşlar onlara söylediklerini bir yana itip kendi izlenimlerini anlattılar. Sorulan sorular, okuldan, okuldaki çalışmalardan çok, kültür dersleriyle ilgili çalışmalar, bir de İstanbul'muş. İlk sorular “İstanbul’a gidiyor musunuz? İstanbul nasıl bir yer? ”Özellikle Gölköylüler bir de denizi sormuş. Onlar, Kepirtepe’yi denize yakın biliyorlarmış. Arkadaşlar bu söze çok güldüler:
-Kepir, deniz kıyısında, paçaları sıvayıp denize giriyoru, deseydiniz! diyerek uzun uzun gülenler oldu. “İstanbul’a yakın ne demek, İstanbul’un içinde! ” sözleri tekrarlanara gülündü. Gene bir tartışma başladı:
-Kepirtepe İstanbul’un neresinde? Soru uzadı:
-Neresinde olsun, neresinde olmalı? Belli başlı bir yer bilmiyoruz. Ben, Bir Sirkeci’yi biliyorum bir de Beyazıt Meydanı’nı. Üsküdar, Kadıköy adlarını duyduk ama kesin bir fikrimiz yok. Bunları söyleyip gülüyoruz. Gülecek sözler ortaya atıp bir birimize takılıyoruz ama gene de gerçekleri görmeye başladık. Örneğin son üç konuk ekibin okulları bizden daha olanaklı;yakın çevreleri bir çok bakımdan bolluklu yerler. Meyve konusunda üçü de şanslı. Biz kooperatif için iki sandık elma bulamazken onlar böyle bir yokluktan söz etmiyorlar. Kepirtepe’ ye geldiğimizden bu yana tabaklarımızda balık görmemişken onlar sık sık balık yemekten söz ediyorlar. Gölköy, Arifiye elma bahçelerinden, Haruniye, portakal, nar bahçeleri yanında fıstık tarlalarından söz ediyor. Bunlar beni oldukça düşündürdü. Bunların Kepirtepe’de olması şimdilik olanaksız. Belki de okulu başlangıçta Edirne-Karaağaç gibi bir yerde açmayı düşünenler, bunları göz önüne almışlardı. Sanırım bizim şanssızlığımız, oradan ayrılmakla başlamış. Bir yağmurlu günde okul koridorlarında soluksuz selama durduğumuz orgeneral Salih Omurtak, bizim sebze, meyve hatta balık yeme hakkımızı gülümseyerek elimizden almıştı. Tarih:18/12. /1938 Cumartesi……Oysa biz onu dimdik durarak selamlamak için nasılda soluğumuzu tutmaya çalışmıştık. Biraz kısık sesle de olsa “Sağ ol! ”bile demiştik Arkadaşlar gülüşerek, değişik konulara değinip geçerken ben bunları düşündüm. Bu bir şanssızlık mıdır? Bunu şanssızlık sayıp üzüleyim mi? Oysa bu benden çok, sanırım okulun şanssızlığı. İlk açılışı Kepirtepe’de de olsa ben oraya gidecektim. Hatta, bizim köylülerin bir zamanlar takıldığı gibi okul, bizim “Papazın Tarlası’na kondurulsaydı ben orada da okuyacaktım. Öyleyse fazla duygulanmanın bir anlamı yok! ”deyip arkadaşlara döndüm. “Abdullah gitti! ”dedim. Bakışanlar, “Abdullah burada! ”diyerek Abdullah Erçetin’i gösterenler oldu. Gülerek “O değil, anlamazdan gelmeyin, enişteniz Abdullah Daltaban! ”dedim. Önce bir suskunluk oldu. Arkasından:
-Kim demiş onu? gibi sorular geldi. Mustafa Saatçı:
-Sazanı gördüm ağlıyordu, nedenini şimdi anladım! deyince birden gülmeler başladı. Ancak:
-Sahtekar İmam, elin kızı için hem laf uyduruyorsun, hem de kolayca işin içinden sıyrılmaya çalışıyorsun! diyenler de çıktı. Mustafa Saatçı bir süre baktı, ellerini açar gibi yaparak:
-Sizinle şakalaşmak da zor, siz ağzınıza geleni söylüyorsunuz, başkalarının söylediğini eleştiriyorsunuz. Ben sizinle nasıl baş edeceğim, bilemiyorum!
Yatarken bayrak direğinin üst bölümünün nasıl takılacağını düşündüm. “Şu şöyle yapılacak, bu böyle çakılacak”dedimse de kesin bir yol bulamadım.
22 Temmuz 1941 Salı.
Uyanınca gördüğüm rüyanın bir bölümünü anımsar gibi oldum. Sözde bizim direk bulutlara dek uzuyormuş. Herkes gelip bakıyor. Onlar bakarken ben de baktım, sahiden çok yükseklere çıkıyor ama üstünde bayrak yok. Direğin ipi unutulduğu için bayrak çekilemiyormuş. Eskişehir-Çifteler ’den gelen arkadaştan söz edildi;kulak kesilip dinledim:
-Çok kitap okuyor, elinde hep kitapla gezdiğini görüyorum. Sami Akıncı:
-Yok yahu, o mu çok kitap okuyormuş? Bence hiç derse girmemiş birine benziyor o. Ben onun nasıl son sınıfa geldiğine şaştım! dedi. Sami Akıncı, Hüsnü Baykoca Öğretmenin odasında çalışırken konuk öğrenci Samni'nin yanına gelmiş, ne yaptığını sorup, yanıt beklemeden; kendiliğinden böyle işlere hiç akıl erdiremediğini sayıp dökmüş. Arkasından da kendi okul müdürlerini övmüş, şiir yazdığından söz etmiş. Bu arada, Sami Akıncı’ya şiir yazıp yazmadığını sormuş. Bu karşılaşmadan sonra Sami Akıncı kendi kendişne sormuş:
-Bu arkadaş, nasıl olmuş da son sınıfa dek gelmiş? Sami Akıncı’ nın değerlendirmeleri bizim arkadaşlar üzerinde kuşkusuz inandırıcı etkiler yapar. Arkadaşlar başladılar:
-Onunla biz de konuşalım! Arkasından da kimi olasılıklar öne sürüldü.
Kahvaltıda arkadaşın öğretmen masasında kahvaltı ettiğini görünce şaşırdık;yalnız başına bir kenarda oturuyor. Az ileride öğretmenler gerup grup gülüşüp konuşuyorlar. Mehmet Yücel gülerek:
-Bre oğlum, oraya sığınmak zorunda mısın? Al bardağını, tabağını in öğrencilerin arasına;senin yerin orası! Hilmi Altınsoy:
-Olur mu, o şimdi son sınıf;küçük sınıfların yanına inip küçülmek(! ) istemez! Alayla karışık daha bir yığın söz edildi.
İşbaşı yapınca, Namık Öğretmene adlarını verdiğim 8. sınıf öğrencileri geldi. , birlikte Atölye binasına gittik. Ali Yılmaz Öğretmen, açıklama yaptı, ben öğretmenin vekiliymişim. Yapılacak işleri öğretmen bana yazdıracakmış. Ben arkadaşlara söyleyince o söylemiş sayılacakmış!
İskeleleri yerleştirip, kiremit altı tahtalarını çakmaya başladık. 8. Sınıflar hiç konuşmadan çalışabiliyorlar. Yusuf Asıl bana bir ara takıldı. Bizi yakından tanımayan arkadaşlar Yusuf’un konuşmalarına biraz şaştılar. Benim susuşumu da biraz yadırgadılar. Bir ara yanıma gelen Mürsel Dilek:
-Abi, sen öğretmeni temsil ettiğin için susuyorsun galiba bari, kendin olarak konuşsana! dedi. Bunu Yusuf duydu, Mürsel e “Sen ağabeyi tanımıyorsun, o Ali Demirbilek Öğretmenden daha çok hoşgörülüdür. Abi beni susturursa gene Ali Yılmaz Öğretmenin sınırlı hoşgörüsü yüzünden susturur! dedi. Bir yandan konuşuyor bir yandan da gerçekten arı gibi çalışıyoruz. Sili Usta geldi, bana, “Usta, yardımcıların eksik, parmağıyla göstererek bir tane eksik! ”diye tekrarladı. Anlamadım, “Yazdıklarımın hepsi geldi! ”dedim. Sili Usta arkasına döndü:
-Bak, eksik olanı ben getirdim! dedi, bir kahkaha attı. Eskişehir-Çiftelerden gelen son sınıf öğrencisi yanında duruyordu. Birden sarsıldım, fena bir şekilde aldatıldığımı düşündüm. “Beni öne sürüp, seçkin arkadaşları toplattılar, ben de aralarında olmak üzere hepimizi bu gelen son sınıf öğrencisine devredecekler. Sonra da:
-O son sınıf, ağabey! ’deyip, onun buruğu altında çalıştıracaklar! ”Ben böyle yorum yaparken Sili Usta biraz daha ileri giderek, Eskişehir-Çiftelerde birlikte çalıştıklarını, iyi tanıdığını söyledi. İçimden “Tamam! ”dedim. Yapmacık bir gülümseme ile, “Peki efendim! ”dedim. Usta gayet neşeli konuk öğrenciye döndü:
-Büyük sınıftanım falan deme, verilen işi yap, beni göstererek, “O benim en iyi ustalarımdan biridir, o varken ben başka öğretmen aramıyorum! ”dedi yürüdü. Sili Usta gidince kısa bir bocalama geçirir gibi oldum. Arkadaşa:
-Hoş geldin! dedikten sonra, biz öğleye dek tahtaları çakacağız, oldukça kalabalık sayılırız, sen biraz dinlen, öğleden sonra seni de aramıza katarız! dedim. Konuk ağabey arkadaş, “Peki! ”deyip bir kenara çekildi. Benim kafam Sili Ustanın sözleriyle benim varsayımlarım arasında gitti geldi. Bu arada Ali Yılmaz Öğretmenle Namık Öğretmen geldi. Namık Öğretmen, konuk öğrencinin gerçek durumunu anlattı. Okulu ya da sınıfı tatile girmiş. Kendisinin gidecek yeri yokmuş, Genel Müdür, rica etmiş, o nedenle burada çalışma koşuluyla kalabilecekmiş. Kendi kendime rahatlamaktan çok sıkıldım, utandım. Namık Öğretmen, “Ayrılık yapmamaya çalışın, size ısınsın. Sakın ha, boş bırakmayın! kaytarmaya alışmasın! ”dedi. Öğretmenler ayrılırken, “Bu konuşmamız aramızda kalsın, sen bil yeter! ”diye bir de uyarma yaptılar. Öğretmenlerden sonra çatının bir yanını çaktık. Öbür tarafın tahtalarını da hazırladık. Öğle paydosunda konuk arkadaşı aramıza aldık, birlikte yemeğe gittik. Yemekte bizim masada oturduk. Arkadaş konuşmak istemiyor. Ancak öyle “Ben son sınıfım, şuyum, buyum! ” diyecek bir havası yok. Alabildiğine çekingen, kimi zaman bu çekingenliğini yenmek için bir çalım takınıyorsa da bu çaba kısa sürüyor. Birden, bizim iki arkadaşımız, Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’ün durumlarına benzer bir yan görür gibi oldum. “Yalnız olmanın verdiği çekingenlik! ”Yemekten sonra oyun yerimize birlikte onu da götürdük. Arkadaş oyunlara hiç ilgi göstermedi. “Bizim orada da bunları yapıyorlar ama ben katılmıyorum! ”dedi. Bu sözüne oyuncu arkadaşlar fena sinirlendiler. “Bu neye katılıyor? ”deyip gülenler oldu. Aramızdaki konuşmalarda çoğunlukla büyük sınıf olmasının verdiği duygudan böyle yapabileceğini, düşündük. “Biz de bizden küçük sınıflara benzer davranışlar yapıyoruz! ”deyip konu üzerinde pek durmadık. Öğleden sonra biraz çekinerek ben konuk arkadaşa, Orhan arkadaşımızla çalışmasını söyledim. Orhan sürekli çatıda, uzatılan parçaları çekip yerlerine yerleştiriyor. Bir ara baktım, konuk arkadaş ortalıkta yok. Arka tarafta oturmuş kitap okuyordu. Yanına gittim, arkadaş yanında yer gösterdi, oturmamı söyledi. . Benim daha önce okuduğum bir kitabı, Pearl Buck’un Sarı Esirleri’ni okuyor. Yazarın Ana kitabını da okuduğunu söyledi. “Yazar, Ana kitabında hiç ad geçmez! ”dedi. ”Çok güzel bir kitap! ”dedikten sonra gene. “Kitapta hiç ad geçmiyor! ”diye tekrarladı. Sonra da elindeki kitabı göstererek. “Bitirince sen de oku! ”öğüdünde bulundu. . Okuduğumu söyleyince biraz hayret ederek, ”Sahi mi, okudun mu? ”diye sordu. Yazarın Ana ile Sarı Esirler adlı kitaplarını okuduğumu söyleyince biraz şaşırarak, gene “Sahi okudun mu? ”diye sordu. Arada sırada kitap okuduğumu söyleyince, bu kez, Akordiyonu nasıl öğrendiğimi sordu. Ben, “Sonra anlatırım, şimdi çalışma zamanımız, biz bunları aralarda konuşuruz! ”deyip kalktım. Arkadaşlar bizi gözleriyle izlemişler;yanlarına dönünce biraz hayretle bana “Kaldıramadın mı? ” diye sordular. “Kalk! ”demediğimi, desem de kalkacağa benzemediğini anlattım. Biz işlerimizi sürdürürken Ali Yılmaz Öğretmen geldi, konuk öğrenciyi görmüş yanına gitti;bir süre onunla konuştu. Öğretmen yanımıza gelince, “Arkadaş, kendisine sorumluluk verilince çalışan kişilerden herhalde, böyle yardım türü işleri önemsemiyor. Rahat bırakalım, kendiliğinden bizim tempomuza uyar belki! ”dedi. Öğretmen gidince arkadaş geldi, “Öğretmen benim için size ne söyledi? ”diye sordu. Ben arkadaşlara elimle “Sus! ” işareti verip arkadaşa sordum:
-Öğretmen sana bizim için bir şey söyledi mi? ”deyince arkadaş “Hayır! ”dedi. Bu kez ben, ”Öğretmen bize senin için “O öğrenci, konuğumuzdur, yakında bize alışacak, tıpkı bizim gibi çalışmaya başlayacaktır! ”dedi. , deyince arkadaş, “Ben çalışmaya başladım bile ! ”deyip yukarıya uzatılmak üzere dikilmiş bir tahtayı alık dışarıya götürdü. Arkadaşlar güldüler. Yusuf Asıl, “Abi, benim yukarıya vermek için getirdiğim tahtayı geri götürdün! ”deyince arkadaş öylemi deyip dur sus dinlemeden dışardan bir başka tahtayı aldı getirdi. Arkadaşlar bu kez daha çok güldüler. Arkadaş bu kez de kitap okuduğu için kafasının biraz karıştığını söyleyince arkadaşlar gülerek:
-Biz işte bunun için çalışırken kitap okumuyoruz, biliyoruz ki kitap okursak kafamız karışacak, çatılardan aşağı düşeceğiz! ”. Arkadaş, bu sözleri anlamak
şöyle dursun dinlememiş olarak, ”Ben zaten çatılara pek çıkmam! ”deyince biz ortak bir değerlendirme yapmış gibi bakıştık. “Arkadaşın çalışma anlayışı pek yabancısı olmadığımız bizdeki kimi arkadaşlara benziyor! ”Orhan fısıltı olarak bir öneride bulundu, ”Bunu boş bırakmamak için hepimiz iş buyuralım, hem boş kalmaz hem de esas işlerden sorumlu olmaz! ”Öğle paydosunda konuk öğrenciyi biraz daha tanımış olarak aramıza alıp şakalaşarak okula döndük. Konuk öğrenciyi bizim masaya aldık. Arkadaşlar onun da adının Abdullah olduğunu öğrenince bana takıldılar. “Bir Abdullah’ı gönderdin yerine biri geldi! ”Giden Daltaban Abdullah, gelen Özkucur Abdullah! ”dedim. Daha önce Sami Akıncı’ nın tanırımı nedeniyle bizim arkadaşlar biraz gülümseyerek karşıladılar. Ancak arkadaşı masaya alışımız gene de ilgi uyandırdı. İsmet duramadı, “Dayı, Sazan buna ne diyecek? ”İsmet’i arkasından çekip susturdular. Yemekten kalkınca, oyun için ayrılacağımızı, sıkılacağını düşünerek, çağırmadığımızı, işbaşında gene işyerinde beklediğimizi söyleyerek ayrıldık. Abdullah Özkucur yemekten hemen sonra gitmiş, Gittiğimizde kitabını okuyordu, biz gelince kitabını yuvarladı, cebine sıkıştırdı. Bunu da ilk kez gördüm, kitabı elinde yuvarladı. Sordum, “Kitap öyle katlayınca bozulmaz mı? ”dedim. Gülerek, “ Okurken elimle düzeltiyorum! ”dedi, çıkarıp nasıl yaptığını gösterdi. Bana göre düzelttiği falan yoktu, kitap kendiliğinden yuvarlanıyordu. Bu kez bizimle iş başı yapmaya hazırlandı. Rasim Dereli o nunla gönüllü olarak eşleşti, yerde taşıyıcı oldular. Rasim’in davranışı bir süre etkili oldu, 8. sınıflar Abdullah Özkucur ’a sahip çıktılar. O da durmadan Çifteler’ deki çalışmaları anlattı. Okulları iki bölümlüymüş, ekip biçme yapıyorlarmış. Soru üstüne soru. Eskişehir-Çifteler Köy Enstitüsü’nü hemen hemen öğrendik. Bu arada bizim çatının kiremit altı tahtaları çakıldı. Sili Usta geldi, güldü, “İlk çatı tamam! ”dedi. Arkadaşlar, “Kiremit olmadan, tamam olmaz! ”deyince, Sili Usta, gölge olarak söylediğini, buralarda daha iki ay yağmur olmayacağını, kiremitlerin de iki aya varmadan geleceğini muştuladı. Abdullah Özkucur’ un arkadaşlarla birlikteliğine sevindi. Betonu dökülünce atölyeyi düzeltip yerleşecekmişiz. Makineler de yola çıkmış. Biz kendi kargaşamız içinde işlerimizi sürdürürken kuleci arkadaşlar da durmamışlar hazırladıkları sekiz metrelik ilk bölümü dikmeye hazırlamışlar. Bunun nasıl dikileceğini sorup duruyorduk. Ali Yılmaz Öğretmen haber gönderdi, koştuk gittik. Kule ayakları kazılan yere yerleştirildi; dört yandan ipler bağlanıp aramızda dağıtıldı. Sili Usta son uyarısını yaptı. “Konuşma yok, dikkat var. Adlar yok, kuzey ipler, güney ipler, doğu ipler, batı ipler var;çek var, dur var, bırak var! ”Kuzey iplerden birine asıldım. Bizim grup çekici. Bizi grup üç kişi, “Çek- bırak, çek-bırak sesleri arasında hep çektik. Sili Usta “Bırak! ”dediğinde kule yerine oturdu. Sili Usta terazilerine baktı, hazırlanan taşlar atıldı, üstüne beton döküldü. İlgiyle beklenen, “Bu nasıl dikilecek? ”sorusunun yanıtı verildi ama asıl şimdi daha büyük bir soru ortaya çıktıı:Üstüne gelecek bölümler nasıl eklenecek? ”Sili Usta gülerek, “Onları da leylekler yukardan getirecek! ”Konuşa konuşa yerimize döndük. Biz heyecanla direk dikerken, ”Nasıl olacak? ”sorularını sıralarken, arkadaşımız Abdullah Özkucur’ un orada yokmuş gibi oturup kitap okumasına biraz şaştık. Gücendirecek bir durum yaratmamak için kitabın nerelerinde olduğunu sordum. Vang Lung’dan, amcasından, yengesinden aralarında geçenleri anımsatınca arkadaş, “Bak unutmamışsın! ”diyerek dikkat kesildi. Vang Lung’un güneye gidişini sonradan nasıl varsıllaştığını söyleyince büsbütün şaşırdı, “Ben adları hep unuturum! ”diyerek konuşmayı kesti. Paydos olduğunu arkadaşlar duyurunca birlikte okula döndük, Dikilen kule yanından geçerken Konuk arkadaşın hiç ilgilenmemesine hem şaştım hem de biraz öfkelendim. Yusuf Asıl biraz da kasıtlı olarak bana “Bak abi sen öbür tarafa çekerken ben de bu taraftan iple direği hep senin tarafına itiyordum! ”dedi. Arkadaşlar güldüler. “İple koskoca direği nasıl itiyordun? ”diye sordular. Herkes gülünce Abdullah arkadaşımız da güldü. İçimden, ” Sonunda kendini kitaptan kurtardı, bizim havamıza girdi, diye düşünürken, arkadaş “Ben daha nasıl zengin oldukları bölümüne gelmedim galiba, orasını anımsayamadım! ”dedi. Bir anda, arkamı dönüp başka bir yana gidesim geldi. Arkadaşla benim yakınlık kurmam oldukça zor olacak, o başka düşünceler içinde ben başka! O rahat kalırsa sanırım kendisi gibi düşünen yakın arkadaş bulur. Böylece o da rahat olur ben de boş yere onu bize yaklaştırmaya çalışmam. Böyleyken gene bizim masaya aldım, öğretmenler geldiği zaman nasıl oturuyorsa öyle basa başına geçirdim. Yemekte bir çok soru soruldu. Cavit Kafkas nöbetçiydi, işaret ettim geldi. Onun Çiftelerde mektuplaştığı numara arkadaşı 25 Ali Yılmaz vardı, onu sordurdum. Aynı sınıftalar. ”Abdullah Özkucur, “Benim sınıfımda, o sana mektup mu yazdı? diye sordu. Cavit azıcık sabırsız davrandı, “Hayır o bana yazmadı, ben ona yazdım! ”dedi. Bu kez Abdullah:
-Allah Allah, o sana neden yazmadı acaba? diye düşünmeye başladı. Cavit ellerini bir birine vurarak, “Sonra konuşuruz, nöbetçiyim! ”deyip ayrıldı. Arkadaşlar da biraz şaştı. Ben düpedüz kızdım;çünkü olay nasıl da çıkmaza götürüldü! Biliyorum ki Cavit 25 numaralı Ali Yılmaz’a mektup yazdı. Bir, iki, üç ya da eksik fazla. Ali Yılmaz da yanıtlar verdi, biliyorum çünkü mektupları ben de okudum. Bu nedenle Ali Yılmaz’ı sorup anmak istedik. Oysa arkadaş gereksiz bir soru sorarak konuşmayı saptırdı. “O mu sana mektup yazdı? ”Bu ne sorusuydu? İlk mektubu kim yazdı? Bunu mu öğrenmek istiyordu? İlk karşılaşmada kendisinden arkadaşın durumu sorulunca, böyle bir yanıt beklenir miydi? Cavit buna katlanmadı, ayrıldı. Böylece bizim konuk arkadaşımız, kendi sınıf arkadaşı için soranlara hiçbir fikir vermemiş oldu. Daha doğrusu çok fikir verdi. Bundan değişik yorumlar çıkarmak kaçınılmazdı. Önce bu iki arkadaş herhalde dargınlar, biri öteki için konuşmak istemiyor. Belki de kıskandığından olumlu bir tavırdan kaçınıyor. Ya da soru sorana bir yardımda bulunmak istemiyor. Yemekten sonra oyun yerinde arkadaşların gülmece sözleri bunlar oldu. “Önce kim yazdı? Önce kim sordu? Önce kim sevdi? İşbaşı yapınca atölyenin etrafını temizleyip yapıcıların beton dökme işlerine yardımcı olmaya çalışıyoruz. Herkes bir şeyler yapıyor. Arkadaşımız nedense katılmak istemiyor ya da birisinin şu yap demesini bekliyor. Oysa biz birilerine şunu yap demeye gerek görmüyoruz. Birimiz bir kalası sürüklüyorsa koşar öteki ucundan kaldırırız. Arkadaş ceketli olarak aramızda öyle geziniyor. Mehmet Aygün arkadaşımız, gülmeden güldürenlerdendir, Arkadaşa sordu: “Hava çok sıcak, ceket fazla gelmiyor mu? ”Bu, bir tür takılma ya da takılmaya başlangıç işareti gibi bir soruydu. Yusuf Asıl Mehmet’e “Herkes senin gibi kolay mayışmaz. (Mayışmak sözü aramızda, gevşemek-şımarmak, cıvışlaşmak anlamında kullanılıyor)Hasan Üner, “Kitabını düşürmemek için ceketini çıkarmak istemez! ”Bunlar, daha buna benzer sözler söylenmeye başlandı. Bu, bizim grupta hoşnutsuz bir durum doğar gibi olduğunun belirtileriydi. Arkadaş bize yaklaşmak istememiş olabilir. Aramızdaki 8. sınıflar da bize bakarak konuk arkadaşa uzak durdular. İlk günler yaklaşan Rasim Dereli durumu hepimizden önce anlamış olacak bir gün sonra iş değiştirerek akıllıca bir dönüş yapmıştı. Sarı Esirler Kitabı nedeniyle sürdürdüğüm bağlantıyı kitap bitene dek sürdürmeye karar verdim;bunu da arkadaşlara anlattım.
Yapıcı arkadaşlardan bir grup geldi, bize yardım ettiler. Onlar yarın alt betonu dökecekler, makineler gelir gelmez yerleştirilip çalışmaya başlayacağız. Okula dönerken Konuk arkadaşımız ne düşündüyse, akşam bizim dersliğe gelmek istediğini söyledi. Yemekte buluşmak üzere ayrıldık. Yemekte gene bizim masada, masamızın başında oturdu. Ancak yemekte kimse konuşmadı, onunla değil, her zamankini tersine arkadaşlar da bir biri ile konuşmadı. Yalnız Hasan Üner bana okuduğu bir kitaptan aldığı bir ad taktı:İpsiz Cemal. Ben konuk arkadaşa sahip çıkar görünüyorum ama gerçekte istemeyerek yapıyorum. Sili Usta, Mustafa Güneri Öğretmen öyle istediler, ben de onların isteğine uyarak durumu sürdürmeye çalışıyorum. Dolaylı bir ilgi kurularak, Osman Cemal Kaygılı’ nın Sandalım Geliyor Varda adlı romanındaki İpsiz Cemal oldum. Hasan’ın şakasından alınmadım, güldüm. Akşam, birlikte bizim çadır dersliğimize konuk arkadaşla birlikte gittik. Arkadaşlardan ilgilenenler oldu. Hilmi Altınsoy, Arif Kalkan, Ali Güleren, yakınına sokulup bir süre konuştular. Bana göre bu çok iyi oldu. Bu durum olmasaydı, bizim özellikle benim sonraları anlatacaklarım iyi anlaşılmamış olacaktı. Yattığımızda, Ali Güleren arkadaşımız bile, “O arkadaş çok bencil, iş derslerini bile salt teskere taşımak, tuğla taşımak olarak düşünüyor” dedi. Hiç duvar ördün mü? ” diye sormuşlar. Arkadaş gayet rahat, “Arkadaşlar örüyor! ”demiş. “Hiç çerçeve yaptın mı? dediklerin de de, “Arkadaşlar yapıyor! ”deyip geçmiş. Mehmet Yücel dayanamadı bana çattı:
-Dayı şu senin Abdullah’lar hep cılk çıkıyor! dedi. İsmet beni savundu:
-Neden dayımın olsun, onlar kendi okullarında kesinlikle bir değer sayılıyorlar ki buraya gönderilmişler! diyerek konuyu bir başka yöne çekti. Sami Akıncı öteki okulların özellikle kültür derslerini önemsemediğini, işi derslerinin de yapabilenlerin üstüne yıkıldığını sandığını anlattı:
Çalıkşkan öğren ciler bir şeyler ortaya çıkarıyor, arada kaytaranlar da böyle ortalıkta dolaşıyordur, dedi. Arada bir ses “Senin gibi! ”deyince Sami:
-Evet benim gibi, ben saklamıyorum, iş yapıyorum da demiyorum, çalışıp okuma şansımı başka okullarda sürdüreceğim. Ancak onlar, bu kastettiklerimin böyle bir amacı yok. Onlar gününü gün edip aralıkta geçiniyorlar. İçimizdeki bazıları gibi! Birden sesler kesildi. Bir iki, hık, mık, pık! diyen oldu ama kimse ortaya çıkmadı…. Bana uygun bir konuşmaydı Sami Akıncı’ nın söyledikleri. “Birileri arada kaynayıp gidiyordu, ”Ne işler de ne de derslerde yoktular. Ama tüm konuşmalarda en çok sözü onlar ediyordu. Eskişehir-Çiftelerli konuğumuz da bunlardan biri. Kitap okuyor ama kitapta geçen adları aklında tutamıyor. Öte yandan okuduğu kitapları başkasının da okuyacağını düşünmüyor. Ortaya çıkmış işleri başkaları yapıyor. Sağ olsun arkadaşları, duvarları çıkarıyor, direkleri dikiyor, meyve fidanlarını dikiyor, sebzeleri yetiştiriyor. Kendisi, “Odun kesicinin hık deyicisi…İyisi mi onu , Sili Ustaya söyleyip başka bir gruba göndertmek! . . . Sorular başladı:
-Genel Müdürün akrabası falan mı acaba? Neden göndermiş bunu buraya?
-İlk geldiğinde öğretmen masalarında yemek yiyordu, sonra sonra bizim masalara indi.
-Belki de iyi bir arkadaş, belki de o bizi sevemedi! diyorum ama, işten kaytarması ne oluyor? Peki ben Sili Ustaya ne söyleyeceğim?
-İşlere dört elle sarılmaması, arkadaşların hoşuna gitmiyor, bizden büyük sınıfta olduğu için de biz ona bir söz söyleyemiyoruz. O da bizi anlamak niyetinde değil, biz gene biz bize çalışmak istiyoruz!
Gene gene bu sözleri tekrarlayarak uyudum….
23 Temmuz 1941 Çarşamba. .
İsmet’in sesiyle uyandım. İsmet birisine:
-Dayım seni sever, söyle öğretmene seni aldırsın oraya! dedi. İlgiyle dinledim, sesler kesildi. Bu kez Mehmet Yücel gülerek:
-Senin dayın bütün Abdullah’ları seviyor, baksana bu kaçıncı Abdullah!
İlgim daha da arttı. Kalktım, o tarafa döndüm;Abdullah Erçetin’le konuşuyorlar. Mehmet Yücel:
-İşte bak, kendisi söylesin! deyince sordum:
-Neyi söyleyeyim? İsmet açıkladı: “Fettah Biricik’le Abdullah Erçetin geçinemiyormuş. Fettah en ufak bahanelerle Abdullah’ı inciten sözler söylüyormuş. Ben de:
-Namık Öğretmen izin verirse, gelebilir;Ali Yılmaz Öğretmen özellikle sevinir! dedim. Mehmet Yücel gene gülerek bana:
-Al sana bir Abdullah daha ! Bu kez ben:
-O bizim arkadaşımız, ötekiler gibi gelip geçici değil, zaten öteki Abdullah da bugün yarın ayrılır herhalde! Bu kez, “Ne oldu, bir tatsızlık mı geçti? ”deyince, öğretmene söyleyeceklerimi Mehmet Yücel’le İsmet’e anlattım. Bu benim için bir deneme oldu. Kahvaltıda, nedense Abdullah Özkucur bizim masaya gelmedi. Baktım, Arifiyeliler arasında oturuyor. Karşısında oturan Selahattin Odabaşı ile konuşuyor. Yanlarına gittim, Selahattin Odabaşı’ya, “Ağabeye biz yeterince ilgi gösteremiyoruz, bize yardımcı olun! ”dedim. Sanırım Selahattin demek istediğimi anladı:
-Aramıza takılırsa seviniriz, zaten bizim öğretmenin biri bugün gidiyor, bize öğretmenlik eder! Abdullah Özkucur, sevinir gibi bakarak:
-Sahi mi söylüyorsun, gidebilir miyim? deyince:
-Sen nasıl olsa buradasın, konuk arkadaşlarımızla tanışmana kim engel olur? Ben öğretmene söylerim! deyip ayrıldım. İşbaşı yapınca Abdullah Özkucur sahiden gelmedi. Bizin grup kule yapımında bir araya geldik. Sili Usta gelince, titiz bir işbölümü yaparak hepimizi bir yerlere yerleştirdi. Sık uyarılarla verilen işleri yapmak için gözlerimizi dört açtık. Bize iki de iki de usta katıldıMeğer ustalar Kastamonu-Gölköy ekibindeki eğitmen ağabeylerdenmiş. Bunlar, memleketlerinde de bu işleri yapıyorlarmış. Tırmanıp kuleye çıktılar. Hazırlanan direkler ikişer ikişer merdiven gibi yerde çakıldı. Tek çivi çakıldığı için biri ileri biri geri olmak üzere bir birine yaklaştırıldı. Hem işlerimizi yapıyor hem de onlara bakıyoruz. Merdiven ayağının birini aşağıda bırakarak ötekini yerine oturttular. Geçici uzun tahtalarla dört yandan çakarak bıraktılar. Aynı yöntemle öteki direkleri de yerleştirdiler. Biz biraz şaşkın biraz da sevinçle Sili Ustaya gözlerimizi diktik. Yere inince üç metrelik son parçayı çizerek gösterdi. Bunu biz yapacağız. Bizim merakımız 10 metrelik direk tepeye nasıl takılacak? Sili usta:
-Göreceksiniz, benim anlatmamdan daha iyisini öğreneceksiniz, deyip güldü. Ali Yılmaz Öğretmen de bize yardım etti. Resme göre parça tahtalar kestik. Öğle paydosu olunca neredeyse, “Yemeğe gitmeyelim! ”diyecektik. Dönüp dönüp arkamıza bamaktan ken dimizi alamadıkk. Direk koskoca bir telefon direği. Gerçi arkadaşlar yona yona incelttiler ama gene de çok ağır bir gürgen ağacı. Hidayet Öğretmen telefoncu jandarmalardan rica edip ayırtmış. Harun Özçelik’le Recep Kocamanda onu neredeyse oklava gibi düzgün rendelemişler. Yemeğe oturunca beni şaşırtan bir soru, “Abdullah Özkucur nerede? ”Bugünkü çalışmalarda hiç görünmedi. Hepimiz onu unutmuşuz. İlk sorudan sonra yavaş yavaş şakalar sıralandı:
-O, dünkü çalıştığımız atölye yerine gitmiştir!
-Hayır, oraya gidip bizi göremeyince, uyuyup kalmışlardır, diye uyandırmaya gitmiştir. Bizi orada bulamayınca, bari biraz uyuyayım, deyip uyumuştur.
-Yok yok, atölyede uyuyup kalmıştır. Belki de direk dikilirken uzaklara gidip geri gelememiştir.
Biz böyle konuşurken Abdullah Özkucur geldi, Arifiyelilerin masasına oturdu. Arkadaşlar:
-Hiç birimiz bilemedik! deyip gülüşürken Abdullah Özkucur kalkıp yanımıza geldi, hepimizden özür dileyerek:
-Arifiyeli arkadaşlar çağırdı, onları kıramadım, bugün oradayım! deyip gitti. Birbirimize baktık, kimse bir yorum yapmadı;öylece bakıştık.
Öğle paydosunda külhanda oyunlarımızı sürdürüyoruz. Yusuf Asıl’la Ahmet Güner, yılmadan çalışıyorlar;açık açık oynarken terliyorlar. Ben de onlarla hem oyunları hem de melodilerini öğreniyorum.
Bugün, her günkünden daha hevesle çalışma yerine yetiştik. Arkadaşlar öteberiyi toplarken biz son ayakların tepesini kutu gibi kapattık. Kutu bir metre kadar derin oldu. Sonunda ne yaptığımız ortaya çıktı:Direği bu kutu tutacak. Az sonra Eğitmen ağabeyler geldi. Azıcık Sili Ustayı bekledik. O da gelince meraklı bakışlar altında alt direklerin bir tarafından kolonlar sökülüp parça içeriye sokularak. , iplerle yukarıya çekilmeye başlandı. Bir süre sonra bizim tepe kutu göründe, azar azar, çıktı;derken durdu. Bir süre yukardan takırtı sesleri geldi. Sesler durdu. Usta ağabeyler indi. Bir süre bakışıp gülüştük. Salih Baydemir:
-Bunu biz de yapardık, neden başkaları çağırıldı? diye arkadaşlara sorunca Eğitmen ağabeyin biri duymuş:
-Biz başkaları değiliz, size yardıma geldik. Biz orman bölgesi insanlarıyız, işimiz bunlar. Sizin henüz çocuk olduğunuzu düşünerek kendi isteğimizle gelip katıldık, bizi kimse çağırmadı! diye ilk sözünü tekrarladı. Sili Usta ölçü vererek iki kalas kestirdi. Kalasın birinin ortasına 15 cm’lik boşluk bıraktırarak korkuluk çaktık. Direğin ucundaki makaraya ip takılıp kalan yeri direğe sarıldı. “Direğe bayrağı da takalım! ”dedik. Sili Usta:
-BayrağıGenel Müdür geldiğinde takacağız! karşılığını verdi. Kulenin ortalarına dek direğin kaldırılmasına ben de katıldım. Direğin alt ucu işkencelerle tutturulmuş olduğundan, desteklemesi kolaydı. Yarıdan sonra ben indim. Direğin ucu göründü, yavaş yavaş yukarı çıktı. Biz aşağıda bitti, bitmedi derken çakıcılar indi. Bayrak direği ya da tören kulesi adını verdiğimiz ikinci önemli simge(Birincisi, Hasanoğlan Köy Enstitüsü) böylece tamamlandı. İlk soru, Genel Müdür ne zaman gelecek? Ali Yılmaz Öğretmen:
- Duymadınız mı, Sili Usta söyledi! deyince dikkat kesilenler oldu. Öğretmen gülerek:
- Bayrak çekildiği gün burada olduğunu göreceksiniz! Yusuf Asıl herkesten çok, direğin rüzgarda devrilip devrilmeyeceğini konuşuyor. Biz büyük bir iş başarmanın sevincini paylaşırken konuk arkadaşımız Abdullah Özkucur geldi;gülümseyerek yavaşça bana:
- Sarı Esirler kitabını bitirdiğini söyledi. Yavaş sesle konuştuk. Vang Lung’un nasıl zengin olduğunu ona sordum. Arkadaş elini sallayarak “Ohoooo o! ”, dedi, “Çok zengin oldu, eski köyünün tamamını satın aldı, sonra da öldü! ”Ali Yılmaz Öğretmen, Abdullah Özkucur’a sordu:
-Nasıl buranın havasına alıştın mı? Yanıt beklemeden, öteki arkadaşlarla da tanışması için yapı grubuna katılmasını önerdi. Öğretmeni dinleyen arkadaşlardan”Hık mık, gık mık”edenler çıktı. Öğretmen:
-Zaten Birkaç gün sonra Çiftelerden arkadaşları gelecek!
-Biz, çevreyi toplayıp topluca atölyeye gittik. Beton dökülmüş, kuruyor, Beton dökülünce atölye gözümüze güzel göründü. . Öğretmen makinelerden söz etti, “Gaspar-Gabel ustalar bir iki gün içinde yerleştirip bize çalışır durumda teslim edecekler! ”dedi. Konuşa konuşa okula döndük. Arada öğretmen bize, ”Dönün bakın, ne güzel görünüyor, ne direk yaptık ama! ”dedi. Güldü. Amacı arkadaşları konuşturmaktı. Sonunda daYusuf Asıl’a:
-Sen sustun bugün, kulede bir payın olmadığını mı sanıyorsun yoksa? dedi. Yusuf, gülerek:
-Yok öğretmenim, benim payımın büyük olduğunu biliyorum da, hiç payı olmayanların kendilerine nasıl pay ayırmaya çalıştıklarını düşünüyorum! Öğretmen,
-Bak bunda haklısın, işinin kolaylaşması için söylüyorum, beni sil düşünme, ben payımın olmadığını biliyorum! deyince , Salih Baydemir, Harun Özçelik, Orhan, Recep durup yüksek sesle öğretmene:
-Bütün paylar sizin öğretmenim! dediler. Öğretmen,
-Teşekkür ederim, ben Yusuf’un işini kolaylaştırmak için öyle dedim! diyerek güldü. Kapısı önüne gelince öğretmen önümüze durarak evine çay içmeye çağırdı. ”Nasıl olsa gelmez, diye düşünerek demiyorum, ben bugün çok mutluyum, biz yavaş yavaş Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü ortaya çıkarıyoruz, bu güzel bir iş, bu işin verdiği güzel bir duygu! ”dedi. Recep Kocaman:
-Öyleyse öğretmenim çayınızı bayrağı çektiğimiz gün içelim. ! Ali Yılmaz Öğretmen birden:
-Sahi vallahi, bu çok anlamlı bir öneri, ama söz verin, öyle yapalım! İki elini kaldırdı, avuçlarını açıp iki yana sallayarak bizi uğurladı. Öğretmenden ayrılınca, bir birimizi pek dinlemeden konuştuk: Ali Yılmaz Demirbilek öğretmeni henüz tanıyamadığımızı tekrarladık durduk. Dersliğe gittiğimizde önemli konu doğal olarak bayrak direği oldu. Ancak bu denli yüksek bir direği Kepirtepe’de niçin dikmedik? Bu konu tartışıldı, değişik görüşler öne sürüldü:
-Orası iki yokuş arasında kapalı bir alan, ne denli yüksek olsa gene de tepelerin ötesinden görünmeyecek! Varsayımlar sıralandı:
-Orada kimsenin aklına gelmemiştir.
-Orada Sili usta yoktu, kim düşünecek ya da kim yapacaktı? Yusuf Asıl gülerek:
-Üzülmeyin, dönünce ilk iş olarak daha yüksek bir direk dikelim! Yaşa, varol sesleri arasında kollar kalktı, eller hareketlendi bu arada Yusuf Asıl da azıcık tartaklandı. Sözde sevgi gösterisiydi ama, Yusuf kaçmak zorunda kaldı.
-Yemekten dönerken Gül’le karşılaştım, “Behiye öğretmen on beş gün izinle ayrılmış” Gül, gülerek:
- Sevineceğini bildiğim için duyurdum! dedi. “Çok sevindim hem de çok sevindim! ”diye tekrarladım, Çünkü Behire Öğretmeni kızdırmak istemiyordum, bu nedenle akordiyonu alıp akşamları okul bahçesinde çalışamıyordum. Ayrıca senin bana bunu duyurman da çok hoşuma gitti. Yeni öğrendiğim bir gül şarkısı var onu da çalacağımı söyledim. O şarkıyı o da biliyormuş, ayrıca da çok seviyormuş. Buna da ayrıca sevindim. “Bahçemizde gül açar, çardaklara sarılır-Koparsam rengi kaçar sonra annem darılır…. Benim güzel gülüme, dokunmasın hiçbir el-Layık değil ölüme, dalında daha güzel! Dersliğe girince Mehmet Yücel takıldı:
-Dayı gene mi? diye sordu. Ne demek istediğini anladım ama inadıma sordum: “Ne demek gene? Arkadaş:
- Gene , genedir, sen bilirsin onun ne “Genesi” olduğunu…Bu kez de “Hıııı, anladım o genenin ne olduğunu! ”deyip sırama eğildim. Sıradaki kitabımın olmadığının ayırtına vardım. Telaşla, arkadaşlara sormaya başladım:
-Dikmen Yıldızı kitabımı kim aldı? Derslikte olanlardan bir ses çıkmadı. Yatakhaneye götürmüş olabileceğimi düşünerek sustum. Abdullah Özkucur arkadaşı soran oldu. Aramızda geçenleri anlattım. Arkadaşlar da “Konuğumuzun düpedüz işten kaçtığı, bu kaçışını konukluğa yaslayarak durumu kurtarmaya çalıştığını” söylediler. Yusuf Asıl:
-Bir kenara çekilip kitap okuyor, , kitabını bazlama dürer gibi kıvırıyor! deyince gülen ler oldu. Sami Akıncı ise
-Ben size daha ilk günler söyledim; sanırım arkadaş, o okulda az çalışanlardan biridir. Ama bvilemeyiz, belki de bir sorunu vardır. Tatilde evine gitmediğine göre, önemli bir sıkıntı çekmiş olabilir! dedi. Bu arada Hasan Üner geldi. Anımsadım, kitabı bana o vermişti, geri almış olabilir. Sordum, o almış. “Sana sorup aldım! ”dedi. Başkasına vermiş, “Kime verdiğimi söyleyemem, istersen başka kitap alabilirsin! ”deyince, gösterdiği kitaplardan daha önce de seçtiğim Araba Sevdasını aldım. Araba sevdası benim de içimden geçen bir istektir. Kasabalara gittikçe hep görürüm, atlı arabalar, çiçeklerle işlenmiş, yaylı, tıngır mıngır. Atları da öyle, parlak düğmeli kayışlarla donatılmış koşumları olur. Ali Ağabeyime çok sorduğumda olurdu. “Niçin bizim arabamız öyle değil? ”diye. Asi Ağabeyim:
-Bizim arabamız iş arabası, öylesi süslü olmasına gerek yok! deyip geçerdi. Kitaba baktıkça bunları anımsadım. Kitabı azıcık karıştırdım, okuyup okumamakta biraz kararsızım. Daha başlangıçta pek anlamadığım sözler geçmeye başladı. Kişi adlarını da sevmedim Bihruz bey, Keşfi ya da Periveş gibi adları söylemekte zorluk çekiyorum. Şimdiye dek bu tür adı olan insanla da karşılaşmadım. Bilal, Bekir, Bahri, Burhan adları duydum ama Bihruz anımsamıyorum. Hele Periveş, bizim oralarda sanırım yok. Kararsız otururken Haruniyeli arkadaşlar geldi, ayrılıyorlarmış. Şaşırdım, hani 20 gün kalacaktınız? Güldüler, meğer günleri doluyormuş. Mevlut Alkan’la mektuplaşacağız. Fotoğrafını istedim, yanında yokmuş, hemen göndereceğine söz verdi. Bu kez okullarının bir fotoğrafı varmış, onu verdi. Buna daha çok sevindim. Onların okulu da bizimki gibi büyük bir bina, görünüşe göre beş kat galiba. Binanın uzaklarında başka binalar da varmış. Zaten okul iki bölümmüş. Salim de mektup sözü verdi. Ayrıldıklarına üzüldüm. Tüm arkadaşlar iyi yolculuklar dilediler. Onlar ayrılırken Arifiyeli Selahattin Odabaşı ile Ali Yavuz geldi, onlar da ayrılıyormuş. Selahattin’le de karşılıklı mektuplaşma sözü verdik. Bana nota gönderecek. Onların arkasından kendi aramızda konuşmaya başladık:
-Biz ne zaman böyle ayrılacağız? Daha doğrusu biz kimlere böyle “Allahaısmarladık! ”diyeceğiz. Mehmet Yücel gülerek:
-Siz onu bilmiyor musunuz? Hasanoğlan Köyü muhtarı Ahmet Çakır, bizi nasıl karşıladıysa gene o uğurlayacak. Belki birkaç kişi daha çıkar, kağnıcı Hacı, bekçi Duran, Pideci bacı Durdu ile kızı Zöre(Zühre). Bilmiyor musunuz, kaç kez göç ettik, bizi uğurlayan oldu mu? Gerçekten bizi, grup olarak ne Edirne’den ne de Alpullu’dan kimse uğurlamadı. Lüleburgaz’ı saymıyoruz;oradan ayrılışımızı ayrılış bile saymamıştık. Ancak burası biraz başka! Ayrılık sözleri hepimizi etkiledi. Mustafa Saatçı eski bir sözü, Almanca bir parçadan anımsadığı “Ah, antwortete das Pfertt! ”dedi. Dediğine pişman oldu. Sözün doğrusu das Pfertt değil der Esel;diye tutturdular. Mustafa onların dediğini kabul etse kendini eşek yapacağı için diretti. “Das Pfertt! ”Sami Akıncı doğrulamak istedi ama Mustafa ona razı olmayınca sustu. Bu kez benim lügata baş vurulması kararlaştırıldı. Lügat yatakhanede olduğu için iş yarına kaldı. Arkadaşlar bana sordular:
-Ayrılanlar sana geldiler, Kastamonu-Gölköylüler neden gelmedi? Benim konuştuklarımın daha önce gittiklerini söyledim. Biz kalkmak üzereyken bu kez dört Göl Köylü arkadaş, sınıf olarak hepimize “Allahaısmarladık! ”dediler. Kastamonulu arkadaşlar hepimizi sevindirdi Arkadaşlar, . ”Ötekiler neden öyle yapmadılar? ”sorusunu sora sora yattılar. Uykumun kaçmaması için arkadaşların konuşmalarına katılmamıştım. Ne yazık ki düşündüğüm gibi olmadı, içimden içimden sorgulamaya başladım. “Başkasından beklediklerimizi, tamamını değil yarısını önce kendimiz yapıyor muyuz? Gelen ekiplere, düzgün bir tavır içinde bir “Hoşgeldin! ”diyor muyuz? Birkaç gün geçtikten sonra bile gidip bir iki sözle tanışmak için bile gitmek istemeyenler, onlar ayrılırken, gelip kendilerine “Hoşça kalın! ”denmesini nasıl bekliyorlar? Dahası onların aralarından bir iki arkadaş seçmeye çalışanları nasıl çekiştirdiklerini hiç mi düşünmüyorlar? ”Bunları kendi kendime sorarken herkesi uyuttum.
24 Temmuz 1941 Perşembe. .
Akşam yatarken giden konuklardan söz ediliyordu. Sabah ise gelecekleri konuşarak güne başladık. Hangi enstitüler gelecek? Yusuf Asıl bağıra çağıra sıralıyor:Kızılçullu, Çifteler, Gönen. Gerekçe de gösteriyor. Kızılçullu ile Çifteler’in ilk açılmış, kıdemli olduklarından, Gönen’in ise öğretmenimiz Ömer Uzgil’in orada Müdür oluşu nedeniyle seçildiğini belirtiyor. Hasan Üner’in de bir dizisi var;Savaştepe, Aksu-Akçadağ. Hasan Üner de bir neden gösteriyor. Bir batıdan, bir doğudan bir de güneyden olsunmuş. Bu arada ekip göndermemiş köy enstitüleri sayıldı:Kızılçullu-Çifteler-Aksu-Savaştepe-Gönen-Akçadağ-Beşikdüzü-onlar böyle tartışırken, bu konuşmalara hiç katılmayan Emrullah Öztürk:
-Vay be, bunlar o kadar çok mudur? deyiverdi. Emrullah! ’ın söyleyiş biçimi konuşmalara biraz ters düştü. Ayrıca Emrullah bu tür konuşmalara hiç katılmıyordu. Bu çıkışı ilgi çekti, birden konuşmalar ona döndü. Birilerinin “Ya ne sanıyordun? ”sorusuyla başlayan sataşmalar, okulun açıldığı ilk günlerin takılmalarına dönüşüverdi;“Do gospotin eminamzof, Petli kukurika teri metelika, Yapma be yahu…, derken Emrullah sinirlendi bir de küfür savurdu. Küfür tuz biber ekti, unutuldu sanılan sözler birden ortalığa döküldü. ”Gulü gulü gulü! (Arkadaşa bir ara çabuk kızdığı için Hindi yakıştırması yapılmıştı)”Hüsnü Yalçın üzülerek dışarı çıktı, Halil Basutçu, arkasından Sami Akıncı araya girince ortalık duruldu…Kahvaltıda gene gelecek konuklar dile geldi. Az konuşan arkadaşlarımızdan Mehmet Aygün Yusuf Asıl’a sordu:
-Gönenliler hangi masaya oturacak? Hilmi Altınsoy:
-Bırakın şu gelen-giden sözlerini, tartışma konusu yapıp, işi kavgaya götürüyoruz. Kim gelirse gelsin, bize ne oluyor? dedi. Ben Hilmi’yi destekledim:
-Bu konuyu kapatalım da günlük işleri konuşalım!
İşyerine giderken Ali Yılaz Öğretmen önümüze çıktı. Yolda gelip giderken marş ya da şarkı söylememizi önerdi. “Gelen ekipler öyle yapıyor! ”dedi. Yusuf Asıl gülerek:
-Öğretmenim, dikkat ettiyseniz onlar ilk geldikleri birkaç gün söylüyor ama sonra sonra susuyorlar;öyle ki ayrılırken “Allahaısmarladık! ”diyecek halleri kalmıyor! Ali Yılmaz öğretmen bu söze çok güldü. Yusuf’a:
-Yusuf, sen çok konuşuyorsun ama bazen tam konuşuyorsun, “Aferin sana”dedi. Salih Baydemir:
-Öğretmenim arkadaşımız Yusuf da tıpkı giden ekipler gibi, paydoslarda konuşa konuşa yorulduğundan işbaşı yapınca takattan düşüyor! Ali Yılamaz Öğretmen, Salih Baydemire de bir “Aferin! ”çekti. Buna da ben güldüm. Öğretmen anladı, bana ”Hadi sen de söyle, söyle de rahatla deyince, “Peki söyleyeyim” deyip öğretmene döndüm:
-Siz de işe başlamadan “Pekileri dağıtırken yoruldunuz! ” derken öğretmen elini kaldırdı, Ben sustum, Öğretmen:
-Bugün önemli işlerimiz var, sen de sus!
Atölyeye gidince öğretmen çizilmiş bir kapı resmi verdi, Orhan’la ikimiz çalışacağız. Atölye için geçici bir kapı. Öğretmen:
-Ancak geçiciliği uzun da sürebilir, düzgün bir şey istiyorum! Az sonra arkadaşlar, Mustafa Saatçı, Sefer Tunca, Yakup Tanrıkulu, Ali Önol geldiler. Biz onlarla bakışırken Gaspar-Gabel ustalar da yetişti. Orhan bana:
-Bunların hangisi Gabel? diye sorarken biri döndü gülümsedi. Orhan çok mahcup oldu.
Gelenler, makineleri kurmak için gelmiş. Namık Ergin Öğretmenle Sili Usta da geldi. Gelir gelmez de kol kola girip biraz uzaklaştılar, az ilerimizde uzun süre konuştular.
Makinelerin kurulmasına en çok Orhan’la ben seviniyoruz. Nasıl olsa onlarla biz çalışacağız. On bina yapılacakmış, bunların çatıları oldukça çok sürer. Böylece biz uzun süre belirli bir işte çalışacağız.
Bugün de gelen giden ekipler dilimizde dolaştı;Pazarören, Ladik, Cilavuz gelip gitmişti, onları Arifiye-Haruniye-Gölköy izledi. Şimdi de üç ekip gelecek 20 gün kalacak, onlardan sonra daha iki yirmi, yani kırk gün, böylece daha iki ay konuklarla birlikte olacağız. Ya ondan sonra? Onlar gelip gidiyor, onlar gelip gittikten sonra biz gene buralarda kalırsak ne yapacağız? Buranın kışı hem uzun sürermiş hem de sert olurmuş.
Yemekte konuk masaları gene boştu. Konuklar belki de tam gitmediler. Geziye çıkıp dönecekler, sonra buradan gidecekler. Böyle deyince Hilmi Altınsoy bir öneri getirdi, ”Eğer gitmemişlerse, topluca gidip “Güle güle”diyelim. Kesin söz verdik. Öğlede, oyunları tekrar ettik. Kastamonu-Gölköy oyunu Çıtırdak’tan başkalarını öğrenmişiz. Ben nedense Çıtırdak oyununu sevmemiştim. Ancak arkadaşlara bu konuda hiçbir söz söylemedim. Kendiliğinden bir dışlanma oldu. Yusuf da Ahmet gibi “Bunu bırakalım! ”deyince. Öteki arkadaşlar da bize uydular. Böylece oyun dağarımıza Harmandalı, Sepetçioğlu, Merzifon Halayı, Sivas ağırlaması, Timurağa girdi. Beş güzel oyun. Gölköy’den Sepetçioğlu, Ladik’ten Merzifon Halayı, Haruniye’den Harmandalı, Pazarören’den Sivas ağırlaması ile Tümurağa oyunlarını almış olduk. Arifiyelilerin Meşelisini Yusuf’la Ahmet Güner güzel oynuyor ama ben o oyunu bizim köydeki kızların oyunlarına benzettiğim için sevemedim. Melodisi güzel, şarkısı da kolay söyleniyor. ”Meşeli dağlar meşeli-Kül oldum aşka düşeli…diye sürüyor. Bizim kızlar, sevdiler, çok da güzel söylüyorlar, varsın onlar oynasın. Severek çalıyorum ama oyununu önemsemiyorum. Cilavuzluların Kafkas oyunları ile Ladiklilerin Karadeniz oyunlarını, Gölköylülerin Çıtırdaklarını başkalarına bıraktık. Oynayan olursa ben çalacağım.
Orhan kesin karar verdi, Sili Ustaya Almanca laf çıtlatacak, ilgilenirse konuşmaya çalışacak. “Güzel ama, ya hiç ilgilenmez gibi bir tavır alırsa? ” diye caydırıyorum. Şöyle bir plan kurdu;Sili usta gelince onu görmezden gelecek bana:
-Wir machen eine tür oder wir machen eine gross Tür.
Biz böyle kuruntular içinde kapıyı bitirdik. Öğretmen beğendi, kasasını öğretmenle birlikte hazırlayıp taktık. Ali Yılmaz Öğretmen gülerek:
-Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün ilk kapısını biz yaptık, biz açıp kapatmış olduk. Böylece de biz bu okulun gerçek açıcılarıyız! deyip alkışladı. Bu şakayı birkaç kez tekrarladı. Sonra da bir binanın temelini atarken değil kapısını açarken tören yapılması gerektiğini anlattı. “Nice binanın temeli törenlerle atılır ama o bina çoğu kez tamamlanamaz. Böyle olunca törenin bir anlamı kalmamaktadır. Örneğin İstanbul’daki Yeni Cami temeli atıldıktan tam altmış beş yıl sonra tamamlanmıştır. Bu altmış beş yılda tamı tamına altı padişah değişmişti! ”Öğretmenin sözlerine gülüyoruz. Ancak içimden inanasım gelmiyor. “Öğretmen bunları nereden bilecek? ”diyorum.
Yarın gene bir küçük göç var, yukarıda bıraktığımız çadırdaki eşyalarımızı atölyeye taşıyacağız. Çadırı da yakına kurup kullanacağız. Orhan’a sordum, şimdi Sili usta gelse ne diyeceksin? Orhan saatlerdir onu düşünüyormuş;sorar sormaz:
- Wir gemacht eine grosse Tür. Şaşırdım. Orhan, doğru söylediğini de tam bilmiyor ama nedense içinden bir ses “Yanlış da olsa söyle! ”demişmiş.
Köye dönerken bu bizim için konuşma konusu oldu. Halil Basutçu ile karşılaştık. Bize gülerek:
-Herkes birbiriyle kavga ederken siz ikiniz nasıl böyle hem işte hem de yollarda birlikte olabiliyorsunuz? diye sordu. Ben Halil’e Ali Yılmaz Öğretmenin anlattığı Yeni Cami olayını anlattım, “Sen Yeni Cami’nın altmış beş yılda yapıldığını biliyor musun? ”dedim. Halil güldü:
-O nasıl şeymiş öyle, hem Yeni Cami, hem de altmış beş yılda yapılmış, Daha yapılmadan eskimiştir o! dedi, güldü. Bu kez de yeni-eski, sözlerinin nerelerde nasıl kullanıldığını konuşmaya başladık. İlk aklımıza takılan Yeniçerililer oldu. Yeni Çerililere nasıl olmuş 5-6 yüzyıl hep “Yeniçerili denmiş? ”Gülerek dersliğe girdik. İsmet karşıladı:
-Herkes yorgun, siz nasıl oluyor da gülüşüyorsunuz? ”Halil ona da bir soruyla yanıt verdi:
-Yorulanlar gülmez mi? “Eskişehir-Çifteler ekibi gelmi”ş, diyen oldu. Salih Baydemir, ekledi:
-Desenize 20 Abdullah daha gelmiş! Bu söz, herkesi güldürdü. Bu kez Halil Basutçu İsmet’e:
- Siz yorgun değil gülecek usturuplu bir söz bekliyormuşsunuz, bakın hepiniz güldü! Buna da hep güldük. Fısıltılar başladı, Çifteler bizden eski, son sınıf olanlar var, onlar nasıl acaba? Yusuf:
- Sami Akıncı, yakından yoklar onları! Sami bu söze karşı oldu:
-Ben casus muyum, gidin kendiniz öğrenin! Yemekte üç masanın da dolu olduğunu gördük. Çifteler, Savaştepe, Aksu. . Yusuf Asıl’la Hasan Üner’in dedikleri olmamış. Kızılçullu, Gönen geri kalmış. Cavit Kafkas’ı görünce 25 nolu öğrencinin gelip gelmediğini sordum. Cavit Kafkas, son mektubuna yanıt yazmadığı için üzülmüş, “O gelip ararsa konuşurum yoksa ben daha fazla ilgilenemem! ”dedi, kestirip attı. “Benim ilgilenmemi ister misin? diye sorunca da, ”Kendin için ilgilen, beni katma! ”dedi. Düşündüm. Çifteler ekibinin ilk göze çarpan özelliği, hepsi kasketli oturuyor. Bir de iki öğretmenleri de öğrenci giysileri giymiş. Yaşlı olmasalar, öğrencilerden ayırmak zor olacak. Dersliğe dönünce, Cavit Kafkas’ı haklı buldum, mektubuna yanıt vermeyen birini aramanın bir anlamı yok. İstiyorsa kendisi arar. Kepirtepe Köy Enstitüsü’nün buraya taşındığını duyduğuna göre, bilmiyordum diyecek hali yok! …. Ancak ben benim numaramı soracağım. Benimle mektuplaşan çocuk, numarası değiştiği için mektubu kesmiş olabilir. Oysa numaraların hep aynı olması söz konusu değil. Gene de soracağım. Abdullah Özkucur’a sordum, o bilmediğini söyledi. Kendi sınıfında olmadığına göre bilmeyebilir.
Kitabımı okumaya başladım. Bihruz Bey de bana benziyor, sarışın bir kız gördü, hemen sevdi. Ben de sarışın kızları daha çok beğeniyorum. Ancak Bihruz Bey bendan farklı olarak sevdiğini hemen belirtiyor. İşte ben onu kolay kolay yapamıyorum. Bihruz Bey Periveş’e çiçekleri hemen verebildi. Bihruz Bey’le bir başka benzerlik;onun da can ciğe bir arkadaşı yok. Daire arkadaşı Keşfi Bey düzenbazın birisi, ama çaresiz onunla ilişkisini sürdürüyor. Bihruz Bey’den ayrıldığımı sandığım en önemli yanım, görevimi hakkıyla yapmak. Bihruz Bey bu bakımdan tam anlamıyla tembel, haylaz. Bağlı olduğu daireye uğramadığı günler, değil haftalar aylar oluyor. Bihruz Bey çok varsıl bir aile çocuğu, miras yedi denilen insanlardan. O zamanın geçerli değerlerine göre yirmi, sekiz bin liralık bir varlık sahibi. Babası büyük paşalardan biriymiş. Bihruz Bey biraz da bundan işlerini tavsatıyor. Kendi gönlünce donattığı arabasıyla (Moda adı Landon) günlerce dolaşır, kendisinin hep beğenilmesini bekliyor, İstanbul’un en güzel yerlerinde dolaşmktadır. Başka güzeller de görür ama, gönlü hep Periveş’tedir. Doğru dürüst göremediği Periveş’i kendi belleğinde olağanüstü bir güzel yapıp çıkar. Onu kaybetmiş olmaktan duyduğu kaygılar Bihruz Beyi iyice bocalatır. Gösteriş merakı nedeniyle yaptığı büyük harcamalar, bitmeyeceğini sandığı varlığını bitirir. Ancak alıştığı bolluk içindeki yaşama tutkusundan kurtulamaz. Kışları Süleymaniye’ki konakta, yazları Küçük Çamlıca’daki köşkünde geçirir. Bir bakıma da İstanbul kazan Bihruz Bey kepçe özellikle Cuma-pazar günleri köşkten çıkınca önce Fenerbahçe, Haydarpaşa, Duvardibi turlarından sonra Çamlıca’da günü tamamlar. Keza Salı-cumartesi günleri ilk durak Göksu’dur. Buradan Küçüksu’ya, oradan kesinlikle Çamlıca’ya geçer. Pazartesi-Perşpmbe gezileri Çamlıca’dan başlar, Duvardibi, Haydarpaşa, Fenerbahçe sıralamasını gerçekleştirir. Günün modasına uygun donanık landonuyla gezerken, pür dikkat, kendisine bakanları izlerken bir yandan da bir türlü karşılaşamadığı sarışın güzel sevgilisini gözler. Bu denli ısrarlı gezip, köşe bucak bakıp bakıştırmasına karşın Periveş’le karşılaşamadığından kuşku duyar. Bu araması dışında sık sık mektuplar da yazmıştır. Fransızca özel Mösyö Piyer seçkin Fransız yazarlarından örneğin, Bocacio-Dekameron, Jean Jaque Roussea-Nouvelle Helo’ise’den esinlenerek büyüleyici mektuplar yazmaktadır. Mösyö Piyer aşk konusunda deneyimli, deneyim li olduğu kadar duyarlı bir kişidir. Bihruz beyin Fransızca konuşmasını varsıllaştırmak için aynı zamanda aşk konusunda duyarlılığını geliştireceğine inandığı için Bernardin de Saint-Pierre’in Paul etVirginie kitabını okumuştur. Şiir konusunda Bihruz bey, tam bir Alphonse de Lamartine hayranıdır. Şiir konusunda Bihruz Bey’in kesin bir hükmü vardır:Türkçe ile şiir yazılamaz. Türk dişi gönülden geçen coşkun duyguları anlatacak ölçüde gelişmemiştir. O bu düşüncededir ama gerçekte kendisi tutarlı bir okuma yapmamıştır. La Bruyere, La Rochefocauld ya da Sokrat, Aristofan falan der ama bun lar hep kulaktan duyma yüzeysel söylemlerdir. Bihruz Beyİn çevresindeki insanlar da ilginçtir. Bunların adları bile Bihruz Bey’in bir yabancı, daha doğrusu karmaşık bir çevrede olduğunu göstermektedir. Örneğin Kondoraki, İbiş AĞA, Mişel, Marigo, Gülşeker, Müzekka, Çaker Bey, Sahban Bey, Andon, Mahvi, Mösyö Vik…
Bihruz Bey’i bir çok alanda kandırarak, yakınında bulunmayı sürdüren daire arkadaşı Keşfi Bey bir yalan da burada atar. “Periveş ölmüş! ”der. Bihruz Bey üzüntülere gark olur. Yas tutar. Bu kez de;sağlığında doya doya göremediği Periveş’în mezarını bilememenin üzüntüsüne kapılır. Oysa Periveş ölmemiştir. Üstelik Periveş, öyle güzel bir aile kızı değil, o günlerin modasına uymuş bir sokak sürtüğüdür. Bihruz Bey bundan habersiz hayal kurmaktadır. Sonunda bir gün anımsayabildiği kadar belleğinde kalan Periveş’e benzeyen birini görür. “Bu olsa olsa Periveş’in kardeşi olabilir! ”deyip yaklaşır, Periveş’in mezarını sorar. Bihruz Beyin bu saf davranışına Periveş önce Bihruz beye hakarete varan sözler söyler sonra da yanındaki mamasıyla gülüşünce Bihruz bey Periveş’in düşük biri olduğunu anlayıp, düş kırıklığı yaşar. Bihruz Beyin bir başka ilginç yanı da konuşma tutkusudur. Gününün ön-uç dil modası sevdalısıdır. Ağdalı Osmanlıca sözlükler yetmez, kurmayı tasarladığı her tümcede bir iki Fransızca geçsin ister. Ancak Fransızca öğrenme gayreti göstermemiş yani biraz terlemeyi göze almamış ama yalan yanlış sözcükleri kullanma alışkanlığını da geliştirmiştir. Annesiyle günlük konuşmalarında bile bu huyunu sürdürür. Annesine teşekkür ederken bile:Mersi! Mil mersi şer mer! ” demeyi sürdürür. Ancak Bihruz Bey sonunda hazır paraların bittiğini görür, yaşamının bir bölümü borçları düşünmekle, borçları kapatmak için konakları satmaya çalışmakla geçirir.
Okudum ama bu kitabı hiç sevmedim. Çok iyi bir anne var, o iyi. anneyi hiç tanıyamadım. Bir kişi olarak belleğimde kalsın isterdim. Madam de Renal, Eugenie Grandet, Gaud (Izlanda Balıkçısı) Madam Maheude gibi, (Germinal)Ana romanındaki anayı unutmuş değilim ama onu da adlandırıp belleğim rahat canlandıramıyorum…İster istemez arkadaşların konuşmalarını dinledim. İyi kararlar verdiler. Bu kez gitmeye kalmadan daha ilk günler, bir grup arkadaşın gidip “Hoş geldin! ”karşılaması yapılması kararlaştırıldı. Çifteler Ekibine gideceklere beni de seçtiler. Buna da sevindim. Mektup arkadaşlarımı da daha kolay sorabileceğim. Cumartesi ya da pazar günü gidilmesi kararlaştırıldı. Ben hemen, özellikle yarın diyecektim ama arkadaşlar aralarında öyle uygun gördüklerini söyleyince sustum. Ben, Abdullah Özkucur arkadaşın bizden hoşnut olmadığını bildiğim için, O bizi yermeden önce ilişki kursak daha iyi olur! ” diyecektim. Belki de böylesi daha iyi oldu. Arkadaş bizi yermezse zaten benim varsaydığımın hiçbir önemi olmayacaktı. Son bir iki gün içindeki tavırlarından öyle bir durum sezinledim. Aslında gizli kapaklı değil bizim arkadaşlar onu düpedüz dışladılar. Bakalım kendi arkadaşları gelince nasıl bir durum takınacak? Karşılaşınca selamlaşıyoruz, benimle bir sorunu yok gibi davranıyor, okuduğu kitaptan(Sarı Esirleri bitirememiş) söz ediyor, akordiyon çalışımı çok övüyor ama, gene de belli olmaz, içinde bir öc alma duygusu yaşatabilir. Ben bunları düşünürken Halil Basutçu yapıcı olarak bir soru sordu:
-Bu gelenler de bir temel kazıp üstüne bir sıra taş dikip gidecekler mi? Halil Basutçu bir de örnek verdi. “Pazarörenliler geldi, temelin üstüne bir bir buçuk metre örüp gitti. Ladik, Harüniye, Arifiye de öyle yaptı. Cılavuz, Düziçi atölye binalarını yarım bıraktı, biz tamamladık. Bu gelenler de böyle yarım bırakıp gidecekse biz son güne dek yarım bina tamamlayacağız. Üstelik bu binalara onların adları yazıacakr. Temeldeki taş duvarlara levhaları çakılmış bile! ”Yeni ir sorun:
-Gelenler bir birlerinin yarım bıraktığı binaları tamamlasınlar. Gelenler tamamlamaz da gene yarım bırakırlarsa, biz o binaları tamamlamayalım! Bunu nasıl yapacağız? Bu benim aklıma yattı. Bunu Mustafa Güneri öğretmene söyleyelim. “Yapmayız” falan demeye gerek yok, “Kış geliyor önce kendi binalarımızı tamamlayıp içine girelim. Kepirtepe’de biz bunun yeteri kadar acısını çektik! ”diyelim. Mustafa Güneri Öğretmen bize bu konuda yardımcı olur! Arkadaşlar bana “Bunu sen söyle! ”dediler. Söyleyeceğime söz verdim. Herkes sevindi.
Yatarken arkadaşların sevindiğini gördüm ben de buna sevindim. Yatınca nasıl söyleyeceğimi aklımdan geçirdim. Uzun uzun düşündükten sonra kendime cesaret verdim:Ne var bunda? Çalışan biziz. Onlar bizim öğretmenlerimiz, onlara söylemeyeceğiz de başka kime söyleyeceğiz? ”dedim. Sanırım rahatladım,
hemen uyumuşum.
25 Temmuz 1941 Cuma
İsmet başıma dikilmiş, “Kahraman dayı kalk! ” dedi. Akşamki olayları unutmuşum, İsmet’in sözünün nedenini düşündüm, bulamadım sordum, “Ne demek istiyorsun? İsmet bilmiyor musun? diye sorunca anımsadım. İsmet’e sordum, “Bunun kahramanlıkla ne ilişkisi var, zorla bir iş yaptırmayacağım ki? Bunun neden böyle yapıldığını öğrenmek istiyorum! ”diyeceğim. Bana göre bunu bir başkasına sormak belki sakıncalı olabilir ama Mustafa GüneriÖöğretmene sormak en doğrusudur. İs “et, ”Haklısın, sor bakalım! ”dedi. Kahvaltıda Abdullah Özkucur yanıma geldi, arkadaşlar arasında mandolin çalanlar var, oyunlarda akordiyonun da katılmasını istiyorlar, katılır mısın? diye sordu. Benim aradığımda buydu, “Bildiğim oyunlara katılırım! ”dedim. Yanın da bir arkadaş vardı, kendini tanıttı, “Ben Mustafa Atavcı, arkadaş olmak istiyorum! ”dedi. Mustafa’nın boynuna sarılasım geldi ama ne yapılması gerektiğini bilemediğim için çekindim, “Benim, sizin arkadaşlar arasınsa iki tane daha arkadaşım olacaktı, geldiler mi acaba? diye sordum, hemen mektup olaylarını anlattım. Mektuplaştığım 66 numaralı arkadaş onun da arkadaşıymış. O gelmemiş, gülerek “Onun yerine ben geldim! ”dedi. Ali Yılmaz’ı sordum, o gelmiş, eliyle gösterirken durdurdum. Mustafa Atavcı ile hemen anlaştık, öğle paydosunda buluşacağız. Abdullah Özkucur’a teşekkür ettim. Benim konuştuğumu gören Ahmet Güner, Yusuf Asıl, Hasan Gülümser geldiler. Olayı anlattım. Sevinerek işbaşı yaptık.
Arkadaşlar çadırı söküp atölye yanına kurdular. Orhan’la ben bu kez atölye pencerelerine tahta açılır kapanır kapak pencere yaptık. Biz kapakları takarken Mustafa Güneri Öğretmen geldi, “İçine girdiğimiz bu ilk binayı kondurduk, arkası gelecek, motorlarımız, çalışmaya başlıyor! ”diyerek güldü. Ben hemen bu durumdan yararlandım, “Öğretmenim, her gelen ekip temel atıp gidiyor. O temellere de onların adı yazılıyor. O yarım kalan yerleri tamamlamaya oralardan başka ekipler mi gelecek yoksa onları başkaları mı tamamlayacak? dedim. Mustafa Güneri Öğretmen arkadaşların duyacağı bir sesle, ”- “İbrahim, sen benim yarama dokundun, başlangıçta biz, gelip giden ekiplere yeterince hazırlık yapamamıştık. Onlar da ancak o kadarını yapabildiler. Bıraktıkları yerlere o levhaları biz diktik. Bu gelen ekipler o yarım binaları tamamlayacaklar. Hiç değilse duvarlarını bitireceklerine inanıyorum. . Sanırım o binaların çatıları da bize, daha doğrusu siz Kepirlilere kalacak. Şimdi oralardan geliyorum. O levha işleri başka bir konu;bir binada kaç ekip çalışmışsa onların adlarını ilerde daha düzgün bir levha ile binaya çakmayı düşünüyoruz. ! ”dedi. Mustafa Güneri Öğretmen ayrılınca arkadaşlar beni kurnazlıkla sıfatlandırdılar. Ama bu numaramı gidip Çoban Mehmet’e yapamayacağımı öne sürdüler. Güldüm, “Ona da siz gidersiniz! ”deyip geçtim. Orhan’a Was machen sie? dedim. İch mache das Fenster. Güldük. Wir gelacht. Sie Sprecht! Ben öğle paydosunu dört gözle bekliyorum. Paydos olunca Yusuf’la koşarca gittik. Yazık ki yemek çok geç verildi. Ağaçlar altında bekledik. Yemeklerin gecikeceği konuklara duyurulduğundan onlar çadırlarında beklemişler, buluşamadık. Sadece bakışıp gülüştük. Yarın daha geniş zamanımız olacaktır. Öğleden sonra biz pencere kapaklarını tamamladık. Arkadaşlar, atölyeyi düzene koydular. Sili Usta yanında yeni ekiplerin öğretmenleriyle dolaştı. Orhan’la beni kendisinin buradaki yardımcıları olarak tanıttı. Onları da bize eski arkadaşlarım, diye gösterdi. Ayrılırken de gülerek “Var birkaç gün, bayrağı çekeceğiz! ”dedi. Önce anlayamadık, gelince Ali Yılmaz Öğretmene sorduk. Öğretmen bize tercüme etti:;“Birkaç gün sonra Genel Müdür gelecek, direğe bayrağı çekeceğiz! ”Hem güldük hem de sevindik. Akşam arkadaşlara Mustafa GüneriÖğretmele konuşmamızı anlattım, ayrıca Mustafa Güneri Öğretmenin anlattıkları da ekledimm. Arkadaşların çoğu sevindi. Çifteler ekibiyle yarın akşam konuşacağımızı da muştuladım. Bu arada Orhan Sili Ustanın bayrak sözünü de anlattı. Arkadaşlar bizim haberlerden sevindikleri söylediler. Cavit Kafkas geldi, fısıltı olarak konuştuk. Arkadaşını görmüş, Adını numarasını bildiği için tanımak kolay olmuş. Yemek masasındaki yerler gösterilirken bir rastlantı Cavit oradan geçiyormuş, “25 Ali Yılmaz, buraya! diye yer göstermişler, o da geçip yerine oturmuş. Böylece Cavit kendi davranışını haklı buldu, bana da “Sakın beni bu işlere katma, o iş böylece bitsin! ”dedi. Ben de ona Mustafa Atavcı ile karşılaşmamızı anlattım. Cavit ona da sevindi, “Olacaksa öyle olsun, zorla güzellikten hayır gelmez! ”dedi, ayrıldık. Yusuf Asıl’la Ahmet Güner, başkalarını aramıza almadan çalışmamızı önerdi. Özellikle zeybekleri, öğretici ile birlikte dört kişi çalışmamızı, öteki halaylarda ise 8. sınıftaki arkadaşları çağırmamızı istediler. Çalışma yerimizin(külhan küçük) darlığı nedeniyle rahat çalışamıyoruz. Ben de böyle düşünüyordum. Ayrıca öğrendiklerimizi birlikte yazdık. Harmandalı, Sepetçioğlu, Merzifon Halayı, Hoşbilezik, Timurağa, Sivas üçlüsü…Ayrıca dinlediğimiz şarkılarının başlıklarını yazdık:Timurağa’nın sözleri, Hoşbilziğin sözleri, Cılavuzluıların söylediği, Ey Sürmeli, Arifiyelilerin, Meşeli, Süpürgesi yoncadan, Altın Yüzük, Haruniyelilerin, Yenice Yolları, Adanalı, Kozanoğlu…. . Şarkıların hemen hemen çoğunun sözlerini bulduramadık. Ancak bunları daha candan izleyen arkadaşlarımız var, parça parça da olsa. , onlardan bunları toplama çalışacağız. Bundan sonra ise kendimiz şarkıların sözlerini de yazacağız. Yusuf Asıl sınıfımızın en küçüklerinden biridir. Şakacı olduğu için işlerde bile biraz şakacı olarak benimsenir. Oysa bu oyun işine çok candan sarıldı, beni bile yönlendirmeye başladı. Ahmet Güner de ona çok destek oldu. Bu kez daha düzenli çalışmaya karar verdik. Mustafa Atavcı, yeterli olamazsa başka arkadaş arayacağız. Özellikle Kızılçullu ekibi gelince onların oyunlarından yararlanacağız. Kızılçullu öğrencilerinin Efelerden zeybek öğrendiklerini duymuştuk)Biz, fısıltılarla yapmayı tasarladığımız bu oyun olayını arkadaşlardan özellikle saklıyoruz. Çok iyi biliyoruz ki, arkadaşların birileri böyle bir girişime katılmak şöyle dursun çalışmalarımızı engellemeye kalkacaklardır. Onlar salt oyunlarda değil öteki tüm çalışmalar da bu tavırlarını sürdürüyor. Nedense bunlar, kendilerinden başkalarını görmek istemiyorlar. Kepirtepe’de öğrenci olarak yapılan çalışmalara katılmadıkları gibi katılanları küçümsediler. Onların bu anlayışı tüm öğrencileri etkiledi, öyle ki, köyünden getirdiği bir oyunu bile kalkıp kimse oynamadı. Türküler de böyle. Bir iki arkadaş dışında kimse kalkıp şarkı söylemiyor. Müzik derslerinde bile ağzımızı açmaktan çekiniyoruz. Oysa görüyoruz ki, bize göre yeni açılmış sayılan okul öğrencileri bağıra çağıra meydanlarda hem söylüyor hem de oynuyor. 2o kişilik Pazarören ya da Gölköy ekibi bizim 260 arkadaşımızla boy ölçüşebiliyor. Bunu , birlikte eğlendiğimiz iki toplantıda gördük, üzülerek yaşadık. Böyleyken bizim arkadaşlar, duysa bizim bu çalışma tasarılarımızı gene önlemeye çalışırlar. Bu nedenle biz de çok özel olarak kendimiz için oyun öğreniyoruz. Öğrenmeye devam edeceğiz. Başka okullarda yapılanları izleyip onları bizim okulumuzda da yapmaya çalışacağız. 8. sınıflardaki arkadaşlarımız da bizi destekliyor. Üçümüz de seviniyoruz. Yat ziline dek tasarladıklarımızı yapmış gibi mutluyuz. Yatarken de aynı sevinci duyarak yattım. Gerçekte ben oyunlardan çok müziklerini seviyorum. Oyun müziklerini, kendi tempolarına uygun çalmak, akordiyonu iyi kullanmama yardımcı oluyor.
26 Temmuz 1941 Cumartesi…
Gözleri açtım, öyle yatıyorum. Bugün cumartesi, eskisi gibi öğleden sonraları çalışma olmasa daha rahat çalışacağız. Tüm gün iş, zamanımızı alıp götürüyor. Ben böyle düşünürken nasılsa arkadaşlar, Kepirtepe’den söz açtılar. Artezyen açıldı, sebzeler bol bol sulanıyor. Onları kimler yiyor. Salih Ziya Öğretmen bizleri anımsıyor mu? Derken söz burada da su bol, bahçe yerleri de var. Salih Ziya Öğretmen ya da Naci Birkök Öğretmen neden gelmedi? Bunu söyleyene çıkışanlar oldu:Başımıza bir de bahçe işi mi çıksın istiyorsun? Ancak konuşmalar aynı konu üzerinde sürerken, meyveler, elmalar, kaysılar, bağlar, arılar acaba yeterince bakılıyor mu? Bunlara kim bakıyor? Kepire dönersek bunlara daha candan bakacağımız sözleri edildi. Aynı kanıda olmayanlar da çıktı bunlar; “Alpullu’da yetiştirdiğimiz bahçeyi bıraktık, ayrılınca bir kez olsun. anmadık! ”dediler. Söz ilk konağımız Edirne-Karaağaç’a geçti, orasını da unuttuk derken Sami Akıncı, “Genel Valimiz, Kazım Dirik Paşa ölmüş, biliyor musunuz, gazeteler yazmış, eski bir gazetede gördüm;resmi de vardı! ”dedi. Tüm arkadaşlar “Ay, yazık! ” dediler. , Tüm Trakyalıların çok üzüldüğünü söyleyenler olu. Okulumuza gelişini, güler yüzünü, “Sık sık geleceğim! ” deyişi konuşuldu. Hepimizin neşesi kaçtı, öylece kahvaltıya gittik. Herkes neşeli, bir bizim masalar durgun. Öteki sınıflar yorumlar yapmış, Sözde biz çalışmak istemiyormuşuz. Gelip soranlar oldu. Ben gerçeği söyledim. Onlar da üzüldü. Selçuk Korol öğretmen nöbetçiymiş, yanımızdan geçerken sorduk. ”Duymadınız mı? bir ay kadar oldu, “ Nur içinde yatsın, iyi insandı, çok çalışkan bir yöneticiydi! ”dedi yürüdü. Bunu duyunca ben daha çok üzüldüm“Gazete okumaktan yoksunuz, yetiştirdiğimiz bahçelerimizin, bağımızın, arımızın özlemini çekiyoruz. Evlerimizden uzak herhalde askerliğimizi yapıyoruz! ”dedim. Geleli beri ilk kez böylesi dertlendim. Oysa dün gece yatarken, sabah uyanınca neler düşünüyordum! Kazım Dirik’i ben okula gitmeden önce daha köydeyken görmüştüm. Hem de köylülerle konuşurken, Muhtar Amcaya fidanlık için, köy dokumacılığı için açıklamalar yaptığı, yeni çekilen telefon direklerini eliyle yokladığını görmüştüm. “Trakya’da gezmediği, görmediği köy yoktur! ”diyorlardı. Üzüntülü olarak işbaşı yaptık. Sili, Gaspar Ustalar geldi, motorları çalıştırdılar. Tezgahları yerleştirip vidalar sıkıldı. Sili Usta bana bir şaka yaptı. Motoru katışsız çalıştırıp durdurunca elini cebine soktu, bir şey çıkarıyormuş gibi elini yumruklayıp çıkardı, bana uzattı, “Al! ”dedi. Hiç bir şey anlamadım ama almak için elimi uzattım. Oysa eli boşmuş. Mahcup oldum. Onlar güldüler. Anlamadığımı anlayınca açıkladı, “Böylece makinenin anahtarını bana vermiş oluyormuş. ”Bu kez sevindim. Kesme ile planya işlerimiz kolaylaştı. Ancak alışmadığımız bir ses olayıyla karşı karşıya kaldık. Ali Yılmaz Öğretmen açıkladı, “Çalışmalarımızı zaten açık havada sürdüreceğiz! ”Az ilerimizde başlanıp yarım bırakılmış iki atölye binası daha var. Onların çatılarını hazırlamıştık. Ancak bir önceki ekipler onların duvarlarını yarım bırakmıştı. Bugün bizim Kepirli arkadaşlardan iki grup onların duvarlarını yükseltmeye başladılar. Onlar bitirir bitirmez onların da çatılarını kapatıp, okul binalarının çatılarına başlayacağız. Tamamlayacağımız ilk bina herhalde Kepırtepe binası olacak. Şu anda da pencere üstlerine ulaşan tek orası. Törene yetişmek üzere erken paydos ettik. Yusuf benden daha çok seviniyor. Biraz da “Acaba hangi oyunlarla karşılaşacağız, öğrendiklerimiz mi yoksa yenileri olacak mı? Töreni Hidaye tÖğretmen yönetti. Behire Öğretmen izinli, daha gelmemiş. Öğleden sonra çalışma var, dinlenme, yarın öğleden sonra olacakmış. Yemekten sonra Çiftelerli arkadaş Mustafa ile buluştuk. “Yarın öğleden sonra çalışmak üzere kararlaştırdık. Zaten onlar bugün hemen işbaşı yapacaklarmış, özür diledi ayrıldı. Biz de gölgede bir süre dinlenip atölyeye döndük. Öğretmen gelince önce bizden sordu, “Zaman zaman oturup dinlenmek ister misiniz? ”Yusuf Asıl:
-İzin verirseniz biz ayakta dinlenmeye de razıyız! yanıtını verince öğretmen, güldü, Yusuf’a:
-Sen söz hakkını kullandın! deyip bana sordu. Ben de:
-İsteriz! Deyince, ” gülerek:
-Haydi öyleyse bugün, şuraya oturacak gibi dört kanepe yapalım! Hem en resim çizdi. Resimlere bakarak parçaları ayırıp getirdik. Motoru çalıştırdık, öğretmen parçaları kendisi kesti, Recep’le bana planya işini verdi. Öteki arkadaşlar parçaları yerleştirip çaktılar. Mustafa Güneri Öğretmen geldi, “Ha şöyle, gezip yoruldukça azıcık oturalım! ”deyip oturdu. Mustafa Güneri Öğretmen benim akordiyon çaldığımı bildiği için müzik öğretmeniyle aramın iyi olduğunu varsayarak “İbrahim, maalesef Behire Öğretmeni kaçırdık, bizi beğenmemiş olacak, bir bahane bulup ayrıldı! ”dedi. Arkasından da “Ancak Genel Müdürümüz müzik çalışmalarını çok önemsiyor, en kısa zamanda bir başka öğretmeni gönderecektir! ”diyerek üzülmememizi ekledi. Ben sustum ama arkadaşlar üzüntülerini belirttiler. “Çok nazik bir öğretmendi, diyenler oldu. Gerçekte ben içimden sevindim. Behire Öğretmen İstiklal Marşı’nı bile doğru dürüst söyletemedi. Hidayet Öğretmenin yanında onun marş yönetmesi bence sıfırlık. Bizim arkadaşlar da böyle düşünüyor ama nedense düşüncelerinin tersini konuşabiliyorlar. Mustafa Güneri Öğretmen gidince bir süre Behire Öğretmenden söz edildi. Ali Yılmaz Öğretmen Behire Öğretmeni çok övdü, “İnsan olarak örneği az bulunur, öğretmen olarak daha deneyimsiz, kusurları görülmüş olabilir, zaman içinde yetişecektir. Ayrılışı burasını beğenmemekten değil, sanırım evlilik nedeniyledir. Bir subayla nişanlı. Evlenince, subay eşiyle gittiği yerlerdeki okullarda öğretmenliğini sürdürecektir! ” Ali Yılmaz Öğretmen nedense birden bana, “Ne o sen Behire Öğretmenin için hiç üzülmemişe benziyorsun! ”dedi. Ben de hiç çekinmeden, “Dediğiniz gibi Behire Öğretmen çok yeni, deneyimsiz, buna karşın kendi isteklerinin olması için diretiyor. Bunlar olmayınca, kestirip atıyor. Bu nedenle ben onunla çalışamadım, ayrıldım. O da bana neden ayrıldın? demedi. Böylece öğretmen- öğrenci durumumuz bozuldu! ”deyince öğretmen, “Sen ne söylüyorsun o seni çok sever çok överdi, bir yanlışın olmasın. Behire Öğretmen benim kapı komşum, sık sık konuştuk, senin akordiyon olayını ona anlattığımda, gülmekten kırıldı, yılmadan çalışmış olmanı senin güçlü müzik sevgine yordu , sonunda başaracağını söyledi durdu! ”Öğretmene teşekkür ettim, Behire Öğretmen gelirse ona da teşekkür edeceğimi söyledim. Ali Yılmaz Öğretmen, ellerini bir birine vurarak, kendi kendi “Bak sen hele! ”dedi. Sonra da “Suç ben de ama, Behire Öğretmenle bu denli senin hakkında konuşmuş olmamıza karşın sana bunu duyurmamak, benim için büyük bir ihmal, bu sana da bir haksızlıktır! ”dedi, bir süre hayıflandı. Bu kez de “Nasıl olsa gelecektir, karşılıklı gönül almak bakımından sizi konuşturacağım! ”dedi. Bu arada, “Bunu söylersem hanım da çok üzülecek, umarım duymaz! ”Arkadaşlar öğretmeni dikkatle izlediler. Anlattığı olaydan çok öğretmenin duyarlı tarafını duyduklarına sevindiler. Okula dönerken bu konuşuldu. Ali Yılmaz Öğretmenin bizim için iyi düşündüğü üzerinde duruldu. Ancak onun da geçmişte yaptıkları unutulmamış, onlar da sayıp döküldü. Nedense bugünün değişik düşünceleri beni durgunlaştırdı. Kendi kendime sıkıntımı atmak için akordiyonu alıp bahçenin ucuna gittim. Kendi kendime çalışma yaptım. Az ses çıkardığım için kimse gelmez diye düşünüyordum. Bir süre öyle sürdü. Bir ara etrafıma baktım, az uzağımda çember olmuş bir yığın insan. Aralarında büyük bir grup kızlar. Onları görünce, bunlar da sizin için dedim, Bildiğim, o anda anımsadığım tüm parçaları çaldım. Yemek zili çaldığında kalktım. Kalkınca büyük bir kalabalığın dağıldığını gördüm. Yemeğe girince daha çok şaşırdım, kalabalığın büyük bir bölümü konuk ekiplerdeki arkadaşlarmış. Yemekten kalkarken Çifteler ekibinden Mustafa arkadaş bir ağabeyle tanıştırayım, dedi. Abdullah Ön, mandolin çalarmış. Birlikte yürüdük. Bu Abdullah ötekinden çok başkaydı. Onun gerçekten bir sınıf üstün olduğunu hemen anladım. O uzak dursa bile ben yaklaşmaya karar verdim. Yarın öğleden sonra bizim çalışmamıza o da katılacak. Olayı Ahmet’le Yusuf’a muştuladım. İkisi de sevindiler. Bu kez Çiftelerli arkadaşların mandolin çalışlarını merak etmeye başladım. Mandolin çalmasını ben de biliyorum, İdris ya da Abdullah Erçetin de. Şimdilerden oldukça ilerletmiş bulunan 8. sınıftaki arkadaşlar da. Örneğin Mehmet Aydemir oldukça güzel çalıyor. Bunlar hepsi güzel ama bir de Hidayet Öğretmen var. O da mandolin çalıyor. Öteki saydıklarıma göre Hidayet Öğretmen mandolini dillendiriyor. Çiftelerli arkadaşı bu bakımdan sabırsızlıkla dinlemek istiyorum. Gelen ekiplerde örneğin, Haruniye ya da Arifiye ekiplerinde de mandolin çalan vardı, Haruniyeli Salim’le Arifiyeli Ahmet oldukça güzel çalıyorlardı. Ancak onlar ezberledikleri oyun havalarını çalıp bununla yetiniyorlar. Pazarörenliler de öyle. Timurağa ya da Sivas Halaylarını çalıyor. Bizim 8. sınıflardan şimdilik birkaç kişi Hidayet Öğretmenin özendirmesiyle notadan çalışıp ilerliyorlar. Daha şarkı çıkarma düzeyinde olm alarına karşın çıkarttıkları sesler biraz tın tın ama tine de güzel tınılanıyor. Ben , öyle çalmaları seviyorum.
Hasan kitabı sordu, “Okudum! ”deyip verdim. Akdeniz diye bir kitap önerdi. Ben o kitabı iki yıl önce okuduğumu söyleyince, Hasan “Olamaz”diye karşı durdu. Anımsatmak için gülerek Hatice Sultan’ın beninden söz ettim. Hasan güldü, düzeltme yaptı: “O okuduğun Akdeniz değil Bizim Deniz. (Mare Nostrum)Bu okuyacağın Akdeniz, Panait Istratı. Konuşmamızı duyan İsmet, birden Bağırdı: “Bir yaşıma daha girdim! ”hepimiz İsmet’ baktık, “Ne oldu ki? ”İsmet, “Dayım, okuduğu kitabı karıştırdı! ”Bunun senin yaşınla ne ilgisi var, eğer benim yanlışlarımla büyüyeceksen okulu bitirmeden ihtiyarlarsın! ”dedim. Arkadaşlar ilkimizin sözlerine de güldüler. Mehmet Yücel:
-Ah şöyle bu yeğenler de bir kapışsın da görelim! Arkadaşlar arasındaki tartışmalara kolay kolay karışmayan Sami Akıncı bu kez ne düşündüyse düşündü:
-İsmet’in söylediği sık sık kullanılan bir sözdür, işlek bir deyimdir, bunun yaşla ilgisi yoktur, yeni bir bilgi edindim ya da yeni bir söz duydum anlamı taşır! dedi. Ben de;
-Şimdiye dek böyle bir söz duymadım! deyince bir bağırışma koptu:
-Duymuşsundur. “Duymuşsundur, işine gelmediği için öyle diyorsun! ”dediler. Mehmet Yücel Sami Akıncı’ya çıkıştı:
-Senin başka bir işin yok muydu? Neden bu akşam bizim işlerimize karıştın? dedi. Bu kez Sami:
-Arkadaş, okuduğu kitapta Hatice Sultan’ın bedenindeki benini anımsıyor ama, kitabın adını unutuyor! Bu söz benim ilgimi çekti. Hatice Sultan’ın beni arkadaşın ilgisini kitabın kendisinden daha çok çekmiş ki, onu unutmuyor! Bu kez arkadaşlar kendi okudkları kitapları anımsayarak örnek bulmaya kalkıştılar. Mustafa Saatçı söz istedi. Onun söz istemesinden belliydi, kesinlikle ortaya ilginç bir konu getirecekti, Herkes susunca bir iki ıhı mıhı dedikten sonra “Don Kişot! ”dedi. Arkasından “Ben Don Kişot’u anımsıyorum ama bunu hangi kitapta okuduğumu anımsamıyorum! ”deyince Hilmi Altınsoy başta olmak üzere bir çok arkadaş “Senin beynin sulanmış, sen unutma hastası olmuşsun türünden sözler söylediler. Mehmet Yücel düzeltme yaptı:
-Hafızasını yitiren Hafız! ”Bu söz değiştirilerek tekrarlandı. Hafızasını yitirmiş Hafız! ”Mustafa Saatçı sıra arkadaşı Sami Akıncı’ya dönerek:Beni neden savunmuyorsun? ” diye sordu. Sami Akıncı gülerek:”Arkadaşım, ben seni nasıl savunayım? Sen, “Ben soğan yemedim ama ağzımda soğan var! ” diyorsun. Ben şimdi, “Sen soğan yedin mi? diyeyim yoksa ağdında gözterdiğin soğan değil mi? Hangisini desem seni savunmuş olmayacağım! ”Mustafa Saatçı bu kez, İsmet’e dönerek:
- İsmet, ben de bir yaşıma daha girdim:
-Don Kişot’la soğan arasında benzerlik bulunduğunu ilk kez duydum!
Yemekhane nöbetçisi olan arkadaşımız İbrahim Ertur, geldi “Siz neden yatmıyorsunuz, bir sorun var? Yoksa diye yüzlerimize baktı. Gülerek yataklarımıza gittik. Kimimiz “O söz yerindeydi”, kimimiz “ O bu sözü hak etmişti” diyerek yattık. Ben, Mustafa Saatçı’ nın Don Kişot örneği ile Sami Akıncı’nın soğan benzetmesine çok güldüm. Yatınca da bir süre gülme isteğim sürdü. Bir ara kendi kendime sesli gülüp arkadaşları rahatsız edeceğimden bile kuşkulanıp telaşlandım.
27 Temmuz 1941 Pazar. .
Behire Bil öğretmen için üzülenlerin sesleriyle uyandım. Sefet Tunca, Arif Kalkan, İdris Destan, Mehmet Aygün arkadaşlar konuşuyorlar. Onlara mandolini sevdirmiş. “Ne güzel! ”diye düşündüm. Düzenli onlar da gitmedi, arada bir mandolin çalışmasına katıldılar ama öğretmeni sevmişler. Dilerim, bu sevgileri sürer, yeni gelecek öğretmeni de böyle severler. Ali Yılmaz Öğretmenin dediğine göye yeni öğretmen fazla uzamadan gelecektir. Arkadaşlara bunu söyledim. Ancak onlar buna pek inanır görünmediler. Arif:
-Adem Gürçağlayan öğretmenden sonra da hemen gelecekti, ancak üç yıl sonra geldi;o da iki ayda gitti. “Ölme eşeğim ölme yaz gelecek! ”dedi güldü. Ben de;
-O zaman siz topluca çalışmayı sürdürün! dedim. Sefer Tunca arkadaş bana “Biz bunu kendiliğimizden yapamayız, sen de bize katıl! ”dedi. Ben oyun çalışmalarımızı öne sürerek özür diledim. Arif Kalkan:
-Biz sana uyarız, haftada bir gün bile olsa birlikte çalışalım! deyince razı oldum. Oyun programımızı yapınca onlarla da ayrıca bir gün seçeceğiz. Buna ben de sevindim, ben de mandolin çalışmak istiyordum. Behire Bil öğretmenin beni kemana ayırması benim için iyi olmamıştı. Kahvaltıda bunları konuşurken Mustafa Atavcı geldi. Arkadaş, hiç yabancılık göstermiyor. Bizim masada herkesle konuştu, herkese de kendini sevdirdi. Hilmi Altınsoy bana “Yaa ağabey, sen bu iyi insanları nasıl bulup seçiyorsun? Bu ne kadar iyi bir arkadaş. Pazarörenli Veli’de böyleydi(Veli Dalak)Onu da bize sen tanıtmıştın! ”dedi. Hasan Üner bana övgüye katıldı. “Ağabey onları değil onlar ağabeyi arayıp buluyor! ”dedi.
İş yerine, yapıcı arkadaşlarla konuşa konuşa birlikte gittik. Bugün çalışma öğleye dek, öğleden sonra dinlenme. . Hava çok sıcak. Bir süre Atölyenin etrafındaki kırık döküğü topladık. Öğretmen gecikti. Mehmet Aygün’le Yusuf Asıl kanepenin birini çadıra koyalım, dediler. Ben razı olmadım, “Öğretmene sormadan koyarsak belki razı olmaz alın getirin! derse, utanırım! ”dedim. Kanepelerin ikisini duvar diplerine sıraladık. Öğretmen geldi, yaptığımız temizlik için, “İyi ettiniz, burası bizim yuvamız, yuvamızı temiz tutalım! ”dedi. Hepimiz birlikte arkadaşların çalıştığı inşaat yerine gittik:Kepirtepe yazılacak binaya;pencerelerin, kapıların alt eşikleri beton olacakmış kalıplarını yapacağız. Öğretmenin eşik sözünü yadırgayanlar oldu. ”Eşik kapı altına denmez mi? ”Böyle tartışmalı durumlarda oldukça çekimser duruyorum, “Öğretmenin bir bildiği olmasa söylemez! ”diye düşünüyorum. Arkadaşlar gülüp geçti. İnşaata gittik, Ölçü alırken öğretmen kapı altları için bastıra bastıra “Eşikler! ” dedi ama pencereleri ölçerken, “Pencere altları! ”sözünü kullandı. Namık Öğretmen yanımıza geldi, “Üstler için kalın kiriş kullanalım, tek kat oluğu için tutar, betona gerek yok, planları da öyle! ”dedi. Bu kez Namık öğretmen:
-Haydi gene ucuz kuruldunuz, eşikleri tamamlayıp kurtulacaksınız! O zaman anladım ki öğretmenler kapılar gibi pencerelerin de altlarına eşik diyorlar. Atölyeye dönerken arkadaşlar gene eşik özüne ortaya getirdi. Bu kez söze ben de karıştım, “Namık öğretmen de öyle dedi! ”deyince onun da yanlış söyleyebileceği ileri sürüldü. Güldüm, “Biz, bizim yanlış bileceğimizi düşünsek daha iyi olmaz mı? ”Öğretmen arkamızdan yetişti, kalıplıkları ayırdık, ikişer ikişer ayrılan tahtaları inşaata taşıdık. Yükseklikler bir olmadığı için kesme işini yerinde yapacağız. Atölye inşaat arasında gelip giderken öğleyi yaptık. Öğretmen, “Yarın devam deriz, paydos! ”dedi. Sanırım hepimiz sevindik, öğretmen yüzlerimize bakarak, “Besbelli hepiniz bunu bekliyor muşsunuz! ”deyip güldü. Sonra da, “Doğrusu ben de bunu söylemek için sabırsızlanıyordum! ”Eliyle kapıyı açıp kapatarak, yakınında duran Yusuf Asıl’a, “Buna bir de kilit takmalıyız! ”deyince arkadaşlar, “Öğretmenim en iyisi Yusuf atölyeyi beklesin, iyi bekçilik yapar! ”dediler. Öğretmen, ”Anlıyorum, bugün pazar, haydi dinlenmeye, tartışarak vakit geçirmeyin! ”deyip yürüdü. Yemekte gözlerim Çifteler ekibi masasına takıldı, masa uzun süre boş kaldı. Biz kalkmak üzereyken topluca geldiler. Okul Müdürleri gelmiş. Onlarla oturdu, yemek yedi. Yusuf’la bakıştık, bizim çalışma gecikecek. Konuşa konuşa külhana gittik, kendimiz çalıştık. Yorulup ayrılırken Mustafa geldi, Müdürlerinin geldiğini akşam gideceğini, gidinceye dek onunla olacaklarını söyleyip ayrıldı. Biz dersliğe gittik. Mandolin grubu verdikleri karara uyarak çalışma yerine gitmeye hazırlanmışlardı, ben de onlara katıldım, uzun süre birlikte çalıştık. Kızlardan bir grup geldi. Yakınımızda gölgede oturdular. Arkadaşlar çalışmayı bırakınca akordiyonu alıp sözde çalışma yaptım. Gerçekte çaldıklarımı duyurmaktı. Zaten bunu onlar da biliyordu. Benim Nazlı Gülüm şarkısı ile Gilnihal’i çaldım. Röslein’den bir tepki beklerken, o gülümseyerek geçiştirdi. Bu kez Nemciye geldi, “Hani bana akordiyon öğretecektin! ”dedi. Ben “Sen gelmedin, nasıl öğreteyim? ”diye sordum. Güldü, “Öğle paydoslarında buraya gelirim! ”dedi. Ben de başımla “Olur! ”işareti verdim. Arkadaşları da geldiler. Gül’le Melahat bvir süre yanımda kaldı. Melahat, içlerinde en çocuk olanı, Ali Bey köylü için, “Akordiyon öğreneceği falan yok, Gül’e karşı numara yapıyor “Bak, ben de konuşuyorum! ”demek için ortaya çıkıyor! ”dedi. Röslein’e baktım, onun da öyle bir şeyler yaptığı besbelli. Akordiyonu bırakıp dersliğe gittim. Mandolinciler mutlu, “Böyle bir süre çalışsak ilerleteceğiz! ”sevinci içindeler. Yusuf, Ahmet, ben, başkaşey düşünüyoruz: “Çiftelerli arkadaşlar ne zaman gelecek? Arkadaşı ancak bayrak töreninde görebildik. Müdürleri gitmiş. Yusuf, “Sizin müdürünüz konuşkan birisi değil herhalde, öyle olsaydı kalıp konuşurdu! ”deyince arkadaşlar gülerek:
-Bizim müdürümüz çok konuşkandır, öyle ki biz, ondan daha çok konuşan biri bulunacağını düşünemiyoruz. Buraya geldiğinden beri hep o konuştu. Gene gelecek sanırız o zaman görecek, belki de saatlerce onu dinleyeceksiniz! ”
Samsun-Ladik Müdürü Nurettin Biriz’den söz ettik, çok güzel konuştuğunu söyledik. Arkasından da bizim şimdiki müdürümüzün sinirli konuştuğunu, sözlerinin iyi anlaşılmadığını anlattık. Onların müdürü tane tane anlatıyormuş. Mustafa eski müdürlerini de övdü; “Çok halden anlayan bir insandı, kendi isteğiyle müdürlüğü bıraktı! ”dedi. Daha önce gelen arkadaş Abdullah Özkucur’u sorduk. Mustafa, Onun için de “Çok iyi bir arkadaştır, şairdir, çok okur, şiir yazar! ”dedi. Ben, “İş dersleri! ” diyecek oldum, Mustafa, “Aaa, arkadaş iş derslerinde biraz ağırdır, kendisine gösterilen işleri yapmaya gayret eder ama işlere öyle pek istekli sarılmaz! ”dedi.
Yarın öğlede buluşmak üzere ayrıldık. Bayrak törenini Hidayet Gülen Öğretmen yönetti. “Dikkat! ”diyerek ortaya çıkınca, Hidayet Öğretmen keni kendine kouşlur gibi , “Bu iş gene bana kaldı, öğretmenimizi kaçırdık, gene biz bize kaldık! ”dedi, bana işaret etti:
-Ses vermiyor musun? dedi. Dedi ama benden yanıt beklemeden kendisi ses verdi, İstiklal Marşı’nı söyletti. Hafta içinde genel müdürümüzü geleceğini söyledi. “Hangi gün? ”diye bağıran oldu. Öğretmen gülerek:
-Gününü henüz kendileri biliyor, onlar gelmeden biz gün seçemiyoruz! ”dedi. Hidayet Gülen Öğretmenin sözüne gülerek dağıldık. Öğretmen ayrılmadan koşup sordum, “ Bundan sonra akordiyonla çıkayım mı öğretmenim? ” dedim. Hidayet öğretmen, bir süre böyle gidelim, yeni bir öğretmen gelmez de kendi kendimize kalırsak bu işi gene sen sürdürürsün! ”Buna sevindim. Buradaki tören yeri Kepirtepe’deki gibi değil, orada merdiven yüksekliğinde durup işaret verebiliyordum. Burada ise yerde, arkadaşlar arasında kaldığım için kendi kendime çalar gibi yalnız durumda oluyorum. Yemekte arkadaşlar soruşturmaya başladılar, “Hani gelenlere hoş geldine gidilecektı? ”Gidecek gruplar içinde ben de varım, Çifteler grubuna gideceğiz. Arif Kalkan, İdris Destan, İbrahim Ertur bir de ben, dört kişi gideceğiz. Biz yarın akşam gitmeye karar verdik. Savaştepe ekibine İsmet Yanar, Hilmi Altınsoy, Yakup Tanrıkulu, Hasan Üner. Onlar bu akşam gideceklermiş. Aksu grubu için seçilenler henüz karar vermemişler. Ahmet Güner, Kadir Pekgöz, Hüseyin Orhan, Harun Özçelik. Savaştepe ekibine gidecek olan yeğenim İsmet’e tembihledim, Balıkesir’e yakın köylerden olanları sor, adlarını al, ben bulup konuşacağım. İsmet , bu denli ilgilenmemin nedenini sordu. Açıkladım;Balkan Savaşı göçünde annemler Balıkesir, Şamlı köyüne göçmüşler. İki yıl orada kalmışlar. Küçük ablam orada, Şamlı’da doğmuş. Ablam, bana, “Oralara gidersen, sor öğren, nasıl bir yerde doğmuşum, anlat! ”diyor. Oralardan çıkacak bir arkadaş bana biraz olsun bilgi verebilir. İsmet biraz şaştı ama gene de soracağını söyledi. Ben tekrarladım, “Sen, Balıkesir ilinden olanları soracaksın! ” Bu kez İsmet, “Dayı bu senin söylediğin beni de ilgilendiriyor. Belki bizimkiler de oraya gitmiştir, bizim evde bunlar hiç konuşulmadı. Belki anne-babam daha sonra evlendiği için o olaylar ortak anılarından bulunmamaktadır. Sen bunu anlatınca ben de onu düşündüm! ”dedi. İsmet, ilk mektubunda olayı annesinden soracak. Derslikte Akdeniz’i okumaya başladım. İlk sayfaları çevirince bu kitabı da okumuş olabileceğimi düşünmeye başladım. Tam anımsamıyorum ama yazılanlar bana hiç de yabancı gelmedi. Adrien, Mihail bu adları iyi anımsadım. Ayrıca bildiğim yerlerde yolculuklar. Örneğin Romanya, Bulgaristan, YunanistanAtine-İstanbul-İzmir. Konuşulan dillerin Türkçe, Rumca, Romence, Yahudice olması ilgimi çekti. Unuttuğuma göre bir defa daha okumaya karar verdim. Bir taraftan da olayları tam anımsamaya çalışıyorum. Oldukça şaşırdım;okuduğum kitapların hepsini bu denli unutacak mıyım acaba? Yatarken de bunu düşündüm. İsmet geç geldi, üzgün beklediğim bilgiyi bir ad alamamış. Savaştepelilerin öğretmeni de toplantıya katılmış. Karşılıklı konuşmalarda çoğunlukla öğretmen egemen olmuş. Okullarının kuruluşunu uzun uzun öğretmen anlatmış. Kepirtepe hakkında da çoğunlukla soruları öğretmen sormuş. Böyle olunca tanışmaya giden bizim arkadaşlar öğrencilerle karşılıklı konuşamamış. Gittikleri gibi geri gelmişler. “Önemli değil, nasıl olsa konuşacağız! ”deyip yattım. Yatınca da düşündüm;Benim önemsediğim olay, oradan gelecekler için anlamsız olabilir. Bu nedenle ilk karşılaşmada daha sormak doğru olmaz. . Konuşmalar ilerledikçe öğrenmek daha doğru olacaktır. Bu nedenle bulabilirsem iyi bir arkadaş edinip onun aracılığıyla bilgi edinmek daha doğru olacaktır. Savaştepe, Kepirtepe derken ablamları anımsadım. Ağabeylerim, Ali Eniştem izinli gelmişti. Onları görmeyeli 4 ay geçti. İzinleri çoktan bitti. Acaba gene Edirne dolaylarında mı? Yoksa onlar da Ege bölgelerine mi dağıldılar? Küçük ablam gene oğlu Saim’le kaldı. Saim dört ayda ne kadar büyüdü ki? Dört beş sözü daha doğru söylemeye başlamıştır. Bağlar bostanlar ne durumda, karpuzlar olmaya başlamıştır.
28 Temmuz 1941 Pazartesi…
Mehmet Yücel, “Şaka maka anlamam, zamanında gelmeyen kahvaltıyı unutsun, masaları toplattıracağım! ”dedi. Böylece yemekhane nöbetçisi olduğunu duyurmuş oldu. Arif Kalkan: “İnşallah nöbetçi arkadaşın Nachtingel’dir, bugün ikiniz karşılıklı olarak bol bol şakırsınız! ”Mustafa Saatçı Mehmet Yücel’den önce Arif Kalkan’a “Bana da öyle bir dilekte bulun! ”dedi. Arkadaşlar Mustafa’ya “Ne o, SS’den umudu kestin mi? ”diye sordular. Mustafa Saatçı, dileğini SS için istediğini söyledi ama gülmeler sürdü:
-İmam umudu kesti, Nachtingel’e razı! sözlerini tekrarladılar. Mehmet Yücel gittiği için arkasından konuşulanları duymadı. Kahvaltıda herkes kız nöbetçiye baktı. Nöbetçi Safinaz adlı zayıf kızdı. Bu kez Mehmet Yücel’le Safinaz için takıldılar, “Besle onu biraz şişmanlasın! ”Mehmet Yücel, hazırcevap, “Şişmanlamanın yolunu bilsem önce ben kendime uygularım! ”Safinaz Yılmaz, geçekten çok zayıf, güzel yüzlü 7. sınıf kızlarından biri. Mehmet Yücel’in yarı boyunda. Bu nedenle Mehmet Yücel tepki gösterdi, “Ayıp ediyorsunuz, o daha çocuk! ”Arkadaşın şakalarına alışıldığı için böyle konuştuğunu görünce sustular.
Çalışmaya giderken de bunlar konuşuldu. “Başkasına söylerken iyi oluyor, kendisine söyleyince Kızıyor! ”diyen oldu. Bu kez ben söze karıştım:
-Mehmet Yücel’in yaptığı şakalarla bugün ona yapılanlar aynı şeyler değil, o, ad takıyor, güldürüyor ama kimseyi karşı karşıya ya da yan yana getirip denkleştirmeye kalkışmıyor. Ayrıca yemekte yapılan konuşmaları yanlarımızda, önümüzde, arkamızda oturanlar dinliyor. Onlar bu sözleri nasıl karşılayacaklar? Önemli olan bu sözlerin varacağı sonuçları düşünmektir.
Öğretmen bizden önce gelmiş, makinelerin başındaydı. “Günaydın! ”dedikten sonra, “Bugünkü işimiz burada! ”diyerek yüzlerimize baka baka işbölümü yaptı. Hasan, Yusuf, Recep, ben makinede çalışacağız. Öteki arkadaşlar bayrak kulesi dediğimiz meydana gitti, orasını düzgün bir şekle sokacaklar, oradaki parçaları taşıyacaklar. Öğretmen, “Bu günlerin birinde bayrağı çekebiliriz! ”dedi. Bu sözünden daha önce Sili Ustanın söylediği Genel Müdürün geleceğini anladık. Sanırım makine çalışması da bununla ilgili. Öğretmen planı çıkardı, Recep Kocaman’a parça sayısını, ölçülerini yazdırdı. Makineyi öğretmen çalıştırdı. İkişer ikişer taşıyıp kesmeye başladık. “Bayrak çekilince ne olacak? ”Bir süre aramızda bunu konuştuk. Sonunda Yusuf gene bizi güldürdü:
-Direği biz diktiğimize göre her halde bayrağı da biz çekeceğiz . O nedenle üzerinde durmaya gerek yok, bayrağı biz istediğimiz zaman çekeriz. İsterseniz cumartesi günü gelip bayrağı çekelim. Hasan gülerek, “Cumartesiyi de beklemeyelim, öğleden sonra bayrağı getirip çekelim! ”Konuştuklarımıza biz de inanmıyoruz. Sili Usta bayrak olayını söylerken bir amaç gözetmişti; “Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç’un gelişi nedeniyle ilk bayrak çekilişini yapmak! ”Bunun özel bir anlamı var. Sonunda biz de şakaları kesip bu sonuca vardık. Zaten Ali Yılmaz Öğretmen geldi, “Biliyor musunuz Genel Müdürümüz bekleniyor, gelirse buraları gezecek;hazırlıklı olun sizlere sorular sorabilir! ”Bu kez bizi bir telaş aldı, Genel Müdür bize ne sorar? Bir yandan da işi cıvıtıyoruz. Yusuf, Hasan’a sordu:
-Ne yapıyorsun? Hasan’ın yanıtı, “Tahta kesiyorum! ”Recep söze karıştı, “Oğlum tahtayı sen mi kesiyorsun yoksa hızar mı? ”Güldüğümüzü görünce Ali Yılmaz Öğretmen sordu, “Ne konuşuyorsunuz? ”
Mustafa Güneri Öğretmen, Sili, Gaspar Ustalar geldi. Sili Usta bana, “Hazırlanın, bayrak çekilecek! ”dedi. Öğretmenler atölye önünde uzun uzun konuştular , sonra da toplu olarak Namık Öğretmenin yanına gittiler. Biz kendi aramızda gene bayrak çekme konuşmaya koyulduk. Orada tören yapılarak bayrak çekmenin zor olacağını ileri sürüldü. Özellikle dört taraf rüzgara açık olduğundan belki toplanmak da zor olacak, diye söyleşirken Ali Yılmaz Öğretmen geldi, öğleden sonra genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’la yanındakilerin burada olacaklarını söyledi. Bu kez Arkadaşlar öğretmene, “Bize soru sorulur mu? Diye sordular. Öğretmen: “
-Olabilir, ancak siz bunu fazla önemsemeyin, o, gelen kişinin durumuna bağlı. Bizim Genel Müdürümüz sorsa sorsa çalıştığımız işler üstüne sorular soracağını, bunlarınsa bizce kolayca karşılanabileceğine inandığını söyledi. Yanıtlar kolay, şimdi başladığımız iş, yapılmakta olan okul binalarından birinin çatı kirişleri, bunları pekala biliyorsunuz. Sorulacak sorulara bildiklerinizi söylersiniz.
Paydos ederek yemeğe gittik. Konuk geleceğini herkes duymuş, herkeste bir telaş. Ancak yemek süresince gelen giden olmadı. Yemekten kalkarken nöbetçi arkadaşım Mehmet Yücel, beni Sili Ustanın çağırdığını söyledi. Koşup gittim. Sili Usta, bayrağı almamı tembihledikten sonra, ”Bayrağı sen çekeceksin! ”dedi. Şaşırdım, bayrağı nereden alacaktım? Azıcık duraksadım. Hüsnü Baykoca Öğretmen, sanırım durumumu anladı, “Benim odam açık, bayrağı oradan alıver ! ”dedi. Sevindim, koşarak gidip aldım. Arkadaşlarla konuştuk, bugün çalışma yapmayacağız. Ağırdan alarak işyerine gittik. Öteki gruplar da bizim gibi erken işbaşı yaptı. Alı Yılmaz Öğretmen normal zamanında geldi. Gözlerimiz yolda. Arkadaşlar bir çok söz söyleyip gülüyor. Ben bayrağı nasıl çekeceğimi düşünüyorum. Sili “Usta sen çekeceksin! ” dedi ama, nasıl yapacaktım? Sonunda öğretmene sordum. Öğretmen bana, “Gel, al bayrağı gel! ”dedi bayrak direğine doğru yürüdü. Arkasından koştum. “Öğretmenim, bayrak Genel Müdür gelince çekilecekmiş! ”dedim. Öğretmen gülerek, durdu, “Tamam tamam! ”dedi gene yürüdü. Direğe gittik, öğretmen bayrağı bağladı, yarıya dek çekti, indirdi. İpi bana verdi birkaç kez bana da çektirdi ”Tamma, ! ”dedi. Bayrağı katlatıp bir basamağa koydurdu. ” “İşte, buradan alıp çekeceksin! ”Atölyeye döndük. Tam çalışmaya başlamıştık ki, Lalahan yolunda tozlar kalktı. Toz kalkınca şaşılacak bir hızla insanlar köy yoluna, bir bakıma bizim bayrak direğinin yanına gitmeye başladı. Sili Usta bize haber gönderdi, koşarak gittik. Gelmekte olan iki araba tren yolunu geçince ben, bayrağı hazırladım. Sili Usta “Çek! ” deyince bayrağı hızla çektim. Ben ipi bağlarken arabalar durdu, Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç arabadan indi, öğretmenlerin elleri sıktı, Ne yapacağımı bilmediğim için direğin yanında dururken önüme dek gelen Genel Müdür, bana:
- Bayrağı çektin görgüm, buna sevindim ama benim asıl sevincim, bu temeli atılan binaların çatılarına çekilecek bayraklarda olacak. Onları da bir gün böyle çekeceğine söz veriyor musun? ”Hiç duraksamadan, “Söz veriyorum! ”dedim. Genel Müdür:
-Bu sözü yerine getireceğine güveniyorum. Sabırsızlıkla o günü bekliyorum! deyip, yürüdü. Gelenler arabaya binip köye gittiler. Biz atölyeye döndük. Ali Yılmaz Öğretmen, “İşte bu kadar! ”dedikten sonra, makineleri çalıştırdı. Duvarları örülen binalar kalkan duvarlı, yani düz çatılı olduğu için işimiz kolay;tek tip makas yapıp çatacağız. Bu nedenle eşit kesimlerle işi sürdürüyoruz. Bir saat kadar sonra konuklar tüm inşaat alanlarını gezmeye çıkmışlar. Gelenler beş altı kişiyken iş yerlerini gezenler en az yirmi kişi olmuş. Bize de uğradılar. Genellikle İsmail Hakkı Tonguç konuşuyor. Arkadaşlara sorular sordu. Bana bakarak, “Seni görünce anladım Kepirtepeli olduğunu, dedi Sili Ustaya döndü, gülerek, saçımı gösterdi “Belli, o da bizim gibi Avrupalı, Attila’nın torunlarından! ”dedi. . Ne demek istediğini anladım, kendisi gibi Sili Usta da sarışındı. . Sili Usta bu benzetmeden çok hoşnut oldu, teşekkür etti. Bu kez o beni gösterdi, “Çalışırken de öyle, tıpkı bizim gibi! ”dedi. Genel Müdür arkadaşlara:
-Sili Usta, bizim ustamız. Usta sözü bizde her işi yapan anlamı taşımaktadır. Ancak bizim halkımız usta kavramı içine basit işleri tıkıştırıp alanını daha da daraltmıştır. Atlara nal çakmak, sabana demir takmak, kazma, kürek, balta, keser sapı ya da kepçe, kaşık yapmak gibi elişlerine indirgemiştir. Sili Usta böylelerinden değil o, köprüler, limanlar, kentler planlayıp kuran ustalardandır. Kendi dillerinde böylelerine profesör denilmektedir. Konuşun onunla, sorun, sizin yaşınızda neler tasarladığını anlatsın, size. Göreceksiniz; Tuna üzerine bir köprü daha eklemeyi ya da yeni sistem köprüler kurmayı düşlemiştir! ”dedikten sonra Sili Ustaya, “Sen bilirsin Tuna üstünde kaç köprü vardır? Sili Usta, “Bizimle (Macaristan)Avusturya da 10-12! ”deyince, bize dönerek, “Konuşturun onu, öğrenciliğinde Tuna’ya 13. Köprüyü eklemek için planlar kurmuş mudur? Bizim ırmaklarımızın tümünde Tuna üstündekiler gibi büyük sayılacak 12 köprü yoktur. Olanlarsa birkaç tren köprüsüdür. Halkımız azgın sel sularıyla ölüm kalım savaşı vererek yollarını sürdürür. Bunun sonucunda da “Kızılırmak aldı nazlı gelini”, diye ağıtlar yakarak bol bol göz yaşı dökeriz. İşte sizler, akan sularımız üstüne kurulacak köprülere öncülük edeceksiniz. Belki köprü kurmayacaksınız ama köprü kuracaklara hazırlık yapacaksınız. Bu bakımdan Sili Usta size güzel bir örnektir. Onun işe sarılışını izler, inceleyip benimserseniz sizden beklenen başarılara ulaşırsınız. Büyük işler, küçük, ancak sürekli girişimlerin ürünüdür. Ülkemiz, ülkemizin insanları sizlerden böylesi birer öğretmen olmanızı dört gözle beklemektedir! ”deyip yürüdü. Biz bir süre öyle kaldık. Ali Yılmaz Öğretmen onlarla gitmişti. O gelene dek ileri geri konuştuk. Öğretmen gelince işlerimizi bıraktığımız yerden sürdürdük. Nedense öğretmen gelen konuklar ya da yapılan konuşmalar üzerinde hiç durmadı. Arkadaşlar da olağan sayıp geçtiler. Paydos edip okula dönerken Bayrak kulesine bakan Hasan Üner, bana, Ali Yılmaz Öğretmeni kastederek“Ağabey adam seni resmen kıskandı galiba, sen buna ne diyorsun? ”dedi. ”Anlamadım, öğretmen beni neden kıskansın? ”Hasan, “Genel Müdür seninle konuşunca yüzüne baktım, sinirlendiği besbelliydi! ”Sustum. Ancak içimden olayları bir daha geçirdim;öğretmene karşı benim bir suçum yok. Genel Müdürün konuşmasından da ben sorumlu tutulamam! ”Ancak, böyle demekle içim rahatlamadı. “Öğretmen bana kızmış olabilir mi? ”Neşem kaçtı. Dersliğe gittim, konu Genel Müdür, yanındakiler, yeni gelecek öğretmen üstüne yapılıyordu. Gelenlerden biri yeni öğretmenler atandığını, gelenler içinde müzik öğretmeni de bulunduğunu söylemiş. Buna sevindim. Akordiyonu alıp okul bahçesindeki uzak köşeme gittim. Uzun süre yalnız, az sesli çalıştım. Karşıdan görüp gelen kızlar oldu. Onları görünce başkaları da geldi. Uzun süre konuşup bilinen şarkıları söyleyenlere uydum. Neşeli bir akşamüstü yaşadık. Çok hoşuma giden bir olay da Nemciye ile Gül’ün kol kola durup şarkı söylemeleriydi. Yemekten sonra derslikte konuşmalara katılmadan, bana soru soranlara bile yanıt vermeden kitabı okudum. Kitap ilgimi çekti. Başlangıçta bir gencin evinden uzaklaşıp gezmesi ya da iş araması gibi ortaya getirilmesine karşın giderek olaylar gencin dışına taşıp toplulukların hatta memleketlerin yaşam koşullarını döndü. Özellikle olayların geçtiği 1900-1910 yıllarında yurdumuzun, o günlerde yurdumuza bağlı bulunan Ortadoğu ülkelerinin yaşam koşullarını, oralarda yaşayan insanların nasıl horlandığı anlatması giderek ilgimi çekti. Özellikle Osmanlı döneminde azınlıkların, Musevi, Rum, Romen, Arap, ya da öteki insanların karşılıklı ilişkileri, onların devlet gözünde değerlendirilmeleri ayrıca bireylerin ahlaksal çöküşlerini anlatışı tarih bilgimi de güçlendirdi. İlk girişte bir yazarın geziye çıkışı olarak başlayan anlatış, giderek yol arkadaşlığına daha sonra da sıkı dostluğa dönüştü. Ancak dostluk genellikle geleceğe yönelik umutlardan çok, geçmişin acılarına dayanmaktadır. Örneğin arkadaşı (Moritz) Musa, beş çocuk babası, ne var ki, bu beş çocuk da başarısız olduğundan, baba bunların acısıyla kıvranan yaşlı biridir. Oysa kahramanımız Adrian henüz yirmi yaşlarında bir gençtir. Adrian’ı Musa’ya bağlayan duygu, onun çocuklarının acıklı durumlarıdır. Musa, küçük kızı Sara’nın düştüğü kötü durumdan kurtarmak için yollara düşmüştür. Bu duygusal arkadaşlık, ilerledikçe kitap, okuyanı kendine bağlamaktadır. Adrian yazarlıktan söz ediyor ama çok basit bir iş sayılan sıvacılık yapıyor. Daha doğrusu onu da tam yapamıyor. Ancak içine girdiği karmaşık işler nedeniyle başı dertten kurulamıyor. Doğrudan doğruya olmamakla birlikte arada sözü geçen kişilerden biri de Mihail. Bu kişi önceleri ideal bir arkadaş olarak gösterilirken kitabın ortalarında Aynoroz papazları arasına girmiştir.
Yatmak üzere kitabı kapatınca, Musa gözümün önüne geldi. Gerçi o kitapta öldü ama benim gözümde canlandı. Beş çocuğu var bunların hepsini seviyor ama aralarında bir tanesini kızı Sara’yı daha çok düşünüyor. Oysa Sara Romanya’dan kaçmış ya da kaçırılmış, tam anlamıyla kötü yola düşmüştür. Baba Musa sevdiği kızını kurtarmak için ollara düşmüş, kızını bulmuş ama kurtarıp alıp götüremiyor. Sonuç olarak kalbi dayamıyor, ölüyor. Kurtarmaya çalıştığı güzel kızı ise giderek daha kötü durumlara düşüyor. Bir babanın, kızının böyle oluşuna ne denli üzüleceğini anlamaya çalıştım. İçim sızladı. Musa bir süre gözümün önünde durdu.
29 Temmuz I941 Salı. .
Nöbetçi İdris Destan, “Uyuyanlar uyansın, uyananlar giyinsin! ”dedi. Arkasından sesler yükseldi, “Giyinenler, soyunsun. . Soyunanlar banyoya! ”Gülüşmeler arasında kalktık. Hava gene çok sıcak. Kahvaltıda Mustafa Avcı ile karşılaştık. Arkadaşıyla gelecekmiş, öğlede çalışacağız. Yusuf’la Ahmet Güner sevindiler. Birkaç gündür ara verdiğimiz oyunları tekrarlayacağız. Oyun konularını konuşa konuşa iş yerine gittik. Öğretmen gelince dünkü iş bölüne uyarak işlerimizin başına geçtik. Biz, kestiğimiz kirişleri şablonlara uydurarak hazırladık. Arkadaşlar inşaat yerine giderek pencere üstü lentolarını yerleştirdiler. Böylece duvarların yakında biteceğini düşünerek sevindik. Hazırladıklarımızı yerine çıkarıp dikmek hoşumuza gidiyor. Kepirtepe’deki büyük binanın çatısında çok zorluklar çekmiştik. Bunları anlatınca Yusuf güldü:
-Vallahi ne yalan söyleyeyim, ben o zaman hiç zorluk çekmedim, çünkü Hamdi Bağ Öğretmen beni hep aşağılara bir şeyler taşımaya gönderiyordu! dedi. Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren Öğretmenleri andık. Salih Baydemir:
-Naci İnan Öğretmenin çatının en uc noktalarına kendinin çıktığını anımsattı. Ben de belimden iple bağlanarak saçak uçlarına indiğimi anlattım. Arkadaşlar, “İple bağlı bile olsan, kayıp düşseydin ne yapacaktın? ”diye sorular sordular. “Bilmem, hiç düşünmedim! ”gibilerde yanıt verdim ama birden ürperdim, sahiden ip belimde bağlı saçaktan aşağıya sarksaydım, ne olacaktı? Der demez konuşmanın yönünü değiştirmeyi düşündüm:
-Öyle yerlerde çalışırken çok dikkatli olduğumuzdan düşmek söz konusu olamaz. Zaten bedenlerimizin ağırlığı çatı içinde kalmaktadır;gibilerde olumlu sözlerle içimizde doğabilecek ürküntüleri önleyeme yi yeğledim. Öncelikle de, yeni yapacağımız çatılar düz, başka bir deyimle kalkan duvarlar üstüne kurulduğundan Kepirtepe’deki gibi zorlu köşe çalışmaları yapılmayacaktır. Ayrıca biz o zamana göre iki yaş büyümüş bulunuyoruz. Yusuf Asıl bu sözümüze karşı çıktı; “O, büyümemiş, kendisine büyümediği sık sık söyleniyormuş. Bunu söyleyenleri yalancı çıkarmak istemiyormuş.
Öğretmen gelince konuşmaları kestik. Arkadaşlar öğretmene, 8. sınıfların gelmez olduğunu, kaç gündür neden gelmediklerini, sordular. Öğretmen önce “Onlara gerek var mı? ”diye sordu. Sonra da kalabalık bir grup su yolunda çalışmaya başlamış. Okula daha bol su için ayrı kanal yapılacakmış, ona başlanmış. Bu kez daha uzak bir yerden, Hasandere’den su gelecekmiş. Yusuf Asıl gülerek Hasan Üner’e takıldı, “Bak Hasan, senin derenin suyu buraya gelecekmiş. Öteki arkadaşlar da Burada her şey Hasan’ların:Hasanoğlan, Hasan dağı, Hasandere bir de şimdi okulları oldu. Recep Kocaman düzeltme yaptı:”Okulları vardı, (köy okulu), Köy Enstitüsü, deyin!
Öğle paydosunda yemeğe dönerken, Ali Yılmaz Öğretmen bana:
-Bayraktar, bak bayrak hiç kıpırdamıyor, zerrece esinti yok. Çok sıcak bir gün geçiriyoruz! dedi. Ne düşündüyse, bayraktarın anlamını açıkladı. Savaşlarda bayrağı taşıyanlara, bayrağı alınan kalelere çekenlere Bayraktar deniyormuş. Yusuf, öğretmenin bana bayraktar demesine karşı durdu, “O, bizim yaptığımız direğe hazır bayrağı çekti! ”dedi Arkadaşlar güldüler, “Biz de Hasanoğlan tepelerini kurtarıyoruz, sularını aşağılara indiriyoruz! ”dediler. Öğretmen durdu, ”Çocuklar siz güle oynaya bir şeyler yapıyorsunuz, işin pek ayırdında değilsiniz ama aslında çok önemli işler yapıyorsunuz. Dün Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç’u dinlediniz, sizlerden neler beklediklerini duydunuz. Bunlar çok önemli sözler, yaptıklarınız da o derece de önemli. Bayrağı göstererek, “Bayrağa bakın, dağ başında bir bayrak, 5 km uzaktan su geliyor, dört beş bina birden yükseliyor. ! ” Öğretmen duraksayınca, Salih Baydemir:
-Bunları hep biz mi yapıyoruz öğretmenim? diye sordu. Öğretmen, “Biz mi derken bu üç beş kişiyi soruyorsun galiba ama, siz de o bütünün parçasısınız;bu nedenle ben de, “Elbette siz! ”diyorum. Öğretmen, gülmeden sesini yükselterek evinin önüne dek konuştu. Kapısı önünde durunca, “Haydi güle güle, ”Bayraktarlar, genç bayraktarlar! ”dedi. Öğretmen güzel şeyler söyledi ama bunları niçin şimdi söyledi? Ben bunu anlamaya çalıştım. Ancak arkadaşlar, Ali Yılmaz Öğretmenden pek az duyduğumuz bu tür konuşmanın üstünde pek durmadılar. Onlar daha çok Bayraktar sözüne takılıp kaldılar. Benzer sözler arayarak bulduklarını sıraladılar:Silahtar, emektar, sancaktar, Sancaktar-bayraktar aynı anlama geldiği öne sürülerek yeni bir tartışma başladı. Tartışmanın yersiz olduğunu savundum, “Önemli olan sözün kullanılır olması, bayraktar gibi sancaktar da kullanılmaktadır! ”dedim. Yemeğe zamanında yetişmişiz, herkesle birlikte yerlerimize oturduk. Yemekte “Tar” hecesiyle biten sözcük düşündüm. Minnettar, taraftar. . Yemek yerken bunları düşündüm. Bu kez de arkadaşlar bana sordular, “Ne düşünüyorsun? ”Söylesem kimse inanmaz, üstelik gülerler. Yolda birlikte konuştuklarımızı onlar çoktan unutmuştur. Oysa ben yemek yerken bile onu düşünüyorum. “Bu tür başka sözcük yok mu? gelip gelip aklıma “Tar yerine kar takılıyor:Sahtekar, isyankar, tamahkar, tövbekar, bestekar…Bir de hektar, nektar, iftar sözleri sıralanıyor ama onlar farklı. Yemekten kalkınca Çiftelerli arkadaşlarla buluştuk. Abdullah bize büyüklük taslamıyor ama Mustafa’nın ona karşı tavırları bizi düşündürüyor. Mustafa düpedüz ona karşı alttan alıyor, küçük tavırları sergiliyor. Oysa ben aynı boyda oluşumdan olacak hiç de öyle davranmıyorum. Ancak güzel mandolin çalışından, oyun havalarını sesle de doğru söylediği için ona saygı duyuyorum. Her gün gelmese bile arada gelmesini istiyorum. Bir de hemen anladık, Abdullah, çok çalışma taraftarı değil, iki oyun oynayınca bırakma taraftar, zorlanmaya pek gelmeyeceğe benziyor. Oysa biz son dakikaya dek çalışıp sevdiğimiz oyunları öğrenmek istiyoruz. Çiftelerde ders gibi oyun çalışmaları yapılıyormuş. Bunu yeni duyduk. Kızılçullu’da oyun öğretmeni bile olduğunu biliyordum ama Çifteler için böyle bir bilgi edinmemiştim. . Oyundan sonra Mustafa ile bir daha konuştuk;Abdullah gelmese bile o gelecek, biz birlikte çalışacağız…. Bugün, 8. sınıftaki arkadaşlar oyunlara gene gelemedi. Onların çalıştığı yer uzak olduğu için yemekten sonra hemen yola çıkıyorlar. Galiba bu durum bir hafta kadar sürecekmiş. Ahmet, Yusuf, Mustafa ben dört kişi kalmış durumdayız. Öğle paydosunda bir çok kimse dinlenmiş olarak işbaşı yaparken biz terli olarak işe dönüyoruz. Ancak severek, alıştığımız, biraz da öğrendiğimiz işlerde çalıştığımız için yorulmuyoruz. Bizim, yani yapılmakta olan Kepirtepe adını taşıyacak binanın büyük bölümünün makaslarını hazırlamış durumdayız. Bina çatısı üç bölüm. doğu-batı uçları ayrı orta bina ayrı, orta büyük. Bu bölümün parçaları tamamlandı. Öğretmen, öteki atölyelerin duvarları tamamlanınca önce onların çatılarını konduracağımızı söyledi. İşlerde kullanılan araç-gerecin toplanıp korunması için özellikle Yapı atölyesi ivedi isteniyormuş. Öğretmen, “çatılar hazır, hemen çatarız! ”dedi. Uzun süredir konuşmadığımız, Selçuk Korol, Reşat Takinay Öğretmenler geldiler. İkisi de bizi övücü konuşmalar yaptılar. “Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç, Kepirtepeli öğrencilerinin çalışmalarından çok hoşnut kaldı! ”dediler. Gerekçesini pek kestiremedik ama, öğretmenlerin bizimle özellikle konuşmak istediklerini anladık. Özellikle Selçuk Öğretmenin şakacı konuşmaları arasından ben, ”Ferit Oğuz Bayır’ın arkadaşımız Hüseyin Serin’in kasketi için söylediklerinin anlamını sordum. Selçuk Öğretmen kaşlarını çatarak, “Bunu duymadım, bu nasıl oldu? ”diye sordu. Arkadaşlar anlattılar. Reşat Tekinay Öğretmen, arkadaşımız için, “Hüseyin kasketi gene eğmiştir, herhalde! ” diyerek güldü. Arkadaşlar hep birden, “Hayır kasketin eğikliğinden değil doğrudan o kasketi neden giydiğinden sorgulandı! ”dediler. Selçuk Öğretmen, bu konuda fazla bilgisi olmadığını ancak, gelen ekiplerin giysi durumuna bakınca, bizim giysilerin farklı olduğu besbelli. Bakanlık sorumluları onları özendirmemek duygusuna kapılmış olabilirler. Onlar da aynı biçimde giyinmek isterse, olağanüstü bir bütçe sorunu çıkacaktır. Okulların para işlerini yürüten Ferit Oğuz Bayır olaya bu açıdan bakmıştır. Kendisini yakından tanırım, kesinlikle başka bir art düşünce taşımaz! ”dedi. Bu arada, “Bundan sonra sık sık konuşacağız, akşamları okuma saatlerinizde arkadaşlarla nöbetleşe aranızda bulunacağız, bu konudaki kaygılarınızı uzun uzun konuşur, bildiklerimizi, size aktaracağız, açıklayabileceklerimizi de açıklayacağız! ”dedikten sonra . Ali Yılmaz Öğretmene bakarak, ”Ali Yılmaz Öğretmen, işlerinizden alıkoyduğumuz için kızacak, akşam konuşuruz! ” deyip ayrıldılar. Salih Baydemir, “Hoppala! ”dedi baktı. Öğretmen duydu, Salih’e sordu:
-Bu hoppala kimin ya da ne için? Arkadaşlar Salih’ten önce yanıtladılar:
Okuma saatinde öğretmenlerin gelmeleri! deyince Ali Yılmaz Öğretmen biraz hayret ederek, “Ne o gelmiyorlar mıydı? diye sordu. Arkadaşlar, gelmediklerini söyleyince bu kez de Ali Yılmaz Öğretmen “Hoppala! ”dedi. Arkasından da, yatılı okullarda öğrenciler sürekli gözetim altında tutulur. Gelen ekipleri izliyorum, öğretmen arkadaşlar sürekli öğrencilerle birlikte. Bizim öteki sınıfların da dersliklerinde ben sürekli öğretmen görüyorum. Sizin çadır derslik ilk kuruyduğu için ayrı yere kondurulduğundan olacak biraz uzak. Yatakhane çadırınız da öyle, öteki çocuklardan ayrı düşmüşsünüz! ”Arkadaşlar bu kez öğretmenlerin gelmeyişleri, bizim derslik çadırının küçüklüğüne bağladılar. “Öğretmenler gelince oturacak yer bulamıyorlar! ”dediler. Ali Yılmaz Öğretmen, “Elimizde büyük çadır var, hemen değiştiririz! ”dedi. Öğretmen ne düşündüyse az sonra “Ben bu çadır işinden vazgeçtim, siz durumunuzdan hoşnutsunuz, değişiklik olunca yerinizden de olabilirsiniz. Şimdi hem yatakhanenize hem de yıkanma yerlerine yakınsınız, işinizi bozmayalım! ”dedi. Öğretmen haklıydı;çadırımız küçüktü ama alışmıştık. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bile bizim dersimizi o çadırda izlemiş, bir ara oturup bizi sorguya çekmişti. Böyle bir anımız da vardı. Ayrıca öteki sınıflardan uzak oluşumuz da bizim için ayrı bir sevinç nedeniydi. Akşamları öğretmen gelişine karşı olanlar biraz oflayıp pufladılar. Ben sevindim, “Böylece gürültüler, şamatalar biraz olsun azalacak! ”dedim.
Dersliğe döndüğümüzde haber oldukça tepki yarattı. Hemen Çoban Mehmet anımsandı, “O yapmıştır! ”Yemek saatine dek bu tartışıldı. Kimseye çaktırmadan bir büyük çadırla aynı yerde kalmak üzere değiştirilmesi istendi. Bu önerinin Mustafa Güneri Öğretmene iletilmesi ödevi bana verildi. Buraya dek sakin sakin konuşuldu. Birisi “Ya olmazsa? ”diye bir ters söz söyledi. “Ne olmaz? ” diye soranlar oldu. Bu kez de “Başka yere gidersek gidelim, hiç değilse geniş bir çadırda otururuz! ” dendi. Mustafa Saatçı, “Asla bu çadırdan çıkmam, siz giderseniz gidin, ben bu çadırda oturacağım, ben SS’den uzaklaşmam! ”dedi. Konu birden değişti, Mustafa Saatçı’nın yalnız kalınca ne yapacağı varsayımları sayıldı döküldü. Gülerek yemeğe gittik. Yemekte de aynı konu:
-Öğretmenler yanımızda otururken ne çalışacağız? Okuyacak kitap yok. Ekip gönderen okullardan kitap isteme önerisi yapılı. Bu öneri genişletilip Milli Eğitim Bakanlığı da araya katıldı. Dersliğe döndüğümüzde sessizce Selçuk Öğretmeni bekledik. Gerçekten Selçuk Öğretmen geldi. Gelişinin nedenini açıkladı. Milli Eğitim Bakanlığı tüm Köy Enstitülerine bir buyruk göndermiş, öğrencilerin okuma saatlerinde, serbest çalışmalarda kesinlikle bir öğretmenin bulunması isteniyormuş. Onlar da bu buyruğa uyarak karar almışlar. Kültür öğretmenleri bu işle görevlendirilmiş. “Ah! ”dedim içimden, “Behire öğretmen ayrılmasaydı o da gelecekti. Ne iyi olacaktı, ona sorular sorabilecektim. ! ”İçimden bunları düşündüm. Akdeniz kitabını açıp son bölümünü ikinci kez okudum. Adrian Zograffi ile Mihail’in arkadaşlıkları, Mihail’in etkileyici davranışları, böyleyken yaşamının acıklı duruma dönüşü giderek yok oluşu. . . Adrian’ın Mihail özlemi, birlikte oldukları yerlere gene gene gidişi, derin bir tutku etkisinde kalışını doğru anladığımdan kuşkuluyum. Öteki tanıdıklarını bakıp geçer gibi anan yazar örneğin, doktor Samuel Bastaki’yi, matmazel Marjan’ı ya da bay-bayan Orobeano’lar acımasız bir gözlemle anıp geçiştirilmektedir. Neyse ki sonunda bir Kosti Alamon, Mihail’i eleştirip değerlendirerek inandırıcı övütlerle yazarı ya da olayın kahramanı Adrian’nı doğru yola sokar. Bu önce bir partiye yaklaştırır, sonra da Fransa’ya giderek, olumlu bir düşün yaşamına yönlendirir. Kosti Alamon’un etkileyici sözlerini buraya alıyorum. “Yeter artık bu Akdeniz saçmalıkları, fazla oldun! Altı yıldır, Musa gibi insan artıkları, Sara gibi kokotlar, Klein gibi aşk tellalları, Moldovan gibi dolandırıcılar ve Akdeniz’deki bütün o serseri takımlarıyla en iyi zamanlarını harcıyorsun. Ama öyle görülüyor ki, elinde değil, hoşuna gitmeyen bir aydın işi yapmak istemiyorsun. Yaradılışın böyle, ne istersen onu yap! Ne olur, yaşamını böyle yok etme! Tanrı vergisi güzel yeteneklerin var: Bunlar:Ne Mısır, ne Suriye, ne de soysuzlaşmış Yunanistan da senin işine yarar. Batı’ya gitmelisin, Batı’da önemli dilleri öğt! renmelisin. Fazlası olmasa bile bir tanesini öğrenebilirsin. Örneğin Fransız kültürüne, Fransa’daki özgürlüklere uyabilecek bir yaratılışın var. Bu yüzden, vakit tüketmeden Paris'e git! ”Kosti Alamon’un bu önerisine uyan Adrian birkaç ay içinde gerçekten Paris’e gider. Bence bu kitabın tüm özeti buradadır. Kitabı kapatınca duraksadım, arkama yaslandım. Derslikte alışılmamış bir sessizlik var. Ben bakınca öğretmen de okuduğu kitaptan başını kaldırdı. “Bu ışık benim için yeterli değil! ”dedi. Bu sözü fırsat bilen arkadaşlar öğretmenin okuduğu kitabı sordular. Öğretmen, önce söylemek istemedi. Arkadaşlardan biri ağzından söz kaçırdı. “Ben gördüm! ”dedi öğretmen, “Öyle şey olmaz, ben söylenmesine razı olmadan söylenmez, bunları öğrenmelisiniz! ”dedi. Az sonra da “Şaka ediyorum, okuduğum kitabı sizden neden saklayayım, ilginizi arttırmak istedim! ”dedi kitabı gösterdi. Hakikat-Emile Zola. Öğretmen, “Bu kitabı hemen değilse bile bir gün kesinlikle okumalısınız! ”dedi. Ben, yazarın Germinal kitabını okuduğumu söyledim. Öğretmen, “Bak ben onu okumadım, ilk okuyacağım kitaplardandır! ”deyince kitabın bende olduğunu, verebileceğimi söyleyince öğretmen, “Öyleyse değişiriz, buna sevindim, ama ben çabuk okuyamam, kitabın ben de uzun kalır! ”dedi. Kitap olayını anlattım “Biz sınıfça kitap almak istedik bir parti getirttik arkası gelmedi, İsmet’le ortaklaşa üç kitabımız var, Germinal, Kırmızı ve Siyah, İki Şehrin Hikayesi deyince öğretmen bana “Sen ne diyorsun, o üç kitabı da çok okumak istedim, bir türlü kısmet olmadı, şunları bir okuyayım! ”dedi. Gene aynı sözü tekrarladı, “Kitapların bende uzunca kalacaktır. Sonra da gülerek, “Öğretmenler öğrenciler alış veriş etmez, . ancak kitap alıp verme bunun dışındadır! ”dedi. Konuşmalar kitabın dışına çıktı. Kepirtepe’ye dönme olasılıklarına dek sürdü. Selçuk Öğretmen, “Savaş durumlarına bakılırsa, döneceğiz, benim kanım böyle! ”dedi. “Şimdilik Almanya Rus bataklığına iyice batmışa benziyor, bize sataşacak hali yok gibi, Hitler bir delilik yapmazsa yakın zamanlarda biz yuvamıza döneceğiz! ”dedi. Öğretmenin bu sözlerine çok sevindik. Öğretmen ayrılınca, ilk söz Fettah Biricikten geldi:
-Şimdiye dek nerdeydin Selçuk Korol Öğretmen, bu müjdeyi neden geciktirdin? ” diye yüksek sesle söyledi. Meğer öğretmen gitmemiş, döndü, :
-Geciken ben değilim, ben de sizin gibi Hasanoğlan’dayım. Ben bu sözleri 8. sınıftaki arkadaşlarınıza zaman zaman hep söyledim. Sanırım siz onlarla bunları konuşmuyorsunuz. Hadi bir daha Allahaısmarladık deyip gitti. Yat zili de çaldı. Yatarken, öğretmenin konuşmaları, tavırları konuşuldu. Bense Selçuk Öğretmenin kitap okuyuşuna şaştım. Onu, kitap okumuyor sanıyordum. Fikret Madaralı Öğretmenin dışında kültür dersleri öğretmenlerinin okuyacaklarını sanmıyordum. Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren, Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenlerin okuduğunu biliyordum ama öteki öğretmenleri okumadığı düşüncesine saplanmıştım. Hele Reşat Tekinay Öğretmenin eline bir kitap alacağını hiç ummuyordum(Onun için bu kanım değişmiş değil)Yatarken bir süre daha Kepir’e dönüş konuşuldu. Ben esnerken Akdeniz’i, Kosti Alamon’un Adriyan’a verdiği öğütleri düşündüm. Suriye, Mısır hatta Yunanistan neden Adriyan’ı yetişmesine yardımcı olamıyor da Batı’ya gitmesini öneriyor. Örneğin Fransa’da ona yarayacak farklı neler var? . . .
30 Temmuz 1941 Çarşamba. .
Zil çalmış. Kepirtepe’ye gideceğiz konuşmaları sürüyor. Mustafa Saatçı, “Ben biraz Almanca konuşmak istiyorum arkadaşlar! ”diye bağırdı. Arkasından da “Nah Kepirtepe! ”dedi sustu. Sözde “Nah, Almanca’da ye, ya anlamına geliyormuş, o da Kepirtepe! ye diyormuş. Oysa düpedüz, küfür gibi bir söz söylüyordu. Arkadaşlar bilmesine karşın Mustafa Saatçı’nın bu tür yakıştırmalarına gülüyorlar. Kadir Pekgöz, Mehmet Aygün, İsmet Yanar, Bekir Temuçin başladılar, “Nah İmam, nah Hafız, nah sana Hasanoğlan sözleri tekrarlandı. Mustafa Saatçı uysal bir tavırla “Şunun şurasında bir iki söz Almanca edecektim çok gördünüz! ”deyip dışarı çıktı. Bu kez onun nöbetçi olduğunu bir yere sıvışamayacağı anımsatıldı.
Gülerek kahvaltıya yetiştik.
İşyerinde günlük konumuz gene Kepirtepe’ye dönüş oldu. Ali Yılmaz Öğretmen hayretle sordu, “Ne o yeni bir haber mi aldınız? ”Selçuk Korol Öğretmenin konuşmasını söyleyince öğretmen “O hepimizin temennisi, ne yazık ki, buradaki işlerimize daha yeni yeni başlıyoruz. Yakın gelecekte bir dönüş olsa bize böyle yaygın bir işe başlatmazlar. Unutmayın ki Genel Müdür iki gün önce arkadaşınızdan binalara bayrağın ne zaman çekileceğini sordu. O binaların bayraklarının çekilmesi en az iki aylık zaman ister. Binaya bayrak çekmek, bayrak direğine bayrak çekmeye benzemez. Hem buradaki bayrak sözü binenin bitişi anlamını taşır. Yoksa bir bayrak asmak her zaman her yere olabilir. Bayrak çekilmesi bitmiş bir işin, bir binanın kullanılır duruma getirilmesidir. Buradaki bayrak sözü bir simgedir. Hepimizin dileği okulumuza dönmek ama kendimizi de kandırmayalım. Kusura bakmayın ama, temmuzu da bitiriyoruz, ağustos, eylül aylarında oldukça yoğun çalışıp bayrağı hazırlarız. Ondan sonra Kepirtepe sözünü etmeye başlarsak daha gerçekçi olmuş oluruz. ! “Hepimiz azıcık gerildik. Ancak öğretmen haklı. Arkadaşlar Selçuk Öğretmenden gene gene sordular. Selçuk Öğretmen Almanya Rusya savaşının durumuna bakarak, Kepire döneceğiz, dedi, ay adı vermedi. Bunları konuşurken Mustafa Güneri Öğretmen geldi, Ali Yılmaz Öğretmene, Ladik-Aksu binasının eşik lentolarının konması işini sordu. Ali Yılmaz Öğretmen gülerek “Hemen! ”dedi. Birlikte gittiler. Yerleri bize yakın, öğretmen hemen döndü. Geçen gün yaptığımız Kepirtepe binasının tipi olan bina için aynı ölçülerde parçaları hazırladık. Taşımaya Aksu ekibinden arkadaşlar da geldi, çabucak taşıdık. Ancak yerleştirmelere geçemeden paydos oldu. Sabah işe giderken gerçekten Kepirtepe’ye dönüyormuş gibi sevinçliydik. Oysa paydosta okula dönerken gene kararsızız. Yusuf Asıl durup durup “Ne var yani, biz de iki ay geç gideriz! ”diyor. Salih Baydemir arada Yusuf’a dokundurucu sözler söylüyor. Bu kez de, Yusuf’a “Arkadaşım iyi ki öyle söyledin, yoksa ben oldum olası burada kalacağımı sanıyordum! ”dedi. Yusuf giderken durdu, birden, “Bana bak Kara Salih sözünü bil, bilerek konuş! ”diyerek Salih’ dikeldi. Salih Yusuf'a göre çok güçlü Özellikle de “Kara Salih”sıfatlamasına çok kızıyorYusuf'a yaklaşırken, Harun Özçelik’le Recep Kocaman araya girerekikisini de kol altlarını gıdıklayarak güldürüp yatışırdılar. Önümüzde giden öğretmen bir an durdu, güldüğümüzü görünce gene yürüdü.
Çifteler ekibiyle yolda buluştuk. Adlarını bilmesek de çoğunu tanımaya başlamıştık. Gözlerim Abdullah Özkucur’u aradı: aralarında yok, sordum, gülerek “O bu gün dinleniyor! ”dediler. Mustafa Atavcı yavaş bir sesle, arkadaş biraz, rahatsızdır, o nedenle onu arada bir dinlendiririz! ”dedi. Salih Baydemir gülerek, “Bizim Sami Akıncı gibi herhalde ! ”dedip, güldü. Ben de “İlginç bir benzetme! ”dedim. “Sami arkadaşımız onun için bir şeyler söylemişti, Sami aynı zamanda kendini de tanıtmış! ”deyince Harun Özçelik, ”Olur mu abi, Sami kültür derslerinin kralı! ”diyerek Sami Akıncı’yı savundu. . Mustafa Atavcı, ”Yok yok, bizim ki onlarda da nal toplayıcıdır! ”deyip kesti. Başka arkadaşları da bize katıldı, birlikte yemekhaneye girdik. Abdullah Özkucur tek olarak masada oturuyordu. Biz de Sami Akıncı’yı tek olarak otururken bulduk. Ancak Sami, yöneticimiz Hüsnü Baykoca’ya yardım ediyormuş. Onun cebinde öyle öteki gibi yuvarlatılmış bir kitap yok! . O gerçekten akşama dek yönetim odasında, defter yazıyor, hesap topluyor, evrak yerleştiriyor.
Yemekte Çoban Mehmet, değişik bit masa düzenletmiş, konuk öğretmenleri de aralarına alan bir öğretmenler grubu oluşturmuş. Konuk öğretmenlerle birlikte yirmiden fazla öğretmen var. Hüsnü Baykoca ile Ali yılmaz Öğretmeni de orada görünce olağanüstü bir durum olduğunu anladık. Bizim masada en çok konuşan Hilmi Altınsoy, hemen bir söz yakıştırdı:
-Çoban Mehmet bunları tehditle toplamıştır! Gülenler, hık, mık edenler oldu. Mehmet Aygün, “Onları tehditle toplayabildiğine göre, bu Çoban Mehmet sözünü sürdürürsek bir duyarsa bize neler yapabileceğini düşünmeliyiz! ”dedi. Yusuf Asıl, biraz böbürlenir gibi, “ Ben bu sözü hiç ağzıma almadım, korkmuyorum! ”deyince, birkaç kişi birden, “Bu konuda başımıza bir bela gelirse sen bileceğiz! ”diyerek Yusuf Asıl’a çıkıştılar. . Yusuf’un neşesi kaçtı. “Ben onu demek istemedim, o söze ağzım alışmadığı için söylemeden durabilirim! ” demek istedim! ”gibi sözler söyledi. Bu kez aralarını bulmak için, “Yusuf tenha bir yerde bir gün yirmi kez Çoban, bir başka gün de Mehmet desin. Böylece hem onun kararı bozulmaz hem de bizden ayrılmamış olur! ”Yusuf çok sevindi, ”Vallahi şimdi başlarım, nasıl olsa yalnız çoban sözünden kimse bir şey anlamaz! “Hilmi, Yusuf’un ağzını kapattı:
-Deli misin sen, çoban deyince arkasını söylemeye gerek yok, onun arkasından geleceği herkes biliyor. Gerçekten başımıza iş mi açmak istiyorsun? ”diye çıkıştı. Yusuf, benim söylediğimi söyleyince de, arkadaşlar, benim “Tenha bir yerde! ”koşulunu öne sürdüğümü anımsattılar. Yusuf sustu, “Öyleyse siz bana yerini söyleyin! ”deyip kalktı. Ahmet Güner koluna girdi. “Benim Zeybek arkadaşım, Efe Yusuf, sen bu işlere neden burnunu sokuyorsun? Bak bana, kimseyle cebelleşmiyorum, kimse de gelip bana sataşmıyor! ”Konuşmadan Külhan’a, oyun yerimize girdik. 8. sınıf arkadaşlarımız gene yok. Mustafa Atavcı bir arkadaşıyla geldi. Kadir Tekin. Bengi adlı bir ağır zeybek öğrenmeye başladık. Kadir uzun zeybek havasını Bulgar gaydası gibi söylüyor. Çok güçlü soluğu var;soluğunu iyi tutuyor. Mustafa o nedenle bizim için seçip getirmiş. Böylece ben de rahatça kalkıp oynuyorum. Bugünkü çalışmalarımız çok iyi geçti. Bengi önce bize zor gibi gelmişti ama sonunda zorlu hareketlerini kavrayınca sevindik. Mustafa’larla birlikte işyerlerine döndük. Öteki arkadaşlar bizden az sonra geldiler. Atölyede bir süre öğretmeni bekledik. Öğretmen gelince Aksu ekibinin yanına indik. Bugün onlarla birlikte olacağız. O ekipte de eğitmen ağabeyler varmış, bize yardıma geldiler. Birisi iyi testere kullanıyor. Benden testereyi aldı, gösterdiğim yerlerden çabucak kesti. Çok iyi bir öğretmenleri var. Öğrencilere “Arkadaşım! ”diyor. Bir ara bizim öğretmene de “Arkadaşım! ”dedi. Yusuf Asıl güldü. Bizim öğretmeni kendi öğrencileri sandı! ”dedi. Bu kez bu söze bizim arkadaşlar güldü. Ali Yılmaz Öğretmen Yusuf’a, “Ne çıkıyorsa senin başının altından çıkıyor. , Sen hiç uslanmayacak mısın? ”diye sordu. Yusuf, elindeki tahtayı yerine yerleştirmeye çalıştı, duymazdan geldi. Tam bu sıra da Namık Öğretmen gülerek “Herkese merhaba! ”dedikten sonra, kapı altlarıyla merdiven ayaklarını göstererek öğretmenlere bir şeyler söyledi. Ayrıca kuzey yandaki odalardan bodruma girişler için yapılacak merdivenlerin kalıplarını anlattı. Bu kalıplar üstünde daha önce hiç durulmamıştı. . Ali Yılmaz Öğretmen, başını kaşır gibi elini başına koyarak, “Biz bunları hiç düşünmemiştik! ”, deyip, Orhan’la beni çağırdı, birlikte atölyeye gittik. . Bir metre genişlikte bir kat, (İki metre) inecek merdiven kalıp tahtası hazırladık. Kesme işi bitince birer kucak alıp Aksu inşaatına gittik. Kalanları gidip almalarını arkadaşlara söylerken ekip öğretmeni duydu, hemen kendi öğrencilerinden bir grubu gönderdi. Böylece tahtalar taşınmış oldu. Ali Yılmaz Öğretmen gülerek, “Gördünüz mü ustalar, bizim işimiz yarım kalmış, biz, bizim binanın arka tarafındaki kapının nereye açılacağını düşünmemişiz. O kapı bir merdivene açılacakmış. Oysa biz merdiveni yok saymışız. Yanlış hesap Bağdat’tan döner! derler. Bağdat’a falan gitmedik ama işiniz bir gün daha uzadı! ”dedi. İki eğitmen ağabey bize burada da yardım etti. Paydos olmadan merdiveni tamamladık. Öbür taraftaki arkadaşlar da eşik işlerini bitirdiler. Kapı-pencere üslerine örülünceye dek burada işimiz kalmadı, ayrıldık. Yarın da kendi binamızın unutulan merdivenini tamamlayacağız. Kalıp tahtalarını ayırırken öğretmen paydos etmemizi söyledi. Okula dönerken Mehmet Aygün Yusuf Asıl’a anımsattı. “Bak bu tenhalıkta 20 kez çoban diyebilirsin! ” sözüne Hasan Üner, “Ya Mehmet’leri ne yapacak? ”sorusunu yöneltince, Mehmet Aygün daha önce düşünüp hazırlamış olacak, hemen yanıtladı:
-O kolay, istediği yerde beni 20 kez çağırabilir, bundan kimse bir kuşku duymaz!
Öğretmen hızlı yürüyüp gittiği için yolda itiş kakış bir yolculuk yapıldı. Yusuf, adım atarak “Çoban! ”demeye başlayınca, durduruldu. “Her adımda olmaz! ”Bu kez önce iki adım denendi sonra üç adıma çıkarıldı. Daha sonra Yusuf kendisi bir yöntem önerdi. Onun yöntemine göre herkesin içinde bile “Çoban Mehmet! ”denince kimse bir şey anlamayacakmış. Kendisi Mehmet Aygün’e bakarak:”Ihı… Mehmet! ”diyecekmiş. Buna da Mehmet Aygün karşı durdu:
-Olmaz, sen beni düpedüz Çoban Mehmet yerine koyuyorsun! Güle güle okula döndük. Dersliğe gidince, gün boyu süren konu, daha yaygınlaşarak tekrarlandı durdu. Yemekten sonra hangi öğretmenin gelebileceği varsayımları yapıldı. Bana sordular, ben, bilinçli olarak biraz da kasıtlı Nazmi Aybar öğretmeni söyledim. Benim sözüme gülenler oldu. “O kültür öğretmeni değil, sanat öğretmeni! ”dediler. Çoğunluk Reşat Tekinay üzerinde durdu. ;ona sorulacak sorular hazırladılar. O sorular arasına “Nurefşan’ı, Öğretmen Okulu müdürü Reşat Tardu’nun baldızı, nerede okudu, ne oldu? ”sorunu ekleyelim, dedim. Çoğunluk karşı koydu. Öncelikle Mehmet Yücel, o soru bizimle ilgili değil öğretmen alınır! ”dedi. Gerçekten, arkadaş haklıydı, öğretmen bu konu üzerinde günlerce durdu ama bizi doğrudan ilgilendiren bir tarafı yoktu. Ben, diretmedim. Sorulmamasını isteyenlerin başında Mustafa Saatçı’nın olduğunu görünce bu kez, “Ne var bunda, adam gençliğinde bir kızı sevmiş, şimdilerde anımsayıp severek anmak ister! ”dedim. İsmet, “Dayı ağzından baklayı çıkar, ne yani Mustafa Saatçı, ilerde öğrencilerine SS’yi anlatacak mı demek istiyorsun? ”Ben toparlanıp bir şey söyleyemeden, İdris Destan, “Hadi yahu sen de, İmam kimi sevdi ki ne bok anlatacak? ”der demez Mustafa Saatçı yumruklarını sıkarak İdris’in sırasına yürüdü, durdu. İsmet İdris’e yardıma koştu. Arif Kalkan, Sefer Tunca , Hüseyin Serin arkadaşlar Mustafa Saatçı’yı tuttular. Herkes yerine oturmuştu. Birden bir ayaklanma oldu, kitaptan başımı kaldırınca Mustafa Saatçı’yı başımda gördüm, ellerini yumruk yapmış, “Bana bak, bu tertipleri sen hazırlıyorsun, bunları da başıma sen sarıyorsun! Başucumda, elleri yumruklu ama vuramayacağını biliyordum. Hiç telaş etmeden, “Sen azıcık düşünsen böyle konuşmazsın. Benimle kavga etsen bu işin burada bitmeyeceğini pekala biliyorsun. Arkadaşlar sana ne söylediler? Bir yıldır aramızda senin bir kızı sevdiğini konuşuyor. Sen de ikide bir SS deyip duruyorsun. İşin ilginci okulda SS diye biri yok. Arkadaşlar senin soyadını kızın adına ekleyip bir SS ortaya koydular. Bunlara karşı bir tavrın olmadı, daha çok benimsedin. Bana bile kaç kez akordiyon falan diyerek kız için sözler söyledin. Bunlar doğru mu? ”Mustafa Saatçı, hiçbir söz söylemeden geri döndü. Bu kez ben birden kalkıp arkasından tuttum:
-Kaçmak yok, o bana kaldırdığın yumrukları çenene yemeden kurtulacağını mı sanıyorsun? Mustafa Saatçı arkasını çekip sıraya oturdu. Oturduğu sıra, çadırın yan dibindeydi, iyice sıkıştı. vuracağımı bekliyordu. Ben de vurmayı tasarlarken, Sefer Tunca arkamdan tüm gücüyle asılıp çekti. Arif araya girdi. İsmet’le Sefer, Mehmet Yücel beni alıp dışarıya çıkardılar. Öylece okul bahçesine gittik. Bahçenin kapalı bölümündeki banklara oturduk. Biz orada otururken karşıda pencereden bakan kızlar yanımıza geldi, Gül, Nemciye, Sevim, Sakine. Gül bana:
-Müjde, Nahide Öğretmen söylememi istedi, yeni müzik öğretmeni atanmış, yakında geliyormuş! Sevinir gibi yaptım, az duraksadım, toparlanarak
-Nasıl bir müjde verebilirim? Gül’den önce Sevim, “Bize akordiyon çalarsın”deyip güldü. Söz verdim. Onlar ayrılıp giderken sorabildim, “Gelen öğretmen bay mı bayan mı? Dördü birden, “Bayan! ”dediler. Bir an bakıştık. Bizim az önceki şamatalarımızdan onların haberi yok. “Onlar bizim böyle konuştuğumuzu bilseler bize böyle sokulurlar mı? ” diye bir birimize sorduk. Arkadaşlar Mustafa Saatçı’nın bana kızmasına hiçbir gerekçe bulamadıklarını söylediler. Arkasından da benim sonradan gereksiz yere olayı büyütmeye kalkıştığımı eleştirdiler. Ben arkadaşları haklı buldum. Birlikte yemeğe gittik. Az sonra Reşat Tekinay Öğretmen geldi, bizim masalara “Yarasın! ”dedi gitti ilk masaya Bekir Temuçin’in yanına oturdu. . Bizim masadakiler hemen bir kulp taktılar. Reşat Öğretmen kısa boylu, zayıf. Bekir arkadaşımız da öyle. O nedenle onun yanını seçtiği söylendi. . Yusuf Asıl bana, “Gelip senin yanına mı otursaydı? diye sordu. Ben de, “Sen varsın, senin yanına oturabilirdi! ”dedim. Bu kez Yusuf sustu. Hasan Üner, “Öğretmen için en uygun yerin Sefer Tunca ile Mehmet Yücel arası olduğunu söyledi. Anlamsızlığını bile bile bu söze güldük. Bu iki arkadaşımız, şimdilerde en uzun boylu görünüyorlar. Daha doğrusu ölçü olarak değilse bile, ince uzun görünüşleri onları öyle gösteriyordu. Okuma saatinde hangi öğretmenin geleceği belli olmuştu ama sorulacak sorularda bir ortak anlayış doğmamıştı. Öylece dersliğe döndük. Arkadaşlar yeni müzik öğretmeni muştunu söylediler. Bayan öğretmen oluşuna benim gibi öteki arkadaşlar da sevinmedi, bayanlardan nedense hepimiz çekiniyoruz. Zilden az sonra Reşat Öğretmen geldi. “Hasanoğlan’a hep alıştık, nasıl, sizler işlere alıştınız mı? ” diye soruyla konuşmaya başladı. Hasan Ali Yücel’in dersimize girişi, sorduğu sorular gene gene anımsandı. Bir kez daha dersimize girse nasıl bir değişiklik olabilir? gibilerde olasılıklar konuşuldu. Ben, ”Sami Akıncı o derste olmasaydı dersimiz belki o denli canlı geçmeyecekti! ”dedim. Öğretmen bundan biraz alındı. “Azıcık açıklar mısın, pek anlayamadım! ”dedi. Sami’nin sırasındaki kitapları karıştırınca Hasan Ali Yücel’in kendi Mantık kitabını görmesi, açıp içinden sorular sormasını ben o günkü ortamda bir şans olarak saydığımı, anlattım. Bu kez öğretmen tümüyle bana katıldığını, çok istemesine karşın bir öğretmenin bu tür bir buluş ortaya koyamayacağını örneklerle anlattı. Sözü öğretmenlikte olanaklardan yararlanma ilkelerine getirdi, başka örnekler verdi. Bana da ayrıca bu olanağı verdiği için teşekkür etti. Arkadaşların beklediği, Edirne, Nurefşan anlatılarına bir türlü sıra gelmedi. Sabırsız arkadaşlarımızdan biri, Fettah Biricik, “Öğretmenim, biz Edirne’yken siz neredeydiniz? ”diye sordu. Bu düpedüz konuyu Edirne’ye yaslamak için sorulmuştu, arkadaşlar hep gülümsediler. Öğretmen durumu sezdi, “Yani bu ne oluyor şimdi? Siz Edirne’deyken ben neredeymişim? Bunun neresine ben ne yanıt vereyim. Şunu adam gibi düzeltip sor da bildiklerimi anlatayım! ”deyip biraz kuşkuluca gülümsedi. Mehmet Yücel, “Arkadaş 1938 yılında öğrenci olup olmadığını soruyor galiba! ”deyin bu kez de Reşat Tekinay Öğretmen Mehmet Yücel’e, “Bu da olmadı, galibalı konuşmalara galibalı yanıtlar verilir. Bu da sanırım sizin beklediklerinizin yanıtı olmaz. Gene de ben anladığım kadarıyla galibalı bir yanıt vereyim. 1938 yılında galiba İstanbul öğretmen okulunda öğrenciydim. Bekir Temuçin, “Öğretmenim, siz Edirne Öğretmen okulunu bitirmediniz mi? diye sordu. Öğretmen gene “Galiba orasını bitirmiştim! ”dedi, bir süre sesli olarak kesik kesik güldü. “Ağzınız açarken daha gelecek sözü anlayacağımı sanıyorum. Galiba siz öğretmenlerin bu yanını bilmiyorsunuz. Benim sizlere anlattığım öğrencilik anılarımdan hoşlandığınızı biliyorum. Bu benim de hoşuma gidiyor. Yarın öğretmen olduğunuzda sizde aynı duyguları taşıyacakınız. “Eğri oturup doğru konuşalım! ” diye bir söz vardır. Gelin biz de öyle yapalım. Siz benim gençlik anılarımı anlatmamı bekliyorsunuz. Ancak bunu doğrudan isteyemiyorsunuz. Aynı duyguları ben yaşadım. İşte size bir tanesi:Reşat Tardu hem okul müdürü hem de kimya öğretmenimizdi. Benim de adım Reşat olduğu için sınıfta en çok beni çağırır, ödev verir ya da bir yerlere gönderirdi. Evi de okulun bitişiğindeydi. Ben evine göndermesi için gözünün içine bakardım. Çünkü evine gidince bana kapıyı baldızı Nurefşan açardı. ! ” dedi güldü. “Yete mi bu kadar? Galiba öykünün tamamı da bu. Siz de bir gün belki benim öykümü, belki de benzeri kendi öykülerinizi anlatacaksınız! ” tüm arkadaşlar güldük, öğretmen de bizimle birlikte uzun uzun güldü. Öğretmen Fettah’a baktı. Gene gülerek sordu, “Siz Edirne’deyken ben neredeymişim, anladın mı? ”dedi. Fettah, anladığını söyledi. Öğretmen ayrılınca birbirimize bakıştık. Halil Basutçu sordu:
-Ne yaptık şimdi biz bu akşam, öğretmeni işlettik mi, yoksa onun bizi uzun süredir işlettiğin mi anladık? Halil’in sorusundan gocunanlar oldu. Öğretmen öğrenci ilişkileri içinde “İşletme” söz konusu olamayacağını öne sürelerin yanında öğretmenin nerede okuduğunun da tam anlaşılamadığını söyleyenler de çıktı. Konuşmalar tartışmaya dönüşmek üzereyken İsmet bana, kasıtlı olarak:
-Dayı Sevim sana ne söyledi? diye sordu. Birden konuşmalar kesildi. Arif Kalkan İsmet’e sen duymadın mı ? “Yeni müzik öğretmeni atanmış! ”dedi. Sefer Tunca “Gene bir bayan müzikçi gelecekmiş! ”diye ekleme yaptı. Böylece İsmet’in sorusu yanıtsız kaldı. Yatarken, yeni gelecek müzik öğretmenin ne zaman geleceği, kestirmeye çalışıldı. Mandolin grubu yarından başlayarak düzenli çalışmaya karar verdi. İdris Destan’la Abdullah Erçetin benim de mandolin çalışmalarına katılmamı önerdiler. Öğle paydoslarında oyun çalıştığımı söyleyince bu kez akşamları, okul bahçesinde çalışma kararı alındı. “Uyuyanlar var, konuşmayın! ”uyarıları arasında uyudum.
31 Temmuz 1941 Perşembe…
Uyandığımda başımda Kadir Pekgöz’ün “Schlafen ise, Herr İbrahim, scvhlafen sie! ” sözleriyle karşılaştım. Orhan’la konuşmuş, bana Almanca numarası yapmış. “Danke schön! ”dedim, Kadir ezberlemiş, Orhan’ın da fısıltısıyla “Vie geht es ihnen? dedi. Ben de hiç duraksamadan”Es geht mir sehr gut, danke schön und ihnen? deyince Kadir Orhan’a döndü “Şimdi ben ne yapacağım diye çıkıştı. Arkasından “Amanınnnnnn! Siz neler öğrenmişsiniz deyip ranzadan atladı. Hasan Üner bizim Kadir’e takıldığımızı, bu eski şakamızı biliyor, “Sen ne diyorsun onlar gün boyu Sili Usta ile Almanca konuşuyorlar! ”dedi. Bu sabahımız hemşerim Kadir’le başladı. Kahvaltıda gene İsmet’in sorusuna dönüldü, Hilmi Altınsoy, “Abi o kız sana ne dedi? İmamı o denli kızdıran neydi? “Sonra konuşalım, ”deyip kestim. Kahvaltıdan kalkınca Hilmi’yi azarladım, “Mustafa’nın sataşmasıyla o kızın sorduğu arasında bir ilişki yok. Mustafa ile atıştıktan sonra bahçeye gittik. Biz bahçedeyken kızlar yanımıza geldi, onlarla o zaman konuştuk. Mustafa’nın horozlanması başka bir durumdan olsa gerek! ”İşbaşı yaptık, Hazırladığımız tahtaları inşaata götürdük. Bugün orada kimse çalışmıyormuş. Tüm yapıcılar dağa, su yoluna gitmişler. Galiba bir süre su yolunda çalışacaklarmış. 10 km. çok uzun bir yol, alçaklı yüksekli derin su yolu kazılıyormuş;Kepirtepe-Lüleburgaz arasının iki katı. belli köşelere de beton dökülüyormuş. İyi ki bize Lüleburgaz’a dek su yolu kazdırmadılar Ali Yılmaz Öğretmen geldi, açıklama yaptı gitti. Orhan, Recep, Salih dördümüz çalıştık. Salih gülerek: “Oh be, Yusuf’suz çalışmak ne güzelmiş”, dedi. Bir süre bu söze güldük. Bir ayak sesi geldi, bir de baktık ki Yusuf Asıl, “Sizi , iki yüzlüler sizi, hem şakalarımdan hoşlandığınızı söylüyorsunuz hem de arkamdan konuşuyorsunuz! ”dedi. Güldük, Yusuf'a “Asıl bu bir şaka, senin geldiğini gördük, o nedenle böyle konuştuk! ”dedik Yusuf çok iyi niyetli temiz yürekli, inandı. Ali Yılmaz Öğretmen metresini burada unutmuş Yusuf onu alıp götürdü. Bir ara Mustafa Güneri Öğretmen geldi, bizimle konuştu. Sanırım bizi biraz gözetmiş, ”Sizden iyisi yok, sessiz sakin, başınızda kimse olmadan da ne güzel çalışıyorsunuz. İnsanlarımız hep böyle sizin gibi çalışsa ne güzel olur! . Ne yazık ki bir çoğu başındakileri uğurlayıp yan gelip yatma yollarını arıyor! ”dedi. Mustafa Güneri daha önce de söylemişti: Müdürümüz Nejat İdil’in okul arkadaşıymış, yeni mektup almış”Nejat çok mutlu, artezyen yetişti, sorunlarımın yarısını tamamlamış sayıyorum, bir yenisini daha açmaya başladım, sevgili öğrencilerimin dönüşüne dek onu da yetiştireceğimi umut ediyorum! ”diye yazmış. Mustafa Güneri Öğretmenden gelecek müzik öğretmenini sordum. Gülerek, “A, evet, gelecek öğretmeni ben tanıyorum, bir ressamın kızıdır. Öğrenciliğinde tanıdım, güzel bir kızdır, Ankaralıdır, sanırım o çabuk bırakıp gitmez! ”dedi. Mustafa Güneri Öğretmen gidince Kepirtepe özlemlerimizi tekrarladık. Sonra da güzel müzik öğretmenini düşlemeye başladık. Kızıp tokat atar mı? Salih Baydemir bana sordu, “Kızıp bir tokat atsa ne yaparsın? ”Böyle bir olayı hiç düşünmemiştim, duraksadım. Okulu yeni bitirmiş, Behire Bil Öğretmen gibi biri, bana tokat atarsa ne yaparım? Kepirtepe’ki beden eğitimi öğretmeni Rukiye Dökmen’i anımsadım. Benimle bir hayli uğraşmıştı, ondan çekinmiştim ama tokat atacağını hiç düşünmemiştim. Hatta Binbaşı Yaşar Cindoruk’tan bile tokat beklememiştim. Salih kafamı karıştırdı. Düşündüm, “Her halde hiçbir şey yapmam, susarım! ”, diye düşündüm.
Öğle paydosuna merdiveni yarılayarak çıktık. Öğretmenle öteki arkadaşlar bizden önce yola çıkmışlar, koşarak onlara yetiştik. Mehmet Aygün, “Siz ne yaptınız öyle, Yusuf’un arkasından konuşmuşsunuz, sık sık gitti sizi dinledi! ”dedi. Yusuf sinirlendi Mehmet’in üstüne yürüdü. Arkadaşlar Yusuf’a “Aman ha, anlaşmayı bozar, çoban moban diyemezsin sonra! ” dediler.
Su yolunda çalışanlar yemeğe de geç geldi. Bu nedenle öğlede oyun oynayamadık. Öğleden sonra biz daha erken işbaşı yapıp merdiveni bitirmeye çalıştık. Öğretmen geldi, ayakları zayıf bulduğunu söyledi, ek direklerle pekiştirdik. Bitirince atölyeye çıktık. Kamyonun kereste taşıma günüymüş, bugün üç sefer yapmış. Kalın kirişlikler yığın oluşurmuş. Öğretmen yazı tura atalım;bugün mü, yarın mı? diye sordu. Para çıkardı. Yusuf razı olmadı, “Öğretmenim siz atmayın, bugün çıkarsa sizden biliriz! ”dedi. Öğretmen parayı cebine koydu, ”Yusuf’a teşekkür etti. “Sen açık yürekli bir insansın, bunu söylemekle yorulduğunu anlatmış oldun;dinlenmiş olarak yarın onları bir güzel istifleriz! ”dedi. Duvarların pencere üstleri için 12X12 çapında on kadar kirişlik ayırdık. Plandaki ölçülere göre kesip hazırlayacağız. Aslında pencere üstleri beton olarak gösterilmiş ama sonradan binaların tek katlı olması nedeniyle ayrıca daha ucuz olacağı için betondan vazgeçilmiş. Böylece paydosu getirdik. Ali Yılmaz Öğretmen Yusuf Asıl’a, “Çok konuşup yorulma! ”dedi, Yusuf gülerek, öğretmene söz verdi.
Yolda Aksu ekibiyle birlikte yürüdük. Salih Baydemir Antalya’yı sordu. İl mi, ilçe mi, adını duyuyorum ama hiçbir bilgim yok! ”dedi. Dursun adlı bir öğrenci bilgi verdi. Ancak arkadaş “Ben Dursun! ”deyince hepimizi bir gülmek tuttu. Dursun adını da duymamıştık. Arkadaş anlamazdan geldi, biz gülünce o da güldü. Okullarını o denli güzel anlattı ki, hepimiz okulu gezmiş gibi olduk. Hele limon, portakal bahçelerinden söz etmesi bizi şaşırttı. Aksulu arkadaşlardan biri de hayretle bize “Sizde limon , portakal olmaz mı limon ağacı bilmez misiniz deyince, ”Ben biliyorum, babam fıçıda yetiştirdi, beyaz çiçek açıyor ama limon yapmıyor deyince tüm Aksulu arkadaşlar gibi bizi uzaktan dinleyen Aksu Ekibinin öğretmeni de güldü. Öğretmen “İşte elinizde güzel bir olanak var şimdi, okulunuza dönerken yapacağınız gezide Aksu’ya gelin! ”dedi. Aksu ekibini ben biraz Arifiyelilere benzettim. Ancak bunlar biraz daha az konuşuyorlar. Bir başka yanları da bunlar müzikle pek ilgilenmiyorlar. Arifiyeliler akordiyon çalarken etrafımı sarıyordu. Geçen akşam Aksu ekibi hiç ilgilenmedi. Bunlar belki de akordiyon sesini sevmemişlerdir. Savaştepeliler de oldukça ilgisiz. Bu iki ekip genel olarak oyunlara da öyle galiba. Mustafa Atavcı Savaştepe’ye gitmiş, “Onların iki güzel oyunu var! ” dedi ama. Biz henüz bunları görmedik. Ali Yılmaz Öğretmenin evi önünden geçerken duraksadım;yeni müzik öğretmeni Behire Bil öğretmenin boşalttığı evi tutar mı acaba? Kendi kendime hem bunu sordum hem de yanıtımı verdim; “Tutarsa ne olacak? ”Akordiyonu alıp ta muslukların köşesine gittim, çok hafif seslerle çalıştım. Çoktandır tuş çalışması yapmıyordum, gamları, arpejleri kromotik inişleri çıkışları , baslarda akorları, doğru, ters gamları sıraladım. Çocuk şarkılarını baslarda çalıştım. Kalkmak üzereyken Melahat geldi, müzik öğretmeni geleceğini muştuladı “Biliyorum! ”deyince de dönüp kapı önünde birilerine “Biliyormuş! ” duyurusunu yaptı. Anladım, aralarında konuşmuşlar, aralarında Gül’ün de bulunduğu grup topluca çıktılar. Çalışmayı bırakıp derslik çadırına gittim. Mandolinciler seviniyorlar; Yeni Öğretmen ne zaman gelir? Sami Akıncı daha önce haber almış, sanırım, “Yarından sonra aybaşı, birkaç gün içinde gelir! ”dedi. Arkadaşlar çok yorgun, konuşmalarından anlıyorum. İsmet, çalışmasından değil uzaklığından yakındı. “Yolu yok, taşlıklardan yürümeyi sevmiyorum! ”dedi. Yemekte Mustafa Güneri Öğretmen bizim masaya oturdu. Gündüz bize anlattıklarını tekrarladı. “İşe başlarken bir çok yokları kara kara düşünüyorduk, Şimdilerde oldukça rahatladık, kereste, demir, taşıma işlerini yola koyduk! ”dedi. Arkadaşlar su işini söyleyince “Su işi gelecek için önemli, şimdilerde ona gereksinim yok, kaba işini yola koyunca bir süre bırakabiliriz! ”dedi Arkasından, “Anlaşılan çok yoruluyorsunuz! ”deyip güldü. Ben sustum, içimden konu müzik öğretmenine ne zaman gelecek derken, Aksu ekip öğretmeni geldi, kısa bir konuşmadan sonra Mustafa Güneri Öğretmen “Müsadenizle! ”deyip kalktı. ”Tuh be! ” der gibi elimi masaya vurdum. Salih Baydemir beni izliyormuş, gülerek sordu; “Beklediğin konuyu açmadı değil mi? ona kızdın, anladım! ”dedi. Salih doğru bilmişti ama nedense saptırmak istedim;açıklama yaptım; “Yapıcılar su yolunda çalışırken ne rahattık, böyle bir süre gidecek sanırken Mustafa Güneri Öğretmen yakında o işi bırakacaklarını söyledi, ona üzüldüm! ”dedim. Hilmi Altınsoy birden çıkıştı “Ne diyorsun abi, kaç gündür öldük o kayalıklarda gezerken, ayaklarımızda ayakkabı kalmadı! ”dedi. Bu kez de kendi saptırmama kızdım. İşin doğrusunu söyledim. Orhan gelen öğretmenin güzel olduğu söyledi. “Güzel öğretmen nasıl olur? ”Bu sorunun yanıtını herkes değişik verdi. Yakup Tanrıkulu bizim masada değil ama Mehmet Aygün’ün yanına oturmuştu. Söze karıştı, ”Güzel öğretmen için Gül’ü tanımladı, saçını, boyunu, bakışını, gülüşünü söyledi. Yakup bunu niçin yaptı? Hiç üstünde durmadım. Hilmi Altınsoy şakadan tepki gösterdi, ”Sen ne geldin aramıza, kalk git! ”dedi. Şaka konuşmalar ama Yakup gerçekten kalkıp gitti. Mehmet Aygün arkasından, “Çocuk, sırıl sıklam aşık! ”dedi. Gülüşerek kalktık ama ben duraksadım. “Yoksa Röslein basamak mı yapıyor? ”Yakup’u severim ama habersiz kulanılmak istemem. Kesin bir izleme yapmaya karar verdim. “Ama nasıl? ”Derslikte öyle duruken Sami Akıncı Almanca lügatı istedi. Sami'ile dargın değiliz ama candan arkadaşlığımız da yok. Almanca lügatı da istemeyerek, istediğini biliyorum. O da aynı düşüncede. Bu nedenle hemen bir karşılık vermek istedi:
-Köydeki Ali arkadaştan Lise1. sınıf kitaplarını aldım, aralarından istediğini seçebilirsin! ”dedi. Kitaplara baktım, Edebiyat kitabını aldım. İsmail Habip Sevük Lise 1. sınıf. Baştan sona karıştırdım. Tanıdığım bildiğim yazarlareın parçalarını okudum. Yahya Kemal Beyatlı, Ömer Seyfettin ilgimi çekti, Ömer Seyfettin iki savaşçıyı anlatıyor. Okula gelmeden önce cenkler okuyordum, Hamr ibni Abdut-Hazreti Ali ya da Hamza. Tıpkı onlar gibi iki savaşçı öldüresiye savaşıyorlar. Hektor’la Aşil. Tekrar tekrar okudum. Yahya Kemal’den şiirler okumuştuk. Bu kez kısacık bir şirini gördüm, hiç bir şey anlamadım ama Yahya Kemalin olduğu için hemen defterime yazdım. ”Mahurdan Gazel! ”Gazel biliyorum, bizim plaklarda çok vardı. En çok sevilenler de Hafız Burhan’ınkilerdi. Gazeli gene gene okudum. Fikret Madaralı Öğretmen Yahya Kemal Beyatlı'yı anlatırken bu şiiri sekiz yılda yazdığını söylemişti. Altında sözcükler var ama, olmayanları da bilemediğim için öyle yazdım 10 dize. Yat zili çalınca deniz kıyısındaki kumlukta çarpışan savaşçıları düşünerek yattım. Çok ilginç, Röslein hiç aklıma gelmedi. Yatarken anımsadım ama sanırım Hektor’la Aşil onu geriye itti. Ara ara da Hazreti Ali’nin Zülfikar’ını, Düldül’nü anımsadım…
1 Ağustos 1941 Cuma…
Zil sesiyle uyandım. Zil kesilmeden İsmet konuşmaya başladı. Nöbetçiymiş. “Bir an önce gidin de ben uyuyayım! ”diyor. Mehmet Yücel, “Kalkmayın arkadaşlar, iş saatine dek yatın, ben kahvaltılarınızı getireceğim! ”deyip arkadaşları güldürüyor. Sonunda İsmet Mehmet Yücel’i gıdıklaya gıdıklara çadırdan çıkardı, birlikte gittiler. Herkes değişik konulardan öz ederken ben akşamki olayı anımsadım. Yakup öyle uzanmış yatıyor. Acaba o da benim düşündüğümü mü düşünüyor diye duraksadım. Sonra da buna hakkımın olmadığın söyleyerek dışarıya çıktım. Olacak, tam çadır kapısından çıktım bahçe kapısına dönerken Gül’le Nemciye hızlıca yetiştiler. İkisi de müzik öğretmenine çok sevinmişler. Röslein gülerek bana, ”Bu öğretmenle iyi geçinin de birlikte çalışalım, Necmiye’ye dönerek “Değil mi Nemciye? ”dedi. Necmiye de ona katıldı. Ben de “Olur”, zaten bu kez kemana ayrılmam, mandolin grubuna girerim! ”dedim Yemek masalarına dek birlikte gittik. Röslein için dün akşam kapıldığım olumsuz duygulardan sıyrılmış olarak masaya oturdum. Arkamdan Hilmi geldi, bana bir şey söylemedi, daha sonra Mehmet Aygün gelince Hilmi gülerek Mehmet’e karşı elini açarak “Uçtu uçtu, kuş uçtu, Yakup hava aldı! ”dedi. Mehmet anladı, “Bana ne? Git kendisine söyle! ”dedi. Biraz sertçe:
-Siz ne konuşuyorsunuz, açıklayın biz de öğrenelim! Hilmi’den önce Mehmet, “İkimiz arasında, si bir giz, size söylemeyiz! ”deyip kesti. Anlamazdan geldim, oysa çok iyi anlamışım, tembihlemiş gibi benim için konuşmuşlardı;bunu açık açık yüzüme söyleselerdi bu denli sevinmezdim. Yakup, Röslein konusunda hava almışmış. Önemsiz gibi ama bu gerçekten bu şakalaşma beni sevindirdi. İşbaşı yaparken Yusuf Asıl söylenmeye başladı:
-Dün ben size dedim, bunları pekala taşıyacaktık! Oysa onların taşınmamasına kendisi neden olmuştu. Hasan Üner çıkıştı:”
-Yusuf, şakalarını anladık ama iki yüzlülüğüne katlanamayız! İki yüzlülük sözü Yusuf’a küfür etkisi yaptı. O da Hasan’a “Sen yalancısın! ”diye bağırdı. Sinirlenince elinden tuttuğu ucu düşürdü. O düşürünce Hasan da öbür ucu atmak zorunda kaldı. Durumu uzaktan gören Ali Yılmaz Öğretmen geldi:
-Kaldırmakta zorlanıyorsanız, bırakın! deyip onları hızar başına çağırdı. Orhan’la beni taşımaya gönderdi. Hasan’la Yusuf öğleye dek öğretmenin yanında hızar başında sessizce çalıştılar.
Tören nedeniyle öğle paydosumuz erken oldu. Yolda giderken Mehmet Aygün küsleri barıştırdı. Zaten özellikle Yusuf Asıl küsmeye hiç kalkışmıyor ama karşısındaki susarsa ona uyuyor. Bu kez bize kızdığını söyledi;onlar küsüşünce barıştırmamışız. Üç saat küsten sonra Hasan’la Yusuf sarmaş dolaş okula döndüler. Törene ucuca yetiştik. Hidayet Öğretmen dikkati çekerken yerimizi aldık. Aksu ile Çifteler ekipleri yetişemedi. Tören yapıldı. Hüsnü Baykoca Öğretmen beklenen hayırsız haberi iletti. “Bügün de yarın da tam gün çalışma var. 2. 3. Sın ıfların erkakleri Su yolunda çalışacak! Önce İdris Destan söyledi:
-Bu adamın ağzından bir hayırlı haber çıkmaz mı? ”Mehmet Yücel yanıtı verdi. İdris’e bakarak. “Hemşerim, Osmancıklı sen onun dilinden anlamıyor musun? O şimdi sana “Hayırlı”söz söyledi. Sen ona sordun, “Bügün cumartesi, dinlenemeyecek miyiz? o da sana “Hayır! ”dedi. Bundan daha güzel hayırlı söz olur mu? İdris buna da sinirlendi, Mehmet Yücel’e “Gıdıkla da güleyim! ”dedi hızla uzaklaştı. Ben yan gözle öğretmenler tarafına baktım, yeni öğretmenden geçtim eski öğretmenlerden bile kimse yoktu. Öğle yemeğinde Çifteler ekibi geç geldi, öğretmen değişikliği olmuş; öğretmenin hastası varmış, gitmek zorunda kalmış, başkası gelmiş. Mustafa eliyle işaret verdi, çalışacağız. Bugün öğle dinlenmesi iki saat, bize yeter de arta bile. Akordiyonu aldım. Bugün kendimi deneyeceğim, Harmandalı, Sepetçioğlu, Bengi, Somalı, Arpazlı, Muğla zeybeklerini;Merzifon Halayı, Timurağa, Sivas Ağırlaması, Hoşbilezik, Çankırı, Hey Sürmeli halaylarını rahat çalıyorum. Ancak Mustafa’nın yeni başlattığı Dağlı zeybeğinin temposunu bir türlü tutturamıyorum. Eksik vurguyla başlıyor. Tekniğini kavradım ama başlangıçta geç kalıyorum, oynayanlar duraksıyor. Oradan ötesi iyi gidiyor ama başlangıçtaki aksama canımı sıkıyor. Ayrı olarak biraz çalışmam gerekecek. İşbaşı yapınca Çifteler ekibinin pencere lentolarını hazırladık. Arkadaşlar öğretmene sordular:Lentoları biz mi götüreceğiz onlar mı alacaklar? Öğretmen, biraz yüksek sesle:
-Böyle şeyleri hep benden mi soracaksınız? Biraz da kendiniz sorunlarınızı kendiniz çözün! Arkasından gülerek:
-İkisini alır götürürsünüz, onlar. “Ay zahmet ettiniz” falan derse, siz de “ötekiler de hazır” deyip dönersiniz. Ali Yılmaz Öğretmen bir süre durdu; umuzlarını oynatarak:
-Hiç ses çıkarmıyorlarsa? deyip yüzlerimize baktı. Bu kez de başını sallayarak bana:
-Söyle bakalım ne yaparsın? Konuşmalara katılmadığım gibi tam dinlememiştim de. Gene de kestirip attım:
-Onlar zaten bizim işimizi yapıyorlar, kendi işimizin uzamaması için alır götürürüm. Öğretmen:
-İşte bu kadar, sözü uzatmaya ne gerek var? Biz de bırakalım ağabey götürsün! Arkadaşlar bu söze çok güldüler. Taşımaktan kurtulmuş gibi mutlu mutlu bakıştılar. Sanırım içlerinden beni yalnız taşırken düşleyip acıyanlar da oldu. Arkadaşlar yorum yaparken Çifteler ekibinden daha önce tanıdığımız arkadaşımız Abdullah Özkucur geldi, selam verdi, halimizi hatırımızı sorduktan sonra, çok nazik bir tavırla “Bize lazım olan şeyleri sormaya geldim! ”dedi. Öğretmen, “O şeyler hazır, götürecek misin? ”diye sordu. Abdullah Özkucur, “Ben alayım! ”deyip hazırlandı. Öğretmen bana dönerek, “Göster arkadaş alsın! ”dedi. Ben yürüyüp kirişlerin yanına gittim. “İşte” dedim. . Abdullah hayretle, Bunların hepsi mi? ”diye sordu, ”Hepsi! ”deyince Abdullah:
-Aboooo, ben bunları nasıl götüreyim? ”deyip baktı. Öğretmen, şakasını uzatmadı, bana; “Yardım et arkadaşa, birlikte gidin! ”dedi. Abdullah Özkucur'la kirişin birini götürdük. Ekip öğretmeni teşekkür etti, dört arkadaş ayırdı, koşa koşa birkaç kez dönüp taşıdılar. Yolda azıcık dinlenmiştik Abdullah unutmamış bana kitap önerdi, Benim Üniversitelerim. :Maksim Gorki. Kitap cebinde gene rule olmuş ama, okunabilecek şekilde, teşekkür edip aldım. Benim Üniversitelerim. Üniversite adını çoktandır duyardım. İki yıl önce İstanbul’a gittiğimde de akordiyon almak için Beyazıt’ta Şamlı İskender’e giderken bir büyük kapı önünden geçerken beni gezdiren ağabey burası Üniversite demişti. Demek bu Maksim Gorki’nin öyle birkaç üniversitesi var! dedim içimden. Kitabi azıcık karıştırınca yanıldığımı anladım. Maksim Görki, öyle üniversite sahibi falan değilmiş. Kitap ilgimi çekti. Bir Rus yazarıymış. A. Çehov’un öyküleri çok sevmiştim. İşte kendimi sınamak için bir fırsat:Çehov’dan yirmiden fazla öykü okudum, üstelik sevdim;bakalım kaçı belleğimde kaldı? Akşam bunları anımsamaya çalışacağım. Kitabı mintanımın altına saklayıp arkadaşların yanına döndüm. Ali Yılmaz Öğretmen takılır, arkadaşlar bundan kendilerince yorumlara kalkışırlar. Nitekim öğretmen kitabı görmedi ama gene de takılacak bir yan buldu:
-Çiftelerli, kirişi sana taşıttı! dedi. “Anlamadım, nasıl bana taşıttı? İkimiz de birer ucundan tutup taşıdık! ”dedim. Öğretmen, “Önde giden salt yükü kaldırır, arkadan giden fazladan olarak yükü iter” deyince güldüm. “Ben onu biliyorum, dikkat etseydiniz, benim itmediğimi, görürdünüz. Çiftelerli beni çekmedikçe gitmedim! ” dedim. Öğretmen bu kez de, “Vay yazık, o bizim konuğumuz! ”deyip güldü. Bu kez de, Abdullah Özkucur için iyi sözler söyledi:
-İlk geldiğinde onu işten kaçan biri olarak bellemiştim. Bazı insanların şahsına münhasır tavırları vardır. O arkadaş da onlardan. Başkalarının yaptıkları umurunda değil, o bildiği gibi davranıyor, eleştirilere de zerrece önem vermez. Yusuf gülerek, “Bizim öyle bir arkadaşımız var! ”dedi. Öğretmen dikkatle baktı, Yusuf’un içimizden birini söyleyeceğini sandı, bunu önlemek için Yusuf’a:
-Sen benim demek istediğimi anlamadın galiba, bu söylediklerimi herkes yapamaz, kimi yapanlar da bundan sıkılırlar. O nedenle arkadaşlarını hemen ele verme! Yusuf, “Arkadaşlar onu çok iyi biliyor, bunu her zaman kendisine de söylüyoruz! ”deyince öğretmen bu kez biraz ilgiyle “Kim bu, ben tanıyor muyum? ”dedi. Bu kez de Salih Baydemir, “Siz tanımazsınız öğretmenim, arkadaşımız yapı kolunda 6 Ali Güleren! ”dedi. Öğretmen “Hııı, şu uzun boylu zayıf çocuk mu? ”diye sordu. Bu kez boş derslerde yapılan takılmaları öğretmene anlattılar. Ali Yılmaz Öğretmen de kendi öğrencilik anılarını bir süre anlattı. Sili Usta geldi, Ali Yılmaz Öğretmene, “En rahat, en huzurlusun;az insan, çok iş! ”deyip güldü. Bir süre iş konuştular. Mazot sorunu varmış, yeterince gelmiş. Sili Usta bana, “İnsanlar unutuyor. Ben Tuna üstünde on köprü dedim, öğrendim daha çok:10 değil, 15-16! ” dedi. Sili Usta gidince öğretmen ilgiyle sordu, “Usta sana ne dedi? Anlattım:
-Daha önce Sili Ustaya Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç geldiğinde Tuna üstündeki köprülerin sayısını sor muştu. Sili Usta 10-12 demişti. Konuşma yapılırken ben yanlarındaydım. Usta o nedenle bana söyledi. Yusuf hemen açıkladı:
-Sili Usta bizim unutacağımızı bildiği için ona anlattı, onlar bir birlerini daha ilk günlerde tanıdılar! dedi. Hasan Üner, ekledi:
-Zaten Hakkı Tonguç, onların Attila’nın torunlarını olduğunu söyledi! deyince benim dışımdakiler bir süre güldüler. Ali Yılmaz Öğretmen, “Onlar torunlarıysa biz de kardeş çocuklarız! ”deyince ben “Bleda’nın! ”diye ekledim. Ali Yılmaz Öğretmen, “Bugün cumartesi, paydos beklemeyelim! ”dedi. Toparlanıp yola çıktık. Çifteler ekibi, ”Gülelim Sesimiz Dağlar inlesin, diye bir şarkıya başladılar. Oldukça da güzel söylüyorlar. Ali Yılmaz Öğretmen bizim de söylememizi istedi. . Sayımızın azlığını öne sürdükse de aslında biz toplu hiçbir zaman bir şarkı söylemedik. Bu kez Aksu ekibi de şarkıyla yola çıktı. Konuklar sözleşmiş gibi , onlar da aynı şarkıyı söylediler. Savaş Tepelilerse Menekşe Buldum Derede’ye başladılar. Daha önce konuşmuşlar sanırım, aynı şarkıları biri bırakıp biri başlıyor. Köye girerken insanlar yol kenarlarında durup dinlediler. Ali Yılmaz Öğretmen bize takıldı; “Kepirtepeliler de bu cümbüşe katılmalı! ”Biz azıcık yavaşlayıp konukların arkasından yürüdük. Aslında söylenen şarkıları biz de biliyoruz ama birlikte söylemediğimiz için hepimizde bir çekingenlik var. 8. sınıflar tümüyle dağ tarafında çalışıyor. İleriki günlerde onlar da bu tür şenlikli yürüyeceklerdir. Arkadaşlarla dersliğe gitti. Ben akordiyonu alıp muslukların yanındaki boşluğa girdim. Önce konukların söylediklerini biraz seslice çaldım. Mustafa Atavcı iki arkadaşıyla geldi. Mustafa da akordiyonu seviyor ama nedense onların okulunda akordiyona önem verilmemiş. Müzik öğretmenleri varmış, öğretmen mandolin üzerinde duruyormuş. Mustafa bana “Sen bizim okulda olsaydın akordiyon çaldırmazlardı! ”dedi. Şaştım. Yoksa Behire Bil Öğretmen bunu mu duydu? ”Şarkıları duyunca kızlar geldi. Onlar gelince okul bahçesi doldu, özür dileyip kalktım. Röslein gelmedi. Neden acaba? Dersliğe gittim, arkadaşların çoğu yorgun, konu ise konukların şarkıları. Derslikte müzikten söz edince gülesim geliyo. Bizim arkadaşlar şarkı söyleyecek, olacak bir şey değil. Oysa Abdullah Erçetin, Ahmet Güner tek tek ne güzel söylüyorlar. Ne var ki bir iki olumsuz tavırlı kişi onları da yıldırmış durumda. Onlar da müzik sevmediklerinden değil, kendilerinden çok farklı olanlara katlanamadıklarından önleyecek taktikler kullanıp, tüm sınıfı susturuyorlar. Müzik öğretmeni olmayışı onları böyle şımarttı. Kitabı okumaya başladım…….
A. Çehov’un öyküleri kadar sevmedim ama gene de kitabı bitireceğim. Yatarken İsmet geldi, hiç aklımda olmayan bir konuyu fitledi; Ankara’ya gidelim! Sabah gidip akşam dönülüyormuş. Sami Akıncı’nın liseli arkadaşlarıyla konuşmuş, onlar her zaman gidiyormuş, “Birlikte gideriz! ”demişler. Yatınca bir süre bunu düşündüm. İstanbul’a yalnız gittim, Ankara’ya arkadaşla neden gitmeyeyim? Aklım yattı. Ankara İstanbul’a göre çok küçük. Trenle boydan boya içinden geçtik. Trende beklemeseydik belki de Ankara’nın büyüklüğünü daha iyi anlayacaktık. İstanbul, Silivri’den başlıyor Sirkeciye dek trenle gidiliyor. Sonra vapurlar, tramvaylar bir sağa bir sola gelip gidiyor. Sahi ben İstanbul’da gezdim, diyorum ama aslında yalnız gezmedim. Yalnız gezdiğim yer, İstasyonla Rıdvan Umay mağazası arası. Bir de oradan Köprü üstüne;yalnız olarak İstanbul gezişiİstanbul'a girdikten sonra Yedikule denilen yerde tren çok durunca inip gitmeyi öneren olmuştu. Söyleyen kişi, “İstanbul'un bu yanlarını da görmüş olursun! demişti. Paramı çaldırırım korkusuyla bu çağrıya katılmamıştım. Katılmadığıma bir kez daha sevindim;ya katılıp da paramı çaldırsaydım? Yeni bir olaymış gibi katılmadığıma sevindim.
2 Ağustos 1941 Cumartesi…
İsmet gülerek, “Dayı, sakın gitmiyorum deme, sen gelmezsen ben de gitmem ama bunun için uzun süre başına kakarım! ”Hiç duraksamadan “Gidiyorum, ancak bugün değil herhalde! ”deyince İsmet zıpladı; “Bugün değil, haftaya;zaten bugün çalışma var. Haftaya cumartesi izinli olacağız, başka arkadaşlar da gelecek! Sevinerek kalktım. İsmet’e, gidiyorum ama ben nota arayacağım, böyle bir yer bulursam çok bekleyeceksin. İsmet, “Ben de ceket alacağım, sen de benimle çok gezeceksin! ”dedi. Nota ile ceket. İsmet’e, ”Nota kağıt, kitap sayılır, sen ceketi nasıl alacaksın? ”Muhittin eniştem geçen yıl Sabri’ye almış, İsmet’in o zaman daha gözü kalmış. Bu kez Muhittin Eniştem İsmet'e; “İstiyorsan ondan al! ”diye yazmış. Ben, “Öyleyse ben de alacağım! ”dedim. İsmet bu kez bir daha zıpladı: “İkisi de aynı ceketten olsun! ”Almış gibi ceket sevinci içinde kahvaltı ettik. Ayrı masalarda oturuyoruz, İsmet, yüksek sesle yapacaklarımızı masadakilere anlattı. Konuşması arasında “Kumlu kumlu noktalardan söz etti. Dikkatle dinledim, alacağı ceketin rengini tarif ediyor. Anımsadım, Sabri’nin ceketi değil bu, Haruniye ekibi öğretmeni Vahdet Kayık giyiyordu bu ceketi. Önce “Olmazımı” söylemeyi düşündüm, vazgeçtim, alırken kendimiz seçeriz, deyip sustum. İşbaşı yapınca, Aksu ile Savaştepe ekipleri ikisi birden binaların ek bölü su basmanları için yardım istedi. Ayrıca kapı eşiklerini, pencere altlarının ağaç işlerini biz yapacakmışız, duyurdular. Ali Yılmaz Öğretmen beni yanında götürdü, ölçü aldık;bunları bugün yetiştireceğiz. Savaştepeli öğrenciler birbirleriyle konuşurken, birisine Edremitli diye bağırdılar. Edremit nerede tam bilmiyorum ama Kuyucaklı Yusuf orada yaşadı, onu anımsadım. Acaba o çocuk Kuyucaklı Yusuf’u okudu mu? Sormayı düşündüm, sonra vaz geçtim. Daha önce Şamlı’yı sormuştum, soruma yeterli bilgi alamadım. Gene aynı durum olursa üzülürüm. Bizim arkadaşlara benzeyenler onlarda da var herhalde. Oysa bana sorsalar, ayrıntılarına varana dek bilgi vermeye çalışırım. Gene de Edremitli arkadaşı arayacağım. Edremitli çocuk Savaştepe Köy Enstitüsü’nde olduğuna göre Edremit Balıkesir’e yakın olmalı. Haritadan anımsar gibiyim ama tam bilemedim. Hasan Üner’e sordum. Hasan anımsadı; “Edremit Körfezi! ”deyiverdi. Tamam, deniz kıyısında, İzmir tarafına doğru. Gerekli tahtaları kesmek üzereyken Sili Usta geldi, durum değişti, eşikler, pencere altları beton olacakmış. Bu kez de Sili Usta beni yanına aldı, iki ekibi de gezdik. Öğretmenlerle konuştu. Su basmanlarını anlattı. Eşik, dış döşeme, merdiven bağlantılarının planlarını gösterdi. Sonunda bizim işimiz çoğaldı, Giriş duvarları biraz daha yükselince merdiven kalıpları o zaman yapılacakmış. Ali Yılmaz Öğretmen bu kez Harun Özçelik’le Orhan’ı pencere altlarını ölçmeye gönderdi. Biz kalıp için daha önce ayrılmış tahtaları kesmeye hazırladık. Orhan’la Harun öğle paydosunda ancak geldiler.
Ali Yılmaz Öğretmen bugün biraz sinirli, besbelli Sili Ustaya kızdı. Yakınımızdan köye doğru gidenler oluyor. Öğretmen, “Bugün kimse marş söylemiyor! ”dedi. Öğretmen bu sözü iki kez söyledi. Salih Baydemir, “Öğretmenim bu sıcakta marş söylenir mi? deyince öğretmen, “Başka günler sıcak değil miydi? diye sordu. Soruyu tekrarlayıp Yusuf’a baktı. Yusuf, “Öğretmenim marşları onlar öğleleri değil, akşamları söylüyor. ! ”deyince Ali Yıkmaz Öğretmen, “Ah şöyle, arada bir benim yanıldığımı da söyleyin;ben sizden bunu her zaman bekliyorum! ”dedi. Eve ayrılırken, az gecikeceğini, işbaşı yapınca kesmeye başlamamızı söyledi. Öğretmenden sonra eskilere döndük, “Hamdi Bağ öğretmen ya da Naci İnan öğretmen olsaydı! ”Yusuf yüksek sesle bağırdı, ” “İrfan Evren öğretmen olsaydı! ”Orhan:
-Kepirtepe’ye dönünce olacaklar! Böyle bir şeyin kolay olmayacağını bile bile sevindik. Su yolundakiler önce gelmiş, biz otururken onlar kalktı. Öğretmen masalarında Nahide Öğretmenin yanında cici bir kız oturuyordu, akrabası gelmiş diye düşünürken, yanımızdan geçen kızlar bana, “Müzik Öğretmeni geldi, öğretmenimizin yanında! ”dediler. Gözlerimi açık bir daha baktım, içimden “Çok güzel bir müzik öğretmeni, artık bununla kavgalı olamam! ”dedim. Yemekten kalkarken Safinaz, bana.
-Seni bizim öğretmen bir dakika çağırdı! ”dedi. Gittim, Nahide Öğretmen gülerek, “Önce seni tanıttım, şimdi de onu, yeni müzik öğretmeniniz Süheyla Başokçu! ”dedi. Utanmam gerekirken, hiç de öyle olmadı “Hoş geldiniz! ”dedim. Dikkatli dikkatli baktım, Röslein’den bir farklı durumu yok. Nasıl öğretmen olmuş? Selam verip ayrılırken, Nahide Öğretmen akordiyon çaldığımı söyledi. Süheyla Öğretmenin yüzünü görmek isterdim ama dönemedin. Ancak onun akordiyon çok severim! ”dediğini duydum. Koşarak dersliğe gittim. Arkadaşlara müjde diyecektim. Onlar çoktan duymuşlar, hepsi mandolin çalmaya hazırlanıyorlar. Mustafa Saatçı“daha dün annemizin…. İsmet, Yalancı yalancı. . Ahmet Güner, Edirne Köprüsü taştan, Abdullah Erçetin, “Ey sürmeli sürmeli, . . sözlerini gene gene söylüyorlar. İdris Destan, “Kadın sizin seslerini duysa göreve başlamadan kaçar” diyecek oldu birkaç kişi birden “Ağzını topla o kadın değil, o müzik öğretmeni! ”diyerek düzeltme yaptılar. Arkadaşlar, benim öğretmenle konuştuğumu, daha doğrusu beni Nahide Öğretmenin çağırıp tanıttığını duyunca, bakıştılar. Mehmet Yücel, “Ben size demedimdi, buraya kim gelse dayıyla tanışmak zorundadır. Kadir Pekgöz, “O Kepirde de öyleydi! ”Öğretmenin adını söyledim, bu kez tümden durgunlaştılar. Halil Basutçu, “Ne bekliyordunuz? Arkadaş, çalıştı, çabaladı bir yanını kabul ettirdi, müzik konusunda bizden farklı olduğu bir gerçek! ”Yusuf Asıl, “Ne haber, ayrıca en az on zeybek öğrendi, hem çalıyor hem de oynuyor, siz onları görseniz daha çok şaşıracaksınız! ”dedi. Bu kez de bana oyna diye tutturdular. Ben, “Kepirtepe’de bir gece konuşurken söz tartışmaya döndü, o zaman, ben akordiyonu sırtıma alıp burada çalmayacağım! demiştim, Oyunlar da buna dahil, bu derslikte ders dışında benden herhangi bir hareket olmayacak!”Sami Akıncı, gülerek, “ Bravo, sözünde durmak budur. Ben de arkadaşın yerinde olsaydım aynı tavrı sürdürürdüm! ”Mustafa Saatçı işi şakaya aldı, “Ben olsam kalkıp oynardım! ”dedi. İsmet kalktı oynamaya başladı. İş iyice cıvırken işbaşı zili çaldı. Yolda kendi aramızda gene müzik öğretmenini konuştuk. Ali Yılmaz Öğretmenin komşusu olacak mı? ben onu merak ediyorum;olsun istiyorum. Öğretmen geldi. Öğretmen başka konularda konuştu, yeni gelen öğretmenden söz etmedi. Anladım ki Süheyla Öğretmenle bir ilişkisi yok. Harun, Orhan üçümüz kalıp tahtalarını kestik. Sandığımız gibi olmadı. Merdiven kalıpları yarı bile edemeden zil çaldı. Tören nedeniyle azıcık erken paydos ediliyor. Töreni yeni öğretmen mi yönetecek? Bunu düşünerek gittim, Hidayet Öğretmen yönetti. Süheyla Öğretmen törene de gelmedi. “Yoksa beğenmedi, geri mi gitti? Kızlar bilir düşüncesiyle sordum;Sakine Özbek, öğretmenin ev için geldiğini, ev bulduğunu, yarından sonra geleceğini söyledi. Çok sevindim. Yemekte konu edilince bilgilerimi aktardım. Derslikte yat ziline dek konu müzik öğretmeni oldu. Çok güzel deyince arkadaşlardan bazıları bizim kızlarla karşılaştırma yapmamı istediler. A dan güzel mi? B’ den boylu mu? gibilerde soruları uzattılar. Ben, “Bataklı Damın Kızı” Aysel’i gibi dedim. Bu kez de “O kim ki? ” diye sormalar başladı. Mehmet Yücel bağırdı; “Dayıya sor sormayın, başımıza dert açıyor. Şimdi de bize sinemaları anımsattı! ” deyince konu sinemaya döndü. Kepirtepe’de ayda yılda da olsa sinemaya gidiyorduk. O zaman bunu az buluyorduk, aramızda sızlanmalar oluyordu. Bunu tartıştık. Kimisi nankörlük ettiğimizi, şimdi de bunun cezasını çektiğimizi öne sürdü. Mustafa Saatçı bana teşekkür etti. Neden teşekkür ettiğini anlamadım. Mustafa Saatçı’ya açıkla dediler. Teşekkür, nedeni;gelen müzik öğretmeni SS’den güzel dememişim. “Sinema sevmeyen İmam konuyu değiştirmek için kurnazlık yapıyor! ”diye sataştılar. Bana da, “Gelen öğretmenin SS’den de güzel olduğunu söyle! ”diyenler oldu. ”Okulumuzun kızları bizim kardeşlerimiz, onların zararına olacak bir sözü ben söylemem! ”dedim. Mehmet Yücel, “Bugüne dek böyle demiyordun, gözlerin pencerelerdeydi, gördün güzel öğretmeni şimdi kızlar kardeşin mi oldu? ”diye sordu. Arkasından da “Dayı öğretmene aşık olmuş, haberiniz olsun! ”İsmet beni savundu, Kadir, “Hemşerimin başı bağlı” dedi. Bu kez de “Başıbağlı” sözü tartışıldı. Bazı bölgelerde nikahlı, ya da nişanlı olanlara böyle deniyormuş. Bu arada İsmet Ankara’ya gideceğimizi, ceket alacağımızı söylemiş. Hemen yeni ceketin neden alındığı üstüne yorumlar başladı. Yatarken İsmet’e azıcık kızarak sordum; “Biz, Ankara’ya gitmeyi ne zaman konuştuk, ceket almaya ne zaman karar verdik? İsmet yanıtladı. Öğretmeni ne zaman gördük? Sorular ciddileşince takılmalar durdu. Tüm bu takılmalardan sonra gözlerimi kapatınca, konuşmaların, takılmaların şaka da olsa hoşuma gittiğini düşündüm. “Acaba yeni öğretmenle anlaşabilecek miyim? Mandolin grubuna ayrılıp çok çalışırsam sanırım o da hoşlanacaktır.
3 Ağustos 1941 Pazar…
Mandolin sözleri arasında uyandım. Birileri mandolinleri öteki sınıflardaki hemşerilerine vermiş, o ondaydı, bu bundaydı gibi laflar ediyordular. Abdullah Erçetin dışında kimsede mandolin yok. Kimisi de telsizlikten yakınıyor. Cumartesi günü mandolin teli almaya söz verdim. Kahvaltıda herkesin gözü yeni öğretmende. “Yok? ” diyenler yanında, “Beğenmedi, geri gitti! ”diyenler oldu. Doğru yanlış, gene de gözler arıyor. Gerçekte, gelmiş, ev bulmuş, bir iki gün içinde gelmek üzere ayrılmış. . Her kafadan bir ses çıktığı için olasılıklar gerçekmiş gibi sıralanıyor. Mehmet Yücel sonunda numarasını yaptı, “Kızcağız, dayıyı görünce korkmuştur, gelmez! ”dedi. Bunu duyunca güldüm ama, içimden üzüldüm, ben, korkutacak biri miyim? Bunu kimseye açamadım. Gülüşerek işbaşı yaptık, Kalıp tahtalarını, Orhan, Yusuf üçümüz kesiyoruz. Yusuf taşıyıcı. Ali Yılmaz Öğretmen Yusuf’a takıldı, “Elini kesersin, sen taşı! ”dedi. Gerçekte öğretmen tezgahların başına yığılmamızı istemiyor. Tek tek ya da en fazla iki kişi çalıştırıyor. Testere çalışırken planyayı da durduruyor. Öğleye doğru kesme işimizi bitirdik. Yusuf çakma işini yönetecek. Bunu duyunca Yusuf gülümsedi. Salih Baydemir, Yusuf’a, “Dikkat et, sakın eline vurma! ”deyince Yusuf, “Ben yöneticiyim, cakıcı değil! ”deyince bu kez öğretmen güldü:
-Vay, vay, vayyyy, yönetici çakmaz mı? Yusuf, Sili Usta’yı Mustafa Güneri’yi arkasından da öğretmeni örnek verdi, genellikle kendileri yapmıyorlar! deyince Ali Yılmaz Öğretmen, “Ben bu grupta olmak istemiyorum, öğleden sonra çakıcılar arasında olacağım, sen kendini onlar arasında say! ”Yusuf, önce öğretmeni gücendirdiğini sandı, “Onu demek istemedim, ! ”diyerek söze başlarken, öğretmen:
-Geriye dönme, sözünün eri ol! diyerek saatine baktı, paydos ettik. Yolda öğretmene, Ankara’ya gideceğimizi söyledim. Öğretmen, ”umartesi günü ben de gidiyorum! ”dedi. Buna sevindim, ancak öğretmen, “Ben hanımla gidiyorum, size tüm gün katılamam ama giderken gelirken arkadaş olurum! ”dedi. Tren saatlerini anlattı. Öğlede, çiftelerli Müzikçi Abdullah ile Mustafa geldiler, bizim grup, Ahmet Güner, Yusuf Asıl, Hasan Gülümser, Ali Ergin, Musa Güner. , Mehmet Aydemir(Mandolinle)geldiler. Külhanda terleyesiye oynadık, özellikle Bengi zeybeğini hem sevdik hem de çok iyi öğrendik. Oyunların hepsinin değişik hareketleri var. Bunlası sıra ile yazınca çabuk öğreniyorum. Yazmaya alıştığım için yazdıklarıma bakarak ezberliyorum. Böylece oyunların bir bölümünde yönetici ben oluyorum. Yusuf’la Ahmet çok dikkatliler. Öğleden sonra Aksu ekibiyle çalıştık. Aksu ekibi çalışırken çıt çıkarmıyor. Arada öğretmenleri çıkışıyor, ”O tuğla oraya olmadı, şu taşı biraz içeri çek! ” türünden uyarmalar yapıyor. Arkadaşlarla konuşuyoruz, gelen ekipler içinde en rahat Kayseri-Pazarörenlilerle konuştuk. Sonra Arifiyeliler. Daha sonra da Ladikliler. Karslılarla, Haruniyelilerle grup olarak o
Denli yakınlaşmadık ama ben içlerinden bazılarıyla çok iyi konuştum. . Ali Yılmaz Öğretmen geldi, ekip öğretmeniyle uzun uzun konuştu. O okulda tanıdığı varmış, ondan söz ettiler. “Bir
ara Ali Yılmaz Öğretmen, ”İyi kızdır, yakından tanırım! ”dedi. Belli ki bir bayan öğretmenden söz ettiler. Yusuf, merdiven kenarlarını çakarken öğretmen, “Ne o yönetici sen de mi çatıyorsun? ”diye sordu. Yusuf, “Sizin yerinize çalışıyorum öğretmenim! ”dedi. Ali Yılmaz Öğretmen, şakalı konuşmayı anlattı, konuk öğretmenle birlikte güldüler. Öğretmenler Çifteler binasına doğru gittiler. Biz, aralıksız çalıştık, getirdiğimiz tahtaları çaktık. Öğretmen, merdiven altının pekiştirilmesini önerdi. Birkaç payanda hazırlayıp çaktık. Atölyedeki arkadaşlar çifteler binası için gerekli parçaları hazırlamış, taşımaya başlamışlar. Onlara katılıp, yarına hazırlığı yaptık. Okula dönünce bir süre köşeme çekilip akordiyon çalıştım. İsmet çarşamba günü nöbetçiymiş, onunla nöbet günü değiştirip, müzik öğretmeni gelmeden azıcık çalışmayı düşündüm. İsmet razı oldu. Başıma gene toplananlar oldu, bu kez erken bıraktım. Yemeğe dek derslikte kitap okudum. Kitabın yazarı da çok zorluklar içinde yetişmiş;Kimi sayfaları okurken üzülüyorum. Ben de, başımdan geçenleri böyle anlatsam okuyan olur mu acaba? Maksim Gorki benim yaşımdayken benim gibi çocuklar arasında çocukça çalışmamış, yetişkinler gibi zorlu işleri göğüslemiş. Ayrıca benim yaşımda yazılar yazmış, durmadan da gezmiş. Yakınlarda okuduğum Panait İstrati ya da onun Akdeniz kitabındaki Mihail’e, Adriyen’ine benzeyen bir gezgin yaşamı. Bense sabah gidip akşam geleceğim Ankara’ya gitmekten çekiniyorum. Gene de okuduğum kitaplardaki kişilerin acı çekmelerini, hapislere atılmaların istemiyorum. Bu bakımdan okuyorum ama, Maksim Gorki bende, benden farksız bir yaşamdan çıkmış olduğu için acıklı bir kişi olarak iz bırakacaktır. Abdullah bunu çok sevmiş. Nasıl okumuş kim bilir; kitap ceplerinde yufka dürümüne dönmüş. Akşam yemeğinde masamıza Reşat Tekinay öğretmen geldi, “Özledim sizi, gel mel demenizi bekledim, demediniz ben de çıktım geldim! ”dedi. Yusuf içimizde en dikkatlimiz çıktı; “Öğretmenin uzun zamandan beri hep sizi gözetledim, herhalde yoktunuz, bu nedenle çağrımızı yapamadım! ”deyince öğretmen teşekkür etti, 15 günlük bir izin yapmış, dün yeni dönmüş. Bize İstanbul’u anlattı. Arkadaşlar, Edirne’ye gidip gitmediğini sordular. Öğretmen, ”Hiç sormayın, Edirne’den gelenlerle karşılaştım, Edirne neredeyse boşalmış:Edirne büsbütün asker kenti olmuş. Öğretmen, biraz acımsı gülerek, Edirne boşalmış ama bu kez de İstanbul dolmuş, kenar köşe dışardan gelmiş insanlarla dolu, dedikten sonra “İyi ettik de geldik buraya;oralarda kalsaydık daha çok üzülecektik! ”dedi. Bu kez ben, “Öğretmenim biz gene üzülüyoruz! ”dedim. Öğretmen, “Evet ama, düşündüğün zaman üzülüyorsun, orada gözlerinle görüp sürekli üzülecektin, bu farkı anlatmak istedim! ”dedi. Öğretmen Milli Eğitim Bakanlığı’na da uğramış, kitap durumlarını soruşturmuş. Bizim okullar için ayrı ders kitabı bastırılacakmış. . Öğretmen bizimle konuşurken Selçuk Korol Öğretmen geldi, “Ne o çocuklar seni sigaya mı çekiyorlar? ”dedi. Onlar ayrıldı biz de kalktık. Reşat Tekinay Öğretmen, yeni giysileriyle değişmiş. Hilmi Altınsoy Reşat Öğretmeni pek sevmez. Daha doğrusu Reşat Öğretmen Hilmi’yi sevmediğini konuşmalarında saklayamaz. Bu nedenle Hilmi Yusuf Asıl’a kızmış, “Yalancı, ne zaman aradın sen bu adamı? ”diye sordu. Derslikte de bir süre dırıltıları sürdü. Oysa biz Yusuf’un sorusunu çok beğenmiştik;o soru bizi mahcup olmaktan kurtarmıştı. Tüm masan arkadaşları Hilmi Altınsoy’a karşı olduk. Ancak Edirne haberleri bizi özellikle beni üzdü. Mektup yazmaya karar verdim. Daha önce yazdığım mektubum yanıt gelmedi. Gitmedi kuşkusuna kapıldım. ”Cumartesi günü kendi elimle atarım! ”diye düşündüm. Babama, Mustafa ağabeye, Kamber Amcama yazmaya başladım. Önce babama yazdım. Ailede herkesin adını yazarak selam söyledim, Saim, Ali Rıza, Yahya, Gülsüm çocuklara yazdığım selamlara gülecekler biliyorum. Gülen olunca büyük ablamın, “O ne yapılacağını bizden iyi bilir, siz onun yaptığı öğrenin! ”deyip çıkışacaktır. Mektup yazdığımı İsmet’e söyledim. O da heveslendi, onun mektubu yeni gelmişti, hemen yanıtladı. Mektuba yazdıklarımı, yazmam gerekirken unuttuklarımı, Mustafa Ağabeye yazacaklarımı düşünerek yatağa girdim. Üzüntümden mi yoksa başka nedenlerden mi, A’yı düşünmek istiyorum, başka bir fikir geliyor, C’yi anımsıyorum, kısa sürüyor. Acaba Röslein nedeniyle mi böyle oldu? diye düşünürken uyudum.
4 Ağustos 1941 Pazartesi.
Rüyasız bir gece geçirdiğim için sevindim. Demek kederim o denli derin değilmiş. Mustafa Saatçi Çadır Nöbetçisi. İdris Destan, yavaş bir sesle “İmam bugün akşama dek SS gözetleyecektir! ”dedi. Mehmet Aygün bunu Mustafa Saatçı’ya duyurdu. Mustafa Saatçı İdris’e “Nasıl bildin bunu Dede! ”diye sordu. (Arkadaşa, nedense ta okula girdiğimiz ilk günlerde moruk sıfatı takılmıştı. Sonraları bu sıfat giderek, yaşlı ya da dede olarak da söylenmeye başlandı)İdris bu söze çok kızdı;söylenmeye başladı. Bu kez arkadaşlar, “Arayan bulur, bulunca da sonucuna katlanır! ”türü sözler söylediler. Mehmet Aygün özür dileyerek İdris’e sarıldı dışarı çıkardı. Bu kez de Mustafa Saatçı'ya ya bir oyun oynadılar. “Sözde kızların da okul binasında günlük nöbetleri varmış, ” SS bugün nöbetçiymiş. Fısıltı olarak bunu yaydılar. Mustafa Saatçı zaten bu SS olayını salt şaka olsun diye sürdürüyor. Bu kez iyice sinirlendi galiba bu nöbet işine de inandı, “Nöbet gününü değiştirmek isteyen var mı? diye soruşturmaya başladı. Bunu duyan İsmet bana sormadan, “Dayım değişiyor! ”dedi. Mustafa benden rica etti. Önce şaka sandım, gerçekten sinirli, “Şakayı gittikçe kakaya çevirdiler, başıma dert açacaklar! ”dedi. Bu kez kızın nöbetinin olmadığı söylendiyse de Mustafa:
-Yemin ettim, sözümden dönemem, gel benim yerime sen tut! ”diye neredeyse yalvardı. Ben, “Olur! ”deyip nöbete kalmaya razı oldum. Kahvaltıda gerçekten SS’nin nöbetçi olduğunu ancak okulda değil yemekhanede olduğunu öğrendik. S. yanımızdan geçerken ben sordum, “Burada mı yoksa okulda mı nöbetçisin? ”dedim. S. Niçin sordun abi, burada nöbetçiyim! ”dedi. Mustafa Saatçı, az sonra geldi kulağıma, “Nasılsın abi? ”deyip geçti. Buna da sevindim, arkadaşla zaten aramız pek iyi değil, iyice öfkelenip kin tutmasını istemiyorum. Çadırda kalmam, mektuplarım için iyi oldu. Çadıra gidince yapılacak işleri asılı kağıttan bir daha okuduktan sonra sıralayarak bir güzel yaptım. Çadır önlerini ıslattım. Çoban Mehmet’in gezdiğini biliyordum. Okulun bahçe kapısını da ıslattım. Kızlar gördüler, Nahide Öğretmene söylemişler Nahide Öğretmen gülerek “ Bugün ne iyi nöbetçimiz var, teşekkür ederiz! ”dedi. Bir süre Çoban Mehmet’i bekledim. Öğleye dek gelen giden olmadı. Mektuplarımı rahat rahat yazdım. Yemekte arkadaşlar, Ali Yılmaz Öğretmenin kızdığını söylediler. Yusuf doğrucu, öğretmenin sadece sorduğunu, “Aman hasta falan olmasın! ”dediğini söyledi. Öğleden sonra tüm notalarımı sıralayarak birer ikişer kez çaldım. Bildiğimi sandığım parçaların çoğunda tökezlediğimi görünce üzüldüm. Oyunlara kendimi kaptırdığım için akordeon biraz uykuya yatmış. Sil yeni baştan parmak çalışmalarına başladım. Kepirtepe’de yaptığım gibi parçaları beşer beşer ayırıp hafta günlerine yazdım. Onları o günler kesinlikle tekrarlayacağım. Karmen Silva, Tuna Dalgaları, Çardaş Frustin, Macar Dansı, Volga Volga, La Kokaraçka, La Komparsite, Martılar, Çok Ağladım, İzmir, Dumlupınar, Ankara, Onuncu Yıl marşları, Kır at, Sonbahar, Gül, Gül Nihal şarkıları. Mevlana Peşrev, Saz Semaisi, Harmandalı, Bengi, Arpazlı, Sepetçioğlu zeyhbekleri, Merzifon, Timurağa, Hoşbilezik, Sivas halayları en çok çaldığım parçalar. Manastır, Menekşe Buldum, Meşeli, , Ilgaz da sevdiğim sözlü parçalar. Okul şarkılarının hepsini çok rahat çalabiliyorum. Akşam paydosunda çadırın kapısına oturdum, kitap okudum. Bir gözüm de hep karşılarda oldu. Ancak beni kimse görmedi. Birileri geldi gitti. Herkesin bir işi var, onlar işlerini sürdürüyorlar. Kendi kendime “Demek hergün böyle, insanlar kendi işini kovuşturuyor! ”dedim, çıktıp yatağıma uzandım. Dışardan gelen konuşmaları duymaya çalıştım. Önemli bir ses duyamadım. Alıp akordiyonu çıksam belki bir ses olacak. Ancak o sesi çıkarn ben olacağı, deyip güldüm. “Bugün çıkmıyorum! ”deyip inadıma yattım, yemek ziline de tam bir nöbetçilik yaptım. Zilden sonra çıktığımı gören arkadaşlar, “Nöbetçi uykudan kalkmış! ”diye gülüştüler. Ben de sahiden uyumuş gibi onlara katıldım. Meğer arkadaşların çoğu öğleden sonra nöbetlerinde gerçekten uyuyormuş. Mustafa Saatçı'nın nöbet işi gene konu edildi. Bu kez ben bu şakalaşma işine karşı çıktım:
-Konuştuklarımızı herkes duyuyor, çok ayıp oluyor. Bizler burada konuşuyoruz sonra unutuyoruz ama, bunları duyanlar sahi sanıp bunları daha yaygınlaştırıyorlar.
Çadırda yalnız kalınca düşündüklerimi biraz çevirerek anlattım. “Herkes kendi işinde, başarılı olmaya çalışıyor. Bizimle hiç kimse, bizim onlarla ilgilendiğimiz gibi ilgilenmiyor. Büyük birer kızmış gibi baktığımız çocuklar, bizlere abi diyorlar! deyince, Birkaç kişi birden “Onlar sana öyle diyor! ” karşılığını verdiler. Ben de, “Öyleyse ben de onların ağabeyleriyim, onları korumak benim görevim. Bundan sonra birisi hakkında kötü bir söz söylenirse onun nedenini soracağım! ”Sabahleyin S’ye soruşum iyi etki yapmış, “Sahiden onlarla konuşuyor, sorar! ”diyenler oldu. Önce Sami Akıncı sonra da Halil Basutçu, “Sağ ol arkadaş, en doğrusu bu, biri birisini gönlünden geçiriyorsa, buna kimse karışmaz. Ancak bizim yaptığımız, hepsini ortaya getirip gülme konusu yapmaktır. İşte bu önlenmelidir! ”Uzunca bir sessizlik oldu. İsmet Ankara sözünü et;i, Gidince nerelerini görebiliriz? Ankara Kalesi, T. B. M. Meclisi, İstasyon, Gazi Terbiye Enstitüsü sıralandı. Ben bir de Dikmen’i görmek istediğimi söyledim. Arkadaşlar güldüler. ”O da nedir? ”diye soranlar oldu. Hasan Üner anımsadı, “Sen o kızı arayacaksın ama o çoktan gitti! ”dedi. Hasan bunu biraz şaka olsun diye söyledi ama, araya kız sözü girince birileri gene pirelendi. Özellikle Fettah Biricik, başını öteye döndürerek:
-Nerde bulurlar bu kızları yahu? demiş. Ben tam olarak anlamadım. Bekir Temuçin, Hasan Üner, Hüseyin Orhan güldüler. Hasan Üner, “Arkadaşlar duyduk duymadık demeyin, ben Feride adlı bir kızı seviyorum! ”dedi. Yusuf Asıl, ”Vay, sen benim hemşerimi seviyorsun ha! ”diye çıkıştı. Hasan, bizim kızların arasında Feride adlı bir kızın bulunduğunu düşünmemiş, salt Fettah’a takılmak için Çalıkuşu Romanındaki Feride’yi kastetmişti. Sözünü geri aldı. Bir hayli sataşmayla karşılaştı. Mustafa Saatçı da konuşmalara katılmadı. Onun susuşuna alışmamış olan şakacı takımı duramadı, Mustafa Saatçi’ya öneride bulundular. İdris Destan, Hafız SS’den vazgeçtiğine göre ona münasip birini bulalım! ”dedi. Mehmet Aygün, “Dağları Bekleyen Kız’ı, Mehmet Başaran, ”Çölde bir İstanbul kızı’nı, önerdi. Mustafa Saatçı, duymamış gibi, öylece bakıp dinledi. Bu kez Hasan Üner, “Mustafa Saatçı bunları beğenmedi, benim de bir kitap kızım var! ”dedi. Mustafa Saatçı, Hasan Üner’den çok aykırı bir öneri beklemiyordu, bu kez sordu “Kim? ” Hasan Üner işi sağlama bağlamak için sordu. “Beğenmezsen darılmayacağına söz ver! ”Mustafa Saatçı, söz verdi. Hasan seçtiği adayı söyledi, “Aygır Fatma! ” Arkadaşların bir çoğu gülerken bir bölümü duraksadı;Mustafa Saatçı'nın tepkisi ne olacak? . Mustafa Saatçı, gayet sakin, “Şaka ediyorsun, yok öyle birisi, uydurdun! ”dedi. Hasan Üner, yemin ederek var olduğunu söyledi, kitabı, yazarının adını açıkladı; “Yazar, Osman Cemal Kaygılı, Kitap adı, Çingeneler. Mustafa Saatçı, “Aşk olsun, bana çingeneleri mi layık gördün! ”dedi gene sustu. Arkadaşlar birden durdular. Bunun arkasından bir tatsız olay gelebilir diye düşünürken İsmet, “İmam beğenmedi, Aygır Fatma’ya ben talibim! ”dedi. İsmet’e takılmalar başladı. İsmet az sonra sözünden dönüş yaptı. ”Yanlış anladınız, “Ben Aygır Fatma adlı kitabı okumaya talip oldum! ”dedi, arkadaşların, “Sözünden dönme! ”çıkışlarına karşı İsmet diretti; “Ben kitap istedim! ”Bu kez Mustafa Saatçı, “Kitabı okumaya ben de talibim! ”dedi. Gerçekte söz konusu kitabın ortalıkta olmadığını sanıyorlarmış. Oysa Hasan, kitabın elinde olduğunu söyleyince, okuyacağını söyleyenler sustular. . Halil Basutçu bana:
-Sen nöbetçiydin, susturtacağın yerde konuşturdun; Dikmen Kızın da bir işe yaradı. İnsanlar konuşmak için konu arıyorlardı, bir güzel boşaldılar! dedi.
Pikeyi başıma çektim, iyi ki gelen giden olmadı. Sabahtan beri Çoban Mehmet bekliyordum, çıkıp gelseydi ne yanıt verecektim? Yaptığıma pişman oldum, sıkıntıdan uykum kaçtı. Oysa yan tarafımda yatan Orhan çoktan uyudu.
5 Ağustos 1941 Salı
İsmet bağıra çağıra Çoban Yıldızı diye kitap olup olmadığını soruyor. Yoksa o yazacakmış. İsmet’i uyardılar: “Çoban sözünü etme, başın derde girer! ” İsmet, “Akşama kadar ben burada mı bekleyeceğim? ”diye sordu. Gülenler oldu. Mehmet Yücel, yol gösterdi, “Dayının akordiyonunu al, sesine kızlar gelir! ” Mustafa Saatçı başta olmak üzere birkaç kişi birden bağırdı, “İskelet, hani kızlar konuşulmayacaktı? ”Mehmet Yücel sözünü geri aldı, “Unutmuşum, özür dilerim! ”dedi. Bu kez de bana, “Dayısı akordiyonunu alsın bu çocuk, zaten onun çalacağı akordiyonuna kimse gelmez! ”dedi. Mustafa Saatçı buna da karşı çıktı “İskelet, deminki sözünü tekrarlıyor, sözünü tam geri alsın! ”Arkadaşlar gülüşerek kahvaltıya yöneldi. Okul Müdürü ile Hüsnü Baykoca tam karşımızdan geliyordu, sıra olup selam verdik. Çoban Mehmet selamlarımızı beğenmedi:
-Siz artık kocaman delikanlısınız, yollarda selam için durmayın, başınızı eğerek geçin! dedi. Müdür Bey doğru söylemişti. Ancak arkadaşlar, ondan gelecek tüm önerilere karşı olma gibi bir inat sürdürdüklerinden, buna da bir kulp taktılar:
-Bize baş eğdiriyor!
Şimdi de bur tartışılmaya başlandı. Arif Kalkan, Sefer Tunca, Ali Önol, Harun Özçelik Müdür Beyi haklı buldular:
-Tüm insanlar nasıl selam verirse o adamcağız da bize onu önerdi! dediler. Bu kez de Çoban Mehmet’e adamcağız deme sözü tartışmayı büyüttü. “Çoban Mehmet, belli öğrencilerle gizli konuşup bilgiler topluyormuş, içimizde böylesi var mı? sorusu sorulunca Arif Kalkan birden sinirlendi:
-Herkesi kendiniz gibi mi sanıyorsunuz? deyip yürüdü. Bu söz büyük bir gruba söylenmişti, saydık on iki kişi var. Hepimiz üzüldük ama gene de Arif gibi kızmadık; “Arif bizim gibi değilmiş”, deyip gülüştük. İşyerine giderken, aynı konu üstünde duruldu. Ben Arif Kalkanı haklı gördüm. Arif selamlaşmayı savunuyordu. Sözlerinin doğrudan Okul Müdürüyle bir ilgisi yoktu. Selamlaşma olayındaki benzerlikten dolayı Okul Müdürünü savunur gibi görünmüştü. Tartışarak giderken Ali Yılmaz Öğretmen yolumuza çıktı, konuşmaları kestik. Öğretmen, iyi olup olmadığımızı sordu. Bana, “Cumartesi günü Ankara’ya gidiyoruz, vazgeçme yok! ”dedi. İşbölümünde biz, Orhan, Hasan üçümüz kesme işine kaldık, arkadaşlar Çifteler binasının merdivenleriyle pencere altlarını. tamamlaya gittiler. Biz, Savaştepe binası işine başladık. Mustafa Güneri Öğretmen geldi. Bizi öven sözler söyledi; “Çalışıyorsunuz, öğretmenleriniz güven duyuyor. Bu sizin için de rahatlık oluyor, karışan görüşen yok. Ancak siz bu yoklarda yararlanmaya kalkmıyorsunuz, önemli olan bu. İşte bu duygu sorumluluk duygusudur. Sizi kontrol eden olsun olmasın, kendi işinizi kendi vicdanınızın sorumluluğunu duya duya sürdürüyorsunuz. İşte sizin okulunuzdan, Köy Enstitüleri’nden çıkacakların tümünden bu tür bir çalışma anlayışı kazanmaları bekleniyor. Başından beri tüm çalışanları gözlüyorum, tümüyle böyle bir anlayışın oluştuğunu söyleyemem. Sizin gibi birkaç küçük grupta bunu görüp mutlu oluyorum. Ancak sizi görünce: “İşte bir örnek! ”diyorum. Bakın, kendimi tutamadım bunu size de açıklıyorum. Öğretmeniniz Ali Yılmaz’ı daha önce kutlamıştım! “Sili Usta geçen gün durup dururken, “O kule dikenlere dikkatinizi çekerim! ”dedi. Ben de ona: “Onlar benim arkadaşımın çocukları, onlar buraya gelmeden daha ne olacaklarını kanıtlamışlar, arkadaşım onlardan ne bekliyorsa onlar onun yanıtını vereceklerdir, buna o da ben de güveniyoruz. İkimiz de mahcup olmayacağız! ”dedim. Sili Usta gülerek ne dedi biliyor musun? “Üçümüz de! ”Sili Usta çok çalışkan bir insan bir o kadar da çalışandan anlayan uzman, bostancı nasıl kavundan, karpuzdan anlıyorsa Sili Usta iş yapacakları gözünden anlıyor;buna iyice inandım! ”Mustafa Güneri Öğretmen bunları bize neden anlattı, bir türlü anlayamadık. Orhan üzgün üzdün baktı; “Belki de ayrılacak! ”dedi. ”Ayrılsa neden gelip bize bunları anlatsın? Ali Yılmaz Öğretmen geldi; “Mustafa Güneri Öğretmen size bir şeyler söyledi biliyorum! ”deyince Hasan; “Buradan ayrılacak mı? ”diye sordu. Ali Yılmaz Öğretmen Hasan’a “Ağzındakini yel alsın, o giderse burası harman olur. neden böyle düşündün? ”diye Hasan’a sordu. Hasan, “Bize çok güzel sözler söyledi! ”deyince, ”Ali Yılmaz Öğretmen, “Söylediklerinde yanlış var mı? siz ona bakın! ”dedi. Arkadaşlar tahta almaya gelince biz de onlara katılıp bir süre tahta taşıdık. Biz tahtaları keserken bir önceki bina sayısını esas almıştık. Oysa binaların oturtulduğu yerlerin toprak tabanı çok değişik. Kimisinde toprak kazılacak, kimisi de dolgu yapılarak çevresi düzelecek. Bu nedenle merdivenler bahçeye değişik kalıplarla çıkıyor. Kuzey kapılarda bir metre dolayında fark var. Kuzey kapılar da ise ikisine giriş kazılarak girilecek. Öğle paydosuna birlikte çıktık. Yemekte gözüm önce Nahide Öğretmene takıldı;sakınarak bakarken yanındaki güzel bayanı gördüm “Müzik öğretmenimiz gelmiş. ”Az sonra İsmet, geldi kulağıma söyledi, “Dayı, sahiden müzik öğretmeni çok güzel, yakından gördüm, okula, kızların yanına geldi. Ben kapıdaydım, benden sordu, Nahide Öğretmene haber verdim! ”dedi. Arkadaşlar hep bakmaya başladılar. Tersine ben utanmaya başladım. Hilmi Altınsoy, güzel bulmadığını söyledi. Mehmet Aygün’le tartıştılar. Hilmi, “Güzeller biraz tombul olur! ”dedi. Derken tombulluk, şişmanlığa, pırtlalığa döndü. Arkadaşlar içinde en pırtlak olarak anılan Abdullah Erçetin, Fettah Biricik, Hilmi Altınsoy’du. Söz geldi Hilmi’nin üstüne yıkıldı. Hilmi kendini savunurken “Ben Gebeşten daha mı pırtlayım? diye sordu. Bu kez Abdullah duydu, Hilmi Altınsoy’a ağır sözler söyledi. Hilmi Altınsoy beni araya koydu, Ben de kendimi suçlayarak aralarını buldum. Sözde ben konuyu yanlış açmışım, İsmet gelip işi karıştırmış. . . falan filan. Önemli olan müzik öğretmenimizin gelmiş olması. Dördüncü yıla girerken bir müzik öğretmenine kavuşmaktan mutlu olmalıyız. Arkadaşlar da beni desteklediler. Abdullah’la Hilmi’yi de bizim külhana götürdük. Mustafa Atavcı arkadaşıyla bizi bekliyormuş. Gelen arkadaşı daha önce tanımıştım, Abdullah. Neşeli bir arkadaş, bizim Abdullah’tan az daha uzun boylu. Onun da güzel sesi var. Ben akordiyonu getirmedim, kendim de oynamak istedim. İki Abdullah bize lay laylarla akordiyonluk yaptılar. Bengi zeybeğini iyice pişirdik.
İşbaşı yapınca öğretmen, pervazları kollu testerelerle kesmemizi söyledi. Kendi aramızda işbölümü yaptık: Orhan çizip taşıyor, Hasan işkenceyle sıkıyor. Ben mazotsuz makine kesiyorum. Biz birbirimize takılıp gülerken Bu kez Sili Usta geldi. “Ne o makine bozuldu mu? ”dedi. Anlattık; “İnce tahtaları böyle daha rahat kesiyoruz” Gülerek “Kol sporu, iyidir! ”deyip, inşaatlar tarafına geçti. Kestiklerimizi almaya geldiklerinde gene biz de taşıyanlara yardım ettik. Arkadaşlar paydostan önce geldiler. Öğretmen, “O işi de bitirdik, önümüzdeki iki gün içinde ötekini de bitirirsek, bir süre bütün ağırlığı kendi binamıza vereceğiz! ”dedi. Gülerek; “Başkalarına yardıma koşarken kendi işimizi geciktiriyoruz. Bunu anlatan bir Atasözümüz vardır. Biliyorsanız, söyleyin! ”dedi. “Midyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak! ”Yusuf, “Midyat! ”dediği için Harun düzeltme yaptı: “Dimyat! ”olacak. Ben bu sözü duydum ama hiç söylemedim sanırım, ne Dimyat ne de Midyat bana tanıdık gelmedi. Zaten öğretmen, “Benim istediğim bu değil, biz bir şey kaybetmiyoruz, kendi işimizden çok öncelikle başkalarına yardım ediyoruz! ”dedi. Uzun süre atasözü anımsamaya çalıştık. Bu arada bir olayı da iyice öğrenmiş olduk:
-Bildiğimiz Atasözü sayısı on beşin üstüne çıkmadı. “Sakla samanı gelir zamanı, Ağaç yaşken eğilir, Anasına bak kızını al! Yusuf bunu söyleyince Ali Yılmaz Öğretmen gülerek Yusuf’a, “Bu nasıl oluyor, biraz açıklar mısın? ”dedi. Yusuf azıcık utanır gibi oldu. “Anası şeyse falan diye sözü uzatınca öğretmen, “Hadisene, anası güzelse, de şunu! ”diye uyardı. Bu kez Yusuf gülerek;“İşte siz söylediniz öğretmenim! ”dedi. Ben de “Bir baltaya sap olmak! ”dedim. Öğretmen bana da açıklattı. “Bir insanın bir işe yaraması, belli bir işi iyi yapması! ”derken öğretmen gene Yusuf’a döndü, benim sözümü biraz değiştirerek sordu; “Bir baltaya sap olamamak! ”sözünü hiç duydun mu? ”Yusuf az düşündü, duraksadı. Öğretmen üstelemedi, kendisi:
- İşte buralarda bunun için çalışıyoruz;sizler değişik etkinlikler içinde eğitilerek büyüsün, günü gelince de buradan “Bir baltaya sap olarak, çıksınlar, istiyoruz! Sonra da “Eee, yeter bu kadar Türkçe dersi! ”deyip saatine baktı. İki elini kaldırarak paydos işareti verdi. Ortalığı toplayıp yola çıktık. Bu akşam ilk paydos eden biz olduk. Ben de bunu istiyordum, gidip akordiyon çalacağım. Belki yeni öğretmenimiz, duyar ilgilenir. İçimden bunları geçiriyorum. Hasan okuduğu kitaplardan aktardığı adları anlatıyor. Sandalım Geçiyor Varda, Çingeneler. İpsiz Cemal, Aygır Fatma. Bu aygır Fatma sözü geçen akşam kavgaya neden olacaktı. Ben de bir Fatma biliyorum ama o Kara Fatma, Kurtuluş savaşı kahramanlarından. Bir zaman bizim köye de gelmişti. İnsanlar onun önünde eğiliyordu. Bizim kahveye de geldi, erkeklerle kahvede konuştu. Erkeklere “Eşlerinizle gelin, onlar gelirse burada daha rahat olursunuz, onlar burasını düzenleyip güzelleştirir! ”demişti. Babama da, “Yalnız gelenleri kahveye almayın! ”deyince babam: “O zamana kimse gelmez, kapıya kilidi vurmak zorunda kalırım! ”deyince gülüşmüştüler. Benim için söylediği sözü ise hiç unutmuyorum;baba beni gösterek sormuştu:
-Öteki çocukların hepsi siyah saçlı, nerden karıştı bu sarışın böyle? Babam da annemden söz etmişti. Sözlerin bir bölümünü duyamamıştım. Sanırım babam, fısıltıyla annemden söz etmişti.
Okula gidince akordiyonu aldım. İsmet geldi, yanıma oturdu. İsmet benim akordiyon çalışıma değil tümden müzik merakıma şaşıyor. “Biz iki kardeşin çocuklarıyız, sen bu denli müzik severken ben neden hiç ilgi duymuyorum? Üstelik annemle babam ikisi de müzik seviyorlar, annem güzel ninniler gibi köy türkülerini de söyler. Babamın, yalnız kaldığında ağzında hep türküler vardır. Hele Ayşe Ablam, akranları içinde en güzel söyleyenlerden sayılır! ”İsmet’e destek oldum; “Ben de söylemeye yanaşmıyorum. Sanırım salt çalgı çalma merakı var;başkaların yaptığını ben neden yapamayayım? deyip bu işe kalkıştım. Bunu yapmasan, sanki çok boş kalacağım, boş kalınca da belki yanlış işler arkasına düşeceğim. İyisi mi, öğretmen olacağıma göre, çocuklara şarkı öğretecek ölçüde bir beceri kazanayım! ”İsmet kalktı, gitti. Az sonra Çiftelerli Mustafa Atavcı bir arkadaşıyla geldi. Öğrendiğimiz oyunları dinledi. Onların okulunda davullu zurnalı oynuyorlarmış. Az sonra bir çok öğrenci geldi. Etraf iyice kalabalıklaşınca hevesim kaçıyor. Çalışmayı kestim. Zaten beklediklerimden bir kıpırtı çıkmadı. Mustafa'yla arkadaşı da gitti. Bu kez İsmet’le çadırın önünde oturduk. Biz otururken Gül bir grup arkadaşıyla geldi. yakınımızdan geçerken muştuladı, “Müzik ğretmenin evinden geliyoruz, çok nazik bir insan, bir ressam kızıymış! ”dedi. Hiç bir anlamı olmadığını bile bile O, burada sizinle neden kalmıyor? ” diye sordum. Gül, “A, o burada kalır mı? rahatını düşün üyor;o nedenle evde kalmak istiyor;galiba annesi falan gelecekmiş! ”dedi. Yeterli bilgiyi aldık. Ressam kızı olduğunu daha önce Mustafa Güneri Öğretmen söylemişti. Dersliğe gittim. Müzik öğretmeni üstüne benim bildiklerimi herkes öğrenmiş. Mandolin paylaşımı bile başlamış. Cumartesi günü çalışmaya başlanacakmış. Cumartesi günü Ankara’ya gideceğime göne ilk gün olmayacağım. Sonraki günler de kısmet, öğretmen çağırır, mandolin grubuna alırsa katılırım. O da Behire Bil Öğretmen gibi “Keman” derse ben yok olacağım. Cumartesi günü olamayacağıma gene de azıcık üzüldüm ama, arkadaşlara karşı biraz büyük konuştum. Ankara’ya gitmekten de geri dönemem. Almanca lügatim Sami Akıncı’daydı, Sami sordu, biraz daha kalabilir mi? “Kalabilir! ”dedim ama onun Edebiyat Lise 1. sınıf kitabını istedim. Fikret Madaralı Öğretmen bir Türkçe dersinde Yahya Kemal’i anlatırken, O’nun şiirlerini çok titizlikle yazdığını bir şiirini ise sekiz yılda tamamladığını anlatmıştı. İşte o şiir bu kitapta, kısacık ama hem okumak hem de anlamak çok zor. Gene de yazıp ezberleyeceğim.
Mahurdan Gazel
Gördüm ol meh düşuna bir şal atup mahurdanGül yanaklar üstüne yaşmak tutunmuş nurdanNerdübanlar busiş-i damanıyla mestİndi bin işveyle kaşane- i fağfurdanAtladı damen tutup üç çifte bir zevrakçeyeGeçti sandım mah- ı nev ayine-i billurdanHalk-ı Sa’dabad iki sahil boyunca fevc fevcVa’de. i teşrifine alkış tutarken durdanCedvel-i sim’in kenarından bu avazın KemalKoptu bir fevvare-i zerrin gibi mahurdanYahya Kemal Beyatlı
Meh-düş-mahur-nerduban-busiş-dam-kaşane-fağfur-zevrakçe-mah-ı nev-fevc-vade-dur-sim-fevvare-zerrin-Güzel yüz-uzak-merdiven-öpme-etek-hoş olma-büyük ev-parlayan-kalabalık-geliş-akan su-parlak, gümüş-bağırma-altın. . Kitaptan aldığım sözlerin anlamlarını yerlerine koyarak açıklıyorum. Öyle daha kolay ezberleyeceğim. Yahya Kemal bu şiiri sekiz yılda yazdıysa ben de sekiz günde ezberlerim. Lahur şalını da öğrenmiş oldum. Sanırım çok değerli benim de şalım vardı ama o bayağı bizim köy dokumalarından ya da örmelerindendi. Avaz sözü ilgimi çekti. Bizde de çok kullanılır. Biri biraz yüksek sesle konuşunca onu uyarırlar. “Öyle avaz avaz bağırma ya da avaz avaz bağırarak gitti. Avazım çıktığı kadar bağırdım ama duymadı ! ”derler. Bizim bildiğimiz ayna da burada değişik yazılmış:ayine. Billur sözünü çok duyardım:Bilur gibi su, billur gibi ses. Bir de ablamdan duyuyordum, adını anımsamadığım bir olayı anlatırken(Pişme işlerinde) billurlaşmaya yüz tutunca, ateşi azalt falan diye bir şeyler anlatıyordu. Bir şarkıda da “Billur kaynakları var! ”deniyor. (Gezsen Anadolu’yu) Şiiri ayrıca küçük bir kağıda yazdım;yalnız kaldıkça açıp okuyacağım. Başına bir lahor şalı atıp merdivenlerden indiğini gördüm. Eteklerin merdivenleri öpüyor. Öyle mi? Yoksa merdivenler mi etekleri öpüyor? Yalnız yalnız çalışırken öteden mandolinciler Sefer’le Arif bana bakıyor. Güldüm, Arif, “Çok rahatsın, biz şimdi başladık senin gelip çektiğin yollara, küçük çocuklarla çalışıp onlardan bir şeyler kapmaya çalışacağız! ”dedi. Ben de onlarla beraber olacağımı söyledim. Derse girmesem bile onlarla serbest zamanlarda çalışacağımı mandolini ilerleteceğimi tekrarladım. İsmet de onlarla çalışmaya söz vermiş, bana söylemedi ama kendisi mandolin alacakmış. Buna da çok sevindim. Aynı mandolini ben de kullanırım. Yatmaya gidince İsmet’e sordum, İsmet mandolin alacak bir grup oluşmuş, oraya adını yazdırmış. Mandolin alma işini Hidayet Öğretmen üstlenmiş. Sevinerek yattım. Müzik öğretmenin gelişine Gül de çok seviniyor. Oysa müzik çalışmalarına katılmaya pek niyeti yok. “Dinlemesini çok seviyorum ama, çalışmaya gelemiyorum, çalışsam da becerememekten korkuyorum! ”diyor. “Öğretmen olunca ne yapacaksın? ” sorusuna verdiği yanıt ilginç:
-Biz kızları köylere tek göndermezler;gittiğimiz yerde kesinlikle bir arkadaş daha bulunur;ondan yararlanırım! Bu sözünü anımsayınca nedense gülümsüyorum; “Belki de bir müzik bilenle evlenmeyi düşlüyor. ”
Yarın Yusuf nöbetçi, öğlede oyuna gelemeyecek;belki biz de ara veririz. Müzik öğretmeninin yüzünü anımsamaya çalıştım. Bildiğim hiçbir yüze uyduramadım. Behire Öğretmen düpedüz çilli yüzlüydü. Bunun yüzü lekesiz, resim gibi….
6 Ağustos 1941 Çarşamba
Gözlerimi açtığımda Yusuf’la İsmet tartışıyordu. Yusuf çadırı gözden geçirmiş, İsmet’in dün iyi temizlik yapmadığını saptamış. İsmet, ancak bu kadar yapabileceğini söyleyip savuşturmak istedi. Yusuf’u savunanlar oldu, “Söze gelince alasını ediyorsun, işe gelince böyle söylüyorsun! ”Aralarına girdim, “Hadi çocuklar buna uygun bir Atasözü bulalım! ”Bekir Temuçin az ileriden seslendi; “Lafla peynir gemisi yürümez! ”Orhan Bekir’e karşı durdu; “Arkadaşım bu söz buraya uymadı! Arkadaş açık açık söylüyor, “Ben ancak bu kadar yapabilirim! ”diyor. Oysa senin sözün, yapacağım diyenlere uygun düşen bir söz. ! ”Sami Akıncı söze karıştı. “Ben de Orhan gibi düşünüyorum ama buna uygun Atasözü var. Biraz düşünürsek bulabiliriz! Sami bunu söyledi;gülerek sordu, “ Nerden çıktı şimdi bu Atasözü araştırma? ”Yusuf açıkladı:
-Biz çalıştığımız yerde bunları konuşuyoruz, Ali Yılmaz Demirbilek bize bunları soruyor. Dülgerlikteki arkadaşlar şaştılar. Mehmet Yücel, “Hani siz bu adamdan çok yakınırdınız, ne oldu şimdi barışıp Atasözü mü araştırıyorsunuz? Öyleyse ben size uygun Atasözü bulayım! ”dedi. Meraklılar birden “Hadi bul! ”diye bağırdı. Mehmet Yücel, “Söyleyeceğim ama gücenmek yok. Ben, Ali Yılmaz Öğretmeni severim, söyleyeceğimi duyarsa bana çok gücenir. Söz aramızda kalacaksa, söyleyeyim! ”dedi kesti. “Bilmiyorsun, bilm iş numarası yapıyorsun, biliyorsan söyle! ”diyenler oldu. Mehmet Yücel:
-İlk söyleyeceğim, “İt iti ısırmaz! ”, “Bükemediğin eli öpeceksin! ” Yusuf Asıl:
-Nöbetçi olarak sizi kahvaltıya çağırıyorum! diyerek vakit bildirisi yaptı. Orhan’la gülüşerek kahvaltıya gittik. Bugün Yusuf yok, daha az konuşacağız! Gözlerim müzik öğretmenini aradı, yok. Selçuk Korol, Reşat Tekinay, Hidayet Gülen, Hüsnü Baykoca, Namık Ergin, Mustafa Güneri kahvaltıdalar. Bunlar pek bir araya gelmezdi. İlgimizi çekti. “Gelecek mi var acaba? ”Öğretmen, “Bugün Orhan’la çalışmak istiyorum, Harun burada kalsın! ”dedi. Nedenini önce anlamadım. Onlar gidince durum açıklık kazandı;Harun biraz rahatsızmış. Öğretmen, “İstersen dinlen! ”demiş. Harun çalışmak istediğini söyleyince bizim yanımıza ayırmış. Hasan, Harun üçümüz. Pencere üstlerine kalın lentoları kesiyoruz. Tam işe başladık kahvaltıda gördüğümüz öğretmenler topluca geldiler. Gelen giden yokmuş, kendi aralarında konuşmuşlar;bizleri çalışırken topluca görmek istemişler. Hüsnü Baykoca Öğretmen, Mustafa Güneri Öğretmene bakarak “Maşaallah tığ gibi delikanlı, her gün geziyor. Biz masa başlarında…sözünü bitiremeden Reşat Tekinay gülerek “Aman aman beni katma, ben yokum! ”deyip gruptan çekildi. . Hidayet Gülen Öğretmen güzel sözler söyledi. “İyi çalışmalar! ” diyerek ayrıldılar. Onlar gidince bir süre öğretmenleri konuştuk. Hiç tanımadığımız insanlar bize yakınlık gösteriyor, çalışmamız, dürüst olmamız, sağlığımızı korumamız için öğütler veriyor. Bizler de onları babalarımız, ağabeylerimiz gibi dinliyor, seviyoruz, sayıyoruz. Ben bu konuda biraz daha duyarlıyım galiba, Ahmet Gürsel, Hasan Çevik, Hamdi Bağ, İrfan Evren, Naci İnan, Fikret Madaralı, Salih Ziya Büyükaksoy öğretmenleri sık sık anıyor, onlara mektup yazamadığım için üzülüyorum. Mektup yazmayışım da yazmak istemediğimden değil, onları yanıt vermek zorunda bırakmayışımdan. Yanıtsız kalmadan üzülmüyorum ama ikinci mektubu yazmak zorlaşıyor. Ömer Uzgil Öğretmene iki mektup yazdım. Birinciye çok uzun, yönettiği okulun durumunu anlattı. İkinci mektubuma uzun süre yanıt vermedi. Bir kaç ay sonraki bir bayram tebrikinde işlerinin yoğunluğu nedeniyle yanıt veremediğini üzülerek belirtti. Ben de ondan sonra bayramlarda tebrik yazdım. Buraya gelince de evden başkasına mektup gönderemedim. Lüleburgaz’da da mektupları postaya kendim veriyordum. Yazdığım iki mektubu cumartesi gününe bekletiyorum, postaya ben verirsen kesinlikle gideceğine inanıyorum. Meğer Harun da benim gibi düşünüyormuş. Konuşmamıştık Ömer Uzgil öğretmene o da üç mektup yazmış, ona da ikinci mektuptan sonra kart göndermiş, işlerinin yoğunluğundan söz etmiş. Harun’la bizim Kepirtepe müdürümüzü düşündük, adamcağızın mektup yazacak zamanı mı olur? Olduğu zaman da iş işten geçmiş bulunur. Ahmet Gürsel Öğretmenin mektuplarında bizi haklı çıkaran sözler vardı. Ahmet Gürsel Öğretmen, “Burada mektup yazacak bol zamanım(Asker olduğu sıralar) var, soracağın problemleri rahatça çözer gönderirim! ”diyordu. Bundan cesaret alarak on kadar mektup yazdım. Buraya gelmeden önce gönderdiğimin dışındakileri hep yanıtladı. Belki o da geldi ama, benim elime geçmedi.
Ali Yılmaz Öğretmen geldi, Harun’a durumunu sordu, elini alnına koydu, “Ateşin yok, kaygılanma, istediğin zaman otur, dinlen! ”dedi, gene gitti. Harun çalışkan bir arkadaş, “Boş yatınca hasta olurum! ”diyor. Zaten yarın yatakhane nöbetçisi olacakmış, “Şimdiden onu düşünüyorum, akşama dek ne yapacağım orada? ”dedi. Hasan kitap okumasını, ben, mandolin çalışmasını önerdim. Bu kez Harun, “İkinizi de dinlemeyeceğim, Resim defterimin yarısı boş duruyor, belki biraz resim çalışırım! ”yanıtını verdi. Biz, ikimiz birden “O daha iyi, önemli olan sıkıntıdan kurtulman arkadaş! ”dedik. Hasan, “Dervişin fikre neyse zikri de oymuş! ”Biz sevdiklerimizi söyledik, sen de sevdiğini seçtin! ”deyince gülüştük. Ancak Harun ortaya bir konu getirdi:
-Bizim sevip seçtiğimiz belli konular var;kimi arkadaşlar dördüncü sınıfa geçtikleri halde kendilerine henüz bir yol seçmediler, yani belli bir alana yönelmediler. Bu neden böyle, onlar mı yanılıyorlar yoksa biz mi? ”diye sordu
Üçümüz de başkalarının dedikodusunu sevmememize karşın konuşmayı sürdürdük. Hasan numara sırasıyla 6 Ali Güleren’den başladı. Ali, kültür derslerinde hemen hemen yok gibi, iş derslerinde öyle, tarım çalışmalarına ise tam anlamıyla karşı, istekli katıldığı bir gün gösterilemez. 7 Fettah da öyle. Ancak aralarında biraz fark var. Bunu ben babamın bir sözünü anımsayarak değerlendirmeye çalıştım, “Gelinler gibi”. Babam birileri işe başlarken nazlanırsa bunu söyler; “Hem ağlar hem de gider, yeni gelinler gibi! ”Fettah arkadaş da öyle, işlere, tarım çalışmalarına, kültür derslerine hep nazlana nazlana gitmektedir. Hevesle sarıldığı bir etkinlik yok. 11 Recep Kocaman, arkadaşımız bir öncekiler için de gayret gösteriyor:Resim, yazı, iş bilgisindeki becerisiyle örnek. 15 Hüseyin Serin, kültür derslerinde ap açık başarısız, ancak spor tutkunu, ayrıca iş derslerinden kaçmaz, gücünü esirgemeden çalışır. İş kaçkınlığı yapmaz. 16 Sefer, çalışkandır, tarım derslerinde yarışır, iş etkinliklerinde ortalardadır. Çekingen tavırları yüzünden kültür derslerinde ortalarda sayılır. 18 Sami, deyince Hasan kendini tutamadı, “Tam hafız, biz yanlış olarak Mustafa Saatçı’ yı Hafız olarak seçtik. Gerçek Hafız Sami! ”dedi. Doğru ama Sami hafızlığını iyi yapıyor. Kültür derslerinde onunla hiç birimiz yarışamadık. O, çalışmanın yollarını buldu, zamanını iyi kullandı. Örneğin ilk iki yıl kooperatif çalıştırdı, bizler inşaatlarda terlerken o dersleri sürdürdü. Tarımda esnedi durdu ama kültür dersleri iyi deyip öğretmenler onu el üstünde tuttular. Bu aslında büyük bir haksızlıktır ama Sami’nin bunda bir suçu yok. O işini sürdürdü. İş derslerinden, tarım çalışmalarından, spor, müzik, resim çalışmalarından daha doğrusu “Bir öğretmen için çok önemli diye öne sürülen etkinliklerden hiçbir başarı göstermeyen arkadaş, yöneticilerce memur gibi okul işlerinde çalıştırılıp el üstünde tutuldu. Burada da aynı durum sürüyor. Arkadaş, lise kitaplarını açıp, hepimizin gözü önde ders çalışıyor, iş olarak da nöbet cetveli yapıyor, erzak deposunda bulgur, mercimek, nohut tartıyor, defterlerini tutuyor. 24 İbrahim. Etkinlik alanlarında sivrilmiş değildir ama gayretli, işbirliği yapıp sorumluluklardan kaçmaz. 26 Mehmet Yücel, arkadaşlar onun şakacılığından hem hoşlanırlar hem de kızarlar, İskelet sıfatı takmalarına karşın ona çok sıcak davranırlar. Spor sever, arkadaş canlıdır, arkadaşlara takılır ama kimsenin kalbini kırmaz. Kavgaya kayan şakalardan sonra özür dileyebilir. Ortak çalışmalarda özveri gösterir, İddiacı değildir. Bu yüzden not alma çabalarına katılmaz. Ortada olmayı yeğler. 28 İdris, en sivri tarafı müzik yeteneğidir. Eşit etkinlikler içinde mandolini hepimizden önce öğrenmiştir. Sonradan müzik çalışmalarını aksatmasına karşın, kendi düşüncelerinde müzik bilgilerini hep canlı tutmuştur. İşten kaçmaz ancak beden gücü bakımından, istemesine karşın ortada bir çalışma düzeyindedir. 42 Mustafa, Hafız, İmam sıfatlarına karşın, makine, motor, teknik alanda ilk akla gelendir. Yoldan geçen kamyonların sesinden markasını okur. Ellerini iyi kullanır. Kültür derslerini sınıf geçecek ölçüde benimser, Tarım derslerinden kaçamak yolları arar. Spor, resim, müzik etkinliklerine hiç yanaşmaz. “Motosiklet varken neden yürüyecekmişim? ”sorusunu sorarak, spor üstüne düşüncesini ortaya koyar. 44 İsmet, Kültür derslerinin tümünde başarılıdır. İş derslerine ilgisizdir. Ancak girgin tavırlarıyla kendini öğretmenlere sevdirir. Bu nedenle sürekli başarılılar arasında adı geçer. 48 Yusuf, yaş olarak sınıfımızın en küçüğü. Konuşma konusunda da en hızlısı. Çok konuşmasına karşın çalışkandır. Kültür derslerinde en başarılılar arasındadır. Neşelidir, şakalaşmadan duramaz, resim çalışmalarında başarılıdır. Şimdilerde de Milli oyunlara büyük bir gayretle sarılmıştır. 49 Harun, “Harun ha şimdi buraya kocaman bir sıfır koyalım! ”dedi. Hasan gülerek:
- Sen sıfırını koy ağabeyciğim, ben de izninle bir yazarım, abi de oraya bir resim yazar, geçeriz! dedi. Anlamadım; “Yani şimdi ne oldu? ” diye sorduğumda. “Harun Özçelik Resim alanında sınıfımızın yıldızıdır, “Tam numara, 10! ”Başka daha bir çok özellikleri var ama resim onların hepsini gölgesine alıyor:Örneğin yazı…50 Abdullah, Resmin Harun’u varsa müziğin de Abdullah’ı var. Güzel bir ses, Adem Gürçağlayan Öğretmenin deyimiyle sesler için yapılmış düzgün kulaklar. Biz dalgın dalgın hem çalışıyor hem de arkadaşların özelliklerini gözden geçiriyoruz. Hasan Üner elinde kesilmiş parçalarla kapıdan çıkarken başını bana çevirdi, 51 Bekir Temuçin’i de “Sen söyle! ”dedi. Tam o sıra Ali Yılmaz Öğretmen geldi, “Ne o dedikodu mu yapıyorsunuz? ”Hasan, “Yok öğretmenim, iş yaparken dedikodu yapmayız, arkadaşların numaralarını bir birimize söylüyoruz! ”dedi. Öğretmen kollarını indirdi, “İnanılmayacak yanıta inanmam ama konuşmalarınıza da karışmak istemem. Bakın paydos oldu, biz gidiyoruz! ”deyip yürüdü. Gerçekten arkadaşlar su deposu yanından doğru yoldan gidiyorlar. Toparlanıp arkalarından yetiştik. Yemekte yeni müzik öğretmenimizi gördük. Beyaz, üstü çiçekli giysiler içinde bizim kızlardan pek farkı olmayan bir çocuk gibi duruyor. Uzaktan Karaağaç’daki hemşireye benzettim. Ben kendimle sessiz konuşurken arkadaşlar da müzik öğretmenini konuştular. Hilmi Altınsoy, salt konuşmuş olmak için konuşuyor:
-Bu öğretmen için davul bile çalarım. Daha önceki Behire Öğretmen için benzer sözü Mustafa Saatçı da söylemişti;“Bu öğretmen için zurna bile çalınır. Yusuf iki sözü birleştirdi, “Mustafa Saatçı ile Hilmi Altınsoy davul zurna takımı kuracak! ”Bu sözü duyan arka masadaki öğrenciler de güldü. Onların masasında oturan Selçuk Korol Öğretmen de duymuş:
-Edirneli olarak çok memnun olurum! ”demiş. Yeni bir konu çıktı. Hilmi Altınsoy, yan çizmeye kalkıştı ama arkadaşlar:İ
-İşin içinde artık Selçuk Koroş Öğretmen var, cayamazsın! dediler
Oyun öğreticimiz. Mustafa Atavcı karşıdan işaret etti, “Külhana gidiyor muyuz? ”Yusuf, Ahmet, ikisi birden “Gidiyoruz! ”dişareti verdiler. Oysa ben müzik öğretmeni belki çalışmaya başlar diye yan çizecektim. Neyse ki bugün müzik çalışması yokmuş. Külhana gittik. 8. sınıflar gelmedi Ahmet Güner, Yusuf Asıl, Mustafa, ben dört kişi çalıştık. Mustafa Savaştepelilerden yeni bir oyun öğrenmiş gösterdi. Şaştık, o bir iki kez bakmış, onlara karışmış, öğrenmiş. İçimden utandım:
-Biz gidip ilgilenmiyoruz, onlar da bize uzak duruyorlar. Başka, güzel halay oyunları da varmış. “Toplu gösteri gecesi göreceğiz! ”dedi. Toplu gösteri gecesi yapılacak, oysa bizim haberimiz yok. İşbaşı yapınca öteki arkadaşlar da bize katıldı. Çalıştığı yerde pencere üsleri düzgün olmadığı için Sili Usta tarafından söktürülmüş, yeniden yapılıyormuş. Bu nedenle işleri geri kalmış. Yusuf’la Orhan bize katıldı, daha hızlı çalıştık. Mustafa Güneri Öğretmenle Hidayet Gülen Öğretmen ellerinde fotoğraf makineleri geldiler, sayısız resim çektiler. Resim çekerken bakmamızı yasakladılar:Bunlar çalışan insanların resmi olacakmış. Yusuf gene güldürdü:Hidayet Öğretmen tam çekerken Yusuf baktı. Hidayet öğretmen Yusuf’a:
-Söyledik ama, bunlar herkesin çalışmasını, yaptığı işi, hünerini saptamak için çekiliyor! Yusuf gülerek, “Öğretmenim, ben işlerde pek başarılı değilim, en başarılı olduğum alan, lak lak, konuşmak, gülmek, onun için o yanımın çekilmesini istedim! ”Hidayet Öğretmen:
-Ha, şimdi anladım, gel öyleyse şu tarafa şöyle dur! ”dedi, Yusuf’un tek olarak resmini çekti. Yusuf çok sevindi. Resmi ne zaman alacağını sordu. Öğretmen gülerek:
-İşte onu almak, öyle poz vermek kadar kolay değil, bu işlerde, gülmeden, konuşmadan çalışıp başarılı olduğun gün gelip o resmini alacaksın! ”Yusuf şaşırdı, “Ama öğretmenim! ” Hidayet Öğretmen sözünü kesti:
-Yusuf, ben seni anladım, dediğini yaptım, lütfen sen de beni anlamaya çalış, dediğimi yap;resmin bende, seni bekleyecek!
Öğretmenler gülerek ayrıldılar. Gülmeyi bir çalışma gibi ortaya süren Yusuf biraz şaşkın olarak arkalarından bakarken arkadaşlar bir hayli güldüler. Günün konusu gene Yusuf. Ancak ben Yusuf’un öğrendiği oyunları ortaya getirdiğimde başta Ali Yılmaz Öğretmen olmak üzere herkes önce inanmadı, yavaş yavaş Yusuf’a övgüler yağdı. Ali Yılmaz Öğretmen özellikle gelen ekiplerin, dört elle milli oyunlara, şarkılara, türkülere sarılmasını övdü. “Siz onlardan daha iyi olmalısınız, hepsi gelip ellerinde olanları size gösteriyor, her ekipten iki oyun, iki türkü kapsanız;onların ikisine karşın sizin yirmi oyun, yirmi türkünüz olur. Bu da çok büyük bir kazanç sayılır, Kepirtepe bu bakımdan ötekilere göre büyük bir üstünlük sağlamış olur. Salih Baydemir gülerek, “Öğretmenim bizde onu yapacak kimse var mı sanıyorsunuz? Bizim arkadaşlar kendi aralarında dırıltıdan vazgeçip yabancılarla ilişki sürdürmezler. Nitekim birkaç arkadaşımız dışında hiç kimse gelenlerle ilişki kurmadı! ”Öğretmen, “Salih, hepinize gerek yok o birkaç kişi dediğimi yaparsa bu gene olur! ”Yusuf duramadı, “Öğretmenim biz bu dediğinizi yapıyoruz, şimdiden ondan fazla oyun öğrendik, 8. sınıftan arkadaşlarımız var onlar da beğendiğimiz türküleri alıyorlar. İyi bir grup oluşturarak oyunları tüm okula yayacağız. Salih arkadaşımız kendisi katılmadığı için bunları bilmiyor! ”Öğretmen gülerek Yusuf’a:”Git hemen Hidayet öğretmenden resmini iste. O bunun yapılmadığına en çok üzülenlerden. Bunu duysa gelip sizin çalışmalarınıza katılır. Zaman zaman bunu kendisi yapmayı bile düşündü. Benim söylediğim gerçekte onun fikridir! ”Yusuf, öğretmene öneride bulundu; “Cumartesi ya da pazar günleri çalışıyoruz, siz de buyurun, görün! ”Öğretmen çok hoşnut oldu, Hidayet Ağabeyi de alalım! Yusuf hemen cumartesi gününü belirledi. Ben, açıklama yapmak için ağzımı açarken, Ali Yılmaz Öğretmen, “Cumartesi günü yokum, bir başka gün memnuniyetle! ”dedi. Ben de sözümü tamamladım, “Arkadaş unuttu, cumartesi günü ben de yokum! ”Öğretmen bu kez bana kararlı mısınız? ”dedi. “Başka arkadaşlar da olacak galiba ama, biz yeğenim İsmet Yanar’la kararlıyız! ”dedim. Öğretmen gülerek:
-Bakın ben onları Ankara’ya götürüyorum;onları İstasyonla T. B. M. Meclisi arasına bırakacağım, onlar o arada gezecekler, akşam istasyonda buluşup birlikte döneceğiz! Arkadaşlar güldü. Ben hiç aldırmadım. Öğretmen baktı, bana “Hala gelmek niyetinde misin? ”dedi. Ben de, “Siz gitmeseniz de biz gidecektik! ”deyince Öğretmen,
-Şaka söyledim, sizin gezmeniz için planlar hazırladım, o planları uygularsanız, kaybolmadan Ankara’yı gezersiniz! Sonra da planını anlattı. Ceplerimize tebeşir almalıymışız, bolca tebeşir, bir de silgi. Hangi köşeden dönersek o köşeye adımızı yazacakmışız. Adlarımızın yazıldığı yollardan geri dönecekmişiz. Arkadaşlar güldüler. Öğretmen anlattığının olabilirliğine örnek verdi:
-Dünya üstünde en kalabalık kent olan Newyork’a giden tüm Dünya denizciler kısa zamanda yolarını kaybedip karakollara düşüyormuş. Karakollara düşmeyen tek yabancı gemiciler Türk denizcileriymiş. İlgililer bunu araştırmışlar:Sonuçta bu tebeşir yazısını bulmuşlar. Türk denizcileri köşelere adlarını ya da işaretlerini koyarak gidecekleri yerlere gidip doğru olarak gemilerine dönüyorlarmış. Öğretmen, bunları şaka olarak söylediğini tekrarladı:Ankara küçük yer, neresinden baksan belli yerleri görürsün, özellikle de İstasyonu bulamamak söz konusu olamaz. Ancak saatleri izlemek gerekecek. Tren zamanı kaçırılırsa dönmek zorlaşır! ”dedi. Tebeşir işine en çok Salih güldü. Az sonra salt güldürmek için Ankara’ya gidip, çizenler görmeden tebeşirler silinse arkadaşlar ne yaparlar acaba? deyince, Ali Yılmaz Öğretmen, “Gidenlere düşmanlığın mı var? O dediğini düşmanlar bile yapmaz, ancak sadistler yapar! ”dedi. Dikkat kesildik. Ali Yılmaz Öğretmen:
-Arkadaşların korkulu telaşları zevkli olmasa gerek! Sadist sözü ilgimi çekti, belleğimi yokladım, Sart sözüne yakın ama, açık açık sadist dedi. Soramadım. Salih soracak diye bekledim;sormadı, gülerek:
-Yok öğretmenim ben hiçbir arkadaşıma karşı bir fenalık düşünmem;şaka olarak öyle söyledim! Böylece sadist sözü açıklanmadan kaldı. Yakınımızdan bir öğretmen geçiyordu, Ali Yılmaz Öğretmen, elini ağzına dayayıp:
- Hüseyin Bey! diye bağırdı. Hüseyin Bey, dediği Savaştepe öğretmeniydi, birlikte yürüdüler. Az sonra bize paydos işareti verdi. Arkadaşlar Salih’in çevresinde toplandılar. Salih arkadaşlara:
-Yok yahu üzülmedim, Demirbilek Öğretmeni tanıyorum, o kendine göre konuşur!
Yola çıktık. Hasan Üner, Salih’i yatıştırmak için, öğretmenin salt bana karşı yumuşak olduğunu, öteki arkadaşları aklına estikçe çarptığını söyledi. Hasan’a katılmadım, buraya geldiğimiz ilk günlerdeki benim durumumu anımsattım. “Bunu en iyi Salih bilir! ”dedim. Ayrıca Kepirtepe’ye ilk geldiği günler, arkadaşlar benim için “O akordiyon çalıyor dediklerinde, Ali Yılmaz Öğretmen:
-Yok yahu o çalsa çalsa zurna çalar, avurtları ona elverişli ! demişti. Ben bunu anımsatınca arkadaşlar, gülmekten yerlere yattılar. Meğer bunu hep unutmuşlarmış. Recep Kocaman:
-Sonra ne oldu? ”diye sorunca ben:
-Hiç ne olacak? Buraya gelince benim akordiyonu iki ay evinde korudu! Ali Yılmaz Öğretmen kimi zaman konuştuğu gibi değil! dedim.
Yapıcılardan yetişenler oldu, konu değişti. Arif Kalkan, Sefer Tunca mandoline hazırlanıyormuş, bunun sevincini anlattılar. Hasan Üner de onlara katılmaya karar verdi. Akordiyonu alırken nöbetçi Yusuf Asıl dışarı çıkmak istediğini söyledi. Ben çadırda kaldım, rahat rahat akordiyon çaldım. Yemekte müzik öğretmenini gördüm. Hava henüz kararmamasına karşın nöbetçi öğrenci getirip lüks lambasını karşısına koydu. Müzik Öğretmeni olaya güldü. Çok güzel gülüşü var. Benim gibi bir çok arkadaşın ilgisini çekti. Mehmet Yücel, yakınımızdaki 8. öğrencilerinden Nezir Üşenmez’i çağırıp kulağına söyledi, “Git, yeni öğretmenin gözü önündeki lüksü başka yere koy! ”Nezir Üşenmez sıkılgan biri, önce “Olur abi! ”deyip o tarafa yöneldi, geri döndü, “Ben alamam abi! ”deyip uzaklaştı. Bu kez Mustafa Saatçı kalktı, “Ben alayım abi! ”Mehmet Yücel:
-Hadi oradan, Kart İmam, kızı korkutmak mı istiyorsun? ”deyince duyan herkes güldü. Bu arada Nahide Öğretmen bir öğrenciyi çağırıp lüksü kaldırttı. Lüks olayı yemekte bizi neşelendirdi.
Okuma saatinde Benim Üniversitelerim’i okumaya devam ettim. Başlangıçta hiç sevmemiştim. Abdullah Özkucur bunun neresini sevmiş? diye sorguluyordum. Sanırım o da sevmemiş, ya da tekrar tekrar okumak gereğini duymuş. Öyle ki kitap ceplerinde çorap yumağına dönmüş. 60. sayfaya gelince birden yeni bir karar verdim;bir daha baştan okuyacağım. Kitaptan çok yazarın yaşamı ile benimki arasında bir benzerlik var. Maksim Gorki, benim ilkokuldan sonraki yıllarımı aynen yaşamış. Tıpkı benim gibi, tamı tamına 16 yaşında okumak üzere evini, ailesini bırakıp yola çıkmış. Ancak ben okula girdim, şimdi de öğrenciliğim sürüyor. O bu olanağı bulamamış. Bir an düşündüm:; “Ya ben de Edirne’ye gidince okula alınmasaydım ne olacaktı? ”Bir an içim cızladı, kitabı bir daha baştan okumaya karar verdim. Ayrıca adlar ilginç. Onları da yazıp yerlerine koymaya çalışacağım. Abdullah “Güzel” dediğine göre bunun galiba bir güzel yanı var:
-Fakirleri, okumamışları, işsizleri ortaya getiriyor. Ayrıca bu tür insanların da tutarsız taraflarını ortaya koyuyor. Bizim köylüler için söylediğim kimi sözlere benzer sözleri o da yazıyor. Ayrıca çok rahat bir anlatışı var. Oscar Wilde’ın anlatışını andırıyor ama, Maksim Gorki onun gibi masal anlatmıyor;kendi görüp yaşadıklarını ortaya döküyor. En umulmadık olayları yazmış. Bir adamı sırtına alıp taşıyor. Öyle anlatıyor ki, o bırakıp gittikten sonra da ben, bırakıp gittiği adamı düşlüyorum. Kitabın bir başka özelliği de yazılanlar yazılmadan önceki zamanları anlatıyor. “Ben bu konuyu yıllarca önce bir kitabımda da anlattım! ”dediğine göre belki de bu kitabı yaşlılığında yazmış. Yatınca kitabı bir yana bıraktım, “İleride ben de başımdan geçenleri yazmaya kalkarsam neleri yazarım? ” diye kendime bir soru sordum. ”Tuttuğum notların dışında ne yazabilirim? ”Orada kısaca değindiklerimi daha ayrıntılarıyla genişletirim. Örneğin Leyla’yı yazarım. Hele Emine Ablayı çok çok anlatmak isterim. Hasan Büyükeren Amcamla Atiye Yengemi kesinlikle yazarım. Hasan Amcam bir kuzu ise, yengeme de bir sıfat bulmak isterim. Daha, daha, daha derken uyuduğumu sanıyorum…
7 Ağustos 1941 Perşembe
İsmet’in sesiyle uyandım. Gene Yusuf Asıl’la tartışıyorlar. İsmet öc alma peşinde, etrafı dolaşmış, tertipsizlik bulmuş, Yusuf’a çıkışıyor:Nöbetçi görevini iyi yapmamış, görevi teslim alacak dikkat etsin, diyor. Görev alacak Harun Özçelik. Harun , Yusuf’un hemşerisi, “Ben temizlerim! ”diyor. İsmet sözü uzatınca bir grup arkadaş İsmet’i dışarıya sürüklediler. İsmet beni yardıma çağırdı;gittim koluna girip kahvaltıya götürdüm. Gözlerim müzik öğretmeninin aradı. Gelmemiş. İsmet’le cumartesi sevincini şimdiden duymaya başladık. 8. sınıfların mandolincilerine çalışmalara başlayıp başlamadıklarını sordum. Pazartesi öğlede başlayacaklarmış. “Öğretmen cumartesi günü Ankara'ya gidip tel, mızrap reçine alacak! ”dediler. İçimden, “Öğretmen yasıl gidecek acaba? ”Buradan Lalabel’e yürümez, yürürse birlikte gidebiliriz. Birlikte gidersek konuşabilecek miyiz? Beni bir merak sardı, hem olsun hem de olmasın istiyorum. Acaba Ali Yılmaz Öğretmenlerle mi gidecek? Nasıl giderse gitsin, ben yanına sokulup konuşamam. Konuşamayınca da uzağında durup bakmamın bir anlamı kalmayacak. Öyleyse öğretmenin gelmesi benim zararıma olacak. Okuduğum kitabı düşündüm:Yazar her türlü durumda bir olanak yaratıp insanlara sokuluyor. Ben kendi öğretmenime neden uzak durmaya çalışıyorum? Kitapta yazar, kendisinin ilk zamanlar kızlardan uzak durduğunu, bu nedenle arkadaşlarınca alay edildiğini, işin ilginci kızların da onu bu nedenle sevmediğini yazıyor. Ancak yazarın durumu başka. Onu böyle olmaya zorlayan arkadaşlarının konuşmaları. Arkadaşları sürekli olarak kızları hor gören konuşmalar yapıyor. Kızlara hakaret ettiklerinden söz ediyorlar. Oysa yazar kızları seviyor, onları da kendi ölçüsünde değerli buluyor, ama bunu açık açık kimseye anlatmıyor. Bunu bilmeyen kızlar, onu da öteki erkekler gibi düşünüp ondan uzaklaşıyor. Yazara göre bu durumu, yatılı öğrencilerin özellikle de Akademi öğrencilerinin bir birini kışkırtarak takındıkları acımasız tavırların sürekliliğine bağlıyor. Yazar onların yaptıklarını onaylamıyor, bununla da kalmayıp, yaptıklarını insanlık dışı tavırlar olarak görüyor. Ben böyle bir düşünce taşımıyorum. Ancak yazarın içinde bulunduğu durumdan da çok uzaktayım. Onun anlattığı insanların yaşlarında olmama karşılık, yazarın anlattıklarına benzer bir yaşamım söz konusu değil. Kızlarla konuşuyorum ama, benim konuştuklarım daha çocuk. Tek benzerlik, ben onlara çocuk olarak bakıyorum, oysa arkadaşların konuşmalarında onlar da neredeyse kitaplardaki kızlar gibi konuşmalara giriyorlar. İşte bu zamanlar ben de birçok arkadaştan ayrılıyorum. Ancak öğretmene yaklaşmaktan çekinmemin bu düşüncelerle bir ilgisi yok. Öğretmenin, sözleri ya da bakışı ile incitebileceği kuşkusu nedeniyle yaklaşmakta çekimserim…Arkadaşlarla topluca giderken Ali Yılmaz Öğretmen önümüze çıktı, gülerek “Günaydın! ”dedi. Köye tarafına dönerek; “Trakya köylerine hiç benzemiyor! ”değil mi? ”dedi, yürüdü. Yürürken, “Köyün görüntüsü ile kağnılar arasında bir bağ kurabiliyor musunuz? ”dedi. Ben öğretmenin ne demek istediğini düşünmeye çalışırken, Yusuf Asıl, hiç duraksamadan:
-Ben , ikisini de köylülerin tembelliğine bağlıyorum! dedi. Öğretmen gülerek Yusuf’a “Aferin! ”dedi arkasından “Aferini aldın ama azıcık açıkla! Yusuf, yürüdüğümüz yolu göstererek:
-Burada araba kullanılabilir, evler kiremitlenebilir! ”deyince hepimiz dönüp köye baktık. “Köy, bu konumuyla kiremitlense güzel görünecek! Biz bunu. . . . . derken öğretmen:
-Dikkatli bakın bu durumuyla o yapılara çatı kurulabilir mi? ” diye sordu. Sustuk. Öğretmen yürüdü, konuşmasını sürdürdü. “Bu şekliyle o evlere çatı kondurulamaz! ”dedi güldü, “Zaten onların da böyle bir derdi yok, onlar durumlarından memnun. Üstelik onlar bizden soruyor:
-Neden damlarınızı toprak yapmıyorsunuz? Bu kez de biz güldük. Bizim çatılar böyle toprak dam olsaydı bizler, marangozluğu meslek seçenler ne yapacaktık? Herkes kendine bir iş seçmeye çalıştı. Yusuf Salih’e, “Salih bacaları yapardı! ”diyecek oldu. Salih sinirlendi:
-Yusuf Asıl, sen boyuna bosuna bakmadan herkese takılıyorsun ama bunun hiç bir anlamı yok, sen kendine bak. Ben çalışıp bir şeyler yapıyorsam bu kendi düşüncemle oluyor. Önce git o evlerin içini incele, bak onların içlerinde ne incelikli şiler var:Dolaplar, dolap kapakları, sedirler, işlemeli direkler, kabartmalı tavanlar. İşte onları benim gibi düşünerek çalışanlar yapıyor, senin gibi gününü konuşarak geçirenler değil. O dediğin olsaydı ben gene böyle çalışacaktım. Ama seni düşünüyorum, sen her halde toprak taşıyıp dam dövecektin. Öğretmen dikkatle Salih’e bakarak dinledi. Yusuf’a döndü:Salih haklı, bu sözüne yanıt vermeye kalkışma, sonra daha ağırıyla karşılaşabilirsin! ”Yusuf, “Yok öğretmenim, kalkışmayacağım zaten. Salih Baydemir arkadaşımızın ustalığını hepimiz biliyoruz. O bizim gibi keseri, testereyi burada değil babasının atölyesinde tutmuş. Üstelik bu konuda yetenekli. Bunu biliyoruz ama arkadaş bunu neden söylüyor? Ansızın Mustafa Güneri Öğretmen geldi gülerek:
-Gene geldi, gene iş verecek, diyeceksiniz biliyorum, bilmiyorsunuz en çok nazım geçen sizin atölye, siz olmasanız işler yarı yarıya geri kalacak. Bunu da benden duyun. . Ekipler geliyor, “Hoş geliyor” anladık be birader ama, adamlar, adı üstünde konuk, askerler gibi torbalarını sırtlanıp geliyorlar. Buraya seçtikleri çocuklar da tamı tamına duvar işleri için seçiliyor. Bu nedenle onlara “Şunu da siz yapın! ” diyemiyoruz . Böyle olunca da en basit marangozluk işlerinde bile size koşuyoruz. Sili Ustanın deyimiyle siz bizim can kurtaran simidimizsiniz! ”Bu konuşmalardan sonra yeni sipariş: 16 adet büyük iskele-sehpa 8 adet 2 metre, 8 adet 3 metre yükseklikte. Ali Yılmaz Öğretmen telaşla Harun’u sordu. Arkadaşlar, Harun’un nöbetçi olduğunu söyleyince, gülümsedi. Belli ki sevindi, “Dün biraz rahatsızdı o nedenle sordum! ”dedi. Öğretmenler bir süre konuştular. Mustafa Güneri Öğretmen ayrılırken Ali Yılmaz Öğretmene, “Ekibini, bugün başka yerlere gönderme! ”dedi. Bunu duyduk, arkadaşlar sevindi. Bir süredir Orhan, Recep, arada bir Salih hep bir yerlere gönderiliyordu. Öğretmenin seçtiği boyutlardaki parçaları ayırıp kesmeye başladık. Kesme grubunda ben bulunuyorum. Oranın değişmeyen işçisiyim. Arkadaşlar her ne kadar, “Ustasısın! ”diyorsa da ben durumumu biliyorum, dört metrelik hantal tomrukları oradan oraya taşıyanın usta olacağını düşünemiyorum. Ama ben mutluyum, burada üstüme fazla gelen olmuyor. Ali Yılmaz Öğretmen de makineyi rast gele kullandırmak istemiyor. Orhan’la beraberiz. Biz parça seçerken Çifteler ekibinden Abdullah Özkucur elinde bir su kabı ile yakınımızdan geçti. “Bu gün su nöbetim var! ”dedi.
Onu gördüğüme sevindim. Bana verdiği kitabı okuyorum. Kitabı önce hiç sevmemiştim. Yarıya kadar okudum, bırakmayı düşünürken birden karar değiştirdim, kitap çok hoşuma gitti. Daha doğrusu kitap değil yazar kitapta kendini anlatıyor. Olağanüstü zorluklar içinde çalışmış bir fakir aile çocuğu. Abdullah da sanırım çok fakir bir aileden geliyor. Çifteler tatile başlayınca gidecek yeri olmadığı için Abdullah’ı buraya hem tatilini geçirsin hem de çalışsın diye göndermişlerdi. Hüsnü Baykoca Öğretmen beni çağırıp öyle söylemişti. “İlköğretim Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç öyle istedi! ”demişti. Öyleyse İsmail Hakkı Tonguç Abdullah Özkucur’u tanıyor. Ben bunu o zaman yanlış anlamıştım Bizim arkadaşlar da üzerinde pek durmadılar. Bu kitabı okuyunca, onun, kendi içinden bu kitap yazarıyla benzerlik kurduğunu düşündüm. Çünkü ben de kendi kendime pay çıkarmaya çalışıyorum. En büyük benzerlik, 16 yaşında ne bahasına olursa olsun okumak, okumak için de ne denli zor olursa olsun o zorlukları aşmak için özveride bulunmak. Durup derinliğine düşünmüyorum ama ben bu konuda kendi payıma oldukça önemli ödünler verdim. Burada da yazara benzer bir yanım olduğunu görüyorum. Onun arkadaşları kızlar için işlerini öğrenciler derslerini gevşetip bir yana bırakırken, yazar bu yolu seçmiyor, işini geleceğini düşünüp başarılı olma yolunda yürüyor. Benim yaptığımda buna benzer bir durum:
-C’ den içim sızlayarak ayrıldım. A da öyle. M ile daha yakınlık kurabilirdim Ancak okuldan atılmak korkusu beni bir yerde durdurdu. Okuldan atılmak korkusu dediğim, başarılı olmak için bir çok isteklerden vazgeçmek oluyor. Röslein için de bunu söyleye bilirim. Konuşurken sözlerimi biraz daha seçerek hoşa gidici tavırlar takınabilirim. Ancak sonunda kesinlikle başka bir yerden gelecek “Olmaz! ” beni çizdiğim yoldan uzaklaştırabilir. Bence ben: “İstediğimi yapmaktan korkmuyorum ya da yapamamış olmuyorum, sonucu düşünerek yapma girişimi ne kalkışmıyorum. Yazarın da yaptığı bu anlattığı da genel olarak bu. Doğal olarak yazar tüm yaşamını anlatıyor, salt okuma ya da kız arkadaş ilişkileri değil. Öteki işlerde de benzer ilkelerin uygulanması başarı için ilk koşul olarak gösteriliyor. Bunları düşünürken Abdullah Özkucur ile konuşma gereğini duydum. Bugünkü karşılaşmadaki sevincim bundandır. Abdullah geldi, öğretmene selam verdikten sonra bana döndü elindeki suyu göstererek “Geç kalmamalıyım, arkadaşlar su bekliyor;kalamadığım için üzgünüm, en kısa bir zamanda geleceğim, sizi özledim! ”dedi. Giderayak, pazar günü bir araya gelmek üzere sözleştik. Abdullah Özkucur gidince Ali Ylmaz Öğretmen:
-Bu çocuk, arkadaşları gelince değişmiş, oldukça uyumlu davranıyor, buraya çalışmaya geldiğinde anımsadığım kadarıyla laübali bir takım davranışları oluyordu! Öğretmen böyle deyince güldük ama gene de kimse bir söz söylemedi. En güzel öneriyi Yusuf Asıl getirdi:
-O geldiği zaman, hakkında hiç bir gözleme dayanmayan hükümler verdik. O zamanlar onu soracak, öğrenecek, onu bize tanıtacak kimse yoktu. Oysa şimdi 20 arkadaşı var, biz şimdi arkadaşlarından sorabiliriz! Gerçekte her öğle birlikte oyun oynadığımız, bize oyun öğreten Mustafa Atavcı var, onunla çok iyi anlaşmış durumdayız. Çok dengeli bir arkadaş, biliyorsa o, bildiklerini hiç saptırmadan söyler, ondan örneğin ondan sorabilirdik. Yusuf'u din leyince içimden: “Varsın onlar arkadaşı, söyledikleri gibi yakından gözleyerek tanısınlar. Ben onların dediklerini düşünerek kendimce bir değerlendirme yaptım. Mustafa Atavcı gibi adaşı Çiftelerli Abdullah da Abdullah Özkucur'un bedensel çalışmalara karşı istekli olmadığını, oyunlara, müzikli etkinliklere katılmadığını söyledi. Yusuf'un sözüne karşı bunları söyleyebilirdim. Ancak ben susmayı yeğledim. Yusuf, “Bugün soracağım! ” dedi. Sorsun bakalım!
Abdullah’tan sonra ben gene ortak konumuz olan Benim Üniversitelerim'i anımsadım. Yazar, çok fakir bir aile çocuğu, çok kardeşli. Kardeşler yokluk içinde dilenerek yetişiyor. Yazar, ( Maksim Gorky) 16 yaşında okumak için evi terk etmiş, anneannesi ayrılırken kendisine hayır dualar etmiş, öyleyken anneanne ölene dek geri dönmemiş. Anneannesinin ölümünde dönüyor ama bu kez de güzel sözler söylemiyor. Anneannenin dilenerek geçindiğini, kardeşlerini de dilenciliğe alıştırdığını çok olağanmış gibi anlatıyor. Oysa anneanne, büyükbabasından yakınarak yazarın iyi insan olmasını öğütlediğini gene kendisi yazıyor. Kitabın ilginç yanlarından birisi bu! Oysa yazar, başkalarına yardım için tüm gücüyle çalışıyor, fakirliği önlemek için durmadan toplantılara katılıyor, bu konuda bilgiler topluyor. Giderek kendine özgü bilgilerini yayarak çok ünlü bir yazar oluyor. Abdullah acaba bu açıdan mı kitabı çok sevdi, bana da özel olarak bu açıdan mı öğütledi? Bunları aklımdan geçirirken bir yandan da harıl harıl çalışıyoruz. İskele kesimlerini tamamladık, öğleden sonra çakımcılar, çakımlarına başlayacaklar. Öğle yemeğinde müzik öğretmenini çok yakından gördüm, öğrenci görünümünde: “Lacivert önlük gibi giysisi var, boynunda da beyaz yaka. Tam öğrenci! Böyle daha güzel görünüyor. Karşısında oturanlarla konuşuyor. Karşısında Reşat Tekinay Öğretmen. ”Mehmet Yücel gülerek, yavaş bir sesle, “Bu adam kızcağızı Nurefşan sanmasın(! )”dedi. Nurefşan’ı bizim sınıf hep bilir;Reşat Tekinay Öğretmenin Edirne Öğretmen 0kulu öğrenciliğindeki sevgilisi…O, bunu derslerde defalarca anlatmıştı. Edirne Öğretmen okulunun ünlü müdürlerinden Reşat Tardu’nun baldızı Nurefşan! Yusuf dayanamadı Çifteler masalarına gitti, Mustafa’yı alıp getirdi. Mustafa çabuk yemek yiyenlerden, her zaman erken kalkıyor. Gelir gelmez de Abdullah Özkucur soruldu. Mustafa sorulana birden yanıt vermek istemedi sanırım, az düşündü, “Aaaa, , siz şairi soruyorsunuz, o bizim okulda şair olarak tanınır, toplantılarda çıkıp şiirler okur, şimdi son sınıfa geçti! ”dedi;sustu. Birlikte Külhana gittik. Yarın gece oynanacak oyunları tekrarladık. Mustafa Çifteler ekibinin oynayacağı oyunları yazdı. Öteki oyunlar bize kaldı. Zaten bizim arkadaşlar dört oyun düşünüyor:Sepetçioğlu, Timurağa, Somalı, Harmandalı. Bizim bir de Trakya Halayı ya da Horamız var…Mustafa iş yerine dönerken ne düşündüyse birden bana yavaşça: “Abdullah, çok sessiz sakin bir arkadaştır, tatillerde hep okulda kaldığı söylenir, daha fazla bir bilgim yok! ”dedi. Ben, susarak dinledim kendi , varsayımlarımda haklı olduğumu anladım. . Zaten daha fazla bilgiye gerek yok. Yazar beni de etkilediğine göre, Abdullah’ı neden etkilemesin? Bakalım pazar günü Abdullah'la neler konuşacağız?
Öğleden sonra dört koldan iskele çaktık. Ali Yılmaz Öğretmen şaka olarak “Bitirmeden paydos yok! ”dedi. Biz bu sözü ciddiye alıp tüm gücümüzle çalışarak paydosu az geçe tamamladık. İskeleleri de atölyenin ilerisine sıraladık. Uzaktan koca bir tren yolu köprüsü gibi görünüyor. Hasan Üner, “Biz bugün bir çatılık iş yaptık! ”dedi. Öğretmen güldü, “İş olarak haklısın ama çatının çok ayrı bir özelliği var, işte o özellik zamanı değirmen gibi harcıyor! ”dedi. Arkadaşlar, bahanelerle uzaklaşıp konuşmalardan kaçamak yaptılar. Kimisi araç-gereç topladı, kimi parçalara sarıldı. Orhan, Recep, Salih özellikle de Salih, öğleden sonra hiç konuşmadı. Biz yola çıkarken Namık Öğretmen geldi, Ali Yılmaz Öğretmeni koluna takıp yürüdü. Arkasında rahat konuştuk. Salih Baydemir, “Yemin ettim, bu adamın yanında şaka maka konuşmam; sormadan da bir şey söylemem, onun olsun şakası da kakası. Dün çok canım sıkıldı, kendi kendime kızdım, öfkemden akşam uyuyamadım! ”dedi.
Yatakhaneye gidince Harun Özçelik’’ten rica ettim, onu dersliğe gönderdim. Yatakhanede akordiyon çaldım. Müzik öğretmeninin okula gelmiş olacağını düşledim, çadırın okul köşesine özellikle geçip orada tüm dikkatimle takıntısız çatlığım parçaları tekrarladım. Komparsite, Martılar, Tuna Dalgaları, Volga Volga, Çardaş Früstin, Macar Dansı, Gül Nihal, Karmen Silva, La Polama arkasından oyun havalarını gene gene tekrarladım. Arada da sesler dinledim. “Yorulduğumla kaldım” deyip çıktım. Geçekten dışarıda kimse yoktu. Kendi kendime, Bu saatte nasıl olur böyle sessizlik? ” derken Harun geldi, gülerek:
-Akordiyonu gerdirirken patlatacaksın diye korktum! dedi. “Sahi mi? ”diye ilgiyle sordum. Harun, “Akordiyonun sesi derslikten çok iyi duyuldu! ”arkasından da “İyi oldu yeni Müzik Öğretmeni de burada bir akordiyon çalan bulunduğunu öğrendi! ”dedi. Birden telaşlanarak sordum:
-O nerden duyacak? Harun, “Ohop, kızlarla birlikte gelen öğretmen, çadırın yanında uzun süre durup dinledi! ”dedi. Az daha sevincimden Harun’un boynuna sarılacaktım, kendimi tuttum. İçimden, “Yorgunluğuma değdi, ”deyip yürüdüm. Konuyu değiştirdim, bugünkü işlerden söz ederek yemeğe gittik. Gerçekten müzik öğretmeni kızların masasında oturuyordu. İstediğim olmuştu, bununla yetinip o tarafa bakmadım. Hilmi Altınsoy’un gevezeliği üstündeydi, “Abi, şu güzele bak, sen bu kadar güzel kız gördün mü ? ”diye sordu. Hilmi’yi azarladım. “O bizim öğretmenimiz, ayıptır! ”Hilmi'cik bana inandı galiba, “Hay Allah, içinizde fena fikirli bir ben miyim? ”diye hayıflandı…Kendimi tutamadım güldüm. “Ha şöyle kendinin ne olduğunu öğren de nefsini ıslah et. Aramızda temiz düşünceli olarak seni de görmenin sevincini yaşayalım! ”dedim. Hilmi şaşkın şaşkın, “Abi , sahi mi söylüyorsun sen bu sözleri? ”Arkadaşlar güldüler. Konuşmamızın gizi bozuldu! Hilmi bu kez bana:
-Abi, sen de mi bu domuzlara uyuyorsun yoksa? Sözüne güvendiğim bir sendin! deyip kolumdan tuturak çekti. Gülüp, sarıldım, “Seni sevdiğimiz için takılıyorum, hepsi bu kadar”. Hilmi bu kez Hasan Üner’e “Sen ne biçim hemşerisin? Senin Tekirdağlılığın bu mu? ” diye bir yığın söz etti ama bu sözler gülmemizi durdurmadı. Mehmet Aygün, okuldaki Tekirdağlı kızları sıraladı, Hilmi’ye “Tekirdağ güzelleri işte bunlar, senin gördüğün bu güzeller. Bunlardan fazlasını bilmen olası değil. O nedenle başkalarının güzelleri üstüne söz etme! ”dedi. Güzellik tartışmaları dersliğe dek sürdü. İsmet beni kurtardı:
-Dayı hazırlık yapalım! deyip beni dışarı çağırdı. Hazırlık dediği de haklı olarak para durumumuzu gözden geçirmekti. İsmet ısrarla bir ceket almak istiyor. Bense kararsızım, yeni giysileri seviyorum ama burada param biterse hemen yerine yenisini getirememe ürküntüsü içindeyim. Üstelik öteki okulların perişan durumunu görünce giysi merakım biraz tavsadı. Hele temel atma gününde o şişman adamın(Ferit Oğuz Bayır) 15 Hüseyin’in kasketini eleştirmesi hevesimi - bir dize kuşkuyla - kirletti. İsmet alacak, gerekirse ilerde ben de alırım. Son kararımız bu. Arkadaşların yarısı 8. sınıfların oraya gitmişler, işbirliği ile yarın geceyi daha güzel geçirmek istiyorlar. Bizim, cumartesi eğlencesine yetişememe durumumuz olabilirmiş. Müzik öğretmenin beni durup dinlemesine o denli sevindim ki, cumartesi gecesini hiç umursamıyorum. Çünkü o gece öğretmen Ankara’da olacak. İsmet ayrılınca Benim Üniversitelerimi bir daha karıştırdım. Kitapta ilginç olaylar, ilginç düşünceler var. Öte yandan yazar o denli insanlara yardıma koşuyor ama karşısına hep kötülükler çıkıyor. Sanki yazar, yaşamı boyunca karşılaştığı kötülükleri seçip seçip burada anlatmış. Bu kötülükleri yapanlar, tümüyle, okumuş, belli bir işi olan, papaz, polis, memur genellikle de öğrenci taifesi. Yazarın nedense iyi insanları da yukarıdakilerce pek sevilmeyen takımı. Yazarın beğendiği kitaplar ilgimi çekti. Hiç birisini de duymamıştım. Bizim dilimize geçirilmedi mi acaba? Abdullah Özkucur ile konuştuktan sonra kitap adlarını yazacağım.
Arkadaşların çoğu geç geldi, konuştular. Harun sinirlendi, söylendi. Harun’a karşı duranlar arasında Kadir Pekgöz’ün sesini duyunca üzüldüm. Hemşerim her zaman kurallara uyar ve de uyanların yanında olur. Bu geceki değişikliğine şaştım. Önce bir şeyler söyleyip uyarmak istedim. Bundan vazgeçtim. Yarın daha rahat konuşuruz, derken yarınki işler aklıma takıldı. Elimizdeki işleri bitirmiştik. Belli bir iş seçemediğim için cumartesi günü gideceğim Ankara’yı düşünmeye başladım. “Ankara Ankara , güzel Ankara-Seni görmek ister, her düşen dara! ” Dara düşmek ne demek? ”Babam, “Paran biter de, çok darda kalırsan, çekinme yaz! ”demişti. Darda kalmak, dara düşmek, parasızlıkla ilgili bir sözcük. Belki de başka işleri de kapsamaktadır. Dar, dara, derken aklıma pancar arabaları geldi, dolu pancar arabası, boş pancar arabası konuşulurken, boş arabalar için de dara sözü edilirdi. “Arab anın darası! ”Ayrıca insanların asılmalarında da darağacı geçiyor. Mahmut Şevket Paşayı öldürenlerin asıldığını izleyen babam, ”On iki darağacı saydım derdi! ”Bunların bildiğimiz dar-geniş sözleriyle doğrudan ilgisi yok sanırım…
8 Ağustos 1941 Cuma
Nöbetçi Abdullah Erçetin, Mustafa Saatçı takıldı, “Nöbetçi, oğlun buralarını iyi süpür! Bekir Temuçin süpür sözünden anımsamış olacak, az ileride “Süpürgesi yoncadan Eminem” diye başladı. Abdullah da Mustafa Saatçı'ya yanıtmış gibi ona katıldı. Bu kez de Fettah Mustaf'a Saatçı'ya çıkıştı:
-Sabah sabah ne öttürüyorsun şunları? Birden bir gürültü koptu, kimin ne dediği pek anlaşılmadı, ancak düm sözler Fettah'a karşıydı. “Ne güzel söylüyorlardı, Bunun neresi ötmek? Şarkı söylemek ötmek mi? Ötmek ne demek? Bir sessizlik oldu. İsmet:
-Susun arkadaşlar, Zenne oynayacak! deyince Sefer TuncaAbdullah Erçetin'e takıldı:
-Nöbetçi, o süpürge şarkısını bana öğretir misin? Bu kez gülmeler başladı, Süpürge şarkısı, kazma kürek türküsü . v. b. Bu arada bir de, “Müdür Bey geliyor! sözü geçti. Çadır hemen boşaldı.
Dersliğe yöneldik kimi arkadaşlar takılmalarını sürdürdü:
-Hafız, pencerelere bakıyor! Mustafa Saatçı sinirlendi; “Sizinki şaka değil, yalan yapıldak konuşma! Pencereye baksam göreceğim? Bunun neresi şaka? Arkam dönük gidiyorum. Gözlerim k. . . . da mı benim? Mehmet Yücel'le İsmet Mustafa Saatçı'nın koluna girip derslik çadırının yanıdaki patikadan yemekhane yönüne döndürdüler. Zil çalınca biz de döndük.
Kahvaltıda Hilmi sordu:
-Ne oldu bu sabah, arkadaşlar neden böyle aksileştiler? Salih Baydemir yanıt verdi; “Bana soruyorsan bilmiyorum hemşerim. Tek bildiğim arkadaşlar güzel bir türkü tutturmuştu;o yarım kaldı. Ötesini ben de anlayamadım! Nahide Öğretmenle müzik Öğretmeni bizim masa yanından geçip oturdular. Müzik öğretmeni öğrencı kılığına benzeyen giysi içinde. Mehmet Aygün yorum yaptı; “Ne ressam kızı? Bu düpedüz öğrenci kılığında, bizim gibi, eski giysilerini bile üstünden atamamış! ”Yusuf bir süre öğretmenler masasını yandan yandan dikiz ettikten sonra:
-Yok yok, bu giysiler eski değil, yeni moda. Ressam kızı olmasa ressam kızı derler mi? Ustelik Mustafa Güneri Öğretmen babasını tanıdığını söyledi. Salih Baydemir söze karıştı, “Çok merak ediyorsanız, o masa yanından geçip bakarsınız. Bu kez de geçer misin? geçemez misin? Tartışması başladı. Sonunda benim düşüncemi sordular. Ben de, sabretmelerini söyledim; “Nasıl olsa bu öğle mandolin çalışması için okula gelecek. Elinize bir mandolin alıp sokulur, daha yakından incelersiniz. ” Bu kez de Hilmi bana karşı oldu:
-E, abi sen bizi iyice sıkıştırıyorsun. Senin dediğini yaparsak biz burada konuşacak konu bulamayacağız. Bir süre de bunu tartıştık. Ben kendimi savundum, “Yeni konular bulup o tartışılır. Benim söylediğim yöntem, tartışılan bir konunun sonuca ulaşması içindir. Söz gelimi yarın da giydiği ayakkabılar tartışılabilir. Onu da öbürsü gün yaklaşıp inceler , tartışmayı sonuca bağlarsınız. Bu arada Yusuf Asıl, sordu, “Hani cumartesi günü Ankara'ya gidecektin? Yanıtladım, “Ben ankara'ya gideceğim, bu söylediklerim kendim için değil, tartışma sürdürenler için. Ben, ne giyilen giysiyi ne de eskiliğini merak etmiyorum. Hele öğretmenlerin giysileri beni hiç ilgilendirmiyor. Çünkü onların belli bir gelirleri var, o gelirlerine göre istediklerini alabiliyorlar. Babamın çok kullandığı bir söz vardır, “Varsılın malı, yoksulun çenesini yorarmış! ”Bakın oturduğumuzdan beri, öğretmenin giysileri üstüne konuştuk;bundan bizim çıkarımız ne? Çok merak ediyorsak, yakınından geçer bakarız. Gerçi ben buna da karşıyım, öğretmenin giysisi bizi ilgilendirir mi? Açık açık konuşalım ve de kendimize soralım; “İlgilendirsin mi? ”Biz konuşurken masalar iyice boşalmıştı, biz de kalktık. Ben önce Öğretme masalarına doğru döndümse de cesaret edemedim, yandan çıkıp çeşmeye yöneldim. Arkadaşlar beni izlediler. Yusuf gülerek:
-Cesaret edemedin değil mi? diye sordu. Hem yürüdük hem de açıkladım.
“Benim cesaretsizliğim doğrudan kendimle ilgiliydi. Sözgelimi oradan geçerken Nahide Öğretmen bir çok zaman yaptığı gibi bana bir soru sorabilirdi. Soru yanıtlarken müzik öğretmeninin beni göz altına almasını istemem. Onunla konuşurken daha dikkatli olmam için gerçekten onunla iki ikiye konuşmayı isterim. Onunla konuşurken de salt müzik konusundan söz edilmesini isterim. Çünkü onunla benim ilişkim müzik üstüne olacak. Ben böyle düşünüyorum. Salt onunla değil tüm öğretmenlerle öyle bir ilişki sürdürmeye çalışıyorum. Kepirtepe'de de böyle düşünüyordum. Ahmet Gürsel Öğretmeni çok severim. Ancak Ahmet Gürsel Öğretmen benim matematik öğretmenimdir. Fikret Madaralı Öğretmen de öyle. Türkçe ile ilgili bir soru ya da olayla karşılaşınca önce aklıma o gelir. Tarımla ilgili konularda Salih Ziya Büyükaksoy benim aklımdadır. İşte müzik de böyle. Öğretmenin yeniliği eskiliği benim bu kanımı değiştirmez. Öğretmenin karşısında onun dersi ile ilgili, onun soracağı sorulara hazır olmak isterim. ” Arkadaşlar dikkatle dinlediler. Recep Kocaman yorum yaptı:
-Sen bize göre çok deneyimlisin. Biz hala ilkokul çocukları gibiyiz, kendimize göre yorum falan yaptığımız yok. Birimiz ne yapıyorsa onun gibi yapıp sıvışıyoruz. Bayrak kulesinin yanında geçerken orada toplanmış insanlar gördük. O tarafa sapıp yanlarından geçtik. Hepsi konuk ekiplerdenmiş. “Bayrak ipi koparsa nasıl takılacak? ”diye dertleniyorlar. Hasan Üner beni gösterdi:
-Ona sorun, ustası o dur! Gerçekten bana soran oldu. Önce soruyu anlamazdan geldim. Bir başkası bastıra bastıra tekrarladı:
-Bayrağın ipi koparsa ne olacak? Tüm çocuklar ilgiyle bakıyordu;gülesim geldi, bu kez de, “İp koparsa, ip kopmuş olacak;bunu bilmeyecek ne var? diye ben ona sordum. Birisi sabırsız bir tavırla:
-Bayrağı nasıl çekecerksin? diye yüksek sesle bağırdı. Ona da:
-Yeni bir ip takarak! dedim. Yusuf sabredemedi, çocuklara; “Abi şaka ediyor, takılan ip yıllarca dayanacak sağlamlıkta bir ip. Ayrıca, sık sık kontrolu yapılacak, yıprandıkça da yenilececek!
Ali Yılmaz Öğretmen yetişti, kendi binamızın inşaatına gittik. Namık Öğretmen bizi karşıladı. Yakınındaki çardağı göstererk:
-Elinize sağlık, iyi ki o çardağı yapmışsınız nöbetleşe gidip gölgesinde serinliyoruz! dedi. Namık Öğretmen bana:
-İbrahim, bildiğim kadarıyla sen duvar örmesini seviyordun. Kepirtepe'de birlikte çalışmıştık. Şimdi burası da bir Kepirtepe sayılır. Tıpkı orası gibi kuruluyorbildiğin gibi. Gel birkaç gün burada da birlikte çalışalım! Kepire dönünce böyle bir çalışma olanağı bulamayab ilirsin! Ali Yılmaz Öğretmene baktım. Ali Yılmaz Öğretmen umuzlarını oynatarak, “Bana bakma ben karışmam, istiyorsan gel çalış. Ben sadece seni namevcut saymam! ”dedi. Bizi dinleyen yapıcı arkadaşlar da “Gel! ” deyince kaldım. Arkadaşlar bana bir yer açtılar. Duvarların temel üstü bir buçuk metre taş örülüyor. Taş örgüsü bitmek üzereymiş, eksik olan bir yere beni aldılar. Tam işe koyulduğum bir sıra Sili Usta geldi, önce şaşırmış gibi başını, ellerini oynatarak sessizce sorar gibi yaptı. Sonra da, “Denetlemeye mi geldin? ”diye sordu. Yanıma geldi dizdiğim taşlara baktı, beğendiğini söyledi. Bizden ayrılırken az ilerideki arkadaşı eleştirerek koyduğu taşları söktürdükten sonra benim taş dizişimi örnek gösterdi. Gülerek arkadaşa, “ Gidip biraz marangozlukta çalış! ” önerisinde bulundu. Öğleye dek taş duvar örme işinde kaldım. Namık Öğretmen teşekkür etti, sözlerinin içtenlikten ileri geldiğini, işlerimizin bir birinden farkı olmadığını, bizim gelecek yıllardaki meslek çalışmalarımızda da bir ayırım yapılmayacağını anlattı. Bir de örnek verdi:
-Çalıştığınız köyde bir inşaatı gördüğünüzde gözünüze ilişen duvardaki büyük bir kusuru, “Ben marangozum”deyip göstermeyecek misin? diye sordu. Okula dönerken arkadaşlara yetiştim. Ali Yılmaz Öğretmen:
-Bundan böyle herkes gidip bir gün duvarcılık yapacak! Elinizdeki sanatın rahatlığını böylece daha iyi anlarsınız! dedi. Öğretmen ayrılırken tekrarladı, “Pazartesi günü Yusuf Asıl duvar örecek! ”Yusuf duraksadı:
-Neden ilk gün ben? Ali Yılmaz Öğretmen bahçe kapısından girerken, “Onu sen düşün! ”dedi.
Yemek süresince arkadaşlar Yusuf'a sordu “Ne düşündün? Öğretmenin sözünü neye yordun? ”
Yemekte duyuruldu; “Müzik çalışmalarına katılmak isteyenler okul bahçesinde toplanacak! ”
Ahmet Güner de mandoline katılmayı isteyince bugünkü oyunları kestik. Okul gölgeliğinde bir süre öğretmeni bekledik. Öğretmen geldi. Öğretmenin ilk sözü; “Benden önce Bayrak Törenlerini yaptıran biri varmış, kimdir o? ”dedi. Herkes bir birine baktı; “Kim? , kim? , kim? ”diyenler oldu. Bu arada bana da bakanlar oldu. Öğretmern de bana bakınca ben:
-Hidayet Gülen Öğretmen! dedim. Öğretmen gülümseyerek; “Yanlış sordum galiba;bu bir öğrenciymiş! ”deyince bu kez de ben:
-O öğrenci benim! dedim. Öğretmen parmağı ile gösterek:
-Sen akordiyon çalıyorsun değil mi? diye sordu. Benden önce arkadaşlar yanıtladılar. “Evet! ”Bundan sonra öğretmen Behire Bil Öğretmenin yapmış olduğu ayırımı sürdüreceğini, kemancıların keman, mandolincilerin mandolin çalışmalarını ayrı ayrı izleyeceğini söyleyip, herkesin, tel, pene ya da mızrak, reçine gereksinimlerini yazmalarını istedi. Doğan Güney kemancıların, Hasan Çetin mandolincilerin gereksinimlerini yazıp akşam öğretmene vermeyi üslendi. Daha sonra öğretmen, öğleleri burada düzenli toplanılmasını, herkesin elindeki çalgıyı temiz tutmasını tembihleyerek ayrıldı.
Öğretmenin çok yumuşak davranması, gülümser bakışı herkesi etkiledi. “Ne iyi öğretmen, çok nazik, çok etkileyici, dediğini yaptıracak” türü sözler tekrarlanarak iş başı yapıldı. Ali Yılmaz Öğretmen yolumuza çıktı. Ben öğretmene sordum; “Nerede çalışacağım? ”Öğretmen gülerek önce:
-Gönlün nerede isterse! dedi. Gönlümün kendi işimde olduğunu söyleyince öğretmen gülümsedi, “Öyleyse orada çalışacaksın! dedi. Bu kez Yusuf sordu:
-Öğretmenim bana da bu soruyu sorar mısınız? ”Bu kez öğretmen, “Sen gidip biraz taş örmeden neden sorayım? ” Arkadaşlar güldü, Yusuf üzüldü. Kereste yığınlarından parça seçme işini sürdürdük. Kirişlikler için budak önemli, budaksız olmasını istiyoruz. Salih Baydemir kurnazlık yapmak istiyor:
-Hiç değilse Kepirtepe binamızda budaklısını kullanmayalım! ”Önce güldük, sonra da eleştirdik. “Ne fark eder? Kepirtepe binasının çatısı istediğimiz kadar sağlam olsun, komşusu olan Haruniye ya da Ladik binası kusurlu olunca onların zararını Kepirtepe binası önleyecek mi? ”Arkadaşımızın şaka söylediğini bile bile ona övütler veriyoruz. Oysa Salih bu konuda hepimizden duyarlı, en küçük kusurlu bir parçayı görmezlikten gelip kullanmaz. Kullananları görünce de uyarır.
4 metrelik kirişleri çekip çıkarırken Ali Yılmaz Öğretmen sordu:
-Sence hangisi zor, bu kirişleri taşımak mı yoksa o koca taşları kucaklayıp kaldırmak mı? Böyle bir karşılaştırmayı düşünmediğim için bir süre sustum. İkinci kez sorunca, kerestelerle uğraşmaya alıştığımı, oysa taş kaldırmayı çoktandır yapmadığımı salt bu nedenle taşın zor geldiğini söyledim. Ali Yılmaz Öğretmen Yusuf'a seslendi:
-Bak dinle, taş taşımak, kalas taşımaktan daha zormuş! Yusuf zaten bugün biraz suskundu, bu sözden sonra hepten sustu.
Okula dönerken Yusuf'u konuşturmak için köyü gösterdik; “Evler çatılı olsa ne güzel görünür! Yusuf bunu bekliyormuş, hemen:
-Neden bu evlere çatı yapılmazmış? diye sordu. Sonra da çatı yapılırsa evlerin İstanbul'da trene giderken gördüğümüz evler gibi üst üste binmiş olarak görüneceğini konuşarak okul bahçesine döndük. İsmet yetişti, yeni yeni tasarıları varmış onları sıralarken eve mektup yazıp yazmadığını sordum, yazmamış. Oturup mektup yazacağına söz verdi. Birlikte derslik çadırına gittik. O mektup yazdı ben de kitabımı okudum. Pazar günü Abdullah Özkucur'la yapacağımız konuşmada en çok bu kitap geçecek. İyi bir okuyucu olduğumu kanıtlamak için kitaptan alıntılar yapmayı kurdum. Alacağım alıntılar hem kendim için de yararlı olsun hem de kitabın asıl vermek istediğini, bu kitabı okudum diyenin verilmek istenen fikri kavrayıp kavramadığına ölçmeye yarasın. Sözgelimi - bana göre- unutulmaması gereken bölümlerden ilk aklıma gelen; “Yazarın ayağına takılan bir nesnenin insan oluşunu anlayınca takındığı tavır, gösterdiği özveri”
“Birden ayağım bir şeye takıldı ve yere kapaklandım. Yerde, kaldırımın tam karşısında karların içinde bir adam yatmaktaydı ve ayağım ona takılmıştı. İkimiz birden küfrettik, ben Rusça, o fransızca.
=O. diabie=Meraklanmıştım. Adamı kolundan tutup ayağa kaldırdım. Kısa boylu, tüy gibi hafif, ufak tefek biriydi. Kolumu yakalayarak öfkeyle bağırdı:
“Şapkam, hay allahın belası. Şapkamı geri ver! Donacağım! ”
Şapkasın ı karların arasında bulup silktim ve dağınık saaçlı başına geçirdim. Ama o şapkayı çıkardı ve elşn de sallayıp, iki dilde küfrederek bağırdı:
-Defol!
Birden ileri atıldı ve uğuldayan fırtınanın içinde görünmez oldu. Ama bir süre sonra, sön ük bir sokak lambasının altında ona yine rastladım. Lambanın direğine sarılmış içtenlikle şöyle söyleniyordu:
-Lena, ölüyorum. . . Ah Lena! ”
Belki de sarhoştu. Sokakta bıraksam donması belki de işine bile gelkirdi. Oturduğu nyeri sordum.
“Bu ne sokağı? ”diye bağırdı, ağlarcasına.
“Yolumu şaşırdım”
Kolumu beline dolayıp onu sürükleyerek nerede oturduğunu bir kez daha sordum.
“Bulak'da” mırıldan dı titreyerek. “Bulak'da” diye mırıldandı tiştrfehyerek, “Bulak'da”. . . “Orada bir hamam var. . . bir ev. . . . ”
Ayağını zorlukla yere basıyor, tökezliyor, benim yürümemi de engelliyordu. Dişlerinin takırtısını işitbiliyordum.
“Si tu savais. ”diye mırıldandı iterek.
“Anlamıyorum”
Durdu, elini kaldırdı ve sözcükleri;gururla yineledi:
“Si tu savais ou te me”. . . . . . . (Seni nereye götürdüğümü bir bilsen? )Yazdığım alıtıları bir kez daha okudum. Yazarda ne sabır varmış! Kim katlanır böylesi belalı bir kişinin yardımına? Nde var ki, kişi gerçekten yardıma muhtaç bir durumda. İşte bunu sezip yazarın yaptığı özveriyi yapmak büyüklük, iyiylik severlik olsa gerek. Kitapta, böyle ilginç bölümleri irdeleyip kendi beğenimi açıklamaya çalışacağım. Salt bu değil böylesi daha Birkaç tane benzer değerde büyük özveri örneği anlatılmaktadır. Yazarın, çalışan insanların nasıl mutlu olduğunu anlatması da çok ilginç.
“Kol ve duvar saati yapımcıları;aynı zamanda tıbbi aletler, dikiş makineleri, here türlü müzik kutuları ve diğer aygıtlar onarılır”
Bu ilan, küçük bir dükkanın buğulu camölarının arasındaki dar kapının üstüne asılmıştı. Bir camın arkasında F. Kalugin otururdu:tıknaz, ablak suratlı, hemen hemen her zaman gülümseyen bir adam. Dazlak sar kafasıb nda bir şişlik vardı ve gözünden bir büyüteç hiç eksik olmazdı. Bazen, ince cımbızlarla bir saatin içini karıştırırken bir türkü tutturur, püskülü püskülü andıran kır düşmüş bıyıklarının altındaki dudakları bükülürdü. Öteki pencerede ise Z. Nebey otururdu. Kıvırcık saçları, sivri sakalı, iri kemerli burnu ve birer erik büyüklüğündeki siyah gözleriyle şeytanı andıran ince, ince, uzun boylu bir adam. O da durmadan çalışır, incecik makineleri, parçalara ayırır ya da bir araya getirirdi. Ara sıra kalın, kalın, boğuk bir sesle birden bire kükrerdi:
“Tra-ta-tam-tam-tam! ”Yazar bu ayrıntıları verdikten sonra fazla bir şey söylemiyor ama, tüm niyeti anlaşılıyor. Zaten yazar da çok kısacık olarak düşüncesini özetlemiş:
“Ne şans”. . İnsanın isteği isteği işi nasıul yapac ağını bilmesi. . . ”Bu saatçilere saygı duyar, onların bütün makinelerin ve aletlerin sırlarını bildiklerini, yeryüzünde her şeyi onarabileceklerini düşünürdüm. İnsan dediğin buydu işte! Yazarın bundan sonra anlattıklarını daha anlamlı buldum. Ben de bir köylü çocuğu olduğum için enikonu da üstünde durdum. Ayrıca Abdullah'ın bu konudaki düşüncesini de öğrenmeye çalışacağım. Yazar açık açık köy yaşantısından hoşlanmadığını söylemekte:
“Ama köy yaşantısı. . . Ondan hoşlanmıyorum. Köylüleri anlamak benim içn zordu. Özellikle kadınlar hep hastalıktan yakınıyorlardı. . . . . . üç aile bir araya gelse;kırılan üç kuruşluk bir fincan için bile sopalarla dövüşüp kafa, kol kırarlar.
Delikanlılar kızlara kaba davranır, küfürlü şakalardan çekinmezler. Bir kmızı tarlanın ortsında yakalayınca eteklerini başının üstüne çekip iple bağlayabilirler. Benzer bir şakayı kilise bahçesinde de yaptıklarında, durumu gören papazın:
-Hayvanlar, bula bula burasını mı buldunuz? dediğini yazar. Anlatılanlar, yazarın yetiştiği yörelere özgü olabilir ama benzer olaylar bizim köylerde de olduğu için tüm köyleri içren bir yanı olduğu da yasınamaz. Köylerdeki işlerin seçme seçilme olgusu söz konusu olmadığına göre zorunlu çalışma kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
İsmet mektuplarını bitirmiş geldi. Yemeğe birlikte gittik.
Nöbetçiler, Öğretmenler masasına lüks koymuşlar. Lüksün tam karşısında Müzik Öğretmeni oturdu. Sanırım o pek ayırdında değil, lüks ışığına sayısız sinek üşüşüşüyor. Özellikle uzaktan bakınca lükse yakın insanlar da sinekler arasında görünüyor. Arkadaşlar bir süre bunu gözledikten sonra Mehmet Yücel şakasını yaptı:
-Yetişin, öğretmeninizi sinekler yiyecek. Bununla da kalmadı bana:
-Dayı, sen yetiş! Sanırım oradan da bir uyarı geldi, nöbetçiler lüksü kaldırıp astılar.
Ankara'ya gidecek olmamız değişik yorumlara neden oldu:
Bilmediğimiz bir yerde nasıl gezecekmişiz? Buna karşı da sorular soruldu. Ben de sordum:
-Gitmeden, içinded dolaşmadan bir kent nasıl öğrenilecek? İşte biz de, İsmet'le ikimiz:
-Ucundan ucundan gezerek sonunda tümünü öğrenmeye karar verdik. Önce, İstasyona yakın yerleri dolaşacağız. Ali Yılmaz Öğretmen bize yolları çizecek, o yollar üstünde gezeceğiz.
9 Ağustos 1941 Cumartesi
İsmet, fısıltıyla kulağıma “Ankara Ankara, güzel Ankara! ”dedi. Nöbetçi Bekir Temuçin de uyanmış, ”Benim için de gezin! ”dedi. Arkadaşları rahatsız etmemek için hemen dışarı çıktım. İsmet hemen yola çıkma taraftarı. İsmet’e söyleyemiyorum ama ben, müzik öğretmenini düşünüyorum: “O nasıl gidecek? ”Belki Ali Yılmaz Öğretmenlerle gidecektir. Öyle olursa yanına kolayca sokulabileceğiz. Ali Yılmaz Öğretmen ya da eşi beni görünce kesinlikle çağıracaklardır. Nazlana nazlana beni dinleyen İsmet’i yemekhane önüne götürdüm, Arkadaşımız Ahmet Güner yemekhane nöbetçisi, ondan çeyrek haklarımızı aldık. Ortalıkta kimseler yok. 8. sınıflardan Cemalettin Mert, Ali Yılmaz Öğretmenin yola çıktığını söyledi. Yanında başkasının olup olmadığını soramadım. İsmet’e Lalabel yolunu gösterdim, bizim dersliğin önündeki patikadan yola çıktık. Olabildiğince hızlı gittik. Lalabel’e vardığımızda bineceğimiz trene daha çok zaman olduğunu öğrendik. Oturup karşılara baktık, Elma Dağları, Küçük Yozgat falan derken bir tren geldi, az durdu geçti. Trenden inenler oldu. Giden trenden az sonra Ali Yılmaz Öğretmenler geldi. Tam beklediğim gibi müzik öğretmeni, Ali Yılmaz Öğretmenin eşiyle ağır ağır yürüyerek geldiler. Müzik öğretmeni dünkü giysilerini değiştirmiş, erkek gibi ceket giymiş, başında da çok kenarlı bir gölgelik şapka var. Şapkası, esintide kolayca çarpılıyor. O nedenle sık sık başını sağa sola çeviriyor. Ali Yılmaz Öğretmen önden geldi, bizi görünce yanımıza yaklaştı. Bilet aldınız mı? diye sordu. Biz, bilet almayı ya akıl etmedik ya da unuttuk. Ben bir an utandım, söyleyecek söz ararken, İsmet “Almad ık! ”dedi. Ben, “Sizi bekledik, gelmeseydiniz gitmeyecektik! ”dedim. Müzik öğretmeni, “Ali Öğretmene güvenerek mi gidiyorsunuz? dedi. Ben, “Biraz öyle! ”deyince Müzik öğretmeni Ali Yılmaz Öğretmene “İşiniz var! ”dedi. Ali Yılmaz öğretmen “Eeee, biz öyle konuştuk verilmiş sözümüz var! ”dedi. İsmet koşup biletleri aldı. Bu kez Müzik öğretmeni, “Neden öyle, Ankara’yı hiç mi bilmiyorsunuz? ”dedi. Bu kez ben, “Yoooo, biliyoruz ama gideceğimiz yerlere daha kestirme gitmek istiyoruz! ”dedim. Bu kez de “Aaa, evet! ”deyip sustu. Tren geldi, Birlikte bindik ama biz ayrı yere oturduk. Onlar bize gelin demedi, biz de sırnaşıklık olacağını düşünerek bitişik bölüme oturduk. Lalahan’ı geçince Ali Yılmaz Öğretmen yanımıza geldi, Cebinden bir kağıt çıkardı. İstasyon-Ulus Meydanı-Heykel-Ulus Çarşısı-Park-Pazar-Etnografya Müzesi-Çankırı Caddesi-T. B. M. M-Bahçesi yazılı-Tren akşam tam 7’de, (15 dakika önce biletler alınacak yazılı. )Konuşarak da İstasyonda birlikte ineceğimizi, Heykel önüne dek birlikte yürüyeceğimizi, orada ayrılacağımı konuştuk. “Biz çok mutluyuz, hiçbir kaygımız yok. ! ”dedik. Bu kez Müzik öğretmeni kalktı, yanımıza geldi, yarın geri dönmek zorunda olduğu içi bugün işlerinin yoğun olduğunu, bitirdiği okula, oradan da Milli Eğitim Bakanlığa gideceğini, bunları öğleye dek tamamlaması gerektiğini anlattı. sonra da “Böyle sıkışık bir durumum olmasaydı ben sizi önemli birkaç yere götürecektim! ”dedi. Teşekkür ettik. Ben bu fırsattan hemen yararlandım, “Öğretmenim, nota alacağım, kolay bulabilir miyim? ”diye sordum. Öğretmen “Aaa, bak o çok kolay, Ulustan sonra benimle gelirseniz gideceğim yolum üstünde nota satılan bir yer var, hem de tam yol üstünde! ”dedi. “Buna ben çok sevindim! ”dedim. Öğretmen :“Ben de çok sevindim, size bir yardımım dokunsun istiyordum! ”dedi. Köprüden Ankara’ya girerken “İşte Ankara’ya geldik! ”dedi. Bu kez “Sahi siz İstanbul’dan geliyorsunuz, İstanbul’u bari gezdiniz mi? ”diye sordu. Ben biraz abartarak, gezdiğimi, akordiyonu kendim gidip aldığımı, Bayazıt’taki İskender Kutmani Müzik Evinden söz ettim. Bizim Ankara’da gezme kaygımız yok ama neyi nerde bulacağımızın bilmiyoruz. Bu kez öğretmen, “Ben buna da çok sevindim, bu nota işinde ben başka zaman da yardımcı olmaya çalışacağım, bizim okul yolunda da nota satan bir yer var, ben oradan da bakarım! ”dedi. Ali Yılmaz Öğretmenle eşi hazırlanmışlar, Ben ayırdında değilim. Oldukça heyecanlıyım. Tren birden durdu. Kendimi toparladım, uyur gibi sarsılarak yürüyerek aşağıya atladım. Beş kişilik bir grup içindeyim. İsmet uslu uslu yürüyor. Ben nerede nasıl yüryeceğimi şaşırmış durumda bir oraya bir buraya geçiyorum. Çevremiz kalabalık. İstasyon binası da çok görkemli. Gerçi Haydarpaşa’yı gördüm ama o zaman yanımda müzik öğretmeni yoktu. Meydandan yola çıktık. Ali Yılmaz Öğretmen konuşmaya başladı. Ben “hı hı hı! ”diyorum ama, bir yandan da konuşmasını kesse de Müzik öğretmeni konuşsa ! ”diyorum. İstasyon T. B. M. M. arası çok yakınmış. Az sonra Ulus Meydanına çıktık. Atatürk heykeli çok görkemli. Ali Yılmaz Öğretmenle eşi ayrıldı, Biz bir İlkokul önüne dek yürüdük. Anafartalar burasıymış. Öğretmen bize bir iki yer gösterdi, “Ayyy, sahiden üzülerek ayrılıyorum. ! ”dedi. Gülümsedi, dikkatle yüzüne baktım, gülünce iki yanağının da ortasında iki çukur oluşuyor. “İyi gezmeler, Allahaısmarladık! ”deyip ayrıldı. Aptal aptal arkasından bakmaya kalkıştım. İsmet uyardı, “Dayı, ayıp edersin, o öğretmen, öteki öğretmenlere anlatır belki! ”dedi. Döndüm, hızlı hızlı gösterilen notacıya girdim. Notacı oldukşa salaş bir yer. Yeniden çok eski notalar var. Pek bakan da yok, kendin seçip alıyorsun. Bir genç, o da alıcıymış, benim yabancı daha doğrusu acemi alıcı olduğumu anladı. Hangi enstrümanı kullandığımı sordu. Akordiyon! deyince birden “Hiç arama, Ankara’da akordiyon çalan olmadığı için akordiyon notası bulamazsın! ”dedi. Bu kez ben, “Akordiyon için olmazsa akordiyonla çalabileceğim parçalar bakacağım! ”dedim. Elindeki notayı gösterdi, “Al işte Schubert Serenad her çalgı için geçerli! ”dedi. Mahcup oldum, “Elinizden almış oluyorum! ”deyin genç uzandı belli bir yerden bir tane daha aldı. Bir grup öğrenci geldi. O denli şamata ettiler ki, bu ara satıcıyla tartışmaya kalkıştılar. Satıcı sin kaflı sözlerle onları kovmaya kalkınca İsmet beni çekti, dışarı çıktık. İçerdekiler bir süre daha tartıştılar. Biz gene gelmek üzere Ulus Meydanına indik. İsmet Kırklareli’ye gidince sevdiği bir tatlı varmış hep ondan yermiş. Gezerken onu gördü, girdik yedik. İsmet’in sevdiği tatlı, bizim evde sütlüaş dediğimiz sütlü, unlu, şekerli bir yumuşak tatlı. İsmet dikkatli benim yanlışımı düzeltti. Tatlının üstünde sütlaç yazıyor. Bu kez T. B. M. Meclisi önüne indik. Kapılar kapalı ama insanlar durmadan o bahçeye girip kayboluyor. Biz de girdik Meğer bahçeye girmek yasak değilmiş. İlerilere girdikçe bizim gibi girip ağaçlar altında oturanları şaşılacak ölçüde çok. İsmet, “Dayı burada bizim bir tane bile tanıdığımız yok değil mi? ”diye sordu. Ben, Zühtü Akın’ı söyledim. İsmet akraba olarak demiş. Akraba olarak yok. Onların köyünden Mehmet Ağa aday(1935) olmuştu ama kazanamamış, sonra da üzüntüsünden ölmüş. Bizim köyde öyle bir tevatür çıkmıştı. Ağanın iki oğlunu biliyorum, küçüğü Enver, büyüğü Mehmet Ali. Enver, usta at sürücü, bizim köye çok geliyor. Çok da cesur;kimi zaman karanlık olurken atlayıp ata gece mece demeyip köye dönüyor. İsmet ekliyor: “Neden korkacak? Çiftesi eğerde, tabanca belinde. Meclis bahçesinde az durup çıktık, çarşı parkına girdik. Oralarda da oturanlar var. Aşağıya yürüdük. P. t. t’yi görünce anımsadım İsmet'e mektup yazdırmıştım. benim de 3 mektubum vardı, çekinerek girip onları attık. Az ileride bayraklı beyaz binalar var onları sorduk. Yüksektekileri öğrendik, biri Halkevi öteki Etnograf Müzesi. Halkevini biliyoruz. Müzenin adı n! oluyor? Atatürk’ün orada olduğunu duyduk ama adı neden öyle? Etnografya. İsmet söylemiyor ama uzaklaşmaktan da çekiniyor. “İşte müzeyi de gördük, dönelim! ”dedi. Dönüp gene sabah gittiğimiz yerleri bir daha dolaştık. Girebiliğimiz dükkanlara çekinerek giriyoruz, bize bakıp soran olursa ceket aradığımızı söylüyoruz. Ne ilginç bir çok dükkana girdik çıkık, ne istediğimizi soran olmadı. Üçüncü kez önünde durduğumuz bir dükkanın kapısında oturan bir amca bize ne aradığımızı sordu. İsmet ceket alacağını söyleyince adam kalktı, “Arkamdan gelin deyip yürüdü, biraz yürüyünce bende kuşku başladı, adam bir sokağa saptı. İsmet yakınında gidiyor. Sokak başında durup İsmet’e seslenmek üzereyken önünde ceketler asılı dükkanı gördüm. Amca gülerek; “Bu yakınlarda hazır ceket burası satar, burası terzi bölgesidir, Ankaralılar ceketlerini bu terzilere diktirir! ”dedi. Az önce kaçmayı tasarladığım amcanın arkasından “Ne iyi insan! ”deyip baktım kaldım. İsmet usanmadan dışarıdaki ceketlerin hemen hemen hepsini giydi çıkardı. Ceketlere bakan da bizim yaşımızda biriydi. İsmet sonunda dudak bükmeye başlayınca çocuk İsmet’i içeriye çağırdı. İsmet orada da birkaç ceket giydi çıkardı. Sonunda bana sordu, dışarıdakilerden benim beğendiğim bir tane vardı, onu gösterdim. İsmet giydi, “Bunu çıkarmıyorum, ”deyip aldı. Çocuk öğrenci olduğumuza önce inanmadı. Konuştukça anladı, kendisinin de Sanat okulunda okuduğunu söyledi. Okulu, Ptt ilerisindeki demir duvarlı okulmuş. Kendisi öyle söyledi. Duvarları demirliymiş ama onlar gene kaçabiliyorlarmış. Çocuk konuşurken okuduğum Benim Üniversitelerim kitabındaki öğrencileri anımsadım. Onlar da hep kaçıyorlar. Bu nedenle de 40 yaşlarına dek kentlerde sürünüyorlar. Bizim öğrenci cekete önce 5 lira, sonra 4, 5 lira istedi. İsmet 4, 5 liraya razı olurken satıcı çocuk “Madem öğrencisin, 4 lira ver yeter! ”dedi. Çocuk böyle söyleyince, onun da öğrenci olduğunu öğrenince iyice yakınlaşıp sorular sorduk. İsmet, “Biz acıkınca nerede yemek yiyeceğiz? diye sordu. Çocuk birden “Hiç paranız kalmadı mı? diye sordu. Açıkladık. O zaman çocuk bizimle çıkıp yakındaki okulun karşısında köfteciler olduğunu , en ucuza orada kanınızı doyurabilirsinizi söyledi. İsmet sıcak mıcak demedi, ceket sırtında gezmeye başladık. Sokakta çoğunlukla kadınlar kızlar var. Kızları görünce Süheyla Öğretmeni anımsadım. İsmet'le onun için hiç konuşmadık. Konuşma kapısı açmak için, İsmet’e “Bu sıcakta müzik öğretmeni gibi ceket giydin, bari bir de şapka alsaydın! ”dedim. İsmet yüzüme baktı, “Dayı ben seni anlayamıyorum, sen o kızın öğretmen olduğunu unutuyorsun galiba! ”dedi, güldü. Durduk sokak ortasında bakıştık. “Neden unutuyor muşum? ” deyip İsmet’i sorgulamaya başladım. Ne demek istediğini pekala anlıyordum ama illa öğretmen üstüne konuşmak istiyordum. İsmet ne düşündüyse düşündü, “Vallahi dayı, ben bu konuda seninle tartışmayacağım, ne yapmak istediğini sen daha iyi bilirsin! ”dedi kesti. Bu kez sözü saptırmaya kalkıştım, “Yani onun gibi şapka al deyişim mi seni kızdırdı? ” diye sordum. İsmet, “Yok dayı şapka mapka değil ben genel olarak öğretmen için konuşmak istemiyorum. Sen okul kızları için söz söyleyenleri yerden yere vururken;bu kez kendin öğretmeni dile doluyorsun, ben ona şaşıyorum! ”dedi. Notacıya girdik, tenha idi. Önce gördüğüm notaları karıştırdım;Scuhubert Serenat’ı buldum, onu ayırdım. Deminki kavgacı adamın yerine bir genç gelmiş, çok yumuşak konuşuyor, bana gülümseyerek, Schubert’i seviyorsanız burada başka parçaları da var deyip koca bir dolap gözü gösterdi. Biraz utanarak, “Bunlar Türkçe değil, bunların adlarını ben okuyamıyorum! ”dedim. Genç, “Onları kimse okuyamıyor, bilenlerden duyarak öğreniyoruz;ben de öyle öğrendim! ”dedi, parçaları göstermeye başladı. Ave Maria, Marş Militer, vals, polka, diyerek bir sıra nota sıraladı. Ben bir yandan onu dinledim bir yandan da öteki taraftaki notalara baktım. Üstünde akordiyon resmi olan notalar var. “Bunlar ne ? ”diye sorunca. Genç, “Onlar hafif dans parçaları, onları da alanlar oluyor. Dans orkestrasında çalışanlar onları sordukları için arada onları da getirtiyoruz! ”dedi. Parçaların adlarını yabancı görünce duraksadım. Nemika, Ticu ticu ile Schubert’in Serenat, Ave Maria, Marş Militer’inı aldım. İsmet sanırım çok beklediği için biraz sıkıldı. Kapıdan çıkarken, “Bunların adlarını müzik öğretmeninden soracak mısın? ”dedi. Hiç bir yanıt vermedim ama azıcık üzüldüm. İnsanların bir ara sokağa gidip geldiğini görünce, o tarafa gittik;Pazar yeriymiş, azıcık orada dolaştık. Ptt önüne gidince o geniş yolun nereye gittiğini sorduk. Sorduğumuz kişi, “Yenişehir’e gider, doğru gidin, Yenişehir yakındır! ”dedi. Büyük bir bina önünden geçerken, orasının Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi olduğunu öğrendik. Ben, bugüne dek fakülte adlı bir okul bilmiyordum. Daha ileriye gitmekten vazgeçtik. İsmet acıktığını söyledi, bu kez simit alıp yedik. Atatürk heykelinin tam karşısında bir sinema varmış onu gördük. Sinemanın önünde filmleri tanıtan resimlere baktık. Biz oralarda dolaşırken sinema iki kez doldu boşaldı. Meydan sabah kalabalıktı ama öğleden sonra büsbütün kalabalıklaştı. Parka girdik, masaların hepsi doluydu. Kitapçıların önünde kitaplara baktık. İsmet’in gözleri meydandaki saate takıldı, sık sık “Altıya on kaldı, beş kaldı demeye başladı. ”Altıyı geçti! ”dersen İstasyona gideriz! ”demiştim. İsmet gülerek, ”Saat altıyı on geçiyor deyince İstasyon yoluna çıktık. İstasyon tıklım tıklım. İyi ki bizim tren ilk yoldaymış, rahat bindik. Ancak nedense bizim tren yedi yerine yedi yirmide kalktı. Kalkınca istasyonları saydık, Yenişehir, Kurtuluş, Cebeci, Saimekadın, derken Ali Yılmaz Öğretmeni anımsadık. İsmet kalktı bir tarafa o bir tarafa ben sıra ile baktık, Ali Yılmaz Öğretmen yok. İsmet, “Öğretmen treni kaçırdı! ”dedi. Ben, “Ankara’da kalmıştır, o da yarın gelir, dedim. İsmet, “Müzik öğretmeni de yarın gelecek! ”deyince ben, “Onlar öğretmen, canları ne zaman isterse gelirler! ”diyerek İsmet’e laf çakıştırdım ama İsmet hiç oralı olmadı. “Lalabel’den okula yalnız gideceğiz! ”dedi. “Sabah da yalnız yürümüştük! ” diyerek dikine dikine konuştum. İsmet anlamış olacak, “Lalahan’da inelim mi? diye sordu. Ben, ”Sen yalnız in, daha rahat yürürsün! ”dedim. Bu kez İsmet, “Benim yalnız rahat yolculuk yapacağımı düşünüyorsan, Lalahan’da sen in de oradan Lalabel’e dek rahat gideyim! ”dedi. Dedi ama biz konuşurken Lalahan’a gelmiştik, sözümüz bitmeden tren kalktı. Bu kez ben, “Ah inemedim, neyse Lalabel’de inerim, sen rahat bir yolculuk yapmak istiyorsan oradan öte devam edersin! ”deyince İsmet dayanamadı, katılırca güldü. Sonra da “Nasıl ama bana güzel bir ceket aldık değil mi? ”diye sordu. “Aldık! ”dedim. Lalabel yokuşunu çıkarken trenden atlamayı düşündük. Köylüler hep atlıyormuş. Dedik ama atlamaya kalkışmadık. Lalabel-Hasanoğlan arasını bu kez tren yolu tarafından yürüdük. Biraz uzun olmakla birlikte yüksüz olunca rahat yürünüyor. Yemeğe yetişemedik ama, aç kalmadık, nöbetçiler bize kadar yemek buldular. Dersliğe gittiğimizde arkadaşların hepsi toplanmıştı. Az sonra topluca okul bahçesine gidilecekmiş. İsmet’i ceketli görünce gülenler oldu, “Konuşmayı İsmet yapsın! ”İsmet, “Bu öneri ceket içinse ben ceketi konuşma bitinceye dek kime olsa veririm. ! ”dedi. Şakalar uzatılmadı, Konuşmacılar 8. sınıflarca yapılıyormuş. Bizim sınıf bu gece konukmuş. Bahçeye toplanmalar başlayınca biz de gittik. Hidayet Gülen Öğretmen kısacık bir konuşma yaptı. “Okul müdürümüz aramızda olacak, birkaç dakika bekleyeceğiz! ”dedi. Bizim taraftan sesler yükseldi. Hidayet Öğretmen duymazdan geldi. Görevli öğrenciler aralarda gezdi. Konuşmalar yön değiştirdi. Çifteler ekibinden bir öğrenci mandolin çaldı. Aksu ekibinden bir öğren İzmir Yollarında şiirini okudu. Savaştepeli bir öğrenci şarkıya başlarken okul müdürü geldi. Yerine oturmadan, “Sizinle biri iki söz konuşmak istiyorum! ”diyerek söze başladı. Ekiplere teşekkür etti, şimdiye dek yapılan işleri anlattı. Yapılması süren işleri bitmiş saydığını söyledi. Hasanoğlan köylülerinin konukseverliğini övdü. Gitmiş olan ekiplere hepimiz adına selamlar, bundan sonraki çalışmalarımızın daha canlı yapılmasını istedi. Yerine oturdu. Konuk ekipler alkışladılar. Alkışlanması gerektiğini biz doğrusu bilmiyorduk. Daha doğrusu bu alkışlamaya biz alışmamıştık, Birkaç kişi dışında alkışlayan olmadı. En kıdemli okul olarak Çifteler sayıldığından oradan bir öğrenci yapılacakları sıraladı. Arkasından bir başka Çiftelerli öğrenci okullarını tanıttı. Arkasından Aksulu bir öğrenci kendi okullarını tanıttı. Onu Savaştepeli bir öğrenci izledi. Bu kez bizden bir öğrenci, kısacık konuştu. “Kepirtepe’yi bize unutturdular, orasını size nasıl tanıtalım. İşte buradayız bizi nasıl görüyorsanız öyleyiz Bir gün Kepirtepemize döner, orasını bıraktığımız gibi bulursak sizleri orada bağrımıza basarak tanıtmaya çalışacağız! ” diyerek yerine oturdu. En çok alkışı da aldı. (Tevfik Uğurlu)Arkasından Çifteler ekibi Hoşbilezik şarkısını söyledi, arkasından da oyununu oynadı. Aksu ekibi iki türkü söyledi:Menekşe buldum Derede, Çiğdem Derki Ben Alayım. Savaştepeliler, Efelerin efesi diye bir türküden sonra Arpazlı zeybeğini oynadılar. Arkasından üç ekip karması Bengi zeybeğini oynadılar Zeybek kalabalık oynandı. Biraz da bilerek uzattılar. Bizim kızlar, Manastır, Arpa da Buğday, . Meşeli, Birini de yarim biri. Kızlardan sonra Çiftelerli Abdullah Özkucur şiir okudu. O çıkınca bizim arkadaşlar biraz küçümseyerek baktılar, güldüler. Bunda haklı değillerdi ama Abdullah da hem şiiri güzel okuyamadı hem de şiiri güzel değildi. Şiir miydi yoksa konuşma mıydı pek anlaşılmadı. Kendisi yazmış. İşi, çalışmaları öven bir yazı. Ancak, “Çalışanları öven şair kendisi çalışmıyor, kaytarıyor! ” diyenler oldu. 8. Sınıfların Mandolin grubu güzel, kısa dört parça çaldı. Recep Türköz şiir okudu. Arkadaşımız Ahmet Güner, Edirne köprüsünü, Musa Güner-Ali Ergin, Saray Burnu, Martı Kuşları, Maya Dağı, De Bre Hasan türkülerini söylediler. Arkalarından Yakup, Hasan Gülümser, Süleyman Gege ile kalabalık bir grup Trakya halayını(Ben, akordiyonla katıldım) oynarken kalabalık bir konuk ekip grubu da katıldı. Bahçe toz duman oldu. Arkalarından Yusuf Asıl, Ahmet Güner, Ali Ergin, Musa Güner Harmandalıya başladı, Hidayet Öğretmen de katıldı. Çiftelerden bizim öğreticimiz Mustafa katıldı. Öğretmen çabuk ayrıldı. Zeybek biterken ben Sepetçioğluna çevirdim. Arkasından da Arpazlıya geçtim, üç ekipten de en az onar kişi katıldı. Arpazlıyı keserken Birden Dağ başını duman almışa başladım. Programda yoktu ama tüm oradakiler katıldı. Hidayet Öğretmen elini kaldırarak ortaya çıktı, Müdür Bey adına teşekkür etti. “Dostluk, arkadaşlık, kardeşlik ne derseniz deyin, gönül birliği işte budur. Siz bunu en iyisini yaptınız, bundan böyle de yapacağınıza iyiden iyiye inanıyoruz, hepinize sağlıklar, neşeli günler, diliyoruz! ”dedi. Tevfik Uğurlu ile Hasan Gülümser yanıma geldi bana “Abi sen ne yaptın? Daha program vardı, şiirler okunacaktı, konuşma vardı. ! ”dediler. Yüzleri gülüyordu. Ben de güldüm:
-Siz duymadınız mı? Hidayet Öğretmen ne söyledi? Her şeyin en güzeli olmuş, bu nedenle “Okul Müdürü bana işaret etti, (Şu işi bitirelim! dedi))ben de bitirdim! ”dedim. Yatarken dinlediklerimden, herkesin memnun olduğunu anladım, programın kesintisininse kimse ayırdında değildi. Üstelik daha sonra yaptığımın çok iyi olduğu kanısına vardım. Ayrıca, son oyunlar, şiirler konuk ekiplerden olacakmış, ben açıkgözlük etmişim. Üzülmedim, gerekirse gider arkadaşlardan özür dilerim:
-O gün Ankara’ya gittiğimi, programı bilmediğimi, kimsenin de bana program vermediğini, marşı kasıtlı çalmadığımı, ses anımsatması nedeniyle boşluk doldurmak için çaldığımı, herkesin coşarak katılacağını beklemediğim, anlatırım! dedim. Bizim arkadaşlar sonuçtan çok mutlu oldular. Kadir Pekgöz beni öven sözler söyledi. Bu ara, Edirne-Karaağaç günlerindeki bir olayı anımsattı. Derslikte otururken bir grup konuk gelmişti. Bizimle konuştular. Baylar bayanlar vardı. Aralarında öğrenci de varmış. Bir kız orta 3. sınıftaymış, anımsadım yanıma gelip, kaçıncı sınıfta olduğumu benden sormuştu. Ben de haklı olarak “6. sınıftayım! ”demiştim. Kızcağız içini çekerek, ”Ben daha 3. sınıftayım! ”deyip ayrılmıştı. Arkadaşlar o zaman bunu, benim zekama bağladılar, kıza karşı mahcup olmayayım, diye böyle bir kaçamak yapmışım. Oysa hiç ilgisi yoktu. Okulumuzun ilkokul bölümü vardı. Bu nedenle orta 1. sınıfa 6. sınıf deniyordu. O kız bunu anlamadı, 6. sınıfı lise 3. sınıf olarak algıladı. Bu gece de benzer bir durum oldu. Benim zekamla filan ilgili değil, düpedüz bilmemekten ileri geldi. Ama bu bizim işimize yaradı. Bu nedenle kınanma yerine beğeni almış oluyorum. Yatınca ilk aklıma gelen Ankara yolculuğu oldu:Müzik öğretmeni olmadığı için toplantıdan kaçmaya çalışıyordum. Şimdi ise keşke öğretmen de burada olsaydı. Acaba o olunca da böylesi rahat olabilecek miydim? İşte bir soru işareti. Sorular bir birini izledi. “İşi olmasaydı acaba müzik öğretmen sahiden bizi gezdirecek miydi? Niçin yalan söylesin? İsmet neden öyle konuştu? Aldığım notaları öiğretmen sorarsa göstereyim mi? Ya notaları beğenmez, nota seçmesini bile beceremiyor? derse…Sorular uzayamadı, çünkü esnemekten ağzım yorulmuştu.