Müzik Ağırlıklı Etkinlikler
2 Eylül 1940 Pazartesi…
Hiç ayrılmamış gibi yerlerimize yerleştik. Yemek masalarımızın sırası değişmiş. Nedense bizim masaları öğretmen masalarının hemen bitişiğine çekmişler. “Daha iyi işte öğretmenliğe yaklaştığımızı anlatmak istiyorlar!” diyenler oldu. Dört beş dolayında tanımadığım insan geldi, öğretmen masalarında oturdu. Gözlerim Hüsnü Baykoca’yı aradı. Hüsnü Yalçın açıkladı, evini Lüleburgaz’a getirdiği için orada kalıyormuş. Lüleburgaz’da oturan öğretmenler geldiler. Galiba on dolayında yeni öğretmen gelmiş. Çoğunu ben görmedim. Aralarında bayanlar da var. Çevreme bakınca biraz garipsedim, işler bıraktığımız gibi duruyor. Revir binasının duvarları tamamlanmış ama dört duvar olarak öylece bekliyor. Neyse, bizim atölye öğretmenlerimiz tamam. Gene eski atölyeye gittik. Yeni atölyeye taşınılacağını umuyordum. Hoşbeşten sonra önce öğretmenler bize sorular sordu. Onlar sorularını azaltınca bu kez arkadaşlar sorulara başladı. Bir süre dinledim. Sorular hiç de sandığım gibi bizimle ilgili değildi. Bu kez ben, ”Revir binasında önemli bir çalışma yapılmamış!”dedim. Naci Öğretmen gülerek “Kim çalışacak ki? diye bize sordu. Yeni gelenler salt kültür dersleri yaptığından iş dersleri tavsıyormuş. Geldikleri zaman da iş bilmediklerinden başarı sağlanamazmış Hamdi Öğretmen, ”Kuzum, bunları niçin soruyorsunuz?İşte dinlenip geldiniz, zaten çatısını siz hazırlamıştınız, şimdi kaldırıp yerine koyacaksınız, olup bitecek!”dedi, bizi bir an önce işlere ısınmaya çağırdı. İlk iş olarak duvar üstü lentolarını hazırlayıp döşemeye başladık. Çalışma sırasında kimi ölçülerin değiştiği ortaya çıktı, Naci Öğretmen Hasan Üner’le beni çağırdı atölyeye döndük. Yeni ölçülere göre parçaları geğiştirdik. Çalışırken Naci Öğretmen bizi konuşturdu. Bana, ”Köyde armonika çalıp çalmadığımı sordu. Armonikayı köye götürmediğimi, armonikanın Ahmet Gökay Ağabeyin olduğunu, bana çalışmak için verdiğini anlattım. Naci Öğretmen nedense “Eyvah sen armonika çalışmanı sürdürmeyecek misin?” diye sordu. Ben de bunu fırsat sayıp akordiyon aldığımı söyledim. ”Çalışacağım, hem de izin verirseniz gene atölyede çalışacağım!”dedim. Naci Öğretmen, ”Çok iyi olur, zaten sen gideli beri biz atölyenin zamanında açılmasını bir düzene sokamamıştık. Anahtarı al da kapılarda beklemekten kurtulalım!”dedi. Bu kez de “Ne? Akordiyon mu aldın?” diye ilgiyle sordu. Akordiyon aldığımı tekrarladım. Sonra da , İstanbul’a gidişimi, Beyazıt Meydanıba bakan Üniversite Kapısının önünden geçişimi, asker doktorların okulu karşısındaki Şamlı İskender’den Akordiyon alışımı anlattım. Naci Öğretmen gülerek:”Bu anlattıklarına şaşmadım, delikanlı adamsın. Gitmeye çekindim, deseydin ayıplardım. Akordiyonu getirince görürüz, hayırlı olsun!”dedi. Kestiğimiz parçaları arkadaşlara götürdük. . Yerlerine yerleştirirken zil çaldı. Öğle yemeğinde benim akordiyon tüm arkadaşlar tarafından duyuldu. Birileri duymazdan gelmiş gibi tavır takınmış olsa da çoğunluk görmek için çevremi sardılar. Dersliğe getirip omzuma aldım. Bakarak do majör gamını belli bir duraklamayla yaptım.
Amacım bir şey çalmak değil, akordiyon sesinin güzelliğini duyurmak. Öteki sınıflardan sesi duyanlar bizim dersliğe doluştu. Özür dileyip kutuyu kapattım, Bu kez notaları çıkardım. Arkadaşlar, notaları, benim bilerek seçtiğimi sanıyorlar. İdris Destan müzik konusunda biraz bilmiş geçiniyor, sordu:
-Bunları nereden öğrendin?Kırklareli’de klarnetçi amcamdan söz ettim. Gerçekte amcamın büyük etkisi oldu ama bu kez, Şamlı İskender, ya da oradaki satıcı kendisi seçip verdi. Bundan kendime bir pay çıkardım. Yusuf Paşa diye bir besteciyi buradaki kağıtlarda şimdi okudum. Ancak, tanıyormuş gibi,
-”Bizim plaklar arasında çok bestesi var!” diyerek (Olayı biraz saptırdım) onlardan esinlendiğimi söyledim. Renkli Macar Dansını ortaya koydum. Üstünde dans eden bir bayan. Arkadaşlar buna nota olarak değil resim olarak baktılar. Okula dönmeden önce akordiyonu arkadaşlara nasıl tanıtacağımı düşünüyordum;çekemeyecekler olacağını biliyordum. Öyleleri var ki, herhangi bir derste tahtaya kalkıp doğru yanıt verince bile türlü desiselerle insanı rahatsız ediyorlar. Ben hepsinin ağzının payını veriyorum ama, sonra gene ben sıkılıyorum. Çünkü benim istediğim, çevremdekilerle kapışarak yaşama değil, çalışarak çok şeyler öğrenmek, burada geçecek günlerimi iyi değerlendirmektir. Bu bakımdan, bu kez sandığımdan daha rahat bir tanıtma yaptım. Bunda da Naci Öğretmenin büyük payı oldu. Bu arada atölye anahtarını da almış oldum. Hamdi Öğretmen anahtarı verirken, ”66 bak, bu kapının önünde daha bir dakika bile beklemek istemiyorum;gelince doğrudan içeriye girmeliyim!”dedi, arkasından ekledi:”Eskisi gibi, bizi buna sen alıştırdın, başka türlüsü hoşumuza gitmiyor!” Bu sözlerden rahat rahat akordiyon çalışacağımı anladım, derecesiz sevindim. Yüzümdeki rahatlığı gören arkadaşlar, “Amma da şımartılıyor seni ha!” gibilerde bakıştılar. Hiç umursamadım…Paydosu sabırsızlıkla bekledim. Zil çalınca, ortalığı hemen hemen yalnız topladım. Gerçi her zaman büyük yük bende oluyordu ama bugün bunu kendim isteyerek yaptım. İçimden de “Bir aksilik olmasa da şu Skandali’yi doya doya bir körüklesem!”. Korktuğum gibi olmadı. Önce kayışlarını kendime göre ayarladım. Armonikaya benziyor ama körük çekmede, tuşlara basmada oldukça fark var. Fazla yabancılık çekmedim. Önce çok kolay okul şarkılarını denedim. Ses yerlerini bakarak kolay buldum ama bakmak bir şey kazandırmıyor, ses yerlerini ellerin kendileri bulmalı. İlk günümde beklediğim bir başarı sağlayamadım. Kurken Karayan aklıma geldi. Konuşurken iki eliyle gam yapıyordu. Sol elimi bugün hiç çalıştıramadım. Son dakikada İdris geldi. Akordiyonun sesini çok sevdiğini söyledi. Ben de, ”Akordiyon benim, karışacak görüşecek yok, istediğin zaman alabilirsin!”dedim. Çok sevindi. Birlikte okul binasına geçtik. Küçük sınıfların elimde akordiyon kutusuna bakmaları bile ilginç. Çoğu akordiyonu ilk kez gördüklerini söylediler. Gerçekte ben de öyle sayılırım ama, bunu açıklamak istemiyorum;varsın beni biliyor, sansınlar. Sıra arkadaşım Halil, ”Getir sınıfta biraz çal!”dedi. ”Oynarsan çalarım!”. Bu kez “Ben oyun bilmem!”Gülerek: ”Ben de daha çalmasını bilmiyorum, birkaç ay sonra belki!”deyip sözü kestim. Ben akordiyon sözünü bir yana bırakıp Ahmet Gürsel Öğretmenin adresini aramaya başladım. Sami Akıncı da bilmiyormuş. Bana “Ben bulursam sana yazdırırım!”dedi. İçimden, ”Sen yazdırıncaya dek öğretmen askerden döner!”diye düşündüm. Konuşmamızı İsmet duymuş, geldi;Dayı hiç üzülme ben sana adresi bulurum!”Sonra da eğilip kulağıma “Askere giden öğretmenlerin tüm adresleri muhasebeci Hikmet Beyde bulunmaktadır. Maaşlarını o verdiğine göre, adreslerini o almıştır!”dedi. İşte buna çok sevindim. Halil’e öneride bulundum:Ahmet Gürsel Öğretmene birlikte mektup yazalım!”Halil az düşündü, ”Olur!”dedi. Olur dedi ama şimdi de ne yazacağımızı düşünmeye başladık. Halil bir yol önerdi. ”Ayrılışınızda burada bulunamadığımız için sizi uğurlayamadık!”diyerek başlarız. Ötesi kolay. Benim amacım, çözümünde çok zorlandığım problemleri mektupla sormak.
”Olur!”derse takıldığım problemleri soracağım. Halil, böyle bir istek taşımıyormuş. ”Birlikte yazarız, yanıt verirse sen yazmayı sürdürürsün!”. Bana destek olduğu için Halil’e teşekkür ettim. Şimdi adresi bulmak gerekecek. İsmet’in dediği doğruysa muhasebeci Hikmet Beyden kolay alırım. Hatta Hikmet Beyden değil Ahmet Gökay Ağabeyden alırım. Hikmet Beyin bildiğini Ahmet Ağabey daha iyi bilir;çünkü ikisi de Edirneli: İyi görüştüklerini daha Edirne’deyken hemşire Münevver söylemişti. Notaları sıraladım:Marşlar, Valsler, Tangolar, Saz Semaisi, Peşrev, Zeybek, Çardaş Früstin, Macar Dansı. Bir dosya nota. Sıraya koyup birer birer çalışacağım:Her gün bir ya da ikisini, gözünü başını yara yara da olsa çalacağım. Matematik kitaplarımı açıp önce , ”Sorsam ne sorarım?”diye şöyle bir baktım. Aritmetikten sormaya karar verdim. Geometride çizimler var, öğretmen belki iyi karşılamaz. Bakalım mektubumuza yanıt verecek mi?Arkadaşlar, iki gün içinde gene eski durumlarına döndüler. Sami Akıncı izinli giderken kooperatifi kendi seçtiği bir arkadaşa devretmiş. İzinden dönünce de hemen anahtarı istemiş. O çocuk vermeye kalkınca sınıfındakiler karşı koymuşlar. Olay, öğretmenlere dek uzamış. Cavit Kafkas durumu bana da anlattı. Ben öteden beridir kooperatifin Sami Akıncı’dan alınmasını istiyorum. Zaten yeni duruma göre kooperatifleri seçilecek bir grup öğrenci yönetecekmiş. Bunu Cavit’e anlattım. Yazının kendisini istedi. İlköğretim Dergisini tarif ettim. Araştırıp üzerinde duracaklar. Ben, Sami kendi sınıfımdan olduğu için işi büyük bir çatışmaya götürmek istemedim. Öyle bir zıtlaşma çalışmalarıma zarar verebilir. İyisi mi, olayların dışında kalıp rahat çalışarak kendi yolumda yürümeliyim. Arkadaşların kimileri yeni bir huy edinmek üzereler:Olabildiğince gizli konuşmalar yapıyorlar. Mehmet Yücel azıcık deşeledi:”Siz ilk günde fısıltıya başladınız ama iki gün sonra konuştuklarınızı, yolumuzu keserek bize de anlatacaksınız. Barı şimdi açık açık anlatın da sonra dinletecek adam aramayın!”Mustafa Saatçı’ya takılanlar oldu, Cuma namazlarını hiç kaçırmamış. Mustafa “Bunu kim söyledi, açık açık söylerse gülüp geçeceğim, susarsa çok fena küfredeceğim!”diye bağırdı. Kadir Pekgöz, güzel bir sözle Mustafa Saatçıyı yatıştırdı:”Ne var bunda kızacak?Ben babamla birlikte sürekli camiye gittim, babam hafız, onun yardımına koşarsam bundan kime ne?Duydunuz mu, babam hafız, köyde Kara Hafız olarak anılır, beni göstererek, onların köyünün de resmen imamıdır!”Kadir bunu söyleyince arkadaşlar bana döndüler, ”Sakın ölme, bu senin için yanlış dua okur!” diye bağırıştılar. Ben, ”Merak etmeyin Kadir, benim için kötü bir şey düşünmez. Zaten böyle bir kuşkum olursa ölmeden önce ölmüş numarası yaparım, dediğiniz gibi konuşursa kalkar kendimi savunurum. Eğer güzel dualar okursa çeker giderim. !” Bir süredir bu şekilde konuşmalar yapılırken söze karışmayan Fettah, ben böyle deyince birden. ”Bre Allah’ın işine de karışıyor!”deyiverdi. Bir sessizlik oldu, başlar bana döndü. Bana bakanlara, ”Merak etmeyin, ben Fettah’ın sözüne alınmam, biliyorum ki o benim sözümle kendi sözü arasındaki farkın bile ayırdında değil, nerde kaldı Allah’ın işini ya da sözünü bilsin. ”Na tuka kafa, na- tuka mermer;Ne hesap bilir ne gramer. Bildiği tek şey, eski bir semer!”Kısa bir sessizlikten sonra kahkahalar başladı. Zil çaldığı için ben sessizce ayrılıp yattım. Semer sözleri yatak fısıltılarında da bir süre dillendi. . Yatınca, Sami Akıncı’dan kooperatif alınırsa onun atölyelerde ne yapacağını düşündüm. 3. yıl içindeyiz, arkadaş rende tutmasını bilmiyor. Binalar dikildi, temellere bir kazma vurmadı. Atölye öğretmenleri ona nasıl not verdiler aklım ermiyor. Bunu bir gün soracağım. Yeni çıkan yasa tüm öğrencilerin yapacağı çalışmaları belirtiyor. Kooperatif içinse, ” Seçilmiş öğrencilerce yönetilir !” diyor. Okul Müdürümüz buna ne diyecek? çok merak ediyorum…. Böyle düşündüğüm için de üzülüyorum. Arkadaşa düşman değilim ama, o, kooperatif havası içinde kültür derslerini hazırlayıp iş yorgunu bizlerin arasında bilgiç kesiliyor. Bu konu bir yıl önce de ortaya gelmişti. Ömer Uzgil Öğretmen , Müdür Beyle konuşacağım!”demişti. Olay öylece kaldı…
4 Eylül 1940 Çarşamba
Yağmur sözleri arasında uyandım. Önce umursamadım, ardından bir sıkıntıya kapıldım. Yeni ayakkabılarımı giymem için yollar kuru olmalı. Daha eylülün başındayız kuruyacak ama, ilk hevesimi almalıydım. Kahvaltıya Halil’le birlikte gittik. Hüsnü Baykoca masalar arasında gezdi. Bana gene takıldı. ”Senin köyün kumsaldır, rahat gezilir, burada ne yapacaksın, Çeşmekolulu? dedi. Duraksamadan, ”Ben alıştım öğretmenim onu siz düşünün!”dedim. Bir kahkaha attı, arkadaşlara dönerek “Bakın bakın, Çeşmekolulu sözünü hiç esirgemiyor. Açık sözlü!”dedi. Geldi omuzuma eliyle dokundu. masalar arasında dolaştı, çocuklarla konuştu. Arkadaşlar ilgiyle “Ne soruyor?” diyerek dinlemeye kalkınca Hüsnü Yalçın, ”O, her sabah ilgilenip bir şeyler soruyor!”diyerek birilerini meraktan kurtardı. Kahvaltıdan sonra yağmur ara verdi. Ancak ayaklarımız topak topak dolaşmaya başladık. Duvarları bitmiş bir bina revir, çatısı kapanacak. Duvarları süren üç atölye var. Bugün öğrendik. Kışa yetişecek önemli bir yapı da Tarım binasıymış. Daha temeli bile atılmamış. Bu günlerde atılacakmış. Bizim öğretmenler, ”Biz , şimdiki durumda bize düşen görevleri yapıyoruz. Ancak, bu üç inşaat birden sürerse kışı buluruz, siz gene derslerden olacaksınız!” dediler. Arkadaşlar, ”Biz zaten bu okuldan, doğru dürüst ders görmeden çıkacağız deyince, Hamdi Öğretmen, ”Ne o biz size burada gazel mi okuyoruz?” diye sordu. Sonra da bana, ”Gazel okumak nedir biliyor musun?”dedi. Bildiğimi söyledim, ”Hafız Burhan’ın bizde plakları var, onları çok dinledim!”dedim. Öğretmen arkadaşlara, ”Kuzum sizin daha derse gereksiniminiz yok; baksanıza aranızdan Hafız Burhan’ları dinlemiş insanlar var:Biribirinize anlatın derslerden daha çok yararlanırsınız!”Yusuf Asıl, dilinin altındakini çıkarıverdi:Saten derse ilk okul öğretmenleri gelecekmiş. Biz ilkokulları bitirdiğimize göre, onlardan ne öğrenmeceğiz?” diye sordu. Naci Öğretmen:”Hop dedik, dedikodu bize yakışmaz, herkes kendine düşen görevi hakkıyla yapmaya çalışır. Öğretmenler her şeyi bilmez de, bilse bile tüm bilgilerini öğretemez. Öğrenecek kimse öğrenmek istiyorsa, uçan kuştan bile bir şeyler alır!”. Kısa bir sessizlikten sonra atölyelerin kapılarını, pencerelerini ölçmeye başladık. Hasan Üner, Salih Baydemir, Yusuf Asıl, ben bir grup;gene İrfan Öğretmenleyiz. Öğretmenle Salih Baydemir ölçüp bize sayı bildirdiler, biz de o ölçülere göre kereste seçip hazırladık. Yusuf’un anlattıklarına gülerek çalıştık. Kendi köylüsü bir öğrenciden söz etti. Onu ben de tanımıştım. Biraz bilgiç birisi. Kendisini çok iş bilir olarak tanıtıyormuş. Köye gidince Yusuf’a sormuşlar, o bunları yaparken sen ne yapıyorsun?Yusuf:”Ben çalışırken etrafıma bakınmam, o nedenle gelip görenlerin, bizim yaptıklarımızı kendileri yapmış gibi konuşanları bilemem!” demiş. İrfan Öğretmen dinledi, Yusuf’a bir “Aferin” çekti. ”Çiçeron gibi hatip olacaksın!”dedi. Bu kez de İrfan Öğretme sordum. Çiçeron mu, Demosten mi?İrfan Öğetmen düzeltme yaptı. Gerçekte Demosten’dir ama, halk arasında Çiçeron daha yaygın anılır. Bu nedenle ben onu söyledim. Bu, belki de Çiçeron’un Demosten’den daha yeni olmasından ile gelmiş olabilir. Bu kez de Hasan söze karıştı. ”Çiçeron Yusuf’a daha uygun düşer. Küçük bir düzeltmeyle Çaçaron’a çevrilebilir. İrfan Öğretmen katıla katıla güldü. ”Vallahi, siz bir alemsiniz!” deyip dışarı çıktı. Yusuf, yavaş bir sesle Hasan’a sordu, ”Çaçaron ne demek?”Hasan anlattı:”Boş sözler söyleyen. boşboğaz, geveze. Yusuf’un tepkisi yavaş ama kesin oldu:”O sensin!”Olayı kavgaya ya da dargınlığa dönüştürmemeleri düşüncesiyle söze karıştım:”İkiniz de kendinizsiniz, biriniz Yusuf, biriniz Hasan!”derdemez, Yusuf gene söze karıştı. ”Yo, ben bugünlük Hasan olayım, o Yusuf olsun, böylece bana yakıştırdığı çaçaronluğu o sürdürsün!”dedi. Hasan gülerek, ”Bu günlük razıyım, o zaten çaçaronluğu reddetmişti, böylece sade bir Yusuf olarak kalacağıma sevinirim!”İrfan Öğretmen geri gelince susuldu. Öğretmen” Ne o tartışma sonunda küsüşme mi var yoksa?”deyince üçümüz birden “Hayır, tam tersine güzel bir anlaşma var!”dedik. Öğretmen, ”Arkadaşlık böyledir işte, tartışılır sonunda da arkadaş arkadaş ilişkiler sürer!”dedi. Hasan yeni kitaplardan söz etti. Sarı Esirler. Kitabın adı ilgimi çekti. Esir sözü savaş sırasında çok geçermiş. Çocuklar Esir almaca gibi oyunlar da oynarlar, bilirdim. Cumartesi-pazar günleri çalışma olunca bir çok arkadaş da “Biz burada esir miyiz?gibisinden sorular soruyorlar. Böylece çok kullanıldığını duyduğum esir sözü bende bir başka özelliğe dönüştü. Okula geldiğimiz günden beri Okul Müdürümüz, hepimize topluca Karaoğlanlar, der. Başkalarına tanıtırken de böyle söyler. Sami Akıncı’yla İsmet dışında hemen hemen hiç birimizin adını söylemez, tüm öğrenciye olduğu gibi tek tek de Karaoğlan, der.
Yalnız ben bu genellemenin dışındayım;bir keresinde gülerek”Sen sarışınsın, sen bundan müstesnasın, o nedenle sen Sarıoğlansın!”dedi, Bu Sarıoğlan sözü sürdü gitti. Bu nedenle Sarı Esirler kitabıyla Okul Müdürünün bana takdığı sıfatı ilişkilendirdim. Sarı Esirler, Sarı Oğlan. Bu kitabı, büyük bir istekle hemen okumaya karar verdim. Ancak Hasan, kendisi bitirmeden kitabı bırakmak istemedi. Sarı Esirler iki kitapmış, ”Birinciyi bitireyim, alırsın!”dedi. Anlaştık. . Akşamüstü yerler oldukça kurudu. Gene de ortalıkta büyük büyük topaklar oluştu. Akıllının birisi, yağmur yağınca yollara saman dökülmesini önermiş. Atölyelerle yatakhane yoluna saman dökmüşler. Basılınca saman çamura karışmış. Kuruyunca oluşan topaklar dağılmıyor. Bu kez de topakları kırmak sorun oldu. Akşam paydosunda atölyede kaldım, sürekli gam çalıştım. Elim, düz do majör gamına iyice alıştı. Siyah tuşlara hiç dokunmuyorum . Bakmadan rahatça iki gam do-do-do iniş çıkış yapıyorum. Kaç kez tekrarladım, bilmiyorum; terlediğimi, durunca anladım. Dersliğe gidince arkadaşlarda yeni bir tedirginlik:Gazete okumuşlar, Almanya, İngiltere başkenti Londra’ya bomba yağdırıyormuş. Denizden yaptığı saldırılardan bir sonuç elde edemeyince bu kez havadan ateşe başlamış. Nedense, arkadaşların bu yeni tedirginliğini yadırgadım:”Bu yeni bir olay değil, Almanlar, daha mayıs ayında 15 Haziran tarihinde Paris’i 15 Temmuzda da Londra’yı alacaklarını söylemişlerdi. Birini yaptılar, ikinciyi almakta ise geciktiler. Akıllarınca böyle yaparak, İngiltere’yi korkutacaklar!”dedim. ”Hilmi Altınsoy “Sen Almanya tarafındasın azizim!”diye bağırdı. Hemen karşılık verdim:”Ben Almanya taraftarı değilim ama İngiliz düşmanıyım. Büyüklerimin söylediğine göre başımıza ne gelmişse hep İngiltere tarafından gelmiştir!”Bir suskunluk oldu. Fikret Madaralı Öğretmen nöbetçiymiş, “Gelebilir!” dendi. Hemen toparlandım. ”Gelirse, tatilde ne yaptıklarımızı soracaktır!”deyip, yaptıklarımı anımsayarak sıraya koydum. Sorabileceğini varsaydığım konuları düşündüm. Olanak bulursam iki önemli sorumu sormaya karar verdim. Hakkı Tonguç ile İsmail Hakkı Tonguç aynı kişi midir?Hıfsırrahman Raşit Öymen kimdir?Eğer konuşmalar uzar da fırsat bulursam, bizim okulda da Kızılçullu’da olduğu gibi bir kooperatif kurulamaz mı?sorusunu ekleyeceğim. Arkadaşların dediği doğru çıktı;. Fikret Madaralı Öğretmen gülerek geldi. ”Tatil hepinize yaramış, hepiniz kilo almışa benziyorsunuz, tartılanınız oldu mu?”diye sordu. Bir çok şeyi düşündüğümü sanıyordum. Oysa bu hiç aklıma gelmedi. Tüm arkadaşlar sustuk. Öğretmen gülerek, ”Ben iki kilo almışım, siz de bir tartılın, buna da kendinizi alıştırın!”deyip teker teker hepimize özel sorular sordu. Önce İsmet’e, ”Sen boy atmışsın, ağaçlara mı tırmandın?”dedi. . İsmet kendisine şaka sorusu sorulduğunu bildiği için, ”Ağaçlara tırmandım ama bu nedenle uzadığımı sanmıyorum, çünkü tırmandığım ağaçlardan aynı hızla gene indim!”deyince, öğretmen, ”Böylece aldığımı geri verdim!”diyorsun değil mi?”deyip Hasan Üner’e “Sizin köyde ağaç yok mu, sen de tırmansaydın, yoksa başını eğip köyde de kitap mı okudun?”dedi. Hasan, köyde kitap okumadığını, ev işlerinde yardımcı olduğunu anlattı. Böylece bir “Aferin!”aldı. Konuşmalar nasılsa okul işlerine dönüştü. ”Biz tatildeyken işler durmuş, gelince bıraktığımız yerlerden başladık!”diyenler oldu. Öğretmen gülümseyerek, ”Okul, yeni düzenlemelere uymaya çalışıyor. Yeni öğrenciler birden arttı. Onların sorunları inşaatları biraz tavsatmış olabilir. Aslında bu dediğinizi ben bilmiyorum. Benim fikrime göre çalışmalar aynı hızla gidiyor. Ya da ben öyle görüyorum. Bunu sanat öğretmenlerinizle konuşsanız size daha sağlıklı bilgi verirler!”Sami Akıncı, beklemediğimiz daha doğrusu ondan beklemediğimiz soruyu sordu:”Yeni gelenler neden bir yılda iki sınıf geçiriliyor?Fikret Madaralı Öğretmen bir şey bilmiyormuş ya da hiç bir şeyin ayırdında değişmiş gibi şaşırarak sordu, ”Öyle mi?Onlar bir yılda iki sınıf mı atlayacak?”dedi. Sami açıkladı, parmaklarıyla sıralayarak da yılları, sınıflar saydı. Öğretmen tek söz söylemden, kendi öğrenciliğinden örnek verdi. Gazi Terbiye Enstitisü’nde okurken kendilerine sormuşlar:”İki yıl, aralıklı, yani uzun yaz tatilleri yaparak mı okmak istersiniz, yoksa, tatil yapmadan arka arka bitiştirilmiş şekilde bir çırpıda okuyup bitirmeyi mi istersiniz?” demişler. Öğrencilerin bir bölümü bu kısa süreyi seçmiş. Yanı hemen hemen bir yılda iki sınıfın derslerini okumuşlar. Arkadaşlarının bir bölümü öteki grupta kalmış. Sonuçta şimdi hepsi aynı işleri görüyormuş. Arada sadece bir sınıflandırma kalmış. İki yıllıklar A grubu, bir yıllıklar B grubu. Öğretmen Sami Akıncı’nın önüne gitti, ”Böyle şeyler her zaman olabilir!”dedi. Sami bu kez, Öğretmenim, A-B gruplarının öğretmenleri aynı öğretmenlerdi değil mi?diye sordu. Öğretmen dikkatle Sami’nin yüzüne bakarak. ”Tabii ki aynıydı, aynı dersleri okuttular!”Öğretmen bu kez Milli Eğitim Bakanlığının kendine göre belli bir amacı vardır, burada onu uygulamaktadır. Bizim gibi eskiden kurulmuş üç okul vardı, bunlara 10 adet yeni ekledi. Bu yenilerde de aynı yöntemi uyguluyor. Yeni açılanların tüm öğrencileri, yasanın ilgili maddesinde 5 yıl okunur dediği halde 4 yılda okulu bitirmiş olacaklar. Bakanlık yetkilileri böyle istiyor ki öyle uygulatıyorlar. Sizin bu konuda bir sıkıntınız olmamalıdır. Siz beş yılınızı tamamlayacaksınız. 4 yıllıklar belki ileriki yıllarda tekrar çağırılıp ek öğretim yapacaklardır. Bunu biz bilemeyiz. Bu kez arkadaşlar, ”Biz , Edirne’ye gelince ilk günlerde daha işlere girmeye başladık. Bunlar hem yılda iki sınıf geçiyor hem de işlere uzak duruyorlar. Geleli 4 ay oldu, ellerine ne mala ne de rende aldılar. Oysa biz dördüncü ayımızda Alpullu’da kendi banyomuzu yapıp içinde yıkanmıştık!”Öğretmen gülerek, ”Siz okulun ilk göz ağrısısınız. İlk göz ağrısı ne demektir, bilirsiniz?”. Benden önce Yusuf yanıtladı:”Göz hastalığı!”Arakasından siz ben de, ”İnsanların kulakları, dişleri gibi gözleri de ağrı yapar. !”sözümü bitirmeden; öğretmen, önce güldü sonra da düzeltme yaptı: “Ağrı sözü sizi haklı olarakhaklısınız yanıltıyor. Belki de sözün özünde Buradaki gözağrısı, sizin dediğiniz gibi bir göz rahatsızlığı değil;ayrıca salt gözağrısı da değil bir bütün olarak söylenen İlk Göz Ağrısı’dır. Bu bir deyimdir. Deyimler üstünde birkaç kez durduk, anımsamaya çalışalım. . Ben bu sözü, gözde, göz önünde tutulan, ilk doğan çocuk falan olarak öğrendim, öyle kullanıp gidiyorum. Kullandığını gördüğüm yazarlar da aynı anlamlarda yazıp konuşuyorlar. Açıkçası bu deyime sizin verdiğiniz anlamı verenlerle de karşılaşmadım. Bu nedenle size, kendinizi okulun gerçek varlığından uzak saymayın, diyorum. . İçinde bulunduğumuz binayı siz yaptınız. Her gelen yeni öğrencilerden birer okul binası istemeyeceksiniz herhalde!İşte ağabeylik, büyüklük, İlk Göz Ağrılığı budur!Bu konuştuklarımızı bir hak şekline getirip kendinize dert yapmayın. Toplumlarda birileri daima daha çok çalışır, daha çok kazanır. Birileri de biraz daha az çalışır. Ama bir arada yaşarken bu bireyler arasında sorun yapılmaz. Bu evlerinizde de böyledir, tüm ülkede de hatta dünya üstündeki bütün insanlarda da böyledir. Evinizdeki insanları düşünün:Anne-baba arasındaki işbölümü aslında eşit değildir. Bir özrü yoksa babalar daima çok çalışırlar. Kardeşlerde de böyledir. Çok çalışan ya da çok kazanan, çok hak ayırmaya kalkarsa o ailede huzur olmaz. Okuldaki olaylara da biraz bu açıdan bakın. Namık Ergin Öğretmenle benim durumumu göz önüne getirin:Namık Öğretmen, bu binanın temelinden çatısına dek alın teri döktü, bense temel kazmak, duvar örmek bir yana bir kiremidini bile ellemedim. . Buna karşın konuşurken kendime Namık Öğretmen ölçüsünde övünç payı ayırıyorum. Yaptığımız konuşmalarda, Namık Öğretmenin de bana, hak tanıdığını sevinerek öğrenmiş oluyorum. Buna dayanarak, ortak çalışmalarda dökülen ter, teraziye vurulmamaktadır. Bir toplulukta, karınca kaderince işe katılanlar kendi güçleri ölçüsünde yardımcı olup üretilen üründen onur payını hak ederler; yeri gelince de bununla övünebilirler!”Deyimi kuran sözler, anlam değişikliğine uğramış, örneğin ağrı, bilinen anlamın tersine gözde, sevilen, seçkin, ilk doğan anlamı kazanmıştır. Deyimlerle Atasözlerinde bu tür değişimlerle çok karşılaşmaktayız. Örneğin “Yavuz hırsız ev sahibini şaşırtır” dene gelmektedir. Buradaki yavuz, bildiğimiz anlamından çok farlıdır. . Sütü bozuk, meydan okumak, İçi yanmak türü deyimlerde de sözcükler hep anlam değiştirmişlerdir. Sütü bozuk, dendiğinde güven vermeyen bir insan anlatılır, Meydan okumak, kabadayılığa kalkışanlar için söylenir. İçi yanmaksa kişinin çok üzüldü anlamında kullanılır!”
Öğretmen sözünü burada kesti, birden bana dönerek, ”66, sen soru sormak istiyordun galiba!”dedi. Şaşırdım ama çabuk toparlandım, ”Okumak ödevi olarak önerdiğiniz İlköğretim Dergisinde iki yazı okudum, Birini Hakkı Tonguç, ötekisini de İsmail Hakkı Tonguç yazmış; bu iki insan ayrı mı, yoksa!“ derken daha öğretmen “Aynı kişiler, Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç. Siz onu gördünüz, geçen yıl geldi, sizinle konuştu!”dedi. ” Konuştuğunu biliyorum, benim nereli olduğumu da sordu, sonra da kendisinin de biraz Lüleburgazlı olduğunu söylemişti!”dedim. Başka kimse soru sormadı. Öğretmen sözü gene İlköğretim dergilerine getirdi. Arkadaşların kimileri, köy okullarının kapalı olduğunu, öğretmenlerin tatil çıkmış olduğunu söylediler. Öğretmen beni göstererek , ”Arkadaşınızın özelliği ne?” diye sorunca gene ben, ”Bizim köydeki eğitmen, tatile gitmiyor!”dedim. Arkasında biz de aynı şekilde yaz tatili yapamayacakmışız!”diye ekledim. Öğretmen gülerek, ”Bak, bak bak, Sen oldukça dolmuşsun. Bunu nereden okudun?” diye sordu. Bu kez de Hıfsırrahman Raşit Öymen’in yazısından söz ettim. Bu kişinin kim olduğunu tam soracakken, öğretmen, ”İşte benim öğretmenlerimden biri de odur. O, bu işleri çok iyi bilir. Ben o yazısını okumadım galiba, ne yazmış bakalım?”deyince, ”Köy öğretmenlerinin köyden çıkmamaları için ceza koşulları istiyor!”dedim. Arkadaşlar birden, ”Olur mu?Daha neler? Demeye başlayınca, öğretmen:”Burada bir yanlış anlama olduğunu sanıyorum, öyle bir yasak aslında şimdi de vardır. Ancak bu, zamanla ilişkilidir. Hıfsırrahman Öğretmen, tümden bir yasaklama yerine bazı nedenlere göre kısıtlama demiş, olabilir. Yazıyı bir de ben okuyayım, ondan sonra gene konuşuruz!”Zil çaldı. Öğretmen, hepimize Aferin, tatil sizi oldukça canlandırmış. İşte böyle böyle kendi sorunlarınıza eğileceksiniz!”dedi çıktı. Öğretmen çıkınca Halil bana, ”Arkadaş, sen olmasaydın öğretmene biz ne diyecektik?Baksana hiç kimse okumaktan, yazıdan söz etmedi. Böyleyken öğretmenin gözüne girdik, bir de “Aferin!” aldık!”dedi. Önce, ”Olsun!”dedim, sonra da öğretmenin sözünü tekrarladım:”Bir toplulukta herkes kendisine düşeni, kendi gücü ölçüsünde yapar. Fazlası olanlar gibi eksiği olanlar da her toplulukta bulunabilir. O topluluğun huzuru için de herkes kendi ölçüleri içinde tartışmalara katılmalıdır!”Halil sözümü kesti:”Anladığım kadarıyla sen gücüne güvendiğin için mi çok konuşuyorsun?” Ben, “Hayır güçlü olduğuma inandığımdan değil, herkesin sustuğu yerde konuşmak kolay olduğu için!”deyince bizi dinleyen Hüsnü Yalçın “Kendi payıma teşekkür ederim, Fikret Madaralı Öğretmenin övütlerini bence en iyi siz anlamış durumdasınız!”dedi. Biz de Hüsnü Yalçın’a teşekkür edip, neşeli bir hava içinde yatmaya indik………Yatınca düşündüm. :İlk göz ağrısı, sözü ne anlama geliyor?Göz ağrısı, gözün hatalığı. Burada ise hastalık yok tam tersine sevgi var. Demek bu sözün, sevgiyle ilgili tarafı var. Edirne-Karaağaç okulundaki kültür dersi öğretmenlerimizden tek Fikret Madaralı kaldı. ”İlk göz ağrımız Fikret Madaralı Öğretmen. O da giderse, Okul Müdürümüz kalacak. Sanat öğretmenlerinizi bu konu dışında tutuyorum. Ahmet Gürsel Öğretmene yazacaklarımı düşünürken uyumuşum……
7 Eylül 1940 Cumartesi…
Bizim sınıfın tamamı (Bugün) yarın öğleye dek Tarım binası inşaatında çalışacak. Düpedüz toprak kazacağız. Bizim doğramacı grubu böyle söylüyor. Bize göre toprak kazmak inşaatçıların görevi. Ne var ki öğretmenlerimiz de bizimle geliyor. Onlara göre, ”İş, iştir!”İrfan Öğretmenle birlikteyiz. Önce ipleri gerip kazıkları çaktık. Kalaslar hazırladık, hazırladığımız kalasları kesip yerleştirirken öğle oldu. Uzunca bir öğle tatilinden sonra iş başı yaptık Salih Ziya Öğretmenle Naci Birkök Öğretmen geldi, bize ayran dağıttılar. Çatı bitince de bal yiyecekmişiz. Salih Ziya Öğretmen gülerek, ”Böylece, “Ağzınıza bir parmak bal çalmak” vaadi ile size binayı tamamlatacağız!”. ”Ağıza bal çalmak1”sözü aramızda yayıldı. Bal çalmak, İlk Göz Ağrısı sözleri arasında ilişki kurduk. geçmiş derslerde özellikle Esir Aslan’ı incelerken yapılan konuşmaları anımsadık. Konuştuğumuz sayısız sözü, kendi gerçek anlamının dışında kullandığımızı, ”Avucunu yala, yaya kalmak, boş boğaz, kuru gürültü, çiçeği burnunda, eli sopalı, anası güzel, çal çene, kuru sıkı, çakar almaz” söz sıralamasını yaptık. Kendi kendime konuştum:”Okuyup geçtiğimiz dersleri hep birlikte dinledik. Oysa bir deyimi bile bulup örnekleyemeyenler var. ”Daha da neler var, neler!”
Bina az yokuşta kurulduğundan bir tarafı çok derin kazılıyor. Tabanı dengele işini İrfan Öğretmen üstlenmiş. Su terazileriyle sık sık ölçüyoruz. Ölçme işini de Hasan Üner’le birlikte yapıyoruz. Namık Öğretmen ikimize bakarak, ”Olmaz siz bu binayı yıktıracaksınız!”dedi. Hasan nedenini sorunca. ”Terazide olması için eşitlik gerekir, oysa sizin boyunuz denk değil, ya sen boyuna uygun birini bul, ya da o bulsun!”deyince ben, ”Öğretmenim, biz dediğinizi düşündük de o nedenle iş birliği yaptık, ipi tutarken Hasan yükseğe çıkıyor ben çukurda duruyorum, böylece denge sağlanıyor. !” Namık Öğretmen, ”Ha. . Sahi ortada sen varsın, doğrucu başı, bütün şakaları ortadan kesersin!”dedi. Arkasından bu da bir şakaydı, bunu kesmedin. Demek ki bütün şakaları derken halksızlık etmişim, değil mi?” diye bana sordu. Gülerek ayrıldı…
Bayrak töreni için zil çalınca topluca okul önüne gittik. Hidayet Gülen Öğretmen beni çağırdı, ”Kıdemli bayraktar, görev başına!”dedi. Ben bayrağı getiren öğrenciyi gösterince, Hidayet Gülen Öğretmen öğrenciye: ”Okulların gelenekleri vardır, bazı görevler son sınıflarındır, arkadaşınızla ben konuştum. O zaten bayrağı sana getiriyor!”dedi. Gerçekten arkadaş, bayrağı bana uzatıp gitti. Buna çok sevindim, özlemle bayrağı hazırladım. Hazırol! komutundan sonra arkadaşlar. “Korkma … sön”…derken daha bayrak, gönderdeki yerini almıştı. Dikkatli bayrak çekişim arkadaşların da çözünden kaçmamış, ”Özlemişsin!” diyenler oldu.
Öğle paydosumuz uzun sürdü. Hasan Sarı Esirler’in birinci kitabını verdi, okumaya başladım.
Konu, köyde geçiyor. Ancak köy bizim köyden çok farklı ya da bizim köy Vang Lung’un köyünden çok değişik. Anladığım kadarıyla bizim köydekiler daha varlıklı, köy de daha düzenli. Vang Lung’un köyünden bizim köyün tek eksiği büyük bir konağın bulunmaması.
Kızların esir gibi düşünülmesi ise beni şaşırttı. Anne-babalar evlatları arasında böyle bir ayrılığı nasıl yaparlar?Kendi kendime söylenerek okumayı sürdürüyorum. Vang Lung babasıyla yaşamaktadır. Fakir değil çok fakirdir. Dişini tırnağına takarak çalışır. Tek hayvanı vardır, Hayvanın bir yanına kendi koşulup iş görmeye çalışır. Bu gayretlerinin yararını görür, ektiği ürünleri satarak biraz para kazanır. Büyük konakta çalışan esir bir kız vardır, O-lan. Vang Lung, O-lan’la evlenir. O-lan çok güçlü bir kadındır, Vang Lung’a çok yardımcı olur. İki çalışkan insan bir iki yıl içinde az da olsa para kazanırlar. Büyük konağın sahiplerinden toprak alıp daha çok ekerler. Hem çalışırlar hem de mutlu bir yuva kurmuşlardır.
Arka arkaya iki oğulları olur. Çin’de oğullar sevgiyle karşılanır ama kızlar pek sevilmezler.
Üstelik uğursuz da sayılırlar. . Bu arada büyük konağın sahipleri topraklarını satar. Vang Lung tüm parasını toprağa yatırır. Vang Lang ile O-lan’ın bir kızları olur. Onlar da kızları olmasını uğurlu saymazlar. Zaten birkaç yıldır aldıkları bol ürün birden bire kesilmiştir.
Vang Lung’un fakirlikten varsıllığa geçmesi öteki insanları kıskandırmıştır. Tembelliklerine bakmadan, Vang Lung’un varlığına göz koyarlar. Bu soyguncuların başında da kendi amcası gelmektedir. Sonuçta evi yağmalanır. Vang Lung, bu olaylardan yılar, güneye gitmeye karar verir. Gittiği yerde de yokluk içinde, neredeyse sürünerek yaşamaya çalışırlar. Şansları yardım etmemiş, orada da başarılı olamamışlardır. Gene kendi beldelerine dönmek isterler ama, yeteri kadar yol parası sağlayamazlar. Bu parayı sağlamaları için kızlarını satmaları önerilir. Vang Lung kesinlikle kızını satmaz. Vang Lung’un kararına sevindim. Bakalım ne olacak?
Arkadaşlar”zil çalmayacak, haydi gidiyoruz!” deyince başımı kaldırdım. Bir an nerede olduğumu kestirememiş gibi şaşkınlık geçirdim. Kitap beni iyice kendine bağlamış. Vang Lung bizim köydeki tüm erkeklerden farklı. İş yapması biraz bizim Üzeyir Ağabeye benziyorsa da, çocukları oluşu, çocuklarına bağlılığı onu, Üzeyir Ağabeyden kat kat üstünleştiriyor. İş yerine giderken bunları düşündüm. Oysa bayrak törenine gelirken, ayakkabılarımı aklıma takmıştım, akşamüstü giyip şöyle bir ortalıkta gezinmeyi düşlüyordum. Vang Lung’u tanıyınca ayakkabılar aklımdan çıktı, öküzün öbür yanındaki adamın pulluğu ya da benzer bir başka aracı nasıl çekebileceğini kurgulamaya çalışıyordum. Bizim köyde de fakirler vardır. Örneğin, inekle eşeği, sığırla mandayı koşarlar ama bu sürekli değil geçici olur. Örneğin adamın koştuğu hayvanlardan biri olmayacak bir sırada hastalanır ya da ölür. Ancak yapılması gereken işi bekletilemez türünden olunca geçici olark böyle bir yol tutanlar olur.
İrfan Öğretmen gelmedi. Biz de birer kürek alıp toprak atmaya başladık. Çıkan topraklar, bahçe oluşturmakta kullanılacağı için düzenli dağıtılıyor. Büyük parçaları kırıp ufalamak oldukça zor. Çalışırken, Eskişehir-Çifteler öğrencilerinin bir başka okulun çalışmalarına katıldığını, Kızılçullu’da ise Tarım çalışmalarının uzakta yapıldığını, nöbeti gelenlerin 15 gün orada yattıklarını anlattım. Kimisi, ”Biz de öyle yapsak!”kimisi de “Öyle olsa ben kaçarım!” gibi sözler edildi. . ”Kaçarım” sözünü duyan Namık Öğretmen, şimdiki çalışmaktan söz edildiğini sanmış hemen uyardı, ”Kim o kaçmayı planlayan, buyursun gitsin, biz kimseyi zorla tutmuyoruz!”dedi. Arkadaşlar, konumuzun gerçeğini anlattılar. Bu kez Namık Öğretmen, ”Onu bize de teklif ettiler ama işlerimizin çokluğu, yetişkin öğrencimizin azlığı nedenlerini öne sürerek affımızı istedik. Yoksa içimizden bileri şimdilerde Erzurum’a birileri de Isparta’da olacaktı!”dedi. Oradaki müdürler bizim okulu tanıdıkları için özelliklebizim okuldan öğrenci istemişler. Bakıştık birinin müdürü bizim öğretmenimiz Ömer Uzgil, diğerini de Namık öğretmen söyledi “Ahmet Korkut, Trakyalı, okulumuza çok geldi!”deyince ben, ”Benim ilkokul öğretmenim, bizim okulumuz için dergide yazı da yazdı!”dedim. Namık Öğretmen, ”Bak gitseydin ne iyi olurdu, öğretmenine yardım ederdin!”dedi. Daha sonra hepimize, ”Sakın gidemedik diye üzülmeyin, daha önümüzde yıllar var, sanıyorum önümüzdeki yıllarda da bizi çağıracaklar, o zaman birlikte gideriz. Zaten gidersek en fazla birkaç ay kalınacak, yazılarda öyle söyleniyor, gezmiş olacaksınız!”Öğretmenin anlatışından sonra herkeste bir başka okula gitme hevesi doğdu. Gidilecek okulları saymaya başladılar. Kızılçullu ile Çifteleri isteyenlere Namık Öğretmen, onlara siz kendiniz gidersiniz. Onlarda sizden ileri sınıflar var. Okullarını tamamlamışlar. Bizi isteyenlerin binaları daha tamamlanmamış, bina yapımı için çağırıyorlar!”Öğretmen gülerek:”Yaaaa, anladınız mı açıkgözler!”Öğretmenin sözlerini kimse üstüne almadı. Yusuf Asıl, İsmet’e “Anladın mı açıkgöz, öğretmen sana söyledi!”deyince İsmet, ”Yalancı, ben bir yere gitmek istemedim, neden bana söylesin?”diye sordu. Bu kez Arif Kalkan, ”Susun, kavga etmeyin inşaat çalışmalarını seven kim varsa öğretmen ona söylemiştir!”Arkasından Mehmet Yücel Arif’e, ”Sence başka okullara inşaat yardımı için kim gitmek ister?”Arif gülerek, ”Vallahi bence içimizde böyle hayırlı işleri isteyen tek biri var!”deyince bana bakanlar oldu. Oysa Arif arkasına dönerek”O da Fettah Biricik arkadaşımız!’”dedi. Fettah böyle bir şakayı beklemiyor, olacak, önce gülmeye hazırlanırken birden duralayıp yüksek sesle bağırdı, ”Kim? Ben mi?Tövbe tövbe!Öğretmen dönüp bakınca bu kez konuşmalar kesildi. Daha doğrusu geçici olarak susulduğu besbelliydi. Konu derslikte bu gece enine boyuna konuşulacaktır. İşbaşı yaparken olduğu gibi bırakırken de zil çalınmadı. Namık Öğretmenin uyarısı üzerine paydos ettik. Yarın öğleye dek çalışılacağı duyuruldu. Ben, ayakkabı giyip dolaşma düşüncesinden vazgeçip akordiyon çalıştım. Bir grup arkadaş geldi, bunlar, eğlence gecesi arkadaşlarıydı, Hasan Gülümser, Musa Güner, Ali Ergin, Hasan Çetin, Mehmet Aydemir. Akordiyon alışıma benden çok sevindikleri belliydi. Yazık ki onlara sadece do majör gamlarını sıraladım. Onlar bunu bile büyük bir başarı sayınca bu kez, tek parmakla, tuşlara bakarak bir iki okul şarkısı çıkardım. Alkışladılar. Birlikte çıktık. Kitab, Vang Lung’un düştüğü durumu anlatıyor, bir yandan da ona üzülüyordum. Vang Lung’a köyümdekilerden biri gibi yakınlaştımAcaba sonu ne olacak? Yemek zili çaldı. Arkadaşlar, Köy Enstitülerinin açıldığı yerleri sıralayarak geldi. . Belli ki kendilerine gidecek yer seçiyorlar. Yusuf Asıl beni görünce neresini seçeceğimi sordu. Ben, “Kepirtepe!” diye bağırdım. Hilmi Altınsoy, bahçeye çıkmak üzerey yanındakilerle konuşarak giderken geri döndü, bana, ”Daha Kepirtepe’den bıkmadın mı?derken Hüsnü Baykoca odasından çıkmışmış, Hilmi’nin sözünü duyunca yüksek sesle , ”O nasıl söz, Kepirtepeli öğrenci Kepirtepe’den bıkar mı?diye sordu. Hilmi özür diledi, şaka ediyorduk, arkadaş burasını çok seviyor, burasını bitirince de bura kalmak istiyor. Bu nedenle böyle söyledim!”deyince Hüsnü Baykoca anladım, zaten ben de şaka olarak sordum!”deyip yürüdü…Yemek süresince Hilmi Altınsoy’un suçüstü yakalanması, kendini savunması, korkudan titremesi konu edildi. Aynı konuda söylemlerle dersliğe döndük. Ben kitabı açıp okumayı sürdürdüm. Birinci kitabı bitirmeye niyetliyim. Ancak Hasan beni uyardı, ”Acele etme, iki günden önce bendeki kitabı veremem!”Olsun!” deyip devam ettim. Vang Lung’un kızını savunması, açlığına karşın para önerilerini geriye çevirmesi hoşuma gitti. Gene de Çin halkının çocuk konusundaki anlayışlarını kınadım. Çin devletinin, kendisinden nüfus olarak on kat az, toprak olarak ise 40 kat küçük olan Japonya’ya şavaşta neden yenildiğini şimdi daha iyi anlıyorum. İnsanlar fakir, yönetenler anlayışsız. Tıpkı bizim Balkan Savaşındaki durumumuz gibi. Bir avuç Bulgaristan koskoca Osmanlı ordusunu 3 gün içinde yenip İstanbul’a dek gitmiş. Gazetelere göre Japonlar da Çin topraklarının yarıya yakınını almış durumdalar. Bu gidişle belki de hepsini alacaklar. 4o milyonluk İngiltere 300 milyonluk Hindistan’ı aldığına göre, Japonya Çin’i neden almasın!. Hem Japonya’nın, İngiltere- Hindistan arasındaki olduğu gibi uzun bir yol sorunu da yok. Çin’le Japonya kapı komşu. Askerleri yürüyüş kolunda bile birinden öteki ülkeye gidebilir……Halil, öteki sınıftaki çocukların benimle konuştuğunu ya duymuş ya da görmüş, önce ayağıyla dürttü sonra da sordu, ”Ne o gene bir gece mi hazırlıyorsunuz?”dedi. ”Haberim yok, neden bana soruyorsun?”deyince, Halil, ”Çocuklar sana gelip gidiyor da onun için sordum!”dedi. Bu kez sözü değiştirip Ahmet Gürsel Öğretmene yazacağımız mektubu anımsattım. ”Yarın öğleden sonra kesin olarak yazacağız. Aklıma geldi, ”Yarın pazar, Ahmet Ağabey de Muhasebeci Hikmet Özsan da okulda olmaz, adresi almadık. !’” Halil rahat, ”Pazartesi alıp, atarız!”deyip beni atlattı. ”Pek iyi, öğretmene yazacağız?”Halil zaten tasarlamış, ”Ayrılışınızda sizi görüp uğurlayamadık, ayrıca derslerimizin boş geçeceği için üzülüyoruz. Derslere gelip giren olsa bile sizin yerinizi kimsenin dolduramayacağını biliyoruz. Bunun için de bir an önce dönmenizi, dört gözle b ekliyor derslerimizin sizinle sürmesini özlemle bekliyoruz!”Halil, “Kısa yazalım, , mektubumuzu alıp memnun kaldığını söylerse ötekileri daha uzun yazarız!”diyor. Ben mektup yazmayı istiyorum ama ne yazacağımı kestiremiyorum. . Halil’in dediği benim için de uygun. Zaten benim amacım, çözemediğim problemleri öğretmenden sormak. Buna olanak bulursam, öteki mektupları problemlerle dilediğim kadar uzatırım. Halil gülerek, ”Öğretmen asker, sana problem yazacak zamanı olacak mı ki?”diye soruyor. Aynı konuyu yatınca da düşündüm. Öğretmen asker. Gerçi o subay ama ne olursa olsun, derse gelen subayları tanıdığımız kadarıyla onlar da çok rahat değiller. Köyde abartılı olarak anlatılan Adapazarı olaylarının yarısı bile olsa öğretmenler için üzücü olur. Mahmut Ağabeyimin anlattığına göre subaylar da erler kadar sıkıntı çekiyormuş. Ahmet Gürsel Öğretmeni, çadırda yatarken, soğuktan titrerken, aç olarak beklerken düşleyip kederleniyorum. Onu salt derslikte, temiz giyimli, ölçülü adımlar atarken, öğretici konuşmalar yaparken , tahtaya makine gibi düzgün yazılar yazarken algıladığım için bunun dışında bir duruma gireceğini düşünemiyorum. Eğer giriyorsa, kesinlikle inciniyordur. Üzüntüm de işte bundandır…. .
8 Eylül 1940. . Pazar…
Tatilden döneli tam bir hafta oldu. Geçtiğimiz hafta bizim sınıf nöbet tutmamıştı. Nöbetler bugün yeniden başlamış. 4 Mehmet Aygün, hepimizi uyandırdı. Uyanan öğleden sonra ne yapacağını söylüyor. Benim, değişik bir programım yok. Halil’le mektubu yazdıktan sonra akşama dek, akordiyon çalışacağım. Bildiğim parçaların hepsini denemeye başlayacağım. Kahvaltıya Hamdi Öğretmenle Namık Öğretmen geldi. Naci İnan Öğretmen pazar günleri gelmez, biliyoruz ancak bu kez İrfan Öğretmen de gelmedi. Kahvaltıdan sonra işbaşı yaptık. Önce biz de kazma-kürek çalışmaya başladık. Bir saat sonra Hamdi Öğretmen, benimle birlikte dört arkadaşı atölyeye götürdü. Temel betonları için kalıplar hazırladık. Kalıplarda kalaslar kullanıldığı için, oldukça zorlandık. Az değil 24 kalası birkaç kez oradan oraya taşıdık. Son kalasları götürürken paydos edildi. Kalas taşımak toprak atmaktan ya da kazmaktan daha zor geldi. Bu nedenle paydos edilişine sevindik. Hasan’la Yusuf terlediler. Yusuf, ”Atölyede çalışmak ne iyiymiş, her gün böyle çalışsam, ölürüm!”dedi. Öğleden sonra bir süre dinlenmeye karar verdiler. Yemekten sonra ise ikisinin de futbol sahasına gittiğini gördüm. Sordum, ”Hani dinlenecektiniz, şimdi futbol mu oynayacaksınız?”Futbol oynamayacaklarmış ama oynayanlara bakacaklarmış. Güldüm!. . . . . Öğle yemeğinde karpuz vardı;yine aynı konu, karpuzlar gene siyah çizgili. Halil, ”Hani sizin köyün karpuzları?” diye sordu. Kalın kabuklu olma , yola dayanma özellikleri sayıldı. Sonunda ben kendi düşüncemi anlattım:”Bizim köyün karpuzları çok tutulduğundan çok aranıyor. Pahalı satılıyor. Okul yönetimi karpuzun pahalısını değil ucuzunu alıyor. Sorun gerçekte bu!”dedim. Bu kez bizim köylülerin okula ucuz satması gerektiğini öne sürüldü. Bir tartışma başladı. Köylülerin okula karpuz getirip satamayacağı, birilerinin araya girmesi gerektiği, işte bu zaman da ederlerin arttığı ortaya çıktı. Konuşmalar bu kez geldi kooperatife dayandı. 7. sınıfların kooperatif için konuşmalar yaptığı, hatta öğretmenlere baş vurduğu öne sürüldü. Ben söze karışmadım, habersizmişim gibi durdum. Sonunda Kızılçullu kooperatifinin çok iyi çalıştığını bir yazıda okuduğumu söyledim. Hilmi Altınsoy, ”O yazıyı ben de okumak isterim!”deyince biraz sinirlice, ”Bekle, sana okuman için yazı getirecek kimseler daha doğmamışlar;onlar doğup büyüsün getirirler!”Bir şey söylememiş gibi önüme döndüm. Hasan Üner Hilmi’ye, birazda çıkışırca:”Kendin ara, bul oku!”dedi. . Yemekten sonra Halil’le kararlaştırdığımız mektubu yazdık. İkimiz de aynı sözleri ayrı kağıda yazdık, yan yana koyduk. Halil’in yazısı çok güzel olmuştu, onu seçtik, altına adlarımızı yazıp kapattık. Adresi ben alacağım, zarfın üstüne gene Halil yazacak, mektubu ben göndereceğim. Mektup bana bir eksiğimi gösterdi, Halil sessiz, sakin çalışıyor ama benden daha güzel yazıyor. Üstelik, öğretmene ne yazılacağını da hemen hemen o belirledi. Bu eksiğimi Halil’e çaktırmadan kendime küfür ederek anımsattım. Bundan böyle yazdığım yazıları daha dikkatli yazıp yazımın daha güzel olmasına çalışacağım. Mektup örnekleri bulup, mektup yazma yöntemlerini öğreneceğim. Hemen Sarı Esirleri açıp, Yazarı hakkındaki bilgileri aktardım. Bundan sonra yazarlar için de ayrı bir defter tutacağım, bu deftere yazıları çok dikkatli yazacağım. Öğretmene mektup yazmayı o denli istemiştim ki, şimdi bu isteğim yerine gelmiş durumda. Böyleyken içimde bir eziklik oldu:Sanki mektubu ben yazmamışım, ya da öğretmen bu mektuptan benimle ilgili bir şey anımsamayacak, böylece beni yok sayacak duygusuna kapıldım. Mektubu göndermekten vazgeçmeyi bile düşünür oldum. Akordiyonu alıp atölyeye gittim. Yakınında çocuklar var, Az ileride kızlar voleybol oynuyorlar. Onlar ses duymasın düşüncesiyle çok yavaş, kendime kadar ses çıkarak uzun uzun çalıştım. Sağ elimle düz tuşları oldukça kullanmaya başladım. Siyahlara da arada dokunup deneme yapmaya başladım. Parmaklarımın takılmasına karşın giderek siyahlarla da oynadım. Gülnihal’i çalmayı başardım. Bunda sol eli de kullandım. Ancak aynı sesi tempo olarak kullanabildim. Biraz zart zart oluyor ama dengeli çalışıma yardımcı olduğundan işime yaradı. Türk Marşının bir bölümünü denedim. Akordiyonda daha güzel çalınacak, buna çok sevindim. Armonika ile çaldıklarımı tuşlara bakarak rahatça çalabileceğimi anladım. Akordiyoncu Kurken, ”Akordiyonda önemli olan beş parmağı iyi kullanmaktır!” demişti, sık sık beş parmağımı kullanarak beş tuşu seslendiriyorum. Dördüncü ile beşinci parmaklarımı biraz zor basıyorum ama alışacaklarına da inanıyorum. Bu iki parmağı alıştırınca akordiyon çalmayı iyice öğreneceğime inanıyorum. Parmaklar önce beş, sonra 1, 2, 3, 1, 2, 3, 4, 5 olarak ağır ağır sıralanıyor. Ancak 5’li sıralama dışında bakmadan tuşları bulduramıyorum. Sol elde do sesini buldum, işaretledim. Orada da sağ yüz gibi aşağı yukarı ses sıralaması var. Tıpkı armonika gibi. Ancak o tarafa bakmak zor geldiğinden oradaki sesleri el yordamıyla bulmaya çalışıyorum. Sesler biraz zart zurt etse de aldırmıyorum. Oturduğum yerde çalışmama karşın omuzlarımın ağrıması, boynumun tutulması çok uzun çalışmamın zararlı olacağını duyurmuş gibi. Gerinerek kalktım. Aralıklarla çalışacağım. Özellikle pazar günleri birkaç kez çalışmalarıma ara vereceüğim. . Ayakkabıları anımsayıp gidip giydim, , fidanlık kıyısından dereyi geçince asfalta çıktım, Yeni Bedir yönünde bir süre yürüdüm. Ayakkabıları alıştırmak istiyorum. Ayakkabılarım çok güzel ama ayağımda doğru dürüst çorap yok. Ablamın ördüğü çoraplar kalın, ayakkabılar ayaklarımı sıkıyor. İnce çorap almalıyım. İkinci dereye dek yürüdüm. Ayak kaplarım tam ayağıma göre, rahat yürüdüm. Dönüşte daha rahat oldum. Dersliğe girdiğimde, gittiğimi görenler olmuş nereye gittiğimi sordular. ”Ayak kaplarımı denedim!”diyemedim. Yeni Bedir’e gidecektim ama ayakkabım ayağımı sıktı, deyip ayağımı kaldırdım. Hiç bir tepki gelmedi. Dikkatsizlerine yorup aşağı koridora indim. Ayakkabılarımı kutusuna koyup eskileri giydim. Bu kez ön bahçeye çıktım. Top oyunundan dönenler vardı, onlara takılıp bayrak törenini bekledim. Bayrak töreninden sonra derslikte yeni haberler yayıldı. 50 öğrenci gelecekmiş, bunların 30 tanesi kızmış. Haber günlük nöbetçi arkadaşımızdan geldi. Yönetici Hüsnü Baykoca aşçıbaşıya öğrencilerin önünde söylemiş. On gün içinde de geleceklermiş. Mustafa Saaatçı parmak sayarak kızların geldiği gün nöbetçi olacağı için sevindiğini, en güzelini seçeceğini söyleyince İsmet Yanar, güzellerin ilk gün gelmeyeceğini, ilk gün Mustafa Saatçı’nın diğer 49 öğrenciyi yerleştirirken bunalacağını, ertesi gün en güzelin tenhada geleceğini, böylece onu kendisinin karşılayacağını öne sürmesi eğlenceli bir durum yarattı. Gürültümüzü duyan nöbetçi Hidayet Gülen Öğretmen geldi, ”Tünaydın arkadaşlar!”dedi. Karmakarışık mırıldandık. Daha doğrusu tünaydın” gene tünaydınla yanıt veremedik. Tünaydın, şimdiye dek kullanılmamıştı. Öğretmen durumu anladı, ”Gündüz için günaydın, gece için tünaydın dendiğini bilirsiniz!”dedi. Arkadaşların kimileri, ”Bilmiyorduk, öğretmenim!”dediler. Çok yumuşak konuşan bir öğrenmen. ”Bilirsiniz canım, tün’ün gece oluğunu nasıl bilmezsiniz? Siz köylerden gelmediniz mi?Hanginizin evinde tavuk yoktur. Tavukları hiç kümese kapatmadınız mı?Tavukları tünekte uyuklarken görmediniz mi?İşte burada geçen tünek sözü gece, gecelik olarak kullanılmaktadır. Kesin olarak siz bu sözü kullanıyorsunuz da anlamı üstünde durmadınız. İşte bundan sonra duracaksınız. Güneşin doğmasıyla başlayıp batmasıyla biten gündüzlerde karşılaşan insanlar bir birine günaydın, gün batımından sonra da tünaydın. , derler. Siz de bundan sonra bu kurala uyun!”Hepimiz sustuk. Öğretmen geldiği gibi gitti. Koridoru sırasından gözleyen arkadaşlar fısıltıyla gittiğini söyleyinceye dek kimse konuşmadı. Gittiği iyice anlaşılınca, Mustafa Saatçı İsmet’e , ”Bütün suç sende, baban sana hiç mi tavuk tutturmadı?Tavuklar nereye kaçar?Babana, tavuklar nereye kaçtı demedin mi?Baban sana nereye kaçtı?demedi mi?Sen de tüneğe çıktılar demedin mi? diye bir yığın sorudan sonra hepimize “Tünaydın!” arkadaşlar, deyip oturdu. Derslikte gülmeyen kalmadı. Az öncekinden daha büyük bir gürültü oldu. Bunu sonunda öğretmenin geleceği kesindi. Susup bekledik. Ha geldi ha gelecek derken zil çaldı. Ya öğretmen duymadı ya da uzak bir yere gitmiş olduğu için gelemedi. Fısıltılar giderek yayıldı:Bu öğretmene “Tünaydın!”adını takalım. . Mehmet Yücel karşı oldu. O bu konuda usta. ”Adam kendi, ”Bana tünaydın, deyin diyor. Ona tünaydın demek ad olmaz. Üstelik söyledikleri doğru. Ad takılması için doğru olmayan bir yan bulunması gerekir, Onu yakalayamazsak takacağımız ad tutmaz. Örneğin Kaz Ali’ye kalkıp şimdi, ördek ya da hindi desen tutar mı? Öğretmenin sesi duyuldu. Bağırıp çağırma değil, oğlum’lu, evladım’lı bir konuşma, sakın uyarılar. . Sessizlik içinde gözlerimizi yumduk……. Evi düşündüm. Mahmut Ağabeyim kıtasına döndü. Ali Eniştemin de bir haftası kaldı. Belki Bektaş Ağabeyim bugünlerde gelecektir. Evdekiler bir süre de onunla avunacak. Sonra gene kendi yalnızlıklarına dönecekler. Okuduğum kitabı anımsadım Vang Lung ya da onun gibi insanlara bakarak bizim aile gene de çok iyi. Babam, kendine göre bir oyalanma tutmuş sürdürüyor. Evde işleri yürütmeye çalışan bir yetişkin ağabey var. Küçük Ablamın evi de yukarıya alınınca ailemiz daha derli toplu bir duruma girecek. Ya savaş çıkıp da gene göçler olursa!”Balkan savaşında olduğu gibi, her şeyleri bırakıp Anadolu’un bir yerlerine göçülürse!”…… kendimi gene rahatsız bir duruma sokup uykumu kaçırdığıma üzüldüm. ”Savaş mavaş olmayacak!
9 Eylül 1940 Pazartesi. .
Akşamki Kaz Ali söylemi sabah aynen devam etti. Yusuf Asıl salt şaka olsun diye tekrar edince Kadir Pekgöz, bunu iyi niyet değil, kışkırtıcılık olarak değerlendirip, Yusuf’u kınadı. Herkes Ali Aga’dan Kadir’e yardım geleceğini umarken Ali Aga , ikisini de bir kefeye koyarak”Siz kendi bacaklarınıza bakın, bir karış boyunuzla, at binmeye kalkışıyorsunuz, önce eşeklere binmeyi öğrenin sonra atlara sıçrarsınız!”deyip çıktı gitti. İsmet Kadir’e “Oh olsun, sen misin Kaz Ali’ye arka çıkan?İşte böyle ortada kalırsın!”dedi. Bu kez Kadir, İsmet’e bozuldu, ”Senin de Kaz Ali’den kalır yerin yok, şimdi de sen beni kışkırtıyorsun!”deyince uyarılar yapıldı. ”Bu sabah insanlar her sözü yanlış anlıyorlar, dikkat!” diyenler oldu. 4 Mehmet ise başka bir konuya dikkat çekti:Ali Aga, nöbetçi, geç kaldığı için koşarak gitti. Yoksa kavgayı büyütecekti!”dedi. Kimisi gülerek, kimisi de: “Gittikçe çocuklaşıyorsunuz!” diyerek kahvaltıya gidildi. Kahvaltıdan sonra okul önünde toplandık. Hüsnü Baykoca açıklamalar yaptı, yeni öğrencilerin geleceğini duyurdu. Okul binasındaki yatakhaneler, Yatakhane binasına taşınıp, gerekirse biraz daha sıkıştırılacak. Okul binası sadece derslikler için kullanılacak, Kitaplık için yeni bir yer ayrılacak. Tüm öğrencilerin katılımıyla bir kooperatif kurulacak. İçimden sevindim, Sami Akıncı ile kişisel kavgaya iyice kalkışmadan kooperatif onun elinden sonunda alınacak!. Konuşma bitince Halil bana “Hadi gene dediğin oldu, kooperatif Sami Akıncının elinden alınacak!”dedi. Halil böyle deyince Ahmet Gürsel Öğretmenin mektubunu anımsayıp Ahmet Gökay Ağabeye koştum. Ahmet Ağabey not defterinden adresi makine ile yazdı, bir de açıklama yaptı. El yazılarında kimi zaman yanlışlıklar olur, mektuplar yerini bulmaz!”dedi. Ahmet Gürsel Öğretmenin adresini okuyunca birden sevindim. Tanıdığım yerlerde. Teğmen Ahmet Gürsel-556 Askeri Posta 1. Tb. Kırklareli…. Kapıdan dönüp Ahmet Ağabeye, ”Ben gidince öğretmenimi bulabilirdim, geçen hafta Kırklareli’de idim. Yakın zamanda gene gidebilirim!”dedim. Ahmet Ağabey gülerek, ”Adresin kısalığına ya da Kırklareli deyişine aldanma, Gürsel Öğretmen Kırklareli içinde değil, Kavaklı yanlarında bir yerde, geçici olarak kalıyormuş. Biz de tam yerleşmesini bekliyoruz. Askeri birlikler sık yer değiştiriyor. Taburları da yeni kurulmuş, yakın zamanda değişmez bir yerde duracağı sanılıyor. Gönderilen mektuplar şimdilik eline geçiyor. Sık sık haberleşiyoruz. İstediğinde benden adres alabilirsin. Beni bulamazsan muhasebedi Hikmet Beyde var. O her zaman buradadır!’”Ahmet Ağabeye teşekkür edip ayrıldım. Adresi yazıp mektubu Kazım Ağabeye verdim. Kazım Ağabey adrese bakınca “Ahmet Beye, benden de selam yazsaydın yahu!”dedi. Öbür mektubumda yazacağımı, zarfı da selamını da size okumadan kapatmayacağımı söyledim. Çok memnun oldu, ”Sana inanırım, akıllı çocuksun!”dedi. Atölyeyi Hasan açmıştı, az sonra yetiştim. Hamdi Öretmen telaşımı sordu . Mektup olayını anlattım. Hamdi Öğretmenin sözüne şaşırıp kaldım. Tıpkı Kazım Ağabey gibi gülerek, ”Benden de selam yazsaydın yahu!”dedi. Söz benzerliğine güldüm. Bu kez Hamdi Öğretmen ısrarla, neden güldüğümü sordu. Söz benzerliğini anlattım. Ancak öğretmen, “Bence sen, “yahu!”sözümüzü yadırgadın, bakılınca kaba bir konuşma sözü olarak görülür ama bir birini sevip sayan insanlar bu sözü aralarında çok kullanırlar. Kazım Usta kaba bir insan değildir, seni seydiği için de o sözü kullanmıştır. Bana gelince…. . Ben de sevmediğim (!) için kullanmış olabilirim!Anladın mı şimdi?”dedi. Gülerek koluma girdi, öylece atölyeden çıktık. Arkadaşlar arkamızdan baktı. Yatakhanede Naci Öğretmenle İrfan Öğretmen Hamdi Öğretmeni bekliyormuş. Uzun metrenin bir ucunu bana verdi birlikte duvardan duvara ölçüler alındı, hesaplar yapıldı. Ben pek bir şey anlamadım ama gene de sezinledim. Yatakların dizilişinde değişiklik yapılarak yer kazanılacak!. İkili ranzalar da kaldırılıp yerine üçlüleri konacak. Bundan, daha önceleri bir kaç kez söz edilmişti. Atölyeye çıktık. Yeni bir iş bölümü yapıldı. Titiz bir çalışmayla 20 Eylüle dek yatakhaneleri yeniden düzenleyecekmişiz. Yusuf gülerek, ”Gece bile çalışmaya razıyım, toprak kazmak bana çok zor geldi!”dedi. Naci Öğretmen Yusuf’a, ”Senin soyadın nedir?”diye sordu. Yusuf, öğretmene öğretmenim biliyorsunuz, neden soruyorsunuz?”deyip arkasından” Asıl” olduğunu söyledi. Öğretmen, İşte bu soyadına uyarak tüm işlere asılmalısın, eğer bunu yapamayacaksan sana yeni bir soyadı bulalım:Orneğin, Zorgeldi!”Arkadaşlar güldüler. Zorgeldi sözü bir iki kez tekrarlandı. İrfan Öğretmenle tekrar yatakhaneye indik, öğretmenin tarif ettiği gibi ranzaları sıraladık. . Biz çalışırken Okul Müdürümüz geldi, sıraladığımız aralıkları ölçtü. İrfan Öğretmene “Elinize sağlık. , yaptırıp yaptırıp bozduruyoruz, size!”dedikten sonra “Bu da yapılmaz ki, önce “Senin okulun şimdilik 200 öğrencilik olarak donduruldu!”deniyor arkasından da 50 öğrenci alınması için İl’e emir veriliyor. İşte bu sıkıntı bundan ileri geliyor. Elli öğrenci, üstelik yarısı da kız olacakmış. Erkek olsa biraz daha sıkıştıralım diyeceğim. Kızlar için koskoca bir oda ayırmak zorundayız!”. Müdür Beyle öğretmen birlikte çıktılar. Biz ranzaları tarif üzerine yaklaştırdık. İkili 20 ranza kızlara ayrıldı. yerlerine üçlü yerleştirilince erkeklerin ranzaları da tamamlanacak. Zil çalınca atölye çıktık. Hamdi Öğretmenle Naci Öğretmen ikili ranzaları üçlü yapmak için uygun bir yöntem bulmuşlar. İkilinin üstüne ek yerine altına bir yataklık ekleyerek tamamlamayı yeğlemişler. Üçlülerden tek farkları, birinci yatakla ikinci yatağın çift ayak üstünde oturması. Ayrıca yapım kolaylığı var, hem de ikiz ayak üstünde durduğundan daha dayanıklı oluyor. Hemen yapımına başladık. Yerleştirme onunda bizim ranzalar için yer açılmıştı, kendi ranzalarımızı oraya kendimiz taşıyacağız. Oldukça zor olacak. Onun kaygısına kapıldık. Benim tasam başka, dolaplarımızdan uzak kalacağız, ya karıştırılırsa!Akordiyonuma bir kötülük yapılırsa. İdris daha önce armonika için söylemişti;”Biri bir bıçak vursa, hiçbir işe yaramaz, kaldır at!”demişti Ya akordiyona aynı şey yapılırsa;daha hiç kullanmadan kaldırıp atacak mıyım?” 125 lira. Bu parayı bir daha nasıl alırım!. Dolabı kilitleyeceğim. Dolabımız Halil Basutçu ile ortak. O bana karışmıyor, üstelik her türlü kolaylığı da gösteriyor. Gene de Ahmet Ağabeyden bir başka dolap istemeliyim. Armonikayı aldığım günlerde korumak için bir de dolap verebileceğini söylemişti. Bunu sağlayabilirsem çok rahatlayacağım. Öğle yemeğinde Namık Öğretmen bizim masaya oturdu. Masada hepimize değişik sözlerle takıldı. Bana da “O atölyeye kapanmakta buluyor kurtuluşu!”dedi. Ben, kendimi savundum, orada daha çok çalışıyorum!”dedim. Namık Öğretmen, ”Ben çalışmıyorsun demiyorum, aramızda bulunmadığını söylüyorum!”dedi. . Bu kez, ”Geldim, ilk gün oradaydım!”deyince, ”Ihhhh, gelmiş, geldin, Salih Beyin ayranını içtin gittin, bir de bal verecek , o gün gelir bal yer gene gidersin!”dedi. Arkadaşlar buna çok güldüler. Bu kez öğretmen bana, ”gel gel, sakın darılıp gelmemezlik etme, bal tatlıdır, kim olsa yemek ister. Beni şimdi bir yere bal yemeğe çağırsalar, koşarak giderim!”Arkadaşlar, ”O her zaman bal yiyor, o zaten Salih Öğretmenin arıcılarından!”dediler. Öğretmen bu kez, biliyorum, bilmez miyim!sevdiğim için takılıyorum. O da bunu biliyor, beni anlıyor!”diyerek yüzüme baktı. ”Sizinle çalışmak gibi yemek yemek de zevkli oluyor, hepinize “Yarasın!”deyip kalktı. Namık Öğretmenin sözleri atölyede de bir süre konuşuldu. Salt beni değil hepimizi ayrı ayı sevdiği söylendi. . Konu yavaş yavaş derslere dayandı:20 gün sonra dersler başlayacakmış, Türkçe dersi dışında tüm derslerin boş geçeceği söylendi. Ben buna katılmadım, ”Şu anda ders yapan sınıflar var. o sınıfların, tarih, coğrafya, matematik, müzik, resim, tabiat bilgisi dersleri boş mu geçiyor? diye sordum. ”İşte o öğretmenler bizim derslerimize de girecekler!”dedim. ”Olur mu? diyenler oldu, ”Olur mu, olur!” diyenler oldu. Öğretmenler gelince sözler kesildi, işlerimize koyulduk. .
Mehmet Aygün-Hüseyin Orhan-Yusuf Asıl-Hasan Üner. Marangozluk arkadaşlarım
4 Mehmet’le Yusuf hem çalışıyorlar hem de kıkır kıkır gülüyorlar. Hepimizin ilgisini çekti. Niçin gülüyorlar?Hasan kimseye çaktırmadan durumu öğrenmiş. Yeni yapılan ranzaların yatak altı tahtalarını biraz kısa kesilmesini düşünüyorlarmış. Bu kısa tahtaları ikili ranzalardakilerle değiştirecekler. İkili ranzalarda kızlar yatacağına göre, kısa tahtalar ikide bir düşecek, onlar da rahatsız olacaklarmış. Yapacaklarından değil ama böyle bir kurnazlık düşünüp gülme olanağı yaratıyorlar. Bir iki tıs pıtsan sonra işlerimize koyulduk. Söz konusu tahtaları gerçekte Hasan’le ben kestik bile. Belli bir ölçüsü var, şablonu var, makinede kesildi. Böyleyken gülmeler paydostan sonra bile sürdü. Yemek ziline dek akordiyon çalıştım. Gülnihal’e
Manastır’ı, İzmir Marşı’ı, Harmandalı’yı, Rıza Tevfik Zeybeği’ni ekledim. Adem Gürçağlayan Öğretmenin notalarını bile ezberlettiği, Kır Atınla Geçiver’le Biz kimleriz’i çok rahat çıkardım. Kır Atınla geçiver şu dağlar çınlasın efem!”Adem Çağlayan ÖğretmenKır Atın…notalarını ezberletmişti. Siii, do miii re do si la, aa si do si la sol fa mi re laaa sol la siii. Biz kimleriz, biz Altaydan gelen erleriz-Çamlıbel’de uğuldarız, coşar gürleriz……Bunların sözlerini eski öğrenciler hep biliyorlar. Çalarsam, kesinlikle hepsi söylerler. Okuma saatinde Hasan ikinci kitabı verdi. Vang Lung gittiği yerde de tutunamayınca gene köyüne dönmeyi düşlemektedir. Ancak dönmüş parasını kazanması olanaksızdır. Vang Lung yoksulluğuna karşın çok dürüst bir insandır, öyle kalmakta da diretmektedir. Karısı bir gün bir domuz pişirir. Bu domuz parayla alınmamıştır. Karısına sorar. Kadın kem küm eder. Herhalde çalınmadır. Vang Lung pişmiş domuzu atar. Ancak karısı, babası, çocukları çok açtır;atılan domuzu alıp yerler. O bir lokma bile almaz. Hiç umut kalmamıştır. Ancak, bu tür yokluğa düşen salt onlar değildir, tüm Çin halkı benzer yokluğu yaşamaktadır. Tam bu sıra bir ayaklanma olur. Varsıl konaklar yağmalanır. Vang Lung da bu kargaşada boş durmaz, ceplerini doldurur, bir trene atlayarak köyüne döner. Hayali bu kez gerçekleşmiştir. Toprak alır, işlerini yoluna koyar. O artık varlıklı biri olmuştur. Bir gün karısının göğsünde elini gezdirirken bir çıkın bulur. Bu çıkın da karısı o ayaklanma sırasında ele geçirmiş, bu güne dek saklamıştır. O mücevherleri de değerlendirirler. Vang Lung bölgenin en varlıklı insanıdır. Çocukluğundan beri özlemle baktığı büyük konağı tüm topraklarıyla birlikte alır. Vang Lung eski durumunu unutup, her varlıklı gibi yaşamaya başlar. Çok sevdiği, yaşamı boyunca kendisine destek olduğu karısı üzerine bir genç kadınla evlenir. ondan da çocukları olur. Varsıllığı katlanır. Çocuklarını okullara yollar. Ancak yaşam sonsuz değildir, ecel Vang Lung’un kapısına da uğrar, ilk karısı ölür. Yaşlı babası, tüm bu niş çıkışları yaşamıştır. Kendisine bakan O-lan’ın ölümüne etkilenir, o da ölür. Vang Lung onlar için görkemli törenler hazırlatır. Çin geleneklerine uyulur. Varsıl Vang Lung, eski Çin geleneklerinin savunucusu olmuştur. Doğma büyüme bir varsıl gibi yaşamaya başlar. Aile git gide kalabalıklaşır, oğullar kızlar, torunlar 10-12 kişilik bir geniş aile 60 odalı konağa yerleşmiştir. Ne var ki o da yaşlanmaktadır. Değişmeyen bir yanı kalır. Toprağa bağlılığı, kendisini toprağın bir parçası sağdığı , kendisinin de bir gün toprağa döneceğine inancıyla besleyip büyüterek kutsallaştırdığı TOPRAK SEVGİSİ….
Kitabı kapatınca bir süre düşündüm. Bu kitap niçin yazılmış?Vang Lung’un toprak sevgisini mi, anlatıyor. Yoksa, varsıl olan insanları yoksullardan farklı düşüncelerini mi?Yoksulken parasız alındığı ya da çalıntı olduğunu düşündüğü için aç olmasına karşın domuz etini atan Vang Lung, yağmada insanlardan apardığı paralarla toprak sahibi oluyor, sonra da o toplarları kutsallaştırıp, çocuklarına torunlarına bağışlıyor. Aynı insan yoksulken başka, varsılken eski durumunun tam karşıtı bir durum takınıyor. Kendi köyümdekileri düşündüm. Hepsi topraklarını seviyorlar. Söylemiyorlar ama acaba onlar da topraklarına bu denli bağlı mı?Babamın bir kez ağabeylerime verdiği öğüdü anımsadım. Kurudere semtinde Gübre adı verilmiş bir tarlamız vardır. Bu tarla tam köy sınırındadır. Tarlanın az ötesi Deveçatak köyünün mer’asıdır. O köyün çobanları, sığırtmaçları hayvanları bizim tarlaya dek getirirler, biraz ihmal edilen hayvanlar tarladaki ürünlere zarar verirler. Köyün kurulduğu yıllarda, köy geliri için ayrılan bu tarla, fazla bir gelir getirmediği için satışa çıkarılmış, babam da bu tarlayı almış. Bir iki yıl özel beklemelerle ürün alınmayan bu tarla, kendiliğinden korunmaya girmiş. Deveçatak köylüleri bizim tarlaya dek gelen mer’ayı aralarında bölüşüp tarla yapmışlar. Böylece bizim tarla bir yandan koruma altına girmiş. Tarlanın adı gübre, yani çok verimli, Köy kurulmadan önce padişah saraylarına, süt, et iletmek için kurulmuş çiftliğin koyunları bu tarla yerinde yatıyormuş. Bu nedenle tarlanın toprağının rengi bile başka tarlalardan farklı. İşte bu tarla ile sınırlı tarlası olan bir komşu giderek sorun yaratmış. Tarlalar arasında sınır denilen bir set bırakılır Bu set yıkılmaz. Tüm tarlalar arasında bu böyledir. Ancak bizim komşu sürekli, bu seti yıkmaya başlamış. Babam kendisi çift sürmeye sürekli gitmediği için ayırtına sonradan varmış. Komşu, tarlasını orta başlatıp pulluğu son olarak sınırlardan geçiriyormuş. Böylece pulluk sınırdan bir demir ağzı toprağı kendi tarlası tarafına atıyormuş. Bizimkiler ise tam tersi yapıp, bir demir ağzı toprağı her yıl sınıra veriyormuş. Böylece sınır giderek bizim tarlaya doğru yürümeye başlamış. Ağabeylerim bunu hiç düşünmemişler. Bir kaç yıl sonra babam durumu gürünce şaşırmış. Sınır üstündeki ağaç, komşunun tarlasına geçmiş. O semte giden araba yolu bizim tarlaya dayanırken. Yol ağzı komşun tarlasına geçmiş. Buna sinirlene babam ağabeylerime, toprak konusunda uyarmış, o tarlanın da eski sınırına döndürülmesini söylemişti. Bu konuşmadan sonra tüm tarlaların sınırlarını ben de gözetler oldum. söz konusu tarlanın sınırında sözde düzeltme oldu ama sınırdaki ağaçlar sınıra çıkarıldı, ağaçsız yerlerde ise kumdaki yılan izleri gibi gözle seçilecek ölçüde yay çiziyordu. Sarı Esirleri okuyunca bu olayı anımsadım. Oradaki toprak sevgisi ile benim ağabeylerimdeki toprak umursamazlığını karşılaştırdım. Vang Lung’u anmaya gerek yok, köydeki tarla komşumuzun yaptığı bile bizimkilere göre güzel bir örnek. Gıdım gıdım kazanmak. Tıpkı ”Damlaya damlaya göl olur!”Atasözü’müzün öğrettiği gerçeği işlerimizde göz önünde bulundurmak, yaşamımızda uygulamak…. . Sarı Esirler kitabını okudum ama, nedense ısınamadım. Kendimi oradaki insan lar arasında hiç düşünemedim. Tıpkı Cihan Şampiyonları’nda olduğu gibi. Ne adı geçen birinin yerinde olmayı düşündüm, ne de tanıdığım biriyle benzerlik kurabildim. Çok yabancı bir yerde, çok yabancı insanlarla karşılaştım. Sanırım yazar da böyle düşündüğü için bu kitabı yazmış…
Halil, Türkçe ödevlerini yaptın mı?diye sormuştu. Hangi ödevleri? Öğretmen”Yapın, getirin !”diyerek bir ödev vermedi. Verdi de ben mi unuttum?Bir kaygı başladı. Halil ödevleri söyledi:Ailenizi tanıtın, Köyde ilginizi çeken bir kişiyi, anlatın!”Ancak öğretmen yazın, toplayacağım!” dememişti. . Derslerde de bir kez, ”Köylerinizde kullanılan, kadın, erkek adlarını inceleyin!”demişti. Ancak, yazmamızı o zaman da söylememişti. Gene de öğretmen isterse hemen yazıp verebilecek şekilde köyüm hakkında bilgim var. Köyüm 66 hane. Bu hanelerde kaçar kişi bulunduğunu da köydeyken yazdım. Ancak evlerdeki isimleri ev ev yazmadım. Hanelerin, büyük erkeklerin adlarını biliyorum. Erkekler:Ali, Mehmet, Mahmut, Ahmet, Veli, Mustafa, Abbas, Kamber, Şerif, İbrahim, İsmail, Yusuf, Hazma, Haydar, Hüseyin, Saim, Sülyman, Bektaş, Emin, Hasan, Cafer, Nebi, Hilmi, Cemal, Yahya, EkremRamazan, Üzeyir, Muhtar, Rasim, İlyas, Sami, JHalilİbrahim… Kadınlar:Ayşe, Fatma, Emine, Cemile, Şehriban, Gülsüm, Ümmügülsüm, Şerife, Havva, Hatice, Zühre, Zehra, Zeliha, Arzu, Halise, Hanife, Fahriye, Sülbiye, Elif, Nefise, Gülfide, Güldali…. Her evde kaç kişi olduğunu biliyorum, sayı olarak her zaman yazabilirim. Baştan sona köy evlerini sıralayıp bir plan hazırlamayı tasarladım. Bunu geçen yıllarda Sabit Soysal öğretmen anlatmıştı. Bir de taslak hazırlamamızı istemişti. O ayrılınca unutuldu gitti. İşte şimdi sırası geldi. İsmet’le Kadir düşünsünler. Bizim köy bir yolun iki yanına sıralanmış 66 ev. Oysa İsmet’in karmakarışık 150-160, Kadir’inse 300’den fazla haneli bir köy. Vang Lung’un toprak sevgisini düşünürken kendi köyüme sıçradım. Tasarılarımı sıraladıktan sonra gecikmeli olarak uyudum…. .
14 Eylül 1940 Cumartesi
Bugün işbaşı yok iznimiz var. Salı günü Hamdi Öğretmen Lüleburgaz panayırını görmek ister misiniz?diye sormuştu. Hepimiz, ”İsteriz!”deyince “Elimizdeki işleri cuma günü akşamına dek bitirelim, cumartesi günü hep birlikte panayırı görelim, aynı zamanda Başpehlivanlık güreşi var, isteyenler izler!”demişti. Naci Öğretmen “Siz bilirsiniz, ben zaten o gün izinliyim!”deyip sustu. İrfan Öğretmen, ”Ben razıyım!”deyince hepimiz öneriye uyduk. Karar :Öğle paydosları kısa olacak, akşam pasydosundan da biraz gecikerek çıkılacak!”. Hepimiz razı olunca işlere sıkı başladık. Ancak öğle izinlerimiz kısalmakla kalmadı, yemek yer yemez işbaşı yapıldı. Akşam paydosları yemeğe dek uzadı. Böyleyken elimizdeki işleri cuma akşamı geç vakit ancak bitirebildik. Yatakhanedeki ranza işi, ranza işinden çıktı ara kapı değişikliğine dönüştü. Bu da bizim işimizi geciktirdi. Gene de bitirmiş sayıldık. Aslında bizim yatakhaneyi de taşımak vardı. Bu iş pazara bırakıldı. Bu nedenle bugün izinliyiz. Olay, Okul Müdürümüze dek duyurulmuş, izinimizi kimse engelleyemeyecekmiş. Buna çok sevindim. Bugün bizim köyden çok insan vardır, ayaküstü de olsa onlarla konuşur, iyi olduğumu evdekilere canlı olarak dururum. Ayrıca ayakkabılarımı da rahatça giyip dolaşırım. Zaten düzgün çorabım yoktu, çorap da alırım. Bunları tasarlayarak kalktım. Bugün çalışacak arkadaşlarımız var ama genellikle cumartesi ile pazar sabahları oldukça ağırdan alınarak kahvaltı ediyoruz. Ancak topluca iş olduğu günler bu gevşeklik kalkıyor, o zaman hızlı tempo ile hazırlanıp işbaşı yapıyoruz. . Bizim sınıftan izinli olanlar biz, marangozluk bölümünde olanlar. Arkadaşlarla konuştuk, Lüleburgaz’a gitmekte tam anlaşamadık. . Çoğunluk öğleden sonra gitmek niyetinde. Mehmet Başaran, Recep Kocaman, Hüseyin Orhan’la ben hemen gitme taraftarıyız. Güreşler öğleden sonraymış. Halkevi bahçesinde buluşmak üzere ayrıldık. Biz yaya olarak çarşıya indik. Çarşıda biz de dağıldık. Ben köyden birilerini gördüm, Ali Ağabeyimle Büyük Ablam panayıra gelmişler, bizim köy yolu tarafında bir yere arabalarını bırakmışlar. Köyden arabalı gelenler belli bir yerde duruyor, biliyorum. . Taş köprüden geçtikten sonra tarif edilen yere gittim. Bizim arabayı kolayca buldum. Ali Ağabeyim bir yerlere gitmiş, ablam arabada oturuyordu. Ali Ağabeyimin işi bitince de nöbeti o alınca ablam çarşıya kadar gidip dolaşacakmış. Ablam geldiğime çok sevindi, ”Aynı zamanda beni yalnızlıktan kurtardın!”dedi. Uzun süre ablamla kaldım, Ali Ağabeyimin gelmesi gecikince ablama öğle yemeği olarak bir şeyler almaya hazırlanırken ablam, ”Yiyecek bir şeyler var, yalnız ekmekle köfte alırsan sevinirim!”dedi . gittim, tanığım yerden köfte, hemen yakındaki fırından da ekmek aldım. Ablamla birlikte bir kır yemeği yedik. Ablama geliş nedenimi, hafta içi nasıl çalıştığımızı anlattım, ayakkabılarımı gösterdim. Ablam ayakkabılarımı çok beğendi. Ancak “Bunlarla köyde gezilmez!”deyip içinden geçeni de söylemekten geri durmadı. Oldukça gecikince Ali Ağabeyimi bekler duruma girmiş olacağım ablam, ”Geldin bana arkadaş oldun, gecikme, istersen git!”dedi. Gitmeye hazırlanırken, ablam etrafına baktıktan sonra oldukça uzaktaki bir arabayı gösterdi. O arabada da iki hanım oturuyordu. Pek belli belirsiz olmalarına karşın bize doğru baktıkları belli oluyordu. Ablam arkasını dönerek”Onlardan birisi demin sen ekmek almaya gidince buraya geldi, senin adını sordu, ”Neyin oluyor?”diye sordu. ”Güzel yüzlü bir insan, gür, samur saçları var. Ben, kardeşim olduğunu söyleyince, gülümsedi, ”Kardeşinizle, Hamitabat okulunda birlikte okuduk, iyi arkadaştık, adımı söylemeye gerek yok, senin okuyacağını her zaman söyleyen arkadaşınızmış, demeniz beni tanımaya yeter, evlendim, bir çocuğum oldu çocuğumu, kısmet olursa okutacağımı ona duyurmak istedim. Başarılı olması için akşam sabah dua ediyorum. Lütfen kardeşinize söyleyin!”deyip ayrıldı. Ablam az durakladıktan sonra dokunaklı bir sesle, ”Öyle biri var mıydı?”diye sordu. Nasıl biri abla?diye sorusunu ben de soruyla karşılayınca, Ablam, daha yumuşayarak, ”Kardeşçiğim, insanların bazıları çok duyarlı olurlar, hanım düpedüz, ağladı, yaşmağıyla gözlerini silerek gitti!”dedi. Ablama “Anımsadım, aynı sıra oturmuştuk, bir erkek kardeşi vardı;abla kardeş okuyorlardı diyerek;ablama nedense adaşım İbrahim’le ablası Leyla’yı anlattım. İbrahim’le geçen hafta görüştüğümüzü söyledim. Ablam, ”Bu, o değil galiba!Bence bu daha uzakta kalmış birine benziyor!”Ablama neden yalan söylemeye kalktığıma sinirlenerek etrafıma bakmaya başladım. Bir yandan da gözle ablamın gösterdiği arabayı izledim. Araba hareketlendi. Araba arkada atlar önde olunca Hamitabat’a yöneldiklerini anladım. Bağlar yolu dediğimiz bu yol, A’yı sonsuza uğurladığım yolun başlangıcı oldu. Lüleburgaz ünlü bağları, yeşil bir deniz gibi tepeleri sarmış ceviz ağaçları arasından giden bir araba, bu arabada da benden uzaklaşan, bir daha hiç göremeyeceğim ancak düşlerimde şimdiye dek yaşayan, bundan böyle de yaşayacak olan belleğimde silinmez izler bırakmış olan A. vardı. Ablama baktım, ablacığım her şeyi anlamıştı. Yalan söylememin hiçbir anlamı yoktu. Ablam hem gidene hem de bana acıdığını, çaresizliğimizin acısını ikimizin de yüreklerimizde taşıdığımızı çok iyi anlamıştı. Tek bir söz bile söylemedi ama benden çok üzüldüğü besbelliydi. Elini öpüp ayrılırken ablacığım benim adıma kederlenmişti. . Bir rastlantı Ali Ağabeyim geldi, Salih Arı Öğretmenle karşılaşmış, Salih Arı Öğretmen bizim köye sık sık gittiğinden Ali Ağabeyimi iyi tanır. ””Gel arılarımı gör de babana anlat, İsmet Paşanın askerlere verdiği emirler gibi onlara emir vererek bal yaptırıyorum. ben izin vermezsem hiç birisi bahçemden dışarı çıkamıyor!”diyerek ağabeyimi bahçesin arıların yanına götürmüş. Ali Ağabeyim olayı görünce şaşırmış, Ablama anlattı, ”Dört oğul birden çıkmış, her biri bir ağaçta, ağaçlara sandıkların üstü konuyor, arılar tıpış tıpış sandıklara giriyorlar. Salih Bey sandığın tepesini alıp esas sandığın üstüne koyuyor. Böylece zararsız ziyansız oğullar yerlerine yerleşiyor. Babamı bir gün getirelim, görsün. O zaman sandıklara razı ederiz. !”Ali ağabeyim, çocuk gibi heyecanlı, sevincinden bana bile fazla bir ilgi göstermedi. ”Salih Arı’yı tanıyordun, değil mi!” diye sordu. ”Ben de gülerek, ”Bizim Arıcılık öğretmenimiz!”dedim. Bu kez bana “Kesinlikle babama bir kez olsun göstermeliyiz!”dedi. Oysa babam kaç defa gelip görmüş ama, ”Onun yaptığı hizmeti ben yapamam, doğal olarak onun aldığı sonucu da alamam!”deyip geri durmuş. Şimdi iş Ali Ağamda, ”Aynı işi ben de görürüm!”deyip kolları sıvarsa bizim arılar da sandığa girecekler. Nitekim Mustafa Hoca aynı sözü söylemiş, bir bahçe arı üretmiş. Babam bunu biliyor.
Ali Ağabeyim nöbeti devraldı, ablamla çarşıya çıktık. Güreşlere gitmedim. Geçen yıllar çok gitmiştim. Tekirdağlı Hüseyin gelmiş, o güreşeceğine göre kimin yeneceği zaten belli. Ablamla dolaşırken çorap baktım. Ablam , ”Onlarla ayakların üşür!”deyip beni caydırmaya çalıştı. Sürekli onları giymeyeceğimi, ayakkabılarımın ayaklarımı sıkmaması için aldığımı söyledim. İtiş kakış kalabalık aralarından geçerek arabaya ulaştık. Onlar yola çıktılar, arkalarından baktım kaldım. ”Ayrılıklar hep böyle olsa!” dedim içimden. Ama bazı ayrılıklar hiç de böyle değil, sanki gidenler bulutlara karışıyor, tıpkı A gibi. Güle güle ablacığım, Ali Ağabeyciğim. Elveda A, benim çocukluğumla birlikte sonsuzluğa uçan sevgilim…Hem üzüldüm hem de yeni bir umut kırıntısı doğdu, ”Hiç beklemediğim bir yerde gene kartşılaşmış olabilirim. Bizim arabanın az ötesinde Hamitabatlı arabalar vardı. A da orada olabilirdi. Olasılıkları sıralayarak üzüntümü azaltmaya çalışarak kırtasiyeciye gittim. Kalem-defter aldım, ortaokul kitaplarını sordum, kitapları bu yıl okul kendisi getirtiyormuş, ” Bize ısmarlayan olursa biz de getirtiyoruz!”dedi. Defterleri kolumun altına sıkıştırıp okulun yolunu tuttum. Arkadaşlar görecek diye, bir bakıma sakınarak yola çıkım. Yalnız yürümek belki beni rahatlatacaktır diye düşünmüştüm tam tersi oldu, boşalırca ağlamak geldi içimden, bir süre ağladım da. Ama niçin ağladığımı da pek kestiremedim. A için mi diye kendime soruyorum. ”Hayır! A zaten çoktan yok olmuştu. Bugün değişen ne ki?Uzaktan gördüğüm bir gölge. Belki de gelen sahiden Leyla idi. Ya da A’nın arkadaşlarından biri. 40 kişilik sınıfın yarıdan çoğu kızdı. Belki de onlardan herhangi biri. Kendimle böyle konuşa konuşa okula geldim. Arkadaşları neden beklemediğimi soranlar oldu. Köyden iyi haberler almadığımı, üzüldüğümü, o nedenle hiç gezmeden döndüğümü söyledim. Sırama tam oturmuştum, Kadir yanıma yaklaştı, bana “Seninkini gördün değil mi? diye sordu. ”Kim benimki?” diye bu kez ben ona sordum. ”Hadi hadi, numara yapma, arabaları sizin köylülere yakındı, köylülerinin yanına gittiğine göre onu gördün, eğer görmedinse yazık olmuş. Kocası asker, çarşıda bile yalnız dolaştı!”Kadir’e inanmadım. ”Sen nereden biliyorsun?Lüleburgaz’a bile gitmedin!” deyince bir grup arkadaş öğleden sonra gittiklerini güreşler bitince de birlikte döndükleri anlattılar. Bu kez “Kadir’e “Sen konuşsaydın!”dedim. Kadir, ”Ben konuştum, bizim köyden başka kimlerin olduğunu sordu, İrfanı, 9 Mehmet’i, Refia’yı söyledim, sen aklıma geldin, ”Ağabeyimin arkadaşlarından Çeşmekolu sözünü ederken “Onu biliyorum, tanıdıklarla konuşurken hep adı geçiyor, Okulda arkadaştık. İçimizde okumayı en çok isteyen oydu. Nedense uzun süre ara verdi. Onu hep izlemiştim, neyse sonunda emeline kavuştu. Nasıl başarılı mı!”diye sordu. Çok başarılı olduğunu söyleyince;sevindiğini iletmemi istedi. başarılar diledi!”dedi. Çarpılır gibi oldum. Birden karşımda düş değil gerçek bir insan buldum. A ile konuşuyormuşum gibi toparlandım. Bir kaç saat önce göklere gönderdiğim benim duygularımmış. Yıldızlara bakarken izlediğim yıldızlar gibi Lüleburgaz bağlık yolunda sonsuzluğa akan benim yüreğimdeki özlemmiş. Kadir konuşunca bir başka oldum, sevindim ama yüreğimdeki o ilk boşluk kaybolmadı. Yüzeysel bir sevinme duyar gibi oldum. İki olayı yan yana koyup ölçmeye çalıştım. Önceki ayrılış yüreğimi akıtıp götürmüş gibi. Kadir’in söyledikleri ise sıradan, tanıdık sözler. C ile de böyle olmuştu. Görmeden önceki düşlerim, konuştuktan sonraki gerçeklerle karşılaşınca rüyaya dönüşmüş gibi olmuştu. Biri var olan biri var olmayan. Var olmayanlar benim yüreğimdekiler. Onları söküp atmam olası değil. Olanlarsa görmeye bağlı. Görürsem var olacaklar, görmezsem kapanan kitap sayfaları ya da çalınıp geçilen müzik parçaları gibi geçmişte kalacaklar…. Soran arkadaşlara aynı sözü söyledim, ”Köyden iyi haberler almadım, onlara üzüldüm. !”Bu kez İsmet telaşlandı, ”Dayı ne gibi iyi olmayan haberler, hasta olan mı var?Teyzelerimden biri mi? Yoksa Koca Eniştem mi rahatsız?İsmet’e yalan da söyleyemiyorum, geveleyip duruyorum. Sonunda İsmet’e kuyruklu bir yalan uydurdum. Köyden gelirken yanıma aldığım aylık harçlığımı daha kolay alıp kullanırım diye Kamber Amcama vermiştim, bunu bugün Ali Ağabeyime söyledim. Ali Ağabeyim, ”Sen onun üstüne bir soğuk su iç!” dedi. Kamber Amca para konusunda güvenilmez biriymiş, özellikle para işlerinde çok vurdum duymazmış. İsmet buna inandı hemen bir çare buldu. Bir yalan da o uyduracak. Telaşla bir gün Yeni Bedir’e gidecek, ivedi olarak para isteyecek. Kamber Amca babasını tanıdığı için “Hayır!”diyemeyecek böylece para alacak, sonra da benim ivedi bir gereksinimim olacak, İsmet o parayı bana verecek. Olur molur, dedim ama aklım iyice karıştı. İsmet’i bu işin dışına çıkarmak için başka çareler düşünmeye başladım. En iyisi bir iki ay beklemek. Çünkü ben Kamber Amcama”Şimdilik yanımda yeterince param var!” da demişim. İsmet’e öyle anlatıyorum. Amcam zekidir, unutmaz, ”Dayında para var ondan al!”diyebilir. İsmet rahatladı. bir iki ay bekleyip sonra çaresine bakacağız. Bu kez İsmet, bana , ”Neden durgunsun bir rahatsızlığın mı var?” diyenlere İsmet, ”Dayım aşık olmuş, üstüne varmayın!”demeye başladı. Bunu duyan Kadir Pekgöz İsmet’e “Hadi oradan yalancı, dayın okula gelmeden önce de aşıktı, hiç belli etti mi?”diye sordu. Mehmet Yücel, “Dayı aşık olduğunu sakladıysa iyi, o zaman şimdi sevgilisiyle bozuşmuş olabilir. Varmayın Dayı’nın üstüne, kendisi rahat düşünsün. Aşıklara zaten karışılmaz!”Ama bence Dayı’nın sorunu galiba akordiyon çalmakla ilgili, belki bazı zorluklarla karşı karşıya kaldı!”deyip. bana baktı, yavaş bir sesle “Değil mi dayı?”Güldüm. Kimsenin beklemediği sordum, ”Sen tatilde Kırklareli’ye neden gelmedin?Senin arkadaşlarından yalnız birini gördüm, sarışın, tombul olanı, sözümü bitirmeden Mehmet Yücel”Kasap Sami! Çarşı içinde dükkanları vardır. !””Evet dükkanın önünde duruyordu!”Bu kez İdris Destan, yüksek sesle, ”Kasap bunu sordu mu?dedi. Derslikte bir kaynaşma başladı. Mustafa Saatçı, ”Kasap iskeleti neden sorsun? Onda dünya kadar iskelet var. En çok gülenler biri Abdullah Erçetin oldu, öteki de Fettah Biricik. Mehmet Yücel ikisine de yanıt vermekte gecikmedi. Kasaplar iskelet almazlar, et alırlar. İkiniz de maşallah tam kasaplıksınız. Arkadaşların ikisi de boylarına göre sınıfın en tombulları, Zaten bu özelliklerinden ötürü birine Gebeş, birine de Tombul Teyze yakıştırması yapılıyordu. Derslikte gürültü birden kesildi. Sessizliği yanımda oturan sıra arkadaşım bozdu, ”Sonunda kavga edemediğinize göre böyle tartışmaları neden açıyorsunuz?Ya tatsız şakalar yapıp bir birinizi kırmayın, ya da bir hıncınız varsa adam gibi kavda edin de bir birinizden hıncınızı alın!”Bu uyarının sessizliğini yat zili bozdu. Ben hemen kalkıp aşağıya yöneldim. Aklıma gelince geri dönüp uyardım, ”Bu gece aşağıya son kez iniyoruz. Yarın, üçlü ranzalara tırmanacağız!”dedim. Birden gene tartışma başladı. ”Numara sırası bu kez arkadan başlasın!”Olur, olmaz, en iyisi ortadan!” sesleri arasında yataklara serildik. üçüncü kata kimse çıkmak istemiyor. Kendi kendime düşündüm. Bence en iyisi üst kat. Birisiyle rahatça değişebilirim. Nedense, gündüz için düştüğüm kasvetli durumdan sıyrılmış olarak yatağa girdim….
15 Eylül 1940 Pazar….
İbrahim Ertur nöbetçi. . Çok sakin bir arkadaşımız. Kızıp bağırdığını hiç duymadık. Dilinde de azıcık tutukluk var. ”Uyanalım aakadaşlar!(R sesi çok süz çıkıyor)”dedi. Arkasından birkaç kişi birden “Eeee, uyandık şimdi ne yapacağız onu da söyle!”diye tutturdular. Arkadaş söylenenlere aldırmadı, benim gibi çıkanlarla birlikte merdivene yürüdü. , geriye döndü, neden döndüğünü merak edip baktım, arkadaş, çıkarabildiği kadar bir sesle “Efendim, uyandırdım öğretmenim, söyledim öğretmenim!”deyip yürüdü. Arkadaşın ne yapmak istediğini az sonra öğrendik. Sözde nöbetçi öğretmeni ona , ”Yatanları uyandırdın mı?diye sormuş, o da “Uyandırdım, demiş, kahvaltı başladığını söyledin mi?” diye sormuş, o da kahvaltının başladığını söylemişmiş. Arkamızdan bir patırtı koptu, az önce “Uyandık, şimdi ne yapacağız? gibilerde zevzeklik yapanlar bizi geçtiler. Durumu biz öğrendik ama arkadan gelenler ancak kahvaltıda öğrendiler. Nöbetçi arkadaş ise hiç oralı olmadı. Soranlara, ”Öğretmenle konuştum!” demekle yetindi. Kahvaltıdan sonra Hamdi Bağ Öğretmen bizi toplayıp yapılacak işleri sıraladı. Önce anlaşarak alt, üst, orta yatakları bölüştük. Ben üste düştüm. Yerlerimizi saptayınca yataklarımızı taşıyıp yerleştirdik, Dolaplarımızı çekip gösterilen yerlere sıraladık. Kendi işlerimizi tamamlayınca iş bölümü yapıldı. Ranzaların kapılardan çıkarılması işini belli arkadaşlara verildi. Öğretmen beni ranza yerleştirme işine seçti. Bizim iki kişilik ranzalar kızlar için gösterilen yere taşındı. Recep Kocaman’la ikimiz, onarımı gereken ranzaları elden geçirdik. Bizim kullandıklarımız ilk yaptığımız ranzalardı, gevşemeler olmuş, onları pekiştirdik. Sayı olarak 15 ranza ama nerdeyse hepsinde bir özür çıktı. Taşımalar, yerleşmeler tamamlanmasına karşın biz bir saate yakın fazla çalıştık. Bayrak törenine ancak yetişebildik. Dersliğe inince yeni yataklarımız, ranzalarımız üstüne konuşurken Halil beni uyardı:Kendine bir dolap almayı düşünüyordun. Alırsan onu nereye koyacaksın. Git, herkes yerleşmeden ona bir yer ayır!”dedi. Bu uyarı hoşuma gitti;hemen koştum, bizim dolabı , dolap sırasının en sonuna aldım. Dolap alabilirsem bizimkinin yanına rahatça sıkıştırabileceğim. . İçim rahatladı. Yarın ilk işim Ahmet Ağabeyi görüp, dolap işini bitirmek olacak. Dersliğe döndüm. Fikret Madaralı Öğretmenin ödev olarak verdiği, daha doğrucu inceleyin dediği köyü tanıma çalışmasına başladım. Ne yapacağımı bir türlü kestiremedim. Sonunda köydeki tüm evleri yukardan aşağıya sıra ile yazdım. Evler, içinde bulunan insan sayısını yazmayı yeterli gördüm. Evleri, köyde anılan adlarıyla sıraladım. 1-Furtun Şerifler: (3), 2- Göçmen Muhtar (4), 3-Mahmut Ağalar:(12), 4-Pullu Abbas, (3), 5-Pullu Salim, (5), 6-11-Çançik Ali (4), 7-Melek Mehmet, (3), 8-Köse Mehmet, (3), 9-Arabacı Hasan, (3), 10-Pehlivan Ali, (4), 11-Arabacı Ali, (4), 12-Hoca Hasan, (6), 13-Kıymatı Hasamn, (5), 14-Damat Sali, (4), 16-Bekar Hasan, (5), 17-Ali Koç, (5), 18-Kaplı İsmail, (6), 19-Eğitmen Mustafa, (3), 20-Fakir İsmail, (8), 21-Fakir Hasan, (5), 22-İsmail Karakütük, (3), 23-Emin Karakütük, (3), 24-Durmuş Hamza, (5), 25-Durmuş Mustafa, (4), 26-Paspala Hüseyin, (4), 27-Şişman Veli, (4), 28-Abbas Veli, (4), 29-Dede Ali, (4), 30- Abdi Ahmet, (3), 31-Kara Hüseyin, (5),
32-Durmuş Şerif, (6), 33-Tabak İbrahim, (3), 34-Molla Hüseyin, (4)35- Yoluç Hasan, (7), 36-Salim Ağa Salim, (3), 37-Kara Veli, (4)38-Yoluç Mehmet, (4)39- Bektaşlar, (5), 40-Kaba Ali, (4),
41-Zabunlar, (6), 42-Poyraz Mehmet, (4), 43-Damgalı Ahmet, (3), 44-Hüseyin Çavuş, (3), 45-Korucu Hasan, (4), 46-Ali Babalar, (4), 47-Ahmet Ağalar, (5), 48-Hoca Mustafa, (4), 49-Küçük Ahmet, (4), 50-Şişman Hüseyin, (3), 51-Nadar Veli, (4), 52-Azmanlar, (4), 53-Kaba Kamber, (3),
54Arabacı Mustafa, (4), 55-Dede Ahmetler, (4), 56-Abbas Kamber, (4), 57-Ali Beyler, (5), 58-Poyraz Hasan, (4), 59-Damgalı Ali, (3), 60-Küçük Ali, (3), 61-Bodur Veli, (4), 62-Kantu Hasan, 4 63-Kara Ahmet Ahmet, (5), 64-İlyas Usta, (5), 65-Topal Yusuf, (4), 66- Kasım Hüseyin (3)…. Toplam olarak 66 ev, 243 insan. Halil, son rakama bakıp güldü, ”Senin şansın da hep 66’dasn gidiyor. Numaran da 66. Hiç korkma 66 yıl da yaşarsın, dedi. Arkadaşın sözlerine sevindim.
Savaşa girmezsek, tepemize bombalar atılmazsa yaşarız!”dedik, tüm ulusumuz için iyi dileklerde bulunduk. Yatınca da köydeki evleri düşündüm. Son üç yıldan önce doğanları adlarıyla bilmem gerekir. Ancak aklımı yoklayınca pek azını anımsıyorum. Kadınları da öyle.
Yeni düşüncelerime göre köyümün güzel bir haritasını yapacağım. Tüm mer’alar, tarlalar ortasında da köyün ev konumu, yolları gösterilecek…. Alpullu’da fabrika konumunu gösteren bir büyük resim görmüşüm, onun küçüğünü yapabilsem!Ancak resimli yapmak oldukça zor…
18 Eylül 1940…Çarşamba. .
Üç gündür akordiyonumu düşünüyorum;koyacak bir yer bulamadım. Ahmet Ağabey izin alıp Edirne’ye gitmiş, bir hafta yokmuş. Nazmi Aybar Öğretmenin dediğine göre iznini uzatabilirmiş, hastası varmış. Bunları düşündüğümden biraz durgun görünüyorum. Arkadaşlar başka şeylere yoruyorlar. Oysa tek sorunum, akordiyona bir yer sağlamak. Şimdilik, atölyede bırakıyorum. Hamdi Bağ Öğretmene söyledim. Öğretmen bırak, geceleri burada kalsın, çalınmasından mı korkuyorsun?diye sordu. Ben “Evet!”deyince de gülerek”Kuzum, sen her gün çalıyorsun, bir şey oluyor mu?Bırak bir defa da bir başkası çalsın!”dedi. Sonra da , İçin rahat olsun, akordiyonunu yüklenip buradan dışarıya kimse çıkaramaz. . Olsa olsa birileri karıştırmaya kalkar o zaman da sesi duyulur, karıştıran suçüstü yakalanmış olur!”dedi. Biraz rahatladım ama gene de başka bir yer bulmam gerekiyor. İstediğim zaman alıp bırakmam için kolay bir yerde olmalı. Ahmet Ağabeyi beklemekten başka bir yol bulamadım. Söze İrfan Öğretmen de karıştı. ”Bu durumda on gün atölyedesin, Tarım Binasının çatısını bitireceğiz. Bu on gün içinde bir çare bulursun, şimdi fazla dertlenme!”dedi. Revir çatısından önce orası çatılacakmış. Revir binasının iç bölmelerinde yapılan değişiklik çatıya da yansıdığı için, gecikme zorunluymuş. İrfan Öğretmen bunları söyledi, arkasından da “Bizim için fark etmez, hazırlarız, sırası gelince de çatımızı çatarız!”Arkadaşlar, İrfan Öğretmenin”On gün” sözünü bir ölçü alıp, varsayımları sıralamaya başladılar, ”Dersler, 26 Eylülde mi başlayacak?En dikkatlimiz Harun Özçelik, ”26 eylül, pazar gününe geliyor, o gün ders başlamaz. ”Öyleyse 27 eylül pazartesi günü başlayacak!” Olabilir!Bu kez, kesme işine, başka bir deyimle makine başına benimle birlikte Salih Baydemir çalışacak. Buna çok sevindim:Çizimleri yapanlardan biri Salih olduğu için kesim çizgilerini daha iyi biliyor. O hazırlıyor, ben makineye gözüm kapalı veriyorum. Öğretmenler, benim makine başında oluşumdan memnunlar. İrfan Öğretmen, birkaç kez söyledi:Sen olmasan, senin işini ben yapacaktım!”dedi. Bugün de buna benzer bir söz edildi. ”Elimizdeki işin zamanında bitmesi, kesimlerin sonucuna bağlı!”dendi. Salih’le durmadan çalışıyoruz. Bir ara Salih bana, ”Öğretmenler bize bakıp konuşuyorlar!”dedi. Salih’e yanıldığını söyledim. ”Kaytarmıyoruz ki bize baksınlar, sana öyle gelmiştir!”dedim.
Konuşmamız orada kaldı. . Öğle paydosuna çıktık. Dönüşte atölyeye girerken Hamdi Öğretmen, ikinci kattaki odalarının anahtarını uzatarak:Kapının arkasında bir boş dolap göreceksiniz, onu buraya getirin!”dedi. Salih’le gittik, Gerçekten kapı ardında boşaltılmış, bizim dolaplardan bir boş dolap duruyordu. Kapağını kapatıp, atölyeye getirdik. Salih yolda bana “Dolap istiyordun işte buldun dolabı, bunu sana verecekler!”dedi. Sevindim ama inanamadım. Olmayabilir, diyerek benimsemedim. Gerçekten, iyi kestirmişim. Dolabı atölyeye getirince Köşede öğretmenlerin oturduğu masanın arkasına yerleştirdik. Naci Öğretmen açtı baktı, İrfan Öğretmen, alt gözü, üst gözü inceledi. İçimden, ”Kendileri kullanacaklar, gözleri bölüşüyorlar!”Konu orada kaldı. Salih Ziya Öğretmen geldi, Tarım bahçesinden, su yetersizliğinden, artezyen işinin ilerlememesinden söz edildi. Bir taraftan onları dinledik bir taraftan da kestiklerimizin yapılması gereken düzeltmelerini yaptık. Öğretmenlerin yarı şaka yarı ciddi, atışmaları, dostça konuşmaları uzadı. Paydos zili çalınca Salih Öğretmen ayrıldı. Hamdi Öğretmen çıkarken bana, ”Alsana bir dolap anahtarı, akordiyonunu içine sakla, kapağını kapat. İnan ki bende başka anahtar yok, gece gelip akordiyonunu çalmayacağım Kendin gel, kendin çal akordiyonunu!” dedi. Gülerek “Şu çalma sözü amma da uygun düştü, akordiyon çalmak, akordiyonu çalmak!”Öğretmen, ”Sen daha uygun bir olanak bulursan, biz dolabımızı o zaman kendimiz kullanırız!”deyip yürüdü. Salih benden çok sevindi, sevincinin nedenini de açıkladı. Bense öyle düşünmemiştim, Salih söyleyince ancak aklımdan öyle bir duygu geçti. Benim aklımda, öğretmenlerin dolap düşüneceği geçmezken, Salih’in, ”Öğretmenler, o dolabı senin için getirtiyor!”demesi, bana böyle bir umut vermesi, sonra da bunun asılsız çıkması, beni çok üzeceği için Salih bundan kendini sorumlu tutmaktaymış. Sonuç böyle olmayınca sonsuz sevinmiş, üstelik durumu doğru sezinlediği için ayrıca mutlu olmuş. ”Canım kardeşim, ne iyi yüreklisin, Yüreğindeki incelik ellerinde de kendini gösteriyor, Çizdiğin çizgiler bunun en güzel kanıtı. !”dedim. Salih , boynunu dikti, koltuklarını kabarttı, öyle durdu. Neden öyle yaptığını anlamıştım ama gene de sordum:. ”Ne yapıyorsun?”Gülerek, ”Koltuklarımı kabarttım!”görmüyor musun?dedi. Sevinerek dersliğe gittik. Akordiyonumu güven verici bir yere koyacağım için gerçekten mutlu oldum. Ayrıca , oraya buraya elimde taşımaktan da kurtulmuş oldum. Dersliğe neşeli girince önce İsmet sonra da Halil sordular, ”Bugün neşelisin, dünkü kaygıların geçti mi?”Geçti!”dedim ama onların neler olduğunu onlara söylemedim, kesinlikle bilmiyorlardı, gene de bilmiyorlar. Çünkü onlar sormadı, ben de açıklamadım. Geçirdiğime göre, onlar öğrenmeye gerek görmediler, ben de söylemeye…. . Hasan Üner, Abi, Sarı Esirleri bir çırpıda okuduğuna göre aynı yazarın bu kez en güzel kitabını vereceğim, hemen okuyacaksın, adı da Ana!Birden irkildim:Ana, acaba bir çocuğun anne özlemlerin mi anlatıyor?Böyle düşündüm ama sormadım, hemen istedim. Ana, anne…. Köyde ana, kentlerde anne. Ne fark eder ki?Ben şimdi anne olarak anıyorum ama, annemin sağlığında sanırım ana demeye başlamışımdır. Bu konuda belleğim boş, anı ağacımım o dalı kurumuş. Yüzünü sanki anımsar gibiyim. Yaramazlık yapınca kaçtığımı, onun da beni kovalar gibi yaptığını anımsıyorum da ağlayınca ne diye ağladığımı hiç anımsamıyorum. Sanırım ana demeye başlamışımdır. Bu karmaşık duygular içinde kitabı açtım. Sarı Esirler romanın başında oldukça sıkılmıştım. Ana ise bana daha da sıkıcı geldi. Dört kişilik bir aile. Burada da Bir Vang Lung var. Ancak bu bir kadın, Ayşe, Fatma, Çen, Çun, Len, Lin değil ana. Analık simgesi. Sıkılarak başladım. Bir bakıma kendimi başlamamış sayıp akordiyon çalışmaya gittim. İçim rahatladığı için doyasıya çalıştım. Yusuf Paşa’nın Saz Semaisi’nden bir bölümü, Yine Bir Gül Nihal’i, özellikle de Marş Alaturka’nın bir bölümünü rahat çalmaya başladım. İki oktavlık gamları bakmadan yapıyorum. Baslarda do’dan do’ya sırayı el yordamı ile buluyorum. Çardaş Früstin’in tamamını, Macar Dansı’nın bir bölümünü ezberledim. Akordiyona iyice ısındım. Yemek ziline dek çalıştım. Dikkatleri çekmemek için elektrikleri açmıyorum. Akordıyon, dolaba yatık olarak sığmadı. Azıcık buna canım sıkıldı. Az daha. kısa olsaymış sığacakmış. Yan koydum, Yan olunca bir zarar olur mu olmaz mı?Kendi kendime “Olmaz!” deyip çıktım. Aldığım yerde, Şamlı İskender’in deposunda da böyle duruyordu…Yemekte yeni haberler var, Tarih-coğrafya derslerimize Selçuk Korol öğretmen gelecekmiş. Okuttuğu öğrenciler, onu çok seviyormuş. Ben, dinlemiyorum bile, ”Matematik derslerine kim gelecek, onu söyleyin?Geçen yıl boş geçen fizik dersi yanına bu yıl bir de kimya ekleniyor, onlara matematik de katılırsa ne olacak?Hilmi Altınsoy, şaka olarak beni kızdırmak için ellerini kaldırıp şıklatmaya başladı, ”Hop şınanay oynayacağız!”Arkadaşlar, kızacağımı sanıyormuş, Hilmi’ye Şinanay’ı bana öğret, akordiyonla çalayım!”dedim. Arkadaşlar şaşırdılar. Yakup Trakya Oyun havasını çalar mısın?Mırıltı olarak söyledim. Bu mu?diye sordum. Yakup “O!”deyince, aklıma koydum, en kısa zamanda çalacağım. Arkadaşlar sevindiler, ”Eğlencelerde bizim de bir oyunumuz olacak!”dediler. Bu arada benim akordiyona ilgi arttı. Sorular başladı:Onu çalar mısın? Bunu da çalsana, gibilerde. Okuma saatinde Anayı okumaya koyuldum. Kitabı okudukça bizim köyde, yalnız yaşayan birisi vardı. yaşlı bir dede:Melek Dede!Adı melek olmasına karşın galiba tam tersi bir huyu vardı ki, onu kimse sevmezdi. Bizim kahvenin az ilersinde, dere yamacında evi vardı. Yaşlılığı bir yana sanırım biraz da geçimsiz bir insandı;evine hiç kimseler girmezdi. Kahveye geldiği zamanlar da hep birilerine kızar, azarlar gibi konuşurdu. Kocaman bir bahçesi, bahçesinde elma, armut, dut ağaçları vardı ama meyveleri olduğunda ne kendisi toplar ne de birine toplatırdı. Her bahçeye gizlice giren yaramaz çocuklar Melek Dede’nin bahçesine girmezdi. Bağı bahçesi olsa gerek zaman zaman eşeğine biner bir yerlere giderdi. Melek Dede’in eşeği de öteki eşeklerden farklıydı; daha iri, özellikle de köydeki öteki eşeklere göre simsiyah bir rengi vardı. Ana kitabındaki ev düzenini, yapılan işleri nedense, evini hiç görmediğim Melek Dede’nin iş yapışına benzettim. Yalnızlık içinde ama işler yapılıyor. Kimse gelip gitmiyor ama gene de köyde yaşıyor. Onun varlığı herkesçe biliniyor, o da herkesin ne yaptığını biliyor ama hiçbir ilgi duymuyor. Buna karşın toplum içinde ama kendi kendine yaşıyor. Dedenin geçmişi üstüne de bir şeyler anlatılmıyor. 5 yaşımdan beri sürekli kahvede bulundum, köyde herkesin dedikodusu yapıldı, acayip söylemler öne sürüldü, yalanlandı, doğrulandı. Ancak Melek Dede içi belleğimde kalacak bir söylenti izi yok. Babama sorduğum zamanlar oldu. Babam, acıyarak, bir kaç kez, ”Talihsiz adam, o da feleğin sillesini yedi;kimi var kimi yok, hep öldüler, ”Onların yeri dolmaz!”deyip bir başına sürünmeyi yeğledi!”demişti. Bu kitapta şimdilik böyle bir durum yok ama sanki burada da , tek insanın değilse de 4 insanın durumu bizim Melek Dede’yı anımsatıyor. Dört kişinin içinde esas ana. Tıpkı Vang Lung gibi. Vang Lung’un dişisi…İçinde bulundukları çevre ortak:Çin. Okurken yorulmuyorum ama, anlatılan olaylar beni fazla ilgilendirmediğinden okumam hızlı gitmiyor. Okuduğum bölüm, arkasından ne gelecek?şeklinde bir merak uyandırmıyor. Hasan bunun neresini beğenmiş anlayamadım! Kitabı kapatıp, matematik kitaplarını açtım. Hüsnü arkasını dönüp gülerek, kısıkça bir sesle, ”Yarın matematik mi var arkadaşım?diye sordu. ”Yarın değil ama öbürsü gün matematik var!”dedim. Halil’le ikisi de güldüler. Halil sordu, ”Sence Ahmet Gürsel bize yanıt verecek mi vermeyecek mi?Ben, “Verecek!”dedim. Neye dayanarak, yanıt beklediğimi sordu. Hiç bir şeye dayanmıyorum, sadece vermesini istiyorum, vermezse çok üzüleceğimi de biliyorum!”dedim. İki arkadaş da “İnşallah verir, Ahmet Gürsel Öğretmen iyi kalpli bir insandır!”dediler. Geçmiş derslerdeki konuşmalarını anımsadık. İlk yıl benim çalışmalarımı, öğretmenin çekimser davranması, benim doğru yanlış demeden sık sık kalkıp diretmelerimi anımsattılar. Bunlar hem hoşuma gitti hem de şaşırdım. Arkadaşlar, olayların çoğunu yanlış anımsıyorlar. Oysa ben hepsinin notunu aldım. Hiç bir derste yanlış yaptığım bir problem için doğrudur demedim. Böyle bir konu Sami, Akıncı ile öğretmen arasında geçti. Arkadaşların anımsamasının tam tersine yanlış problemi tahtaya kalkıp ben düzeltti. Yat zili çaldığında oldukça üzülmüş olarak yatağıma yattım. Yatınca da beni bir gülmek tuttu. Köydeki Melek Dede, Ana, Vang Lung, onların bir benzeri de ben. Yalnız insan. Nasıl çalışıyor, nasıl başarıyor, nasıl anlaşılıp, nasıl anılıyor?. Bu arkadaşlar, gelecek yıllarda da bu tür anımsamalar yapacak, bekli de kendilerini başkalarının yerine koyup onların başarılarıyla övüneceklerdir. Bir an ürperdim. ”Onlar, tüm insanlar ne derse desin, ne yaparlarsa yapsınlar, sen çalış, başarılı ol, yerini bul, gerisini hesap etme, kendini üzme!”…. .
20 Eylül 1940 Cuma…
Yusuf Asıl nöbetçi. . İsmet Yanar’a takılıyor. Önce sen kalk, sen horluyorsun. Saatçı sözde İsmet’i savunuyor, ”İnsanlar horlamaz, domuzlar horlar. Horlamak üzerine tartışmalar sürerken “Faik Öğretmen geliyor!”diye bir ses geldi. Birileri kim bu Faik Öğretmen dediler. Faik Öğretmen sahiden gelmiş. ”Bendeniz buradayım efendim, zatıaliniz neredesiniz, kaçıncı katta bulunuyorsunuz, huzurunuza nasıl çıkayım?” diye sordu. Alt katlardakiler kolay sıvıştılar, üçüncü katlardan inmeler zor olduğu için biraz sesli yakınmalar duyuldu. Bu kez öğretmen, ”Aman çocuklar, ben şaka ettim, acele etmeyin, rahat rahat inin, kahvaltı zili henüz çalmadı, yetişirsiniz!”dedi. Kapıya yakın en üst ikinci ranzadan inerken öğretmen yanıma geldi, ”Hakikaten zor bir durum, gece inip binerken siz bir birinizi sürekli uyandıracaksınız!”dedi. Öğretmenin yumuşak davranışından rahatlayan arkadaşlar durdular. Fettah Biricik arkadaşımız, ”Gündüz çok yoruluyoruz, gece top atılsa duymayız. Öyle ki sabahları bile uyanamıyoruz!”deyince Faik Öğretmen güldü. ”Ya!”dedi, Fettah’a “Sahiden siz, kalk zilini duymadınız mı?”Fettah, başını yukarıya kaldırarak, ”Ben duymadım!”dedi. Faik Öğretmen güldü, ”Size bir fıkra anlatayım!”deyip gülerek ”Askerin biri eğitimden sıkıldığı için sürekli doktora gidiyormuş. Bölük komutanı, revir defterine bakmış söz konusu asker, bir gün karın ağrısı, ikinci gün bel ağısı, bir başka gün diş ağrısı deyip işi iyice cıvıtmış. Sonunda bölük komutanı revir defterini alıp askeri karşısın çağırmış. Asker o gün de kulak ağrısı yazdırmışmış. Komutan, acıyan bir yüzle askere “Geçmiş olsun!” demiş. Bu insancıl davranışlar karşısında asker iyice gevşemiş. Komutan eliyle hangi kulağı olduğunu işaretle sormuş. Asker, gayet rahat, ”Bu kulağım!”deyip göstermiş. Komutan bu kez daha yumuşak, ancak çok az bir tınıyla tekrar sormuş:”Hiç mi duymuyorsun evladım?Asker aynı tonda bir sesle, ”Hiç duymuyorum , komutanım!”demiş. İşte bu an askerin kulakları birden açılmış. Nasıl mı olmuş?Komutan tüm gücüyle askere bir sağdan bir soldan şaplağı patlatmış. Asker esas duruma geçip, eğitimde yerini almış bir daha da böyle dalgacılığa sapmamış!”Faik Öğretmen Fettah Biricik arkadaşa bakarak “İyi olmuş mu? diye sordu. Fettah Biricik arkadaşımız, ”Ama öğretmenim biz, revire falan sıvışmıyoruz, sadece sabahları biraz kestiriyoruz. !’”Faik Öğretmen de gülerek, ”Biz de şaplakları konuşturmuyor, size sadece asker fıkraları anlatıyoruz!”dedi. Sonra da Fettah arkadaşımızın omzunu okşayarak. ”Bizde şiddet yok, ikna, yani inandırma var. İnanacaksınız, doğruya kendiniz uyacaksınız!”. Kahvaltı zili çalınca da “Haydi şimdi, kahvaltınızı edin, hayırlısıyla işbaşı yapın!”dedi. Atölyede Fettah’a anlatılan fıkra günün konusu oldu. Yusuf Asıl, öğretmenleri gözetip yalnız kaldığımızı anlayınca birilerinin başına gidip soruyor, ”Çok mu yoruldun evladım, hiç mi halin kalmadı?” Salih Baydemir’e birkaç kez bu numarayı yapmış. Sonunda Salih, beklenmedik bir tepki gösterdi. Hepimiz bir parça alıp vuracak sandık. Ancak Salih vurmayı, yeminli olarak bir dahaki sefere bıraktığını söyledi. Öğle yemeğine Salih ile Yusuf’u yumuşatmaya çalışarak girdik. Salih Baydemir arkadaşımız çok sinirli. Yusuf Asıl çok yumuşak ama olabildiğince şakacı;şakaları da çoğunlukla incitici oluyor. Ancak iyi niyete dayandığı kolayca anlaşıldığı için kızanlar, fazla incinmiyor. Otuz kişilik sınıfta kendisiyle hiç dargın arkadaşı olmayan sanırım gene de Yusuf Asıl’dır. Yusuf, şakacı, kırıcı ama gene de herkesle barışık. Çünkü kendisi hiç kin tutmuyor, kimseyi kıskanmıyor, kimseden de bir şey saklamıyor. Açık yürekli. Bir başka özelliği de sınıfımızın yaş olarak en küçüğü…. İsmet, kimi zaman Yusuf’a takılıyor, ”Hey, küçük, Manikalı!” Bunu hızlı söyleyip, ”Hey, Küçükmanıkalı!” biçimine sokunca Yusuf sinirleniyor:”Ben Küçük Manikalı değil, Büyük Manıkalıyım !”deyip açıklama yapıyor. Paydostan sonra atölyede akordiyon çalışırken Cavit Kafkas geldi. Önce Akordiyon dinlemeye geldi sandım. Müzikle ilgilenmediğini biliyordum ama belki o da akordiyon sesini sevmiş olabilir, diye düşünmüştüm. Hiç de öyle değilmiş. Geçmişte gene açtığı bir konuyu benimle konuşmak istediğini açıkladı. Okul kooperatifi. Açar açmaz bununla ilgilenmediğimi, bundan sonra da ilgilenmeyeceğimi anlattım. Nedenlerini sıraladım:Bizim sınıfta taraf tutma var, Edirneliler kesinlikle Sami Akıncı etrafında toplanmış, her biri bir Sami Akıncı. Sami Akıncı, iş derslerinde kooperatifte dinlenirken, öteki Edirneliler, kendilerinin dinlendiğini sanıyorlar. Sami Akıncı’nın oradan ayrılmasından beni sorumlu tutarlarsa benimle hepisi kanlı bıçaklı olur. Bu nedenle ben bu işten vazgeçtim. Üstelik geçen yıl da böyle bir girişim yapılmışı. Okul mMdürü yapılan başvuruyu duymazdan geldi. Gene aynı durum olabilir. Cavit beni dinledi, haklı bulduğunu söyledi. Ancak, bu kez başlanan girişimin Fikret Madaralı Öğretmen öncülüğünde yapılacağını, bunu derslerine girdiği yeni öğrencilerle derslerde konuştuğunu, yeni kooperatif tüzüğünü okuduğunu anlattı. Kendisi de Fikret Madaralı Öğretmenle konuşmuş. Öğretmen onu arkadaşlarını üye kaydetmek üzere temsilci seçtiğini, bizim sınıftan da beni, yeni yönetim kurulunda görmek istediklerini tekrarladı. Seçim yapılırken adımın listede olmasından başka hiçbir işe girmeyeceğim. ”Dediğin gibi olunca bundan kaçınacak bir duyum görmüyorum, her zaman sizinle olabilirim!” Cavit sevinerek gitti. Gene de bir tedirginlik duydum. Kimseye bir söz söylemedim. Dersliğe girince bir de baktım ki, arkadaşlar bağıra çağıra aynı konu konuşuyorlar. Yerime oturunca Mustafa Saatçı bana dönerek, ”Sen gene ne fırıldaklar çeviriyorsun?”diye sordu. Kızmam gerekirken, hayret bir durum hiç kızmadım, gülerek, ”Ne fırıldaklar çevirdiğimin ayırdında değilim, söyler misin acaba?Yoksa akordiyon sesini duydun da fırıldak ses mi sandın?Mustafa Saatçı bu kez gülerek “Akordiyonla kooperatif müziği mi çalıyorsun yoksa!”dedi. Ben “Haaaa, anladım, ama bu kez yanlış duymuşsun, benim akordiyonum kooperatif müziği çalmıyor, çalmayacak. Akordiyon bir müzik aleti dalavere aleti değil, Açık açık konuşalım da bir birimizi boş yere kırmayalım!”dedim. Mustafa şaşırdı. ”Affedersin, sen kooperatif için öteki sınıflarla konuşmuyor musun?diye sordu. ”Bu güne dek, ben başka sınıftan biri ile konuştumsa namerdim. ”Konuştu!” diyen varsa bunu kanıtlamalıdır. Susarsa o da namerttir. Bunu söyleyen, ben onun yedi sülalesine demeden çıksın, konuşsun. Yoksa her gün onun için aynı sözleri söyleyeceğim. Susarsa kendisi bilir, ama bir gün bir ip ucu yakalarsam burnundan getireceğim. Bana bunu yamayan bir yalancı da olabilir. İzmirli arkadaşın mektubunda kooperatif gözleri vardı. Bunlar sözler değil orada kurulmuş bir kooperatifi anlatmaktaydı. Üstelik şimdi, okullarımızın yeni düzenlemesinde kooperatiflere çok önem verileceği yazılmaktadır. İlköğretim dergilerinde bu konuda çok yazılar yazılmıştır. Bu yazıları öteki sınıflar da okumaktadırlar. Bunların benimle hiçbir ilgisi yoktur. Siz okumuyorsunuz ama başkaları bu yazıları okuyor. Anladın mı Mustafa Saatçı. Okulun kooperatifi benim sorunum değil. Ayrıca ben senin işlerinle ilgilenmek istesem gider motosikletlerle uğraşım, elektriklerle oyalanırım, sen ne yapıyorsan ben de onları yapmaya çalışırım. Senin kadar usta olmasam bile ayaklarına pekala dolaşabilirim!”Tüm arkadaşlar sustular. Mustafa Saatçı da sonunda “Affedersin, ben yanlış bir şey söyledim galiba!”dedi. Bu kez ben de, ”Sen gerçekten yanlış bir söz söyledin ama, bu benim için doğru oldu, senin yanlışını doğru sanıp başkaları da ortaya atabilirdi. Böylece ben onlara şimdiden başlarına gelecekleri duydular, ben de bu duyuruları yapma olanağı buldum. Derslikte bir sessizlik oldu. Fısıltılar, mırıltılar giderek arttı. Mehmet Yücel, ”Size şaka olmayan bir şey söyleyeceğim:Biz bu okulun ilk öğrencileriyiz, okulun kurulmasında çok emeğimiz var. Bunlar bize söylendikçe de koltuklarımız kabarıyor. Ancak biz de öğrenciyiz, sonradan gelenler de. Bizim sayımız az. Yarın seçimli işlerde onlar bizim önümüzü kesecekler. Kooperatifi biz mi yönetmek istiyoruz. Eğer seçim olacaksa bu olanaksız. Çünkü onların sayıla çok. O nedenle bir birimizle uğraşmayı bırakalım da el birliği ile içimizden bir ya da iki kişiyi yönetime sokmaya çalışalım. Hemen Sami adı ortaya atıldı. Çoğunluk birden, ”Aaaaaa!”çekti. ”Neden Sami Akıncı?”Yeter!” diye bağıranlar oldu. Sami Akıncı gülerek konuştu. ”Ben ne kooperatif istedim, ne de beni seçn oldu. Okul Müdürü çağırdı, şu işi sen yap!”dedi, ben de yaptım. Siz geçen yıl da aynı konuşmaları yaptınız. Ben o zaman da okul Müdürümüze gidip durumu anlattım. Müdür Bey o zaman bana , ”Sen git verdiğim işi sürdür, kooperatifteki paralardan ben sorumluyum. Onların orada bir hakkı yok. Yerimiz genişleyip gerçek bir kooperatif kurduğumuz zaman, onlar da ortak olurlar, ortaklar seçim yapmaya başlayınca onların söz hakkı olur, payları ölçüsünde oy kullanırlar!” dedi. Siz benim yerimde olsaydınız ne yapacaktınız?Herkes sustu. Ben “Sami arkadaşa teşekkür ederiz, Müdür Beye gidip”Arkadaşlar beni istemiyor, deyip bırakmaya kalksaydı, Okul Müdürümüz bizi kınayacaktı, üstelik arkadaşımıza söylediği sözleri belki gelip burada yüzümüze söyleyecekti. Böylece iyi bilmediğimiz bir konuda Müdür Beyi gereksiz yere üzmüş olacaktık. Arkadaşımız, bizim sözlerimizi duymazdan gelip, büyük bir ayıbı da önlemiş oldu. !”Sami Akıncı bu kez bana teşekkür etti. Sonuç olarak, herkes kooperatif kurulması konusundaki yazının herkesçe okunması önerildi. Bu arada kimilerdi kooperatife üye olmamayı önerdi ama bu öneri ayıplandı. Sami Akıncı bu kez de “Üye olmamak olmaz, o zaman alış-veriş edemeyeceksin. Bu ise kendini cezalandırmak olur!”dedi. Yataklara kooperatif konuşmalarıyla gittik. Uyumak üzereyken birileri fısıl fısıl kooperatif deyip duruyordu……
22 Eylül 1940 Pazar…
Akşam kooperatif tartışmalarıyla yatmıştım. Rüyamda gene kooperatif konusuyla uğraşacağımı düşünürken, iki kez uyandım ikisinde de cebir denklemleriyle terlediğimi gördüm. Sabah kalkınca da rüyamın biri ayan beyan aklımda. Elimde uzun bir sopa kuma rakamları yazıyorum, biriler gelip bozmaya çalışıyor. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum:”Ahmet Gürsel Öğretmen gelene dek bu sayıları kimseye bozdurmam!”Bir yığın tanımadığım yabancı yavaş yavaş sokulup çizgileri dürtüklüyorlar. Sopayı sallayarak onların üstüne gitmeye çalışıyorum. Gitmek kolay olmuyor, Sıkılınca da uyanıyorum. Sabah uyanınca sıkıntım bir ölçüde sürüyordu . Etrafıma bakınıp, tepedeki arkadaşları gözledim, hemen hemen hepsi inmiş. Toparlanıp ben de indim. Bugün banyo günümüz. Banyo bu saatte olamaz. . Altta Hilmi uyuyor. Daha altta Hasan yeni uyanmış. Konuşmalar çoğaldı. Bugün, gündüz gözüyle uzun süre akordiyon çalışacağım. Hasan sordu, Ana nasıl gidiyor?O kitapta hiç ad geçmiyor, olayları ben sonra nasıl anımsayacağım?Hasan güldü, ”Ben ne bileyim, gene de Çin’de insanların nasıl yaşadıklarını öğrenmiş oluyoruz. !”Kahvaltıda çay yerine pekmez, daha doğrusu pekmezli su verdiler. Pekmezi severim ama bu biraz kokulu pekmez gibi geldi. Arkadaşların çoğu bardakları yarıda bıraktılar. Banyo sıram saat onda. Derslikte zaman doldurmak için bekledim. Mustafa Saatçı yanıma geldi, ”Dünkü konuşmalar için özür dilerim!”dedi. Aralarında ne konuşmuşlarsa konuşmuşlar, Sami de gelince gülümsedi. ”Ahmet Gürsel Öğretmene mektup yazıyorum!”dedi. ”Ben çoktan yazdım!”. Banyoya gidip gelince, beklemeden atölyeye geçtim. Yemek ziline dek az sesli olarak sürekli çalıştım. Sol elle do majör gamı yapmayı iyice öğrendim. Ancak tempo tutarken do ile bir öndeki düğmeye basıyorum. . Öğle yemeğinde nöbetçi arkadaşımız Abdullah Erçetin, eli arkasında bizim masaya geldi, ”Kim mektup bekliyor?” diye sordu. Ben hiç oralı olmadım. Kızılçullu’dan gelen mektuba henüz yanıt vermemiştim. Öğretmene yazdık ama o mektup belki daha öğretmenin eline bile geçmedi, diye düşünürken, Abdullah bana bakarak, ”Mektup senin, Ahmet Gürsel Öğretmenden!”deyince birden sıçradım. Zarfa baktım, gerçekten benim adım var. Halil’le birlikte yazdık ama, zarfın üstüne birimizi yazmıştık. Mektubu aldım, Yemekten sonra Halil’le buluşup okuduk. Mektup:”Sevgili ve çalışkan öğrencilerim İbrahim ve Halil’e…9/9/1940 Tarihli mektubunuzu memnuniyetle aldım. Sevincim o kadar büyüktür ki tariften acizim. Sevimli satırlarınız gönlümün aradığı yegane tesellisini bana vermiş oldu. Zira bir öğretmen için en acı şey öğrencileri tarafından az zamanda unutulmasıdır. Onun için mektubunuzun değeri benim için emsalsizdir. İki yıllık bir öğrenimden edindiğimiz deneyimlerden yararlanmayı düşünen Milli Eğitim Bakanlığı bizi yeni açılan okullara atayacakmış. Aranızdan ayrılmak zorunda kaldığım için çok İdealimiz vatanın teali ve yükselişi için ne gerekirse onu çekinmeden yapmaktır. Sizden ayrılırken duyduğum acıyı, sizin gibi yetişmesi bizim omuzlarımıza yüklenen köy çocuklarına gerekli bilgileri öğretmekten duyacağım sevinç, unutturmaya çalışacaktır. Size, çalışmada bir çığır açmaya ve göstermeye çalıştım. Artık tuttuğunuz bu yolda ilerleyiş eskisi kadar zahmetli ve güç olmayacaktır. Benim yerime gelecek öğretmenin ufak bir yardımıyla başarılı adımlar atabilir ve amacınıza ulaşabilirsiniz. Derslerinizde bir zorlukla karşılaşınca mektubumla yardımda bulunabilirsem, benim için bu büyük bir mutluluk olacaktır. İçli satırlarınızdan kıvanç duydum. Başarılarınızı duydukça sevinç ve mutluluk duyacağım. Çalışma inancınız bütün engelleri yıkacaktır. Bu sözlerimi sizin kadar sevdiğim arkadaşlarınıza ve öğrencilerime söylüyorum. Sizinle birlikte bütün sevgili öğrencilerimin her birinin gözlerinden özlemle ve sevgiyle öperim. . Ara sıra göndereceğiniz mektuplarınızla teselli bulup sevinç duyacağım. Öğretmeniniz Ahmet Gürsel. . Bir güzel imza…Adres:556 Askeri Posta 1. Tb. da. Teğmen…Kırklareli. Mektubu okuyunca Halil’e baktım, hiç etkilenmemiş gibi. Nedenini sordum. Zarfın üstünü gösterdi. Şaşırdım. ”Ne var zarfın üstünde?dedim. ”Senin adın var, mektup sana yazılmış oluyor” diyemeden sözünü kestim, ”Şaşırdın mı, mektup asıl senin sayılır, çünkü sözlerini sen yazdın. Öğretmen mektupta söylenenlerden duygulanmış, apaçık belirtiyor!”dedim öfkeyle, ” Mektubu bir de kendin oku!”dedim. Halil, aldı okudu. Hiç bir şey demeden geri verdi. Benim sonsuz sevincim, biraz örselendi ama çabuk toparlandım. İsmet geldi, mektubu alıp okudu, Bu kez biraz da kasıtlı olarak derslikte olanlara, ”Hepimize selamları var, Ahmet Gürsel Öğretmen hepimizden mektup bekliyor!”dedi. İsmet nedense öğretmenin atanma durumunu atladı. Mektubu alıp cebime yerleştirdim. Abdullah Erçetin adres istedi. Mektubu verdim, adresi tahtaya yazdı. Sıcağı sıcağına ikinci mektupta soracağım problemleri hazırlamaya başladım. Aldığım defterlerden birini bunun için ayırdım. 2. mektubu yalnız dersler başlayınca, matematik öğretmeniz belli olur olmaz yazacağım. Eğer matematik dersi boş geçerse soruları soracağım. Öğretmen gelirse, duruma göre soru sorarım. Öğretmeni düşündüm, çocuk gibi sevinmiş. Hiç böyle sözler beklemiyordum. Derslerde, belki bana değil ama, kimi arkadaşlara hınçla bakışını anımsıyorum;bu mektupta yazdıklarıyla hiç bağdaşmıyor. Belki de ayrılacağı için böyle söylüyor. Hangi okula gidecek acaba?Atamadan söz ettiğine göre sanırım askerliği kısa sürecek. Bu tür düşüncelerle gene atölyeye gittim. Parmak çalışmaları yaptım. İstiklal marşını çalıştım. Hidayet Öğretmen, “Elini alıştırınca gel de akordiyonla ses ver!”dedi. O nasıl olacak?İstiklal Marşını iyice öğrenmeliyim. İnce sesleri buldurmakta zorlanıyorum. Sesler çok aralık olduğundan elim basacağı yeri tam bulduramıyor. İstiklal Marşı oldukça zor geldi. On kez, ”Diiiir o benim milletimindiiiir ancak!” bölümünü çaldım, gene de tam olmadı. ”Ha gayret!”deyip devam ediyorum. Tören zili çalınca heyecanlandım. ”Ya Hidayet öğretmen ”Akordiyonu al gel!”derse!Koştum, yetiştim. Kimse bir şey demedi. Önümüzdeki hafta saat 19oo-20oo saatleri arası okuma için, 20oo-20 3o yemek, 203o-22oo Çalışma 223o uyku saati olarak saptanmış, duyuruldu. Akordiyon çalışma süresi daha da kısalmış oldu. Törenden sonra dersliğe gittim. ”Nasıl olsa önümüzdeki hafta bu saatlerde derslikte olacağım!”deyip Ana okumaya başladım. Kitabı iki elimle tutup alt ucunu sıraya dayamış olarak okurken, Mehmet Yücel şarkı söylemeye başladı. Bir iki üç, aynı sözleri söylüyor, etrafında ki zevzekler gülüyor. Sonunda beni dürtüklediler. Meğer Mehmet Yücel ben kitabı öyle tutunca Ana yazısını görmüş, ”Ana mari ana diksena donumu, Kıvırayım sana çifte telli oyunu. diye süren Trakya oyun türküsünü söylüyormuş. Ben de güldüm, kitabı kapattım. Zaten sıkılmıştım, kitabı bırakmam için bahane oldu. Yemekte gene dersler, yeni öğretmenler derken giden öğretmenler konu oldu. Meğer bizim arkadaşlar da Ahmet Gürsel Öğretmeni çok seviyormuş. Fettah Biricik arkadaşımız, ”Adamcağız bana bile matematik öğretmeye çalıştı, başaramadı ama gene de yılmadı, belki gelince gene kaldığı yerden başlayacak!”deyince “İsmet, ”Onun kaldığı yerden değil senin kaldığın, daha doğrusu senin hiç yola çıkmadığın, yerinden bile kıpırdanmadığın yerden!” biçiminde düzeltme yapı. Arkadaşlar hep güldüler. Fettah bu kez, ”Sahi yahu arkadaşlar ben hiç yerimden kıpırdamadım mı?”diye sordu. Bekir Temuçin arkadaşımız, ”Geriye doğru!”deyip eliyle ağzını kapattı. Bunu görenler sus mus dediler ama Fettah üstünde durmadı, belki bir kavga böylece atlatıldı. Çünkü Bekir Temuçin’ in sözü Fettah’ın en zayıf tarafıyla ilgiliydi…. . . Yat zilini duyunca, ”Haydi arkadaşlar, yolunuz uzak geç kalmayalım!” diyenler oldu, toparlandık. Eskiden hemencecik alt kata iniyorduk. Şimdi yol biraz uzadı. Yazın sorun değilse de kış gelince işler biraz zorlaşacak. Yatınca birden aklıma geldi:Dün geceki rüyam nasıldı?Ahmet Gürsel Öğretmenle ilgili neler vardı?Bir süre düşündüm ama tam toparlayamadım. İşin içinde matematik dersi var, problemler var ama bir sonuç alınmıyor. Gördüğüm rüyaları sabah kalkınca tazeyken yazabilsem. Neden istediğim gibi rüya göremiyorum? Gördüğüm rüyaları neden unutuyorum?. . .
28 Eylül 1940 Cumartesi.
Aralıksız çalışarak Tarım binasının çatını tamamladık. Hamdi Öğretmen bize teşekkür etti. ”İnşallah Salih Ziya Öğretmen sözünü unutmaz da bize hakkımız olan balı verir dedi. Temele başladığımız gün Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen, bina bitince bal ikram edeceğini söylemişti. Arkadaşlar, ”Ağıza bir parmak bal çalma!” özlü sözünü anımsattılar. Naci Öğretmen, ”Acele etmeyelim, bekleyelim, bakalım ne göreceğiz!” . Atölyeye ellerimizdeki araç gereci bırakırken tören zili çaldı. İstiklal Marşından sonra Hüsnü Baykoca elinde bir kağıtla çıktı. Önümüzdeki hafta genel nüfus sayımı yapılacağını söyledi. Arkasından da dikkat çekerek bu nüfus sayımında okulumuz 8. sınıfları görevlendirilmiştir!”dedi. Bunu duyunca şaşırdık, arkasından açıkladı:”Sayımda yapılacak işleri görüşmek üzere 8. sınıfların yarın Lüleburgaz Halkevi salonunda Lüleburgaz Kaymakamının başkanlığında yapılacak toplantıya katılacaklar!”derdi. Bunu duyunca bir birimize baktık. Birden koltuklarımızın kabarmış olduğunu duyumsadık:Bakışmalımız değişti. ”Kaymakam başkanlığında görevliler toplantısına katılmak, bizim için olağanüstü bir olay!”Dirseklerimizle dürtüşerek bir birimizi kutladık. Öğle yemeğinde bizim gibi küçük sınıfların da konusu bu oldu. Öğleden sonra yarınki giyeceklerimizi hazırladık.
İçimden içimden ayakkabı alışıma sevindim. Elbiselerim zaten yeni gibiydi. Ayakkabılarım yeni. ”Azıcık da saçlarım uzun olsaydı!”gibilerde biraz hayıflandım. Arkadaşla, nasıl olsa kasketlerimiz var, başlarımızı açmayız gibilerde konuşmalar yapılınca saç olayı da ortadan kalktı. Akşam üstü giyinik olarak dere tarafına gittik, geldik. Mehmet Yücel arada benzetmeler yaptı. ”Dolap beygiri gibi okulla dere arasında dönüp duruyoruz!”Bu arada, yeni, öğrencilerin giysilerimize özlemle bakması, arkadaşların dikkatini çekmiş. Özellikle kendi hemşerilerinin sorularına yanıt bulamayan arkadaşlar:”Onlara yeni giysi verilmeyecek mi?”sorusunu bize yönelttiler. Bu soru, bir bakıma bundan böyle bize de giysi verilmeyeceğinin belirtisiydi. Hem neşeliyiz hem de kısa süreler olarak karamsarlaşıyoruz. Okulumuzun öteki okullar gibi bir kılığı bir rengi neden yok?Konuşmalar gene gene Edirne olayına gitti geldi. Şeritsiz kasketlere “Çöpçü Kasketi” adını vermiştik. Onları gerçekten giymedik. Okul Müdürümüz de bu konuda bize ses çıkarmadı. O zaman” İstediğinizi yapacağım, biraz sabredin!”demişti. Müdür Bey, 7 ay sonra da dediğini yaptı.
Nasıl bir ilgidir anlayamadım, gün boyu arkadaşlarla oldum. Oysa başka zaman böyle yapmazdım. Bugün akordiyonuma gidip el bile sürmedim. Dersliğe küçük sınıflar gruplar olarak gelip gidiyor. Onlara söyleyecek söz bulamıyoruz. Yarın akşam olsa gördüklerimizi anlatacağız. Oysa bu gece salt kendi kuruntularız içindeyiz. Kolumda saate bile bakmıyorum, Yat zili çalıncak, kimi arkladaşlar gibi ben de zilin erken çalındığı söylemine katıldım. Saate bakınca kemdimden utandım, zil on dakika geç kalmış;koşar adımla gidip yattım. Yatınca da düşler kurmaya başladım:Nasıl bir görev;sayım yapılacağına göre, nasıl bir sayım?İnsanları mı sayacağız?Yattığım yerde sayım konusunu kurguladım. Ya verilen işi doğru anlayamazsam?Kaymakama karşı ayıp bir durum yaratırsam. Bu tür olumsuzlukları uzattım durdum. Gündüz kaldırdığım kalaslar beni bu denli yormamıştı. Esnemekten çenelerim yoruldu, bir türlü uyuyamadım. Kalkıp yüzümü yıkamayı düşündüm. Ondan da vazgeçtim. Ne yapacağımı acı acı düşünmeye başlamışım. Birden uyur gibi oldum, başım düştü. sanırım birkaç kez esnedim. Birden bire bir karanlık oldu. Işıklar söndü sandım. sonra o karanlık uzadı gitti…
29 Eylül 1940 Pazar
…. Kaymakam sözü ile uyandım. Gene mi kaymakam?Kaymakam geçen yıldan beri bizim okula kaç kez geldi, hiç ilgilenmedik. Dünden beri kaymakam deyip duruyoruz. Halil Basutçu nöbetçi, hemen benim sözüme takıldı, ”Sen kaymakamları sevmezsin. Karşılıkveriyorum:”Neden sevmeyeyim?Adamlar koskoca bir ilçeyi yönetiyorlar!”Basutçu, “Sen yönetilmekten hoşlanmazsın!”Yanıtım hazır, ”Ben yönetilmekten değil yedilmekten hoşlanmam. Başka bir deyimle, yularlı gibi olmaktan, ipi çekilerek yönetilmekten kaçınırım!”
Bakışıp gülüştük. Kahvaltıya beraber gittik. Halil ortalıkta dolaştı, ben masama oturdum.
Kahvaltıdan sonra Hüsnü Baykoca derslikte toplanmamızı söyledi, toplandık. Önce Hüsnü Baykoca geldi. Yapılacak işler için genel bilgiler verdi. Toplantıda biz yalnız değilmişiz. . Lüleburgaz içinden çalışan yüzlerce memur, öğretmen bu işte görevlendirilmiş. Bizler belki yardımcı olarak yanlarında bulunacakmışız. Elimizde açıklayıcı yazılar olacakmış. Hüsnü Baykoca Öğrertmen konuşurken Hidayet Gülen, Latif Yurtçu, Hamdi Bağ Öğretmenler geldi. Onlar da bizimle birlikte olacaklarmış. Saat 10-30 da Kamyonla Halkevi bahçesine indik. Salon tıka basa dolmuştu. Sahne bölümünde dört beş görevli oturmuşlar bir şeyler hazırlıyordu. Biz yerleşince, birisi ayağa kalkıp toplantının başlayacağını söyledi. Az sonra tanıdığımız Kaymakam geldi. Sayımın ne olduğunu, nasıl yapılacağını kısaca anlattı.
Yazımları, yazımdan sonra yapılacak işleri anlattı. Sonra da kendi okuduğu yazıyı bir kez daha
Okuttu. Görevliler daha önce yazılmış. Görevlilerin görev yerleri tekrarlandı. Adlar okundu.
Görevliler kendilerini tanıttılar. Görevliler kendilerini tanıtınca kaymakam kimilerine, ”Size bir yardımcı verelim!”diyerek, bizden bir arkadaşı zarfların üstüne yazdırdılar. Bizim numaralarımız önceden bildirilmiş. Numaramız okunup kimin yanında olacağımız söyleniyor.
Benim numaram okununca, Kaymakam, ”Onu, şuna verelim, diye daha önce ödev zarfı almış birini gösterdi. Beni çağırdı, ”Dikkat et, birlikte çalışacaksınız!”dedi, zarfı almış olana ne iş yaptığını sordu. Adam da Nalbur, olduğunu söyledi. Adamı görmüşlüğüm var, anımsamaya çalıştım ama nalbur sözü kafamı karıştırdı. Nalbur diye bir sözü sanki hiç duymamış gibi, bakındım. Nalburun yanında boş sandalye varmış, beni çağırdı. Konuşmaları birlikte dinledik.
Toplantı sonunda da birlikte Nalbur dükkanına gittik. Dükkanı görünce şaştım, kendi kendimden utandım. Bizim alış veriş yaptığımız bir dükkan. Kaç kez oradan, koyunlar için çan, atlar için kayık ya da benzeri gereçler almıştık. Üstelik bizim çok iyi tanıdığımız Dağlı Hasan Ağabeyin de akrabasıymış. Yakınındaki çay bahçesinde çay içtik. Sayım günü erkenden buluşmak üzere ayrıldık. Arkadaşlarla gene Halkevi bahçesinde buluşup Lüleburgaz’ı bir baştan bir başa arşınladık. Pazar yerinden çarşıya bir kapıdan çıkılır. Büyük kapı her zaman açık olmaz. Orası Enver Bey Hanı’nın Pazar kapısıdır. Bilmiş bilmiş kapıyı itip açtım, han bahçesinden çarşıya çıktık. Az önce Nalburcu ile çay içtiğimiz küçük çay bahçesine oturduk. Çay içerken arkadaşlara o bahçe ile ilgili bir olay anlattım. Sanırım anlattığıma çoğu inanmadı. Ancak ben babamın anlattığını olduğu gibi aktardım. Babamın anlattığını bizim köyde herkes bildidiği gibi dolay köylerdekiler de bilirler. Çünkü olayda salt babam değil, Lüleburgaz içinden, köylerinden bir çok insan bulunmaktadır. Olay şudur:Yunan ordusu Trakya’yı işgal edince yerli Rumlar işbirliği yapar, açık açık vurgunlarda, soygunlarda öncülük ederler. İki yıl sonra Yunan ordusu perişan olup çekilince, işbirlikçi Rumlar kaçmak zorunda kalırlar. Onlardan kalan ev, dükkan, tarla, bağ, bahçe hazine tarafından satışa çıkarılır. Bu satışlara katılanlar, bütçelerine göre bir yerler alır. Babam da bu park yerinde bulunan bir dükkan seçmiş. . Satışlar yapılmış, tutarları ödenmiştir ama, işletmeye geçilmesi, değişik nedenlerle geciktirilmiştir. Babam zaten kendisi işletmek için değil ilerde ağabeylerimin birini yetiştirip buraya yerleştirmeyi düşündüğünden acele etmemiş. Bir iki yıl sonra, tellallar çağrı yapmışlar:”Şurada, şurada yeri olanlar, evlerini, dükkanlarını yıkacaktır. Yıkmazlarsa şu tarihten sonra belediye el koyup sahiplerinin, bina enkazından yararlanmayı da yasaklayacaktır. Böylece yüzlerce insan aldığı yeri kullanamadan yıkarlar. Bu arada babamlar da dükkanı yıkmış, kapı, pencere türünden kalıntıları köye taşıyıp kahvenin bitişiğine bir dükkan eklemişler. İşte bu oturduğumuz yer o dükkanların yeridir. Toprağı halk hizmetine verildiği için de hiç bir bedel ödenmemiştir. Bu konu açılınca babam:”Olsun, Topal zabit’in yamağı Yani ile tercümanı İspilanti keferesi bir gece gelip boynumuzu sıksaydı, en azından oraya harcadığımız parayı nasıl olsa bizden almış alacaktı. İşte ben: Öyle oldu varsayıp teselli oluyorum!”der. (Topal zabit, dediği Kırklareli yöresinin sözde işgal komutanı, her türlü yağmacılığı yaptıran, kurtuluştan sonra da ganimetleriyle giderken İnecik köprüsünde öldürülen bir Yunan binbaşısıdır. )
Geç kalmamak üzere izinli sayıldığımızdan belli bir saatte, topluca okula döndük. Toplantı sırasında çeşitli gülünç olaylar oldu. Arkadaşlar bunları yol boyunca ballandıra ballandıra anlattılar. Bunlara, öteki arkadaşlardan çok ben güldüm Ancak her gülüşümde, kendim için güldüğümü kimseye söylemedim. Köyde Çancı olarak anılan kişiyi daha önce çok görmeme karşın tanıyamamam. Hele nalbur deyince şaşırıp kalmam, anlatılan güldürücü sözlerden daha güldürücü. Çok girip çıktığım dükkanın yan tarafında da kocaman bir yazı var Nalburiye…Dükkana girerken o yazıya hiç mi bakmadım? Yoksa baktım da unuttum mu?Her ne olursa olsun, bu durumu kendime yakıştıramadım:Utandım!Konuyu değiştirmek için önemli bir olaya değindim. ”Dersler Ekim ayında başlayacaktı, Yarından sonra 1 Ekim Salı. Yeni öğrenciler yarın gelip bir gün sonra derslere başlayabilir mi?. Bunu bilmeyecek ne var?Bence dersler besbelli 7 Ekimde başlayacak. Biz de o gün sayım işlerinde olacağız. Öyleyse bizim derslerin başlaması için daha çok zaman geçecek!. Ben böyle söyleyince Sami Akıncı derslerin 1 Ekim Salı günü başlayacağını, ancak ders yapılıp yapılmayacağını bilmediğini söyledi. Arkadaşlar gülüştüler. Derslerin yapılıp yapılmayacağı bilinmiyorsa, onun neresi “Dersler başladı olur?”dediler. Ben gene de Sami Akıncı’nın dediğini esas alıp defterlerimi, kalemlerimi hazırladım. Aslında beklediğim, derslerin başlamasıydı, o halde başlamasından mutluluk duymalıyım. Bayrak törenine bayramlık giysilerimizle çıktık. Böyle olunca öteki öğrencilerin bize bakışları bir başka oluyor. Ya da biz öyle algılıyoruz. Hepimiz, her gün böyle giyinse ne iyi olur!Hem devlete hizmet edip para kazandırıyoruz hem de hakkımız kesiliyor. Okuduğum yazılara göre Öğretmen 0kullarından çıkan öğretmenler başarılı olamıyormuş. Böyleyken onlara donatılıyor, başarı bekledikleri bizlerden yılda bir takım giysiyi esirgiyorlar. Bunu bir türlü anlayamıyorum. Bana göre küçük sınıflar haklı.
Ana kitabını bitirmeye kararlıyım. Bu kitap için güzel diyen olursa, ”Al da bir daha oku, daha çok seveceksin!”diyeceğim. Ben, bu kitabı bir daha kesinlikle okumam. Sayfalar boyunca bir insanla baş başa kalmak kolay değil. Üstelik aynı işleri görmek zevkli olmasa gerek. Yazar bu kitabı yazmak için o evi, o insanları nasıl izlemiş, bir türlü anlayamadım. Bu gece bitirip Hasan’a teslim edeceğim. Bir daha da kitap alırken önünden arkasından bir yerlerin bakacağım. Böyle mıymıntı kişileri okumayacağım. Onları tanımama gerek yok, onlardan bizim köyde en az yüz tane vardır. Durup duruken Ahmet Gürsel Öğretmenin söylediklerine takıldım. Neden öyle yazmış?Hepimizi, ayırmaksızın seviyormuş. O zaman çalışmak pek önemli olmuyur. Çalışmayan arkadaşlar kazançlı mı yani?Hem tembel tembel oturacaklar çalışkanlar kadar sevilecekler. hem de tembel tembel öğretmenlerin karşısında sırıtacaklar. Duramadım , konuyu bir kez de Halil’e açtım. Bu konuda o benden daha dertliymiş;söyler söylemez, ”Sen bilmiyor musun, iş derslerinde de öyle değil mi?Adam üçüncü yılına girdiği halde daha iki tuğlayı üst üste koyamıyor. Öğretmen bunu görüyor, yapamayanı oradan uzaklaştırıp yapanı çağırıyor. Yapamayan, ağzı kulaklarına kadar açık, geçip yapanın karşısında kaytarmasına devam ediyor. Sene sonu gelince de güle oynaya sınıfını geçiyor. Onlarla aramızda öğretmenlere göre tek fark, biz aranıyoruz, onlar aranmıyor. ”Ne Şam’ın şekeri, ne Arab’ın yüzü!”deyip onları kendilerinden uzak tutuyorlar. Bu da çok önemli;hiç değilse itilip kakılmıyoruz. Üstelik yaptıklarımızı iyice de öğrenmiş oluyoruz. Onlar asıl acısını yalnız kalınca çekecekler. Tahtaya kalktıkları zaman sustukları gibi halkın karşısında susamayacaklar. Halk onlardan iş isteyecek. Halil bunları söyleyince sevindim. Bunları ben çok iyi biliyorum ama bir başkasından duyunca daha mutlu oluyorum. Mektup işini Halil’e açtığıma iyi etmişim. Onun tepkisi benimle ilgili değilmiş. Öğretmenin sorunuz olursa yanıtlarım deyişi, matematik derslerine bir çağrı niteliğindeymiş. Halil, matematik çalışmak niyetinde olmadığına göre mektup yazmayı da düşünmüyormuş. Konu buymuş. ”Mektup sana yazılmış!”demesi de bundanmış. ”Madem soru soracaksın, mektubu sen yaz, yanıtlarını da sen bekle!”demek istemişmiş” Oyle olsun!”deyip konuyu değiştirdim. Hüsnü Yalçın arkaya döndü, bizim sözlerimize karıştı, azıcık Emrullah’ı çekiştirdi. ”Ne etliye, ne butluya!”dedi. Açıkçası bir seçeneği yokmuış. Emrullah hemen yanımızda, duyar diye konuşmak istemedik. Adının geçtiğini duyarsa daha çok güvensizleşeceğini düşünerek yüksek sesle derslerden söz ettik. Mustafa Saatçı, yüksek sesle bir off, çekti, ”Yarın 25 tane birden gelecek, hangisini seçeyim, karar veremedim!”dedi. Ne olduğunu sordular. Önce ayakkabı, dedi. Tutmadı, kavun, dediler olmadı, karpuz, dediler güldü. Mehmet Yücel, ”Hafız şaşırmış, yaşına başına bakmadan, yarın gelecek olan kızları sayıklıyor!”dedi. Mustafa Saatçı’nın kendilerine kızınca “Bacaksızlar!”dediği İdris, Yusuf, Kadir, Harun, ”Yaaaa, Bak bak bak, İmam değil mi ne olacak?” diye çıkışınca bu kez İsmet sözde Mustafa’yı savundu:”İmamsa ne olacak?O insan değil mi? diye sordu. Mustafa İsmet’e “Senden savunma istemiyorum. Tekrar tekrar”İmam!”diyerek sözde beni savunurmuş numarası yapıyorsun, ben bunu yutmam!”dedi. Yarın nöbetçi 72 Hüseyin Orhan, arkadaşlar Orhan’a tembih ettiler, Mustafa Saatçı’yı yeni gelenlerin yanına sokmayacak. Herkes gülerken Sefer Tunca arkadaşımız, ”İnsaf yahu, arkadaş yarın akşama dek santral onarımla uğraşacak, gidip yardımı düşünmüyorsunuz da Mustafa’nın gözlerine yasak koyuyorsunuz!”dedi. Karşıcılar hemen Sefer’e yanıt verdi, ”Biz seni görevlendirdik:Yarın git, Mustafa’ya santralda yardımcı ol!”
Neşeli konuşmalarla yatakhane yolunu tuttuk. Yolumuzun tam üstünde Hamdi Bağ Öğretmenin odası var. Duvarcı arkadaşlar bize takılıyor, ”Yaramazlık yapmayın öğretmeniniz sizi izliyor!”Bu akşam biri gene böyle bir söz söylemiş. Yusuf Asıl bunu söyleyeni yanıtladı:Sen aptal mısın, ışığı yanan pencereden bakarak insanlar izlenmez. Biz onu hesaba katmıyor muyuz?Işık yanarsa dilediğimizi yapıyoruz, odanın penceresi karanlıksa susup geçiyoruz!”Bunu duyunca ben de şaştım. ”Demek biz böyle yapıyormuşuz!”deyip gülümsedim. Yatarken de bu tür düşünceleri nasıl geliştiriyorlar?Demek ders çalışmayanların da düşündükleri var!Kendi Nalburiye olayımla bunları karıştırarak bir süre düşündüm. Henüz çocuk saydığım Yusuf Asıl nasıl yanıtlar yakıştırmalar buluyor?Oysa ben, bunca yıllık yıldır girip çıktığımdükkanın koskoca tabelasını okumamışım. Hele Nalburiye sözünü bilmemem tam alaylık-eğlencelik bir olay.
30 Eylül 1940 Pazartesi…
72 nolu arkadaş Hüseyin Orhan, yatak komşum. Onların sırasında değişiklik yapmışlar, en üste o geçmiş. O kalkarken uyandım. Yavaşça ben de indim. Geçen yıl yeni öğrenci geldiğinde ben de nöbetçiydim, zorluklarını bilirim. Durumu bilmeyen insanlar, durmadan soru sorarlar. Şimdi nöbetçi sayısı çoğaldı. Benim nöbetimde benden başka iki küçük vardı. Öğretmen de öyle;bir Ömer Uzgil Öğretmen vardı, o da benim gibi koşup durmuştu. Neyse ki bugün gelecek öğrenciler fazla değilmiş. Her nöbetçiye dört beş konuk düşer. Konuşa konuşa çıktık. Benim iyi tanıdığım şarkıcılardan ikisi Ali Ergin’le Musa Güner de bugün nöbetçiymiş. Ali, onların köyünden gelecekler olduğunu söyledi. Daha önceden haberini almış. Şaka olarak Musa’ya, onun köyünden geliyor da senin köyden neden gelmiyor?diyecek oldum, Musa gülerek, ”Benim köyümden değil ama yakınımdan bir değil üç tane geliyor!”dedi. Güldük. Ancak ben içimden geçirdim:Bunlar, çevresiyle bizden daha iyi ilgileniyorlar. Ben gelmişlerle ilgilenmezken onlar gelecekleri öğrenmişler. Kahvaltıda bayrak töreni olacağı söylendi. Törende Hüsnü Baykoca ders yılının başladığını, ancak 6. sınıflarla 8. sınıfların derslerinin bir iki gün gecikeceğini duyurdu. . Dersliklerin yerinde değişiklik olacağını, Hidayet Öğretmenin değişecek derslikleri söyleyeceğini duyurup çekildi. 7. sınıflarla 7. sınıf adayları dersliklerine gittiler. Sordum, 7. sınıf kimler?Bizimle birlikte Edirne-Karaağç’a 5. sınıfa gelenler. Onlar da bizim gibi ders yıllarını tamamlayıp sınıf geçenler, 7. sınıf olacaklar ise, gene bizim gibi Edirne-Karaağaç’a 4. sınıfa gelenler. Onlar ilk iki bizim gibi tüm sen okuyarak geçti ama bu yıl, iki sınıf atlayıp önlerindeki 5. sınıfa yetişecekler. Bir de tıpkı onlar gibi, bu yıl 6. sınıf için okulu gelip de tıpkı 5. sınıflar gibi şimdilerde ders görüp bir yılda iki sınıf atlayacaklar var. İşte bu yeni ders görenler şimdilerde 7. sınıf adayı sayılmaktadırlar. Ben bunu dinledikten sonra, sinirlenerek:”Böyle şey olur mu?Biz, hem 8 ay ders görüyoruz, hem de tüm işleri görüyoruz. Bunlar, bir yılda iki sınıf geçirilecekler. İyi bari, üç sınıf geçsinler de bizim yerimize de okulu bitirsinler!”diye söylendim. Mehmet Yücel arkadaşım, bir suçlu gibi yüzüme baktı. ”Arkadaşım, sen ne diyorsun buna?diye sordum. Mehmet Yücel gülerek ben ne diyeyim ki?Benim kardeşim de o iki sınıf geçirilecekler arasında. Kardeşim orada oldukça ben onun zararına olacak bir konuşma yapamam!”Benim söylediklerimi İsmet Yanar da duymuş, geldi, ”Dayı, isterse kimse gelmesin, gel ikimiz Okul Müdürüne çıkalım, hiçbir sonuç alamasak bile sesimizi duyuralım!”dedi. Biz kendi aramızda böyle konuşurken Hamdi Bağ Öğretmen yanımızdan geçmiş. Galiba konuşmaları da dinlemiş. Beni çağırdı, sordu. ”Konuştuğunuz konu nedir?”Anlattım. Hamdi Öğretmen, ”Bu konu Okul Müdürünün işi değil Milli Eğitim Bakanlığının emirlerine göre yapılıyor. Okul Müdürüne giderseniz sadece onu üzersiniz. O, sizin hakkınızı korumak ister ama emir yukardan geliyor. Bakanlık, 6 yılınızdan biri çekti aldı. Onlaraysa bu yoldan veriyor. Sizin burada kaybettiğiniz bir hak yok. Bunu konuşmanız bile gereksiz. Haydi bakayım atölyeye!”Atölyeye gittik. Atölyeden gerekli araçları alıp, bizim eski yatakhane olarak kullandığımız bölüme gittik. Orası derslik olacakmış, sıra çekti. Bir duvara yazı tahtası yerleştirdik. Sıra taşıdık. Güzel bir derslik hazırladık ama, “Gene de bu derslikte ders yapmak istemem!”dedim. Hamdi Öğretmen biraz ciddileşerek, ”Kuzum sen bugün ne oldun böyle, sabah tersinden mi kalktın ne?”dedi. Salih Baydemir beni savundu: “Ranzaların üçüncü katına daha alışamadığımız için ne tarafımızdan kalkığımızı kestiremiyoruz. Alıştıkça sinirlerimiz düzelecektir, azıcık sabredin öğretmenim!”dedi. Hamdi Öğretmen gülerek, ”Siz yok musunuz siz, size yabancı birisini kesinlikle çatlatırsınız. Size söz yetiştirmek her yiğidin harcı değildir. Biz alıştığımız için doğal sayıyoruz. Darısı gelecekte birlikte olacaklarınızın başına!”dedi. Biz toparlanırken Okul Müdürü geldi, ”Kolay gelsin, elinize sağlık!”dedi. Arkasından “Bir derslik resim için, bir derslik için de müzik çalışmaları için olsun istiyorum ama, bunu gene başaramadım!”deyip bir süre durdu. Parmaklarını açarak, ”Buldum!”diyerek güldü. Ahmet Beyi oradan çıkaralım, orasını da müzik için ayıralım!”dedi. Ahmet Beyin yeri dediği alt katta bir depo var, orası. Müzik sözü geçince, nasıl baktım bilmiyorum. Müdür Bey bana “Olur değil mi?”diye sordu. Durdum kaldım. Bu kez de Müdür Bey yakınıma gelerek, ”66 sen öğleden sonra bir ara bana gel, sana bir söyleyeceğim var, önemli, gel konuşalım!”Müdür Bey böyle söyleyip çıktı. Arkadaşlar şaşkın şaşkın bana baktılar. Hamdi Öğretmen, ”Bana bakmayın, gördüğünüz gibi ben bir şey demedim. Ancak Müdür Bey de insanı boş yere çağırmaz. Onlar başka şeye yordular bense umutlandım. Müzik çalışmaları için söyleyecekleri var, onları söyleyecek. Çünkü benim daha önce piyano için isteğim olmuş, Müdür Bey de binamız bitince tüm eşyaları Sinanlı’dan getireceğiz!”demişti. Gene de içimden acaba?dedim. Atölyeye gittik. Arkadaşlar benden daha tedirgin oldular. Onlar konu olarak sabahki konuşmaları düşünüp ona bağlıyorlar. Bir ara Hamdi Öğretmenden izin alıp gittim. Müdür Bey, beni çağırdığını un utmuş, görünce, ”Gel!”dedi geri döndü, kapıdan girerken daha, ”Seni hep severiz, istikrarlı çalışan birisin, sana güvenimiz var. Fikret Madaralı Öğretmen de senin üstünde duruyor. Okulumuzun yeni düzeninde bizden etkin bir kooperatif isteniyor. Bunu kuracağız. Zaten kuracaktık. Burası dağ başı, gelen giden oluyor. Ne ikram edebiliyoruz ne de gelenler alacak bir şey bulabiliyorlar. Bu nedenle geniş çaplı bir kooperatifi eyleme geçirelim. Bunun kuruluşunda sen de görev al!””Siz istiyorsanız severek çalışırım!”dedim. Müdür Bey bundan eminim, gene de bir kez söylemeyi yeğledim!”dedi;benden önce kapıdan çıkıp yürüdü. Atölyeye gidince herkes ilgiyle sordu:”Ne dedi?”Sinanlı deposundaki eşyaların taşınacağını, piyanoların geleceğini, okul altındaki kilerin boşaltılıp, müzik odası yapılacağını anlattım. İnanmayanlar oldu. Bu kez yalanı genişlettim. Hamdi Öğretmenin atölyede akordiyon için yer vermesinden önce bir yer için Müdür Beye çıktığımı, o zaman bana bir yer gösteremediği için üzülmüş, yakında istediğin gibi bir yere kavuşacaksın!”dedi gibilerde ekler yaptım. Bu kez arkadaşları inandırdım ama, esas önerilen işin ne olduğunu bir türlü anlayamadım. Fikret Madaralı Öğretmenin işin içinde oluşuna sevindim, ”Kendisinden sorar öğrenirim!”diye düşündüm. İçim rahatladı. Paydosla okuma saati arasında akordiyon çalıştım. Bu zamanda az değil. Okuma saatine girerken bir kalabalık geldi. İstanbul treninden gelenler çokmuş. Bu yıl İstanbul ilinden de öğrenci alınmış. Ben, “Söylendiği gibi yarısı kız değil!”diyecek oldum, önce gelenleri görenler, ”Ne diyorsun az önce gelen grubun hepsi kızdı!”dediler. Yemek zili çaldı, gelen kızları görme niyetiyle yemeğe değişik duygularla gittik. , Ancak bizim masaların konumu onları görmeye elverişli olmadığından bir iki saçlı baştan başka bir şey göremeden dersliğe döndük. Görenler yakıştırma yaptılar. Çalışma saati, dışardan gelecek nöbetçi öğretmeni gözlemekle, görülmüş olan kızları anlatmakla geçti. Mustafa Saatçı hepsine talip. Kimden söz edilirse, ”O benim olsun!”diyor. Biri çok uzun boyluymuş. Onu İsmet’e ayırdılar. İsmet kesinlikle istemedi. Bu kez Mehmet Yücel ortaya getirildi. İki uzun boylu iskelet. Biri çok şişmanmış, Mustafa Saatçı, ondan da vazgeçti, ”Şişman şişmana!”deyip Fettah Biricik’le Abdullah Erçetin’i ortaya attı. Biri çok güzelmiş. ”Tamam, Mustafa Saatçı için gelen oymuş. Arkasından, asıl güzelin, az önce İstanbul’dan geldiği öne sürüldü. Bu kez Yakup Tanrıkulu, Mustafa Saatçı’ya, ”Hakkına razı ol, bizim de hakkımız var!”dedi. Arkadaşlar, gülerek, İmam çattı belaya, Yakışıklı (Yakup arkadaşın bir adı da yakışıklı) aklına koyarsa, İmam kaybeder!”dediler. Bu sıra başka sınıftan gelenler oldu. Konuşmalar kesildi. Bu kez, nöbet işleri ortaya geldi. Nöbet sıralarında kendi nöbetinde kız olmasını isteyenler var. Nöbet listelerini de Sami Akıncı yapıyor. Yakup Tanrıkulu ile Mustafa Saatçı tartışırken, İdris Destan, ”Yahu siz boşuna tartışıyorsunuz. Sami Akıncı o kızları kimin nöbetine koyarsa, orada olacaklar!”deyince sözü kesildi. ”Yo bundan sonra nöbetleri Sami Akıncı yapmayacak!”Bu kez Sami, ”Çoktandır ben nöbet işlerine bakmıyorum, beni neden karıştırıyorsunuz?”Hep bir ağızdan”Sana güvenmiyoruz, sen nöbet işlerine girme!”Sami söz verdi, nöbet işlerine girmeyecek. Herkes gülüyor. Yat zilini bu tür tartışmalarla geçirdik. Halil, bana “Bakıyorum da bu gece sen de bunlara uydun!”dedi. Ana’yı okumaktan sıkıldığım için kurtuluşu orada bulduğumu söyledim. Yatarken Hüseyin Orhan geldi. Gelenleri sordum:16 kız, 20 erkek. . Gelecek olabilir. Gelenler güzel mi? diye sordum. Arkadaş, bildiğimiz köylü kızları, nasıl güzel olsunlar? Yanıtını verdi. ”Hepsi Mustafa Saatçı’nın olsun!”deyip yattım. Yattım ama gene de bir süre eski düşüncelerimi gözden geçirdim.
1 Ekim 1940 Salı…
Yan altımda yatan hemşerim Kadir Pekgöz’ün sesiyle uyandım. Ders yılımız başlıyormuş, ”Hayırlı olsun!”dedi. Bugün ne yapacağımızı kesin bilmiyoruz. Dün Hamdi Öğretmen bir şey söylemedi. İrfan Evren ile Naci İnan Öğretmenlerimiz bir hafta izinli idi, bugün gelecekler. Kahvaltıda duyuruldu. 8. sınıflar atölyelerde çalışacaklar. Zaten bunu bekliyorduk. Bir taraftan da hepimizin gözleri yeni gelenlerin masalarında. On beş kız var ama nerede?Hüseyin Orhan haklı, Köylü kızları, nasıl güzel olsunlar ki?Giyimleri dandirik, saçları da öyle. Hele güzel giysileri de yoksa, burada hiç olmayacağına göre, güzel görünmeleri olanaksızdı, demektir. Atölyeye giderken aklımca kızlara bayağı acır duygular içindeydim. Naci Öğretmeni görünce toparlanıp bekledim. Atölyeye birlikte girdik. Arkamızdan öteki arkadaşlar az sonra da öğretmenler geldi. İş yerimiz Tarım binası inşaatı, derslere başlamadan önce bitirilip içine girilecek. Sonra da öğleden sonraları Revir çatısı kondurulacak. ”Aramızda, ”Yeni ders yılımızı kutlayarak. Daha doğrusu kendimizle alay ederek Tarım binasına gidip iş başladık. Öğretmenler tedirgin durumumuzu seziyorlar. Onlar da memnun değil ama sır vermiyorlar. Bizi neşelendirmek için, değişik yollar denediler. Bizim köyün karpuzlarından Tekirdağlıların Hüseyin Pehlivanına dek değişik konulara değinen şakalar yapıldı. Sabah böylece donuk bir çalışma içinde geçti. Öğleden sonra eski ahengimizi tutturup tüm gücümüzle çalıştık. Bu arada da pazar gününden önce başladığımız işleri bitireceğimize güvenimiz arttı. k. Bunu öğretmenlere söyleyince onlar da sevindiler. Yapıcıların iskelelerini kendimize uygun yerleştirerek çatı makaslarını çıkarmaya başladık. Benim bir zaman yaptığım benzetmeyi çok tekrarlayan Naci Öğretmen gene “İbrahim’in bir ikizkenar üçgenini çizersek çatı bitmiş sayılır. !”dedi. İkizkenar üçgen, bir çatı makasının çizim görüntüsü. Alpullu’da ilk makas yaptığımızda ben, makas kesitıni öyle göründüğü için “İşte size bir ikiz kenar üçgen!” demiştim. Naci Öğretmen o sözümü hiç unutmadı. Ne düşündüyse Naci Öğretmen birden bire, ”Biz sizinle nerelerde çalıştık anımsıyor musunuz çocuklar?Gelin beraber analım:Edirne-Karaağaç, Alpulu, Lüleburgaz şimdi de Kepirtepe!Bunlar, hepimizin belleğinde birer anı olarak kalacak. Önce girdiğimiz 100 kadar odası olan Karaağaç’taki koca bina: Sonra da Lüleburgaz’daki okulun iki odası ile bahçesine. Şimdi de kendi yaptığımız binalardayız. Üstelik yeni yeni binalar yapmaya çalışıyoruz. . Bunları konuşarak yerde iki makası daha hazırladık. Öğretmen çizgiler çizdi bu çizgilere göre çatıda yerler bulunup çakılacak. Biz konuşurken Hamdi Öğretmen geldi, ”Siz ne konuşuyorsunuz böyle?”dedi. Naci Öğretmen “Eskileri anıyoruz!”deyince Hamdi Öğretmen, gülerek, ”Ben de var mıyım o eskilerin için?” diye sordu. Naci Öğretmen, ”Varsın varsın, hem de baş köşedesin!”diyerek güldü. Bu kez Naci Öğretmen İrfan Evren Öğretmene dönerek, ”Sen bakma kardeşim, sen oralarda yoksun, sen daha yenisin!”dedi, gülüştüler. Azıcık gecikmeli olarak paydos ettik. Biz elimizdeki araçları atölyeye bıraktık. Arkadaşlar gidince ben bir süre Hasan Amcamın deyimiyle meşk ettim. Okuma saatinde Ana’yı bitirip Hasan Üner’e telsim ettim. Hasan yeni bir duyuru yaptı. Bundan böyle o kitaplıktan kitap alıp veremeyecekmiş. Kitaplık nöbeti 7. sınıflara verilmiş. Onlar da kitapları deftere yazarak vereceklermiş. Alanlar deftere imza atacaklarmış. Böylece kitapları kimlerin aldığı, her kitabı kaç kişinin okuduğu öğretmenler tarafından da bilinecekmiş. Bunu dinleyen arkadaşlardan birileri, ”Böylece okumayanlar da öğrenilmiş olacak!”dediler. Bir başkaları ise hemen, ”Biz de sık sık kitap alır teslim ederiz, böylece adımız kitap alanlar arasında görülür!”. ”Almışken okusanız!”diyenler çıkınca bir tartışma başladı. Tartışma yemekte de sürdü. Yeni gelenler çekingen durduklarından yemeğe geç girdiler. Böylece yanımızdan geçerken bu kez hepsini rahatça görebildik. Hilmi Altınsoy erken davranıp kendi görüşünü söyledi:”Bizim kızlar bunlardan güzel!”Bizim kızlar, dedikleri okulun eski kız öğrencileri. . Daha gelmeden önce uzun boylu diye andıkları kız gelmiş, gelir gelmez de ad takılmış“Sırık gibi, !” Gibisi de kaldırılmış”Sırık!” olmuş. ”Sırık!” dedikleri Yusuf Asıl’ın. Köylüsüymüş . Yusuf Asıl’a takılmalar başladı. Soruyorlar:O senin ablan mı?Bir ara Yusuf ağzından bir söz kaçırdı:”O, bunu duyarsa sizi döver!”gibilerde bir söz. Bu kez de kıza, ”Sırıklı!”demeye başladılar. Ben bir ara anımsattım:Hani ad takmak yoktu? Verilen kararı neden bozdunuz?Suç gene Mehmet Yücel’e yıkıldı. Uzun boylu kıza “Sırık gibi yakıştırmasını Mehmet Yücel yapmış. Mehmet Yücel, yemin ederek, karşı çıktı”Ben böyle bir söz söylemedim!”demesine karşın yine de onun üstüne kalmış durumda. Yeni gelenlerin içinde bizim eski 4. sınıflardan yani şimdi 7. sınıf olmak üzere olanlardan da yaşlıları, görünüş olarak da daha irileri var. Haziranda gelenler içinde de benden uzun boylusu olduğu gibi, sanırım benim yaşımda olanlar bile bulunuyor. Geçen gün Hamitabatlı İrfan Taşkın’la konuşurken yanındaki sınıf arkadaşlını gösterdi, ”Abi, bak senin adaşın, onun adı da İbrahim!”dedi. Adaşım İbrahim, sormadım ama kesinlikle benden kilolu. Boyu da en az benim kadar. Neyse ki o, bir yılda iki sınıf atlayarak bana yaklaşacak. Bekir Temiçin, Kadir Pekgöz gibi boysuzlar düşünsün. Adaşım İbrahim bizim dersliğe girip otursa hiç kimse görünüş olarak onu yabansımaz. Bekir, Kadir, Yusuf, Hasan Üner gibi boy fakirleri ise gidip 6. sınıf dersliğine otursa, Uzun boylu kıza “Sırık!”deyip gülüyorlar ama, boylu küçük sınıf çocukları onlara ne diyecekler? Ellere güleceklerine önce bunu düşünmeliler bence. Yanlış düşündüğümü sanmıyorum:Herkes, kendi durumuna bakıp başkasıyla gönül eğlendirmeye kalkmamalı. Hem sonra başkasıyla alay etmek niçin?Ben hiç kimse ile alay etmiyorum, kimseye gülmüyorum. Bir eksiğim mi oluyor?Böyle düşünerek arkadaşlarımızdan bu konuda çok ileri gidenleri sıralayıp birer birer değerlendirmeye çalıştım. 4 Mehmet Aygün:En şakacı arkadaşlarımızdan biri. Ancak insanların şekli ile değil de davranışlarından zaman zaman bir şeyler yakalayıp güldürecek sözler söyler, taklitler yapar. Tahtaya kalkan bir arkadaşın, sorulan soruya anımsayamayınca durup düşünmesini, zaman zaman elinde tebeşir, yazacakmış gibi tahtaya yaklaşıp duraklamasını, gene tebeşiri uzatıp çekmesini kalkar gösterir. Bu başarısız arkadaşlarımızın olduğu gibi başarılıların da olur. Sami Akıncı arkadaşımızın en başarılı günlerinde tarih anlatırken kimi zaman tekrarlar yapar. Bu tekrarlarda sesi alçalır yükselir. Yanlış söyleyince sözünü geriye alırken öğretmene değişik bir bakışı vardır. Öğretmen, bir değişik tepki göstermeden dinlemeyi sürdürürse Sami Akıncı gülümser, anlatmayı sürdürür. Sık sık karşılaştığımız bu durumu hepimiz gördük ama, hiç birimiz bu değişimleri canlandırmayı düşünmedik. İşte arkadaşımız bunu yakaladı, bir gün kalkıp tekrarladı. Sami Akıncı arkadaşımız başta olmak üzere hepimiz gülmekten yerlere yattık. Bu tek Sami için değil, hepimiz için, hatta öğretmenler için de böyle. Okul Müdürümüz dersliğe girince kimi zaman sol elini cebine sokar. Cebindeki eli hepimizin ilgisini çeker. Bu konuda konuşmalar yaparız. İdris Destan, ”Cebindeki paraları sayıyor!”deyip güldürür. Öteki arkadaşların da güldürücü sözleri olur. Oysa Mehmet Aygün söz söylemez, yorum da yapmaz. Kalkar sol elini cebine sokup derslik ortasında dolaşır. Söz yoktur ama gülmeden durmak da olası değildir. Arkadaşımız o an Okul Müdürümüzden bile başarılı bir yürüyüş yapmaktadır. Sözleri tekrarlamaz. Söze başlarken başın şekil alışını, bakışları, sözün gelişine göre durup, yürüyüşleri tıpkı olur. Bu arkadaşımız da şakacılardan biridir. Ancak onun şakasından incinen bir kimse de görülmemiştir. 6 Ali Güleren arkadaşımız şaka konusunda kendisi”Ben şaka bilmem, bilmediğim gibi sevmem de!”Böyleyken kendisine en ağır şakalar hatta daha ileri gidilerek takılmalar yapılır. Çoğu kavgalarla biter. Günlerce konuşmalar kesilir. Arada bir şeyler olur, arkadaşımız başka birisi için söylenen bir sözden alınganlık eder bu defa kendisi haksız duruma düşer. Sonuç olarak arkadaşımız için söylenecek kesin bir söz yok gibidir. Kendisine takılma olanağı yaratır. Sonucunu da katlanmaya çalışır. Ali Güleren, şaka konusunda suçlu durumuna düşürülmüş, o da kendini bu güne dek savunamamıştır. Kendisine yapılan aşırı şakalar gibi, kendisi de ölçüsüz çıkışlar yaparak tatsız olayları her zaman tekrarlamaktadır. 7 Fettah Biricik için bir kanı yürütmk istemiyorum. Şaka diye söylediği sözler karşısındakine küfür olarak söylenmiştir. Ya küfürle karşılanılır, ya da “Ya sabır!” çekilip arkadaşı kahredecek hakaretler yapılır. Sonuçta Fettah arkadaşımız daha zararlı olarak yerine oturur. 11 Recep Kocaman, kolay gülmeyen bir arkadaşımızdır. Gülmemesinin nedeni de cıvık şakaları sevmemesindendir. Bu tür konuşmaları duymazdan gelir. Söylenen sözlerin nerelere dek gideceğini iyi sezinler, ona göre tavır takınır, kendini zamanında geri çeker. 15 Hüseyin Serin arkadaşımızın okula ilk geldiği günlerde bir dil sorunu vardı. İki dilliliğin verdiği kimi aksaklıklar yüzünden kendisine takılanlar oldu. O sıralar şakalardan kaçan bir durumu vardı. Yavaş yavaş bu çekingenlikten sıyrıldı. Kendisine söylenenleri dengi dengine karşılayabilecek güçte olduğuna inandığı için belli arkadaşlarla şakalaşır. Kendisine takılmayanlara o da takılmaz. 16 Sefer Tunca, şakacıdır ama küfre, gülünçlüğe yaklaşan şakalardan kaçınır. Ad takmalar, sıfat yakıştırmalar yapmaz, insanların şekilleri üzerine gülmeceler kurmaz. 18 Sami Akıncı, aramızda çalışma simgesidir. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz. Derslikte şakalaşmaların çoğunu duymazdan gelir. Belki de gerçekten duymamaktadır. Bu konuda kimseyle herhangi bir tartışması görülmemiştir. 24 İbrahim Ertur, ilk günlerde en çok üzülen arkadaşımızdı. O günlerden olumlu olumsuz iyi ders almış olmalı ki sonradan en dengeli düzeye çıktı. İlk kaydedildiğinde bir soyadı kargaşası geçirdi. Eskiden aile lakapları Tuzbahacı olarak anılıyormuş. Soyadı yasası gereği yapılan değişiklerde Tuzbahacı sözü Tospacı olarak geçmiş. Aile önce bunun üzerinde durmamış, ancak çocuklar ilkokuldan sonra öğrenime devam edince bu bir sorun olmuş, değiştirmek için yapılan başvurular da uzamış gitmiş. Arkadaşın ağabeyi Harp Okuluna geçince bu işi sıkı tutmuş. Sonuç olarak arkaşın soyadı Alpullu’ya göçtüğümüz günlerde Ertur olarak değişti. Geçmiş günlerdeki Tospacı soyadı alay konusu yapılarak arkadaşı oldukça üzdü. Zaman zaman öfkeli karşılıklar vererek suçlu durumlara düştü. Bunlardan aldığı deneyimler sonunda şakanın nemene bir bela olduğunu anlamış olmalı ki, şimdilerde ne bir kimseye takılıyor ne de bir başkasının kendisine takılmasına olanak veriyor. Sözüne güvenilirlikte tam numara sahiplerinden biri olarak sayılmaktadır. 26 Mehmet Yücel arkadaşımız, bizim okula gelmeden önce orta okulda okunmuşlarımızdan biridir. Gerçekte bizim okula gelmeden önce ortaokula gitmiş on altı arkadaş vardır ama bunlar nedense bu durumlarını saklarlar. Açık açık söyleyen Mehmet Yücel arkadaşımızdır. Saklamak şöyle dursun, ortaokul anılarını güldürüye çevirip zaman zaman arkadaşlara neşeli dakikalar bile geçirtir. Ortaokul arkadaşlarından Kasap Sami, Napreş Kemal, Çakır Mehmet, Taliga Mehmet, Demirali gibi arkadaşları üstüne anılarını biraz abartarak tekrarlar, hepimiz kaçıncı kez dinlersek dinleyelim gene güleriz. İşte bu özelliğinden dolayı Mehmet Yücel arkadaşımız ilk günden başlayarak aramızda bir güldürücülük ödevi yüklenmiş gibidir. Anlattığını da gerçekten güzel anlatır. Ancak zaman zaman yakıştırmalar da yapar. İşte bu yakıştırmalar genellikle kişilerde birer takma ad durumuna dönüşür. Bu nedenle okulda birine bir ad takılmışsa, bunu önce kimin söylediği bilinmiyorsa, ”Mehmet Yücel!”denip çıkılır. Bizim sınıftaki arkadaşlarımızın aramızda andığımız sıfatlarını çoğunlukla o yakıştırmıştır. Zenne, kaz, Hafız, İmam, Artlik(Ahretliğin kısaltılmışı)Yanık Gebeş, v. b. Öteki sınıflardakilere de ad taktıkları olmuştur. Nachtigell (Bülbül) (Kayış)v. b. gibi. Öğretmenler için de seçtiği sıfatlar vardır ama bunlar çok gizli tutulmakta öteki sınıflardan özenle saklanmaktadır. 28 İdris Destan, kendisi kimseye bir yakıştırma yapmaz ama yapılmışı duyunca öncelikle o duyurur. İlgin özelliklerinden birisi hiç sır saklayamamasıdır. Ancak, kin tutmaz, şakalarında incitmemeye özen gösterir. Karşısındakini incindiğini sezince özür diler, aynı hataları bir daha yapmamaya çalışır. 42 Mustafa Saatçı. Mehmet Yücel arkadaşın adı çıkmıştır ama aslında ad takan, tutmadığı zaman tutturtmakta direten arkadaşımız Mustafa Saatçı’dır. Söylediği zaman incinme olayını hiç düşünmez. Bu nedenle arkadaşlar kendisine de onun yaptığını yaparlar. bu ise çoğunlukla kavgalara dönüşür. Bu nedenle de arkadaşlar arasında çıkan tartışmaların hemen hemen hepsinin içinde Mustafa Saatçı bulunur. Kin tuttuğu arkadaşlarımız vardır. Onların üstüne gitmez. Gitmemekle kalmaz bunlardan açık açık çekinir. Çekinmediklerini kıyasıya karşısına alır, çimdikler. 44 İsmet Yanar, Hiç kimseye ad takmaz, takılmış adları söylemez. Buna karşın tüm şaka kavgalarında vardır. Kimse ile kavga etmez, söylenenlere aldırmaz. Ancak incitici sözler de söylemez Arkadaşları sık sık:”Birine bir şey söylemek istiyorsanız o biri ben olabilirim. Bana istediğinizi söyleyin, böylece hem boşalmış olursunuz hem de bir kimse ile kavgadan kurtulmuş olursunuz. !”Arkadaşlarımızın en çok konuşanı kuşkusuz 48 Yusuf Asıl. Yaş olarak en küçüğümüz. 1927 doğumlu. Biraz da bu özelliğinden dolayı davranışları herkese çocuksu geliyor. Bunu o da bildiğinden arkadaşlarla sert çatışmalara girmez. Bir başka özelliği de tartışmalarda haksız olduğunda yenilgiyi dürüstlükle üstleniyor. Bu nedenle şakaları da hoşgörüyle karşılanıyor. 49 Harun Özçelik, şaka götürmez, şaka yapmaz. ”Böyle boş şeylere ayıracak zamanım yok!”deyip işine dalar. 50 Abdullah Erçetin alttan alttan tüm şakaların içinde olur. Başkasından başkasına iletkenliği ustalıkla yapar. Böylece ortalıkta gözükmemiş olur. Ancak önemli olaylarda bu gizlilik ortaya çıkınca, arkadaş payına düşeni alır. Bu açıdan incitici şakalardan sorumlu olur, kendisine de incitici şakalar yapılır. 51 Bekir Temuçin. . Şaka sevmez, kimseyi incitmez, kimsenin de kendisini incitmesini istemez. Çizdiği doğru üzerinde usta bir cambaz gibi durur. 53 Ali Önol. Şakalarını değil öteki konuşmalarını da tam olarak anlayamadığım bir arkadaşımızdır. Olaylarda hep bencilce davranır. Köylüsü Fettah Biricik’le yapılan tartışmalarda, haklı haksız demeden Fettah yanında durması, öteki özelliklerini gölgelediğinden doğru bir yargıya ulaşmak olanaksızdır. 60 Salih Baydemir. Harun Özçelik eşittir Salih Baydemir. 61 Hasan Üner eşittir Yusuf Asıl. 63 Hilmi Altınsoy Abdullah Erçetin’den ayrıldığı taraf, çok konuşur, Kendini savunur, kaybederse özür diler. 70 Halil Basutçu. Şaka konusunda da öteki konular gibi ölçülüdür. Ad takmaları anlamsız, yavanlık olarak görür. Hemşerisi Bekir Temucin gibi kendi doğrusu üzerinde usta bir cambaz olarak gider. 72 Hüseyin Orhan Recep Kocaman’la iyi arkadaş olmalarının nedenini ben, biraz da bu şakalar konusunda benzerliklerine yoruyorum. Gülünç şeyleri duyunca gülerler ama, bu gülmeler birinin zararına dönüşüyorsa gülmeleri acımsı bir duruma dönüşür. Kesinlikle bir başkasının incinmesini istemezler. 73 Kadir Pekgöz. Yakın köylüyüz. Bu köy yakınlığı bizi yakınlaştırdı mı yoksa köyler yakın kaldı da biz uzaklarda mıyız?Tam kestiremiyorum. Ağabeyini iyi tanıdığım, babası Hafız Amcaya saygı duyduğum için ben arkadaşa uzak kalamadım. Ancak, onun özelliklerini rahatça yazacak kadar da kesin yargılarda bulunamamanın da eksikliğini duyumsamaktayım. Kendi gözlemimden çok başkalarından aktarılmış bilgilere arkadaşımız içinden pazarlıklı tutumu nedeniyle ortaya çıkmadan arkadaşları incitecek sıfatların yayıcıları arasında bulunmaktaymış. Benim bu konuda saptanmış bir bulgum yok. Böyle bir izlenimle karşılaştığım için de üzgünüm. 74 Mehmet Başaran. Açık açık söyleşerek bir arkadaşla tartışmaz. Sıfat takmalarda da adı geçenler arasında anılmaz. Ancak Onun da yakın numara arkadaşıyla çok benzeşik bir yanı olduğu arkadaşlar arasında yaygın bir kanı. Bu nedenle Kadir Pekgöz için söylediklerimi tekrarlıyorum. 75 Yakup Tanrıkulu. Birilerinin birilerine taktığı adları ağzına almaz. Kızdığı zaman kendisi kimi sıfatları yapıştırsa da ad takma olayını hiç düşünmez. Güçsüz görünmesine karşın kendine güven içinde olduğu inancını yaymaya çalışır. Bu durumuyla da başkalarıyla dalaşmaz. Bu anlayışı ona hem onurlu görüntüsü vermekte hem de onun başkalarının onuruna saygı duyduğunu kanıtlamaktadır. 76 Arif Kalkan. Sefer Tunca arkadaşımızdaki özellikler Arif Kalkan arkadaşımız için de geçerlidir. Belki fazla olarak da tarafsızlığını namus olarak algıladığında kesinlikle ödün vermez. . 77 Emrullah Öztürk ile 78 Hüsnü Yalçın arkadaşlar için bir şeyler yazmayacağım. Onlar çok zor koşullar içinde aramıza katıldılar. Üstelik ilk günlerde arkadaşlardan da pek sıcak davranışlar görmediler. Bu nedenle oluşamamış bir arkadaşlık konusunda değerlendirme yapmam çok yanlış olacaktır. 79 Ahmet Güner. Kendisine en çok sataşılan arkadaşlardan biridir. Şakanın gerçekten şakasına katılır, güleçtir, sevecendir. Şakanın küfre yönelen türünden kaçınır. Böyle yapanları sevmemekle birlikte onlarla bir arada bulunabilir ama onlara fazla bulaşmamaya çaba gösterir. Arkadaşları kendi değerlendirmelerim ölçünde böyle sıraladım. Kendim için ne yazayım?Kesinlikle bir şeyler yazacak olumlu olumsuz özeliklerim vardır, onları da yazmalıyım….
4 Ekim 1940 Cuma…
Gece gök gürledi. Yağmur yağarsa bize zararı olacaktır. Çatının makaslarını diktik üstü kapanmadı. Bunları düşünerek kalktım. Ürker gibi dışarıya çıktım. Yağmur yağmamış, bir serpiştirme olmuş geçmiş. Oldukça sevindim. Bugün kiremitlememiş olsak bile kiremit altı tahtalarını çakarız. Atölye önüne kadar yürüdüm. Ortalıkta çamur yok. Tozlar üstüne damlamalar düşmüş sular uçmuş. Hasan Gülümser nöbetçi, mutfak önün de onu gördüm yanına gittim. ”Nöbeti birlikte tutacaktık ne oldu?dedim. Bundan sonraki nöbette öyle olacakmış. Yeni öğrenciler de nöbete eklenince listeler sil baştan yapılacakmış. Kahvaltı zili çalınca ilk girenlerden bir oldum. Bu sabah gene pekmez var. Ben alışık olduğum için içebiliyorum. Pekmez, pancardan yapılma, pancar pancar kokuyor. Alışık olmayanlar bu kokuyu kötüye yoruyorlar. Benim rahat içimi görenler sordular:”Sen bir koku duymuyor musun?”Açıkladım:Bu pancar kokusu. pekmez üzümden yapılsaydı, o zaman da üzüm kokacaktı. Ancak üzümlerin çarpıcı bir kokusu olmadığından ayırdında değiliz, Pancar öyle değil, bunu bile bile içeceğiz. Pancar eken köyler, özellikle pekmez yapıyorlarsa bunu bilirler. Bu arada ben başkalarına bilgi verirken yeni bir şey öğrendim. Kimi köylerde pancar ekildiği halde pancardan pekmez yapmıyorlarmış. Daha doğrusu pekmez yapıldığını bil- miyorlarmış. Bu konuşmalara kızlar da katıldı. Kendi köylerinde pekmez yapılmadığını onlar söyledi. Biraz da böbürlenerek, pancar pekmezinin kolay yapıldığını anlattım. Kokusunun azalması için kaynatırken içine bir şeyler katıldığını da söyledim. Böylece bu denli kokan pekmeze o dediğim nesnenin katılmadığını da duyurmuş oldum. Kahvaltıdan sonra atölyede toplanıp çatıya gittik. Yağmur olayı öğretmenlerin de dikkatini çekmiş, ”Mevsim olarak yağmurlar başlayacak!”dediler. İşimize kaldığımız yerden başladık. Ben, İrfan Öğretmenle yarış ederce kiremit altı kapaklarını çakıyorum. Ancak öğretmende bir durgunluk var. Giderek bunu iyice sezinledim. Öğle yemeğinde arkadaşlarla konuştuk, ”Neden olabilir?”Öğretmen masasında bize doğru dış sayfası açılmış bir gazete okuyan iç sayfaları okuyor. Kocaman bir başlık. Almanya Ramanya’yı da işgal etti. Bakıştık. Romanya’yı da. Başladık saymaya, Avusturya, Çekoslavakya, Fransa, Belçika, Holanda, Danimarka, Norveç, Macaristan, Polonya, Romanya. Bulgaristan’la, Yugoslavya’yla da dost. İtalya Arnavutluk’u yuttu. Ortada bir Yunanistan kaldı. Onu da İtalya yutmak üzere. Çok uzağımızdaki Almanya ile komşu olduk. Hilmi Altınsoy gülerek “Daha iyi işte, coğrafya dersleri kolaylaşacak:Bir Almanya, bir İtalya bir de Türkiye!” Yanıt verildi:”Acaba öyle mi olacak?”Buradan sonrası söylenmedi…İşbaşı yapınca, Yusuf Asıl, gazetedeki haberi söyledi. İrfan Öğretmen ilgiyle sordu, Ne o siz duymamış mıydınız?Radyo dinlemiyor musunuz?Duymadığımızı, çoktandır da radyo dinlemediğimizi anlattık. Öğretmen üzüldü. Öteki öğretmenlere de söyledi. ”Bu çocuklar niçin radyo dinlemesinler? diye de sordu. Bu hava içinde daha dikkatli çalışarak kiremit altı tahtalarını tamamladık. Yeterli kiremit yokmuş, olanları bir tarafa sıraladık. Kiremit çekilen dış saçak altlarını da kapattık. Hamdi Öğretmen, ”İşte bu kadar, Salih Ziya Öğretmen ballarımızı versin, bir de kiremitleri hazırlatsın, kalanı yapalım?”dedi. Paydos zili çalarken nasılsa radyo beş haberleri de açıldı. Almanya Radyosu Türkçe haberleri. Gene Türk Marşı çaldı. Haberler okundu. Kahraman Alman askerleri ile dost Bulgar askerleri Tuna kıyılarında buluşmuşlar. Johan Strauss’un Mavi Tuna valsiyle dans etmişler. İtalya son kez Düçe aracılığiyle Yunan ulusuna seslenmiş, teslim olun, olmazsanız İtalyan ordusu tepenize dikilecek!”Uzun zamandı savaş tedirginliğini unutmuş gibiydik. Gerçi ben evi, ağabeylerimi düşündükçe kuşkum artıyordu ama bu denli etkilenmiyordum. Okuma saatinde fısıltılarla bunları konuştuk. Kafama bir de Mavi Tuna Valsi takıldı. Nasıl bir şarkı, türkü ya da oyun havası acaba?Mavi Tuna!!!Nedense bu tür konuları arkadaşlarla konuşurken fazla düşünmüyorum ama yatınca kendi kendime sorarak düşünüyorum. O zaman da üzüntüm daha da artıyor. Savaşlar konusunda çok şey bilmemekle birlikte anlatılanların korkunçluğunu düşünebiliyorum. 93 ya da Plevne Savaşı babamları yerlerinden etmiş. Balkan Savaşı tüm Trakya halkını göçe zorlamış. İnsanlar Anadolu yakasına gidip dönmüşler. Öyle bıraktıkları bağı bahçeyi perişan şekilde bulup, yeni onarmak için yıllarca çalışmışlar. Yunan işgalinde de öyle. Yerli Rumlarla birlik olan işgalci Yunan askerleri, insanların elinde olanları alıp gitmiş. Bunları çok dinlediğim için yaşamış gibi biliyorum. Ayrıca savaşa katılanların anlattıklarına bu konudaki yazıların öğrettiklerini de katabiliyorum. Örneğin Ömer Seyfettin’in Beyaz Lale’si, Ruznamesi, daha başka öyküleri gibi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban romanı ile öteki öykülerinde okuduklarımı da dinlediklerime katarak üzüntümü daha çok büyütüyorum. Acaba arkadaşlarla bu konuları konuşsam daha mı az üzüleceğim?!. . . . .
5 Ekim 1940 Cumartesi.
Dün korkarak beklediğimiz yağmur bugün yağacak gibi. Hava karanlık gibi bulutlu. Yağmur yağması bir şey değil ama yollar gene çamur olacak. Ben ayakkabılarımı rahat giyemeyeceğim;biraz da onu düşünüyorum. Çamur oluşursa uzun süre onları giyemem. Hiç değilse sayım günü giyebilmeliyim. Kahvaltıda bugün çay var. Bir ara çaydan yakınıyorduk. Pekmez ortaya çıkınca, çayı arar olduk. Kahvaltıda İrfan Öğretmeni görünce biraz şaşırdım, o, cumartesi günleri gelmezdi. Atölyede durum anlaşıldı:Bugün- yarın tam gün çalışma yapılacakmış. Hüseyin Orhan, Recep Kocaman, Hasan Üner, ben bir grup oluşturduk. Daha doğrusu İrfan Öğretmen öyle istedi. Tarım binası kapılarını yapmaya başladık. Önce eski kapılar takılacak denmişti. Ancak eski kapılar düz tahta olduklarından araları büyümüş, fazla rüzgar giriyormuş. Geçmeli, lambalı kapı yapacağız. . Üç kapı. , iki pencere. Bu kez Hasan’la Recep çizme işini yüklendi. Biz Hüseyin Orhan’la parça seçip kesmeye başladık. Kesip temizlediklerimizi onlar çizecek, çizgilere göre alıp biz makineden geçireceğiz. Öğretmen geçmelerle lamba yerlerini belirliyor. 190X80’lik üç kapı, 100X80’lik iki pencere. Yarın akşam tamam olacak. Kapılar iki bölme kontrplak, pencereler dört bölme…Öğretmen pencere bölmelerini söyleyince Recep Kocaman, ”Aaaa!”dedi. Ben bu “A” ünlemini önce anlamamıştım. Açıklandı:Dört bölme, işçiliği arttıracak, pencereleri yarın akşama yetiştiremeyiz. . Öğretmen güldü, Recep’e:”Haklısın, ben de yardım edeceğim. Pencereleri bölmezsek büyük cam gerekecek. Açıp kapanırken kırılması durumunda büyük camların değişmesi daha büyük sorun olabilir!”Öteki arkadaşlar, gene çatıya gittiler. Kiremitli bölümün saçak altı pervazlarını ile kiriş bağlantıların pekiştirecekler. Kiremit geleceği söylenmiş. Hamdi Öğretmen ayrılırken ”Kiremit gelirse, yağmur mağmur demez, çatıyı kapatırız!”dedi. İrfan Öğretmen bizi sık sık uyarıyor, ”Dikkat, parça seçerken budaklısını seçmeyin, budaklar lamba açmada sorun olur!”Bu nedenle istifleri bozup bozup düzeltmek zorunda kalıyoruz. Böylece seçim işi biraz zamanımızı almış oluyor. Oldukça dikkatli parçalarımızı seçip birinci temizliği yaptık. Kapıların iç kırmalarını öğretmen kendisi yapacak. Biz köşeli olarak lamba açıp geçmeleri oyuyoruz. Hasan bir ara bana takıldı, ”Hüseyin Orhan sana daha iyi yardım ediyor, değil mi?dedi. Bunu duyan öğretmen, ”Yo, öyle anlamlı sorular sormak yok. Değişikliği ben bir şey düşünerek yapmadım. Herkes her yerde çalışmalı. Makine kullanmanın dışında hiç birinizi, ötekinden ayrı tutmayı düşünmüyoruz. !”Öğle yemeğine bu sözü konuşarak gittik. Hasan yemin ederek”Bir şey düşünerek söylemedim!’”dedi, durdu ama, öğretmen, bu sözü duyunca açıklama yapmak gereğini neden duydu?. Hasan çok üzüldü. Nihayet öğlede bizim köyün karpuzlarına benzeyen beyaz karpuz verildi. Ben, ”Benziyor ama kesinlikle seçebildiğimi söyleyemem. Benim payıma düşen tam olgun bile değildi. Ancak kimi arkadaşlar çok beğendi. Sanırım karıştırma var. Öğretmen masasını dikkatle izledim:Hüsnü Baykoca gelmedi, gelseydi bana takılacaktı. : “Çeşmekolu karpuzu!”Doğru ya da yanlış diyecek durumda değilim. Sorsaydı, ”Benzerleri de çok, tarladan kendim koparmadan oradan olduğunu söyleyemem!”demeye hazırlanmıştım. Bayrak Töreninde Hüsnü Baykoca Öğretmeni görünce çok sevindim. Yemeğ gelmemesi bence iyi oldu. Gelseydi karpuzu bahane edip bana takılacaktı. Herkesin içinde ona söz seçmeye çalışmak beni zorlayacaktıYeni öğrencilerle ilgili yazı okudular. Dersler başladığı için 7. sınıf adaylarının çalışmaları da değişmiş. A, B, C şubelerine ayılmışlar. Birileri sabah, birileri de öğleden sonra ders yapacakmış. Onlara da iş dersleri başlamış, atölyelere gideceklermiş. Yeni gelenlere de aynı programa uyacaklarmış. Olayı tam anlamadım. . Bizim için hiçbir söz söylenmedi. Sözde bizim de ders yılımız başlamıştı…Kısa bir öğle dinlenmesinden sonra işimize döndük. Ben bir yandan çalışıyorum bir yandan da saatın gelmesini bekliyorum. Belki Almanya radyosu Türkçe yayınında Mavi Tuna neyse onu çalar. Belki de Türk Marşı denilen güzel parça gibi birşeydir. Tuna nehri hakkında çok öykü dinlemiştim. Birisi belki de benim için en önemlisi babamın anlattıklarından birisidir. Gerçekte babam Tuna Nehri üstüne çok değişik konularda bilgi verir. Bir tanesi Tuna buzları üzerinedir. Tuna nehri donduğu zaman bu yakadan öteye geçilirmiş. Ancak her buz tutunca geçmek tehlikeliymiş. Buzun üstünden geçeni taşıyıp taşımayacağını nasıl bileceksin?İşte bunun için ölçüt tilkilermiş. Eğer tilkiler karşıya geçmişse onun izini kovuşturarak karşıya insanlar da geçermiş. Ancak bu zaman Tuna’da buz kalınlığı tam 7 metreyi bulurmuş. Babam gülerek”Tilkiler bunu nasıl biliyorlar?”diye anlattıklarına sorardı. Babamın başından geçen bir Tuna olayı da, arkadaşıyla şakalaşırken arkadaşının suya düşüp kaybolmasıdır. Tuna üstünde gezen bir un değirmeninde çalışmaktadırlar. Değirmen büyük bir Tuna gemisidir. Belli yerlerde demirler, o yöreden buğdayını getirenler un yaptırırlar. Gemi başka uğrak yerlerine geçip dolaşır. Babam Vidin’le Dobruca arasında karşılıklı olarak dolaştıklarını anlatır. Bir gezilerinde (ki bu, babamın son gezisi olmuştur)Sırp, Bulgar arkadaşları aralarında şakalaşırken babama da takılırlar. Sırpla Bulgar kasketli babamsa feslidir. . Sırp olan başındaki kasketi babamın başına koyar, babamın başından fesi çıkarıp Bulgar’a takar. Babam bu şakadan hoşlanmaz. Fesi Sırp’ın başından almak ister. Sırp boş bulunur, gemi korkuluğundan sıyrılıp Tuna’ya düşer. Tuna’nın sel zamanıdır. Gemi kolay duramaz. Durduğu zaman da babam, bir yolunu bulup önce Silistre’ye oradan da değişik yollardan Edirne’deki ağabeyi Ahmet Amcamın yanına gelir. Sırp’ın öldüğünü düşünen babam, yeni kurulmuş bulunan Bulgaristan yasalarına göre ağır ceza alacağını bildiğinden kaçıp kurtulduğuna sevinir. . Ahmet Amcamın soruşturması sonunda Sırp’ın ölmediği öğrenilir. Babam evine döner ama bir daha Tuna’ya gitmez. Tuna onun da anılarında kalmıştır. O sıralar çok yaygın söylenen Tuna Nehri akmam diyor, türküsünü söylemeye başlar. Şimdilerde de en çok söylediği aynı türküdür. ”Tuna Nehri akmam diyor!”der sonra da kendi kendine sorar, Tuna Nehri neden akmasın?Tuna yalnız bizim suyumuz değil ki, onun çevresinde milyonlarca insan var, Tuna’yı canları gibi seviyorlar. Tuna kıyılarında öyle bağlar, bahçeler kurmuşlar ki Tuna onların renkleriyle, kokularıyla güzelleşiyor. Tuna onlar için akacak!”der, bir süre bir noktaya bakar. Sonra toparlanır gibi yapar, konuyu değiştirir. Bir Tuna müziği daha bulup hazırlarsam babama çalacağım. Salt bu nedenle Tuna Dalgalarını yutar gibi ezberlerim. Ancak çabuk bölümünü akardiyonda daha tutturamıyorum…
Beklediğim olmadı, paydos zili çaldı ama radyo açılmadı. Arkadaşlar öğretmene anımsattılar. Öğretmen, biraz sızlanarak, ”Radyo Müdür yardımcısının odasına konursa böyle olur. O bir kişi, yüz işe koşuyor, her saat orada durup radyo açamaz. Radyoyu öğretmen odasına aldıralım, nöbetçi öğretmeni ilgilensin!”dedi. Öğretmenin dediklerine olmuş sevindik. Üç kapı ile iki pencerenin tüm hazırlıkları tamamlandı, geçmeler denendi. Yarın tutkallanıp çakılacak. Öğretmen”Ne kadar övünsek haklıyız, bir günde beş kişi, beş parça iş çıkardık !”dedi. Bu sözlerin üstüne Naci İnan Öğretmen geldi. ”Vallahi, sizden rahatı yok, sefil olduk orada, yarım iş insanı bezdiriyor. Sabahtan beri çalışıyoruz. O eksik bu eksik, durmadan çalıştık, her işi gene yarım bıraktık, Sil baştan yarın gene aynı işlerle uğraşacağız!”dedi. Arkasından neyse ki kiremitler bari geldi, yarın onları kapatırız!”Öğretmenler dertleşerek çıktı. Hamdi Öğretmen okula geçmiş. Ben öğretmenlerin geçmesini bekledim. Arkadaşlar gidince de Akordiyonu çıkarıpTuna Dalgalarıyla başladım. Bu akşam okuma saati yok. Yemek ziline dek çalışabileceğim. Çalışacaklarımı bir tahta parçasına yazdım, karşıma koydum. Tuna Dalşgaları, Çardaş Früstin, Gül Nihal, Macar Dansı, Türk Marşı, Biz Kimleriz, Harmandalı, Rıza Tevfik Zeybeği, İzmir Marşı, Hora, Yusuf Paşa, İstiklal Marşı, 10. Yıl Marşı……Parçaların hepsine sıra gelmeden yemek zilinin çalışına şaşırdım. Geri gelmeyeceğim düşüncesiyle dolabı kapatarak yemeğe gittim. Arkadaşlarda gene buruk bir durum. Yarın Pazar, yalnız biz çalışacak mışız. . ”Yanlışınız var, Hüsnü Baykoca öyle söyledi!” derdemez Fettah Biricik, dişlerini sıkarak “Hay şu senin Baykoca mı ne?Onun bir sözü ötekini tutmuyor!”deyip geçti. Herkes sinirli. Sustum. Derslikte neler konuşulduğunu bilmediğim için geri çekildim. Hüseyin Orhan anlattı. Küçük sınıflardan çocuklar gelmiş, ”Bize yarın iş yok!”demiş. Bizimkiler bu sözler üzerine küplere binmişler. Başka bir bilgileri yokmuş. Yemekten sonra dersliğe gittim;aynı konuşmalar:Bu okulda işçi yalnız biz miyiz?Aritmetik kitabımı açtım, Bir bilinmeyenleri gözden geçirdim. x’li problemlerdeki x’leri soyutlama yollarını denedim. On kadar problemi çözdüm. ”Bu konuyu geçebilirim!”diyerek x-y’li konuya geçtim. x-y, x+y problem örneklerini incelemeye başladım. Nasıl bir rastlantıysa Sami Akıncı, arkaya dönerek bana, Sen şimdi ne çalışıyorsun?”diye sordu. Söyledim. Kalktı, geldi Halil’le aramıza sıkıştı. Ben çalışmalarımı gösterdim. O da aynı konuları çalışıyormuş. Ancak o arkadaşı, eski Coğrafya öğretmenimiz Sabit Soysal Öğretmenin kardeşi Hüseyin Soysal’la mektuplaşıyormuş, bunları da mektuplarında soruyormuş. Onlardan yararlanabileceğimi söyledi. Sevindim. Fazla umut bağlamadım ama gene de bir iyimserlik duyumsadım. Yat zilin dek, x, y’li problemlerde teke indirgemelerini tekrarladın. Kuşkulu olmama karşılık rahatlatan bir iyimserlik içinde yatmaya gittim. Yatınca da, Sami durup dururken benim yanıma gelip bana yardım etmek ister mi?Hemen kooperatif konusundaki çalışmaları anımsadım. Bununla bir ilgisi olabilir mi?Olursa neden olur?Olayın içinde Okul Müdürü bile olduğun göre Sami benden ne beklemektedir?Bir başka olasılık Ahmet Gürsel Öğretmenle mektuplaşmam yüzünden olabilir. Öğretmenden neler öğrendiğimi bilmek isteyebilir. Bunları düşünerek uyudum….
6 Ekim 1940 Pazar.
Yatak komşum aynı zamanda bugünkü çalışma arkadaşım Hüseyin Orhan’ın seslenmesiyle uyandım. Birlikte hazırlanıp önce atölyeye uğrayıp sonra kahvaltıya geçtik. Hüsnü Yalçın Nöbetçi. . Bizi kapıda karşıladı. Az önce Hüseyin Orhan güldürücü bir söz söylemişti, ona gülerek kapıdan girerken Hüsnü Yalçın bize, ”İşte yüzü gülen iki insan gördüm, yahu ne oluyor böyle?Bugün insanların yüzünden düşen bin parça oluyor!”dedi. Biraz yapmacık gülümseyerek kahvaltıya oturduk. Çevremize bakınca Hüsnü arkadaşın söylediği gibi gerçekten bir durum göremedik. Özellikle öteki sınıflar cıvıl cıvıl söyleşiyordu. . Atölyeye geçince öğretmenlerle karşılaştık. . Naci Öğretmen benim nota parçalarını yazdığım tahtayı gösterdi, 66, bunlar ne?”Akordiyonla çaldığım parçalar!”deyince öğretmen, ”Kuzum sen Kristal’e cazcı mı olacaksın?” . Anlamadım, bakındım. Tahta için söylediğini sandım. ”Özür dilerim, sileyim öğretmenim!”dedim. Öğretmen gülerek, hayır hayır, bu parçaları sen kimin için hazırlıyorsun, bunları nerede çalacaksın?diyerek gene aynı soruyu sordu. Sonra da Kristal’ın İstanbul’un en seçkin yeri olduğunu, bu gibi parçaların oralarda geçerli sayıldığını anlattı. Böylece Kristal’i de öğrenmiş olduk. Arkadaşlar bir süre Kristal’ ne zaman gideceksin?diye sordu. Sonunda Yusuf Asıl “Abi, akordiyonunu ben taşıyayım, Kristal’e beni de götür!“diyerek herkesi güldürdü. Aynı özler derslikte de tekrarlandı. Mehmet Yücel dayanamadı, Dayı, bu kılıklarla bizi Kristal’e falan sokmazlar, bari sen o Kristal havalarını bize burada çal da dinleyelim. Oralara gidersen bir daha seni göremeyiz!”Sözde de kalsa bu konuşmalar hoşuma gitti. İçimden, iyi ki tahtaya yazmışım, Naci Öğretmen beni böylece önemli bir yere yakıştırarak onurlandırdı!”dedim.
Bu gece de Geometri çalışması yaptım. Konuşmalar yarınki sayım işine dönünce konuşmalara katıldım. Yazım yapacağımız mahallelerin adları elimizde yazılı. Benim Edirne Yolu-Dere Mahallesi. Biliyorum, Hükümet Konağı ile köprü üstü, dere boyu. Okuyunca anlaştık, İsmet’in de benim mahallenin öbür tarafıymış. Halkevi salonunda buluşup dağılacağız. Yağmur yağarsa üstümüüz başımız perişan ne olur?Şansımıza!… Yatarken gene düşler kurdum. Geçen yıl yaz boyunca sokaklarda, sinemada, Halkevi bahçesinde gördüğümüz güzel kızları evlerinde de görebilecek miyim?Sokaklarda ya da sinemada göründükleri kadar evelerinde de güzeller mi?Yoksa iyice süslenerek mi çıkıyorlar sokaklara?Mehmet Yücel’in dayı kızı geldi aklıma, Hüsnü Ceylan’ın kızı, Ali Ceylan’ın güzel kardeşi. O, benim ilk gördüğümden bu yana iki yaş büyüdü. Mehmet Yücel iki yıl önce, ben takılınca “O daha çocuk demişti. Ne çocuğu daha o zaman bile baygın baygın bakıyordu. Şimdi bakışları çok daha dedğişmiştir. Ne var ki onlar, Turgutbey tarafında oturuyorlar. Onu bugün görmek olası değil. Köyde de bu sayım yapılıyordur. Hamitabat köyünde sayım görevlisi olarak bulunmak isterdim. Keşke bizi köylere görevli gönderselerdi!Böyle bir süre düşündükten sonra kendi kendimi kınadım:Gitsem ne olacak sanki?”Bu evde kaç kişi var, kimler kimler?diye sorup yazacağım. . Onu da evin erkeği söyleyecek. Kızların, oğlanların ya da kadınların hiçbir işlevi olmayacak!Bunu için kalkıp Hamitabat’a gitmenin ne anlamı var?Kendime güldüm…Arkadaşların saçma sapan konuşmalarının etkisinde kalarak kendi düşüncelerimi saptırıyorum bazen!’
7 Ekim 1940 Pazartesi…
Fısıltılarla kaldırıldık. Öyle konuşulmuş. Ayaklarımızın burnuna basarak çıkarken zil çaldı. Biz hemen kahvaltıya oturduk. Saat tam 08-oo’de Halkevinde olacağız. Hidayet Öğretmen bizimle geliyor. Dediğimizi tuttuk. Daha doğrusu Kazım Ağabey bizi zamanında yetiştirdi. Ben gözlerimle Nalbur ararken o beni görmüş geldi. Değişik bir kılıkta, tam memur gibi olmuş. Kravatlı falan. Geçen hafta öyle değildi. Konuşa konuşa Hükümet altına indik. Ben yardımcıyım ama Nalbur bana pek iş bırakacak gibi değil. Konuştukça gerçek nedenini açıklıyor. Kaymakam, onun kılığına bakarak aldanmış. Bunu söyleyince ben de Kaymakamın neden, bize bakıp beni seçtiğini anlamaya başladım. ”Bu adam bu işi yapacağa benzemiyor, bari yanına yardımcı olacak birini verelim!”gibi düşündüğü kesin. Nalbur kendini öne çıkarmaya çalışırken ben de içimden kendime pay ayırmaya kalkıştım. Bunları düşünerek Nalbur’la konuşuyorum. Ancak sayıma başlamada küçük bir bocalama oldu. Kapı numaraları düzgün değil, hatta bazı kapılarda numara yok. Sözgelimi ikiden altıya atlanıyor. Olmayanların bu no’suz haneler olabileceğini düşünmeden altı no’ya geçiyor. Böyle bir iki atlamadan sonra uyarıda bulundum. Az düşündü sonra bana uydu. Sonraki numaraları ben izledim. Mahallemiz beni şaşırttı. Kendimi Lüleburgaz değil de bir köyde, örneğin Kırklareli’nin Asılbeyli köyünde sandım. Kadınlar hemen hemen hepsi çizgili başörtülü, konuşmalar da öyle göçmen konuşması. Çarşıda, sinemada, Halkevi bahçesinde gördüklerimden hiç kimseler göremedim. Galiba bu mahallede öğretmen, subay, memur gibi kimseler oturmuyor. Gene de arkadaşlara bunları söylememeye kararlıyım. Çok çok güzeller gördüğümü amlaracağım Hele bir tanesi, Batajlı Damın Kızı Aysel gibi olacak. Nalbur, kapılarda kimi ev sahipleriyle senli benli konuşuyor. Bir kaç yerde yemek önerildi. Köftecilere yakın oluşumuz işimizi kolaylaştırdı, öğlede Edirne-İstanbul otobüslerinin durduğu meydanda köfte yedik. Yolcular yanımızdaki masada gazete bıraktı. Yan gözle baktım. Bir başlık, Alman askerleri dost Bulgaristan’ı ansızın yapılacak saldırılardan korumak için Tuna’dan geçerek güneye doğru inmeye başlamış. Bulgaristan’ı kimden, hangi düşmandan koruyacaklar acaba?Öğleden sonraki işlerimiz daha düzgün gitti. Hükümet meydanı tarafında kapı numaraları düzgün takılmışolduğundan bir pürüz çıkmadı. Buralarda oturanlar bize daha çok yardımcı oldular. Birçoklarının hane başkanları sayıma çıkmış, arada genç-yaşlı bayanlar yazdırdı. Hepsi olayı biliyor, dosdoğru yanıtlar verdiler. Nalbur bir ara:”Bu mahalle memur mahallesi!”dedi. Saat 5 olmadan, yani biz verilen bitiriş saatinden önce tamamlayıp gösterilen masaya teslim ettik. Nalbur beni gene dükkanına götürdü. ”Yüz akıyla bitirdiğimiz için karşılıklı teşekkürleştik. Beni her zaman beklediğini söyledi, ayrıldım. Günlerden pazartesi olmasına karşın tenhalık dikkatimi çekmişti. Meğer bugün Pazar kurulmamış. Halkevi bahçesine gittiğimde daha kimse gelmemişti. Arkadaşlar birer ikişer geldi. Bir süre sonra, saat 6(18) dolaylarında kamyonuz da geldi, atlayıp. Kepirtepe’ye döndük. Arkadaşlardan bir çok olumlu habere karşın giderek (Oldukça çok)olumsuzluklar da ortaya dökülmeye başladı. Çoğu da kendileriyle ilgili değil okul üzerine yanlış söylemler. Genellikle Lüleburgazlılar bizim kültür dersi görmediğimizi biliyormuş. Birileri yazım listelerini arkadaşlara vermemiş, ”Yanlış yazarsınız!”demişler: Buna benzer konularda tartışmalar olmuş. Okulun kasabadan uzakta kurulmasını anlamsız buldukların söyleyenler olmuş. Ortaokul öğrencileri orada dururken bizim çağırılmamızı doğru bulmayanlar çıkmış. Bunları dinledikçe ben , Nalbuu daha çok sevdim. Adam beni, dostça dükkanına çağırdı, uğramazsam güceneceğini söyledi. Hele okul için anlamsız söz söyleme şöyle dursun, adını bile anmadı. Buna karşın okumuşluğun güzelliğinden söz etti. Arkadaşlara gördüğüm güzel kızlardan söz edecektim. Çoğunun tatsız bir gün geçirdiklerini görünce uydurduğum öykülerden vazgeçtim. ”İlerde gerekirse gene anlatırım”diye düşündüm. Hüsnü Baykoca nöbetçi arkadaşımızı çağırmış. 79 Ahmet Güner nöbetçi. Gitti, az sonra elinde bir kağıtla geri geldi. Ders günleri yazılı. Pazartesi:Türkçe 2-Fizik 2/Salı:Matematik 2-Tarih ı, Coğrafya 1/Çarşamba:Kimya 2…. . , Peşembe:Türkçe 1 , -Müzik 2 –Resim-İş !Cuma:Yurttaşlık Bilgisi 1-Tabiat Bilgisi 2-Beden Eğiti 1/Cumartesi:Yabancı Dil 2/Askerlik 2……Çarşamba günleri gerektiğinde tarım uygulamalarına çıkılacakmış……. . Hep birlikte “Hayırlı olsun!”dedik ama. Görelim bakalım, bu 22 saatlik dersler nasıl doldurulacak?Herkes bir şeyler düşünüyor. Bense gene o Binbaşı gelirse, askerlik derslerini nasıl geçireceğim?diye düşünmeye başladım. Bu kadar asker gelip geçiyor, bu adamı da alıp götürseler ne iyi olur!Ben böyle düşünürken İsmet kalem ucuyla sırasını tıklatarak, ”Arkadaşlar bakın ben ne düşünüyorum, bu Lüleburgazlıların bizi tanıması için, sık sık Lüleburgaz’a gidelim. Onlardan arkadaşlar edinelim, arkadaşlarımız okulumuza gelsin. Böylece kuracağımız yakınlıklar bizi onlara tanıtacaktır!” İsmet’in sözüne hemen karşı koyanlar oldu. ”Adamlara zorla nasıl kendini nasıl tanıtırsın?”İsmet’i savunanlar çıktı:İsmet kendimizi değil okulu tanıtmak istiyor, bu konu üstünde biraz duralım!”Öneri ilgi uyandırdı. Temsil hazırlayalım, Ortaokul son sınıfı okulumuza çağıralım. Bunlara benzer düşünceler ileri sürüldü. Yarı şaka yarı ciddi daha bir çok öneri ortaya döküldü. Arkadaşımız 6 Ali Güleren, böyle toplu konuşmalara katılmaz, bu kez o da bir öneri ortaya sürdü. Önce hepimize, yanlış düşündüğümüzü söyledi. Arkadaşı önemsemeyenler, ”Sen, doğru düşün, senin düşündüğünü yapalım!”dediler. Arkadaş, ”Bir burada öğrenciyiz. Ne yaparsak yapalım, okulu tanıtamayız. Okul bizden daha güçlü, daha büyük daha kalıcı, devletin bir kuruluşu. O kendini tanıtamıyorsa biz ne yapabiliriz?Temsil yapınca beş, on arkadaş alkışlanacak, temsil beğenilirse, o arkadaşlar anımsanacak. Hepimiz kulak kesildik. Mehmet Yücel dayanamadı, ”Eeee, ne yapalım be Ali Aga?dedi. Ali, devamla, Bu okulun öğretmenleri Lüleburgaz’da oturuyor. Akşam sabah okula bir kamyonla gelip gidiyorlar. Kocaman bir yük kamyonu. doğru dürüst oturacak yeri bile yok. Lüleburgazlılar bir yerden bir yere giderken kamyonla mı gidiyorlar?Hayır, kesinlikle bir otobüse binerler. Yakın yerlerse faytona binip giderler. Kamyonlarla gidip gelenler işçilerdir yani amelelerdir. Öğretmenleriniz okula ait bir otobüsle gelip gitse, her gün onları görenler okulun adı yazılı otobüsü gördükçe da başka duygularla anımsayacaklar. Öğrenciler, Lüleburgaz’a o otobüsle gidip gelse okulumuzun adı sürekli orta dolaşacak. Okulumuzu gezmek isteyenler olunca bu otobüsten yararlanacak. İşte okulumuz bu tür düşünceleri geliştirip ilişki kurmadıkça biz öğrenci olarak okulumuzu tanıtamayız!”Mustafa Saatçı, Mehmet Yücel, İsmet Yanar başta olmak üzere arkadaşların çoğu Ali Güleren’i alkışladı. Ancak dikkatle dinleyenler bu kez, Ali arkadaşa sordular, ”Biz, öğretmenlere otobüs mü alacağız?Sami Akıncı arkadaşımız konuyu önemsediğini, otobüs almamıza gerek olmadığını, bu okul tanıtama işinin yalnız bizim yapamayacağımızı, bunu yöneticilerden başlayarak, salt okul yönetimi değil, Milli Eğitim Bakanlığı, Genel Valilik, İl, İlçe yöneticileri bu konuya eğilirse ancak halk bizi yakından, hem de doğru olarak tanır. Ali arkadaşımızın söylemek istediğinden ben böyle bir sonuç çıkarıyorum!” Sami Akıncı, az durduktan sonra, ”Biz gene temsil hazırlayalım, Ortaokulla ilişki kuralım, örneğin futbolcu arkadaşlarımız maçlar yapsınlar. (Voleybol!”diyenler oldu. )Bu konuda düşüncelerimizi öğretmenlerimize de açalım!”Konuşmalarını pek önemsemediğimiz Ali Güleren arkadaşın düşünceleri Arkadaşlar üzerinde etkinliği olan Sami Akıncı tarafından benimsenmiş olunca kimseden bir tepki gelmedi. Tersine, kendisinin duyamayacağı ses tınılarıyla “Bak bak bak, Kaz Ali de düşünebiliyormuş türünden yergi-beğeni karışımı konuşmalar oldu. Bu olumlu konuşmaların arkasından, Kızılçullu okulu üstüne yazılmış yazıyı anımsattım. Bu kez Halil Basutçu arkadaşlara, ”Bu konuda başka okullar ne yapıyor, bunları da izleyelim, onların yaptıkların da yararlanalım!”dedi. Belki ilk kez derslikte ortaya atılan bir öneri böylesine herkesçe benimsendi, şakalara karıştırılmadan çözüm beklentilerine bırakıldı. Yarınki derse gelecek öğretmenleri kestirmeye çalışarak yataklara dağıldık. Ben Matematiğin boş geçeceğini biliyor gibiyim. Tarih için Selçuk Öğretmenin adı daha önceleri geçmişti. Fikret Madaralı Öğretmene alışmıştık. Ancak Fikret Öğretmen “Ben tarih öğretmeni değilim, tarihi sevdiğim için derslerinize giriyordum. O zaman sınıf sayısı azdı, boş zamanım vardı. Şimdi sınıflar çoğaldı, yeteri kadar Türkçe dersi olduğundan boş zamanım kalmadı!”diyerek konuyu kapatmıştı. Yatınca, matematik çalışmalarımı nasıl bir düzene sokup sürdüreceğimi tasarladım. Matematik dersleri boş geçse bile cumartesi, pazar günleri en az üç saat matematik çalışacağım. Karşılaşacağım önemi engelleri Ahmet Gürsel Öğretmenden soracağım. Öteki dersleri de geçmiş yıllar gibi günü gününe çalışacağım. Tek istediğim gibi yürütemediğim, bunun için de çok üzüldüğüm dersim;Almanca. Onun için de bir bilenle karşılaşsam, sevineceğim. Almanca öteki dersler gibi değil. Bir engel çıkınca onu geçmiş derslerden yararlanarak çözemiyorum. Almanca’yı zaten yarım ders yılı okuduk, orada kaldık. Müzik gibi çok çalışarak yapılacak bir ders olsa üstesinden geleceğim. Bir ara Alman Ahmet, ”Tükçe-Almanca kitaplar çıktı onlardan al!” dedi ama, İstanbul’a gittiğimde Akordiyon heyecanıyla bunları aramayı unuttum. Bunları almanın yollarını arayacağım. ”Herr İbrahim, schlafen sie bitte!”
8 Ekim 1940 Salı…
Yatarken kendi kendime schlafen dediğimi anımsadım, Hüseyin Orhan arkadaşa “Guten morgen!” dedim. Arkadaş, gülerek “Bu da nereden çıktı?Öyle bir şey var mıydı?”diye sordu. Rüyamda Ömer Uzgil Öğretmeni ördüğümü söyledim. Arkadaş üzülerek, ”Yahu ne kötü şanslı bir insanım, rüyalarımda böyle iyi şeyleri hiç görmüyorum. Gördüklerimde ya tepe taklak aşağılara düşüyorum, ya da yukarılara tırmanıp sabaha dek inmeye çalışıyorum. Arkadaşlar kızlar görüyormuş, anlatıp duruyorlar;şimdiye dek tek kızlı rüya görmedim!”Arkadaşın böyle kederlendiğini görünce içimden pişmanlık duydum ama, rüyamın yalan olduğunu da açıklamayı da doğru bulmadım. Arkadaşın Almanca dersindeki başarılarına değinerek konuyu saptırdım. Sonunda zaman zaman beraber çalışmaya karar verdik. Bundan böyle yatıp, kalkarken bir birimize Almanca sözcükler söyleyeceğiz. Hüseyin
Orhan göçmen olduğundan yurdumuza gelmeden önce bir süre yabancı dil okumuş. Bu nedenle Almanca’ya yatkınlığı var. Verdiğimiz kararı sürdürebilirsek benim yararıma olacak.
Hemen bir düzeltme yaptı ama ben üzerinde durmadım. Ben, Guten Morgen!”dedim. O bana “Guten Tag!”dedi. Morgen, sabah, tag, gün. “İyi sabah, iyi gün. ya da iyi sabahlar, iyi günler. Türkçe de aynı değerdeler. Almanca da farklı mı acaba. Ömer Üzgil Öğretmen derse girince “Guten tag!”diyordu ama bizim “günaydınımızın karşılığı olarak bunu kullanıyordu. . Kahvaltıda gözlerim Ahmet Gürsel Öğretmeni aradı. Bunu arkadaşlara söyledim. ”O asker, burada olmadığını unuttun mu?” dediler. ”Ahmet Gürsel Öğretmen yok ama dersi burada!”deyince de, ”Yaaa, derse onun gelmesini bekliyorsun değil mi?” diyenler oldu. Kendimizi biraz daha büyümüş sayarak dersliğe girdik. Zil çaldı, öğretmen karşılamaya hazırlandık. Gelen giden olmadı. Birinci ders beklemekle geçti, ikinci ders, ikinci sınıfın son konularını açım. Kare, kare kök, küp, küp kök. bunlardan unuttuklarım var mı yok mu?Kitaptaki problemleri anımsayarak yaptım ama pek öyle kolay da olmadı. Yeni kitabı açtım. Önce dik dörtgenler. Kolay gibi görünüyor ama, yeni bir anlatış şekli olduğu belli. ”Matematik dersleri hep boş geçecekse, derslerde sınıfça ders yapmamızı önerenler oldu. Sami Akıncı yardımcı olacağını söyledi. Çoğu buna sevindi. Halil Basutçu, bana dönerek, ”Bir gün ya yapılır ya yapılmaz!”dedi. Bunu duyanlar bir ağızdan ”Yapacağız!”diye bağırdılar. Böylece ders yılımızın ilk günün ilk dersi boş geçti. Tarih dersimize söylendiği gibi Selçuk Korol Öğretmen geldi. Esmer, ufarak boylu, gülümser gibi bakan ama aslında pek gülmeyen bir öğretmen. Tarih dersi öğretmeni olmadığını söyleyerek söze başladı. Eski çalışmalarını anlattı, Tarih bilimi hakkında genel bilgiler verdi, tarih dersinin kendine özgü çalışma yöntemleri olduğunu söyledikten sonra”Sizi daha önce benim çok sevdiğim, Tarihi bilgisi de Türkçe bilgisi kadar kuvvetli bir arkadaşımız okutmuş. Bu nedenle geçmiş konularla yeni konuları iyi bağlayacağınız umuduyla derse başlıyorum. Dilerim beni mahcup etmezsiniz!”deyip ders konusuna başladı. 18. 19 Yüz yıllarda Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu ilişkileri dedi. Zil çaldı. Öğretmen derse girdiğinden beri ilk kez güldü:İşte bu kadar!”dedi. ”Haftada 50 dakika sizinle geçmiş olayları konuşacağız. Binlerce yılın öyküsünu bu kısa zamana nasıl sığdıracak, sizde bunu o kadar öğreneceksiniz. Merak etmeyin, istenirse gene de bir şeyler kalıyor, o kalanlar da bize yetiyor!”dedikten sonra gülümseyerek Allahaısmarladık!”deyip çıktı. Selçuk Korol Öğretmenle ilk dersimiz böyle geçti. Coğrafya dersinde de öğretmen bekledik. Daha doğrusu arkadaşlar beklediler. Ben tarih kitabının bir bölümünü okudum. Geçen yılın bir son bölümlerinde okuduklarımız hemen hemen tekrar ediliyor. Aynı adlar, aynı uluslar, benzer olaylar. Osmanlı İmparatorluğu hep kaybeden taraf. Roma İmparatorluğunda olduğu gibi, koskoca imparatorluk, kendini çevrelemiş küçük devletlerin arasında bocalamakta. Köpekler arasınsa kalmış boğalar gibi bakınıp duruyor. Boynuzlayıp yarsa kurtulacak. Ama buna cesaret edemiyor. Mehmet Yücel, ”Arkadaşlar, ”Derslerimiz boş geçiyor, deyip sızlanmayın, iyi öğrenciler için bence günde bir saat ders yeter. Her gün bir saat bizi”allame!” yapar. Mustafa Saatçı karşı “Senin dediğin o neyse ben onu olmak istemiyorum. Varsın bazı günler hiç ders olmasın da ben o senin dediğini olmayayım. İsmet söze karıştı. ”Allame, bilgili İmam, demektir. Sen bilgisiz imamlıktan kurtulmak istiyorsan allame olmak zorundasın!”Allame-imam tartışması yemekte de sürdü. Allame nedir?Ben bu sözü köyde de çok duyardım ama kesin bilgim yoktu. Fazla bir şey diyemedim. Sami Akıncı onu da bilirmiş, ”Bilgili insan, çok bilgili insanlar için kullanılırmış!”dedi. Bu kez İdris Destan Mustafa Saatçı’ya , ”Aman ha, cahil imamken başımıza dert oluyorsun bir de bilgili olursan seninle hiç baş edemeyiz, iyisi mi böyle kal!”Yemek boyunca bu tür şakalı konuşmalar sürdü. . Yemekten dönerken çocukların Müdür Yardımcısı odası karşısında toplandığını gördüm. Nöbetçi öğretmenleri listesi asılmış, ona bakıyorlarmış. Ben de baktım, adını bilmediğim bir çok öğretmen olmuş. Bunlardan, Selçuk Korol, Latif Yurttu, Faik Bakır öğretmenleri tanıdım. Bir de bayan öğretmen var. Bayan öğretmenler iki oldu. Bakalım Beden Eğitimi Öğretmeni gene gelecek mi?Gelirse gene bana takılacak mı?Dersliğe bunları düşünerek döndüm. Akordiyona bugün ara verdim. Şu anda biraz çalışmak istedimse de yasak olduğunu bildiğim için isteğimi yarına bıraktım. Yarın Kimya dersimiz olacak. Nasıl bir ders, konusu nedir?. Hiç bilgim yok. Belki o da fizik gibi boş geçer. Lüleburgaz Orta 2. sınıfta okuyan köylüm Emin, en çok Fizik dersinden çekindiğini söylemişti. Bizim ki boş geçtiğinden bu konu üzerinde durup da fazla bilgi edinememiştim. Bu nedenle ben Fizik dersi konularını da bilmiyorum. Bir kez Salih Ziya Öğretmen konuşurken, ” Nasıl fizik derslerinde hava , su basınçlarını okuyorsanız, Tarım derslerinde de toprağı oluşturan maddeleri okuyacağız !”demişti. O nedenle Fizik dersi dendiğinde, Hava basıncı, Su basıncı aklıma geliyor ama onların da ne olduğunu bir bilenle karşılaşıp da öğrenmedim. Sanırım kimya öğrenmem de öyle olacak!Yarınki derslerin bir sorunu olmadığından perşembe günkü Türkçe dersine hazırlanıyorum. Öğretmen, hemen istemese bile, tatilde neler yaptığımızı kesinlikle soracaktır. Köyle ilgilileri, bir kez daha anımsayıp tekrarladım. Bir kişi tanıttım. Köyümü, hane, nüfus olarak yazdım. Köyde yaşayanların, adlarını saptadım. Sarı Esirler, Ana kitaplarını burada okudum ama, bunları da köyde okumuş gibi söyleyeceğim. Ahmet Gürsel Öğretmene, İzmir-Kızılçullu’daki arkadaşıma mektup yazdım. Bunları Türkçe dersimizle ilgili bulduğum için, sorarsa söyleyeceğim. Bir de daha önceleri, dersler kesilmeden önce, ”Günlük yaşamda çok kullanılan sözlerden, köylerinizde yanlış söylenen on sözcük yazın demişti. Gerçi bir daha bu konu üzerinde durmadı ama ben onu da yazdım. Bizim köyde çoğunluk. baba yerine buba, nasıl yerine nasın, Merhaba yerine maraba, Gömlek yerine göynek, Sağır yerine saar, Çömlek yerine çölmek, , Ahlat yerine aalat, Lahana yerine laana, Cezve yerin cezbe, Kahve yerine de kaave…. Halil’e bunları okudum. Arkadaş, ”Bunları senden başkası yazmamıştır!”dedi. Arkasından, ”Bunları niçin yazsın, köylüler tümden böyle konuşuyorlar. Bunları bile konuşamayan insanlar var!”dedi. Arkadaşla gene bir tartışma başlattık. Ben sordum:”Öğretmen böyle bir ödev verdi mi, vermedi mi?”Verdiyse ben onu neden yapmayayım?Köylüler bir doğruyu yanlış söylüyorsa ben onu saptayıp doğrusunu neden ortaya dökmeyeyim?Örneğin adam kahvede birine sinirlendi, karşısındakine “Seni yarın gidip Hökümete şikayet edeceğini söyledi. Şikayetini yaparken Hökümet değil, hükümet yaz demeyecek miyiz?Öğretmen olduğumuzda çocuklar “Buba, yamır, çamır yazdıklarında düzeltmeyecek miyiz?”Konuşmamız biraz uzadı ama sonunda anlaştık. Zaten arkadaş benim yaptığıma karşı değil, o öteki arkadaşların bu tür ödevleri yapmadığı bundan sonra da yapmayacağını, böylece benim gene yalnız kalacağımı, söylemek istiyormuş. Günlük nöbetimiz gene başa döndü. Tatilden döneli otuz gün olup olmadığını soruşturmaya başladık. Sınıfımız otuz kişi olduğuna göre. Bu nasıl oldu? Sorusu tekrarlandı durdu. Herkes konuşunca bir sonuç alınamadı, dersliğe dönünce olay kendiliğinden aydınlardı. 14 Ağustota izinden döndük. Eylül geçti, Ekim ayının da 8. günüdeyiz. Üstelik ağustos ayında bir süre bizin sınıf nöbet tutmadı. ”Tamam mı?”…”Tamam!”Herkeste bir gülme, arkasından “Vay canına, günler nasıl da çabuk geçiyor!”
Atölyedeyiz , öğretmenlerimiz yeni ders yılımızı bir daha kutladılar. Yusuf Asıl Hamdi Öğretmene sordu, ”Öğretmenim çoktandır tatlı yemiyoruz derken, öğretmen arkadaşımızın sözünü birden kesti, ”Hayrola sen beni aşçı başımı sandın!”dedi. Hepimiz güldük. Yusuf Azıcık kızardı ama çabuk toparlandı. ”Hayır öğretmenim, Salih Ziya Öğretmenin balı için siz kefil olmuştunuz!”deyince Hamdi Öğretmen, Ah yazık, ben onu unutmuştum, hepinizden özür dilerim, Salih Ziya Öğretmenle bugün buluşacağız onun bir ricası daha olacakmış;önce bir dinleyeyim bakayım, Kolay bir işse, ”Önce bal sonra iş!”der öylece balı koparırım!”Arkadaşlar “Sağolun!”dediler. Hamdi Öğretmen Yusuf Asıl’a “Tatlı umarken acı sözlerle karşılaşmak hoş olmuyor değil mi?”diye sordu. Arkadaş, “Evet!”deyince, Hamdi öğretmen buna benzer bir şey daha vardır, o da nedir biliyor musunuz?Öğretmenlerin, öğrencilerinden beklediklerini bulamamasıdır. İyi bir öğrenci olmak istiyorsanız, sevseniz de sevmeseniz de size öğretmenlik yapanlara bu acıyı yaşatmayın. Ders yılınızın başında bunu size söylemeyi bir borç bildim!”Naci İnan’la İrfan Evren Öğretmen de Hamdi Öğretmene katıldılar. Bir süre sessizce bakıştık”Biz bunda başarılı mıyız?”Öğretmenlerimize karşı bu ölçüde saygılı mıyız?”
Biz tutkal kaynatıp yapıştırma işlerimizi sürdürdük. Arkadaşlar yeni oluşturulan kitaplığa uzun iki masa hazırladılar. Masaların çevresinde( Karşılıklı ) beşerden on öğrenci kitap okuyabilecekmiş. Kitaplıkta oturup kitap okumayı ben hiç düşünemiyorum. Karşımdakine bakarım, bakınca da okuduğumu iyi anlamam. Demek öyle de oluyormuş. Belki de ben yanılıyorum. Tutkal işimiz iyi gitmedi. Özellikle kontrplakları tutkallarken fazla kirlettik. İrfan Öğretmenin tepkisi”Kirlettiğiniz gibi temizlersiniz!”Silmek için ıslatacak bez bulmak bir sorun oldu, Gidip Nahide Öğretmenden istedim. Bir yığın bez verdi, bir de gevşemiş sehpaları varmış, onun onarılmasını rica etti. Bir sehpa ile geri dönünce arkadaşlar beni eleştirdiler:”Bezleri alıp gelseydin de sehpa almaya birimizi hatta ikinizi gönderseydin. Böylece biz de kızları görmüş olurduk. Sonunda anlaştık:Sehpayı onarınca dört kişi götürecekler. Sehpa onarılınca biraz ağırlaşmış diyecekler. Biz gülerken İrfan Öğretmen sordu, ”Siz orada gülecek ne buluyorsunuz kuzum?”Ben bir konu uydurdum;Sayım günü başımızdan geçenleri anlatıyoruz!”Öğretmen inandı, ”Anlatın anlatın!”dedi. Öğleden sonra Hamdi Bağ Öğretmen muştuladı:”Ballarımız hazırmış. Ancak Salih Ziya Öğretmenin bir küçük ricası daha varmış. Tarım binasına nakledince çıkacağı yer, atlar için yeniden hazırlanacakmış. En az iki, günlük iş. Yapalım mı?” Bu kez Yusuf yüksek sesle yapmayalım öğretmenim, bir parmak bala iki gün çalışılır mı?Öğretmenler güldüler. Hamdi Öğretmen iki öneri var, biri Okul Müdürünün, ”Eski tarım binasını atlar için hazırlayalım, öteki de Salih Ziya Öğretmenin , ”İsterseniz balı, atların yerini bitirince yiyelim!”Biz bir birimize bakarken Naci Öğretmen, burada benim de bir önerim var. Biz Salih Ziya Beyin önerisine uyalım, Yusuf da Müdür Beyin önerisine!”Yusuf hiç düşünmeden önce “Olur”dedi, hepimiz güldük, Yusuf bu gülmelerden kuşkulandı. Sonunda olayın ayırdına vardı, ”Hayır hayır, olmaz, ben de bal hakkımı isterim!”sözlerini birkaç kez tekrarladı. Paydosa dek Yusuf’a takılmalar sürdü. Paydosta ben ara verdiğim müzik çalışmalarımı sürdürdüm. Okuma saatinde dersliğe ulaştım. Türkçe, Müzik, Resim dersleri için hazırlık düşündüm ama, yalnız Türkçe çalıştım. Bu arada yeni kitaplarımızın geldiği duyuruldu. İlgiyle kitapları bekledik. Kitapları sınıf sınıf dağıtıyorlarmış. En son bizim sınıf denince arkadaşlar:”İş olsa bizi başta çağırırlar!” Sami Akıncı gene dayanamadı ”İnsaf arkadaşlar!” diye tepki gösterdi. Tam bu sıra 7. sınıflardan bir grup kitap paketleriyle dersliğe girdiler. Hamdi Bağ Öğretmen elinde bir liste ile paketleri açtırıp kitaplarımızı verdi. Matematik, fizik, kimya kitapları henüz gelmemiş. onları alamadık. Türkçe kitabımız tıpkı geçen yılların kitabı gibi:Beyaz kapaklı, Üstünde Okuma Kitabı yazılı, İşçindeki yazarlar da hemen hemen aynı yazarlar. Ancak parçalarının konuları değişik. Öbür kitaplara bakmak içimden gelmedi, onlara sonra da bakabilirim. Türkçe Öğretmeni kitap sırasını izleyecek mi acaba?Geçen yıl atlayarak gitmiştik. Bir baştan bir aradan. Kimi zaman da yazarın bir başka parçasını kendi okuyup geçmişti. Önemli olarak üzerinde durduğu yazarlar, Reşat Nuri Güntekin, Yahya Kemal Beyatlı, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Falih Rıfkı Atay, Ahmet Haşim, Faruk Nafiz Çamlıbel. Belki bir iki yazar daha var ama, örneğin Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Enis Behiç Koryürek, Kemalettin Kamu’yu da sık sık anmaktadır. Ancak doğrudan yazarları sormamaktadır. ”Yazar hakkında bildiklerinizi söyleyin demekten öte bir şey sormamaktadır. Müzik dersleri için sanırım kitap yok. Şimdiye dek böyle bir kitap verilmedi. Resim dersi için kitap olmadığını biliyorum. Bu kitapları İstanbul kitapçıları satıyormuş. Bunu da anlamış değilim. Neden Lüleburgaz’da satmıyorlar?Bunu kendi kendime soruyorum ama yanıtını da gene kendim buluyorum:Neden akordiyonları Lüleburgaz’da satmıyorlar. İstanbul’da bile ancak iki yerde bulunabileceğini kendim duydum. Çok satamadıkları için çok getirtemiyorlar. O nedenle burada da Kırtasiyeci Özdilek, ısmarlanırsa getiriyor. En iyisi sorup, varsa bir müzik kitabını kendim getirteyim. Almanca kitabı ilgimi çekti. Basıldığı kağıtlar değişik. Stück 1, Lesestück . Sinan. . Mit Recht betrachtet man Sinan als einen der grössten Baumeister der Welt. İm Mai 1491 wurde er in Kayseri geboren. Bunu rahatça çevirdim ama sözcükleri bildiğimdeğil, Mimar Sinan için okumuş olduğum bir yazıdan öğrendiklerime dayanarak, aklımdan yakıştırdım. Hüseyin Orhan da beni doğruladı. Stück 3’e, 4’e bakınca korktum , kitabı kapattım. O ne biçim yazı öyle!. Görünüşü güzel ama benim kendi kendime doğru okumam olanaksız. Almanca çalışacaksam zaten 2. sınıf kitabımı izleyeceğim. Öğretmen gelmez de dersler boş geçerse belki onu bile zor yapacağım…. Yatarken bir sür aklımda Almanca kaldı. Mustafa Saatçı’nın söylediğine göre Alman Ahmet Almanca’yı İstanbul –Edirne arası asfalt yol yapılırken orada çalışmış, Alman işçilerle konuşa konuşa öğrenmiş. Daha sonra da Almanya’ya gitmiş, orada konuşmayı iyice pişirmiş. Şimdi ise bir Alman kadar Almanca biliyormuş. Kendi kendime “Çok bir zaman değil, yol, altı yıl önce yapıldı, demek Alman Ahmet Almancayı bu altı yıl içinde öğrenmiş!”Bundan nasıl bir sonuç çıkarmıya çalıştım, kendimde anlamadım ama, ucunda bir umut kırıntısı var gibi geldi bana. . Arka arkaya esnedim. Uyku: Schlafen, esneme:Nachgeben…İch vorher Nachgebe dann( ich) Schlafe. Oldu mu?