İkinci Kez Kendi Okulumuzu Kendimiz Yapmanın Sevincini Yaşıyoruz
16 Aralık 1943 Perşembe
Çoktandır Hüseyin Orhan'la bir araya gelip konuşmamıştık. Ona göre girdiği bölümün dersleri çok hafifti, çok eskiden beri birlikte özlemini çektiğimiz Almanca'ya burada dört elle sarılıp öğrenecektik. O böyle düşündüğü için ben bu konudaki olumsuz tavrımı ona yansıtmıyordum. Çünkü daha ilk derste bu öğretmenden yararlanamayacağımı anlamıştım. Bu, benim kişisel yapımdan olmuş olabilir düşüncesiyle, susup geriye çekilmiştim. Oysa durum sandığım gibi değilmiş. Orhan yanımdan geçerken bana:
-Hemşerim, sen çok ileri görüşlü birisin, nasıl başarıyorsun bunu? diye sordu. Şaka ettiğini sanıp Dale Carnegie'nin kitaplarını okuduğumu söyledim. Orhan gülerek:
-Onları ben de okuyorum ama hiç birisi bana “Oğlum Orhan, boşuna umutlanma, Niyazi Çitakoğlu'ndan sana zırnık yarar gelmeyecek, başının çaresine bak! demedi”.
Orhan'ın demek istediğini gene de tam anlayamadım, benim adıma konuşuyor gibi algıladığımdan:
-Kitaplar, Dale Carnegie de yazmış olsa o kadar açık söylemez, bu biraz da yorumlamaya bakar. “Leb deyince leblebiyi anlamak gibi bir şey” deyince Orhan güldü:
-O dediğini akşam, sen ayrılınca söylemişti, aynı konuyu birlikte konuşurken Sami:
-İbrahim, "Leb demeden leblebiyi anladı!", Çıtakoğlu, bizim önümüze leblebileri döktü de biz hala leb, leb, leb deyip duruyoruz! dedi. Ben biraz da bunu sana iletmek için bu konuyu açtım.
Orhan'a teşekkür ettim:
-Arkadaşlarımın beni anlaması, beni mutlu eder. Ben de kendimi oldukça tanımaya başladım; ortak geçmişimizde bir çok olayda bireysel davrandığımı zaman zaman düşünüyorum. Bundan böyle arkadaşlarımı daha hoş tutmaya kararlıyım. Bu nedenle sizlerin, beni değerlendirmesi bana güç katacaktır; bunu beklediğimi bilmelisin. Söylediklerini kendim için çok olumlu bir tavır saydığım için, duyurmuş olmana çok sevindim, teşekkür ederim! deyip Orhan'ın koluna girerek yatakhaneden çıktık.
Müzik Salonunun sobasını yakmak üzere koşarak gittim. Soba yanmaya hazırdı, alevleyip bir süre bekledim. Orhan'ın söylediklerini canlandırmaya çalışırken gene de dedi-kodu ya da karşıtlık derecelerini ölçmeye çalıştım. Ne denli iyiye yorsam da bir yandan kişiliğimi hedef alan pürüzler olduğunu yakalar gibi oldum. Arkadaşlar, benim ilk derste hevesli olarak ortaya atıldığımı biliyorlar. Bir iki çıkış denemesinden sonra geriye çekilişime de tanık oldular. Ancak o süreçte takındıkları tavır bu denli açık değildi. Kendileri de benzer duruma düşünce birlikteliğimiz önem kazanıyor. İşte bu; “Benim için olmayan bir benim içinlik!”
Kahvaltıya azıcık gecikerek gittim, kalkanlar olmuştu. Daha doğrusu Çiftelerli Triumvirler kalkmıştı. (Abdullah Ön, Orhan Doğan, Fahri Yücel) Mehmet Yelaldı bana sordu:
-Açık söyle sen bu arkadaşlardan hazzediyor musun? Hiç kullanmadığım bir söz hazzetmek; önce ona takıldım:
-Hazzetmek ne demek? Mehmet Yelaldı sözümü anlamadı bir süre o arkadaşlardan hoşlanıp hoşlanmadığım üzerinde durdu. Kısaca yanıtladım:
-Ayrı ayrı üçü de çok değerli arkadaşlar. Konuşmalar arasına Çifteler-Kızılçullu gerilimleri olmasa, o kışkırtıcı kişiler ya da oralarda olanlar (kendi okullarında) anımsatılmasa bu masada bu denli tartışma olmayacak!” dedim. Şevki Aydın hemen bir ekleme yaptı:
-Buna Ankara, daha doğrusu İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'u da ekleyelim! Bunu tam olarak anlayamadığım için sorar gibi baktım. Şevki Aydın açıkladı:
-Onlar, müdürlerinden geçen bir alışkanlıklarından dolayı İsmail Hakkı Tonguç'u kendilerinden bilirler. Övmeye kalksan, sözü ağzından alıp kendileri överler, yermeye kalksan demiyorum, sakın böyle bir durum yaratma, sahiden söylüyorum, döverler.
Şevki Aydın iyi ki uyardı. Çünkü ben geçen günkü konuşmada az kalsın İsmail Hakkık Tonguç'un bizim ilk müdürümüze yazdığı mektuptan söz edecektim. Bu uyarı iyi oldu. Ben birşey demedim ama Kızılçullulu arkadaşlar, Çifteler Köy Enstitüsü müdürü Rauf İnan için oldukça ilginç sözler söylediler. Geçen yıl bir kaç kez gelmiş, düpedüz ayrılıkçı sözler söylemiş, Kızılçulluların giyimlerini eleştirmiş, okullarının kent içinde oluşunun tüm kötülüklerin kaynağı olduğunu ileri sürmüş, neredeyse büyük bir kavgaya neden olacakmış. Bizi dinleyen Hüseyin Çakar gülerek:
-Merak etme o duramaz, yakın günlerin birinde çıkar gelir, gelmeden duramaz. Gelince de bizim buraya kesinlikle uğrar, piyano başında görürse gelip sana piyano hakkında uzun uzun bilgi verir! Çok çalışman için övütler verir, piyanoyu iyi kullanman için tembihlerde bulunur!
Hüseyin Çakar'ın söyledikleri pek inanılır gibi değildi ama onun çok ciddi söylediğini görünce biraz çekinerek gülümsedim.
Edebiyat dersinin büyük salonda olacağı duyuruldu. Herkes rahat, yer ayarlama söz konusu olmasa da birileri gene de kendi arkadaşlarıyla yakın oturmak istiyor. İlk girişte bir süre takırtı tukurtu oldu. Salona giriş binanın ön tarafından, olduğu için girenin yüzü ışığa ters düşüyor. Kapıdan girenin yüzü bir süre tam belirlenemiyor. Ancak baş, saç durumu girenin az da olsa girenin kim olduğunu tahmin etmeye yardımcı oluyor. Arkalarda oturanlar, gelenleri ilk girişte böyle görüyor. Salonda, Yapı kolunun hazırladığı büyük bir kara tahta var: Tahta girişe göre yanda kalıyor. Hamdi Keskin Öğretmen kapıdan girince saçından omuzlarının dik duruşundan hemen belli oldu. Ölçülü adımlarla geldi gülümseyerek sakin bir sesle “Günaydın!” dedi. Salonu gözleriyle taradıktan sonra:
-Daha rahatız değil mi? diye sordu. Tahtaya gidip baktı:
-İşte bu güzel, derslikte tahta büyük bir gereksinim! dedikten sonra, ilkokul, ortaokul, lise sınıflarına girdiğini, elinin tebeşire yatkın olduğunu, belki biraz da bu yüzden olacak burada da tahtaya gereksinim duyduğunu anlattı. Geçen derste okuduğu kitabı alıp kıtalar okudu. Okuduğu kıtalar uzunluk olarak çok değişikti. Açıklama da yapmadı. Salt okuduklarının ortak adına eskilerin Kıtaat dediğini söyledikten son bu kez de dörtlükler okudu. “Bunlara da Rubaiyat denirdi!” deyip kitabı kapattı.
-Divan Edebiyatının büyük şairlerinden biri sayılan Fuzuli hakkında az da geldiğiniz okullarda az da da olsa olsa bilgilendik mi? diye sordu.
Arkadaşlardan “Bilgilendik!” diyenler oldu. Hamdi Keskin Öğretmen tahtaya gitti tebeşiri alırken tahtaya baktı. Tahtada yazılar vardı. Mehmet Toydemir kalkıp silgiyi aldı, yumuşak yumuşak sürerek yazıları sildi, sonra da öğretmenden tebeşiri istedi. Öğretmen gülümseyerek tebeşiri, verdikten sonra sırayla: Fuzuli'nin:
1. Yaşadığı dönem,
2. Yaşadığı yöre,
3. İçinden yetiştiği ortam,
4. Şiirlerindeki genel tema,
5. Kullandığı şiir türleri
başlıkları olarak tahtaya yazdırdı. Sonra da konuşmak isteyenleri sıra ile konuşturarak yanıtlar aldı. Tarihlerin unutulabileceğini, ancak bizim tarihimizin nirengi taşları olarak kullanılan padişahlar aracılığıyla çağrıştırılmasının kolaylaşacağını söyleyerek:
1. Yaşadığı çağ, 2. Bayazıt-Yavuz Sultan Selim- Kanuni Sultan Süleyman dönemleri (1480-1512, 1512-1520, 1520-1566),
2. Yaşadığı yöre olarak bugünkü Irak, hatta, tarihimizin acıklı olaylarından birinin unutulmaz talihsiz parçası KERBELA,
3. Tarih boyunca uzayıp gitmiş Hazreti Ali-Muaviye çatışmasının bir kanadı olan Alevi geleneklerinin egemen olduğu Bağdad-Basra yöresi,
4. Şiirlerindeki genel tema; sıradan insanların aşk dediği yalın utku gibi görünüyorsa da Fuzuli'nin inancına göre İlahi aşk dediği Tanrı'ya bağlılık, insan olarak yaratılmış olma mutluluğunu yaratana duyurma çabası,
5. Kullandığı şiir türleri, hemen hemen, kendisinden önce kullanılmış olan tüm türleri denemiş, en mükemmellerini yazmaya özen göstermiştir. Ad söylemek gerekirse: Kaside (Münacat, Na't) Gazel, Mesnevi, Murabba. Musammat, Müseddes, Muhammes, Tahmis, Murabba, Mukatta, Rubai, Kıt'a.
Öğretmen az duraladıktan sonra hepimize dönüp:
-Siz bunlardan sorumlu olmayacaksınız ama Divan Edebiyatı hakkında bilginiz olmalıdır, bunu sağlamak zorundasınız! Bu zorunluluğu ya da sorumluluğu bir angarya olarak algılamayın. Unutmayın ki okul kitaplarında Yahya Kemal, Mehmet Akif, Tevfik Fikret, Ahmet Haşim gibi şairlerin şiirleri oldukça Aruz vezni (kalıpları) konuşulacak, özellikle de Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı şiiri, Türk Ulusu sonsuza dek söyleceğine göre İstiklal Marşı'nın şiir olarak dizeleri söz konusu olunca aruz vezni (ölçüsü) kendiliğinden önümüze gelecektir. İşte size bir soru:
-Aruz nedir?
Aruz, bizim 600 yıl süren uzun saltanat dönemimizin şiirde bir zevk ölçüsüdür. Kültürümüzün uzun geçmişiyle övüneceğimiz tarafları çoktur. Divan Edebiyatı, özellikle de şiir, geçmişimizle gerçekten övüneceğimiz doruğa ulaşmıştır. Ayrıca tarihte okuduğumuz değişim katmanlarını en güzel şiirimiz anlatır. Söz gelimi Lale Devri dediğimiz o görkemli günlerden elde kalan Nedim'in şiirleridir. Keza büyük padişah olarak dinlediğimiz Kanuni Süleyman'ın ne denli büyük olduğunu bize en iyi anlatan şair Baki'dir. Fuzuli de Kanuni'yi övmüştür ama Baki’yi okuyunca çok daha büyük olarak göreceksiniz. Bunları zaman zaman konuşacağız. Divan Edebiyatında şiirin ahengi seçilmiş bir takım sözlerin hecelerine göre kurulur. Bu sözler basma kalıp sözlerdir. Bugünkü İranlıların ataları tarafından düzenlendiği söylenir, sonra Araplar, daha sonra da bizim atalarımız bu kalıpları olduğu gibi almıştır. Yüzyıllar boyu üç kıtada yaygın olarak kullanılan bu kalıpların sayıları bugün yüzleri bulmuşsa da sık kullanılanları o denli çok değildir. Failatün, feilatün, mefailün, müfteilün, müstefilün, müstefilatün gibi kalıp sözlerin kimi kez kısaltılmaları da kullanılır; failün, fa-lün gibi. Bu sözlerin heceleri açık, kapalı olarak (Farsça-Arapça dillerinde) benimsenir. Biz bunlara uzun-kısa hece deriz. Söz gelimi fa uzun okunur. Bize göre hiç farkı olmamasına karşın fe kısa hecedir. Fa ile fe türkçeden farklı düşünülüp fa’yı uzun fe'yi ise kısa olarak bileceğiz. Özel işaret konmazsa bizim sesli harflerle biten heceler kısa, sessiz harflerle bitenler de uzun hece sayılır. Aruzla yazılmış şiirlerin bize en ters gelen tarafı budur. Örneğin İstiklal Marşı'mızın ilk dizesine bakalım:
Kork ma sön mez bu şa fak lar da yü zen al san cak
- . - - . . - - . . - - - -
Bakın, kork, sön, mez, fak, lar, zen, al, san, cak bizim dilimizde hece olarak uzatılamaz, çünkü son ses sessiz harftir, kısa okunur. Oysa görüyorsunuz, onların altlarını çizdik, bunları aruz kalıbı olarak düşündüğümüzün tersinde kullanmak zorundayız. Bunun gibi, ma, bu, şa, da, yü, bizim dilimizde çok rahat olarak maaa, buuu, şaaa, daaa, yüüü olarak uzatılabilecekken noktayla gösterip kalıba uyarız. İlk bakışta gördüğümüz bu zıtlık, aruz kalıplarını benimzseyince hiç de zor olmaz. Konuyu örneğe dökebiliriz:
Kork ma sön mez bu şa fak lar da yü zen al san cak
Sön me den yur du mu ( nüs) tün de tü ten son o cak
Fa i la tün fe i la tün fe i la tün fa lün
Not: ( n – üs=nüs ulama)
Öğretmen:
-Mehmet Akif Ersoy deyince salt İstiklal Marşı deyip geçmeyelim, o da Fuzuli kadar olmasa da (manzum olarak) bize 7 kitap dolusu şiir bırakmıştır. Siz, Mehmet Akif Ersoy denince hep İstiklal Marşı'nı anımsar, onun düşlettiği heyecanı duyarsınız. Ancak Mehmet Akif Ersoy bir şairdir, öteki şairler gibi yurdun eksiklerini görmüş, kendi dilince eleştiriler de yapmıştır. Bu nedenle olanak buldukça onları da okumanızı özellikle öneririm!
Öğretmen, elindeki kitabı göstererek:
-“İşte size Şair Mehmet Akif Ersoy'un toplum olarak, Türk Toplumunun bir bireyi olarak insanlarımıza bakışı, çekinmeden yaptığı eleştiriler. Bunları kendi oğlu Asım'a söylüyor ama gerçek amacı halkı uyandırmaktır. Derler ya “Sana söylüyorum kızım, sen anla gelinim!” öyle bir şey! İşte 6. Kitap Asım'dan” diyen öğretmenin yüzü gülümser gibi olunca ne tür şiir okuyacağını anladım, ben de güldüm.
*****
Sorma, Kartal'da idim ben de bu çarşamba günü.
Dediler: Kurnada dünden beri var köy düğünü,
Hoşlanırsın hadi, olmaz mı?... Pekala gideriz,
Hem biraz kır görürüz, hem de güleş seyrederiz;
Keşke gitmem demiş olsaydım. . . İlahi o ne hal,
O nasıl maskara dernekti ki tarifi muhal,
Topu kırk elli kadar köylü serilmiş bayıra;
Bakıyor, harmanın altındaki otsuz çayıra.
Bedbeniz sapsarı biçarelerin hepsinde;
Ne olur, bir kişi olsun görebilsem zinde?
Şiş- karın sıska çocuklar gibi kollar sarkık;
Arka yusyumru, göğüs çökmüş, omuzlar kalkık.
Gözler busbulanık rengi, kapaklar şiş şiş;
Yüz buruşmuş, uzamış, cephe daralmış, gitmiş.
Gezecek yerde o avare nazarlar dalıyor;
Serilip düştü mü bir noktaya, kaldırması zor!
Sıtmadan boynu bükülmüş de o dimdik Türk'ün;
Düşünüp durmada öksüz gibi küskün .
Gövde teşrihlere dönmüş, o bacaklar değnek;
Daha yaş yirmi iken eller, ayaklar titrek:
Öyle seksenlik adamlar aramak pek yanlış
Kırk onun ömrüne son merhale olmuş, kalmış.
Değişik sanki o aslan gibi yiğitin torunu
Bense İslamın o gürbuz, o cıvan un surunu
Kocamaz derdim asırlarca sorulsaydı eğer.
Ne çabuk elden, ayaktan düşecekmiş o meğer!...
***
Değnekçi gelip “Meydan açılsın savulun!”
Derdemez başladı kalbi sesi yırtık davulun.
Güm güm ötmek ne gezer? Tık nefes olmuş kasnak:
Göğsü tokmak gibi tık tık ediyor hışlayarak,
Zurna hımhım mı nedir? Söylemiyor bir türlü;
Üfleyen çingenenin rengi mezar, kendi ölü.
Güneş oldukça kızışmış, beni yormuştu sıcak;
Hele bir gölge bulup altıma çektim çabucak.
Tam demiştim: azıcık yaslanayım, dinleneyim. . .
Biri tıksırdı ta ensemde. . . Acayip bu da kim?
Ne göreydim: kelebek tarlası olmuş da içi,
Soluyup sümkürüyor sırtıma bir yaşlı keçi!
“Ama bak aklıma gelmezse de hürmet talebi,
O kadar fazla samimiyeti sevmem, çelebi;
Sakalından çekerim, sonra karışmam. . . Hadi git!”
Nerde! Aldırmadı. . . Sordum, baş ödülmüş bu yiğit (!)
Hele sen geç yiğitim, geç bakalım, başka ne var?
Bir çelimsiz sopa, boynunda üç arşın astar.
Pehlivanlar hani? derken sökülüvermez mi, hocam,
Birbirinden daha biçare sekiz çıplak adam?
Ah o soygunluğu rüyada gören korkardı:
Çünkü gömlek gibi etten de soyunmuşlardı.
Bir delik torbaya girmiş kimi, kıspet yerine,
Çekivermiş kimi, bir liğme çuval dizlerine.
Kiminin giydiği çakşır, kiminin bir şalvar,
Kiminin uçkuru boynundan asılmış donu var.
Acaba yağ sürünürler mi desem? yağ nerede!
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Öğretmen okumayı keserek, şairin olaylara eleştirmen gözüyle baktığını, eleştirilerini şiirle anlattığını anımsattıktan sonra şairin bir gelin arabasıyla karşılaştığını söyleyerek:
*****
“Karşıdan tentenin nısfı hasır, nısfı aba,
Bir, tekerlekleri alçak, yana yatmış araba
Yerliden az kaba, Maltız keçicinden çok ufak,
İki mahsun öküzün seyrine munkaat olarak
Ne yanık bersiyeler söyletiyor dingiline
Bunu gördüm acımak geldi içimden geline:
“Sana baksın da kızım bahtın utansın!” nedeyim?
O sesn, kimdi, nerede yatar, bilmediğim,
Nenenin ruhuna aguuış açıyorken meleküt,
Tertemiz naşını gufran gibi örten tabut,
Şu gelinlik arabandan daha şahaneydi.
Geçti rüya gibi, Allahım o günler neydi?
Öğretmen okumayı keserek, Mehmet Akif Ersoy'un yaşadığı dönemi sordu. Arkadaşlardan konuşanlar oldu, doğum tarihi 1873, ölüm tarihi 1936 olarak doğru söylendi. Öğretmen Mehmet Akif'in kimden ya da nelerden yakındığını sordu. Önce çok dağınık nedenler ortaya getirildi. Öğretmenin soru içinde soru sorması giderek şairin, kimseyi sorumlu tutmadığı, salt işi kadere bağladığı görüşü ağırlık kazandı. Mehmet Toydemir, Veli Demiröz, Burhan Güvenir, Mustafa Parlar, Sami Akıncı konuştu. Sami Akıncı önce İstiklal Marşı'nı yazan bir şairin bunları yazmış olacağına inanamadığını söyledi. Hamdi Keskin Öğretmen gülünce Sami, öğretmenden özür diledi. “İstiklal Marşı'nda tüm Türk Ulusuna umut aşılıyor oysa burada umudun kırıntısı olmadığı gibi tümden bir umut yitimi var, bu nedenle değindiği soruna çok yalın bakıyor, söylenen kusurlar, 40-50 yıl gibi bir zamana indiriliyor.” Osmanlı İmparatorluğunun 1683 Viyana Bozgunuyla birlikte her yönüyle çöküşe geçtiğini, ondan sonra da zaten savaşlardan yakasını bir daha kurtaramadığını, her on yılda bir savaş kaybettiğini, yüz binlerce gencin savaş meydanlarında kaldığını, bunları görmezden gelip “40 yıl önce burası cennetti!” demenin kasıtlı değilse bilgisizlik olduğunu söyledi. Dikkat ettim, Hamdi Keskin Öğretmen Sami'yi dinlerken başını hep onu onaylarca indirdi kaldırdı. Hiçbir şey demedi ama katıldığı belliydi. Dinleyelim diye uyardıktan sonra da gülümseyerek:
*****
Doğu'da OTEL
Kütükte mahlası han, sinni lâ-akal yetmiş!
Zavallı âhır-ı ömründe irtidad etmiş;
Şu var ki mi’desi ilhadı etmemiş temsil!
Ne Müslüman, ne frenk öyle bir vücud-i sefil,
Yıkanma yok, tuvalet yok! Yazın belinde çamur,
Eteklerinden inerken kabuk tutar yağmur!
Değil mi uçkuru sarkan bunakların bir eşi?
Bakındı cumbaya: bîzar der durur güneşi.
O nemli yorganı sallandırıp da pencereden!
Yatak takımları şâyân-ı merhamet cidden:
Kadife haline geçmiş patiskadan yastık. . .
Ne istihale geçirmiş hesab edin artık!
Benek benek yayılıp kehle intıbaâtı,
Benekli basmaya dönmüş o çarşafın suratı!
Kırık sürahide bekler yosunlu bir mâyi’,
Ki derd-i cûa gelir üç yemek kadar nâfi’.
Bir ekmeğin yeri dolmazmış olmadan iki su;
Bunun beş ekmek olur belki bir kadeh dolusu.
*****
Batı'da OTEL
Meğer oteller olurmuş saray kadar ma'mur,
Adam girer de yaşarmış içinde mest-i huzur.
Beş altı yüz odanın her birinde pufla yatak. . .
Nasib olursa eğer, hiç düşünme yatmana bak!
Sokakta kar yağadursun, odanda fasl-ı bahar ,
Dışarda leyle-yi yeldâ, içerde nısf-ı nehar
Hıyat-ı nûrunu temdid edip her avize
Fezada nescediyor bir sabah-ı pakize
Havayı kızdırarak hissolunmıyan bir ocak;
Ilık ılık geziyor her tarafta aynı sıcak.
Gürül gürül akıyor çeşmeler, temiz mi temiz;
Soğuk da isteseniz var sıcak da isteseniz.
Gıcır gıcır ötüyor ortalık titizlikten,
Sanırsınız ki zemîninde olmamış bir gezinen.
Ne kehle var o mübarek döşekte hiç, ne pire;
Kaşınma hissi muattal bu i'tibara göre!. . .
Unuttum ismini. . . bir sırnaşık böcek vardı. . .
Çıkar duvarlara, yastık budur, der atlardı.
Ezince bir koku peyda olurdu çokça iti…
Bilirsiniz a canım… Neydi? Neydi? Tahtabiti!
O hemşehrim, sanırım, çoktan inmemiş buraya,
Bucak bucak aradım, olsa rastgelirdim ya!
-Gene de ben, büyük bir şair olarak saydığım Mehmet Akif Ersoy için sözü burada kesmek istiyorum. Gelecek derslerimize okuyacağımız şiirlerinde istediğimiz türden sözler bulacağız. Büyük şairler, toplumun eleştirmenidir, aynı zamanda. Güzel söyleyip coşturdukları zaman alkışlanıyorlar. Bu olayın bir yanıdır. Asıl gelişmişlik yanı ise toplumun alkışladığı şairin eleştirilerine saygı duyup kendine düşeni yapmasıdır. Uygarlık denilen de budur. Dünyanın sayılı şairlerinden Johann Wolfgang von Goethe “Herkes kapısının önünü temizlese şehir temiz olur!" demiş. Koskoca Goethe temizlikçi ya da tozlu yollarda gezen biri değil ipek halılar üstünde geziyordu. Bu sözü özellikle okuyucularına dolayısiyle halkın anlayacağı sözlerle söylemiştir. Bu konu üzerinde duralım!” deyip gülümseyerek selâm verip ayrıldı.
* * *
Dersimiz Almanca, Edebiyat Dersinde konuşan Sami Akıncı, nedense bu derste susmak istediğini söyledi. Arkadaşlar güldüler:
-Şaka mı ediyorsun, sen susarsan biz o adamla iki saat nasıl karşı karşıya kalabiliriz? Kitaplığa gittik (Almanca Derslerimizi orada yapıyoruz) Doçent Niyazi Çitakoğlu neşeli bir yüzle geldi. Önce, her zamanki gibi hal-hatır sordu. “Almanca okuyorsunuz. bari Almanları seviyor musunuz?” dedi. Herkes sustu öğretmene yakın oturuyordum, bana dönünce bestecilerini, şairlerini sevdiğimi söyledim. Önce şairlerin sonra bestecilerin adlarını sordu. Şair olarak Schiller, Goethe, Heinrich Heine, Lessing aklıma geldi. "İyi ki sordu!" dedim içimden, “plâklardan, konserlerden özellikle tanıdığım Bach, dört oğlu, Carl Philipp Emanuel, Johann Christian, Christoph Friedrich, Wilhelm Friedemann ile eşi Magdalena, Telemann, Haendel, Josef Haydn, Michael Haydn, Leopold Mozart, Wolfgang Amadeus Mozart, Beethoven, Diabelli, Gluck, Stamitz’ler, Schubert, Schumann, Brahms, Mendelsshon, baba oğul Strauss'larla kardeşleri Joseph, Eduard, Oscar” deyince durdurdu, “Bunları sayıp döktün ama ben saymadıklarından bir tane soracağım, bakalım onun hakkında neler söyleyeceksin? Clara Schumann!”
Clara Schumann'ı özellikle biliyordum. Faik Canselen Öğretmen müzik üstüne söylenmiş hikayeleri pek sever. Derslerde sıkıldığımızı anlayınca da besteciler için söylentileri bize duyurur. Romantik besteci Robert Schumann’ı anlatırken, onun piyano öğretmeninin kızına aşık olduğunu, ancak piyano öğretmeni Friedrich Wieck'in kızını Robert Schuman'a vermediğini anlatmıştı. Olayı çok doğal karşılayıp susunca Faik Öğretmen gülerek:
-Durun durun hikâyenin sonu var, Robert Schumann hukuk okumuş, yasaları iyi bilir. Piyano öğretmnini mahkemeye verir. Açtığı davayı kazanarak piyano öğretmeninin kızı Clara Wieck'le evlenir. Böylece aynı zamanda bir piyanist olan Clara Wieck, Clara Schumann olur. Clara Schumann ünlü piyanistler arasında yer alır, Robert Schumann'ın ölümünden sonra onun bestelerini çalarak Robert Shumann'ın anısını uzun süre konser salonlarında yaşatır.
Clara Schumann'ın aynı zamanda bir besteci olduğunu, piyano için güzel besteleri olduğunu anlattım. Öğretmen Güldü:
Piyanist Clara (Wieck) Schumann Piyanist Friedrich Wieck
-Çok güzel bir bayan olduğunu söylemedin! diye takıldı. Çantasından bir müzik kitabı çıkardı. Kitabı açmadan zil çaldı. Kitabı bana uzattı. "Al incele, saydığın bestecilerin plâkları çıkmış listeleri var. Ders yılı sonunda iade edersin, kızım için aldım” dedi. Teşekkür ettim. Ancak büyük bir şaşkınlık geçirdim. İki saate yakın bir zaman benimle neden uğraştı? Bismark'la 2. Friedrich'i bile sordu. 2. Friedrich'in de bestelerinden söz ederek kurtuldum. Bismark için boynuz gibi bıyıklarıyla tasa benzeyen şapkasından başka bilgimin olmadığını anlattım. Bu benzetmelerime kahkahalarla güldü.
Yemekte kitabı arkadaşlara gösterdim, Şevki Aydın dışında kimse ilgilenmedi.
Salona gidince piyanolar Mehmet Zeybek'le Hüseyin Çakar tarafından bölüşülmüştü. Plak kataloğunu inceledim. Yabancı dil bilmeye gerek yok, eserler o denli sıralanmış ki, anlamamak için iyice aptal olmak gerek. Her bestecinin besteleri harf sırasına göre sıralanmış. BİELEFELDER KATALOG-Klassischen Musik…
Kataloğun gizini çözünce tüm plâkları çıkarıp çoğunun katalogda yerlerini buldum. Ben bununla oyalanırken salon boşaldı, oturup bir güzel çalıştım. Beringer'de Robert Schumann'ın iki parçası var. Birini çok sevdim. Katalogda Clara Schuman'ın adı yok ona üzüldüm. Bestecilikte o denli ünlü değil herhalde!
Yemekte genellikle 2. sınıflar kendi sorunlarını konuştular. Oysa benim kafamın içinde bugün aldığım katalog, katalogtaki besteler, besteciler. Johann Sebastian Bach'ın upuzun beste sırası.
Yemekten sonra kitaplıkta bizim Kepirliler, Almanca dersindeymiş gibi Niyazi Çitakoğlu üstünde duruyorlar. Öyleyken kimsenin doğru dürüst bir söz söylediği de yok. "Boş lâkırtılar!" Bu kimin sözüydü? Tarım Öğretmenimiz Salih Ziya Büyükaksoy'un. Konuşmalar beni sarmadı, Harun Özçelik kalkınca bahaneyle ben de ayrıldım. İçimden konuşarak
-En iyisi neşemi kaçırmadan rahat bir uyku çekmek! deyip yattım.
17 Aralık 1943 Cuma
Kahvaltıda bir süre Sanat Tarihi dersi eleştirildi. Ders için Sanat Tarihi değil Resim Tarihi okutuluyor; sanat salt resim midir? Eleştiriler giderek arttı, Malik Aksel Öğretmenin yaşlılığına dayandı. Sözde 40 yaşını geçmiş, bu yaştan sonra öğretmenlik yapmamalıymış. Öğretmenleri küçümseyen konuşmalara karşı olduğumu tekrarladım. Hüseyin Çakar'ın sessizliği, Mehmet Yelaldı'nın zaman zaman benim yanımda görünmesi özellikle de Şevki Aydın'ın sürekli desteklemesi giderek benim sözümün geçerliliğini güçlendirmeye başladı. Malik Aksel Öğretmeni, yurdun her yanını gezmiş olduğu için övdüm, Veysel Öğretmenin kimseyi kırmadan konuşmasını örnek gösterdim. Fahri Yücel bu davranışımı korkaklığıma yormaya kalkıştı. Bu kez de Kepirtepe'deki öğretmenlerle başımdan geçen olayları anlattım…
Sanat Tarihi Dersimiz korkulacak bir ders değil ama konular bize yabancı geliyor. Ayrıca daldan dala atlar gibi birbiriyle bağlantısızmış gibi algılıyoruz anlatılanları. Örneğin Tiyatro Tarihine daha yabancıyız ama elimizdeki kitap olayları masallaştırarak anlattığı için Tiyatro Tarihinden o denli yakınmıyoruz.
Öğretmenler doğrudan salona geldiler (Ankara'dan sabah gelmişler). Gelir gelmez Malik Aksel Öğretmen günlük dersimizin proğramını anlattı: Selçuklulardan başlayarak Osmanlı döneminden kalan mimari eserler: Hanlar, hamamlar, köprüler, camiler, medreseler, çeşmeler, su kanalları, bunların bulunduğu köy, kasaba, kentler.
Tahtaya numaralarımız sıralandı, yanlarına da bağlı olan iller-ilçeler yazıldı. Ondört arkadaşız, Ancak illere dağılımımız, öğretmenin beklentisine uymadı. Biz Kepirteliler üçümüz de Kırklarelili çıkınca öğretmen elindeki il ya da ilçeleri küçük kağıtlara yazdırdı. Konya, Sivas, Ankara, Kayseri, Erzurum, Van, Tokat, Niğde, Kastamonu, Bursa, İzmir, Manisa, Edirne, Kırklareli… Kağıtları eline alırken göz gezdirdi, birini alıp bana verdi. Elindekileri de arkadaşlara çektirdikçe bana yazdırdı. Ne olduğunu anlayamamıştım. Herkes bir kenti çekince listeye baktım, benimki Kırklareli'ymiş. Öğretmen gülerek bana:
-Seninle önceden tanışlığımızın mükafatı, öteki arkadaşları da bilseydim kendi illerini verirdim! deyince arkadaşlardan değişmek isteyenler çıktı. Muttalip Konya'yı, Talip Ankara'yı aldı. Görevimiz bu illerdeki, köprü, cami, su yolu, kervansaray, hakkında bilgi toplayıp anlatacağız. Öğretmen bu kez de gene bana:
-Önce tanışlığın bir de bu yanı vardır, ilk sen anlatacaksın! dedi. Öğretmen yerine oturunca, “atalarımız göçle geldiğinden değişik topraklarda değişik yapıların etkisinde kaldığından köy-kasaba ölçüsünde özel bir yapı tipi geliştirememiştir. Bu nedenle bir halk mimarisi oluşmamıştır. Ancak imece ya da zorunlu çalışmalarla büyük yapılar, özellikler göstermektedir!” diyerek neden sınırlı illeri aldığımızı anlattı. Kendisi, bir örnek vermek amacıyla Antakya'yı anlattı:
“Antakya, çok eski zamanlara uzanan bir yerleşim merkeziymiş. Makedonya'lı Büyük İskender, Tüm Anadolu'yu alıp Mısır'a yönelince Akdeniz'i izleyerek tüm çevreleri alır. İskenderun adı da o zamanlara dayanır. Bir rivayete göre günümüzün güzel kentlerinden biri olan İskenderun'u İskender kurdurmuştur. Konumuz olan Antakya o zaman henüz yoktur. Bileceğiniz gibi, İskender Hint Seferinden dönünce Babil kentinde ölmüştür. İskender’in kurduğu, kısa zamanda çok büyük toprakları kapsayan imparatorluğu generalleri arasında bölüşülür. Bu bölüşümde pay kapanlardan biri olan Selevküsler, İskenderun çevresinde egemen olup kurdukları devleti bir kaç yüz yıl yaşatırlar. Bunlardan Antiyakus adlı biri İsadan önce 300 yıllarında çok beğendiği bu günkü Antakya dolayların da bir kent kurar. Kurulan kent, o günlerin çok göçlü oluşundan yararlanarak çabuk büyür, giderek de önemi artar. Yöre savaş bölgesidir, bir kaç kez el değiştirir. Sonunda tüm Akdeniz ülkelerinde olduğu gibi, Roma İmparatorluğu'na katılır. Bu katılım Antakya'nın daha da büyümesine yarar. Öyle ki, bir süre sonra Roma İmparatorluğu'nun üç büyük kenti arasına girer. Roma, İskenderiye, Antakie ya da Antakiyüs. Nüfusu, o günlerin ölçülerine göre olağanüstüdür. 200.000… Hıristiyanlığın doğması aşamasında, İsa'nın yakınlarından St. Paulus, St. Petrus buraya gelip bir süre burada kalmışlardır. Böylece kent bir din merkezine dönüşür. Bu durum Roma yönetiminin gözünden kaçmaz, sıkı bir gözetim altına alınır. Ancak, bu gözetim aynı zamanda kenti gözde kent yapar. Roma'nın görkemli zamanlarında Tiberius, Trayanus gibi imparatorlar kentin gelişmesine katkıda bulunurlar. Köprüler, tapınaklar, özellikle hamamlar yanında sonradan çok ünlü olacak Antakya kalesi yapılır. Bu görkemli süreç uzun sürmez, Roma zayıflamaya başlayınca Antakya yeni kuşatmalara uğrar. Eski Makedon dikelmeleri yanında, doğudan gelen Partlar Antakya'yı bir kaç kez yakıp yıkarlar. Roma ikiye bölününce Antakya Bizans İmparatorluğuna bağlanır. Kent bu dönemde saygın bir dinsel kent olarak tanınır. Özellikle büyük Bizans İmparatoru Jüstinyanus kenti, kiliseler, agoralar, yollar, köprülerle donatır. Ancak Jüstinyanus'u izleyen süreçte Arabistan’da doğan İslam Güneşinin ışıkları Antakya'nın kaderini bir kez daha etkiler. Artık Hıristiyanlık hızını kesmiş, yeni bir uygarlık anlayışı gelmiştir.
Haçlı Seferleri zamanında Antakya'nın talihi bir kez daha güler gibi olur. Haçlı kavgaları arasında orada bir devlet kurulursa da eski şöhretine ulaşamaz. Ço karışık olan bu süreci ben size anlatamam. Zaten buna gerek pek yok. Hıristiyanlar o zaman bir daha gelmişler, geldikleri gibi de gitmişler.
Gerek savaşlar, gerekse zaman Antakya'yı küçültür. Çevrede yeni yerleşim merkezleri açıldıkça göçler başlar. Yavuz Sultan Selim, Antakya'yı Osmanlı İmparatorluğuna kattığında orası küçük bir kasaba durumundadır. Osmanlı yönetim düzeni içinde Antakya İskenderun Sancağına bağlanır. 1918 yılından sonra bizden koparılmış olan Antakya 20 yıllık bir özlemden sonra 1938 yılında gene bize kavuşunca, bildiğiniz gibi 63 ilimizden biri olur.
Her şeyden önce Antakya'nın doğal güzelliği görülmeye değer. Harbiye Çağlayanı, yurdumuzda benzeri olmayan, ya da az olan bir değerdir. Yapılan, günümüzde de yapılması sürdürülen kazılarda eşi menendi görülmemiş mozaikler çıkmış, çıkacaktır. Ünlü Antakya kalesi, yıkık durumuna karşın yeri, görüşü durumuyle çok görkemlidir. Romalılardan kalan köprüsü günümüzde de kullanılmaktadır. Küçük çaplı olmasına karşın ilginç mimarisi olan kiliseler vardır. Selefkus, Romalılar, Bizanslılar yanında Müslüman Arap düzeni de onlardan geri kalmamış görülmeğe değer mimari eserler kazandırmıştır. Bunlar daha çok, eski kiliselerin camiye çevrilmesi, (Habib Neccar Camisi), belirsiz yerlerden koparılan mozaiklerin yeni yapılarda kullanılarak harap olmalarını koruma türü yapımlardır. Uzunca bir süre Osmanlı yönetiminde kalmasına karşın, (az denebilir belki) Osmanlı elinden çıkmış değerli eserler de vardır. Buna karşın Cumhuriyet Yönetimi, geçmişin ihmalini kapatmak üzere, yollardan, okullardan başlayarak devlete düşen görevi yerine getirmektedir.
Konuştuklarımızı özetlemek gerekirse:
Antakya kalesi, Aziz Petrus Klisesi, Hıristiyanlarca İsa'dan sonra en büyük din adamı sayılan Aziz Petrus'un ilk Hıristiyanlık açıklamasını yaptığı söylenen Sen Petrus Mağarası… Mağara deyip geçmeyelim, yüz yıllar boyunca dinsel sözlerle, süslerle donatılmış insanları hayrete düşüren oymalar, kazmalarla kaplamalardır. Mağara da öyle gir çık şeklinde değil, bir mahalledir. Salt mağara değil çevresindeki kayalıklar da fresklerle süslüdür. Dışında bir de Hero'nun başı vardır.
Öğretmen Hero'nun başı deyince az durdu, gülümsedi:
-Hero kimdir? dedi, nasıl irkildiğimizi görünce hemen:
-Hayır hayır, ben size sormuyorum, bunu siz bana sorun! deyip azıcık durdu. Sanat Tarihinin biraz Mitolojik tarafı olduğunu açıkladıktan sonra Hero'nun kim olduğunu anlattı:
Hero, gerçekte bir rahibeymiş, mitolojideki rahibelerden biri. Ancak çok güzel bir bayanmış. Mitoloji rahibeleri kesinlikle evlenmez, üstelik bir gaddar bayan bakıcının gözü rahibenin üstündedir.
inek İyo maskesi Rahibe Hero başı
Rahibe Hero'nun yaşadığı yer bizim Çanakkale ilimiz yakınlarında deniz kıyısında bir mabetmiş. İnsanlar törenlerde mabede gelip dualarını eder ya da dinler, dağılırmış. Ancak güzel rahibe Hero (Hera değil) güzelliğiyle, dürüstlüğüyle dillere destan olmuş. Bakıcı gözetiminde olduğu için Rahibe Hero da bayan olarak çevresiyle hiç bir ilişki kurmamış. Ne var ki bir gün adı dillerde gezen yörenin kahramanlarından biri Hero'yu görür görmez aşık olmuş. Kahraman çok ünlü olduğunun ayırdında olduğundan, isteyince kendisine karşı durulmayacağını sanıyormuş. Böyleyken Hero olumsuz yanıt vermiş. Kahraman Hero'nun karşı oluşunun Mabedin yasaları gereği olduğunu düşünüp tüm olanaklarını kullanarak Hero'yu almak için izin sağlamış. Böyleyken Hero bu birlikteliğe razı olmamış. O çok ünlü damat adayı, kul-köle olup Hero'un kapısından ayrılmamış. Gerçekte Hero da yiğit delikanlıyı sevmiş ama dinsel eğitimi nedeniyle kolay yaklaşamamış. Sonunda bir koşulla birlikte olabileceklerini söylemiş. Koşul önce damat adayına çok önemsiz gibi gelmiş. Evlenmeden önce, ruhsal hazırlık için 6 ay birbirini görmeyecekler. Bunun için de birbirinden uzakta oturacaklar. Rahibe Hero'nun tapınağı deniz kıyısındaymış. Damat adayı da denizin karşı kıyısında oturacak, ancak belli zamanlarda salt görmek için gelebilecekmiş. Delikanlı koşulu kabul edip karşı kıyıya geçmiş. Geçer ama Hera'yı hiç değilse uzaktan olsun görmeden edemez. Önce haftada bir görmek için gelirken gelişini sıklaştırır. Güzel günlerde denizi rahat geçen genç, zorlu, fırtınalı günlerde tehlikeler atlatır. Ancak iki gencin içtenlikli sevgileri onların verdiği kararlarından dönmelerine izin vermez. Zaten gözlemci baş Rahibe de karara uyulmasını anımsatır. Umulmadık bir fırtınanın olduğu bir gece damat adayı tüm gayretine karşın ancak Hera'nın mabedi yakınına kadar gelebilir, kıyıya yakın bir yerde can verir. Hera'nın kalbi burkulmuştur, Duyguları onu uyarır ama ne yapacağını kestiremez. Çıkıp bakması için gözetimci Rahibeden izin istemek onuruna dokunur. Oysa gözetici rahibe de içini yemektedir. Sormaz, ses çıkarmaz ama içinden içinden erimektedir. Sonunda kendini tutamaz, Hera'ya çıkıp bakmasını önerir. Hera, çılgın gibi dalgalara koşar, yazık ki sözlüsünün ölüsüyle karşılaşır. Hiç duraksamadan sevgilisine sarılıp, sanki canlıymış gibi sarmaş dolaş olup kendini azgın dalgalara bırakır.
Olayı sessizce dinledik. Öğretmen bu kez de:
-Çanakkale yakınlarında olan bu olay, o günlerin zorlu koşullarına karşın Antakya'ya gelişi düşünelim! diyerek bizi uyardı. Sonra da:
-“Jüstinyanus'un yaptırdığı ünlü Demir kapı, Diocletianus'un yaptırdığı köprü, İmparator Traianus'un yaptırdığı su kemerleri” deyip uzun süre (bizi unutmuş gibi) önündeki kitaplara bakarken arkadaşlar usuldan usuldan fısıldaşmaya başladılar. Ben de öğretmenin duyup kızacağını düşünerek fısıltıları önlemek amacıyla elimi ağzıma kapatırmış gibi yapıp konuşacağım sırada öğretmen birden bize dönerek:
-Ne o, önemli bir konunuz var, nedir o? deyince şaşırdık. Gerçekte ise, Kamil Yıldırım öğretmeni kastederek:
-O şimdi kendi kitabı Resim Sergisinde Otuz Gün'ü okur! diyerek arkadaşları güldürmüştü. Resim Sergisi sözünü de oldukça yüksek sesle söylemişti. Öğretmenin bunu duyacağını düşünerek ben:
-Plâk dinleme saatimizde, Resim Sergisinden Tablolar diye bir eser dinledik, çok beğendik, onu konuşuyoruz! dedim. Öğretmen:
-Nesini konuşuyorsunuz onun, hangi tabloyu beğendiğinizi mi? deyince ben açıklamaya kalkıştım:
-Rus bestecisi Mussorgsky'nin piyano için yazdığı bir eser derken öğretmen sözü ağzımdan aldı:
-Anladık efendim ama orada tablolar yok mu? diye sorunca iyice şaşırdım. Aklımca da bu konuda cahil öğretmene bunu, onu üzmeden anlatma yollarını düşünürken öğretmen yerinden kalkınca, tüm arkadaşları bir kaygı sardı:
-Acaba öğretmen ne diyecek? Öğretmen yaklaştı, gülümseyerek:
-Anladım ki siz onu tam dinlememişsiniz. Orada gerçekten resimler sergilenmektedir. Bestecinin bir ressam arkadaşı resim sergisi hazırlamıştır. Sergide 10 büyük tablo bulunmaktadır. Bu tabloların her birinin ayrı ayrı adları vardır:
1. Kambur cüce,
2. Eski bir Şato,
3. Eski bir araba,
4. Zarafet ya da İncelikler,
5. Dans eden civcivler,
6 Polonlalı Yahudiler,
7. Bir kent pazarı,
8. Bir Latince söz: Ölümün dili,
9. Bir kulübe,
10. Kiev kapısı. . .
Ressam arkadaşını sergide gezdirip bu tabloları bir bir anlatır. Çok genç olmasına karşın ressam aniden ölür. Ressamın ölümünden çok etkilenen Mussorgsky bu sergideki tabloların önünde duyduğu o mutlu duygularla, ölümünden sonraki hüznünü seslerle anlatır. Böylece, Bir Resim Sergisinden Tablolar, ressamlarlaMüzikçilerin ORTAK BİR DUYGU ANITI olarak ortaya çıkar.
Öğretmen bunu söyleyip yerine dönünce biz dilimizi yutmuş gibi pıstık kaldık. Öğretmen az sonra beni çağırıp tablo adlarını yazılı olarak verdi.
Dersten sonra bir süre bakışıp bakışıp gülüştük. Kamil Yıldırım dayanamadı:
-Hadi yahu sende, biz müzik mi dinliyoruz sanki? Yazık o plâklara! Kamil Yıldırım'ın sözüne katıla katıla güldük. Hepimiz, karşılıklı söyleşip güldük…
Veysel Öğretmen geldi, bizi gülüşürken görünce:
-Neşeli çalışmalar her zaman iyi sonuçlar verir! deyip çantasını masaya koyarak bir kemanla metodu bir sandalyeye dayayıp yanına da bir açık sehpa çektikten sonra “Bugün de bir kompozisyon deneyelim” deyip kağıtları dağıttı. Resmi çizerken daldan dala atladım. Malik Aksel Öğretmen Antakya'yı anlattı. Çok şey söylememiş gibi ama, verdiği bilgiler gene de çok şey sayılır. Bir kez Antakya'nın kurulduğundan bu yana geçirdiği evreler önemli. Ben Kırklareli'nin kuruluşunu bilmiyorum. Bildiklerim, doğruysa sık sık ad değiştirdiğidir:
-Kırkkilise, Rözengrad; Rozengrad (Üzüm kenti) Kırkerenler, Kırklarili, Kırklareli. Kırklareli’nde Müderris Ahmet Efendi olarak anılan Ahmet Amcamın öne sürdüğü bir olasılığa göre Osmanlı Türkleri 1360 yıllarında Kırklareli yöresinde çok önemli 40 yiğitini kaybetmiş. Onların anısına o zaman oraya KIRKLARİLİ (40 Yiğidin anısına) demişler. Bizim elimize geçmeden önce o yöre tümüyle Bulgarın elindeymiş. Bulgarlar oraya Rözengrat=Lozengrat diyormuş. Uzun yıllar sonra Bulgarlar oranın adını Türkçe söylenişiyle Kırkkilise yapmışlar. 40 sayısını kasıtlı olarak Türkçe yapmışlar. Bundan hoşlanmayan Türkler de bu kez, kırkı, kırık olarak söyleyip kentin adını Kırık Kilise'ye çevirmişler. Böylece Kırklareli'nin adı resmi olmayan sayısız şekle girerek Cumhuriyet Dönemine ulaşmış. Amcamın anlattığını kanıtlayan bir gerçek belge, orada bulunan 40 şehitin türbesidir.
Koca Hıdır, Kara Hıdır gibi semt adları var. Bir arastası, iki büyük çeşmesi, bir de 40 Şehitler Türbesi (Türbeleri). Bildiğim dört camisi var ama onlar da öyle Edirne camileri gibi görkemli değil. Hızır Bey, Bayazıt, Kapan camileri görünüş olarak büyük sayılmasa da mimarlık açısından önemli sayılmaktadır; diğer ikisi ise sıradan mahalle camileri olarak (Kırklar, Kadı) bilinmektedir. Tarihsel değeri olan bir hamamla işlevini yitirmiş Salıyeri ile Gümrük adını taşıyan iki han vardır.
Yayladaki büyük bina (ortaokul) eski bir Rum okuluymuş. Balkan Savaşı'nı biz kaybedip Bulgarlar kazanınca Bulgar Kralı Ferdinand Kırklareli'ye geldiğinde orada ağırlanmış. Ne ilginç, Sevr Andlaşmasından sonra Trakya'yı işgal eden Yunanistan Kralı Konstantin de Kırklareli'ye gelmiş, o da o binada konuk edilmiş. Demek oluyor ki, benim ilim Kırklareli'de en ünlü yapı Kırklareli Ortaokulu ki, onu da yerli Rumlar yaptırmışmış. Böyle derken Kırklareli'ye gitmiş gibi sevindim; o güzelim bağları içinde, o görkemli cevizlerin atlında, her tarafın yeşilliğini görüp kokluyormuşum gibi düş kurdum.
Sıra bana gelince öğretmenin Lüleburgaz'ı da soracağını sanıyorum. Çünkü daha ilk gün Lüleburgazlı olduğumu öğrenince Lüleburgaz'daki Sokullu Camisini sormuştu. Camiyi Mimar Sinan yaptığına göre yapılış tarihini kestirmek kolay. Zaten Sokullu Mehmet Paşa da 1560-1579 yılları arasında sadrazamlık yapmıştı.
Kıpırdanmalar olunca kendime geldim. Arkamda durmuş olan Veysel Öğretmen beni uyardı:
-Gördüğün gibi değil düşündüğün gibi çizdin! deyip kemanla yayın duruşunu gösterdi. Sonra da sandalyemi yarım metre sola çektirip:
-Şimdi biraz uydu! diyerek güldü.
Dört saattir öğretmenleri dinliyorum, herkesin yaptığını yapmaya çalışıyorum ama arada aklım, yeşil kaplı nota kitaplarında; onların arasında kesinlikle Robert Schumann adı geçiyordu. O parçayı bulursam hemen çalacağım. Öğretmenin çaldığı parçaya çalışmak arkadaşların da ilgisini çekecek. Bir yandan da bu işi gizlemeye çalışıyorum. Arkadaşlarda nota arayıp çalışmak gibi bir heves yok, ancak önlerine gelirse cız bız kemanlarıyla kulaklarımızdaki o güzelim parçanın etkisini hemen sileceklerdir. Ben güzel çalamasam da piyanonun sesi keman gibi rahatsız etmez. Bunları düşünerek yemeğe gittim. Yemekte, yarınki konser, yılbaşından sonra Ankara'ya kumanyasız gitmelerden söz edildi. Kemancılar içinde benim gibi duyup da beğendiği parça arkasına düşen Mehmet Yelaldı var. Hop deyip; “Schumann'ın Rüyasını öğretmenden nasıl isteyeceğim?” demez mi?
Ağzımdaki lokmayı çiğnemeden yuttum. Hüseyin Çakar, Mehmet Yelaldı'ya öğretmenden istemesini önerdi. Birileri; “Müzikçiler kıskançtır, vermez, birileri de; “Ya vermezse? İsteyen ne duruma düşer?” deyince Mehmet Yelaldı:
-Ben de ondan korkuyorum, bir daha uzun süre öğretmenin yüzüne bakamam! deyince konu kapandı. Rüya notasını aramak daha da önemli oldu. Yemekten döner dönmez, dolapları düzeltme bahanesiyle kitapların bir bölümünü masa üstüne koydum. Her zamanki gibi Abdullah Erçetin çalıştığımı sanıp bana yardıma geldi. Abdullah'a öteki dolabı gösterip gereksiz yere boşaltıp alttaki kitapları üste koydurarak oyaladım. Daha önce gördüğümü sandığım kitaplar yeşil renkli kitaplar arasındaydı. Sonunda ince bir kitap elime geçti; “Robert Schumann-Kinderszenen Op. 15”, içinde kısa kısa parçalar, az kalsın kapatacaktım, Traumerei yazısını görünce sevincimden az kalsın bağıracaktım. Abdullah'a çaktırmadan ayrı bir yere koydum. Şu rastlantıya bak, dün, gün boyunca Schumnn'lardan söz ettik. Bunu anımsasaydım daha etkili olacaktım. Oysa Robert Schumann'ın Rüyası parçasını biliyordum. Nasıl anımsamadım?
* * *
Öztekin Öğretmen gelince kemancıları toplayıp enstrüman çalışmalarına başladılar. Ben, Beringer arasına Kinderszenen’i sıkıştırıp alt kata indim. Parça önce kolay gibi geldi ama büyük aralıklı atlamalar olduğundan uzun süre tek el çalışması yaptım. İki saat geçmiş, Mehmet Zeybek geldi, onun saatiymiş, toparlanıp yukarıya çıktım. Askerlik dersi saat 18:00-20:00 arasıymış, Arkadaşlar sevinerek kemanlara sarıldılar, Salondaki piyanoda da sıra, Hüseyin Çakar'ın. Kitaplığa gidip Erich Maria Remarque'ın İnsanları Seveceksin romanının birincisini okumaya başladım. Yazarın Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok kitabını okuduğumda çok etkilenmiştim. Bakalım bu nasıl çıkacak?
Geçen haftaki derste Binbaşı Nuri Teoman çok yumuşak konuşmuştu. 2. sınıflara bunu söyleyince gülenler oldu:
-Siz ona bakmayın, onun saati saatine uymaz, bakarsınız bu ders fırtına gibi olur! demişlerdi. Ben de bunu merak ediyorum, dengeli bir insan böyle olmaz; ancak karşısındakiler neden olursa çaresiz sertleşir.
Bu düşünceler içinde dersi bekledim. Bu kez yerim tam da salonun ortasında, Binbaşı Nuri Teoman'ın karşısına düştü. Halil Dere oraya oturmuş, bana da yanında yer ayırmış. Halil Dere çok dikkatli, dersleri dinliyor. Derslerde kalkıp konuşmuyor ama kaldırılınca da mahcup olmuyor. Kendine güvenmesi, onun cesaretini arttırıyor. Mahcup olma kaygısı yok. Çünkü dersleri dikkatle dinliyor. Ben de öyleyim ama kimi derslerde oldukça kaygılıyım. Bu derslerden biri de askerlik. İlk Askerlik Bilgisi Öğretmenimiz Yaşar Binbaşı beni tam bir yıl göz altında tutmuştu. Sonunda bıraktı ama o yılgınlık benim yakamı bırakmadı. Daha sonra özellikle de kamplarda çok başarılı olmama karşın, bu derse öteki dersler gibi ısınamadım.
Öğretmen gene gülümseyerek geldi, selam verip oturacakmış gibi masasına gidip arkasını masaya dönerek:
-“Geçen derste askerliği adeta bir yana itip siviller gibi konuştuk. Siviller gibi dediğime bakmayın, biz askerler, sivilleri her an cesur bir askere inkılap edebilecek (dönüşecek) atiklikte insanlar olarak biliriz. Bu nedenle aramızda bir ayırım gözetmeyiz. Ancak halk kendiliğinden bir ayırım yapmış adeta kesin bir sınır koymuşça konuşmalarında bu tabirleri (deyimleri) sürdürdüğü için böyle diyorum. Gerçekte bu ayırımı biz askerler zaman zaman zararlı değilse bile yararsız buluruz. Buna kimi kez, zararlı demek de aklımızdan geçer. Savaş kazanmak askerin görevidir. Ancak bu savaşın dökümünü kimler yapar? Geçen ders bir arkadaşınızın anımsattığı olayı düşünelim: BİLARDO PARTİSİ! O olay olmuştur ya da olmamıştır; ancak inandırıcıdır. Böyle bir olay her an olabilir. Olduğunu kabul etsek bile, bunu işin içindeki asker dışarıya iletemez. Bunu ancak askerin dışındaki kimseler yapar, öyle de yapmalıdır. Bakın bir savaş içindeyiz; haklı ya da haksız o başka; Alman ordusu Afrika'nın kuzeyini işgal etti. Etti ama bir çok değerli evladını oradaki savaşta kaybetti. Onlar, canlıyken birer kahramandı. Onların kahramanlıklarını devletin resmi belgeleri halka iletemez. Onları, halkına, halkının gelecek kuşaklarına o halkın yazarları yani sivilleri anlatır. Bu yapılırsa savaşanların, genç yaşında canını yurdu adına feda edenlerin anıları yaşar. Bunu böyle düşünürsek Milli Duygu pekişir. Almanların bugün sürdürdüğü savaşı örnek verdim. Ona bile gerek yok, çok değil 30 yıl önce Kuzey Afrika'nın büyük bir bölümü bizimdi. Düşman oraya ansızın saldırdı. Büsbütün çökmüş durumdaki Osmanlı Yönetimi orada savunmak için bir bölük asker bile gönderemedi. Devlet gönderemedi ama uyanık Türk subayları gönüllü olarak gidip düşman karşısına durdu. Bir avuç genç insandı ama azgın işgalcileri dize getirdikleri de oldu. Osmanlı Yönetimi barışa razı olunca, koca Afrika elimizden gitti. Türk insanının savaş gücünü dünyaya duyuran savaşçılarımız kendi gayretleriyle gittikleri gibi bin bir meşakkat içinde sessizce yurda döndü. Aradan yüz yıl geçti. Yüz yıl geçti ama tarih bitmedi. Fransız yazar Alphonse Daudet'nin öyküsü, benim anlattığımdan 40 yıl önceki bir olaydı. Günümüze göre 70 yıllıktır. Araştırın bakalım ondan 40 yıl sonra olan bizim Afrika direnişimiz, o fedakar insanlar için okuyacağınız bir kaç satır bulacak mısınız? Askeri Okullarda, Harp Okulunda okumak ya da okutmak yetmez sivil dediğimiz tüm ulus bigane (ilgisiz) kalırsa o ülkede kendiliğinden asker- sivil ayırımı şekil olarak değil ruh olarak da ayrılıp gider. Çok önemli gördüğüm bu noktaya siz öğretmenlerin hassaten (özellikle) dikkatini çekmek istedim.”
Öğretmen bundan sonra Cumhuriyet yönetiminin özelliklerinden, Cumhuriyet Ordusunun kuruluşundan, subayların yetiştiriliş yöntemlerinden söz etti. Tekrar sözü bizim okula getirip bizim, köylerden yetişme olduğumuz için köyleri etkileyebileceğimizi, bunu küçük çapta, Asker Ocağı'nda çok az kalmalarına karşın Mehmetçiklerin bile yapabildiğini anlattı. Asker Ocağı'nda öğrendiklerini köylerine dönünce uygulayanları izlediğini, bunlardan duyduğu kıvançlara bizlerin dikkatimizi çektiğini anlattı.
Öğretmen anlatırken zaman zaman dalıp ben de düşündüm; “Köyden ayrıldığımdan bu yana çok farklı bir insan oldum. Arkadaşlarım, örneğin yeğenim İsmet şimdi köyünde öğretmen. İsterse köyünün çocuklarını dilediği yönde yetiştirebilir. Böyle dedim ama, acaba biz gerçekten örnek olacak, ya da Binbaşı Nuri Teoman'ın umduğu şekilde bilgilenerek çıkabilecek miyiz? Örneğin arkadaşımız Hilmi Altınsoy daha okuldayken; köyünden nefret ettiğini söylerdi. Hilmi de söz mü? Ben kendim, okul müdürüne bile, sorduğunda kendi köyüme gitmek istemediğimi söylemiştim. Ya Sami? Sami ise okula girdiği günlerde, okulun amacın ters düşen tavırlara girdi. Öyleyken okulu bitirdi. Üstelik şimdi de burada okuyor. Böyle başka başka düşünen insanlar, gittikleri yerlerde ortak bilgi dağıtabilirler mi?
Ben buradan öğretmen olarak çıkabilirsem gittiğim Köy Enstitüsü'deki öğrencilere neden iyi bir örnek olmamayım? Başarılırsa ne güzel; aynı düşüncedeki insanların vereceği bilgiler tüm Türkiye'ye yayılmış olacak. Geçmiş yıllarda özellikle Fikret Madaralı Öğretmen bunları bize başka yollardan anlatırdı ama pek anlamazdım. Binbaşı Nuri Teoman, kafama vurur gibi tane tane söyleyince bu kez ANLADIM!
Yemekte, yarınki konser için olasılıklar öne sürüldü. Mehmet Zeybek piyano konçertosunda Mehmet Yelaldı keman konçertosunda bir süre direttiler. Ben de bu günkü Malik Aksel Öğretmenin anlattığını anlattım. Önce inanmadılar:
- Kesinlikle Malik Aksel Öğretmen böyle şey anlatmaz! dediler. Ben arkadaşları tanık gösterince de; kendilerinin öğretmence beğenilmediklerini öne sürüp sergideki tabloları sordular. Yazık ki ben ancak, Cüce, Araba, Kapı olarak yarım yarım üçünü söyleyebildim. Konu giderek öteki büyük bestecilerin eserlerine atladı: “Faik Canselen Öğretmenin anlattığı Ludwig van Beethoven'in Coriolan Uvertürü ile 3. Senfoniye, Hector Berlioz'un Fantastik Senfonisine sıçradı. Giderek de “Öyleydi, böyleydi!” tartışmalarından sonra konu iyice karıştı.
Öztekin Öğretmenin gelmiş olabileceğini düşünerek Müzik Salonuna gittim, gelmemiş, bir kaç arkadaş keman, Hüseyin Çakar Piyano çalışıyordu, fazla kalmadan kitaplığa döndüm. Orası şimdilerde çok tenha, kimi kez tek Sami Akıncı kalıyor. Gene Sami tek başına oturuyordu. Beni görünce elini sallayarak:
-Gel arkadaşım, beni yalnızlıktan kurtar. Ne varsa gene hemşerilerde var. Burası Kepirtepe'den farklı! dedi. Demek istediğini pek anlamadım ama gene de geçip yanına oturdum. Sami, kendisi için konuşmamı bekliyormuş, ayırdında olmadan önce Hamdi Keskin Öğretmenle konuşmasını beğendiğimi söyleyince neredeyse “Daha daha” diyecekti! İçimden bunu hak ettiğini düşünerek dilimin döndüğünce neden haklı olduğunu da ekledim:
-Sen gerçekten sürekli çalışıyorsun, bu çalışmanı herkesin görüp ders alması gerekir: Çevremizdeki insanlar bize, durmadan “ÇALIŞIN!” diye neredeyse yalvarıyorlar. Oysa işte görüyoruz, çalışanların sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Bizim bölümde, özellikle 2. sınıftakilerde çalışan ikiyi geçmez. Onlar da elindeki çalgının dışında okumaya pek yanaşmıyorlar.
Sami ne düşündüyse elimi tutarak:
- Azizim, gel biz Kepirtepe'de verdiğimiz kararımızı sürdürelim; burası da bizim için bir geçici durak olsun. Görüyorsun bize derse gelenler, bizden çok ötede değiller. Her biri bir yol bulup kendilerini öne çıkarmışlar. Hemen hemen hepsi tek yanlı. İnan ki biz onlardan çok daha bilgili olacağız. Çünkü kafalarımız bilgiye elverişli. Ben bunu iyice anladım, seni de bana benzettiğim için böyle diyorum; inan bana!
Gelenler olunca Sami başını çevirip kitabına kapandı. Ben de kapıdan gelenlere bakıyormuşum numarası yaparak yan dönüp kitabı okumaya başladım. Başladım ama gözlerim kitap üstünde öyle dolaştı. Sami'nin dediklerini bir kez daha kafamdan geçirdim:
Gerçekten benim bildiklerimin yarısını bilmeden insanların arasındayım. Bunu Kepirtepe'deki arkadaşlarda görüyor, şaşıyordum. Oysa buradakilerin çoğu onların da gerisinde; bakıyorum da karşılaştığımız olayları kavrayıp yorumlamaları bizim köydekiler gibi. Öyle ki köydeki Furtun Şerif Enişte buradakilerin çoğundan çok daha iyi düşünüyor. Bu sözüm salt öğrenciler için değil yönetimde görev alanlar için de geçerli. Az önce yarınki kumanyalar için mutfağa gittiğimde, Enstitü Bölümünde Eğitimbaşı olduğunu öğrendiğim kişi, elinden bardağı düşürüp kıran bir 1. sınıf öğrencisini sille tokat dövdüğünden başka bardak parçalarının en ufak kırıntılarını çocuğun kulağını tutarak yerlerden toplattığını gördüm. Çocuğun elleri kan olmuştu. Adam iriyarı biri olduğu için doğrusu çekindiğimden kendimi zor tuttum. Sami konuşurken bu olayın etkisi geçmemişti. Sami'nin söyledikleri onun üstüne koyunca Sami'yi tüm kalbimle onayladım. Kepirtepe'de de sevimsiz durumlar görüyordum ama böylesini doğrusu görmemiştim. Fikret Madaralı Öğretmen bile kimi arkadaşların kulağını çeker, sarsak falan gibi sözler söylerdi ama böyle elleri kan içinde kalmış bir 1. sınıf öğrencisini, üstelik arkadaşları önünde bir bardak için onurunu iki paralık edip aşağılayan bir durum görmediğim gibi düşünemiyordum da. Böyle yetiştirilen, daha doğrusu yaralayıp yetiştirilemeyen öğrenciden olacak öğretmen Binbaşı Nuri Teoman'ın özlediği öğretmen olabilir mi?
Kitabın, gözlerimle süzerken üstünkörü baktığım sayfalarını kapatıp bir daha baştan başlarken arkadaşlar, Kadir'le Abdullah Erçetin geldiler. Kadir takıldı:
-Hemşerim bizden kaçıyor! Arkasından “Bugün İsmet'le buluşacağım. Kardeşiyle gelirse, biliyorsun kardeşi seninkiyle arkadaştır, mektuplaşırlar, ona senden söz edeceğim, o seni unutmamıştır.” Güldüm; “Seninki dediğin bir evli bayan, anne olmuş, çocuk büyütüyor. Görüşeceğini söylediğinin ne durumda olduğunu bilmiyorsun!” deyince Kadir gülerek:
-Şaka, şaka, şaka! Ancak İsmet'le buluşacağım gerçek, istersen birlikte gidelim; İsmet geçen hafta seni sordu!
Yatınca, günün olaylarını hep arkaya ittim ama Kadir'in İSMET'i bana önce yeğenim İsmet'i, annesi sevgili Zühre Teyzem'i anımsattı. Teyzeciğim, oğlunu uzaklaştırmamak için yıllarca plan kurup, oğlunu tehlikeye sokarak öğrenciyken evlendirdi. Yeğenim İsmet, Kepirtepe'de son yılını evli olarak geçirdi. Bu konuda çektiğimiz sıkıntıyı anlatmak olası değil. İsmet okul Müdürümüz Nejat İdil’e güvenir:
-O beni okuldan atmaz! deyip teselli bulurken okul müdürü gibi tüm öğretmenler çil yavrusu gibi yurdun dört yanına dağıtılıp yeni yöneticiler, yeni öğretmenler geldi. Üstelik gelir gelmez salt kalanları korkutarak otorite kurma düşüncesiyle entipüften nedenlerle son sınıf falan dinlemeden ilk haftadan başlayarak 8-10 öğrenciyi uzaklaştırdılar. İsmet o sıralar, eşyasını toplamış olarak tetikte bekliyordu. Unutmuyorum İsmet, iki ikiye konuşurken bana; “Annem, şu senin sevgili Zühre Teyzen var ya, okulu bitirip öğretmen olabilirsem, kesinlikle onunla birlikte oturmayacağım. Eve en yakın bir yer seçip salt gıcık olsun diye ayrı oturacağım. Gelini varsın her gün gitsin. Ben tam bir yıl gitmeyeceğim!” derdi. Dilerim İsmet bana söylediğini unutmuştur. Dediğini yapmaya kalkarsa teyzeciğim kahrından hastalanır. İsmet'in bu konuda ne yaptığını bilmiyorum, mektuplarında ayrıntı yok ama kendi köyünde olduğunu biliyorum. Kadir'in İsmet'ine gelince, İsmet Akın'la ilkokulda birlikteydik. Babası 1934 yılında Milletvekili olunca İsmet Ankara'ya uçtu. Arada Lüleburgaz'a geldiğinde kısa görüşmeler yaptık ama bunlar pek candan yaklaşımlar olmadı. Bu nedenle tanışıklığımız 9 öncelere dayanan bir çocukluk yakınlığı. Babalarımız eski dost olmasına karşın onların karşılaşması da ayda yılda bir merhaba türünden. Genellikle seçim zamanlarında Zühtü Akın, kendi köyü olan Hamitabat'a geldiğinde bizim köye uğrar, eski günleri anarak babamın bir kahvesini içer. Bu arada babamı Ankara'ya davet eder. Babam da kesinlikle bir gün gideceğini tekrar eder ama o kesinlik bir türlü kesinleşmez. Kadir'in dilinin altındaki benim yüreğimdeki A'dır. O artık romanlardaki benzerleri gibi derinliğe uzanan bir resim, yalnız bana canlı görünen bir resimdir. Çok dikkatli bakınca o da değişip yanına birini alıyor. Böylece onu tek olarak görmeyi özleyen gözlerimde görüntü çiftleşince onun görüntüsü kayboluyor.
Sami Akıncı'nın verdiği “HA GAYRET!” desteğini Kadir Pekgöz sarsmasa bile hafif de olsa silkeledi. Bir süre uyuyamadım. Yarınki konseri, Konservatuvarı, Faik Canselen, Hilmi Girginkoç, Mahir Canova Öğretmenleri sıralarken Süheyla Öğretmen de araya giriverdi. Okulumuza gelen Soprano Rabia Erler'i anımsadım; yoksa Süheyla Öğretmen de opera sanatçısı mı olacak? “Konservatuvara girersem, öğrenimim uzayabilir!” diyordu. İster misin bir gün o da Hilmi Girginkoç Öğretmenle birlikte gelsin? Ürperdim! Neden olduğunu pek düşünemedim ama opera sanatçısı olması olasılığına biraz ters baktım.
18 Aralık 1943 Cumartesi
“Bu mızıkçıların gürültüsünden bıktık!” diyen Rüstem Gündüz için bir çok sıfatlar sıralandı: “Zaloğlu Rüstem'i kızdırmayın yapar, eder” kahkaları içinde kalkıp giyindim. Zaloğlu Rüstem bir kahraman ama gene de fazla bir bilgim yok. Tek ayırdında olduğum bu bir kahraman ama neden tek olarak anılıyor? Yavuz Sultan Selim ya da Şah İsmail gibi ordusundan söz edilmiyor? Belki de Hazreti Ali ya da Hamza gibi teke tek kılıcıyla ün yapmış biridir. Düşündüm ama kimseye soramadım. Bizim Zaloğlu Rüstem kılıç kullanacak boyda biri değil. Gerçi boy olarak benden 10-15 cm uzun ama çok zayıf bedenli. Tek değişmeyen özelliği şakacılığı. Adını bilmedikleri ya da unuttuklarına ENİŞTE demesi kendine özgü bir yaklaşım. Bunu ilk duyan biraz yadırgıyor. Uzun boylu biri bana “ENİŞTE!” dedi diyenleri çok duydum. Bana dedikten sonra söylendiğinde Zaloğlu Rüstem'den söz edildiğini hemen anladım. Enişte'nin “E”sini de “i”gibi söylemesi ilginç. Oysa dili çok düzgün.
Bu sabah bana yardıma Talip Apaydın geldi. Mehmet Ünver, Ekrem Bilgin, Talip Apaydın kendi aralarında öyle karar almışlar; her hafta biri bana yardım edecekmiş. Talip Apaydın oldukça çocuksu bir arkadaş, her söze gülüveriyor. O gülünce bende bir hüzün başlıyor; bu iyi yürekli arkadaş da o mahkeliklerdenmiş; inanamıyorum. Bu çocuk hiç suç işler mi? İki paketi de alıp yürüdü, belli ki beni büyük sayıyor. Aynı sınıfta değilmişiz gibi davranmasını şaştım. Önce bizim Salona gittik, arkadaşlar toplanınca durağa indik. Konserde kimlerden çalınacağı tartışmaları trene dek sürdü. Trene binerken Öztekin Öğretmenin duyurusu tekrarlandı, “Önce Konservatuvarda toplanılacak!” Talip'le beraber oturduk. Talip bir ara cebinden kağıtlar çıkardı, yan gözle baktım şiir okuyor. “Ben de şiir seviyorum!” dedim. Talip hemen yazıp yazmadığımı sordu. Yazmaya başladığımı, ancak Sabahat Kartekin Öğretmenin beni bu hevesten soğuttuğunu söyleyince Talip diretken bir tavır takınıp, benim yanlış düşündüğümü söyledi. “İçinden geliyorsa onu yapmalısın!” dedi. Konservatuvara dek Talip'le birlikte yürüdük.
Faik Canselen Öğretmen bizi karşıladı. Gene üst kattaki alıştığımız odaya girdik. Faik Öğretmen tahtaya okunması zor bir besteci adı yazdı:
-DVORAK=Duvorjak, Antonin Duvorjak! Bize bir kaç kez tekrarlattı. Dvorak yazıp duvorjak okuyacağız. “Jak adını Jean Jacques Rousseau'dan biliyorum. Önüne bir duvar koyunca tamam” dedim. Faik Canselen öğretmen gülerek:
-“Tamam işte İbrahim buldu kolayını” deyip Dvorak'ın ülkesi olan Çekoslovakya müziği üstüne bilgiler verdi. Çeklerin yüz yıllarca Viyana/Avusturya egemenliğinde kalması, onları da müziğe yatkın duruma getirmişmiş. Bir çok Çek besteci kendini Avusturyalı sayıp yurt müziğine sırt çevirmişmiş. Bir başka Çek bestecisi olan Smetana ile Dvorak kendi vatanları olan Çek melodilerini işleyip ulusal müziklerini canlandırmışlar. Smetana'nın operası olan Satılmış Nişanlı şimdilerde Konservatuvar öğrencilerince (öğretmenleriylde birlikte) oynanıyormuş. Bu arada ona bizim gideceğimizi muştuladı. Viyolonsel ya da çello çalgısı üstüne bilgi verdi. Bu günkü proğram:
1. Anton Dvorak Viyolonsel (Çello) Konçertosu,
2. Josef Haydn 100. Senfoni (Militer=Asker Senfonisi)
Faik Canselen Öğretmen, Josef Haydn'ın bilinen 104 senfonisi olduğunu, bunların hepsinin numaralı olduğunu; içlerinden bir çoğunun da ayrıca adı olduğunu, daha önce dinlediğimizin Saat olduğu gibi bunun da Militer, yani asker, asker yürüyüş ya da bandolarını andırdığını anlattıktan sonra, gelecek konserlerde Josef Haydn'ın eserlerinden sık sık konuşacağımızı söyleyip saat 15:00’te burada toplanmak üzere bizi serbest bıraktı.
Talip daha önce gidip görmüş, Ulus'a inince Milli Eğitim Bakanlığı kitaplığına gideceğini, benim de gelmemi istedi, birlikte gittik. kitaplıkta hiç kimse yoktu. Görevli bayan bize çok iyi davrandı, paydosa dek (öğle saat 13:00) oturabileceğimizi söyledi. Kitaplık azıcık karanlık gibi ama yazılar rahat okunabiliyor. Dolaplar dolusu kitap var. Ben önce sözlük baktım. Kalın kalın sözlükler var ama çoğu yabancı dillerin sözlükleri. Zaten sözlükler, ansiklopediler dışarı verilmiyormuş. Talip'le oranın paydosuna dek kitap karıştırdık. Eskiden basılmasına karşın hiç açılmadık kitaplar var. Faik Canselen Öğretmenin sözünü ettiği Musiki Tarihini görünce sevindim. Yönetici bayan açıklama yaptı, burası Bakanlıkta çalışanlar içinmiş, onlar da çoğu kendileri kitaplık kurduğundan buradan ancak çok özel kitapları alıyormuş. Lugat, ansiklopedi bir de eski yazmalar dışında her zaman kitap alabileceğimizi öğrenmiş oldum. Hemen aklıma Fuzuli'nin Türkçe Divanı geldi. Bayan deftere baktı, yeni harflerle baskısının olmadığını, başka divanların olduğunu, istersem onlardan verebileceğini söyledi. Sevindim ama almadım. Musiki Tarihini aldım. Bakanlıktan herkesle birlikte biz de çıktık, tam bahçeye inerken Hamdi Keskin Öğretmenle karşılaştık. Hamdi Keskin Öğretmen bizi her zaman beklediğini söyledi, şapkasını çıkararak selamlayıp ayrıldı. Bu da çok hoşumuza gitti. Talip'i bekleyen arkadaşları varmış, görünce çıkıştılar:
-Nerdesin? Seni arıyoruz!
Talip ayrılınca önce Kızılırmak Kıraathanesine girdim. Kapıdan girince hemen yakında oturan Asım Öğretmenle karşılaştım. O da konsere gelecekmiş. Asım Öğretmen ellerini vurarak çay getirtti. Durup durup sordu:
-Nasıl, memnun musun? Çok memnun olduğumu söyledim. O da memnunmuş. Kepirtepe'yi konuşuk. Bir ara Pesent Öğretmen'den söz açacağını sanır gibi oldum. Açarsa ne diyeceğimi düşünürken Asım Öğretmen burasını bitirince Devlet operasına geçmeyi düşündüğünü söyledi. Oldukça şaşırdım. ama belli etmeden Rabia Erler'in bize özel aryalar söylediğini anlattım. Asım Öğretmen Rabia Erler'in rolü olan operaya gitmiş, çok beğenmiş:
-Çok güzel sesi var, cici bir kız, operaya girersem öyle biriyle evlenip, bol bol arya dinleyeceğim! deyip kahkahayı atınca Pesent Öğretmen adına üzülüp konuyu ortaya getirmekten vazgeçtim. Biz konuşurken Asım Öğretmenin arkadaşları geldi, birlikte görülecek işleri varmış, Asım Öğretmeni alıp götürdüler. Bir süre yalnız oturdum. Kahvede yalnız oturuşumu oldukça garipsedim. Kendi kahvemizde yalnız yalnız nasıl oturduğuma şaştım. Yoksa ben çocukluğumdan beri kahvede oluşumdan bıkkınlık mı duydum? Bıkmışsam bunun da benim için bir kazanç sayılacağını düşünürken, kapıdan bizim arkadaşlar girdi. Talip, Yusuf, Azmi, Ali Kuş, Mehmet Ünver, Muttalip Çardak. Muttalip Çardak bana takıldı:
-Çok bilen, yalnız yalnız ne düşünüyorsun! Duymamış gibi davrandım. Talip, Muttalip'i uyardı:
-Bu senin yaptığın şaka mı kuzum? Herkes senin şakanı kaldırır mı sanıyorsun? Muttalip ona yanıt vermeden geldi sarıldı:
-Ne varmış bunda? Çok bilen bir insana çokbilir denince kızılır mı? diye ortaya söyledikten sonra da bana bakarak tekrarladı. Ben de:
-O kişi gerçekten çok bilen biriyse sorun olmaz, ama değilse iş değişir! deyince Muttalip sevinerek:
-Bakın işte, ben haklı olarak onu demiştim, doğruyu söylemişim! deyince bu kez de ben:
-Unutma ki, “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar!”mış. Muttalip hemen:
-Boş ver onu sen, biz de onuncu köye geçeriz, zaten bizim nerede duracağımız Allah'a kalmış durumda!
Saat yaklaştı deyip yola çıktık. Kızılırmak Kıraathanesi'nden çıkınca sağa dönüp Kurtuluş tarafına yürürken bir tabela ilgimi çekti, “ERLER”yazıyordu. Rabia Erler'i anımsadım, arkadaşlara:
-Bakın, güzel sopranonun mağazası! dedim. Arkadaşlar durup baktılar. Hemen hemen hepsi başka bir olasılığa gerek görmeden:
-Sen onu gözüne kestirip takip ediyorsun! dediler. Dur, sus demeğe kalmadan, kimisi beni kutladı kimisi de boşuna düş kurma, Hilmi Girginkoç'tan onu kurtaramazsın! dediler. Levhayı gösterdiğime pişman oldum. Hem güldüm hem de şaştım; arkadaşlar, Ulus Meydanında koskoca Mağazanın tabelasında belki bir rastlantı olarak bulunan benzer adla bir insanı nasıl bir tutarlar? Yol boyunca onlar benim için şaka da olsa düş kurarken ben de onları yargıladım.
Yolculuğumuz biraz itiş kakışlı oldu ama zamanında Konservatuvara ulaştık. Balkonda yerlerimizi alınca Asım Öğretmeni gözlerim aradı, balkonda yok. Üzüldüm, herhalde arkadaşları onu kandırıp konseri kaçırttılar derken Asım Öğretmen son anda geldi. O oturdu, CUMHURBAŞKANI İSMET İNÖNÜ alkışlarla salona girdi. Arkasından Mesut Cemil çellosuyla geldi, onun ardından da şef Prof. Praetorius değneğini kaldırıp ilk işaretini verdi. Önce orkestra başladı, yavaş bir girişten sonra sesler sertleşir gibi oldu. Kulaklarım gibi gözlerim de viyolonselde. Mesut Cemil adını daha önce duymuş gibiyim ama nereden? Mesut Cemil, bir iki kez çalacak gibi hareket ettiyse de çalmadı. Orkestra önce coşup kesilince bu kez viyolonsel duyuldu. Önce orkestra ile viyolonsel konuşur ya da koşuşur gibi ardarda gelip gittiler. Bir süre sonra viyolonsel iyice coştu. Uzun süre bir yarış edildi. Yer yer viyolonsel egemen oldu. Viyolonselin sesi hoşuma gitti. Durup dururken geçen konserde dinlediğimiz kemanı anımsadım. Onu çok sevmiştim, ancak viyolonsel sesi daha doyurucu gibi gelince keman sesini cılız bulmaya başladım.
Salonda çıt yok. Asım Öğretmeni dinlerken görmek istedim. İçimden bunları düşünürken, viyolonsel yalnız çalmaya başlayınca dikkatimi topladım. Meğer bitmeye yaklaşılmış, az sonra alkışlar başlayınca toparlanıp ben de ellerimi çırpıştırdım.
Josef Haydn'ın senfonisini çok merak etmiştim. Senfonilerine ad vermiş, Geçen defa saat senfonisini dinlemiştik. Pek saatlik bir tarafı yok ama gene de arada büyük bir saatin vuruşu gibi bir ses geldi bitti.
Şef Prof. Ernst Praetorius ellerini kaldırınca senfoni başladı. Aaa, başlar başlamaz gerçekten askerlerin bandosu gibi sesler duyuldu. Gerçi bu sesler ince, gene de asker bandosu gibi insanın yüreğini oynatıyor, bir yandan da insanın yürüyeceği geliyor. Neyse sesler giderek değişti, tempo da ağırlaştı. Karşılıklı konuşur gibi bir süre sesler geldi gitti. Ben gene de baştaki asker bandosunu bekledim. Gene de arada sırada gümgümler oldu. Bir ara bitti sandım, neredeyse alkışlayacaktım, uzaklara giderek bitmiş gibi kaybolan sesler birden canlandı, güm gümler gene başladı, arkasından hızlandı, bulutların rüzgardan gökyüzünde yuvarlanmasını andıran sesler ardarda sanki yuvarlanıyormuş gibi bir birini izlerken senfoni bitti. Güzel çalındığından mı yoksa senfoni mi beğenildi, oldukça çok alkışlandı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Şef Prof. Praetorius çıkınca ayağa kalkmıştı.
Şef Ernest Praetorius
Alkışlar uzayınca bizim tarafa döndü, o da alkışlamaya başladı. Ancak yakınındakilerin ayaklandığını görünce İsmet İnönü de kapıya yürüdü. Bu arada orkestradakiler de ayağa kalktılar. Bizim kuralımız, herkes gittikten sonra çıkmak olduğundan, bir süre oturduk. Asım Öğretmen oturduğumu görünce gülerek sordu:
-Ne o, boş sahneyi mi bekliyorsun? Bunu yüksek sesle söylediğinden arkadaşların ilgisini çekti. Kim o? diyenler oldu. Öğretmenim olduğunu söyleyince bu kez de arkadaşlar, Abdullah ile Kadir'e takıldılar; “Sizin öğretmeniniz değil mi?” Ben de Abdullah'ın çekingenliğinden sokulmadığını, Kadir'inse Kepirtepe'de müzikle hiç ilgilenmediğinden Asım Öğretmenin onu tanımadığını anlattım.
Çıkınca konu, konserden çok Josef Haydn'ın senfonilerine kaydı. “Vay canına. . . adam 100 senfoni yazmış, birer saat olsa 100 saat çalınacak.” Yüz saat, güne dönüştürüldü, “Gece-gündüz dört gün!” “Fazla!” deyip, inceden ince hesaplandı; “104 senfoni, bunun 96'sı dört gün eder”, geri kalan 8'i tartışıldı; “Bir gün etmiyor ama gene de bir günün 1/3'i, az değil. Sonunda birer senfoni besteleyip Josef Haydn'ın senfonilerini 120 çıkarmaya karar verildi. Bizim sınıfın sayısı 14, 120 sayısı tamamlanmıyor. Ben de bu karara katılmayacağımı söyledim; “Josef Haydn 104 senfoni bestelemiş; bu yetmez mi? Yardım edeceksem Ludwig van Beethoven'e ederim, adamcağız senfonilerini 10 bile yapamadan 9'da kalmış. Hiç değilse onun da 10 tanecik senfonisi olur.” Arkadaşlar bu kez de 2. sınıflardan sayı doldurmaya kalkıştılar.
Ulus'a inince ERLER yazılı mağaza önünde duruldu. Alışveriş edenlerin çoğu bayandı. Sanırım orada daha çok bayan gereksinimleri satılıyordu. Böylece Soprano Rabia Erler'le ERLER mağazası özdeşleştirildi. Bunu bütün arkadaşlar yaptı ama onlara göre de ben yapmış oldum. Oysa benim tek yaptığım, Ulus'taki bir mağazanın levhasındaki Erler adını görmekti. Birden kaygılandım; 1941 yılında, böyle şakalaşırken başıma bir Süheyla Öğretmen derdi açıldı, söylentiler kısa zamanda kesildi ama bu kez de ben takılı kalmıştım. Onun izleri sürerken burada da benzer bir durum olursa durulmakta olan düşlerim bir daha karman çorman olur. Bunu düşünerek Hilmi Girginkoç Öğretmeni öne sürüp şakaların uzamamasını önerdim:
-Şakalar uzar, öteki arkadaşların diline düşerse, sonu alınmaz, Hilmi Girginkoç Öğretmenin kulağına dek gider; aralarında ciddi bir ilişki varsa o buna çok gücenir! deyince sözüm etkili oldu.
Trende Kadir buluştuğu İsmet'i anlattı. İsmet avukat olacakmış, daha iki yılı varmış. Kadir:
-İsmet, tembelin teki! deyince şaştım! Neden tembelin teki olsun? Kadir; “Yıllardır okuyor, bir türlü bitiremedi!” deyince yanıldığını söyleyip yılları saydım. 1934 yılında İsmet'le ben 4. sınıftaydık. İsmet de benim gibi 1935 yılında İlkokulu bitirdi. 3 yıl orta, 3 yıl da lisede okudu. Böylece o 1941 yılında yüksek okula başlamış oluyor, bu yıl bitireceğine göre demek hiç yıl kayıbı yok. Avukat olması için ayrıca bir ön çalışması olabilir!
Biz konuşurken Öztekin Öğretmen yanımıza geldi, konseri sordu, çok beğendiğimizi söyledik.
Nedense trenimiz bu kez biraz gecikmeli geldi. O nedenle yemeklerimizi soğuk yedik. Konser günlerinin akşam yemekleri için de para verilmesini konuşurken Fahri Yücel; “Bunu, Tahir Baba'ya kabul ettiremeyiz!” dedi. Tahir Baba dediği, okulun para işlerine bakan md. Yardımcısı. “O da bir öğretmen, yukardan emir verilince nasıl karşı koyacak?” deyince; Fahri Yücel aklınca savunmasını yaparken Tahir Erdem için gene “Tahir Baba!” deyince güldüm. Arkadaş, gülüşümden alınıp tartışmayı başka alana kaydırmaya kalkışınca, sözünü kesip söz konusu kişinin bir adı, bir soyadı varken neden BABA dediğinin açıklanmasını istedim. Onlar Çifteler’de öyle diyormuş. Tartışma ilerleyince, orasının Çifteler, burasının Hasanoğlan olduğunu anlattıktan sonra insanların birer babası olduğunu, onların yerine yapay babaların konmasının anlamsız olduğunu, bunun sakıncalarını sıraladım. Örneğin köylerde bu tür ciddiyetsizliğin sürmesinden dilimizdeki güzel sözlerin hep çarpıtıldığını, babanın buba, çocuğun çöcük, ağabeyin aga, İbrahim'in ibram, Salih'in Sali olduğunu sıraladım. Böyle bir alışkanlık alınıp yaygınlaşırsa okullarda çocuklara konuşulan sözlerin doğru öğretilmesi iyice zorlaşacağını, yapay anne babalar gibi dedelerin de çoğalacağını söyledim. Arkadaşlar güldüler. Ben de geçen dersteki Binbaşı Nuri Teoman'ın bizden beklediklerini tekrarladım. Öteki arkadaşlar beni haklı buldular, ancak burada yaygın bir baba deme olayı olduğunu, örneğin bizim Eğitimbaşımız Tahsin Türkay'ın kendisine BABA denmesinden hoşlandığını eklediler. Ben de daha ileriye giderek:
-İyi öyleyse, kendisine baba dedirtsin, kendisi öğrenciye talebe, öğretmene muallim desin sonra da geçsin karşımıza Atatürk'ün Nutku'nu, Gençliğe Hitabesi'ni okuyun! desin! Buna inanılmaz dahası katlanılmaz işte! dedim. Tüm yemekhane boşalmıştı. Bizi oturur gören Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca geldi. O gelince benim sözlerimi ona aktardılar. Hüseyin Atmaca hiç duraksamadan benim elimi tutup sıktı:
-Tıpkı senin gibi düşünüyorum, bu tür laubalilikleri Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'a duyurmaya kararlıyım! Masada kısa bir sessizlik oldu. Kalkınca Fahri Yücel koluma girdi:
-Karşı gibi duruyorsam da düşünce olarak seninleyim, yanlış anlama, ben işleri şakaya çevirerek gönül eğliyorum, görünüşüme bakıp rahat olduğumu sanma; beni de rahatsız eden çok şey var. Kitaplığın önünde ayrıldık. Kepirtepeli arkadaşlar Sami Akıncı'nın yanında toplanmıştı. Mehmet Yücel'den mektup gelmiş, Mehmet Yücel, Namık Ergin Öğretmenin yardımcısı olmuş, Kerpirtepe'deki inşaat işlerini bundan böyle o yönetecekmiş. Arkadaşlar kırılasıya güldüler. Ben gülemedim, üzüldüğümü söyledim, İsmail Hakkı Tonguç'un müdürümüz Nejat İdil'e yazdığı mektubu anımsattım; Nereden nereye? Bizim her hangi birimiz değil hepimiz Kepirtepeyi yeşerten Nejat İdil'in yerini dolduramayız. Dileyelim Mehmet Yücel arkadaşımız orasını mesken edip sahip çıksın. Arkadaşlar dileğime candan katıldılar, ortak mektup yazmaya karar verdiler. Mektubu Yusuf Asıl hazırlayacak, hepimiz bir köşesinde dileklerimizi duyuracağız.
Yatınca yorgun gibiydim, Eğitimbaşı için söylediklerim kendisine iletilir mi? İletilirse ne olur? İnandırıcı bir savunma yapamadan uyumuşum.
19 Aralık 1943 Pazar
Her taraf kar ama esinti yok, hava durgun. Böyle havaları sıcak sayıyoruz. Bugün bir süre akordiyon çalışacağım. Robert SCHUMANN'ın Rüya ya da Hülya parçasını akordiyonda ezberlemeyi düşünüyorum. Ezberleyince piyanoda rahat çalıyorum. Arkadaşlar toplanmadan salondaki Bechstein'da bir süre çalıştım. Akordiyonu alıp bodruma indim. Ipılık geldi, uzun süre çalıştım. Şimdiye dek bunu yapmadığıma üzüldüm. Talip duymuş geldi sordu:
-Ben de inebilir miyim? “Okulun bodrum katı, bana ne soruyorsun? İnersen ben de memnun olurum. Akordiyon sesi seni rahatsız etmezse gel!” dedim. Benden biraz sonra o da geldi, bir kenara çekildi, uzun bir süre çalıştı, ayrıldı. Ayrılırken de bana teşekkür ederek:
-Sen geldikçe ben de geleyim, keman sesleri arasında çalışmak dikkat istiyor, o dikkat toplamak beni çabuk yoruyor! dedi. Ben öğle yemeğine dek çalıştım.
Yemekten hemen sonra bir grup hemen banyoya gitme kararı almışlar, Kızılçullu grubu, Halil Dere, Kemal Karadeniz, Faik Demir, Zekeriya Kayhan. Halil Dere bana duyurdu. Onu konsere götürdüğüm için bana karşılık veriyormuş; “Konsere karşı banyo!” Arkadaşlar gülüyor. “Bu işte hangimiz kârlı?” diye sordum. Zekeriya Kayhan yanıtladı:
-Nitçesin kârı, zararı, arkadaş bunu bulmuş ancak; başka konser yok ki alsın oraya götürsün! Benden önce ötekiler yanıtladı:
-Hep konser olacak değil ya, Ankara'da gidilecek başka yerler de var! Arkasından da kıkırdaşmalar falan. Aldırmadan dinledim. Ankara’nın başka gidilecek yerleri sıralandı. Önce sinemalar sayıldı. “Başka başka?” soruları sürünce iş geneleve gidip dayandı. Meğer onların baştan beri söylemek istediği buymuş. Halil Dere çocukmuş, gidemezmiş, yanında bir ağabey olmalıymış. Sataşmaların Halil Dere'ye olduğunu anladım. Ciddi ciddi de konserlere ya davetiye ya da paralı, biletle girildiğini anımsattım. Halil Dere'nin bu nedenle benimle olduğunu belirtmeye çalıştım. Bu biraz da arkadaşlığımızı sorgulayanlara bir yanıttı. Konsere gelmek isteyenler her zaman bize katılabilirler. Köye girerken konuyu değiştirip, Hasanoğlan'a ilk gelişimizi, Sili Usta ile o tepelerde dolaşışımızı anlattım. 8 ay boyunca yemek yediğimiz ağaçların altını gösterince arkadaşlar inanmadı.
-Yağmur yağmadı? Soğuk olmadı mı? 7 Aralıkta ayrıldığımızı söyleyince durarak yüzüme baktılar:
-Sahi mi söylüyorsun sen bunları? Halil Dere parmak hesabı yaptı; “Bundan 11-12 gün önce, vay be, hem de çadırda yatma!” “Ya, hem çadırda yatıldı hem de bu ağaçlar altında yemek yendi. Şimdi geldiğimiz yolu da günde dört kez yürüdük.” Faik Demir elini şıklatarak:
-Şimdi anladım, Kepirli kardeşlerimizin neden sere serpe büyüyemediklerini; fakirler besinsiz kalmışlar, belli! dedi. Bunda bir gerçek payı vardı. Biz Kepirtepeli 16 arkadaşız. Bu 16 arkadaşın 10'unun boyu şimdiki sınıfımızın en küçük boylu 14 arkadaşın 10'udur. Öteki 4 arkadaşın biri bayan, diğer üçü, ikisi Kızılçullu biri de Çiftelerli. Kızılçullu'dan Hasan Gülel, Mestan Yapıcı (Küçük Hasan), Çiftdelerden de Niyazi Kayhan.
İyi ki arkadaşlara uymuşum, birden kalabalıklaştı. Çıkınca hızla okula döndük. Bir süre kitaplıkta oturduk. Ödev bahane edip Müzik salonuna indim.
Akşam yemeğinde Faik Canselen Öğretmenin geldiği söylendi. Bunu bilse bilse Başkan Hüseyin Atmaca bilir deyip gözetlemeye başladım. Kesinlikle o yemeklerde ortalıkta görünür. Masamıza yaklaşınca tam soracaktım; benden önce davranarak:
-Senin öğretmenin yalnız geldi! deyince sormama gerek kalmadı. Yemeğimi bitirir bitirmez Müzik Salonuna koştum. Sobayı oldurup piyanoya oturdum. Biliyorum öğretmen akşamları ders yapmaz ama piyano başında görmesini isterim. Arkadaşlardan da gelenler oldu. Yukardaki salon açılalı arkadaşların bir bölümü orada vakit geçiriyor. Az sonra Mehmet Öztekin Öğretmenle Faik Canselen Öğretmen geldi. Faik Canselen Öğretmene geçen hafta, Malik Aksel Öğretmenin “Bir resim Sergisinden Tablolar” konusundaki bilgisini aktarmıştık. Faik Öğretmen onu unutmamış, gelir gelmez gülerek:
-Malik Öğretmenin sergisini biz de bu gece piyanoyla gezelim! dedi. Bunun, “Bu gece Plak dinleme programı uygulansın!” anlamına geldiğini düşünerek:
-Arkadaşları çağıralım! deyince Öztekin Öğretmen başını atarak:
-Buradakilerin katılması yeter, bu gece de “Biz bize!” dinlemiş oluruz! Öztekin Öğretmen öyle deyince plakları çıkardım, zaten dört plak, öğretmenler fazla kalmayacak! diye düşünerek hazırlığımı yaptım.
Faik Öğretmen önce Mussorgsky üstüne bir açıklama yaptı, kişiliğini, müzik anlayışını, yapıtlarının genel karakterini belirtip beste türlerini sıraladı, Rus Beşleri arasındaki yerini belirtti. Plakları koyunca da hiç konuşmadı. 4. plaktan sonra bu tür başka bestelerin de olduğunu, örneğin Fransız Besteci Camille Saint Saens’ın Hayvanlar Karnavalını, Tchaikovsky'nin Fındıkkıran Süitini örnek olarak söyledi. Öğretmenler fazla kalmadan gitti. Onlar gidince arkadaşlardan plak listelerini görmek isteyenler oldu, yat ziline dek oyalandık.
Yatınca gene aklıma gereksiz sorular takıldı:
-Faik Öğretmen neden bu gece o plâkları çaldırdı? Malik Öğretmenin bildiklerini ben de biliyorum! demek için mi? Böyle düşündüm ama Faik Öğretmene bu tür hileli düşünceleri yakıştıramadığımı kendime söyleyerek aklımı Satılmış Aslantaş'ın Ankara kızlarına çevirdim. Benim Süheyla Öğretmenim de Ankara kızları içinde. Giderek Süheyla Öğretmenin konservatuvarda olmadığını düşünmeye başladım. Abdullah Erçetin de geçen gün, bu konuda hiç konuşmuş olmamamıza karşın durup dururken, Süheyla Öğretmenden söz etmişti:
-Hani konservatuvarda diyordular, olsa görmez miydik? Ben dikkatsizim, gelir geçerim ama sen tanırdın görsen…” Ne tanıması? Hiç unutmadım ki? diyemedim, demiyorum.
20 Aralık 1943 Pazartesi
Yemek masasındaki konuşmalarından daha yakından tanıdığım Abdullah Ön birisiyle konuşarak yan taraftan geçti:
-Sesi güzel ama onun sesi opera sesi, opera başka türkü başka! Anladığım kadarıyla Hilmi Girginkoç Öğretmenden söz ediliyordu. Bu ayrılık yani türkü başka opera başka ne demek? Don Giovanni operasını dinledik. baştan sona şarkı söyleniyordu; şarkı, türkü aynı şey değil mi? Okulda söylenirse şarkı, aşktan maşktan söz edilip biraz da uzatılırsa türkü olmaz mı? Biliyorum türküler akordiyonla zor çalınıyor ama insan sesi söz konusu, Hilmi Girginkoç öğretmen neden türkü söylemesin? Aklım buna takıldı. Brahms'ın Ninnisi, öteki Barcarol'un, Liedin türküden farkı ne? Bunları düşünerek kahvaltıya gittim. Abdullah Ön benden sonra geldi, gelir gelmez de Mehmet Yelaldı ile tartışmaları varmış onu sürdürdüler. Keman yayı çekilirken sağ kolun, sağ omuzun alacağı şekiller. İkisi de durup durup omuzlarını oynatarak birbirlerinin taklidini yaptılar. Meğer Abdullah Ön bağlama da çalarmış, bunu da öğrendim. Ancak o “Çaldığım maldığım yok arada bir elime alıp, tımbırdatıyorum!”
Pazartesi bizim bölümün en önemli günü, Bölüm Başı erkenden gelir O nedenle ben kahvaltıdan kalkar kalkmaz salona koşuyorum. En önemli işim de sobanın yanması. Nöbetçiler akşamdan dolduruyor ama yakma görevi bizim, daha çok da benim. Öğretmen ağzını iyice alıştırdı:
-İbrahim! Ben de alışmış durumdayım, adım söylensin diye bekler durumdayım neredeyse! Öğretmenler geldi, Faik Canselen Öğretmenin dersi daha sonra olduğundan o yukarda kalmış. Yukarısı dediğim yeni açılan Öğretmenler Evi. Yemekhane yakınındaki bir bölümü öğretmenlere ayırmışlar.
Mahir Öğretmen 2. sınıflarla küçük salona geçti.
Biz önce bildiğimizi sandığımız marşları tahtaya sıradık; Ankara, Dumlupınar, Mülkiye, Gençlik, 10. Yıl. Biz başka marşlar soruştururken öğretmen Faik Öğretmenin marşını sordu. Faik Öğretmenin marşı olduğunu duyduk ama bilmiyorduk. Hilmi Girginkoç Öğretmen:
-Aaa, aaaa, aaaaaaa! Çekip tebeşiri alıp tahtaya yazdı. Bize de:
-Marşların en güzeli burnunuzun dibindeymiş ama haberiniz yok! deyip önce az sesle söyledi. Sonra geçip piyanoda çaldı. Gerçekten güzel bir marşmış. Abdullah Erçetin başta olmak üzere arkadaşların çoğu hemen kaptı. Az ara verip öteki marşları tekraraladık. Bu arada Faik Canselen Öğretmen de geldi. Hilmi Girginkoç Öğretmen ricada bulundu. Faik Öğretmen piyanoya geçerek tekrar tekrar çaldı. Böylece bir ders içinde Faik Canselen Öğretmenin İleri Marşını öğrenmiş olduk. Hilmi Girginkoç Öğretmen bir de güzel konuşma yaparak bizi onurlandırdı. Özet olarak bize:
-“Siz sınırsız olarak burada kalıp şarkı söyleyip saz çalmayacaksınız. Yurdumuzun ücra köşeleri sizi özlemle bekliyor. Oralara giderken kös kös gideceğinize bu marşı söylerseniz ayaklarınız sizi daha severek gideceğiniz yerlere götürür. “Yürü, bu yol şeref, zafer yolu!” dendiğinde hangi ayak üstündeki yükü severek taşımaz!” deyip güldü. Bu söz de bizi kıvandırdı. Hep bir ağızdan İleri Marşını bir daha söyledik. Faik Canselen Öğretmenin gözlerinden yaş aktığını gördük. Mehmet Öztekin Öğretmen alkışladı, sanırım Faik Öğretmenin gözündeki yaşları gördü:
-İşte çocuklar, sanatın, sanatçının kaderi çalışmak, mükafatı da budur. Bu da ne para ne de pulla alınır. Bu bir gönül işidir. Mahir Canova Öğretmenle 2. sınıflar geldi. 2. sınıflar marşı biliyormuş, bir de onlarla söyledik.
Az sonra 2. sınıflar gene Küçük Salona geçti, biz Mahir Canova Öğretmenle tiyatro dersini sürdürdük. Geçen derste rol hazırlamamızı söylemişti, arkadaşlar anımsattı. Öğretmen, unutmadığını söyledi ama üstünde durmadı, Çin -Japon tiyatroları arasındaki farkı önce sordu, sonra kendisi anlattı. Daha çok günümüz tiyatrolarının ortak gereksinimlerini sıraladı. Çoğunu yeni duyduğumuz adların oluşturduğu, öğretmenin Tiyatro Literatürü dediği sözler tahtaya yazıldı. Sahne, perde, rejisör, aktör, suflör, dublör, monolog, prolog, epilog, dramaturg, rol, jest, mimik, ses, ton, set, komedi, trajedi, dram, test, teksir, tirad sözleri tekrarlandı.
Sanırım arkadaşların konuşmalarında kusurlar buldu. Önce sordu:
-Konuşurken söyleyeceğiniz sözleri seçip, doğru sözlediğinizi düşünüyor musunuz? Düşündüğünüzü, söyledikten sonra doğru söyleyip söylemediğinizi gözden geçiriyor musunuz? diye sordu. Sordukları, yaptıklarını söylediler. Tekrarlar yaptırdı. Yapanlar hiç olumlu bir tekrar yapamadı. Öğretmen bu kez bir kitap verdi, kitaptan sayfalar okuttu. Kitabın adı, Pellas ile Melisand. Okuyanlar adları söylerken durakladılar. Kimi cümleler de çapraşık geldi. Bu kez de öğretmen okuma tekniklerinden söz etti. Kendisi okudu. Kendisi çok güzel okudu, dediğini rahat yaptı. Sonra da Tiyatro dilinden söz etti. Tiyatro yapanların yapmak zorunda olduğu doğru, güzel konuşmanın önce dikkatlı okumaktan geçtiğini anlattı. Hepimizin birer tiyatro kitabı okumamızı önerdi. Okuduğumuz kitaptan kısa bir bölümü gelecek derslerde konuşur gibi okuyacağız.
Zil çaldığında oldukça durgun karşılıklı bakıştık. “Dersler ya da öğretmenler bize tahterevalli oynatıyor, biri yükseltirse öteki hemen indiriyor!” türü konuşmalar arasında yemeğe gittik.
Yemekte 2. sınıflar Mahir Canova Öğretmenden söz açtı, yedik, içtik hep o konuşuldu. Bu duruma göre öğretmen bizim derste değişmiş olacak. Bunun nedenini düşündüm. Fazla düşünmeye gerek kalmadı, ders güzel güzel giderken anlamsız sorular soruldu. Öğretmenin “Oku” dediği arkadaşlar, dikkatsiz okudu. Öyle ki biri iki sayfa birden çevirmiş, dalgın dalgın okurken öğretmen durdurdu. “Hep birlikte yola çıktık!” sözünden sonra “24 saattir uyuyorum” deyince öğretmen dikkatli baktı. Durdurmasa arkadaş atlayıp gidecekti. Öğretmen önce “Dikkat!” dedi sonra da dikkatin ne olduğunu anlattı. Oysa biz iki üç gün önce psikoloji dersinde dikkati konuşmuş, ne olduğunu öğrenmek üzere ödev almıştık.
Bunları düşünerek, konuşmalara dalmadan Müzik Salonuna döndüm. İyi ki gitmişim az sonra Faik Öğretmen geldi, gelir gelmez de gülerek:
-Bugün erken başlayalım deyip piyano başına oturdu. Bu kez de ben şaşırdım. Bizim piyano dersimiz 2 saat sonra, şimdi armoni dersimiz var. Faik Öğretmen şaşkınlığımı anladı; “Gel sen, Öztekin Bey gelince bırakırız!” uyarısında bulundu. Önce numarasız etütleri çaldım, çok beğendi. Mozart parçasını çaldım. Öğretmen önce susar gibi durdu, sonra da:
-Çalışmışsın belli ama Mozart çok duygulu çalınmak ister. Mozart'ın özelliği budur, duygulu, yumuşak! Kendisi bir daha çaldı. Öztekin Öğretmen gelince Faik Öğretmen kalktı. Mahir Öğretmenle Hilmi Girginkoç Öğretmen de geldi. Meğer onlar, treni beklemeden Ankara'dan gelen bir otomobille döneceklermiş. Faik Öğretmen bana; “O parçayı iyi pişir, zamanın olursa Mozart'ın ondan sonra gelen parçasını hazırla!” dedi.
Hazırla dediği parça Don Giovanni Operasından alınma parçaydı, buna çok sevindim. Biliyorum zor ama gene de çaldığım kadarıyla da olsa sevineceğim. “Faik Canselen Öğretmen istediği kadar duygulu desin, ben de yapabildiğimle yetinirim!” deyip çalışmamı sürdürürüm.
Öğretmenler gidince Öztekin Öğretmen kemancıları toplu çalışmaya aldı. Bu arada “Yılbaşı yaklaşıyor, Yılbaşında okulumuza konuklar gelecekmiş, onlara bir konser gösterisi yaparız'!” deyip arkadaşları uyardı. Ben metodumu alıp çıkarken öğretmen bana da:
-Sen de bir iki parça hazırla! dedi. Birden sevindim, sanki çalmış gibi gururlanarak alt odaya inip Beethoven'in, Mozart'ın bir de (Leo Norden) Hansel und Gretel-Polka'yı hazırlamaya başladım. İlk ikisini, duyarlı duyarsız da olsa Faik Öğretmen beğenmişti. Hansel und Gretel-Polka'yı hiç dinlemedi. Oysa onu ben daha Kepirtepe'de Asım Öğretmen çalışırken ezberlemiştim. Ezberlediğim bir parçanın sesleri kulağımda olunca o parçayı çok çabuk çıkarıyorum. Faik Öğretmenin “Öteki Mozart” dediği Don Giovanni aryasını bıraktım. Polka kısa ama tekrarlayarak uzatabilirim. Bugün 20 Aralık, yılbaşına 10 gün var, “Bu on günde ben Polka gibi bir parça daha hallederim!” deyip çalışmaya koyuldum. Böyle istekle çalışırken zamanın geçtiğini pek anlamıyorum. Abdullah Erçetin geldi, saati sordu. Saate baksın diye kolumu ona uzattım. Abdullah güldü:
-Ben saati senin için sordum, sen yemeğe gitmiyor musun? Meğer arkadaşlar hep gitmiş, Abdullah beni görmeyince aşağıya inmiş. Yoksa yemekten kalacakmışım. Koşuşarak yemeğe ulaştık. Bizim masadakiler de Yılbaşı konserini konuşuyordu. Haberim yokmuş gibi onları dinledim. Onlar grup oldukları için tek tek sorunları yok, bir birlerine takılıyorlar. Orhan dayı elinden düşürürse, Yelaldı, susta çalarsa v. b. diyerek kahkahaları atıyorlar. Ne parçaları çalacaklarını sordum. Ona da:
-Öğretmen seçecek! yanıtını verdiler. İçimden “Ben, onlardan çok öndeyim!” deyip gururlandım.
Yarınki derslerden Psikoloji için bir kaygım yok, ödevim hazır. Ödevimin kapsadığı oldukça geniş bir bilgi alanı üstüne üçbeş söz söyleyebilirim. Geçen ders Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen gelmemişti. “Ne konuşmuştuk?” diye soru sorabilir. Çok şey konuştuk ama aklımda kalan pek bir şey yok. Karaağaçlar Altında büyük bir rezalet oluyor, kitap o rezaleti anlatıyor mu derim? Köyde, bizim kahvede konuşsam belki derim ama burada bu kabadayılık geçmez. Çıkardığım özet içinde kalmak üzere gene de bir kaç cümle söylerim.
Kitaplıkta bizim Kepirlilerden bir grup, beni görnce çağırdılar. Konuları Kepirtepe. Hem de bu kez düpe düz oradaki kızlar. Sami Akıncı'nın hiç katılmadığı konu. Bu kez de o sorular soruyor. Benden önce aramızdan oraya dönen Mehmet Yücel'in oradan bir kızla evleneceği varsayımından konuya girmişler. Sonra da kiminle neden evlenir ya da onunla evlenmezse neden evlenmez? Benim de hoşlanacağım bir konu ama ya Röslein üstünde dururlarsa ne diyeceğim? Şaka da olsa onu bir başkasına bırakmaya gönlüm razı olacak mı? Neyse ki, Röslein konuşulmuş geçmiş. Ondan sonraki sınıf kızları konuşuluyordu. Söze karışmadım ama dinledim. Belli ki Sami çalışmaktan yorulmuş, azıcık neşelenmek istiyor. Yatmaya yakın öteki salondan kalabalık bir grup bağıra çağıra geldi de bizim konuşmalar kesildi. Onlarınki daha önemliymiş. Yılbaşı gecesi burası konuklara ayrılacakmış. Nereye ne konacakmış? Ya da ne nereye konmalıymış? Bu ara sorular:
-O gece biz nerede olacağız? Başkan Hüseyin Atmaca açıkladı:
-Öğrencilerle ilgili bölüm için daha karar alınmadı. Ancak öğrencilerin de katılması kesin; yer durumu da yakında kesinleşecek. Hemen yanıtlar verildi:
-Durum anlaşılmışır, ya Orta Bölümün eğlencesine katılmak ya da yataklarda yatmak!
Gelecek konuklara piyanoda parça çalma hevesi içinde gelmiştim, buradaki konuşmaları duyunca piyano uçtu gitti, tıpkı eski yıllardan birini yaşıyormuşcasına sanki bu yılbaşını da yatakta geçiriyormuşum gibi üzgün üzgün yatağım girdim. İyi ki girdim yatağım beni hemen uyardı:
-Sen o konuşmalara bakma, sabah sevinçle kalk Mozart'ı daha duygulu çalmaya çalış. Gelecek konuklar olduğuna göre bu Yılbaşı ötekilerden kesinlikle farklı olacak! İçimden gelen bu ses öteki sesleri sildi attı. Karşıdaki Elma Dağlarının uzaktan örünen kar aydınlığının temiz beyazı gibi bir sonsuz aydıklık karşıma çıktı. Nedir? Ne oluyor? demeden kendimi bırakınca sesler de uzaklaştı gitti.
21 Aralık 1943 Salı
Birisi oldukça yüksek sesle:
-Bilin bakalım bugün ne olacak?Yanıtlar verildi:
-Tahsin Baba konuşma yapacak!
-Para dağıtılacak!
-İnşaatta çalışılacak!
-Katır yavru doğucak!
-Horoz yumurtlayacak!
-Karlar eriyecek!
Bilemediniz, gecelerin uzaması duracak! Aaaa, sahi! Sesleri arasında bir “Çüşşşşş, şimdi sırası mı?” Geceler uzamazsa o zaman da gündüzler uzaya cak, gece-gündüz arasında geçen bir olay, bundan bana ne? Buna karşı çıkanlar:
-Bizim için önemli, gündüzler gecelerden daha yararlı, gece sevenler, haydi bodrum katlarına! Sizi yarasalar sizi!!!
Baktım, Halil Dere de araya söz katıyor. “Hayrola!” diyecek oldum, öfkeli öfkeli konuştu:
-Amaçları kavga çıkarmak! Anlamadım ama sabırla dinleyip anlamaya çalıştım. Kim, kiminle kavga çıkarmaya çalışıyor? Kahvaltıya giderken Halil Dere :
-En dipte Çifteler grubundan iki, kartaloz yatıyor. (Kartaloz dediği, oldukça yaşlı 2 Çiftelerli 2. sınıf öğrencisi) Dikkat ettim, tüm tartışmaları onlar başlatıyor. Öyle kurnazlar ki, söyleyeceklerini ortaya söylemiyorlar. Sözde ikisi aralarında konuşuyormuş gibi, herkesi ilgilendiren bir konuda, biri öbürüne sorarak ortaya getiriyorlar. İşte bir örnek: “Duydun mu? Yılbaşı gecesi içki serbest olacakmış!” Öteki hemen: “Yapma yahu? O nasıl olacak öyle?” Tamam, onlar bundan sonra tınmıyorlar. Kimse de gidip onlardan sormuyor: “Bu sözü sen nereden duydun?” Bu yapılsa onların fesadı ortaya çıkacak!
Anlamadım, bu sabah bağıran onların yüzünden olamaz, çünkü doğrudan “Bugün ne olacak?” gibi bir soru sormuştu. Halil Dere gülerek:
-Tam üstüne bastın, bu onlara bir karşılıktı. Bir uyarı ya da tehdit: “Bugün birilerinin hesabı görülecek! Çünkü onları izleyenler var, tam suç üstü yakalayıp dövecekler.”
Halil Dere'nin anlattığına inanasım gelmedi. Söylediği iki kişiyi biliyorum, biri geçenlerde bana da, daha doğrusu bizim Kepirtepelilerin tümü birden sataşır gibi konuştu ama onun için kavga edilir mi bilmem! Daha doğrusu bu tür sataşmalar kavgayla ortadan kalkar mı yoksa daha mı ilerler? Bunu iyi kestirmek gerekir. Halil Dere de kavgadan yana değil, o da başkalarının niyetlerini söylüyor, biliyorum. Ne var ki böyle düşünenelerin arasındayız; önemli olan işin burası.
Kahvaltıda Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenden söz edildi bir ressam, bir mimar kardeşi varmış, Fransa'da çok kalmış, iyi Fransızca biliyormuş. Talim Terbiye Üyeliğinden başka Tercüme Bürosunda da çalışıyormuş. Onun da çıkacak kitapları varmış. Bizim kitaplığı kurduran da oymuş. Tercüme Bürosu'nun çıkan kitapları önce bizim kitaplığa geliyormuş. Ben de buna takıldım:
-Neden bizim kitaplığa öncelik verilsin? Biz bunları konuşurken birisi selam verip geçti. Orhan Doğan da, “Günaydın Musa Emmi!” diye yanıtladı. Emmi sözünün anlamını geçen yıllar Hasanoğlan'a geldiğimizde öğrenmiştim. Ancak Musa Emmi'nin Halil Dere'nin söylediği iki kişiden biri olduğunu öğrenince pek sevgiyle bakamadım. Orhan Doğan, Musa Emmisinin Konyalı olduğunu, öteki Konyalılar gibi Konya'yı sevdiğini anlattı.
Sabahattin Öğretmenin tembihlediği gibi gene kitaplıkta kaldık, öğretmenin gelişini koridora indiğinde karşıdan görenler var, onları uyarılarıyla kendimize çeki düzen verip karşıladık. Sabahattin Öğretmen yeni giysi giymiş. Besbelli, gömleği, kravatı da yeni. İlk sözü:
-Yeriniz küçük size dar geliyor ama, zaman zaman sizi kitap okumak üzere özgür bırakacağım, o zaman işimizi kolaylaştıracağı için buna katlanmayı yeğledim! “Sağ olun” sesleri yükseldi. Sabahattin Öğretmen bu kez gene elindeki kağıtlardan birini seçerek gülümsedi, arkasından da “Lebiderya nedir bilir misiniz?” diye sordu. Parmaklar kalktı. Hasan Özden, Süleyman Karagöz, Mustafa Parlar, Sami Akıncı, Ekrem Bilgin, Hasan Gülün, Mehmet Gönül parmak kaldırdı. Öğretmen pek bakmadan:
-Biriniz söylesin! deyince bir iki söz birden “Çok, Ağzına kadar dolu, İstediğin kadar!” sözleri söylendi. Sabahattin Öğretmen:
-“İşte size bir karşılık: İstediğin kadar al ya da var! Biz de Montaigne için öyle diyelim: “İstediğin kadar övüt, ders alacak denemeler!” deyip kağıdı en yakınındaki Niyazi Kayhan'a verdi. Niyazi Kayhan böyle bir şey beklemediği için önce duraksayıp:
-Ben mi okuyayım? diye sordu. Öğretmen başıyla “Sen!” işareti verince Niyazi, sanki daha önce bir kaç kez okumuşgibi yüksek sesle okudu:,
Bilge ve Düşünce:
Öğrenimden kazancımız daha iyi ve daha olmaktır. EPİHARMUS(*) der ki, insan düşünce ile görür ve duyar; her şeyden yararlanan her şeyi düzene sokan, başa geçip yöneten düşüncedir. Geri kalan her şey kör, sağır ve cansızdır. Şu kesindir ki, çocuğa kendiliğinden bir şey yapma özgürlüğünü vermemekle onu korkak bir köle durumuna sokuyoruz. Retorika ve gramer üstüne, Çiçero'nun şu ya da bu cümlesi üstüne öğrencinin ne düşündüğünü kim sormuştur? Bunları Tanrı sözü gibi belleğimize basmakalıp yapıştırırlar; harfler ve sözcükler, anlatılan şeyin kendisi haline girer. Ezber bilmek, bilmek değildir; belleğimize emanet edilen her şeyi saklamaktır. İnsan, kendiliğinden bildiği her şeyi ustasına bakmadan, kitaptaki yerini aramadan, istediği gibi kullanır. Tamamiyle kitaptan bir bilgi ne sıkıcı bilgidir. Böyle bir bilgi süs olarak kullanılsın. Ama temel olarak değil.
Nitekim Platon, gerçek felsefenin sağlam irade, inaç ve dürüstlük, amaçları başka olan öteki bilimlerinse sadece süs olduğunu söyler.”
(*) Epiharmus, Pythagoras felsefe okuluna bağlı bir filozof.
Niyazi bitirince öğretmen teşekkür etti. Ardından da:
-Okuyan, dinleyen kadar okunanı, sıcağı sıcağına kavrayıp açıklamakta zorlanır. Bu görüşe katılarak sana sormayacağım. Dur bakalım, önce dinleyenleri dinleyelim! diyerek Niyazi'yi oturttu.
Öğretmen bir süre baktıktan sonra önce “Platon kimdir?” diye sordu. Neredeyse dersliktekilerin tümü el kaldırdı. Öğretmen gülümsedi. Platon'dan okuyanlar?” deyince dört parmak kalktı. Öğretmen gene gülümsedi. Arkasından da :
-Platon için talihsiz bir durum, hem tanınıyor hem de okunmuyor. Bilindiği için mi okunmuyor? Platon için küçültücü bir sonuç, bundan incinmiş olmalı. Bir topluluğun tüme yakını tarfından okunmadan anlaşılması salt Platon için değil Platon'u tanıyan, tanımak için demir leblebi örneği o Platon felsefesiyle didişenler için de yorum gerektiren bir sonuçtur. O bunu duysaydı en güvendiği, yorumuna saygı duyduğu öğretmeni Sokrates'e sorardı.
Öğretmen gene gözlerini üstümüzde gezdirdikten sonra, Sokrates'i sordu:
-Sokrates, Sokrates diyoruz ama, bakalım o kimmiş? deyince sınıfın yarıdan çoğu parmak kaldırdı. Bu kez de Sokrates'ten kitap okuyup okumadığımızı sordu. Üç ya da dört parmak kalktı. Parmak kaldıranlardan biri de bendim. En yakınında olduğum için olacak bana işaret edince, ben:
-Sokrates'in kitabı yoktur, ancak Platon, onun adını anarak ününü yaygınlaştırmıştır. Gerçekte yaşayıp yaşamadığı bile kesin değildir! deyince Sabahattin Öğretmen:
-Alın işte bir başka sorun, çık çıkabilirsen işin içinden! deyip ellerini önce bir şaplattı sonra da birleştirip çenesi altında tutarak bir süre baktı. Ancak yüzünde asılıp kasılma yoktu, daha çok gülümser gibi yumuşama seziliyordu. Oturduğu yerden Sokrates'in yaşadığını, tarih kitaplarında heykellerinin bulunduğunu söylenler oldu. Öğretmen elini kaldırarak mırıltı edenleri susturmak için önce Sokrates'in yaşadığı savının tüm dünyaca benimsendiğini, ancak, arkadaşımızın dediği gibi, kendi savunması olan kitabı bile Platon'un yazmış olması, Sokrates'le Platon'un zaman zaman özdeşleştirildiğini, bunun da Platon'u dikkatli okumamaktan kaynaklandığını anlattı. Öğretmen bana dönünce bu kez de ben Sokrates'in Savunmasından başka Devlet kitabını da okuduğumu, Devlet kitabının okuduğum dört bölümünde de hep Sokrates'in konuştuğunu söyledim. Nedense öğretmen söylediklerim üzerinde durmadı. Buna karşın dipnottaki Epiharmus'u ortalığa sordu. Yanıt alamayınca soruyu Pythagoras'a çevirdi. Gene susulduğunu görünce öğretmen güldü.
-Yapmayın çocuklar, bunu bildiğinizi biliyorum, olsa olsa bu adı değişik söylediğimiz için sustunuz. Bu sizin çok iyi bilmeniz gereken Fisagor ya da Pisagor! deyince parmaklar kalktı. Öğretmen parmaklara baktıktan sonra:
-Ya işte, kimi zamanda karşımıza bu ad yazmalar çıkıyor. Adlar, yabancı kaynaklı kitaplarda çok değişik harflerle yazıldığından bizim dilimize de böyle geçiyor. Platon, Eflatun, Sokrates, Sokrat. Pisagor-fisagor-Pfisagor ya da Pfitagores, Physagores, Phisagor gibi bunları uzatabiliriz. Ancak bizim Montaigne öğretmenimiz Pythagoras yazmış, biz de onu benimseyelim! dedikten sonra Pythagores'in Eski Yunanistan'da İ. Ö. 6. yy. da yaşadığını, büyük bir matematikçi filozof olarak bilindiğini, okul açıp öğrenci yetiştirdiğini anlattı, “günümüze dek gelen dik üçgenin dik kenarlar üzerine çizilen kareler!” derken Eşek teoremini anımsadım. Öğretmen bundan sonra bir de cedvelden söz etti. Cedvel ya da tablo. Çift Girişli Çarpım tablosu. Bunu anımsayamadım. Öğretmen “bunları anımsarsınız ya da ilgi duyarsanız öğrenirsiniz!” deyip Epiharmus'a geçti. Onun için de; “Pythagoros okulundan olması, onun görüşlerinin de Pythagoras'la örtüşeceğini düşünmek için yeterli” deyip sözü Çiçora'ya getirdi:
-Montaigne Çiçero'yu küçümsüyor mu? Parmak kaldıranlar oldu. Öğretmen, parmak kaldıranlara tek tek baktıktan sonra Sabri Taşkın'a:
-“Sen, sık sık parmak kaldırıyorsun, sanırım hepsini karşılayamıyoruz. Hadi onların yerine bu kez öncelik senin olsun!” deyip konuşmasını işaret etti. Sabri Taşkın, Köy Enstitüleri'nde, özellikle de okullarımızın adı Köy Enstitüsü'ne çevrildiğinde ders kitabı okutulmadığını, bu nedenle bir çok bakımdan bilgisiz kalındığını söyledi. Sabahattin Öğretmen kaşlarını kaldırarak baktı. Öyle baktı ki kaşları neredeyse saçlarıyla birleşmişti, birden :
-Ne diyorsun? Benim sorumla bu söylediğinin bir ilgisi var mı? deyip bize baktı; devamla; “ben mi yanılıyorum?” Yakınında oturan Ahmet Savru:
-Arkadaş, sizin sorunuzdan önce parmak kaldırmıştı! deyince öğretmen gülümseyerek:
-Öyle mi efendim? Keşke arkadaşınızı uyarsaydınız, o zaman bu karışıklık olmazdı! deyip öteki parmak kaldıranlara soruyu tekrarladı:
-Sizin parmaklar da böyle kişisel sorular için mi kalkmıştı? Parmaklar önceden indiği için durum belirlenemedi, öğretmen de üstelemedi. Öğretmen bu kez Sabri Taşkın'a bakarak:
-Senin soruna, başka sormak isteyenler olacağını düşünerek dönmek istedim. Bu sorunun yanıtı, senin-benim olmaktan çok ötede. Bunu konuşarak açıklamağa çalışmak anlamsız, bir başka deyimle de gereksiz. Milli Eğitim Bakanlığı okulları merdiven basamağı gibi sıralamış. İlkokul-Ortaokul-Lise. Çocuk 7 yaşına girince okula girer. En doğal durumda 12 yaşında İlkokulu bitirir, üç yıl sonra 15 yaşında ortayı, 18 yaşında da liseyi tamamlar. Kalanlar, uzatanlar bizim için ayrıntıdır. Liseden sonra okumak kişinin gönlüne bırakılmıştır; isteyen okur, istemeyen okumaz. Bu özgürce tutum önceki okullara göre kişiye farklı bir zorluk yüklemiştir:
-Kendin okumak istiyorsun, öyleyse başarını kendin sağlayacaksın. Sana çalıştığın sürece yardım edecek bilgi kaynakları gösterebilirim. Bunlar da ancak kılavuzluk edecek öğretmenler ve de kaynaklık edecek kitaplıklarla sınırlıdır. Buyur, gel üniversiteye, bilgi yolunu gösterecek kılavuzlar, asistanlar, doçentler, profesörler seni bekliyor. Keza kaynaklar, Üniversite kitaplıkları, ilgilendiğin bilim dalında yayınlar, bundan önce yayımlanmış dolaplar dolusu kitaplar. Bizim yurdumuzdaki okul düzeni işte budur! Şimdi gelelim bu okul merdiveni içindeki sizlere. Sizlerin özel bir durumunuz var. Sizler Devletimize hizmet edecek öğretmenlersiniz. Devletle yasal anlaşma yapıp bu anlaşmaya esas olan zorunlulukları karşılıklı yerine getireceksiniz. Söz gelimi lise basamağınız 3 yerine iki yıl. O ders yerine bu ders, o kent yerine bu kent. Şu kadar yıl devlete kayıtsız koşulsuz hizmet. v. b. Siz bunları bir bakıma aştınız, devletiniz size yeni bir öneride bulundu:
-Yetiştiğiniz Eğitim-Öğretim ağı içinde biraz daha pişip, daha geniş alanlarda hizmet verereceksiniz! Köy öğretmenliği yerine Köy Enstitülerinde öğretmen ya da yönetici olacaksınız. Görevler böyle sınırlı olmakla birlikte yukarda söylediğimiz devletin (Milli Eğitiminin) asıl merdiveninde yer tutmak. Buna devlet maliyesinden pay almak derler. Siz gerçek merdivenden tırmanmamanıza karşın bir yerden oraya geçeceksiniz. Bunun için sizi hiç değilse son basamakta öteki okulların koşullarına yaklaştırdılar. Köy Enstitülerinden geldiniz ama bugün Yüksek Ziraat Enstitüsünde, Dil-Tarih, Coğrafya fakültesinde ders görüyorsunuz ya da oradan profesörler gelip size ders veriyor. Neden? Nedeni apaçık, siz de o kılavuzları işaret ettiği yönde yürümeniz, onların irdelediği kaynaklardan yararlanmanız için. Bakın ben de bir başka fakülteden size ders vermek için gelmekteyim. O fakültenin öğrencilerine de aynı dersi veriyorum. Şimdilerde onlarla aranızda oldukça büyük bir fark var. Ancak ben bu farkın sizden değil sizin yetiştiğiniz olanaksızlıklardan kaynaklandığını biliyorum. Size zaman tanınır, olanaklar sağlanırsa aradaki açığı kesinlikle kapatacaksınız. Biz öğretmenler insanlardaki cevheri sezer, onun gerçek değerine ulaşmasını isteriz. Bilmem anlatabildim mi? Sorduğuma bakmayın anladığınızı, hiç değilse içinizde kimi arkadaşlarınızın beni çok iyi anladığını bilir gibiyim. Aranızda konuşun, siz kimsiniz, nesiniz, ne olmak istiyorsunuz? Bunları konuşun, birbirinizi uyarın, gereksiz tartışmalarla zaman kaybetmeyin ve de tüm gücünüzle derslerinize sarılın. Olağanüstü bir kılavuz kadronuz var, Kaynak kitap ise sonsuz denecek ölçüde. Yerimizi genişletince bu kitapların on katı kitap hemen gelecek. Bakanlık Kitaplığı, salt bizim değil öteki bakanlıkların kitaplıkları da size açıktır. Bakın oralarda Çiçero'lar, Sokrates'ler, Platon'lar sizi selamlamak için bekliyor. Oradakilerle farkınız onları okumanızla ortaya çıkacak. Bunu yapmazsanız yaşamınızın en büyük ihmalini yapmış olacaksınız. Bunu isteyip de yapamazsanız o zaman da hiç değilse yeteneğinizin ölçüsünü öğrenmiş olacalsınız. Bence bunu denemelisiniz. Sizi, fakültedeki öğrencilerimden farksız görürsem çok üzüleceğim. Sizin onlardan farklı bir yanınız kesinlikle olmalıdır. (Bunun olduğunu ben görür gibiyim)
Sabahattin Eyuboğlu
Çıkarcılıkta, bencillikte, kaykılmakta, kaytarmakta değil, çalışmakta, üretmekte onları geçmek zorundasınız.
Söz uzadı biliyorum, daha sonra söylemeyi tasarladığım bir konuya da kısaca değineceğim. Hemen hemen her ders sonunda sizlere ödevler veriyorum. Belki çok iyi niyetliler ama kimi arkadaşlarınız hemen soruyor:
-Ödevleri toplayacak mısınız efendim? Bu soru ne anlama geliyor? Çok açık değil mi? Eğer toplamayacaksan yapmayacağım! demek değil de nedir bu? Çocuklar! Ben size çocuklar diyorum ama bu da bir ağız alışkanlığıdır; arkadaşlar, size verdiğim ödev, o konuda konuşulanların öğrenilmesi, beyninizde yer tutması için çalışmaların sürmesi, sürdürülmesi anlamını taşır. Ben onları hiç bir zaman toplayıp üstünde durmam. Sen onun ayırdına varmamışsan benim diretmemin bir önemi olur mu? Ben sizin öğrenmenizi istiyorum, birbirimize karşılıklı “Oyun yaparak!” vakit geçireceksek şimdiden daha “Yuf!” çekelim o çalışmalara!
Öğretmen, masa üstüne sıraladığı kağıtları toplarken bir şeyler düşündüğü belli oluyordu. Derin bir sessizlik vardı. Sinek uçsa duyulacak gibiydi. Tam bu sıra kıpırdanmalar oldu. Tam karşıma geldiği için görüyordum, Şükrü Koç parmak kaldırdı. Öğretmen başını kaldırıp Şükrü'ye bakarken zil çaldı. Öğretmen Şükrü Koç'a gülümseyerek:
-Bu konuyu gene tartışacağız, teşekkür ederim! deyip ayrıldı.
Öğretmen çıkınca gözler Şükrü Koç'a döndü:
-Ne soracaktın? Ne soracaktın diyenler zaman zaman Şükrü Koç'la tartışma yaptıkları için oldukça güvensiz karşılandı; değişik taraflardan değişik yanıtlar verildi. Yanıtlar içinde en ilginci Hasan Özden'in yanıtıydı:
-Öğle yemeğinde komposto var mı? diyecekti! Bir süre buna gülündü.
Birisi de (Hasan Gülün):
-Öğretmen, Çiçero'nun küçümsenmesine kızdı! deyince; sesler gene yükseldi:
-Çiçero'yu küçümseme söz konusu değil; Çiçero'nun yaygın olarak okullarda okutulmasa bile konuşulduğunu, burada konu Çiçero değil, uygulanan yöntem yanlışı v. b.
Bakalım öğretmen gelecek ders ne diyecek?
***
Dersimiz Psikoloji.
Psikoloji mi? Ruhbilim mi? diye uzun uzun üzerinde durmamıza karşın öğretmenimiz Yunus Kazım Köni dersin adı olarak değilse bile konuşmaları arasında sık sık “Ruhiyat” deyip geçiştiriyor. Bu da bir ruh olayı; Alışkanlık! Geçen derste Algı, Dikkat, Öğrenme gibi sözler üzerinde durulacağı söylenmişti, bakalım bu gerçekleşecek mi? Sabahattin Öğretmenin az önceki sözleri kulaklarımda çınladı. “Ödevleri toplama; toplamama
Yunus Kazım Köni Öğretmen birisiyle kapının önüne dek konuşa konuşa geldi. Daha çok yanındaki genç konuştu o da başını sallayarak konuşmayı izledi. Arka taraftan, çok yavaş olarak “Yeter be!” diyenler oldu. Kıkırtılar, hımırtılar arasında öğretmen geldi, çok ağır tavırlar içinde çantasını masa üstüne bırakarak “Günaydın!” dedi. Kapı önündeki konuşmadan o da hoşlanmamış olacak, ellerini açarak:
-Ne yapacaksın? Vatandaş bilir bilmez dert yanıyor; Ondan ben sorumlu değilim, demek yetmiyor; karşındaki boşalmak için sökülüveriyor. Ben Talim Terbiye Kurulu üyesiyim ama bu işlerin icraatinde bir fonksiyonum yok, atamalar başka bir birim tarafından yapılmakta. Bunu öğrenmeden gelenler, hangi kapıya gideceğini iyi öğrenmeden bizlerle oyalanıyorlar!
Öğretmen sözü çevirerek:
-Sizlerin henüz bu tür işlerle ilginiz olmadığı için rahatsınız. Ancak öğretmenliği meslek seçenlerin hatta tüm memurların başlıca sorunlarından biri budur; bir yere atanma, ya da atanmış bir yerden ayrılma; kimi zaman yaşamsal bir sorun durumuna girer. Anası-babası Konya'dadır. Oysa onu Hanya'ya vermişlerdir. “Hanya-Konya” deyimini bilirsiniz zıtlık için kullanılır. Bilirsiniz; Konya bizim önemli illerimizden biridir. Hanya şimdi yok ama bir zamanlar o da vardır. Denizler ötesinde kalmış bir ilimizdir.
Öğretmen, genç öğretmenin sorunu nedeniyle duygulandığını, bu nedenle ders konusunu aksattığını söyleyip “Merhamet duygusu da ruhsal, dolaylı olarak da dersimizin bir konusu” diye anımsatıp “Merhamet nedir?” diye sordu. Parmak kaldıranlar, merhamet sözüne çoğunlukla “Acımak!” karşılığını verdiler. Acımak, acınmak, acındırmak! sözleri tekrarlanırken Bekir Semerci söz istedi. Öğretmen söz verince Bekir Semerci, koşarak gelmiş gibi titrek bir sesle “Hayır öğretmenim, söze sözle karşılık vererek açıklama yapılır mı? Açıklama adı üstünde açıklamadır!” deyince öğretmen güldü:
-O dediğini senden bekliyoruz efendim, buyurun açıklamanızı yapın!
Bekir Semerci köylülerin, hastalıklar karşısında çaresizliklerden kıvrandığını söyleyip “onların bu durumunu gören varsıl kentlilerin duyması gereken duygu!” demesi üzerine öğretmen Bekir'e:
-Sen merhamet duygusu “Münhasıran kentliye mi mahsustur?” diyorsun? dedi. Bekir hemen :
-Hayır öğretmenim, daha canlı olsun, ilgi çeksin diye onu örnek verdim, tek insanın da merhamet duygusu vardır. Zaten duygular insanlara özgüdür.
Öğretmen:
-Ona ne şüphe! deyip Bekir'e oturmasını söyledi. Bekir oturunca öğretmen merhamet duygusunu örneklerle anlattı. Merhamet duygusunun insan doğasının köklü duygularından biri olduğunu, bunun paylaşım duygusundan, insanlığın ortaklık güdüsünden geldiğini, çocukluktaki ilk duygularda değişik görünüşte olan, çocuğun çocuğa sokulması duygusunda bile var olduğu bilinen yakınlaşma, yardımlaşma, oyun birliği, oyuncak üleşme ya da değişme derken güç dayanışmasına dönüştüğünü, ancak tüm bunlardan farklı bir durumda benzer yardımları ya da bölüşmeleri yapamayınca duyguların paylaşımına başvurulduğu durumda oluşan bir duygu akımı olduğunu anlattı.
-Kısaca çocuk, elinde avucunda olanları veremeyince ne olacak? Varsayılır ki, çocuk; “Keşke şunu şunu arkadaşıma verebilseydim!” der. İşte bu duygu doğal bir merhamet duygusudur. Bu duygu, yaşlılarda değişik şekillere bürünerek bir yelpaze oluşturmaktadır. Merhamet salt insanın insanlar için gösterdiği bir duygu akımı değil tüm canlı cansız değerler için de geçerli yanı vardır. Hayvanlar için merhamet bir dinsel hüküm niteliğindedir. Merhamet, her zaman acımanın eteğine yapışmış bir duygu değildir. Bir yanıyla yardım dediğimiz bir başka duygunun da ortağı olmaktadır.
Öğretmen bu kez de:
-Bu dersimizin konusu da duygular olsun. Duygu nedir? Duygularımız nelerdir? Bir düşünelim, soruşturup saptayalım; bakalım neler çıkacak? Bunları böyle dağınık olarak konuşuyoruz ama bir ara derleyip toparlayıp kitaplardaki tanımlarından daha canlı bir duruma getireceğiz, Çünkü bu kez tanımları kendimiz yapmış olacağız.
Öğretmen çıkınca yerimde bir süre oturdum kaldım. Biri gelip kaldırmazsa kalkamayacakmışım gibi beklerken hemşerim Kadir Pekgöz geldi:
-Abi, bugün seni konuşturmadılar di mi? dedi. Kadir'in “di mi?” sözüne takılıp bir yığın söz söyledim. Hepsi boş sözdü biliyorum, ama gene de söyledim.
Hüseyin Çakar'da Faik Canselen Öğretmenin İleri Marşı'nın notası varmış, onu gösterdiler, hemen alıp çalışmaya başladım. Yeni çalışmalar beni heveslendiriyor. İleri Marşı'nı çalışım beni birden güçlendirdi. Onu da çalacağım parçalar listesine ekledim.
Öztekin Öğretmen iki saat kanon çalışması yaptırdı. Önce kendisi piyano başıma oturdu. Ancak, sık sık kalkmak zorunda kalınca ben piyanoya geçtim, söylediği sesleri verdim. Mi-fa-la-re-do-si- diyerek salt sesleri tınılattım. Arkadaşlar bana özenerek bakıyor, bunu bakışlarından anlıyorum. Bu benim başarımdan değil, şans. Piyanoyu tek ben seçtiğim için başkaları bu konuda bir hak sahibi olmadıklarını kabul etmiş durumdalar.
Kanon çalışmalarından sonra alt odadaki piyanoda iki saat çalıştım. Mozart'ın sonat parçasını iyice pişirmiş durumdayım. Faik Canselen Öğretmenin armoni örneği olarak gösterdiği Robert Schumann'ın iki/dörtlük notalarla kurulmuş parçasını çaldım. Önce basit gibi geldi ancak çaldıkça hoşlandım. Ne uyumlu sesler onlar öyle!
Akşam Hasan Üner yüreğimi hoplattı. Öğrenci Başkanlık odasında gelen mektupları görmüş. Kepirtepe'ye staja gelen Mehmet Pekgirgin'e bizim Kepirtepeli kızlardan mektup geldiğini görmüş. Önce hiç önemsemedim. Ancak Hasan beni kuşkulandırmak için özellikle gülümseyerek baktıktan sonra “İlgileneceksin sanıyordum, yakın köylün, hemşerinden!” deyince yüreğim hopladı. Hemşerim olarak bilinen biri, Röslein. Onunla ilgilenmez görünsem de, benim “ilgilenmiyorum” taframı Hasan da ilgi olarak bildiğinden, özellikle söylediğini düşünerek:
-Ne diyelim, belki de kızın gönlü onu istemiştir. Onlar için hayırlı olsun, verecekleri kararlar hayırlı olsun! Bu kez de Hasan sordu; “kızın yaşı küçük değil miydi, ben öyle biliyorum. Kadir'in yanına geldiği olurdu, ötekilerden çok küçük görünüyordu!” deyince anladım. Röslein değil Kadir'in köylüsünden söz ediliyor. İçim rahatlayınca ilk sözlerimi pekiştiren daha tumturaklı sözcükler seçerek içimdeki kuşkumu dağıttım. Kadir'in köylüsü de benim hemşerim ama kızın adını bile öğrenmedim. Ben o köy okuluna giderken o daha okula yazılmamıştı. Ablası vardı, onu bile tam anımsamıyorum. Gene de olay bana Röslein'ı anımsattı. Mektup ondan olsaydı ne yapacaktım? Hiç bir şey yapamayacaktım; elin kızı; gönlünün istediğini yapabilir. Köylüler gibi düşünüp karşı mı duracaktım? Gene de anlamsız düşüncelere saptım; Röslein'den birine mektup gelse alıp açar mıydım? Açardım açmazdım derken açmaya karar verecekmiş gibi bir yöne yönelince ürperdim, “Şimdi saçmaladım işte!” deyip öbür tarafıma döndüm. Bütün insanlar böyle midir acaba, bir öyle bir böyle? Sevmiyorum bu kararsızlığı…
22 Aralık 1943 Çarşamba
Akşamki kararsızlığıma karşı takındığım tavrım sürüyor. Fikret Madaralı Öğretmen ikide bir iradeden söz ederdi. Psikoloji öğretmeni de iradeyi iyi öğrenmemizi önermişti. İradenin ne olduğunu biliyorum ama onu kullanmakta zorlanıyorum. İrade, insanın kendi görevlerini bilip onları yapma gayreti ya da yapmak için direnmesi, direnme gücü. Piyano öğrenmek için ortaya atıldım, bütün gücümle çalışıp başarılı olacağım. Bu konuda gerekli irade gücüm olduğuna inanıyorum. Ancak bu gücün kimi konularda aynı diretmeyi yapmadığı da bir gerçek. Benim Röslein takıntım bunu bir örnek. Neden verdiğim kararları bozuyorum?
Sosyoloji öğretmenimiz için değişik söylemler üretiliyor. 4 Yabancı dil bilirmiş, tam 8 yıl Amerika'da kalmış, falan filan. Ben bunları dikkatle dinliyorum ama konuşmasına bakıyorum, bizim dilimizi o denli güzel konuşmuyor. Hatta aradaki “eeeee” veya buraya yazamadığım uzatma seslere bakılırsa dilimizi rahat bile konuşamıyor. Gene de sevmeye başladım, çalışanları gözeteceğe benziyor. Sabahattin Öğretmenin konuşmasından sonra çalışanlarla çalışmayanları ayırmak için sıkı sınav isteğimden vaz geçtim. Bunun geçmişte yapılmadığı gibi gelecekte de yapılmayacağı anlaşıldı. Bu rahatlatıcı durum zaten gevşek olan kimi arkadaşları iyice gevşetecek biliyorum. Gevşerse gevşesin ben çalışacağım. Çalışınca tüm öğretmenlerin benim emeklerimi değerlendireceğine inanıyorum. İbrahim Yasa benim çalışmamı neden görmezden gelsin?
Öğretmenden önce salona girip rahat görünecek bir yere oturdum. Bir raslantı mıdır yoksa bilerek mi, Halil Basutçu da “Bu Kepirlinin bir bildiği vardır, gelip buraya oturduğuna göre” falan diyerek sağ yanıma sıkıştı. Bizi uzaktan gören Halil Dere de:
-Yok arkadaş ben adaşımı kimseye bırakmam! deyip solumuzu doldurdu. 3 Halil'ler yan yana olduk. “Başka Halil yok mu?” soruları sorulunca; “İki Halil daha var!” sesleri yükselirken doç. İbrahim Yasa kapıda durdu. Bir şey arıyormuş gibi çantasına baktı. Çoktandır sesini duymadığım Bekir Temuçin konuştu:
-Öğretmen, konuşacağı notlarını unutmuş! Az ileride oturan Burhan Güvenir oldukça kalın sesiyle:
-Sen anlatırsın onun yerine! Yusuf Asıl'ın yanındakiler, hazırmış gibi yanıtladılar: Doçluğu kabul ettiğine göre sen konuşursun! Neyse öğretmen girdi yumuşak bir sesle “Günaydın!” dedi. Sonra da “A.B.D. 'nin kimi bölgelerindeki okullarda bu seremoni yoktur. Öğrenciler isterse öğretmenlere selam verirler!” deyince 8-10 kadar parmak kalktı. Öğretmen parmakları sayar gibi baktı:
-Sanırım hepiniz aynı konuda konuşacak ya da soru soracak, hepiniz adına biri konuşsun ben karışmış olmayayım! deyince bir kaç ses birden “Burhan Güvenir!” dedi. Burhan Güvenir aile terbiyesinden, gelenekten söz etti. Asker olunca üstlerine saygıdan söz etti. Öğretmen dinlememiş gibi gülümseyerek:
-Arkadaşınız hepiniz adına konuştuğu için oldukça uzattı. Acaba verdiği yanıt hepinizi tatmin etti mi? diye sordu. Şükrü Koç parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince önce açıkladı:
-Ben parmak kaldırmamıştım, o nedenle söyleyeceklerim arkadaşın söyledikleriyle doğrudan ilgili değil. Öğretmen işaret edince Şükrü Koç,
-Öğretmen öğreten kişidir, öğrencisine annenin yavrusuna besin verdiği gibi bilgi verir. Bu insan yaşamı için çok önemli bir yardımdır. Kendisine yardım edene bir selam vermekten kaçınan insanların bulunduğu yerdeki topluluğa okul denir mi? Orası olsa olsa büyük bir anarşist topluluğu olabilir.
Öğretmen teşekkür etti. “Dikkat ettiyseniz ben sözümü tam söylememiştim, A. B. D. Okullarının bazıları böyledir dedim, eğer devam etseydim, arkasından arkadaşınızın söylediklerine benzer sözler söyleyecek, sözü size getirecektim:
-Öğretmenlerinizi ne güzel karşılıyorsunuz! diyecektim.
Arkasından toplumların değerlerini, gelenekleri; yerine göre bozulmuş gelenek saptırmalarını anlattı. 20 dakika hazırlık süreci verip, gelenekler üstüne kısa konuşmalar isteyince oldukça karışık bir durum doğdu. Konuşmalar numara sırasına döndürüldü. Benim numaram en sonlardaydı (131), sıra gelmeden ders bitti. Öğretmene yakın oturuyordum. Gene de hazırlanmıştım. Konuşanlar hep düğün, bayramlar üstüne konuştuklarından ben köyümde gelenekleşen Bahar Bayramının bizim köyde Ağaç Bayramı olarak algılandığını, her Mayıs ayının 6. günü köyde ağaç dikildiğini, aşılar yapıldığını 1933 yılından beri bunun sürdürüldüğünü anlatacaktım. Öğretmen masasından kalkınca bana baktı. “Sıran gelmedi diyde sevinme, de bakalım sıran gelseydi ne diyecektin?” Hazırladığımı anlatmaya başlayınca öğretmen koluma girdi, ben konuştum, konuşarak kapıya dek gittik. Arkama dönünce baktım arkadaşlar ilgiyle bizi izlemişler. Herkes suskun. Mehmet Kocaefe birden titrek bir sesle:
-Adama bek (Bak) yahu, biz ufuldanıp duru(r)ken konuşuvedi öğretmene! (Öğretmenle konuştu) Mehmet Kocaefe ile çok az konuşmuşluğum var. Karşılık vermedim. Halil Dere:
-Denizli horozu, ötecek zamanını iyi seç! diye bağırdı.
Yusuf Asıl beni alkışladı. Yusuf'u gören bizim bölüm arkadaşları, Ekrem, Mehmet, Talip, Yusuf Demirçin, Nihat, adaşım İbrahim, Yusuf'un alkışına katıldılar…
Bazılarına göre İnkılap bazıların göre de Devrim Tarihi olan derse giriyoruz. Salon yine dolmuş, geç kaldığım zamanlar çaresiz bulduğum yerlerde oturuyorum, bir bakıma iyi oluyor. Hazır değilsem sinme şansım artıyor. Bu kez öyle değil, iyice hazırlıklıyım, öğretmenin gözüne girmek için gözlerimi dört açıyorum.
Doçent Halil Demircioğlu, elinde kocaman bir çantayla salına salına geldi. Kapı önünde durup kravatını, ceketini düzelterek salona girdi. Yapı Kolu, kendilerine plan çizmek için büyük ölçülerde (duvar boyu) tahta hazırlamışlar, öğretmen onu görüp uzun uzun baktıktan sonra konuştu.
Halil Demircioğlu
-Geçen ders, Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'ni okumuştuk! dedikten sonra Hitabenin sunuş şekli üzerinde durdu. Cumhuriyet Halk Partisi Kongresine sunduğu Büyük Nutuk'un bitişinde söylenmiş olan hitabenin Türkiye Cumhuriyeti yaşadıkça, onu kuran C.H.P.’nin de yaşayacağını, böylece Gençliğe Hitabenin bir sürekliliği sağlanmış olacağını anımsatıp Hitabenin okunduğu 1927 yılından sonra yapılan yenilikleri anlattı. Harf Devrimi, yeni okullar, kadınlara oy verme, Soyadı Yasası'nı sıraladı. Sözü Hatay'a getirdi. Antakya'nın, özellikle de İskenderun'un yer olarak Anadolu'nun güneyinde çok canalıcı bir yerde olduğunu, halkının büyük bir bölümünün Türk olduğunu anlattı.
Sevr Anlaşmasına göre bir Fransız sömürgesi durumuna getirilen Suriye'nin bir parçası durumuna getirilmesine karşın halkının çoğu Türk olan Hatay insanlarının Fransa'nın Suriye'den çekilmesi üzerine Hatay'da bir devlet kurduklarını, Hatay Devleti oluşunca da Türkiye ile hemen karşılıklı anlaşmalar yaparak güç birliği ettiklerini, devlet şekli olarak da tıpkı bizim Cumhuriyetimizin bir modelini seçtiklerini, sonra da Hatay Devleti'nin Türkiye Cumhuriyeti ile birleştiğini, böylece Hatay'ın savaşmadan Atatürk'ün buyruklarıyla kurtarıldığını anlattı. Yine aynı tarihlerde Lozan hükümlerine göre askersiz bölge olarak bırakılan Trakya'ya asker çıkardığımızı, bunun da çok önemli bir karar olduğunu anlattı. Benzer statüler içinde olmasına karşın Musul'un henüz kurtarılamadığını, özellikle de Ege Denizindeki 12 adaların 1911 yılında elimizden alınışını unutmadığımızı söyledi. 12 adalar falan derken öğretmenin eğilip eğilip Ege denizine baktığını gördüm. Doçen dr. Halil Demircioğlu gözlük kullanıyor. Hem de çok kalın camlı gözlük. Gözlükler üstüne hiç bilgim yok. O nedenle öğretmenin gözlüklerinin iyi göstermediği kanısına vardım. Aklımca onun koskoca Ege denizinde 12 adayı tam göremediği için bulamadığını düşünerek öğretmenin bulamadığını söylediği 12 adayı bulmaya kalkıştım. Bana göre öğretmen önünde duran koskoca adaları göremiyor da gidip İzmir körfezinin altındaki minik adaları arıyordu. Oysa Midilli, Sisam, Sakız adaları el büyüklüğünde benim oturduğum yerden bile görünüyordu. Öğretmen “adaların küçüklerinin adı yazılmamış” falan derken ben 12 adanın tamamını bulacağımı söyleyerek parmak kaldırdım. Öğretmen yüzüme baktı, gülümseyerek teşekkür etti:
-Çok önemli değil; zaten bir anı olarak üstünde duruyoruz. Şimdi oraları kimsenin değil, kiralık evler gibi sık sık dahip değiştiriyorlar, diyerek geçiştirdi. Oysa ben kalkıp Sisam, Sakız, Midilli adalarından başlayarak Rodos'a dek büyük adaları sıralayacaktım. Benim bildiklerimi öğretmenin bilmediğine değil de gözlerindeki kusur nedeniyle göremediğine yoruyordum. Montrö Antlaşması falan derken Trakya'daki azınlıklara saldırılardan söz etti. Gene parmak kaldırdım, tarih vererek olayı anlattım. 1934 Temmuz kesin tarih verdim. Öğretmen gene teşekkür etti. Almanya-Fransa arasında geçen benzeri olan Alsas-Loren olayını anlattı. İçinde bulunduğumuz son savaşın başlangıcı olarak Alsas-Loren’i gösterince hepimiz şaşırdık. Oysa biz Almanya'nın Polonya'ya saldırışı olan 1 Eylül 1939 tarihini savaş başlangıcı sanıyorduk.
Öğretmen ayrılınca hızımı alamadım, herkes ayrı bir telden çalıp oynarken ben haritaya gidip adalara baktım. Sami beni görmüş geldi, gülerek:
-Azizim, bana kalırsa seni büyük bir yanlıştan öğretmen kurtardı! “Nasıl olur” demeğe kalmadan 12 adayı göstermemi söyledi. Oldukça bozuldum; meğer 12 ada Rodos adası dolayındaki küçük adalar topluluğuymuş. Sami açıkladı; “1911 yılında İtalyanlar bizden aldığına göre adalar o zaman bizimdi. Oysa yukardaki adaları Yunanistan bizden daha önce almıştı. O nedenle öğretmenin aradığı adalar Rodos Adası dolayındaki oldukça küçük 11 adadır.” Utandım. Gerçi Sami, söylememiş olmamı şans saydı ama ben, sanki söylemiş gibi üzüldüm. O 12 adayı da öğrenmeye söz verdim. Söz verdim ama kimden, nasıl öğrenecektim? Arkadaşım Ziya Fikri aklım geldi. O bilmese bile bilenleri bilir. Muğlalı olduğuna göre. Üstelik Muğlalı da değil bir kıyı kenti olan Fethiyeli. İkide bir denizden, balıktan söz edip durduğuna göre… İyi insan sözünün üstüne gelirmiş, Halil Dere ile şakalaşarak yanıma geldiler. Halil Dere onu da kandırmış, cumartesi günü konsere ikisi gelecekmiş. Ben hemen koşulumu koydum:
-Memleketinizle sık sık övünürsünüz, komşunuz olan 12 adaların adlarını biliyor musunuz? Halil Dere gülerek:
-Hayda! dedi.
Ziya Fikri önce bildiğini söyledi hatta saymaya bile kalkıştı ama sonra ağabeyi Fevzi'ye sormayı yeğledi. Fevzi 2. sınıfta, sınıfın çalışkanlarındanmış, Ziya'nın ona güveni sonsuz. Ziya konuyu önemsemiş, yemekte ağabeyine söylemiş. Ancak ne olduğunu söylememiş, benim için:
-Arkadaşın önemli bir sorusu var! demiş. Fevzi yemekten kalkar kalmaz bizim masaya geldi. Önce duraksadım, arkadaş sorunun ne olduğunu bilmeden sorulur mu? Bunu da açık açık duyurdum:
-Çok acayip bir soru, gülme, kızma, niçinini sorma! deyip soruyu tekrarladım. Tekrarladım ama ben hala başka türlü bir tepki bekliyordum; “Yazıp vereyim, hepsini bilemem, şimdi nereden çıktı bu?” ya da Halil Dere'nın yaptığı gibi “Hayda!” türü karşılık beklerken Fevzi, sorum bitmeden daha “Hıııı, Karialar!” deyip parmakla sıralayarak; Tanos-1, Leryos-2, Kalimno-3, Kos-4, Astrfopalya-5, Nişsyros-6, Symi-7, Tilos-8, Khalkıs-9, Rodos-10, Kharpatos-11, Kassos-12 deyip on ikisini de adlarıyla saydı. Dinleyenler şaşkınlıkla Fevzi'ye bunları nasıl bildiğini sordular. Fevzi, “bunlar bizim balıkçıların sürekli dilinde, ekmeklerini onlar bu adaların dolaylarında kazanıyorlar!” diyerek azıcık da dertlendi. Gerçekte 12 denmesine karşın adalar çokmuş. Ancak Yunanlılar çok eskilerden beri bu adalara DODECANESOS yani 12 ada dedikleri için öyle söylenip gidiyormuş.
Fevzi gidince arkadaşları bir süre onu övdüler. Abdullah Ön de bana sordu:
-Sen bu bizim Hafız'ı nasıl tanıdın? O kimseyle kolay kolay ilişki kumaz! Bu kez de hemşerisi Şevki Aydın söze karıştı:
-Hemşerim Fevzi, hafız mafız değildir, sapına kadar çalışır, çalışmalarını değerlendirir. Çalışan arkadaşlarımızı küçümseme huysuzluğumuzu bırakalım. Ne ilginçtir, çalışmayanları görünce uyarmamız gerekirken rahatlıkla “Kendisi bilir, sorumlusu kendisidir” deyip bigâne kalıyoruz da çalışanlara kenardan köşeden taş atmaya kalkışıyoruz! Sahiden öyle, tembeller dile dolanıp mahcup edilmesi gerekirken onları bırakıp çalışkanlara tebelleş oluyoruz. Tembel bir arkadaşa; tembelliğini belirtecek bir sıfat takılmazken, çalışan biri görülünce gözler orada oluyor. Sözde övülüyormuşçasına bakıyorsun, İnek, aptal, Murtaza sıfatları sıralanıyor!
Şevki Aydın'ın sözlediğine hepimiz katıldık. Sahiden tembellere taksa taksa öğretmenler dolaylı olarak sıfat takıyor. Onu da iyi, cesur, çalışkan öğretmenler yapıyor. Örneğin Fikret Madaralı, Ahmet Gürsel, Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenler pekala tembellere sıfat yapıştırıyordu. Tarım öğretmenimiz Salih Ziya Büyükaksoy arkadaşımız Fettah Biricik için bir kaç kez ayrı ayrı sıfatlar takmıştı. Fettah tembellikten çok konuşmayı severdi. Alpullu'daki sebze bahçemizde çalışırken yakın yoldan geçenler oluyor, onların durumlarına göre arkadaşımız Fettah güldürücü yakıştırmalar yapıyordu. Söz konusu yol, bizim köyün Alpullu yoluydu. Aynı yoldan Kadir Pekgöz'ün köylüleri de geçerdi. Bir kaç kez bahçeye gelip giderken Alpullu'ya gelen köylülerimle karşılaşırdım. Hemşerim Kadir de öyle, sık sık köylülerini görür laflaşırlardı. Fettah bunları duyar, işine gelenleri (güldürücü taraflarını) kendine göre değiştirip arkadaşları eğlenirirdi. Çoğu kez yüksek sesle yapılan bu şakalaşmaları öğretmenimiz de bahçenin öbür taraflarından duyardı. Genellikle sonuçta sertleşen bu şakalar çoğunlukla da Fettah'ın başına yıkılırdı. Kadir Pekgöz'e takıldığı bir gün Kadir Fettah'a ağır sözler söyledi. Takışmanın yükseldiği bir sırada öğretmen bize yaklaşmıştı. Aramızda bir olay yokmuş gibi biz işlerimizi sürdürürken Salih Ziya Öğretmen yoldan geçenlerin de bizim sözlerimizi dinleyip güldüğünü söyledi. Yolcuları güldürmemizi iyi olarak yorumlayan arkadaşları dinleyen öğretmen Fettah'a dönerek:
-Hacı Fettah, ya sana edilen galiz küfürler ne olacak, köylüler bunları da komik mi buluyor sanıyorsun? Bu küfürler onlar için onur sorunudur, tabancalar, bıçaklar bu küfürler nedeniyle konuşur! demişti. “Hacı Fettah”lık arkadaşın yakasında uzun süre kalmıştı.
Yusuf Asıl uyardı; “Kitaplığa gidiyoruz!” Bizim Almanca dersleri kitaplıkta sürüyor.
Doçent Niyazi Çitakoğlu, elinde çantası, kolunda paltosu geldi, elindekileri sıra ile bir yere koydu, ondan sonra bize “Günaydın! “ dedi. Sonra da neden böyle yaptığını anlattı. Selam çok önemliymiş. Kalpten kalbe yol varmış ama o yolu sevgi saygı geçebiliyormuş. O nedenle selamlar kabul görecek titizlikte verilmeliymiş.
İlk soruyu bana sordu:
-Piyano nasıl gidiyor? Ben, soruyu anladım ama, övünme sayıımasın diye “İyi gidiyor!” diyemedim. “Kötü!” demek de işime gelmezdi, duraksadım. Ancak aklımdan bir an komiklik geçti: “Piyano kendisi gitmiyor, ara sıra biz yürütüyoruz!” desem ne olur?” türü sözler geçti, kendi düşündüğüme kendim güldüm. Gülümseyince Niyazi Çitakoğlu elini kaldırıp:
-Söylemene gerek yok, yüzünden anladım, bir gün gelip dinle! diyorsun. Bu söz benim işime yaradı hemen:
-Küçük bir iki parça hazırladım, ancak onlar daha çocuk parçaları, siz büyükler için değer mi bilmem! deyince hemen:
-Dilimizde güzel sözler vardır, “Bahşiş atın dişine bakılmaz!” Bizim için de parça önemli değil senin çalmış olman önemli! deyip artkadaşlara dönerek onlara sordu. Böylece benim için güzel bir ders girişi oldu. Rahatladım. Öğretmen uzun süre Emrjullah Öztürk’le Hüsnü Yalçın üzerinde durdu. Bulgaristan'dan gelen bu iki arkadaşın oldukça üzücü durumlarını irdeledi, aileleriyle bağlantılarını elçilikler aracılığıyla kurmaları için yollar gösterdi. İlk girişimler için kendisinin de yardım edeceğini söyledi. Özel olarak verdiği ödevler vardı. Ben, Schiller'in ünlü şiirinden bir bölüm yazıp Türkçe'ye çevirecektim. İbrahim Ertur, Nasrettin Hoca'dan, Salih Baydemir de Don Kişot'tan birer parağraf çevirecekti. Ben daha o zaman hazırlamıştım. Salih Baydemir yapamadığını söyledi. İbrahim Ertur gerçekte yapmamış ama sanki yapamamış gibi davranınca öğretmen üsteledi. Benim şansım bugün iyi gitti. Çevirimi eleştirdi ama yapmış olmamı beğendiğini söylemesi beni sevindirdi. Çünkü çeviriyi ben bir dergiden olduğu gibi almıştım. Zaten dergide şiir çevirilerindeki zorluklar anlatılıyordu. Öğretmen ödevime baktı, bana geri verdi:
-Sakla, sana onu tatile kadar bölüm bölüm tamamlatacağım! deyip güldü.
Öğretmen ayrılınca kendimi birden rahatlamış olarak buldum. Sami Akıncı, pek yapmadığı şakayı yaptı:
-Hadi gene bir tehlikeyi atlattın! dedi. Ben de sordum:
-Sahiden atlattım mı acaba? Sami:
-Atlattın atlattın, bu havayı bozup bozmamak senin elinde. Tamamını isteyeceğini söylediği şiir 9 bölüm. “İkisi gitti!” desek yedi bölüm var. Böylece şubat sonu ya da mart ayına ulaşmış olacağız. Sami Akıncı'nın bu iyi yaklaşımına karşın öteki arkadaşlar, ne halse “Duramaz o, gene bir sorun yaratır!” gibilerde konuşunca, neşem gene kaçtı. Kendimi yokladım, bu öğretmenle ben neden bozuştum? Ya da gerçekten bozuştum mu? Adam kendisi takıldı, ben de karşılık verdim. Bugün de öyle davransaydı aynı karşılığı alacaktı. Bir kez daha anladım; Bizim Kepirtepeliler, hep öyle kalacak; pısırık, birilerinin gölgesinde, onun çizgisi içinde korunmayı yeğleyen kişilik. Bir başka deyimle kişiliksizlik. Arkadan konuşmalarda da efelenmek. Neyse ki ikisi dışında hepsiyle ilişkimi kestim. Almanca dışındaki genel derslerde ben onları değil onlar beni gözetliyor.
Almanca Görevim.
AN DİE FREUDE
Freude, schöner Götterfunken
Tockter sus Elisium:
Wir betreten feurtrunken.
Himmlische, dein eigligthum.
Deine Zauber binden wirder,
Was die mode strend geteilt,
Alle Menschen verden Brüder,
Vo dein sanfter Flügel weilt.
. . . . . . . . . . . . . . . . .
(Neşe, insanlara Tanrı'nın bir ışığıdır. Sen de bir Tanrı kızı, selamlarsın o ışığın verdiği hoşluk içinde sevinç gösterisi yaparsın. Gizin, tutkun sarmış seni yasal bağlar gibi, işte böyle tüm insanları kardeş bil, bunu duyur, duyurabildiğin yere dek!)
2. Almanca Ödevim
Gene Schiller'in şiirinden 12 dizelik bir bölüm (1. Chor-Koro)
1. Chor
Seid umschlungen, millionen.
Diesen Kuss der ganzen Welt.
Brider-überm sternenzelt
Muss ein lieber Vater wohnen
Wem der grosse Wurf gelungen
Eines freun des Freund zu sein
Wder ein holdes Weip errungen
Mische seinen Jubel ein.
Ja- wer auch nur eine secle
Sein nennt auf dem Erdenrund.
Und wer'snie gekonnt derstehle
Weinend sich aus diesem Bund.
(Koşunuz milyonlar, kucaklaşınız, tüm dünyanın kaynaşmasıdır bu. Bu gök kubbe altında Tanrımızla olmalıyız. (Tanrı'mızın izinde olmalıyız.) Dostunun dostuyla tanışıp mutlu olan insan, gerçekten o erdemli kişiyle tanıştıysa, katılsın onun sevinci de sevincimize, söylesin bu gök kubbe altında tüm insanların mutlu şarkısını. Bu çağrıya uyamayanlar, bu büyük talihsizliğe uğrayanlar, ağlasınlar alın yazılarına, bir daha da aramıza girmesinler!)
* * *
Öğleden sonra Öztekin Öğretmen kemancıları serbest bıraktı. Bu, benim için de akşama dek “PİYANO ÇALIŞACAKSIN!” anlamı taşıyordu. Ancak salondaki Bechstein söz konusu değil. En az on kemanın değişik parçalara çalışması nedeniyle çıkan sesler arasında zevkli çalışma sözkonusu değil. Zaten kısa kısa çalışan Mehmet Zeybek üst salona oturunca ben alt odaya indim. Abdullah'la anlaştık, o istediği zaman gelebilecek. Mehmet Zeybek'in üst piyanoyu seçişi Hüseyin Çakar için de bağlanma anlamı taşıyor, 2. sınıflar bugün yukardaki piyanoda!
Önce temrin parçasını baştan sona tekrarladım. Zaten Faik Canselen Öğretmeninin tembihini özenle tutuyorum, piyanoya oturunca çalıştığım tüm parçaları küçüklü büyüklü tekrar ediyorum. Mozart aryayı, adını öğrendiğim için tekrarlayarak unutmuyorum Zerlina'nın aryası. Zerlina adı, tıpkı Röslein gibi güzel bir bayanın adı olarak belleğime işlendi. Öyle düşünerek daha duygusal çalıyorum. Sanki Zerlina beni kapıdan dinliyormuş. Abdullah çok geç geldi. Öztekin Öğretmen yukarıya gelmiş, akşam plak dinleyeceğimizi söylemiş, iki de konuğu varmış, geç gelebilirmiş. Yemeğe az kalmıştı, piyanoyu Abdullah'a bırakıp salona çıktım. Plak sıramız belli. Öztekin Öğretmenin imzası bulunan liste elimde, onu gösterip dırıltılardan kurtuluyorum. Çünkü herkes kendi istediğinin çalınması derdinde.
Öztekin Öğretmenin dinleyici konukları ilgi uyandırdı; karşılaşanlar biri birinden soruyor; “Kimler acaba?”
Listenin başında Johann Sebastian Bach'ın Wedding Kantatı. Wedding'in düğün olduğunu hep biliyoruz. Zaten bunu ikinci kez dinleyeceğiz. Sanırım Öztekin Öğretmen bu kez, Kantat Müzik türü üstüne konuşma yapacak. Öteki plakları da dinlemiştik. Stravinsky için öğretmenin; “Adamın niyeti müzik bestelemek değil orkestra çalgılarına cambazlık yaptırmak, orkestrada çalanların sabrını denmemek!” Paganini içinse; “Yaşarken ona Şeytan Kemancı demişler, onu keman çalışı için demişlerdi; o da sonra oturup o biçim besteler yaptı. Şimdi Paganini çalanlar şeytan değil harika kemancı olarak alkışlanıyorlar!” demişti.
Öğretmenin geç geleceği söylendiği için azıcık gevşeyenler oldu. Öğretmen konuklarıyla beklenilenden önce geldi. Konuklardan biri biz Kepirlilerin yabancısı değil, Mustafa Güneri, şimdi Enstitü Bölümü Sanat Başı. Onu görünce sevindim. Kendisi Resim Dersleri öğretmeni ama müziksever olduğunu biliyordum. Öteki konuğu tanımadım, bir bayan. İlk bakışta tıpkı Mustafa Güneri gibi, neredeyse kardeş falan diyeceğim. Özellikle gözlükleri, arkadaşların şaka sözü gibi “Tıpkısının aynısı!” diyeceğim geldi. Öztekin Öğretmenin tanıtacağını beklerken hiç oralı olmadan listeye bakıp bestecileri için açıklamalar yaptı. Stravinsky için “Yaşayan en büyük bestecilerden biri olarak tanınıyor ama ben pek sevmem, belki keman çalmamdan kaynaklanan bir tepki. Zaten o da tek olarak çalgılar üzerinde durmamış, daha çok bale türü besteler yapmış!” deyip kesti. Kantatı büyük bir sessizlik içinde izledik. Plaklar arasında yapılan kısa konuşmalarda konuk bayanın öğretmen olduğunu anladık. Çünkü bayan konuşurken “Bizim öğretmenlerimizin çoğu kemanı tercih ederdi!” dedi. Bir ara da “İtalyanlar kemanı, Almanlar Piyanoyu tercih eder!” dedi. Bir ara da Mustafa Güneri Öğretmen “Aysel Hanım konserleri kaçırmaz!” Bayan konuğun öğretmen, adının da Aysel olduğunu parça buçuk konuşmalardan anladık. Oysa ben gözlük benzerliğinden kalkarak önce Mustafa Güneri Öğretmenin kardeşi, daha sonra da Wedding Kantat üstüne konuşurken gülüşlerinden nişanlısı ya da niyetlisi sonucunu çıkarmıştım. Onlar gidince durum açıklık kazandı. Konuk Bayan Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde öğretmenmiş, Aysel Alkan. Öztekin Öğretmenle konukları gidince bu kez, benim aklımdan geçirdiklerim üstüne konuşmalar başladı. Bu kez aday Bölüm Başımızdı. Bekardı, yakınlarda evleneceği söyleniyordu. Hemen hemen çoğunluk “Tamam işte!” deyip noktayı koydu: Aysel Yenge. Doğrusu ben çekimser kaldım Aysel Öğretmen güzel gibi duruyordu ama kalın gözlüklerini sevmemiştim. Gene de Düğün Kantatıyla ilişki kurmaya çalıştım.
1. Johasn Sebastiyan Bach, Wedding Kantat, 3 plak
2. İgor Strawinsky, La Sagra du Prıntemps, 5 plak
3. Niccola Paganini, Caprice (Kapris), 2 plak
Arkadaşlarda hemen bir gruplaşma oldu “Bölüm Başkanımız evlenirse iyi olur; şimdiki gibi sık gelemez, rahat kalırız!” Bir bölümü ise “ Evlenince karısıyla dırdırlaştığında öfkesini bizden alır!”
Olasılıklar arasında seçim yapmadan dağıldık.
Yatınca son kez düşündüm “Bölüm Başımızın öyle bir niyeti olsa, Aysel Öğretmeni böyle çağırmaz. Madem ki müzik seviyormuş, konserlere götürür.” Aysel Öğretmenin gözlükleri gittikçe büyüdü. Sonra ne oldu pek anlayamadım, sanırım uyudum.
23 Aralık 1943 Perşembe
Akşamki rastlantı aklıma takıldı; biz plâk listesini bir aydan fazla bir zaman önce yapmıştık. Yanılmıyorsam bu 8 ya da 9. sıra. Düğün Kantatı dinletmek için bugünü beklemiş olamaz. Ama Aysel Öğretmenin ilgisi öyleymiş gibi dikkat çekti.
Ranzanın yanından geçenler aruz kalıplarını konuşuyordu. Biri ne dedi tam anlayamadım, öteki çıkıştı “Fahil Hatun olur mu lan? Ne Hatunu? La, lalalaaaaa failââ! diye uzatacaksın!” Baktım Süleyman Karagöz Ali Bilgin'e aruz öğretiyor. Ali Bilgin sinirlenerek sordu “Biz bunları gördük müydü kuzum?” Öteden bir başka Ali, Ali Bayrak yanıtladı:
-Biz onları gördük ama onlar bizi görmedi! deyip kendi sözüne kendisi güldü. Bu kez de Fakı Yörük çıkıştı:
-Gene olacağı o, boşuna ne konuşuyorsunuz? Sinin bir yerlere! Ona da yanıt geldi: “Biz sineceğiz ama seni gizleyecek çulumuz yok!” “Yetişin, Çiftelerliler bir birlerinbe düştü!” “Çüş, kışkırtıcı, Çok beklersin, Ağzına layık!” sözleri arasından sıyrılıp çıktım.
Biz Kepirtepe'de aruz olarak okumadık. Ancak öğretmenler anlattı. Daha orta ikinci sınıfta okuma kitaplarımızda Mehmet Akif Ersoy, Tevfik Fikret, Yahya Kemal Beyatlı'nın şiirlerini okurken Fikret Madaralı Öğretmen anlattı. İstiklal Marşı üstünde çalışırken iki dizesini ayırıp gösterdi. Tevfik Fikret'ten okuduğumuz Balıkçılar şiirinde bütün, yarım dizelerin aruz vezni gereği öyle bırakıldığını çizerek gösterdi. Sanırım Çifteler'deki öğretmen de aynı bilgileri vermiştir. Öyleyse bu arkadaşlar hâlâ neden böyle konuşuyorlar? “Bize bunlar öğretildi mi?” Bu tür arkadaşlar bizde de vardı, Fettah Biricik, Hilmi Altınsoy, Emrullah Öztürk. “Emrullah!” deyip kestim. Çünkü arkadaş, şimdi burada öğrenimini sürdürüyor. Acaba arkadaş gene o fikirde mi? Sordum ama hemen sözümü geri aldım, az önceki konuşmalar, öyle düşünenlerin burada da olduğunu göstermiyor mu? Öğrenme denilen olay, onlara göre nasıl bir olay ki öğretmenlerden onları bekliyorlar? İşte bunun yanıtını önümüzdeki psikoloji dersinde alacağız. Dikkat. İrade, Öğrenme nedir, nasıl oluşup gelişir?
Müzik salonuna uğrayıp defterimi, kitaplarımı alıp döndüm. Hamdi Keskin Öğretmenin bugün şiir okuyacağını, ağır ağır, yumuşak bir sesle okuyup açıklayacağını duyar gibiyim. “Fuzuli'den sonra da şairler var, Fuzuli, kendisini, fazla hatta gereksiz olarak saymış, ondan sonra da onun gibi düşünüp adlarını yok ya da olmamış, hiç gelmemiş diyenler olmuşsa da birileri de çıkmış sonsuza dek var olacağını söylemiş!” diyerek Baki'yi örnek göstermişti.
Kahvaltıda, akşamki konukların konuşulacağını bekliyordum. Hiç kimse değinmedi. Onun yerine Wedding Kantat'tan söz açıp kantatların konser salonlarında çalınmadığından söz edildi. Geçen yıl da bundan söz edilmiş. Geçen yıl derse gelen Prof. Zuckmayer, Avrupa'da kantatların konserlerde çalındığından söz etmiş, bizde neden çalınmadığına ise “Sizin sözünüzle yanıtlayayım!” deyip gülmüş, sonra da “Müslüman pazarında salyangoz satmak! olur” demiş. Arkadaşlar, o zaman da gülmüşler, şimdi de güldüler.
Prof. Edward Zuckmayer
Oysa ben bu söze gülmedim, gülecek bir taraf da bulamadım. Yanıtsız kalmış bir soru, gene gene sorulabilir. Plâklarda severek dinliyoruz, bizim salon yerine Konservatuvar salonunda dinlesek ne değişecek? “Kesinlikle çok daha güzel olacak!”demek varken kıs kıs gülüp geçiştirmek bence kendi kendini aldatmak olmaktadır.
Bu sabahki iyimserliğimi bozmamak için olabildiğince herkesten uzak durmaya çalışıyorum. Hamdi Keskin Öğretmenin gelip derse başlamasından az önce Halil Dere geldi, gelir gelmez de “Şimdi 2 saat Hamdi Keskin dinlenir mi?” diye sordu. Şaşırmadım ama gülmedim de. Halil Dere'nin sık sık andığı bir öğretmeni var. Onu anımsadım “ Sen alışmışsın lokum gibi öğretmene, örneğin Halit Ziya Kalyoncu'ya!” dedim. Meğer adamın soyadı Kalkancı'ynış. Halil Dere bu yanlışa güldü. Esas söylemek istediğime hiç yanaşmadı. Oysa başkalarının anlattığına göre adam, başarısızlara hakaret edermiş. Hakaret ne demek, düpedüz aşağılıyormuş. Zaman zaman bunları Halil Dere kendisi söylüyor.
Hamdi Keskin Öğretmen umduğum gibi geldi, önce şiirden, Divan Şiirinin özelliğinden, güzelliğinden söz etti. Aynı dine bağlılığı nedeniyle karşılıklı etkileşim nedeniyle birbiriyle yakınlaşan bir ölçüde de kaynaşan Türk-Arap-İran ortak özelliklerinin başında ölçü olarak Aruz yanında tür olarak da benzeştiklerini en çok kullanılan türlerin Gazel, Kaside (konu içeriğine göre Münacaat, Na't,) Murabbaa, ayrıca uzun hikâye anlatılarında Mesnevî kafiye dizisini kullandıklarını belirtti. Süleyman Çelebi'nin Mevlit'ini, Fuzuli'nin Leyla ile Mecnun'unu, Firdevsi'nin Şehnamesi'ni örnek gösterdi. En güvenilir kaynak olarak da Prof. Dr. Köprülüzade Mehmet Fuat'ın Eski şairlerimiz-DİVAN EDEBİYATI ANTOLOJİSİ'ni önerdi. Bu adı mı yoksa benzer başka biri mi var, anlayamadım. Benim bildiğim bir Fuat Köprülü var. Fikret Madaralı Öğretmen anlatmıştı, Fuat Köprülü, çok eski bir aileden, ünlü Vezir Köprülü Mehmet Paşa soyundan geliyormuş. Salcı Dede de (Vahit Lütfü Salcı) onu çok severdi. Salcı Dede'nin halk üzerine (Folklor) yaptığı araştırmaları beğenip, sürdürmesini istediğini gene gene anlatırdı.
Benim sormama gerek kalmadı, soranlar oldu. Bu kitabın yazarı da Fuat Köprülü'ymüş. Yeni soyadı yasası gereği eski tumturaklı adlar kullanılmaz olmuş. Hamdi Keskin Öğretmen gene de açıklamalarda bulundu. Fuat Köprülü için bu kez Ord. Prof. dr. M. Fuat Köprülü adını sıraladı. Kendisini yakından tanımış, kardeşi ile ise arkadaşmış, Cemal Köprülü, deyince içimden bir sevinme esti geçti. Cemal Köprülü, bizim izlediğimiz Almanca ders kitaplarının yazarlarından. İlk Almanca derslerimize giren Ömer Uzgil Öğretmenin de öğretmeniymiş; daha ilk derslerde ondan söz etmişti. Sami bunu geçenlerde anımsattı. Doç. Niyazı Çitakoğlu, benden kitabı alıp kaldırarak, kitabın değersizliğinden ya da “buna bakıp Almanca öğrenilmez!” gibilerde sözler söylemişti. Dersten sonra Sami Akıncı'nın tepkisi bu oldu:
-Nasıl olur? Öğretmenimiz Ömer Uzgil’in Cemal Köprülü'ye saygısı, sevgisi, güveni sonsuzdu!
Hamdi Keskin Öğretmene bunları nasıl anlatırım? Gene de ben, güvendiğim insanlardan düşünce olarak ayrı düşmediğime sevinip geçebilirim. Cemal Köprülü, tüm Türkiye Ortaokul-Lise sınıflarında okutulan Almanca ders kitaplarının (altı kitap) yazarı… Aynı zamanda bir başka öğretmenimin arkadaşı …
Hamdi Keskin Öğretmen bu arada Ord. Prof için de bilgi verdi. Profesörlük belli bir alanda bilgisinden kuşku duyulamayacak düzeyde bilgili anlamına geliyormuş. Okulumuza gelen Prof. dr. Hikmet Birand'ı örnek verdi. Hikmet Birand özüyle bir tarım bilginiymiş ama kendi alanında bildikleri, tartışmasız benimsenecek doğruluktaymış. Ordinaryusluk içinse bunun bir kıdem ya da çalışma süreci olduğunu, uygar uluslarda kullanıldığını anlattı. Ordinaryus Prof. dr. Fuat Köprülü, Ord. Prof. dr. Fahrettin Kerim Gökay deyip ayağa kalktıktan sonra:
-Şimdi biraz da geçmiş derslerimizde adı geçen şairlerden söz edelim! deyip yüzümüze baktı.
Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Fuzuli, Yunus Emre, Karacaoğlan, Mevlanâ diyenler oldu. Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek:
-Yaa, bunları anmış mıydık? Ben, Mevlânâ'yı atlamıştık diye üzülmüştüm! dedi. “Fatih Sultan Mehmet!” diyen olunca öğretmen birden o tarafa döndü. Bu kez de ben parmak kaldırdım. Belliydi ki öğretmen Ahmet Paşa ile Necati'yi bekliyordu. “Ahmet Paşa ile Necati!” dedim. Öğretmen; “Değil mi yaaaaa!” diyerek sesini uzatıktan sonra “İstanbul'un alınışını unutmazsınız. Fatih Sultan Mehmet asla unutulmaz! Bu unutulmayanlar arasında Ahmet Paşa olmalı. Çünkü o, genç padişah 2. Mehmet'in öğretmeniydi. Bir bizim Necati onlara biraz yabancı düşüyor. Onu da Fuzuli ile birlikte düşünelim. Çünkü Fuzuli usta kendi zamanından öncesi en büyük Türk şairi olarak Necati'yi seçmiş.” Öğretmen bunları söyledikten sonra:
-Öncelikle şairler Sultanı Mevlânâ Celalettin Rumi'den okuyalım! deyip kitabın ilk sayfalarını açtı.: İşte size Mevlana 'dan ilginç bir şiir!
Mahest nemidanem hurşid ruhat ya ne
Bu ayrılık oduna nice ciğerim yane
Mürdem zi firaki tü mürdem ki heme danend
Aşk odu nihan olmaz yanar düşücek cane
Sevdai ruhi Leyli şud hasılı ma hayli
Mecnun gibi vaveyli oldum yine divane
Şad tir zened ber dil an keman ebru
Fitnelü ela gözler çün uykudan uyane
Eh Şah ŞucaüddinŞemülhaki Tebrizi
Rahmetten eğer nola bir katre bize dane
Öğretmen şiiri okuduktan sonra şiirin dil özelliğini belirtti. Batı dillerinde MAKARONİK, bizim dilimizde Mülemma ya da TELMî' olarak anılan şiir türünün bir atlayan dizelerinin öteki dizelerden farklı dille yazıldığına dikkatimizi çekti. Örneğin, “Mahest nemidanem hurşid ruhat ya ne” ben bu dizeyi bilmiyorum, sözler bana yabancı ama, arkasından gelen benim konuştuğum dil, “Bu ayrılık oduna nice ciğerin yane! Buradaki sözleri biliyorum, bu benim dilim (Öğretmen gülerek; “Siz, od'la niceyi yadırgamayın) deyince onların anlamlarını da bilenler çıktı. Bekir Semerci Od, sateş, nice nasıl, çok! yanıtlarını verdi. Öğretmen devam etti:
“Mürdem ki firakı tü mürdem ki heme danend”, öğretmen gene omuzlarını oynatıp:
-Aşk odu nihan olmaz yanar düşücek cane, deyip bu kez dizenin anlamını bize sordu. Nihan sözü azıcık duraksama yarattı, öğretmen onu söyleyince doğru açıklandı. Öğretmen daha sonra şiirin tümünü açıklayıp geçti:
-İlerde, Mevlana'nın yazılı yapıtları üzrinde ayrıca duracağız! Mevlânâ’nın salt bir şair değil dünyanın sayılı büyük adamlarından biri olduğunu söyleyip önce Ahmet Paşa'dan kendi beğendiği iki, Necati'den de beğendiğini söylediği iki gazel okudu
Ahmet Paşa'dan
Gazel
Ey fitnesi çok kavli yalan yandım elinden
Bir naz ile bin gönlüm alan yandım elinden
Sen şem's gibi gayr ile mecliste gülersin
Ben akıdurum yaş ile kan yandım elinden
Her har ile sen sohbet dersin dünü gün ben
Derdin ederim munisi can yandım elinden
Ahmet çeke cevrini göre lütfunu ağyar
Ey şefkati az şuhucihan yandım elinden
Gazel
Gül istedim diken oldu yerim ne çare kılam
Meğer libası hayatımı pare pare kılam
Nolaydı sihr bileydim ki hecre doymağ için
Yüreğimi yüreğin gibi sengi hare kılam
Zaman figan ede ney gibi zarı kıla zemin
Eğer bu razı nihanımdan aşikare kılam
Sen ay gibi beze evci cemali cilvenle
Bana yeter ki ıraktan sana nezare kılam
Dedim teveccüh ile öldür Ahmed'i dedi kim
Bu kârı hayre ne lazım ki istihare kılam
***
Necati'den:
Çıkalı göklere ahım şereri döne döne
Yandı kandili sipihrin ciğeri döne döne
Ayağı yer mi basar zülfüne berdar olanın
Zevku şevk ile verir canü seri döne döne
Şamı zülfünle gönül Mısr'ı harap oldu diye
Sana iletti kebuter haberi döne döne
Sen olasın deyu yer yer asılup ayineler
Gelene gidene eyler nazarı döne döne
Ey Necati yaraşır mutribi şeh meclisine
Raksurup okuya bu şi'ri teri döne döne
Gazel
Dil sevdi yine can ile canan olacağı
Biçare bilir derdine derman olacağı
Gün yüzü tülüğ eyleyecek suph-ı sabada
Besbelli idi afet-i devran olacağı
Dil leblerinin şevki ile düştü şaraba
Saki içelim sun beri şu kan olacağı
Dil zülfüne dolaştı dedim, güldü dedi yar
Benzer ki olageldi perişan olacağı
Genc-i ruhi katında gönül halini anma
Billahi Necati ko şu viran olacağı
Öğretmen okuduğu gazelleri açıklarken elimdeki kitaba baktım. Ahmet Paşa'nın sevdiğim bir gazelini öğretmen neden seçip okumadı diye düşünürken öğretmen bana takıldı:
-Senin kitap daha iyisini mi yazıyor? Elimdeki kitap, Agah Sırrı'nın Edebiyat Tarihi Dersleri kitabıydı. Açık olarak öğretmene uzattım. Hamdi Keskin Öğretmen bana:
-Haklısın o gazeli ben de severim! diyerek, kitabı alıp bu gazeli de okudu.
Ahmet Paşa' dan
Sername-i muhabbeti canane yazmış
Hasret risalesini varak-ı cane yazmışam
Nalişlerini derd ile biçare bülbülün
Badı saba eliyle gülüstane yazmışam
Zülfün hikayetini gönülde misal edüp
Gam kıssasını levhi perişane yazmışam
Resmetmişem gözümde hayalini güyiya
Nakşı nigarı sagarı mercane yazmışam
Tabı ruhumla yazarken Ahmedin adını
Şevkimden odlara tutuşup yaneyazmışam
Öğretmenin kitabı kapattıktan sonra, şiir sevenler için şiirlerde geçen anlamı bilinmeyen sözlerin çok önemli sayılmamasını, en yabancı bir şiirin bile sık sık okununca anlaşılacağını söylemesi sorulara neden oldu. Öğretmen gülerek:
-Ben denedim, deneyimim sonucunu söylüyorum, siz de deneyin bir süre sonra tartışalım! deyince konuşmalar durdu
Öğretmen, Fuzuli, daha doğrusu Kanuni döneminin Fuzuli sonrası şairlerinden, “1550. 1600 yılları arasında yetişen şairler!” derken zil çaldı.
Öğretmen ne düşündü, neden gerek gördü anlayamadım, elinde kitap çantasını alıp çıkarken kitabı bana uzatarak:
-Beğeneceğini umduğum şiirler var, bak, ben de taşımamış olurum! deyip yürüdü. Kitabı aldım ama dondum kaldım; teşekkür bile edemedim. Çevremdekilere baktım, çoğu görmedi ya da öyle tavır aldı. Bölüm arkadaşlarımdan Azmi hemen kitaba sarıldı:
-Ver, biraz ben bakayım! Birden tepki gösterdim:
-Önce yazacaklarımı yazmadan veremem, bir daha öğretmenden almam zor olur! Azmi'nin yanında Talip varmış, “Arkadaş yazsın, biz sonra alırız!”Anladım ki isteyen Talip'miş. Bu kez de ben iki şiir yazıp vereceğimi söyledim. Aslında o da doğru değildi. Şiir yazacaktım ama yazacaklarımı henüz seçmemiştim.
** *
Hamdi Keskin Öğretmenin bugün benimle ilgilenmesi, nasılsa 2. sınıflara da duyurulmuş. Masaya oturunca daha söz açıldı. Önce Hamdi Keskin Öğretmenin titizliğinden, belli tavırlarından salt dersiyle ilgilenişinden övgüyle söz edildi. Ancak tüm bu iyiliklerine karşın şımarıklıklara tahammülü olmadığı öne sürülerek nokta yerine konuldu. Sonuna dek dinledim, nokta konduğunu anlayınca sordum:
-Hamdi Keskin Öğretmen, onun beklediği şekilde bir öğrenciyle karşılaşınca ne yapar? Anlattıklarınızda böyle biri yok! dedim. Önce Orhan Doğan:
-Öyle bir olay yok, çünkü onun dersinde öyle birisi çıkmadı da ondan! Bu kez de ben:
-Sizde böyle birisi olmayınca bundan hiç yok, anlamı çıkar mı? Orhan yüzüme baktı, ötekiler de “Çıkmaz!” dediler. Abdullah Ön doğrucu başı, önce güldü sonra da:
-Siz bizi bırakın Allah aşkına, biz geçen yıl doğru dürüst ders bile görmedik. Girdiğimiz bir kaç dersi de doğrusu benimsemedik. Çünkü bize açık açık “Siz öğrencisiniz!” diyen de olmadı. Bizim öğrenciliğimiz siz gelince başladı. Ne zaman ki sizin geleceğiniz gerçekleşti, işte o zaman biz de kendimizi öğrenci saymaya başladık. Bizim geçen yıl buraya gelişimiz dört aylık kurs içindi. Nitekim köylerine dönen arkadaşlara okudukları için değil kursa katıldı belgesi verildi. Olayın önü ardı bu! Mehmet Yelaldı, Ankara'ya öğrenci belgesiyle gittiklerini anımsattı. Abdullah Ön ona da:
-Ne yapacaklar kardeşim, bir belge gerekli, ancak öğrenci ve de asker belgesiyle trenlerde eksik bedelle biniliyor.
Söz sözü açtı, bizim Lüleburgaz'da halkın büyük bir bölümünün bize eğitmen gözüyle baktığını, özelikle de okula Köy Enstitüsü adı verilince hepten gözden düştüğünü anlattım. Kızılçullu grubu bana katıldı; Çiftelerliler ise tümden karşı oldular. Neye karşı olduklarını da anlamadım. “Anlattıklarım benim düşüncem değil, halk böyle anlıyor!” deyince iş değişti. Onlarda da aynı durum olduğu ortaya çıktı. Bu kez de: “Halk böyle düşünse çocuklarını göndermez!” savı ortaya atıldı. Buna da ben karşı bir sav öne sürdüm:
-Halk dediğimiz tüm Türkiye insanları, 20. 000 000. Bunların büyük bir bölümü zaten göndermiyor. Gönderenler ise o büyük sayıya göre küçük bir azınlık. Sayısı 18 olan Köy Enstitüsü'nde yuvarlak olarak 18.000 öğrenci olsa bu, büyük sayının yanında hiç gibidir. Bunlara bakıp genel hüküm çıkarmak yanlış olur. Nitekim gerçek bu yönde. Lüleburgaz Hükümet doktoru Sezai Feray aynı zamanda bizim okulun da doktorudur. Yanında çalışan hemşire, bizim okulun öğrenci listelerini yıllarca Eğitmen okulu olarak yazmış. Bunun, son yıl ayırdına vardık da bir yığın gürültü patırtı sonunda düzelttirdik.
Kızılçullulu arkadaşlar da bu tür olaylardan şikayetçi. Anladığım kadarıyla Çiftelerliler, bunları önemsiz sayıyor. Onların müdürü Rauf İnan bu tür olayları çocukça bulurmuş. Hele giyim kuşam konusunda öğrencilere hiç bir hak tanımazmış. Kendisi okul müdürü olmasına karşın asker giysileriyle gezermiş. Bu yüzden başından geçen bir olayı da sık sık anlatıyormuş. Yönetim işleri için Eskişehir'e gittiği bir gün, bir yol kenarında araba beklerken, yoldan geçen biri, elindeki paketten birini ona uzatarak “benimle gel!” demiş. Okul Müdürü bunu bir yardım sayıp almış paketi çağıranın evine dek götürmüş. O bunu hem anlatır hem de büyük bir yardım olarak değerlendirirmiş. Bunu anlatan arkadaşa ben sordum:
-Müdürünüz vatandaşın çantasını taşırken sizin okulun işleri aksamadı mı? Müdürünüzün anlatmadığı bu tür başka olayları da düşünürsek sizin okulun bazı işleri kesinlikle gecikmeli oluyor demektir. Hemen bir örnek de verebilirim. Biz, yeni Köy Enstitüleri Müfredat programını mayıs 1942 sonunda aldık. Oysa Çiftelerli arkadaşlar bu programdan habersiz olarak okulu bitirmiş. Nitekim burada Sosyoloji, psikoloji derslerinden söz edilince“Biz böyle bir ders görmedik!” diyenler çıktı. Çıktı ama derdini anlatabildi mi? Bir güzel azar yeyip yerine oturdu. Sanırım onların sevgili müdürleri Eskişehir'de valiz ya da çanta taşımasını şimdilerde de sürdürür. Umarım bu yıl son sınıfa geçenler, okullarının bir müfredat programı olduğunu duymuştur.
-Yok yahu! Amma da abarttın! Sen onu tanısan böyle konuşmazsın! sözleri arasında masadan kalktık.
Yarın Sanat Tarihi dersinde Erzurum, Sivas, Kayseri illeri ile çevrelerindeki Selçuk eserleri konuşulacak. En az ikişer üçer eser tanımam gerekiyor. Lise Tarih kitaplarımda vardı ama onları getirmedim.
Erzurum'da Selçuk eseri olur mu? Hiçbir şey anımsayamadım. Erzurum sayılırsa Van Gölü dolaylarında özellikle bu günkü Ahlat, Malazgirt Zaferinden sonra Türklerin ilk yerleştiği beldelerden biri. Malik Aksel Öğretmen orasını çok önemsiyor.
-1071 Çaldıran zaferi. Ahlat, Çaldıran'a yakın bir yerlerde. Alpaslan, Ahlat. Van gölü kıyısı. Kayseri ise daha çok Konya'ya yakın. Konya, Anadolu Selçukluların yönetim merkezi, orada çok eser bulunmaktadır.
Öğretmenin Şehzadeler Şehri dediği Amasya'yı pek anlayamadım, küçük illerimizden biri. Amasya, Tokat. Tokat'ı daha köyde duymuştum. Şarkısı varmış, “Ey onbeşli onbeşli, Tokat yolları taşlı. Onbeşliler gidiyor, Kızların gözü yaşlı” diyen bir plâk vardı. Ali Ağabeyim 1315 doğumlu olduğu için bu plâğı almış. Sanırım sonra aldığına pişman oldu. Çünkü Ali Ağabeyim, kurası çağırılınca Askerlik şubesi, “yeterli gelişmeyi tamamlayamamış” deyip ağabeyimi geri çevirmişler. Bir ya da iki yıl sonra aldıklarında ise Trakya'yı Yunan ordusu işgal etmiş. Ali Ağabeyim, Trakya ordusu komutanı olan Cafer Tayyar Paşa yanıdaymış. Cafer Tayyar Paşa Yunanlarca Savaş Kuralları dışında hile ile tutuklanınca Ali Ağabeyimin birlikte olduğu bir grup asker Bulgaristan'a sığınmış. Bu kez de Bulgaristan, kendisine sığınan askerleri, korumuş ama Türkiye'ye göndermemiş. Ali Ağabeyim, Lozan Barışından sonra yurda dönebilmiş. Bu olayı bilen arkadaşları Ali Ağabeyime hep takılırdı. “Senin askerliğin için kimse yaş dökmez, değiştir o tevellüdü!” deyip gülüşürlerdi.
Amasya özellikle Osmanlılar döneminde çok ünlüymüş. Padişah çocukları bir süre orada yetiştirilmiş. Bu nedenle orada kalan saraylar, camiler, mescitler, sebiller yaptırmış. Sivas'ta Alpaslan'ın komutanlarından Danişmentgazi bir süre egemen oldu, daha sonraları bir kaç el değiştirdi ama hep Türk Boyları olduğu için büyük bir yıkım olmadı. Özellikle cami, türbe, çeşme gibi dince övütlenen, halkça makbul sayılan eserler hep korundu. Bakalım arkadaşlarımız oralar hakkında neler söyleyecekler!
Mehmet Zeybek haber göndermiş, onun saatinde ben çalışacağım, o da benim saatimde çalışacak. Haber duyan arkadaşları gülerek:
-Anlarsın ya, sen onun saatinde şimdi çalış! Kendi saatin gelince de çalışırsın!
Arkadaşlardan gülenler oldu. En yufka yürekli Talip Apaydın'mış, gülenlere:
-Ne yapsın arkadaş? Çalışamıyorsa gelip kendini piyanoya bağlasın mı? deyince bir kaç kişi birden:
-Biz de öyleyiz ama dişimizi sıkıyoruz, o da bir yerlerini sıksın! derken Öztekin Öğretmen geldi. Bugün için Milli Oyunların melodileri konuşulmuştu. “Yaz stajlarında Köy Enstitülerine dağılınca herkesin elinde, oralarda oynanan oyunların notası bulunacak!” buyruğu verilmişti. Öztekin Öğretmen “bunu sözde bırakmam, bu gerçekleşecek!” diye bir kaç kez tekrarlamıştı. Bugün de:
-Görelim bakalım, kimler ne yaptı? deyip masasına oturdu. Önce benim defteri aldı. Ben Zeybek notalarını daha 1941 yılında toplamaya başlamıştım. Daha sonra Osman Bayatlı'nın kitabını alınca bazı düzeltmeler yaparak yeni defterime geçirdim. Öztekin Öğretmen benim defterimi çok beğendi, önce :
-İbrahim beni kıskandırıyorsun, iyisi mi bana da bir defter hazırla da hasetimden muztarip olmayayım! dedi. Sonra da şaka söylediğini ekleyerek takdir ettiğini tekrarladı. Karşısında oturan Muttalip Çardak beni övdü, “arkadaşa benzer sözleri Hamdi Keskin Öğretmen de söyledi!” deyince Öztekin Öğretmen bana dönerek,
-İbrahim, bak bu güzel bir haber, Hamdi Keskin kolay kolay adam beğenmez, çok titiz biridir. Onun gözüne girersen geleceğin daha parlak olur. Biz bir meslekdaştan yoksun oluruz ama sen emeline kavuşursun! deyince arkadaşlar bana baktı. Arkadaşlar Öztekin Öğretmenin ne demek istediğini anlamamıştı. Çünkü benim öğretmenle ilk günler yaptığım konuışmayı bilmiyorlardı. Buraya geldiğimiz ilk günler, bölüm seçme kararsızlı günlerimizde Hidayet Gülen Öğretmen beni uyarmıştı:
-İbrahim, sen çalışkan, anlayışlı bir gençsin. hangi dalı tutsan çıkarsın. Ancak daldan dala geçmek işi zorlaştırır, dalını daha yerdeyken iyi seç, doruğa doğru tırman! demişti. Bunu ben iki ikiye konuşurken Öztekin Öğretmene anlatmıştım. Kısacası:
-Ben, okuyup daha yükseklere tırmanmak istiyorum! deyince Öztekin Öğretmen de bana kendisini anlattı. O da sevdiği için müziği seçmiş. Müzik Öğretmeni olmuş. Bir de bakmış ki müzik öğretmenliği müzik değil çocuk oyuncağı düzeyinde algılanıyor. Sınavlara girip pedagoji okumuş. Böylece müzik defterini kapatmış. Ancak kendi zevki için keman çalışmalarını sürdürmüş. Köy Enstitüleri açılınca bu okullar ilgisini çekmiş. Müzik var, oyun var, öğretmen olacaklarına göre pedagoji de var. Oraya atanmış. Bu kez de Yüksek Bölüm açılınca tam istediği olmuş. Pedagoji kuralları içinde müzik öğretmeni yetiştirmek, severek buraya gelmiş. Bana da kendi gittiği gibi bir yol göstermişti, bugün onu anımsattı. Hamdi Keskin Öğretmen iyi bir Edebiyat Öğretmeni, sanırım ondan öğrenceklerinle istersen ilerde sen de yol değiştirirsin! demek istedi.
Öğretmen, benim defteri beğendi falan ama, özellikle zeybek oyunlarının derlenmesini Kızılçullu grubuna verdi. Onlar, Nihat Şengül, Kamil Yıldırım, Ekrem Bilgin, İbrahim Şen, Halil Yıldırım olmak üzere 5 arkadaş. Bu kez de Mehmet Öztekin Öğretmen “Ortak çalışma olur ama ortak yönetim baş ağrısı yapar. Beş arkadaştan birisi, bana karşı söz versin!” deyince Nihat Şengün, sorumluluğu üstlendi, en kısa sürede notaları toplayıp bize yazdıracaklar.
Gerçekten arkadaşların dediği gibi oldu, Mehmet Zeybek'in saatinde piyano çalıştım, sonra da benim saatim başladı, gene piyano çalıştım. Bir ara kendim de güldüm. “Ödev” olarak yüklendiğim 4 parçamı da olabildiğimce güzel çalmaya başladım. Bu, Beringer piyano metodunun yarısı demek. Ben henüz 3. ayımı bitiriyorum. Biliyorum bundan sonra büyük parçalar, sonatlar gelecek ama ben de gün günden ustalaşmış (ilerlemiş) olacağım.
Kitaplığa uğradığımda Yusuf Asıl'ı gördüm, sakin sakin matematik çalışıyordu. “Matematik değil, kimya-gübre formulü, fosfat, karbon” deyince “ İyot!” dedim. Yusuf, gülümseyerek yüzüme baktı:
-Platin şapkanın altında laboratuvara gidiyordun. Seni görür görmez namlusundan çıkan bir kurşun gibi takibe koyuldum. 2 zalim hidrojen seni görünmez ( SU) yapınca ben de iyot gibi açıkta kaldım.
Okuduğumun uydurma olduğunu, gerçek Kimyacının Aşkı şiirinin çok güzel olduğunu biliyordum. Ancak toparlamam olası değildi, bu kadarını söyledim. Yusuf zaten sıkılmışmış. Önce söz konusu şiiri, sonra da Edirne'ye gidişimizi, Çerkez Köylü Mustafa'yı anıp daldan dala atlayarak bir süre konuştuk. Elinde bir kağıt varmış, arkadaşları vermiş, “Sana gerekli olur!” deyip uzattı. “Beyaz Kitaplar!” dediğimiz Klasiklerin çeviri listesi. Kitapların hepsi yandaki dolaplarda var ama benim de merakım, adları defterimde dursun deyip aldım.
1-Kral Oidipus Sofokles
2-Philoktetes “
3-Trakhis Kadınları “
4-Elektra “
5-Antigone “
6-Aias “
7-Oidipus Kolonosta “
8-Helen Euripides
9-Herakles “
10-Medeia “
11-Agamemnon Aishilos
Bunlardan, ancak üç tanesini okudum. Yusuf güldü:
-Ben de hiç tanesini, yanıtını verdi. Yusuf, çocukluğu geç bırakacağa benziyor. Biz konuşurken Başkan Hüseyin Atmaca geldi. Elindeki listede yazılı arkadaşları toplantıya çağırıyormuş. (Listede olduğumu bilmediğim için) “Kitaplıkta Yusuf'la ikimizden başka kimse yok, gelen olursa göndeririz!” dedim. Hüseyin Atmaca güldü:
-Senin için geldim, sen kimi göndereceksin? deyince şaşırdım. “Beni kim yazdırmış olabilir?” Hüseyin Atmaca:
-Her bölünden bir arkadaş istedik, senin bölümünden seni bildirdiler!” dedi. Bu hoşuma gitti ama bildireni öğrenmek istedim. Toplantı, hemen yemekten sonra olacakmış. Yarın gece, Askerlik dersi olması olasılığından bu geceye alınmış. Toplantı, Yılbaşı Gecesi için yapılacak hazırlıklar üstüneymiş. Yılbaşı Gecesi Ankara'dan önemli konuklar gelecekmiş. Konukları karşılayıp yerleştirmek, gezeceklerle birlikte gezmek, gece yapılacak eğlence için program yapıp uygulamak için kararları, bu kararları uygulamayı bu görevliler sağlayacakmış. Toplantının içeriğini öğrenince adımın Öztekin Öğretmen tarafından verildiğini anladım.
Yemekte aynı konu açıldı ama benim gibi çağrılı kimselerden söz edilmedi. Hepsi büyük sınıf olduklarından benim çağrılışımdan da söz etmedim. Bu kez kaygılandım, acaba bizim bölümden benden başkası yok mu?
Yemekten sonra durum anlaşıldı. Her sınıftan bir kişi çağırılmış. Bizim 2. sınıftan Hüseyin Çakar varmış. Ancak Hüseyin Çakar, bu tür çalışmaları sorun yapmadığından önemseyip çevresine duyurmuyormuş. Başkanlık odasına gidince bunu özellikle kendisi anlattı. Başkanla birlikte 15 kişilik bir görevli grubu oluşturuldu. Yazı-tura atarak görev yerleri saptandı. Ben, kitaplıkt, daha doğrusu Kitaplıkta hazırlanacak konuk ağırlama yerinde görevlendirildim. Bizim grubu Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen yönetecekmiş, neler yapacağımızı, neler yapmayacağımızı bize o söyleyecekmiş. Bir bakıma sevindim. Toplantıdan ayrılırken Hüseyin Atmaca, görevli seçimi konusunda kendi düşüncesini aktardı; “belli bir amaç için yapılmış bir seçim değil, her arkadaşın yapabileceği işi bu kez sizler üslendiniz!” dedi. Oysa ben Atmaca'nın böyle bir açıklama yapmasının nedenini düşünürken, söylenenlerin ötesinde kendimce bir neden buldum. Gelen konuklara karşı düzgün kılıklı öğrencilerin seçildiği besbelliyken bu nedense açıklanmıyor. Toplantıya katılanları gözümün önüne getirdim, tamamına yakını Kızılçullu grubundan, arkadaşlar, hep kumaş giysi giymekte.
Yatınca bir süre bunu düşündüm; “Adam okul müdürü, asker kılığında dolaşarak vatandaşın paketini taşıyabiliyor, (Çifteler Köy Enstitüsü Müdürü Rauf İnan) kendisi böyle düşündüğü için de öğrencisine hakkı olan yılda bir takım giysiyi vermiyor. O öyle düşünedursun burada gelecek konukları karşılayanlar için kumaş giysili öğrenciler görevlendiriliyor. Köylünün giysileriyle alay eden memurlar varken, köye öğretmen olacak öğrencilere doğru dürüst bir giysi giyme alışkanlığı kazandırılması neden düşünülmüyor? Öte yandan bir başka okul müdürü “Size beğeneceğiniz bir giysi yaptıracağım!” deyip sözünde durarak yaptırıyor ama bir bakanlık yetkilisi (Ferit Oğuz Bayır) bu giysi içinde Türk Bayrağı tutan (Hüseyin Serin- 18 Temmuz 1941 Hasanoğlan Köy Enstitüsü temel atma töreni) öğrenciyi “Bu ne kılık?” diyerek paylıyor.
Yılbaşı gecesi gelecek konukları düşündüm; bunlar kimler olabilir? Kimi tanıyorum ki “bunlar kimler olur” diye soruyorum?