Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

23 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Adım Adım Öğretmenliğe Yaklaşıyoruz

 

4 Mart 1943 Perşembe

 

Akşam yatarken geç vakit aklıma gelmişti. Yatarken esneyerek ezberlediğim şiirleri sabah uyanınca okumaya alışsam, daha iyi olur diye düşünmüştüm. Nasıl olsa beş on dakika yataklarda oyalanıyoruz. Bu sabahtan bunu uygulamaya başladım. İlk olarak Açık Deniz’i anımsadım. Saate baktım, iki dakikada okudum. Güldüm: “Ne kadar iyi, bunu hep yapabilirim; arkadaşların tatsız şakalarını dinlemektense işime yarayacak bir iş yapmış olurum! Dudaklarımın oynadığını sezmiş olan karşı komşu arkadaşım Orhan sordu: Kendi kendinle mi konuşuyorsun? “Evet” diyerek geçiştirdim. Ayrıca Açık Deniz’i duraksamadan okuyabilmeme sevindim. Bu arada “OKUYABİLMEM! ” bileşik fiilini de anımsadım. Sabahat Öğretemenin ödevlerinde bu da vardı. Bilmek, vermek, kalmak, yazmak mastarlarıyla yapılan bileşik fiiller. İki dakikada okuyabildim-Kalem elimden kayıverdi-Otobüsün arkasından bakakaldı- Merdivenden hızlı inerken az kalsın düşeyazdım.

Sevinerek dersliğe gittim. Hüsnü Yalçın soba nöbetçisi, bir türlü yakamıyor. Yardım ettim, soba yandı. Hüsnü beni becerikli olarak gösterdi. Kahveci çocuğu olduğum için alışık olduğumu söyleyip geçiştirdim. Gerçekte Hüsnü biraz beceriksiz, odunları sırayla dik koyamıyor. Odunun bile neresinden tutulacağını bilmiyor. Bunun için öğrenmeye gerek yok, insan biraz aklını kullansa becerebilir. Aklımdan “becerebilir” bileşik fiilini geçirince Hüsnü’ye sordum. Bir süre duraladı. Yüzünü asarak: ”Biliyordum ama şu anda unuttum! ”dedi. Yusuf Asıl bizi dinliyormuş, söze karışıp açıklama yaptı. Yusul Asıl'ı dinleyen Bekir Temuçin tahtaya Bileşik fiiller yazınca herkes başını çevirip konuya sarıldı: - Sabahat Öğretmen daha önce zaten bunları soracağını söylemişti! Sözleri tekrarlandı. Kahvaltıyı bizim masa bileşik fiil tekrarlamalarıyla geçirdi. Kahvaltıdan sonra Bekir örneklerini çoğalttığı gibi birleşme kurallarını da ekledi: -Yeterlilik fiili; bilmek mastarıyla yapılır. Gelebilmek, yapabilmek gibi. İki mastardan oluşur. Birinci mastarın, mastar eki mek eki düşer, onun yerine bir sesli harf eklenir. Yap(a)bilmek, Gel(e)bilmek gibi. . Tezlik fiili: verm-k mastarıyla yapılır; Yazmak-vermek, gülmek vermekten, Yaz(ı)vermek-gül(ü)vermek gibi… Sürerlilik fiili: kalmak, durmak , gelmek mastarlarıyla yapılır. Dur(a)kalmak-Bekle(ye)durmak-sür(e)gelmek gibi. . Bekir bir de kural söyledi. Bileşik fiillerin yapılışında sesli harfler geçiş bağı olarak kullanılır. A-e-i-ü-ı-o. Kimi kez de iy-ye olarak y harfi katılır. Bekleyedurmakta olduğu gibi. Bekir Temuçin’e kimi arkadaşlar hayretle bakarken kimileri de: -Bunları nasıl unutmadın diye sorarak ilkokulda okuduklarını kanıtladılar. Ben kesinlikle bunları okumadım. Ancak elimdeki gramer kitabı bunları yazıyor oradan yararlandım.

Bekir tahtadan çekilirken Sabahat Öğretmen geldi. Hepimiz tahtaya bakıp anımsayacak diye kuruntulanırken Sabahat Öğretmen tahtaya bakmadan ön sıradaki Hasan Üner’e tahtayı silmesini söyledi. Ayrıca derslerinde tahtanın temiz olması isteğini de tekrarladı. Sabahat Öğretmen yüzlerimize bakarak, daha önce okuduğumuz öyküleri anımsamamızı istedi. Bir önce okuduğumuz Menzil Amiri’nin adı söylenince öğretmen, daha önce okuduklarımızı da kastettiğini söyledikten sonra bugün de öykü okuyacağımızı, ancak bunları daha dikkatli dinleyerek karşılaştıracağımızı söyledi. Birinci öyküyü bir eskli Varlık Dergisinden okudu. “Yazarı Şevket Hıfzı" dedikten sonra, “Siz bunun yazılarını şimdi Şevket Rado olarak okuyorsunuzdur!" deyince yazarı anımsadım. Geçen yıllar Akşam gazetesine abone olduğumda onun yazılarını çok okumuştum. Bir yazısında da kendisinin Yahya Kemal Beyatlı gibi Üsküplü olduğunu yazmıştı. Öğretmen öyküyü kendisi okudu: GECE YARISININ ADAMI. Yazar, uzaktan tanıdığı bir adamın garip davranışları gördükçe nedenlerini merak eder. Adam perişan bir evde yalnız başına, derbeder bir yaşam sürmektedir. Gündüz dışarı çıkmaz, gece olunca da evde durmaz. Kimseyle konuşmaz, tek başına dolaşırdurur. Yazar ya da anlatıcı sonunda bir gece yoluna çıkıp kolundan tutarak zorla konuşturur. Meğer adam zararsız biriymiş, sorulan sorulara yanıt verdikten sonra başından geçenleri, neden böyle yaşadığını anlatır. Yıllar önce bir gece bir bayanla tanışmıştır. Bayan çok güzeldir, adam hemen ona aşık olur. Bayan da bu buluşmadan memnun olmuştur. Adam birlikteliklerinin süreceğini düşünerek uykuya dalar. Uyandığında bayanın gittiğini görür. Bayan iz bırakmadan gitmiştir. Adam uzun süre bayanı arar, çok sevdiği için bir türlü aklından çıkaramaz. Bir süre sonra gene bir gece aynı bayanla karşılaşır. Gene dostça konuşurlar. İkisi de buluşmadan memnun kalmıştır. Ne yazık ki sabah olmadan bayan gene yok olur. Uzun bir beklemeden sonra gene buluşmalar olur. Bu buluşmalar hep gece olmuştur. Sonra birden kesilir. Ancak adamın umudu kesilmiş değildir. Bir gece gene buluşacağını umut ederek geceleri yarasalar gibi dolaşmaktadır. Kendisini o denli kaptırmıştır ki, başka türlü davranmak elinden gelmemektedir. Anlattığına göre sevdiği bayanı son gördüğünden bu yana tam beş yıl geçmiş. Öyleyken geleceğinden umudunu kesmemiştir. Bu konuşmadan sonra yazar onunla eskisi kadar ilgilenmemiştir. Son kez o sokaktan geçerken Gece Yarısı Adamı’nın evi boşalttığını görür. Evin penceresinde “Kiralık” yazısı asılmıştır. Öğretmen elindeki dergiyi bırakıp bir başkasını aldı. Öykünün adını söyledi: KERAMET. Adını duyunca arkadaşlar güldüler. Öğretmen anladı: Okumuş olabilirsiniz. Okumanız daha iyi. Ben zaten öykünün içeriği için değil bütünüyle karşılaştırma yaptırmak için okuyorum!” deyip okumasını sürdürdü. Mahallede yangın vardır. Evleri yanan insanlar çırpınır duru, ağlaşırlar ama yangını önleyemezler. Çaresizlik içinde çırpınırken gene de oyalanacak söz bulurlar. Yangın, tüm hızıyla bir yöne giderken. Bir söylenti yayılır: Yangın Türbe’ye yöneldi, kesinlikle duracaktır. “ Hiç, Türbe yanar mı (! ?) "Türbe yanmaz! ” Gerçekten ise yangınnın yalazları türbe çatısını yalamaya başlamıştır. Kalabalığın arasından Çiroz Ahmet, sıyrılıp türbeye dalar, içerdeki şamdanları, başka işe yarayacak ne varsa alıp sandukanın örtüsü başına atarak aralıktan çıkıp gider. İnsanların bağırışları çağırışları arasında Çiroz Ahmet yükünü kurtarmıştır.Türbe kül olmuştur ama söylenti yayılmıştır: Binası yandı ama Pir Hazretleri alacağını alıp mekanını başka yere taşıdı. Öğretmen, hiç yorum yapmadan başka bir öyküye geçti. Öykünün adı EŞEK. Yazarı MEMDUH ŞEVKET ESENDAL. Bu yazarı duymamıştım. Köylü bir genç eşeğiyle uzakça bir yerden tuz alacaktır. Eşeğine binip tuz yoluna çıkar. Yolu, tren yolunu keserek karşıda bir yere gider. Tren yolu üzerimnde küçük bir durak vardır. Görevliler kendi işleriyle uğraşmaktadırlar. Köylü bir süre çevresinde olup bitenlere bakar. Oldukça dalmıştır. Kendini toplayınca eşeğin olmadığının ayırdına varır. Sağa sola baklar eşek yok. Kendi kendine yorum yapar: -Koskoca eşek uçup gitmeyecek ya, buradaki insanlardan biri çalmıştır, diye düşünmeye başlar. Önce bir soruşturma yapar. Eşeği gören olmamıştır. Köylünün kuşkusu artar; “Eşeği çaldılar! ”der. “Çaldıklar ama nasıl bulup geri alacak? ”Gidip yaklaştığı birine para teklif eder. Cebinde beş-on kuruşu vardır. Konuştuğu adam biraz sert çıkar. Bir başkası da “Eşeğini git ötelerde ara! ”der. İnsanlar kendi işlerini sürdürürler. Sonunda köylü eşeksiz olarak köye dönmeye karar verir. Gene de çevresine bakmadan edemez. Sonunda uzaklarda bir karaltı görür. Son bir umutla dikkat kesilip bakar, eşeği oradadır. Koşup eşeği yakalayıp biner. Sevinçli bir şarkı tutturup tuz almaya gider. Öyküyü bitirince Sabahat Öğretmen kısa bir açıklama yaptı. Arkasından da: -Öykülerin içeriği anlatılmayacak, yalnız öykülerdeki baş kişilerin durumları karşılaştırılacak! deyince Sami Akıncı hazırmış parmak kaldırdı. Onu görünce Sabahat Öğretmen Sami’ye söz verdi. Sami, birinci öykünün kişisini, ikinci öykünün kişisini anlattı. Üçüncü öyküye gelince “Tıs!” yapıp güldü. Yutkundu konuşmaya başladı gene güldü. Sabahat Öğretmen öyle bir süre Sami’ye baktı. Sami elini ağzına kapatıp yalvarırca: Afedersiniz öğretmenim, ben anlatmasam olmaz mı? deyip gene; “Hııık! ”yapıp ağzını kapattı. Sabahat Öğretmen: Aaa, tabi, tabi! deyip Sami’ye oturmasını söyledi. Zil çaldı. Öğretmen hiç bakmadan kapıya yürüdü: Gelecek derste devam edeceğiz! dedi. Kapıya en yakın oturan Bekir Temuçin: Öğretmen gülerek gitti! deyince bu kez Sami’den başka herkes güldü. Sami çok üzüldü. Neden güldüğünü sorunca da gene güldü, ama bu gülüş dersteki gülüşünden farklıydı.

Toparlanıp Resim Odasına indik. Talat Ayhan Öğretmen bana resim tahtalarını dağıtmamı söyledi. Tahtaları dağıttım. Öğretmen: -Bugüm imgesel çalışma yapacağız! dedi. Daha sonra açıkladı. Kendi kafamızda kurguladığımız birlidiğimiz ya da düşündüğümüz bir doğa parçasını görmeden çizeceğiz. Öğretmen, orman, ağaç, çiçek olarak sıraladı. Mehmet Yücel sordu! “Eşek çizebilir miyiz? ”Mehmet salt arkadaşları güldürmek için sordu ama öğretmen iyi niyetle karşılayıp: -Geçen derslerde at çizdik, benim bir programım var, o programa göre bugün durağan çizkiler çalışmamız gerekiyor. Bir başka zaman dediğini de yaparız. Eşekleri küçümsemiş değilim, köylü çocuklarının eşeklere sempatiyle baktığını da biliyorum! deyince gene bir gülme başladı. Bu kez Talat Öğretmen sözü değiştirdi: -Ben sözleri art niyetli olarak düşünmem, içinizde öyle düşünenler varsa açık açık söylesin de onlara ayrıca hoşlarına gidecek davranışlarda bulunalım! dedi. Öğretmen giderek sinirlendi. Öğretmen daha önce konuşurken çiçekten söz etmişti. Sili Usta’nın bana hediye ettiği renkli kalemlerim vardı. Onlarla Alpullu’da gördüğümüz Atatürk Evinin güllerinden bir küme çizdim. Öğretmen bir ara geldi, kağıdımı alıp bir gül de o çizdi. Hiç bir şey söylemedi. Az dolaştıktan sonra eğilip benim çalışmamı suluboya çalışmasına benzettiğini söyledi. Okulda o olanakları bulamadığımız için sulu boya çalışamıyoruz. Belki gelecek yıllar bu da olacak. Senin köyün yakın, olanak bulunca gelir çalışırsın! ”dedi. Ders bitince kağıtları topladık. Dersliğe çıkarken Müdür Beyle karşılaştık. Müdür Bey hemen arkamızdan geldi. Girer girmez de gelecek yıllarda binalarımız tamamlanınca hep böyle dersler kendi yerlerinde olacak; Türkçe, tarih, coğrafya, fizik, kimya, müzik diye sıraladı. Ben de boş bulundum: -Onu biz göremeyeceğiz! dedim. Müdür Bey: -Sen neye göremeyeceksin? Köyün buraya iki adım, hem biz seni bırakmayız! dedi. Müdür Bey elindeki kitabı gösterek: “Bir de benim dersimi gözden geçirelim deyip Öğretmenlik Bilgisi bölümünü gösterdi.

ÖĞRETMENLİK BİLGİSİ

Toplumbilim-İşeğitimi-Çocuk ve İşruhbilimi-Eğitim Metodu ve Ders Uygulaması-Eğitim ve İş Eğitimi Tarihi. Haftada 4. Sınıflara 2, 5. Sınıflara 6 saaat. Bu derslerin amaçları: Öğrencilere,

1-Eğitimi toplumsal bir işilev olarak tanıtmak,

2-Çocukların, toplum yaşamındaki yerini belirtmek,

3-Eğitim konularının toplum ve iş yaşamındaki önemini kavratmak,

4-Çocukların ve gençlerin türlü çevreler içinde toplumsallaşmalarının beden ve ruh sağlığı üzerindeki olumlu etkilerini anlatmak,

5-Bütün bunların, ulusal yaşam içinde sürdürebilme yetisini kazandırmak.

Ayrıca:

a) Çocukları yaşlarına göre beden ve ruh gelişmeleri bakımından incelemek,

b) Çocukların bireysel yetenekleri incelemek,

c) Çocuklara bir iş yatkınlığı kazandırmak, ulusal ülküye bağlı ruhta kişilik kazandırmak.

Müdür Bey bunları okuduktan sonra kısa açıklamalar yaptı. Açıklamalar da çocukların özellikleri üzerineydi. "Çocuğu çocuk olarak anlayıp, onun gücü içinde değerlendirmek!” diye birkaç kez tekrarladı. Daha sonra derslerin başlıklarını okuyarak özellikleri belirtti. Önce Toplumbilim dersi üzerinde durdu. Toplum nedir, toplumun bilimi nedir? sorularını sorarak derste geçecek kavramlar üzerinde durdu. Özellikle çocukların: Çocukluk, ergenlik, gençlik çağlarının gelişim özelliklerini belirtti: Bu aşamaları iyi bilmeden öğrenciyi yönlendirmek olanaksızdır! diyerek dikkatimizi çekti. İkinci basamak olarak İş Eğitimini gösterdi. Özellikle bu konuda bizim, Köy Enstitüsü’nden çıkmış birer öğretmen olarak bu konunun üzerinde titizlikle durmamızın zorunlu olduğumuzu söyledi. Zil çalınca Müdür Bey: Bu konuyu biraz sürdürelim! deyip ayrıldı. Müdür Beyin “Köy Enstitülü olmak” sözü kimi arkadaşlarca yanlış yorumlandı: -Ne oldu Köy Enstitülü olduysak, ölene dek Köy Enstitülü mü sayılacağız? diyenler oldu. Tartışma Köy Enstitüsü dışına taşınarak okulların bir özelliği gibi gösterildi. Örneğin Edirne Öğretmen Okulunu bitiren öğretmenlerin kendilerini hep öyle andıklarını, söyleyen oldu. Yemekte gene Müdür Beyin derste söyledikleri dile getirildi. En güzel sözü de Salih Baydemir söyledi: -Bu çok önemli konuları bize şimdiye dek neden söylemediler? sorusu oldu. Bu kez de söylediler-söylemediler tartışması başladı. Ben söylediler tarafını tuttum. Çünkü bu sözkeri ben okula girdiğimden bu yana hep duydum. Fikret Madaralı Öğretmen, Ahmet Gürsel Öğretmen özellikle de Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin ağzından düşmeyen sözleri bugün Müdür Beyden dinledik. Müdür Beyin önce okuduğu sonra da söylediği sözler, iyi bir öğretmenin bilip uyması gereken sözlerdir. Demek bizim öğretmenlerimiz onları biliyormuş. Bildikleri için de böyle bir derste değil tüm çalışmalarında uygulamışlar. Zaten Müdür Beyin okuduğu kitap da bunu söylüyor. “İstenilen olgunluğa ulaşamamış olanlara, bunları öğretin! ” diyor.

Yapılan duyurudan, yemekten sonra tarım dersini derslikte yapacağımızı öğrendik. Bu habere benden başka sevinen olmadı. Başta Hilmi olmak üzere arkadaşlar: 4 saat arka arkaya derslikte oturulur mu? diye sordular. Ben de salt inat olsun diye "arada dışarı çıkmamıza öğretmen izin veriyor!" deyip güldüm. Anladığım kadarıyla arkadaşlar tarım dersini sahiden küçümsüyorlar. Küçümsedikleri için de anlatılanları, bildiklerini sanıp ilgiyle dinlemiyorlar. Oysa bildiklerini sandıkları sağlıklı bilgiler değil. Örneğin kabak sözü geçince çoğunun kabak hakkında bildiğini söylediği, kabağın karpuz gibi yuvarlak olduğu, onun da tarlada yetişti türünden yuvarlak sözler. Bu kez sözü çevirip karpuzu sorunca benzer sözler sıralanıyor: Karpuz da kabak gibi tarlada yetişir, yuvarlak olur! türü anlamsız sözler sıralanıyor. Oysa öğretmen bunları anlatırken aralarındaki benzerlikler gibi ayrıldıkları taraflarını da anlatıyor. Hikmet öğretmenden önce iki yıllık sebzelerin nasıl yetiştiğini daha birinci sınıftayken okuduk, Alpullu’daki sebze bahçemizde kendimiz dikerek yetiştirip, yedik. Sonraki yıllarda da burada uygulamasını gördük, biberini patlıcanını, domatesini yetiştirip yedik. Böyleyken Hikmet Öğretmen iki yıllık sebzeler deyince bakınıp kalanları görünce inanamadım, o arkadaşlar adına da üzüldüm. Hikmet Öğretmen tekrar tekrar anlattıktan sonra anlamış gibi bakmalarına karşın gene anlamayanlar olduğunu görünce ise iyice şaşırdım. Yediğimiz soğanı toprağa eksen olmaz mı? diyen çıkıyor. Olur, neden olmasın? Olur ama o soğan ancak tohum yapar, o tohumları ekersen, gerçek soğanı alırsın. Biber, patlıcan domates bu tür sebzelerdi, deyince kaçıncı kez anlatılmış olmasına karşın hala bön bön bakanlar var. Olaya böyle yaklaştıkları için Tarım Dersini derslikte sıkıcı buluyorlar. Hikmet Öğretmen gene kolunun altında kitaplarla geldi. Önce tahtaya bir harita astı. Haritada tüm Türkiye renklerle bölgelere ayrılmış. Önce Trakya bölgesini gösterdi. Özellikle Ergene, Meriç ovalarının özellikleri anlattı. Bu sulak bölgelerden yeterince yararlanamadığımızdan yakındı. Taşan suların zararlarını, öte yandan boşa akışlarını anlattı. Başka ülkelerde bunları önleyici çalışmalar yapıldığını söyledi. Ülkemizin bölge bölge önemli ürünlerini saydı, bu ürünlerin bölge bölge ayrıldığını söyledi. Adana yöresini Pamuk, Samsun yöresini tütün, Bursa yöresini meyve, Konya yöresini tahıl, İzmir yöresini üzüm, incir olarak gösterdi. Ankara, Yozgat, Sivas, Kars yörelerini de hayvancılık için gösterince arkadaşlar sordu: -Ankara’nın neresinde hayvancılık yapılıyor? Biz oralarda 8 ay kaldık doğru dürüst bir sürü görmedik. Çiftlik olarak da Lalahan denilen bir istasyonda 15-20 tiftik keçisi gördük! ”dediler. Hikmet Öğretmen güldü: Size göstermek için insanlar, sürülerine resmigeçit yaptıracak değil, gidip kendiniz görecektiniz. Ben gittim Gazi Çiftliğinde damızlık hayvanlar, örnek fidanlar gördüm, gene Çubuk Barajı yanında büyük çam ormanları, sayısız sürüler gördüm! dedi. Bu arada Tiftik keçisinin azalmasına üzüldüğünü söyledi. Konuyu hayvancılığa atlatarak, cins hayvan üretemediğimizi, Tiftik keçilerinin de bu yüzden verimsizleştiğini, öte yandan ormanların azalması yüzünden orman düşmanı olarak sayılan keçi türünün giderek halkın gözünden düştüğünü anlattı. Bu arada bize sordu. “Her biriniz bir köy çocuğusunuz; sorsam kaçınızın evinde keçi vardır? ”dedi arkasından da sordu. Benden başka keçi olduğunu söyleyen çıkmadı. Öğretmen güldü: Koyun da sorsam çıkmayacak galiba; hadi onu sormayayım! dedi. Öğretmen köylerdeki ekim durumları üzerinde durdu. Sözü gene Çiftçi birliklerine getirip öğretmen olarak bize düşen görevleri anlattı. Az dinlenelim, deyip ara verdi. Öğretmen dönünce Lüleburgaz’daki sebzecilik üstüne bilgilerimizi sordu. Besim İyitanır’la yaptığımız gezilerden söz ettik. Bahçelerin sulanmasıyla ilgili atlı su çarklarını anlattık. Çarkla su çıkarmanın zorluğu konuşulurken Hasanoğlan’da boşa akan bol sulardan söz edildi. İdris Destan dayanamadı: -Oradaki bol su burada olsa! deyince Hikmet Öğretmen güldü: -Olsayla bulsa, ikisi bir araya gelse! deyip baktı: Her işin bir ekonomik tarafı var; Lüleburgaz büyük bir ilçe, burada oturanlar yeyip içiyor. Hasanoğlan ise bir köy, köy halkı ne satın alır ki insanlar sebze yetiştirsin? Orası da ilerde büyük bir yerleşim merkezi olur, müşteriler çoğalırsa o sular bahçelere akar! dedi. Öğretmen Edirne’den örnek verdi. Meriç Nehri Edirne’den Saros körfesine dek 160 km. kat ediyor. Bu uzun yolda aynı sular akıyor ama Meriç suyuyla yalnız Edirne'de bahçe sulanıyor. Neden? Çünkü bahçenin ürünleri yiyenler Edirne’de Meriç’in korfese döküldüğü ya da öteki yerlerinde de büyük bir kent kurulsun orada da bahçeler oluşur. Bu bir ekonomik olaydır! Bunu kesinlikle unutmayalım! dedi. Öğretrmen sözü bizim okula bağladı: İlk yıl, bir ton patates, 3. yıl iki ton patates, bu yıl patates 4 tona çıktı. Gelecek yıl bu 6 olacak. Çünkü sayımız artıyor, gereksinim çoğalıyor! dedi. Öğretmen bir süre yeni çalışma programından söz etti, saatine baktıktn sonra dışarıya çıkmamak koşulu ile bizi serbes bıraktı.

Öğretmen gidince Asım Öğretmenin odasına inip çok yavaş olarak piyano çalıştım. Asım Öğretmenin çok güzel çaldığı 48 numaralı Lieber Mond parçasını denedim, rahat olarak çaldım. Öğretmen kapıdan dinlemiş, kapıyı sonuna kadar açarak: “Vayyyy! isen benimle yarış mı ediyorsun? ” deyip “Ha, Ha, Ha! ”diye güldü. Yanında iki çocuk getirmişti, (Ramazan Korkmaz-Nejdet Şıpka) Çocuklar, öğretmenin konuşmasına biraz şaşkınca baktılar. Çünkü Asım Öğretmen öğrencilere biraz sert davranıyor ya da öğrenciler onun bağıra çağıra konuşmasından çekiniyorlar. Gene öyle oldu; bir süre ürkek ürkek durdular. Çocukları gönderdikten sonra öğretmen, Piyano metodunu açarak Lieber Mond parçasındaki bağlamalar için açıklamalarda bulundu; parçayı kendisi de birkaç kez çaldı. Parçadaki crese-f. -mf. -p işaretlerinin değerlendirilmesi konusunda uyarmalar yaptı. Ayrıca bağlı notaların çalınışında parmakların kalkışını örneklerle anlattı. Parmağın biri notadan kalkmadan ötekinin basması gibi…Akordiyonda bunlara hiç önem vermiyorum. Sanırım onda da bazı kurallar var ama, onu akorlarla tamamlayarak belli etmeden çalıyorum.

Derslikte yeni bir fiskos. Konuşanlar ben bakınca susuyorlar. Benimle ilgili olduğunu anladım ama İsmet’in de aralarında olduğunu görünce kötülüğüme bir şey olmayacağını anladım. Gene de aklıma takıldı. Türkçe dersinde Sabahat Öğretmen "siz de öykü yazmayı deneyebilirsiniz" demişti. Bir süre onu düşündüm; bir öykü yazabilir miyim? Önce köydeki olayları anımsadım. Annemin ölümünden başlayarak bir sıra olay sıraladım. Ömer Seyfettin’den çok öykü okudum, hepsi bir olayı başka olaylarla süsleyerek daha önemli bir duruma getirip öyküyü bitiriyor. Son okuduklarımız da öyle. Gece Yarısı Adamı, gezip dolaşıyor, ilgi çekip arkasından baktırıyor derken bu durumun nedeni bir bayana olan tutkusu olduğu anlaşılarak bitiriliyor. Eşek öyküsü de öyle; gittiydi geldiydi derken köylünün düşüğncesiz tavırları eklendikten sonra eşek ortaya çıkarak öykü bitiyor. Keramet ise düpedüz halkın düşüncesizce söylentilere inandığını, inanmaya da yatkın olduğunu anlattıktan sonra küçük sayılan bir olayla öyküyü bitiriyor. Menzil Amiri uzun bir öykü ama onun da benzer bir sıralanması var. Bir çok ayrıntı çıkarılsa Keramet gibi kısa bir öykü olabilir. Bunları düşünerek öyküye öz olacak olaylar sıraladım. İlkokul 5. sınıftayken bir gün son derste Ahmet Korkut Öğretmen bana "İbrahim, senin yolun uzun, hava bozacağa benziyor, sizin köyden gelen öbür sınıflardaki arkadaşlarını da al, hemen yola çık!" demişti. Öğretmenin dediğini yaptım. Gerçekten giderek rüzgar arttı ama biz köye, evlerimize vardık. Tam vardık arkasından bir fırtına koptu. Bir saat kadar esen fırtına bahçelerdeki ağaçları bile kökleriyle çıkardı. Hava görülmedik bir gündüz karanlığına döndü. İki saat onra ortalık açıldı ama insanların haykırışları, eyvahları tüm köyü sarmıştı. Kahveye indiğimde oradakilerin yüzleri gergin, duyduklarını yorumlamaya çalışıyordu. Köye dönmekte olan koyun sürüleri ortalıktan yok olmuştu. Muhtar Hüseyin Çavuş Amcanın 200 koyunluk büyük sürüsünün ormana dağıldığı söyleniyordu. Gelenler gidenler oldu. Söylentiler yayıldı. Zarara uğramayanlar zarara uğrayanlara yardıma koştu. Mahmut Ağabeyim giyinip Muhtar Amcanın koyunlarını arayacak gruba katıldı. Gece başladığı zaman bu kez de sürü aramaya gidenlerin kaygısı başladı. Geç vakitlere dek kahvede babamla ben de Mahmut Ağabeyimi bekledim. Mahmut Ağabeyim çok geç gelmiş, koyunların ancak bir bölümünü bulabilmişlerdi. Koyunlar, rüzgar altına, yani sırtlarını rüzgara dönerek iki saatlik bir yere; bizim Rüzgarlı Bayır dediğimiz tarla çukuruna dek gitmişmiş. Bir gün sonra kaybolanların öbür bölümü de bulundu. Koyunların yarı yarıya öldüğü söylendi. Ancak hava düzeldiğin insanlar sevincinden onları pek önemsememişti. Bu olayı anımsayıp öykü yapmayı düşündüm. Olay önemli ama okuduğum öyküler gibi bir bölümünü ele alıp ayrıntılar ekleyerek öyküleştiremeyeceğimi anladım. Fırtına ya da Korkunç Kış başlığını bile düşündüğüm öyküden vazgeçtim. Köyde sık sık kız kaçırma olayları olur. Bunlardan biri de benim Küçük Ablamın kaçırılışıdır. Üç tane yetişkin ağabey arasından Küçük Ablam kaçırıldı. O da aklımdan geçti. Bundan da vazgeçtim. Ablam kaçırılınca babam olayı büyütmedi . Ağabeylerim de babama uydukları için olay kısa zamanda tatlıya bağlandı. Daha doğrusu gene öyle bir olayla öclerini almış oldular. Bektaş Ağabeyime enişteliğin kız kardeşini, yani Küçük Ablamın eltisini (Fatma Yengemi) kaçırarak dengeyi sağladı. Bunu da bir öykü yapamayacağımı anladım. Çünkü olayın içinde kendi ablam olacaktı. Buna benzer bir başka olayı anımsadım. Ancak bu kız kaçırma değil davullu-zurnalı bir düğünden sonra olan ayrılışla ilgiliydi. Bu olayı daha önce bir kez anlatmıştım. Bu kez onu yeniden yazıp Sabahat Öğretmene versem olur mu? “Neden olmasın?” diyerek kendime kendim yanıt verdim. Gene de bir süre başka konuları gözden geçireceğim. Daha ilginç birini bulamazsam aklıma takılanı yazıp vereceğim. Şiirlerime ses çıkarmayan Sabahat Öğretmen bakalım öyküme ne diyecek?

Düşündüklerimi gerçekleştirmişçesine sevinerek yemeğe gittim. Az önce bana bakarak konuşanlardan biri de Mehmet Aygün’dü. Mehmet benim olmadığım yerlerde benim aleyhime konuşan bir arkadaş değil, bunu biliyorum. Gerekirse duyduklarını rahatça söyler. Bunda haklı olduğumu iyice anladım. Arkadaş doğrudan: -Arkadaşlar, okulu bitirince senin bura kalacağına kesin gözle bakıyorlar! dedi. Resim dersinde Talat Ayhan Öğretmenin, daha sonra da Müdür Beyin söylediği sözlerden böyle bir sonuç çıkarmışlar! O öyle söyleyince Hilmi Altınsoy: Ne çıkarmışları ya, düpedüz böyle konuşulmadı mı? Müdür Bey açık açık: Seni bırakmayacağız! Talat Öğretmen ne dedi: Gelip burada çalışacaksın! Bunlar ne demek oluyor? Ben. içimden sevinmeme karşın : Yok, mok gibi bir iki söz söyledim ama böyle bir olayın olacağına kesinlikle inanmadım. Ancak arkadaşların bu tür tevatürleri çıkarmalarına sevindim. Gene de sözü öykü konusuna çevirdim. Arkadaşlardan da düşünen varmış. Recep Kocaman arkadaşımız Ali Güleren’in okuldan atılmasına, Harun Özçelik’in öğretmenimiz Ömer Tunalı’nın planör uçuşunda ölümüne, Hasan Üner, küçük sınıfların sporcularından Ruşen Baksi’nin ölümü için öykü düşündüklerini bu arada öğrenmiş oldum. Dersliğe dönünce de bu konuyu bir daha gözden geçirdim. Bizim bir de İstanbul’a gidişimiz vardı. 1939 yılı sonbaharında okul binasın bitirmiş, içine giriş sevincini yaşarken gazetelerde okulumuz aleyhinde yazı yazılmıştı: -Bu okullar sözde kendi yiyeceğini kendileri çıkaracaktı. Oysa onlar gazetelere ilan vererek devlet parasıyla yiyecek alıyorlar! türü yazılar çıkınca, bu yazıları yazan gazetecilerle konuşmak üzere İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğüne gitmiş, Milli Eğitim Müdürü Murat Uraz, Başmüfettiş Hayrullah Örs bizi karşılamış, gazetecilerle konuşmamız için aracı olmuşlardı. Bir iki gazeteci, (Hüsamettin Bozok-Selahattin Sel, sonradan Mithat Perin) dışında özellikle yazı yazanların (geleceklerini söyleyip de) gelmemeleri bizi çok üzmüştü. Bu olayı yazabilsem, sanırım güzel bir öykü olur. Yatınca bir süre bunları düşündüm. Okuduğumuz öykülerde gerçekte önemli bir olay da yok. Özellikle Eşek öyküsü bence öykü bile değil . Keramet’i düşündüm arkasından da Ömer Seyfettin’in öteki öykülerini anımsadım; örneğin, Mermer Tezgah, Kaşağı, Deve, Kurbağa Duası, Falaka. Hepsini biliyorum. Hepsinde çok şeyler anlatılıyor ama sonunda bir olay ötekilerin önüne geçiyor. Öykülerin başlıkları bile o öne geçen olayla ilgili oluyor. Dur bakayım, “Deve öyküsünde de öyle mi? ” derken uyudum.

 

5 Mart 1943 Cuma

 

Uyanır uyanmaz öykü aklıma geldi. “Hazır yazılmışı varken neden başkasıyla oyalanayım? deyip kararımı kesinleştirdim. Pazar günü yazar, hazırlarım. Güvercinler için yazdığım şiiri de eklemeyi düşündüm. Arkadaşlar Üsteğmenden söz ediyorlar. Üsteğmen Almanların yenilmesine ne diyecek? Mareşal Paulus’un teslim olmasından sonra Ruslar iki büyük kenti daha geri almışlar. Üsteğmen gibi düşünen arkadaşlarımız da var. İsmet bunlardan biri. İsmet yüksek sesle: - Kış bitiyor, Ruslar görürler gününü, havalar düzelince tankar gene meydana çıkacak! diyor. Arkadaşları dinleyince ortada kalıyorum; iki tarafın da haklı olduğu noktalar var. Bir kere savaş yapılan topraklar Rusya’nın. Saldıranlar Almanlar. Bu bakımdan Almanya haksız. Ancak tarihe baktığımız zaman Rusya tarih boyunca bize saldırmış, topraklarımızı almış. Almanın yanında başkaları için de çalışmış bir eski düşman. Babamın an lattıklarını anımsıyorum, ne denli yakınıyordu! Babam, şimdilerde bu haberleri duyunca için için üzülüyordur. Babam, “Gavurdan dost olmaz! ”deyip Almanları da dışlar ama Ruslarla Bulgarları hiç affetmez. Derslikte üsteğmen için sorular hazırlandı. Rusların geri aldığı kentlerden biri Harkov’muş. Haritadan baktılar, “Aaaa, Ruslar Polonya’ya yaklaşmış! ” diyenler oldu. Ben, “Yaklaştığı falan yok, gösterdikleri yerler daha Azak denizinin üstlerinde. Polonya daha nerede? ”dedim kendi kendime. Kahvaltıda çay-zeytin. Çaylar biraz soğuk olsa da çorbaya göre daha çok seviyoruz. Çay olunca en sevinçli Hilmi Altınsoy oluyor. Çaylı günler onun için uğurlu günlermiş. Hilmi: -Bahçemize çay ekilse orada gönüllü çalışırım! deyince sorular başladı: -Çay tarlası olur mu? Çay tarlada mı yetişir bahçede mi? Bana sordular, bilmediğimi söyledim. Ancak kahvenin ağacı olduğunu duymuştum. Bizim kahvede zaman zaman hurma, keçiboynuzu, kahve ağaçlarından söz açılıyordu. Bunlar arasında çayın sayılığını duymadım. Salih Baydemir: Bir yaşıma daha girdim! dedi. Sonra da, “Senin bilmediğin de varmış, bunu ilk kez duyuyorum! ”diyerek güldü. Ben de, “Ben öğrendiklerimi bilirim, öğrenmediğim çok şey var, onları sorsan hemen bugün ihtiyarlarsın! ”deyince arkadaşlar güldüler. Hilmi gene dalgınlık yapıp sordu: Niçin ihtiyarlasın? Hasan Üner, hemşeri olarak açıkladı, Herf bilmediği için bir yıl, yani yaş geçeceğine göre! deyince Hilmi, makaraları saldı: Vay benim koca kafam! Ben konuşmaları dinlememiş gibi yaparak, yer fıstığı olayını anlattım. Ben fıstığın ağaçta olduğunu sanırdım. Geçen yıl Düziçili arkadaşım fıstık ektiklerinden söz etti. Ben de ona sordum, fıstık nasıl ekiliyor, nasıl yetişiyor? Arkadaş yazınca anladım ki benim bildiğim fıstık, tıpkı bizim nohut ektiğimiz gibi ekilip toplanıyormuş. Çay için böyle bir olasılık öne süremiyorum. Ama o tip içilenlerin çoğu ağaçta olduğuna göre bununda ağacı olabilir! ”

Dersliğe dönerken motosikletli askeri görünce üsteğmenin geldiğini anladık, marş marşla doğru dersaneye yollandık. Üsteğmen Asım Öğretmenin odasına girmiş. Bir an Asım Öğretmene bir şey sormayı bahane edip odasına girmeyi düşündüm. Asım Öğretmenin bana karşı tavırlarını görünce, yakınlığımızdan Üsteğmenin hoşlanmayacağını düşündüm. Kapıya kadar gittim. Düşüncemin saçmalığını bile bile döndüm. Az sonra Üsteğmen geldi. Çok neşeli görünce Asım Öğretmenin güldürücü sözler anlatmış olacağını düşündüm. Üsteğmen başını sallayarak: -Nasıl, baharı getiriyor muyuz? siz buranın eskilerisiniz, deneyimlisiniz! ”dedi. Az sonra da Hüsnü Yalçın’a sordu, “Senin sesini hiç duymadım, biraz konuşur musun? ”diye sordu. Hüsnü Yalçın biraz ağır davranarak ayağa kalktı: - Ben aslında buralı değilim, ancak dört yıldır buradayım; beş ongün içinde soğuklar azalır! deyince Üsteğmen Hüsnü’ye nereli olduğunu sordu. Hüsnü Bulgaristan’dan geldiğini anlatınca Üsteğmen Hüsnü’ye bakışını değiştirdi: - Bak bunu bilmiyordum, bilseydim daha önce seni tanımak isterdim. Bulgaristan’daki Türkler için gerçek bilgiler edinmek istiyorum; öyle kulaktan duyma değil yaşanmış bilgiler olsun! dedi. Hüsnü, köyünü, ailesini, okuduğu okulu daha sonra niçin, nasıl kaçtığını, Edirne’ye gelince duyduğu mutluluğu anlattı. Üsteğmen bize dönerek: -Bunları siz biliyor muydunuz? Arkadaşınızdan duyunca etkilendiniz mi? İnsan kendi yurdunda nasıl rahat yaşar; bunu herkesin bilmesi gerektiğini tekrarladı. Ali Önol parmak kaldırdı. Üsteğmen söz verince, “Bir arkadaşımız daha var! ”der demez, Üsteğmen Ali’nin kendisi sandı: - Yaaa, sen de mi? diye heyecanla, sen de anlat! deyince Ali, Emrullah Öztürk’ü gösterdi. Üsteğmenin yüzü değişti bir şey söylemek üzereyken Emrullah Öztürk kalktı. Edirne’ye gelince çektiği sıkıntılardan başladı. Üsteğmen Emruyllah'ın konuşma biçimini beğenmedi, uyarıda bulundu: -Önce kendini tanıyalım, bir kere sen o beyenmediğin yere niçin geldin? İşin orasını anlayalım! dedi. Emrullah’ın konuşmasını sık sık kesti: -Şimdi ailesinin bulunduğu yerde Alman var mı? diye sordu. Sorularını giderek Bulgaristan’daki okullara yöneltti. Türkçe konuşmaları, Bulgarca konuşma zorunluluklarını, giysi durumlarını, Türk-Bulgar öğretmenleri, okunan kitapları inceden inceye sordu. Üsteğmen sözü Bulgaristan’in bize düşmanlık nedenlerini anlattı. Rusya’nın kışkırtmasıyla başımıza bela olduklarını, önce çetecilikle başladıkları ayrılıkçı direnişleri sonra sonra savaşlara döktüklerini özellikle Balkan Savaşında Uluslararası kuralları çiğneyerek halkımıza zulm ettiklerini anlattı. Salt Rusya’nın değil Almanya’nın da onları desteklediğini, zaten başlarındaki krallarının Alman olduğunu da sözlerine ekledi. Bu kez Hüsnü Yalçın’a “izler bunu belki bilmezsiniz, Bulgaristan kralı bir Alman prensidir! ”dedi. Hüsnü Yalçın bildiğini söyledi. Ayrıca yakınlık duydukları Bulgarlala konuşurken onların da bunu bildiğini, bazılarının da bu yüzden kralı sevmediklerini anlattı. Üsteğmen gülerek: Ha, ha, haaa! Şimdi tam oldu işte; kralları gibi sokaklarda dolaşan askerler de Alman, onlardan nasıl kurtulacaklar bakalım, göreceğiz! dedi. Üsteğmen Bulgarların acımasız bir toplum olduğunu salt biz değil öteki komşu ülkeler de onları sevmezler, bu nedenle Balkan Savaşı’nda bize karşı birleştiler ama kısa zamanda birbirlerine girdiler! deyip güldü. Bu da bizim işimize yaradı, karşımızda yalnız kalınca tası tarağı toplayıp defoldular! dedi. Emrullah uzun süre dinledikten sonra Bulgarların oradaki Türklere şimdi de çok zarar verdiklerini, çıkardığı ürünleri sattırmadıklarını, Türkiye’ye gelmelerini yasakladıklarını anlattı. Hasan Üner ise Ömer Seyfettin’in öykülerinden söz etti; . Beyaz Lale’yi, Bomba’yı, örnek gösterdi. Üsteğmen Ömer Seyfettin’in öykülerini okumuş, gülümseyerek, Ömer Seyfettin için: O bizim meslekten, savaşların çilesini çekmiş ağabeylerimizden, onu okursanız, benim anlattıklarımın çoğunu öğrenmiş olursunuz! dedi. Zil çalınca Üsteğmen selam verip çıktı. Arkadaşlar neşeli neşeli söyleştiler, “Ne iyi, gene bir konu bulsak! ”gibi istekler ortaya döküldü. . Az sonra Üsteğmen geldi cebinden bir kağıt çıkarıp. “Orduda rütbeleri konuşmuştuk. Zorunlu bir rütbe değildir ama onurlu ve de ulaşılması çok güç bir rüdbe de mareşallıktır, Cumhuriyet ordusunda iki mareşal olmuştur, bilirsiniz, Mareşal Mustafa KemalMareşal Fevzi Çakmak! ”dedi. Mareşallığın tüm ülkelerde bulunmadığını, örneğin Amerika Birleşik Devletleri ordusunda mareşallık yoktur. Çünkü onların tarihinde savaş yok denecek kadar azdır, Kurtuluş Savaşları, İç Savaşları bir de geçen Büyük Savaşta savaştılar. Şimdiki savaşları onların tarihinde 4. savaş olacak. Ordulara daha çok eski devletler önem vermiştir. Onların yaptığı uzun savaşlar orduları önemsetmiş, askerlik de bilim ve tekniğe dönüşmüştür. Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya bunlar arasında sayılabilir. Bunların ordularında ise mareşallık vardır. Bakın, yakın zamandaki Mareşal Paulus olayı bunun için ilginç bir örnektir. Yanlış bilgilendirilen Alman Hükümeti General Paulus’un şehri aldığı duyurulduğunda savaşı kazandığı için Paulus’a Mareşallık madalyası gönderilmiştir. Oysa gerçek durum bunun tersinedir, Paulus savaşı kaybetmiş mareşal olamamıştır. Demekki mareşallık bir ordu komutanının savaş kazanması sonunda verilmektedir. Bir ordu komutanının da savaş kazanması olağanüstü bir iştir. Bekir Temuçin Osmanlılar çok savaş kazanmışlar, onlarda neden mareşal yok? ”diye sordu. Üsteğmen sözlerini tekrarladı: “Mareşallık Fransız Devrimiyle başlayan bir olay. Bize de Tanzimat yenilikleri arasında gelmiştir. Osmanlılarda mareşal sözü karşılığı olarak müşirlik kullanılmıştır. Cumhuriyet öncesi bizde müşir deniyordu. Ne yazk ki bizde bu sıfat savaşı kazananlara değil de padişahın gözdesi valilere verilmiştir. Onun için sözün gerçek anlamımda savaş kazanarak Mareşal olan iki büyüğümüz Atatürk’le Fevzi Çakmak’tır. Eski metinlerde Osmanlı müşir sözleriyle karşılaşırsanız bunların savaş kazanmış olacağını düşünmeyin. Örneğin Müşir Osman Paşa diye birini duyarsanız, bunun savaş kazandığından değil, padişah tarafından geniş yetkilerle donatılmış bir asker vali olduğunu düşünmelisiniz. Bir arkladaş: Gazi Osman Paşa! deyince Üsteğmen Gazilik için açıklama yaptı. “Gazilik bir savaş belirtisidir. Savaşa girenler, ölürse şehit, yaralanırsa gazi, sağlıklı dönerse kahraman sayılırlar. Savaşta yara almış olanlara Gazı sıfatı takılır! ”dedi. Plevn kahramanı Osman Paşa’nın Gazi, aynı savaşın Kafkas cephesinde kahramanlık gözteren Ahmet Muhtar Paşanın da gazi olarak anıldığını. gazi olarak tarihe geçmiş kahraman paşalarımızın olduğunu örneğin Kırım Savaşı komutanı Ömer Paşa ile Dömeke kahramanı Ethem paşaların da bu sıfatla anıldıklarını anlattı. İsmet önce kalkacak gibi kıpırdadı az durdu. Üsteğmen gördü gülümseyerek sordu: ; “Bir söyleyeceğin mi var? ”deyince İsmet gülümseyerek: Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü savaş kazandı, Yunanlı komutanı esir bile aldı. Ona neden mareşal denmiyor? dedi. Arkadaşlardan gülen oldu. Üsteğmen sorudan önce arkadaşların neden güldükleri üzerinde durdu. Mehmet Yücel gülerek: Arkadaşın adı İsmet, adaşı saydığı İsmet Paşa’nın hakkını savunuyor! deyince Üsteğmen: Aferin, hak savunmak güzel bir davranıştır. Ancak burada bir haksızlık yok. Tarihi iyi okumak gerekir. Kurtuluş Savaşı Tarihi anlatılırken İsmet İnönü, Batı Cephesi Komutanı olarak tanıtılır. Oysa savaşı özellikle de bizim Kurtuluş Savaşımızı topyekün Türk Ulusu yani Tüm Türkiye kazanmıştır. Türk Ordularının Başkomutanı ise Mustafa Kemal’dir. İsmet İnönü Batı cephesinin, Kazım Karabekir Paşa Doğu Cephesinin daha başka paşalar da öbür bölgelerin komutanlarıdır. O zaman hepsine mareşallık verilmesi gerekir. Bu yapılsaydı ben sizin Mareşallık sorunuza Osmanlı valilerine verilen müşirliği anlatıp geçecektim. Tıpkı paşalık gibi. Siz sormadınız ama ben ekleyeyim. Mareşallığın müşirliğe çevrilip basitleştirildiği gibi Paşalık da Osmanlılarda anlamından kaydırılarak çoluk çocuk oyuncağı yapılmıştır. Düşünün Gazi Osman Paşa deyinc Plevne Savaşı anımsanıyor. Kendisine yardım iletilemiyor ama o bir avuç kahramanla 100, 000 kişilik Rus ordusuna 6 ay karşı durabiliyor. Bir de Kurtuluş Savaşımıza karşı duran ayin Damat Ferit Paşa’yı düşünün, adamın askerlikle hiç ilgisi yok. Adamın boyu posu var diye bir Osmanlı hanedanı kızıyla evlendiği için paşalık payesi vermişler. Okur yazar olmayan halkımız bu iki paşayı aynı değerde tutuyor. Cahil halkın böyle sayması için ciğeri beş para etmeyen birine Paşa payesi veriliyor. Osmanlı hanedanı kızlarının tüm kocaları Paşa olmuştur. Bunların paşalıkları bir yana hiç birisi bir Asker Kışlası’ndan içeri ayak atmamıştır. Bunları geçtık, Avrupa’dan gelen teknik uzmanlar da paşa yapılmıştır. İngiltere’den gelen gemi uzmanı Mr. Beckett, Behçet Paşa, Avusturya’dan gelen kuyumcu Her Abraham, İbrahim paşa, Macaristan’dan Naggı, Naci Paşa, İspanya’dan gelen Salamon, Süleyman Paşa yapılıp bunlara İstanbul Boğazından birer de Yalı bağışlanıp baş tacı edilmişlerdir. Bunların çocukları en güzel okullarda yetişip devletin üst kademelerine yerleşmiş, aldatılarak vergileriyle onları besleyenlerin çocukları olan bizler de hala bu işin nedenini çözmeye çalışıyoruz. Üsteğmen ablasının Müzik Öğretmeni olduğunu söyledi. Ablasının kitaplarını karıştırırken bir resim görmüş. Resmin altında Donizetti Paşa yazıyormuş. Üsteğmen ablasına sormuş. O paşa 2. Mahmut döneminde İstanbul’a gelen bir müzikçiymiş. Napolyon Bonapart’ın bandosunda çalışmış, Napolyon savaşı kaybedince işiz kalmış, İstanbul’a gelmiş. 2. Mahmut onu sarayına almış Paşa rüdbesiyle onurlandırmış. 30 yıl çalıştıktan sonra o da yerine birini getirip devretmiş. Yeni gelen de 23 yaşında Paşa yapılarak Saray bandosunda çalışmış. Böyle böyle tam 4 paşa arka arkaya Saray Bandosu’nda 80 yıl paşalık yapmışlar. Dilimiz tutulurca Üsteğmeni dinledik. Ders zili çaldığında her zaman sıralar birden oynamaya başlarken bu kez en ufak bir çıtırtı bile çıkmadı. Üsteğmen bize, biraz daha yükselen sesiyle, “Cumhuriyet Dönemi ile geçmiş dönemi bu açılardan karşılaştırısanız gerçek farkları daha iyi kavrarsınız! ”deyip ayrıldı.

Üsteğmen çıkarken hepimiz canlı olarak ayağa kalktık ama yerlerimize otururken düşer gibi çöktük. Bu durumdan ancak birimizin yapacağı bir şaka kurtarabilirdi. Sefer Tunca oldukça yüksek bir sesle: Anasını sattığım, paşa olmak varmış! dedi. Mehmet Yücel ekledi: Ne o hala ayırdında değil misin yoksa? sen zaten paşasın! Salt sen değil, biz hepimiz birer paşayız! Fettah Biricik (Sefer’în hemşerisi) Mehmet Yücel’e çıkışırca: Ne paşası, sen neden söz ediyorsun? diye sorunca Hasan Üner hepimizin bildiği paşayı anımsattı: Ebubekir Hazım Tepeyran'ın KÜÇÜK PAŞA, hepimiz birer Küçük Paşa’yız. Hilmi Altınsoy duramadı gene anasını andı: Anacığım bunları biliyormuş demek, bana sık sık paşam, diyor! deyince hepimiz güldük. İdris Destan: Deme be arkadaş, senin anan da benimkinden dulmuştur! deyince şamata başladı, sonunda bu sözün önce Mustafa Saatçı’nın anasından çıkmış olacağı kanısına varıldı. Beni de kattılar ama annemin öldüğünü anımsayınca beni yok saydılar. Sınıfın en yaşlısı olan Mustafa Saatçı bu kez kendini fazla savunamadı.

Hikmet Öğretmen her zamanki gibi gülümseyerek geldi. Önce hava durumuu sordu, gözlemlerimizi öğrenmek istediğini öyledi. Elindeki dergi gibi ince bir kitaptan kooperatifçilikle ilgili bilgiler diyerek başlıklar okudu. . 1-Dersin amaçları: Öğrenciye, köy ekonomisi hakkında bilgiler vermek 2-Dersin konuları: Genel ekonomik konular, Çalışma, emek, ürün ilişkisi, 3-Uygulamalarda, ekonominin önemi, 4-Tarım, ekonomi ilişkileri, tarımda üretim artışının önemi, 5-Tarım İşletmeciliği, Tarıma yardım gereksinimi, alınan önlemler, Ziraat Bankası, Tarım Bakanlığının işlevleri. 6-Tarım alanında gereksinim duyulan yan gereçler, kullanılan gereçlerin yapımı, alımı, lımların kolaylaştırılması, 7-Kooperatifçilik. Koopeeratif kurma gerekçeleri, kooperatiflerin yapısı, yararları, Kooperatif türleri, kooperatif kurma koşulları, Kooperatif işletmeciliği. 8-Tarım Ekonomisi gelişiminin esasları, İş Hukuku esasları içinde kurumlaşma, Ham madde sağlanması, bu konuda koruyuculuk esasları, Ulusal Gelir artımında Tarımın yeri, Üretimle tüketimin denk götürülmesi koşulları, bu denkliğin Ulusal yaşamda önemi, Deyletin genel ekonomi açısından yardım etme gereği, önemi. Köy ekonomisinde yapılması gereken devrimin önemi, şekli, zorunluluğu…. . Hikmet Öğretmen, zaman zaman açıklamalar yaparak madde madde okuduktan sonra kısa bir açıklama yaptı. Bundan böyle Köy Enstitülerinde bu okuduklarını Kooperatif dersi adı altında haftada 1 saat olarak (son sınıflarda) okunacakmış. Öğretmen bir daha yazıya baktıktan sonra, “Biz bu konulara yeterince değilse bile bir nebze olsun değindik. Bir daha bakıyorum, değinmediğimiz hemen hemen hiçbir madde yok. Belki, kooperatif kurumlarının yasalar karşısındaki durumuna değinmedik!” deyince gülümsedi: -Zaten kooperatimiz yok, onun yasası olması zaten gerekmez, koopperatifi ya da kooperatifleri kurdukça yasalarını da inceleriz, değil mi arkadaşlar! deyip güldü. Bekir Temuçin Hikmet Öğretmenin okuduğu yazının örneğini nasıl bulacağımızı sordu. Hikmet Öğretmen, “Onu yakında Milli Eğitim bakanlığı kitap olarak çıkaracağını, o kitap çıkınca herkesin alabileceğini, bizim almamızın da yararlı olacağını, bundan böyle ders olarak okumasanız da bilmeniz gereken konuları oradan izlemeniz gerekecektir! ”dedi. Gene de mayıs sonuna dek derslerimizin süreceğini, bu zaman içinde yer yer aynı konulara değineceğimizi tekrarladı. Hikmet Öğretmen sözü gene havaya getirerek açık havayı özlediğini, dersliklerde kendi sesinin yankılarını dinlemeyi sevmediğini anlattı. İsmet hemen parmak kaldırdı. Hikmet Öğretmen İsmet’in ne söyleyeceğini sezinlemiş gibi gülerek: - İsmet, Ne söyleyeceksin bilmem ama, benim sözümden daha komik bir şey söylemeyeceksen konuşma yoksa bir daha sana söz vermem!” deyince İsmet: “Öğretmenim, ben sizin dersiniz için değil matematik, tarih gibi dersler için öyleyeceğim. Ben de derslikte kendi sesimin yankılanmasını sevmediğim için öğretmenlerin sorularına! ”dedi güldü. Hikmet Öğretmen, “Anladım, oldukça komik, sözümü geri aldım, daha güzel sözler bulursan gene parmak kaldırabilirsin! ”dedi.

Öğretmen gülerek ayrıldı. Öğretmenin arkasından güzel sözler söylendi. İsmet’e takılanlar oldu. Ben Müdür Bey için Selahattin Yücesoy Öğretmenle karşılaştım. Selam verdim gülerek selamımı aldı. İçimden hem sevindim hem de üzüldüm. Sevindim, güler yüzlü bir insan, ayrıca Hasan Amcamın tanıdığı. Ancak Asım Öğretmenin zamanını alması bakımından üzülüyorum. Karşıdan Müdür Bey çıkınca Selahattin Öğretmenle karşılaşıp konuşmaya daldılar. Derslikte “Geliyor! ”dememe karşın Müdür bey bir süre gelmedi. Sabrı tükenenler oldu. Bekir Temuçin: Hani geliyordu, nerde? diye bağırıken Bekir’in az ilerisinde Müdür Bey göründü. Bekir’e: Beni mi kastediyorsun? işte geldim! dedi. Bekir ezilip büzülerek : Yok öğretmenim, arkadaşlarla başka şeyler konuşuyorduk! deyince Müdür Bey gene gülerek: Buna da inandım! diyerek elindeki kitabı açıp karıştırdı. Kendi kendine konuşur gibi ortaya söyledi: Size anlatırken kendimiz de eksiklerimizi tamamlıyoruz! dedi. Sonra da öğretmenlik mesleğinin iyi tarafları bunlar! deyip sürekli okumanın yararlarından söz etti. Müfettişiliğinde okuyan öğretmenle okumayanları kolayca ayırdığını, okuyanın kendini savunmaya bile kalkışmadığını, söyleyeceğini dobra dobra söylediğini, “Ben bunu falan kitapta okudum! ” diyerek rahatça tanık gösterdiğini; okumamış olanların ise saçma sapan sözlerle sözde savunma yaptığını, oysa söylediklerinin hiç birisine kendisinin de inanmadığı besbelli olduğunu anlattı. “Bir yığın ağız kalabalığı yapıp hiçbir şey söylememek, okumayanların en bariz vasfıdır!” dedikten sonra bariz, vasıf sözlerini açıklattı. Bariz için yalnız Sami Akıncı parmak kaldırdı. Müdür Bey Sami’yi geçti, vasıfı sordu. Halil Basutçu, Bekir Temuçin, Harun Özçelik parmak kaldırdı. Müdür Bey gülerek Halil Basutçu’ya: -Senin bir vasfın da Hakanlıktı değil mi? deyince Halil Basutçu: - Evet efendim! dedi. Müdür Bey gülerek: - Hadi bu soruları Türkçe dersine bırakalım! ”deyip elindeki kitabı açtı. ÇOCUK VE İŞ RUHBİLİMİ diye bir bölüm okudu. Hiç duymadığımız sözler geçti ama Müdür Bey üzerinde durmadığı için biz de duymazdan gelip sustuk. Ancak Müdür Bey bu arada sorular sordu. Ata binenler mi düşmekten daha çok korkarlar, yoksa hiç ata binmeyenler mi? Denizde dolaşanlar mı boğulmaktan daha çok korkarlar yoksa denize hiç girmemişler mi? Hasta olanlar mı hastalıktan daha çok korkarlar yoksa hiç hasta olmayanlar mı? Soruları çok karışık yanıtladık. Örneğin hasta olanların hastalıktan korkacağına derslikteki arkadaşların tamamı katıldı. Müdür Bey soruları eksik sorduk! ”deyip düzeltme yaptı. Daha doğrusu açıklamadan sonra daha değişik sonuçlar çıktı. Bu kez de okula giden çocukların hepsi başarılı olamıyor, bunun nedenleri üzerinde durdu. Bu konu konuşulurken ben, benim arkadaşım Hilmi’nin okumayış olmasının nedenini anlattım. Müdür Bey anlattığım olay için teşekkür etti, “Beni bile etkiledin, o arkadaşın için üzüldüm. Ancak benim anlattığım biraz başka bir durum, o senin anlattığın gibi dışardan hiç kimse engel olmadığı durumlarda da kimi çocuklar sanki biri engelliyormuş gibi okuldan soğur, derslere çalışmaz. Hatta bunların bir bölümü okula gider, gider ama okuldan istenenleri kesinlikle yerine getirmez, getirmemekte direnerek sene sonunu getirir; doğal olarak da sınıfta kalır! ”dedi. Müdür Bey elindeki kitaba bakarak: Önemli bir konumuz da Öğretim Metotları; deyip kitabı kapattı. Metot ne olduğunu sordu. Sami Akıncı başta olmak üzere parmak kaldıranlar oldu. Müdür Bey parmak kaldıranlara baktı başını bizim tarafa çevirerek bana: -Sen neden karışmıyorsun? diye sorduktan sonra: Hadi bakalım bunu da sen söyle! deyince ben, “Öğretimde yol, yöntem, dersin ya da öğretilecek konunun daha doğru öğretilmesi için tutulacak yol! ”dedim. Müdür Bey gülerek, Herbart nasıl bir yol tutmuştu, anımsıyor musun? ”dedi. Tam olarak olmayabilir ama aklımda olduğu kadarıyla: 1-Çocuğun yaşına uygun anlatma, 2-Çocuğun kurduğu cümleler ölçüsünde kısa sözlerle açıklayalar yapma, 3-Daha önce öğretilmiş bililerle yenilerini buluşturup bilgi bütünlüğü sağlama, 4-Çocukların öğrendiklerini deneme, uygulama aşaması olarak varsa kuralları, yoksa kendi el yazmalarıyla defterlerine yazdırarak bellemelerinin kolaylaştırılmasını önermektedir! dedim Müdür Bey elindeki kitabı göstererek: - Öğretim Metotlar çok önemli, öğretmenliğin gizi buradadır, yönsüz yöntemsiz çocuğa bir şey öğretilemez. Bunu tarihimizde denedik. Mahalle Mektepleri deyip cım karnında bir nokta mahalle imamlarına yüz yıllarca bıraktığiımız bu önemli işi, koca bir imparatorluğu parçalayıp elimizden kaçırınca anladık. Onların ne metodu vardı ne de metot anlayacak bilgisi. Babadan gördükleri gibi sürdürüyorlardı. Çocuklar, bu konu çok acıklıdır. Cumhuriyet Yönenetimini 20 yıl geride bıraktık. Siz de biliyorsunuz. Hala köylerimizde bir nalbant varsa tüm köyün hayvanlarını o nallar. Bu işi nereden öğrendiğini sorsanız: “Babamdan! ”der. Bu kişi, dişi ağrıyanların dişlerini de çeker. Diş neden ağrıyacakmış? elbette çürümekten, deyip bastırıp çeker. Saçınız sakalınız mı uzadı? üzülmeyin bay nalbant sizi bekliyordur, yüz kişinin yüzünü sildiği havlusuyla sizin yüzünüzü de temizler. Bu kadar olsa baş üstüne koy, çocukların sünnetini de o yapar. Bu çok önemli, sözü edilen dört işi de babasından öğrenmiştir. Ben buna da inanmıyorum. Trabzon’un bir köyünde yaptığım bir soruşturmada bu işileri yapan kişi tanıdım. Bu kişi, babasının sağlığında daha çocuk yaşındayken İstanbul’a çalışmaya gitmiş. İstanbul’da sandalcılık yaparken babası vefat etmiş. Dişçisiz, sünnetçisiz kalan köylüler ölen adamın oğlunu çağırmışlarGenç adam sandalcılığı bırakıp gelmiş. Adam biraz da sandalcılık bilgisi kazandığından köy insanları bu kez ona babasından bir fazla iş olarak denizcilik işlerini de bırakmış. Böylece köyde atalarımızın dediği, “Boynuz kulağı geçer! ”sözü gerçekleşmiş yeni işe başlayan oğul babadan devraldığı Nalbantlık sünnetçilik, berberlik, dişlik yanına bir de denizcilik sorunları uzmanlığı nı eklemiş. Şakacı, neşeli bir Karadenizli. Bu kadar işi nasıl öğrendiğini soranlara gülerek: “Acemü nalbant çoban eşeğünde örgenür! ha buni sen uymadın mu da? ”deyip gülmektedir! dedi. Müdür Bey anlattığına bir süre kendi de güldü. Daha doğrusu arkadaşların gülüşlerine güldü. Bu kez sordu: -Sizin köylerinizin bazıları anlattığımdan farklıdır, belki de ona gülüyorsunuz. Unutmayın ki Trakya küçük bir alan, iki büyük kültür merkezi olan İstanbul- Edirne arasında. Bunun yardımı çok olmaktadır. Gene de fazla bir fark olacağını sanmıyorum. Köyünüzde dişi ağrıyanlar gerçek dişçiye gider mi? Tanıdığınız köylülerden dişçilik yapan yok mu? deyince parmak kaldırdım. Bizim köyde Koca Şerif denilen kendi köylümüzün diş çektiğini, benim de bir dişimi onu çktiğini söyleyince Müdür Bey yüzünü ekşiterek, “Bakın işte bu bir cinayettir. Senin yaşında bir gencin dişi çekilir mi? Seni pazartesi günü dişçiye gönderelim, bir sor bakalım çekilen dişin neden çekilmiş? ”Başka arkadaşlar da anlattılar. Sayılan tüm işler bir adamda değilse bile gene benzer babadan kalma geleneklerle sürdürüldüğü ortaya çıktı. Sünnetçilerin kasabalardan geldiği anlaşıldı. Müdür Bey içini çekerek: -İşte çocuklar, nereden baksanız, sizin işinizin zor olacağı bugünden belli oluyor. Bunları çaresiz halka anlatacaksınız. Bu yetmeyecek, o nalbant malbant dediğimiz insanlar sizin arkanızdan kuyu kazmaya kalkacaklar. Onlar bu işlerden ömür boyu çıkar sağlıyor. O çıkarlarının ellerinden alınmasını istemezler. Hemen birkaç kafa dengi bulup arkanızdan kuyu kazmaya kalkacaklar. İşinizi sağlam tuttuğunuz sürece bir zararları dokunamayacak ama, açık verirseniz, sizi affetmeyecekler. En büyük yardımcınız da edindiğiniz, daha da edineceğiniz bilgiler olacaktır. Yasal haklarınızı iyi öğrenip göreviniz başında dik durdukça karşınızda eğilmek zorunda kalacaklar. Küçük bir falsonuz olunca meydanlarda oynayacaklar. Bu hep böyle olmuş, bir süre daha böyle olacaktır. Ancak biz bu kez çok güçlü olarak hazırlanıyoruz. Öğretmen Okullarının yaptığı gibi sizi uçurup, bırakmayacağız. Göçmen kuşlar gibi yuvanıza sık sık gelip gideceksiniz. Bizler de görevimiz süresince sizinle olacağız, görev nöbeti değiştiğinde yeni arkadaşlarımız da bırtaktığımız yerden görevlerini alıp sürdüreceklerdir. Size düşen salt dikkatli davranıp görevinizde açık vermemek, içtenlikle çalışmak olacaktır! ” Müdür Bey çıkınca arkadaşlar köylerdeki nalbantlara, dişçilere, berberlere, sünnetçilere, demircilere üfürükçülerle, ebeleri de eklediler. Köyde başka kim kaldı? ”sorusuna İmamlar-hocalar yanıtı verilince önce Kadir Pekgöz arkasından Mustafa Saatçı karşı çıktı. Yemek zili tartışmayı kesti. Yemekte benim diş konum üstünde konuşuldu. Pazartesi dişçiye gidip gitmeyeceğim soruldu. Gitmeyeceğimi söyleyin Hilmi sinirlendi: -İyi olanakları elimle teptiğimi söyledi. Benim gibi akıllı birine bunu yakıştıramıyormuş. Sami Akıncı işte böyle fırsatları hep iyi değerlendiriyormuş. Araya Sami Akıncı’yı sokunca Hilmi paparayı yedi, “Kendisi burada olmayan için konuşulmazmış. Hilmi de : Hadi oradan, iki yüzlüler, kendinizi unutmayın, hanginizde o yürek! Birisinin yüzüne söz söyleyecek adam mısınız siz? türü sözler söyleyerek konuşanları susturdu. Ortayı bulmak için biraz iki taraflı olarak söze karıştım: İnsan her sözü, hak etse bile birisinin yüzüne her zaman söyleyemez. Gerçekte de söylememisi gerekir. Zaten bu tür konuşmalarda insan yararı olacaksa söze karışmalı. Öfkeli insana ne denli sakin söylense de olumlu etki yapmak zordur; adam öfkelenmişse karşısındakini sakin sakin dinleyemez. . Atalarımız: “Öfke, baldan tatlıdır! ”demiş. Bence eksik bir söz ama gene de doğru bir tarafı var. Yusuf Asıl güldü: Ata sözleri eksik olur mu? ”Yusuf’a bir başka Atasözünü anımsattım: “Öfkeyle kalkan zararla oturur! Bu söze bakarak : Öfke baldan tatlıdır ama sonucu da biberden acı olur! denmesi gerekir! deyince arkadaşlar bu kez de: Atasözlerinin değerleri gözümüzden düştü, bunları da birileri kendi çıkarları doğrultusunda söylemiş! dediler. Ben bu görüşü de destekledim: Doğal olarak öyledir, başka türlü olması da olası değildir. Kişinin bir çıkarı olmasa böyle bir söz söylemesi beklenemez. Uzun konuşmamdan sıkılan oldu sanırım birden gene Sami Akıncı'nın adı geçti. Geçti ama bu kez çalışkanlığı ya da bilgiçliği değil de sabahki Türkçe dersindeki gülüşüydü. Sami Eşek hikayesini anlatırken neden gülmüştü. Önce önemsenmemiş gibi ortaya getirilen olay birden ilgi topladı. İlgi Sami'nin gülüşünden çok gülüşe neden olan olasıklar , üzerinte duruldu. ”Sami, eşekten düştüğünü anımsamıştır. Hayır düştüğünü değil kaybettiği eşeği anımsamıştır. Derken işin içinde pek ciddiye alınmayacak başka olasılıklar da katıldı. Sami Akıncı'yı kararlı, dengeli bir arkadaş bildiğim için konuşmalara katılmadığım gibi Sami'nin eşekle ilgili bir anısının olamayacağını bile söyledim. Hilmi Altrınsoy daha ileri giderek, köylü çocuklarının eşeklerle oynayışından söz etti, göz kaş oynatarak işi iyice cıvıttı. Sami'nin de bir köylü çocuğu olması nedeniyle bu tür konuşmalara katılmış olacağı ileri sürüldü. Söz burada kalmadı, Sami'nin gülüşünü uzun süre gülmeden izleyen Sabahat Öğretmenin birden gülüş nedenleri irdelendi. Bu kez Salih Baydemir Sabahat Öğretmen için, “Öğretmen ama anasının gözü, cin gibi, Sami için belki de o işi düşünüp, gülmüştür! ” dedi. Salih'in öğretmen için söylediği sözleri ağır bulan arkadaşlar, oldukça sert uyarılarda bulundular. Salih, söylediklerini hakaret olark söylemediğini, zaten konu burada öğretmen değil arkadaşımız Sami olduğunu, Sami için öğretmenin bir şeyden kuşku duyabileceğini söylemenin de suç olamayacağında diretti. Ben de hepimizin, her zaman bir çok olasılıklar söylediğimizi, zaman zaman bu olasılıkların öğretmenlerimize de uzadığını anımsatıp, bunların aramızda kalmasını önerdim. Gene gülüşerek masadan kalktık. Konu burada kapanmıştı. Asım Öğretmen yemeğe yalnız gelince azıcık üzüldüm. Ben onun gideceğini sanmıştım. Selahattin Yücesoy Öğretmen bu kez Lüleburgaz’a yalnız gitti herhalde, derken Rezzan Öğretmen de öteki öğretmenlerle yemeğe geldi. Kafam karıştı. Selahattin Öğretmen Rezzan Öğretmen için geliyor, Asım Öğretmeni de yanlarına alıp Lüleburgaz’a gidiyorlardı. Dün Asım Öğretmen bu durumdan sıkıldığını belirtir gibi olmuştu. Yoksa başka bir durum mu ortaya çıktı? ”derken Selahattin Öğretmenle Ahmet Kun Öğretmen birlikte geldiler. Üzüntüm boşunaymış. Atölyede delik açmayı sürdürdük. Bir süre elektrikler kesildi. Hava da kararır gibi oldu. “Gene kar yağacak! ”yiyenler oldu. Bir ara yağmur çiseler gibi oldu. Hava gene açıldı. Çamuru düşündüğümüz için, “Kar kalksın ama yağmur yağmasın! ”gibilerde dilekte bulunuyoruz. Halis Öğretmen bizim konuşmalarımızı dinlemiş: “İyi ama bu karı ancak bir ılık yağmur temizler. Toprak donmuş durumda. Bu nedenle sularımız kesildi kesilecek! ”deyince Salih Baydemir iki haftadır banyo yapmadığımızı söyledi. Elektrik gelince işlerimize döndük. Paydosa yakın elektrikler gene kesilince Halis Öğretmen bizi erken bırakınca Hasan Üner’le kitaplığa gittik. Pedagoji tarihini alıp Herbart’a baktım. Müdür Beye söylediklerim biraz eksik ama yanlış değil, ona sevindim. Gerçi, Herbart çok ayrıntılı anlatıyor ama olsun, ileride onları da öğrenirim! ”deyip kendimi teselli ettim.

Derslikte Abdullh Erçetin’le Bekir Temuçin müzik çalışması yapıyordu. Beni de özendirdiler. Defterimi açıp karıştırdım. Gamlar aklıma geldi, yöntemini öğrendim ama sonuna dek hiç denememiştim. Bu kez denemeyi tamamlamaya karar verdi. Önce majör gamları sıralamaya başladım. Do majör 2 bütün bir yarım, üç bütün bir yarım, hiç işaret almıyor. Do majörün 5’lisi sol majör, 2 bütün bir yarım, 3 bütün bir yarım olması için fa notasının diyez alması gerekiyor. Öyleyse sol majör gamı bir diyezli. Sol majörün 5’lisi re majör. Yukarda verdiğim sıraya göre re majör dizisinde fa diyez, e bir de do diyez ekleniyor. Böylece 2 diyez alan majör gamı re majör oluyor: Fa diyez, do diyez. . Re notasının 5, lisi la. La majör dizisinde bir de sol diyez ekleniyor. Çünkü sol-la aralığı bir bütün sestir, oysa bunun kalıba uyması için yarım olması gerekir. Böylece la majör gamı 3 diyes almaktadır. fa diyez, do diyez, sol diyez. La sesinin 5’lisi mi. Mi için majör kalıbı uygulanınca bu kez re notası da diyez alıyor. Re-mi arası bütün olduğundan yarıma indirilmek için diyez ekleniyor. Böylece re majör gamı dört diyez almış olşuyor. Fa diyez, do diyez, sol diyez, re diyez. Mi sesinin 5’lisi si. Si sırasına majör kalıbı uygulayınca bu kez de la sesi diyez almak zorunda kalıyor. Böylece si majör gamına bir de la diyez ekleniyor. Si sesinin 5’lisini aramıyorum, onu da karıştırısam akordeon tuışlarını doğrultamamış olacağım. Böylece majör gamlarında işaretsiz do majörden sonra 5 diyezli si majör gamına dek sıralamayı yapıyorum. Minör gamları da hemen hemen benzer sıra ile gidiyor. Minör gamlar la sesi sıralamasıyla başlar. Çünkü la sesi sıralaması bir işaret almadan minör kalıbını oluşturur. La-si-do-re-mi-fa-sol-la sesleri minör kalıplarına uydurulunca: 1-1/2-1-1-1/2-1-1- olarak hiç işaret konmazsa. (Doğal) 1-1/2-1-1-1/2-1+1/2-1/2(Sol diyez yapılarak fa-sol sesi artık yapılır) (Armonik) 1-1/2-1-1-1-1-1/2( fa diyez, sol diyez yapılarak sıralanır) ( Melodik) Minör gamları oluşur. Doğal la minör gamını ölçü alırsak(İşaretsiz)sonra gelen 5. ses, mi minör, fa diyez alır. Onun beşlisi olan si minör do diyez, fa diyez olur. İstersek bellşi kuralı içinde öteki minör gamları da sıralayabiliriz. Halil Basutçu yanıma geldi, “Yarın Sabahat Öğretmen gelecek, ona rolümü ezberlediğimi söyledim ama tam bilemiyorum, sen iyi takip ediyorsun, biraz çalışalım mı? ”diye sordu. Arkadaşın bu isteğini kıramazdım. Kitabı aldım, biraz dinledim. Ne var ki gürültüden bir çok söz anlaşılmıyor. Aklıma geldi, Resim Odasına geçip çalıştık. Yarı bile edemeden yemek zili çaldı. Arkadaşın sevincine ben de katıldım. Yemekten sonra bu kez çalışmamızı ben istedim. Halil baştan sona İstemi Han olarak bir saat boyunca konuştu. Çok az yerlerde uyarma yaptım. Öteki rol sahipleri konuşunca oralarını da anımsayacaktır. Bence Halil 200 dizelik bir şiiri ezbertlemiş durumda. İçimden bir burukluk duydum. 140 dizelik Han Duvarlarını 100. dizelerden sonra bırakmıştım. Oysa arkadaş yılmadan çalıştı, benim yapamadığımı yaptı. Yatınca bir süre düşündüm “Kendine güvenmek yetmiyor. Kendine güvenmenin yetmediği bir yana başladığını sonuna dek sürdürmek önemli. Matematiği sürdüremedim, Almanca yarım kaldı, müzikle uğraşıyorum ama onda da ne yaptığım tam olarak belli değil, ona buna göre daha iyiyim. O ya da bu dediklerim kimler? Asım Öğretmen iyi de, o kendisi: - Ben daha okumak zorundayım, bu bilgimle öğretmenlik yapamam! diyor. Demek ben onun iyisiyim. Gözlerimi oldukça üzüntülü kapadım.

 

6 Mart 1943 Cumartesi

 

Piyesçiler rol adlarını söyleyerek konuşuyorlar. İstemi Han eleştiriliyor: -Adam be, kızının kesilmesine razı oluyor! Halil yanıtladı: - Siz dinlememişsiniz, razı olmuyor! derken “Öğretmen! ”uyarısı konuşmaları bozdu. Gerçekten Seyfi Çaçur Öğretmen kapı önünde duruyordu. Hava iyice kırılmışYerler yumuşak, tek sıra olarak dizilip dersliğe gittik. Mehmet Yücel öğleden sonra benimle Lüleburgaz’â gelecek var mı? ”diye sordu. Gitmek istediğimden değil ama salt arkadaşa olumlu yanıt vermiş olmak için, “Ben gelirim! ”dedim. Başka katılanlar oldu. İsmet, Arif, Yakup. Lüleburgaz’da ne yapacağız? Mehmet Yücel başını kaşır gibi yaptı. Hamama gitmek istediğini anladım, “Ben de ! ”diye ekledim. Toplu çalışma yoksa izin alabiliriz. Kahvaltıda, öğleden sonra çalışacak sınıflara duyuru yapıldı. Tüm 4. sınıflar çalışacak. Kendi aramızda önce sevindik ama sonra sonra kaygılanmalar başladı: -Yarın da biz çalışmış olabiliriz! Boş geçen Beden Eğitimi dersini bu kez gerçekten bir müzik dersi gibi geçirdik. Diyezli, bir diyezli, iki diyezli majör gamlarını anlatarak tahtaya çizdim. Gene de anlamayanlar oldu. Emrullah Öztürk sinirlenerek: Bu adamlara bir gam yetmemiş mi de bir çok gam yapmışlar? deyince bir süre güldük. Arkadaşlar ekledi: Gerçekte gam bir tane ötekiler, “KASAVET! ” dediler. Emrullah bir süre baktı, üzgün bir tavırla, sahi o da mı var? deyip baktı. İşi iyice cıvıtmamak için ben, gamları çoğaltarak çok değişik müzik parçaları yapıldığını, bizim alaturka müzikçilerin de makamları çoğalttıklarını anlattım. Radyoda duyduğumuz, Hicazkar, Şataraban, Nihavent, gibi sözlerin hep değişik makamlarda şarkılar olduğunu söyledim. Bir ara Mustafa Saatçı işi karıştırmaya kalkıştı: Ana mari ana diksen a donumu”şarkısının makamını sordu. Ben yanıt vermedim, arkadaşlar gereken çıkışı yaptılar, kimizi İmami makamı, kimisi Hafvız majörü! diye bağırdı. Mustafa Saatçı sustu. . Asım Öğretmen gelince önce ses çalışması yaptırdı. Her zaman takıldığı arkadaşlara gene takıldı, sorular sordu. İlkokullarda söylenen çocuk şarkılarının listesini daha önce yapmıştık. Öğretmen listeye bakıp onlardan bazılarını söyletti. Tavşan kazı neden çaldın, Bir gün okula giderklen, Mini mini bir kuzum var, Yalancı yalancı, Boş fıçı gibi küçük sınıfların şarkılarını söylerken gülmemek için kendimizi zor tuttuk. Sonunda Asım Öğretmen kendisi de gülünce gülme olağanlaştı. Derste öğrencilere sözletilebilecek türkü özellikleri üzerinde durduk. Sesleri çok aralıklı olmayacak, sözleri anlaşılır olduğu gibi, daha çok doğa güzellikleri üstüne kurulanlardan seçilecek; büyüklerin önemsediği aşk şarkılarına yer verilmeyecek. Öğretmen örnekler verdi. Ses aralığı için tahtadaki porteye notalar yazdı. Örneğin do sesinden en çok sol sesine atlanacak, bunu, la ya da si seslerine sıçratınca çocukların zorlanabileceğini, seslerine zarar verebileceğini söyledi. Örnrek olarak Alişim türküsünü verdi: “Güzel türküdür, ben de severim ama ondaki ses dalgalanmalarını çocuklar değil yetişkinlerin çoğu yapamaz. Bu nedenle de kimse söylemeye kalkmaz! dedi. Sami Akıncı İstiklal Marşı’nı sordu. : “O marşı yapanlar, çocukları pek düşünmemişler galiba! ”dedi. Asım Öğretmen güldü: - Yerden göğe kadar haklısın Sami! ”dedi. Sonra da İstiklal Marşı’nın ayrı bir özelliği var, o belli zamanlarda söyleniyor, birlikte söyleniyor. İnsanlar biribirini destekleyerek, saygı duyarak söylüyor. Küçük çocukların ses gücünü aşan bir tarafı var. Gene de biz onu şarkılardan, türkülerden ayı tutup doğru olarak severek söylüyoruz. Siz ilerde küçük çocuklara söyletirken onları biraz rahat bırakıp söyledikleri kadar söylemelerine göz yumacaksınız! ”deyip güldü. Öğretmen türkülerin konularına da değindi. “Kızıl Irmak aldı telli gelini, At martini de breh Hasan dağlar inlesin türü türküleri seçmeyeceksiniz. Meşeli Dağlar meşeli, Menekşe buldum derede, Çiğdem der ki, gibi bildiğiniz türküler size örnek olsun! ”dedikten sonra Asım Öğretmen akordiyonu alıp önce öğrettiği türküleri söyletti. Sonra Dumlupınar, Ankara, Mülkiye marşlarını sonunda da İstiklal Marşı iki kez tekrarlattı. Okul şarkısı olarak Bahar, ilkbahar gelir şarkısını önce düz olarak sonra da kanon olarak söyledik. (Bahar, ilkbahar gelir korulardan yükselir, nağmeler ince ince, hafif hafif esince…. ) Arkadaşların çok sevdiği Weber’in Avcılar Marşı’nı çaldıktan sonra akordiyonu bıraktı. Bana işaret edince akordiyon’u alıp odasına götürdüm. Selahattin Yücesoy Öğretmen odasında piyano çalıyordu. Onu görünce sevindim; “Asım Öğretmeni gene götürecek, ben de rahat rahat piyano çalışacağım! ” Lüleburgaz’a hamama gitmkten hemen vazgeçtim. Ben bunları hesaplarken tören zili çaldı. Asım Öğretmen güldü: “İbrahim bu ne dalgınlık, Bayrak Töreni’ni unuttun mu? dedi. Utandım, akordiyonu alıp merdivene çıkardım. Eğitimbaşı yeni ders proğramını muştuladı: -Vakit cetveli değişti; uygulamaya yarın 7 Mart günü akşamı başlanacak, vakit cedvelleri bilinen yerlere asılacaktır! dedi. Yeni vakit cedvelini hep bekliyorduk. Özellikle sabah oyunları için; “ Kış boyu bunun sözünü etmiştik. Sonunda beklediğimiz oyunlara başlanacak! ”diyerek sevindik. Yusuf Asıl geldi boynuma sarıldı. Yemekte ders programından çok vakit cedveli ilgi topladı. Yatma-kalkma nasıl olacak? Bizim sınıf serbest olduğuna göre izin alacağımıza kesin gözüyle bakıyoruz. Mehmet Yücel bizim adımıza izin isteyecek: “Köyünden gelenler olacakmış, yalnız gitmemek için arkadaş götürüyormuş! gibi bir gerekçesi var. Derslikte beklerken Halil Basutçu geldi: - Bugün bize katılmıyor musun? diye sordu. Ben de Sabahat Öğretmen gelirse benim gelmeme gerek olmaz! yanıtını verdim. Sabahat Öğretmen gelecekmiş. Bunu duyunca rahatladım. Az sonra Mehmet Yücel sevinerek geldi; “En geç saat 18’00 de okulda olmak koşuluyla izinliyiz! ”. Çamaşır hazırlayıp yola çıktık. Ellerimizdeki paketlerin ne oluğunu soran olursa vereceğimiz yanıtları düşündük. . Lüleburgazlılar, arkadaşımız Ali Güleren’e yaptığı gibi gene, “Fasulye getirdiler! ”der mi? ”Önce; “Derler! ”diyoruz. Sonra da gülüyoruz: “İnsanlar bu denli şapşal olmaz, bir kilo fasulye kaç kuruş eder? ”Bu kez fasulyeyi bırakıp başka yiyecekler sıraladık. En akla uygunu olarak da petek bal seçtik: Petek bal nasıl taşınır? ”Petekleri kutulara koyup kutuları gazete kağıtlarına sarılmış saydık. Yakalandığımızı varsayıp karakola gittik. Kutular açıldığında çamaşırlar kıçınca ne olacak? Zatı Sungur numarası yaptığımızı söyleyeceğiz. “Bal olunca! ”Jandarmalar ballara bakıp ağızlarını şapırdatırken biz gene: Çamaşır alın! ”diyeceğiz. Yakup Tanrıkulu birden durdu: Yok arkadaşlar, elimde çamaşırlar, ben karakolda jandarmalara dikelerek söz söyleyemem, utanırım! deyince, “Vay asilzade, kibar bay! ” diyen oldu. Arkasından hepimiz gülerek: İşte Lüleburgaz, doğru 9 Mehmet’in hamamına, düş kurmak yok! deyip ikili üçlü gruplara ayrıldık. (Hamama elimizde paketlerle toplu gitmek istemiyoruz)Bir grubumuz Pazar Aralığı’ndan, Hükümet Meydanı’na, öteki doğrudan Edirne Yolundan giderek hamamda buluştuk. Hamamcı bizi tanıdığı için sorun çıkarmadı. Üstelik: Şansınız varmış, bir grup asker gelecekti, geciktiler. Ben onları, geç kaldıklarını bahane ederek biraz oyalayacağım, siz rahat yıkanın! diyerek bizi sevindirdi. Hamamcının sözünü önce önemsememiştik. Çıkarken kalabalık bir asker grubunu bekler görünce adama haksız ettiğimizi konuştuk. Üstelik paketlerimiz için bize bir kağıt torba verdi. Sırayla taşıyarak Halkevine uğradık. Çay ocğının bulunduğu küçük salonda oturdukSinemadan çıkanları izlerken köylüm Emin Özdil’i gördüm. Bu hafta köye gitmemiş. Gene de köy hakkında benden çok yeni bilgisi var. Köyden, köydeki olaylardan, onun okuduğu Lüledburgaz Ortaokulundan konuştuk. Benim de tanıdığım şakacı Matematik Öğretmeninden söz etti. Onların da eksik öğretmenleri varmış. . Biz konuşurken okul kamyonun çarşı tarafına geçtiğini gördük. Ekmek için fırına gittiğini düşünerek geçeceği yola çıktık. Sahiden az sonra kamyon geldi, atlayıp okula döndük. Okulun önüne inince şaşırdık. O koca alan kumlanmış, dövülmüç asfalt gidi dümdüz olmuş. Bir süre çevremize baktık, kimseler yok, çalışanlar çoktan paydos etmiş. Dersliğe girdikten birkaç dakika sonra piyestekiler, suratlar bir karış olarak geldiler. Sabahat Öğretmen çalışmaları yeterli bulmamış. Halil Basutçu üzgün. Sabahat Öğretmen kesin kesin: “ Böyle olursa ben bu işi sürdürmem! ” deyince Halil çok üzülmüş, “Ne biçim adamlar, dört lafı doğru dürüst söyleyemiyorlar! ”dedi. Teselli için 17 ya da 23 Nisan’lara daha iki ay olduğunu anımsattım. İçimden de kendi adıma sevindim. Salt Röslein orada diye katılmak istiyordum. Lüleburgaz'a gittiğime bile pişmanlık duyuyordum. Katılsaymışım tatsız konuşmalardan ben de payımı alacakmışım. Asım Öğretmenin odasına gittim. Piyanonun üstünde bir kağıt, “İbrahim, bu kağıdı okursan bir ricam olacak: Ben biraz geç geleceğim, Sobayı yakarsan memnun olacağım, çok üşümüş olarak dönebilirim! Hemen hazırladım, yedek odun da getirdim. Çok rahat olarak piyano başına oturup uzun süre çalıştım. 51 numaralı parça için öğretmen, “Olanak bundukça çalış, iki el çalışması bakımından çok yararlı ! ”demişti. Onu çalıştım. Kısa bir parça ama ellerin arka arkaya dizilir gibi gitmesi, bana oldukça zor geldi. Gene de bir ölçüde başarı sağladığıma inandım. Dersliğe döndüğümde bizim hamam numaramız bir çok arkadaşı kıskandırmış, onlar da gitmek için çareler düşünmeye başlamışlar. Mehmet Yücel gülerek 15 gün sonra ben giderke n size anımsatırım! ”deyince sinirlendiler. Bu ara hiç ilgisi olmamasına karşın çarşıda, sinemadan çıkarken görülen kızlar olağanüstü güzellikte falan filan. türünden kıskandırıcı düzmece görüntüler eklendi. Bizimle birlikte olan Yakup Tanrıkulu: - Siz bunları ne zaman gördünüz? diye sorunca durum anlaşıldı. Gerçekten bir çok insan görmüştük ama bunlar arasında birkaç ortaokul öğrencisi dışında göz çekecek bir bayan yoktu. Sami Akıncı Haftalık Ders Programını tahtaya yazmış. Beklediğimiz gibi Müdür Beyin dersi dışında önemli bir değişiklik yok. Müdür Bey bundan böyle haftanın bir öğle öncesi arka arkaya dört derse girecek. Bir başka gün de gene arka arkaya iki ders yapacak. Günlük çalışma cedvelindeki değişiklik önemli, sabah erken kalkılacak. Arkadaşlar uzun uzun sızlanıyorlar: Saat altıda kalkılır mı? Bu söz tartışma konusu oldu. Bu arada bazı arkadaşların bilgisizliği de ortaya çıktı. Bu vakit cedveli Tüm Köy Enstitülerinde uygulanacakmış. Bunun anlamını sordum. Bizim, Kepirtepe Köy Enstitüsü olarak yalnız başımıza sızlanmaya hakkımız olmadığını öyledikten sonra da, Hasanoğlan’da yaptığımız bir tartışmayı anımsattım. O zaman da böyle bir tartışma yapılmıştı. Selçuk Öğretmene de yansıyan bu tartışma sonunda Hasanoğlan-Kepirtepe arasınsa güneş doğumu olarak 20 dakikalık fark olduğu konuşulmuştu. Konu gene öyle, Hasanoğlan’da güneş 20 dakika önce doğuyor. Bu fark, Kepirtepe Kars-Cilavuz arasında da en az bir saat olacaktır. Onlar güneş yükselirken kalkacak biz karanlıkta. Bence tartışılacak konu budur. Bu hesabı nasıl yapıyorsun diye soran oldu. Soran Bekir Temuçin’di. Şaka olarak sorduğunu sandım: “Senin numaran bana sökmez, başlarsam sonuna dek sana zorla dinletirim! diye çıkıştım. Bekir: “Vallah anımsayamadım! deyince, iyi niyetine inanarak, bildiğimi anlattım. “Dünyamızın çevresi 40. 000 km. Bunu 360 boylama bölmüşler. 40. 000/360=111 km. Ülkemiz 26-44 boylamlar arasında, bu 18 boylam demektirr. 111x18 =1998 km. Yurdumuzun en batı ucu ile en doğu ucu arası 1998 km. Boylamlar tam sınırda olmadığı için biraz daha uzun olduğunu varsayiyoruz. Öte yandan 360 boylamı güneş 24 saatte geçiyor. 360/24=15 boylam. Bir saatte 15 boylan geçiyor. Bizim yurdumuz 18 boylam olduğuna göre acaba bizim yurdumuzu, yani yuvarlak olarak 18 boylamı kaç saatte geçecek? . 360 boylamı 24 saatte geçiyorsa saatte 15 boylam eder. 111x15=1665 km. eder. Öyle olduğuna göre yurdumuzda 1665 km. uzakta bulunan her iki nokta arasında güneşin bir saat doğum-batım farkı olmaktadır. Kars/Cilavuz’la Kepirtepe 2000 km. olduğuna göre bu fark, bir saat 20 dakikaya yaklaşmaktadı. Ancak bu verdiğim sayılar kesin değil yakındır. O nedenle yuvarlak olarak diyorum. Bilindiği gibi yukardaki sayılar Ekvatör çizgisine göre hesaplardır. Ekvatör çizgisi dünya yuvarlağının var sayılan en uzun çizgidir. 40. 000 km . o çizgidir. Oysa bizim yurdumuz Ekvatör üstünde değil oldukça kuzeyde, 36-42 enlemler arasındadır. Saha sağlıklı bir saat hesabı için36-42 enlemlerin boylarını bilip hesaplamak gerekir! ”dedim. Ben sözümü bitirince başlar Sami Akıncı’ya döndü. Hepsi değil ama bazı arkadaşların vazgeçemedikleri bir huydu bu. Sami başıyla doğruladı. Gülümseyerek, “ Sabahları zararımıza ama akşamları da biz karlıyız! ”diye ekledi. Bu kez de: Biz coğrafya okumadık, gittiğimiz ilkokullarda da bunlar geçmez zaten deyince bu kez İbnrahim Ertur uyarıda bulundu: Geçmez demeyin, Müdür Beyin bana verdiği kitapta bunlar var, ben yazdım. Bakın aynen okuyorum deyip yazdıklarını okudu: 5. Sınıf: Dünya, dünyanın biçimi, dünyanın hareketlerinden doğan olaylar-gece-gündüz oluşu, mevsimler, ay, yıl oluşması, güneş ve ay tutulması. -Büyük iklim kuşakları, meridyen, paralel, enlemler-boylamlar. Yanardağlar, deprem ve nedenleri, korunma çareleri. Yurdumuzun deprem bölgeleri. İbrahim Ertur, daha çok konular olduğunu, ancak bunları yazdığını anlatınca bir süre susuldu. Sami Akıncı gülerek: -Arkadaşlar, biz bu işe girdik, geri dönemeyeceğimize göre gelin kalan günlerimizde biraz çalışalım, “Zararın neresinden dönülse kardır! ”demişler. Atalarımızın dediklerinden ders çıkaralım! dedi. Yemekte gene enlem-boylam konuşmaları sürdü. Konuşurken besbelli oluyor, arkadaşlar bu konuları hep dinlemişler ama ciddi bir sorguya çekilmedikleri için unutup gitmişler. Ben belleğimi yokluyorum. Kesinlikle ben enlem-boylam sözlerini buraya gelince duydum. . İlk yıl Sabit Soysal Öğretmen cetvelle haritada enlem-boylam deyince bir ara arz ve tul sözlerini anımsar gibi oldum. Çünkü 5. sınıfta Ahmet Korkut Öğretmen yüksek sesle tul sözünü tuül gibi söyleyince içimden şaşardım; t. u. l nasıl olur da tuül olarak okunuyor? ”Sonra sonra alıştım, ben de onun gibi tu-ül birleştirerek söylemeye başlamıştım. Sabit Öğretmen bunları karıştırmadan, meridyen-enlem-boylam deyip onları önce, öylece ezberleyip konuça konuşa bilgi dağarıma kattım. Şimdi bir harita görünce boylamların bitiş noktalarındaki sayılara bakarak aralarındaki kilometreleri kolayca hesaplayabiliyorum. Böylece kıtalar, memleketler, dağlar, denizler, kentler arasındaki uzaklıkları yuvarlak olarak hesaplayabiliyorum. Bunları anlatınca Hilmi Altınsoy’dan gene bir övgü aldım. Ayrıca benim çok yaşayacağımı söyledi. Çok yaşayacağımı nereden anladığı sorulunca da: Abi kafasını hep, kendisi için iyi, yararlı, güzel şeyler için yoruyor. Başkaları gibi munafıklık yapmıyor! dedi. Bu kez de Hilmi’ye arkadaşlar takıldı: Sen o dediğin gibi misin? Hilmi dikkatle baktı: Ne biçim soru bu şimdi? Bu bana yapılmamalıydı. Ben, Abi için düşündüğümü söyledim. Sizin de benim için verilmiş kanınız varsa, açık açık söyleyin! dedi. Yusuf Asıl dikkatle H. ilnmi'ye baktı, açık açık bildiğimi söyleyeyim mi? Darılmayacaksın değil mi? ”diye sorunca Hilmi kuşkulu kuşkulu baktı, biraz kısık bir sesle”Söyle! ”dedi. Yusuf gülmeden, önemli bir şey söylermiş gibi: Senin Tekirdağlı olduğunu biliyorum! deyip dikktli dikkatli yüzüne baktı. Herkes gülerken Hilmi elini masaya vurdu: Sen daha bir çocuksun, ananın kuzusu! deyip kalktı. Yusuf anasına anne dediğini anımsatarak Hilmi’nin sözünü geri çevirdiğini söyledi. Hepimiz kalkınca dikelmeler durdu. Derslikte arkadaşlar yeni günlük cedvelini tartışırken Ahmet Güner’le Yusuf Asıl yanıma geldi: -Şimdi ne yapacağız? Hem sevinç var, hem de kaygı! ”Sevinç, biz bu işi bir yıldan fazladır bekliyorduk. Geçen yıl giriştiğimizde o zamanki öğretmenler de okul yönetimi de bizi desteklememişti. . Şimdi öyle değil, isteyen onlar. Öyleyse bizi destekleyecekler. Elimizde yazılı oyunları zorluklarına göre bir daha gözden geçirip sıraladık. Önce bir çok arkadaşın bildiği Timurağa ile başlayacağız. Birkaç sabah sonra ortadaki halkayı dağıtıp büyük halka olarak deneyeceğiz. Halka çok büyük olacağı için ikiye böleceğiz. Gerçekte bunu Asım Öğretmenle, ayrıca geleceğini söyleyen Fahri Öğretmenle birlikte yapacağız. Timurağadan sonra Zeybeklerden Harmandalı ele alınacak. . Çünkü bunu tam değilse bile iyi fena biraz oynayabilen 50 dolayında arkadaş var. Bunları gene büyük sıranın ortasına alıp durdura durdura, her durduruşta ortadaki oyun gösterici figürü tekrarlayarak alıştıracağız. Dışardaki büyük halkayı yöneten arkadaş kesinlikle figür göstermeyecek, o yalnız orta sıradakilerin tekrarladıklarına dış sıradakilerin uyup uymadığına bakacak. Timurağa ile . Harmandalı iyice pişirilince Arpazlı ele alınacak. Bunda karar kılıp öğretmenlere bunu anlatacağız. Özellikle Asım Öğretmen bize yardımcı olacaktır. Çoğunluğa uyamayanlar halkadan çıkacaktır. Bu kez de onları orta sıraya alıp dikkatli davranmaları sağlamaya çalışacağız. Üçümüz bunları konuştuktan sonra öteki sınıfların oyuncu guruplarıyla yarın konuşmaya karar verdik. Hasan Gülümse, Süleyman Gege, Hasan Arabacı, Hasan Çetin, Mehmet Özeren, Mehmet Aydemir, Naci Aydın, İlyas Özcan, Cavit Kafkas ilk aklımıza gelenler oldu. Yusuf Asıl’ın çok önemsediği bayan öğretmenlerin oyunlarını da konuştuk ama onlara bizim öneride bulunmamız söz konusu değil, onlar isterse bizi çağırır, düşündüklerini söylerler, biz de onlara ayak uydurmaya çalışırız. Ancak onların bu işe daha sonra başlayacağı olasılığını da gözden geçirdik. Biz konuşurken Tevfik Uğurlu geldi, biraz çekinerek eğilip bana bir kitap uzattı: Nora-Bir Bebek Evi. Tevfik kendisi çok sevmiş. Sabahat Öğretmen arkadaşlarına sık sık bu kitapları öneriyormuş. Milli Eğitim Bakanlığının çıkardığı bu kitapları hep okumamız isteniyormuş. Tevfik, kitabı açıp ilk sayfasını gösterdi. Gerçekten kitabın başında Mili Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in yazısı var. Tevfik arkadaşlara dönerek: -Ağabeyin de seveceğini düşündüğüm; yazarın öteki kitabı Peer Gynt’ü çok sevmişti bunu da seveceğini düşündüğüm için getirdim; çok okunuyor, elden ele dolaşıyor. Özellikle kızlar çok alıyor! deyince Yusuf ilgilendi. Yusuf bakınca kitabı uzattım: Al oku, ben sonra okurum! Yusuf önce aldı, sonra vazgeçti: Abi sen oku, ben sonra okuyayım! Anlaştık. Arkadaşlar ayrılınca kitabı karıştırdım. Norveçli yazar İbsen. Bir kitabını okuştum ama yazar hakkında pek bilgim yoktu. Hemen Şaheserler Antolojisine baktım, kısacık bir bilgi var: Henrik İbsen, daha çok tiyatro için kitaplar yazmış 1828-1906 yılları arasında yaşamış. Tekrar Nora kitabını açtım. Hem şaşırdım hem de sevindim. Yazar İbsen üstüne tam sakiz sayfa bilgi var; heman karıştırdım, hem de ne bilgiler veriliyor! Yat zili çalınca Peer Gynt’ü, daha doğrusu Solveig’i düşündüm. “Bir ömür boyu sevgili beklemek! ” Elif Teyzem aklıma geldi. Şimdiye dek bu açıdan onu hiç düşünmemiştim. Evlenmiş, bir oğlu olmuş; Mehmet Dayım. Dayım iki yaşlarındayken babası, yani benim eniştem askere gitmiş. Arkasından savaş başlamış. Eniştem Çanakkale(Gelibolu’da şehit düşmüş: 1915. Mehmet Dayım şimdi 30 yaşında. Elif Teyzem, oğlunu babasının evinde babasının yerine yetiştirmek amacıyla evlenmemiş. Yaşını tamı tamına bilemiyorum ama Elif Teyzem annemin büyüğü, annem yaşasaydı şimdi 52-53 yaşlarında olacaktı. Elif Teyzemle aralarında 2 yaş varmış. Öyleyse Elif Teyzem 54 ya da 55 yaşında olabilir. Demek Elif Teyzem eşini 28 yıldır bekliyor anıyor belki de rüyalarında görüyor, onun için süerekli üzülüyor. İşte bir Solveig de Elif Teyzem. Nora, Solveig, Elif Teyzem derken aklım anneme takıldı. Annemin de ilk eşi Çanakkale/Gelibolu Savaşında tıpkı Elif Teyzemin eşi gibi şehit olmuş. İki kız kardeşin öksüz çocuklarıyla kalması onları derecesiz üzmüştür. Giderek kendimi üzdüm. ”Okuyacağın Nora da bana böyle duygular yaşatacaksa okumamalıyım”gibi kararsız bir durumda uyumuşum.

 

7 Mart 1943 Pazar

 

“4. Sınıflar okul önünü ne güzel yapmışlar, haydin arkadaşlar biz de okul arkasını öyle yapalım! ”sözleri arasında uyandım. Gerçekten okulun önü kumlanıp ezilmiş, beton dökmüş gibi. İdris Destan gülerek: -Onlar kalabalık, 200 kişiye yakın. Üstelik Talat Tarkan Öğretmen onları iyi çalıştırdı ! dedi. Arkasından sorular başladı: “Bizi kim çalıştıracak? ”Daha sonra da “Kimi istiyorsunuz? ” Ya da “Ben çalıştıntan sonra başımda kim olursa olsun, beni ilgilendirmez! ”sözleri sürdü gitti. Kahvaltıda gözler öğretmenler masasındaydı: Kim gelecek, ne duyurulacak? Bekler durumda mercimek çorbalarımızı atıştırdık. Mehmet Aygün öncelik edip Hilmi’ye sordu: Mercimek çorbasından hoşnut kaldın galiba, sessizce atıştırdın! dedi. Hilmi inirlendi: Senin de sözün salt bana geçiyor galiba, daha altı arkadaş var, onlara neden sormuyorsun? Mehmet Aygün en çok onu sevdiğini söyleyerek kolay kurtulmaya çalıştı ama bu kez başka bir sorun çıktı. Mehmet Aygün’e kendimizi sevdirmek için ne yapmamız gerektiği soruldu. Soranların sayısı artınca Hilmi sustu. Yusuf Asıl’la Hasan Üner Mehmet Aygün’ü savundu derken durum karışık bir şekle dönüştü. Sonuç olarak kahvaltıda duyuru yapılmadı. Gene de içimiz rahat değildi. Hava da açılmışı-durumda, böyle bir havada bizi rahat bırakmazlar. Özellikle dün büyük bir grup çalıştığına göre bizim bugün derslikte oturmamız olası değildi. Bir süre daha bekledikten sonra ben Asım Öğretmenin oda kapısını çaldım, yoktu, girdim. Dün akşam yaktığım soba yanıp sönmüş, karıştırılmadığına göre Asım Öğretmen gelmemiştir, deyip piyanoya oturdum. Parmak çalışmaları yaptım, metodun başlarından parçalar seçerek dikkatli dikkatli çalıştım. Arada da dışarıyı dinledim. Çocukların doğal konuşmaları duyuluyordu. Daha da cesaretlenerek orta kuvvetlice çift el çalışmaları yaptım. Bir ara sessizlik oldu, kuşkulanıp çıktım. Yusuf gördü, “Nerdesin seni arıyoruz? deyip kolumdan tuttu dersliğe götürdü. Oyuncular gelmiş, son kararları öğrenmk istemişler. Akşamki konuşmalarımızı tekrarladık. Ahmet Kun Öğretmen akşam nöbetçiymiş sabahleyin yanlarında olacakmış, onlardan bilgi istemiş. Konuyu bir daha konuştuk, yapacaklarımıza son şekli verdik. Bugünkü çalışma durumumuz da açıklandı: Tıpkı dünküler gibi biz de öğle yemeğinden sonra okulun öbür tarafını, revir yolunu kumlayacakmışız. Gene Asım Öğretmenin odasına gittim. Daha rahat olarak sesli sesli çalıştım. Ben çalışırken kapı birden açıldı Asım Öğretmen geldi diye ayhapğa kalktım. Bir de baktım Röslein, arkadaşıyla kapıda: Senin çaldığını nasıl anladım? deyince ben de: Nasıl anladın? diye sordum. Kapı açılınca başka çocuklar kapı önün toplanınca çalışmayı bırakıp dersliğe döndüm. Bizim arkadaşlardan görenler olmuş Abdullah Erçetin sordu: Ne o Suna’ya piyano mu öğretiyorsun? Hemen bakışlar çevrildi. , vereceğim yanıt beklendi. Onlar öğretmeni aramışlar, ben de öğretmenin Lüleburgaz’a gittiğini söyledim. Ne Suna’sı, ne piyanosu? diyerek kestirip attım. Bu kez Abdullah şaka söylediğini tekrarladı. Ben de: Senin şakana ben de şaka karşılık verdim, gerçekte piyano dinlemek için gelmişti ama başka çocuklar da üşüşünce vazgeçtim! dedim. Mustafa Saatçı Halil Basutçu’ya: Büyük Hakan İstemi Han, kızına mukayyet ol, piyano dinlemek için ortalıklarda dolaşmasın! dedi. İsmet ise: Onun nişanlısı var, nişanlısının mukayyyet olması gerekir! diye ekledi. Mehmet Yücel ise gülerek: “Ne diyorsunuz siz be kardeşim hiç duymadınız mı? “Kızlar kendi gönüllerine bırakılırsa ya davulcuya gider ya zurnacıya! ”deyince Herkesi bir gülme tuttu. Öğle yemeğinde, öğleden sonra yapılacak işleri konuştuk. Yemekte tam saat 1300’de zil çalacağını 1-3-5. sınıfların arka merdivende toplanması duyuruldu. Yemeği oldukça ağır, yapacağımız işler üzerin varsayımlarla geçirdik. Yusuf sık sık yarın sabah başlayacak oyunlardan söz etti. Birisi ters bir söz söyler çekinikliği içinde ben Yusuf’a katılmayınca bu kez Yusuf alındı: -Sen istemiyormusun yoksa? dedi. Kalkınca amacımı anlattım. Zil çalınca topandık. Talat Tarkan Öğretmen geldi. Benimle Halil Basutçu’yu ayırdı 1. sınıfların yanına gönderdi. Bir süre çocukların yanında bekledik. Talat Tarkan Öğretmen gelince sınıfı ikiye bölüp bizi grup başı olarak görevlendirdi. Tarım binasına gidip kürek alarak bina çevresiyle okul olunu genişlettik. Yol dar olaraak açılmlşti ama alçaklı yüksekli yerleri vardı. Onları düzetmeye çalıştık. Grup başkanı olmamıza karşın Halil’le ben çocuklardan çok çalıştık. Gene de çocuklardan çok hoşnut kaldık; hepsi canla başla çalıştılar. Halil gülerek: İlk öğretmenliğimizi bugün yaptık! dedi. Paydosta Asım Öğretmenin gelmiş oluğunu gördüm. Gidip sobasını yaktım. Bayrak törenin öğretmenle birlikte çıktık. Talat Tarkan Öğretmen: Bu akşam yeni çalışmna programımızın ve yeni günlük cedvelimizin ilk uygulama gecesi, lütfen dikkatli olun, uymaya çalışın; hayırlı olsun! dedi. Törenden sonra derslikte dikkatle okuduk. Günlük Çalışma Programı  15 Mart 1943 Pazartesi Karı bitirdik çamur başladı. “Kar, çamurdan daha temizdi! ”Temizdi ama ufunlarımız havuca dönüyordu. Hemen bir uyarı: -Lütfen arkadaşlar yiyecekleri bir şeye banzetmeyelim! “Çok doğru bir uyarı! ”diyenlerek çıkanların ardında kalanlardan yeni sözler: -Olur mu? İsmet'e sık sık hıyar! Demezsen gücenir. Arkası açıldı: -Mehmet Yücel'e sırık diyenler oldu. Sırık sözü uzadı, Sırıklı x, sırık fasulyesi. . . Yusuf Asıl, duramadı söze karşı olunca kendisi de patatese benzetildi. İleri ranzalardan biri yüksek sesle sordu: -Kabak kimin için ayrıldı? Değişik bir ses yükseldi: -O da senin için ayrıldı. Arkasından aynı ses sordu: -nasıl, bildim mi? Konuşan Fahri Tosili Öğretmendi. Fahri Tosili Öğretmen kimseyi incitmek istemediği için arkasından da kendisinin özellikle kestane kabağını çok sevdiğini söyledi. Titreşerek okul önünde toplandık. Yeni program: Saat 6’da kalk. 6, 30 spor-oyun, çalışma hazırlığı, 6. 40 dersliklerde sabah çalışması. 7, 40 Kahvaltı, 8; 10 Ders-iş hazırlığı, 8, 00 1: ders-iş başlangıcı, 8, 20 1. ara, 2. ders 9, 20, 2. ara, 3. ders: 10, 20, , 4. ders11, 20, öğle paydosu 12. 30, öğle yemeği, 12, 40, dinlenme: 12, 50-13, 50. Öğlden sonra çalışma: 14, 00, Akşam paydosu: 18, 00, serbest okuma: 19, 30-20, 40, akşam yemeği: 20, 50-21, 21, 10, derslik çalışması: 21, 40, yat hazırlığı: 21, 50, uyku: 22, 00 Kalk:      6, 00 Spor-oyun. :   6, 30 Sabah çalışması:  7, 30 Kahvaltı:     7, 4 0 Ders-iş hazırlığ:  8, 00 1. ders :     8, 20 2. ders:     9, 20 3. ders.     10, 20 4. ders.    11, 20 Öğle paydosu:   12, 30 Öğle yemeği:   12, 40 Dinlenme:    12, 50-13, 50 Öğleden sonra işbaşı: 14, 00 Akşam paydosu.  18. 00 Serbes okuma.   19, 30-20, 40 Akşam yemeği   20'50 -21, 10 Derslik çalışması  21, 40 Yat hazırlığı:    21, 50 Uyku     22. 00 – 06, 00 arası(8 saat)  Haftalık Ders Dağılımı Programı Pazartesi: Matematik-Y. Dil-Türkçe-Türkçe---Sanat çalışması Salı: Tarih- Fizik – Resim- Tarım-Koop-- Tarım çalışması Çarşamba. Dört ders Öğretmen lik Bilgisi --- “  “ Perşmbe : Matematik –Türkçe -Jeo-Zoo Bil. Sanat çalışması Cuma : Ask-Ask - Öğret-Bil-Öğret-bil. Tarım çalışması C. tesi: Beden-Eğ-Müzik-Müzik-Ev. Ek. Not: Matematik 2, fizik 1, Yabancı Dil, 1, B. Eğiimi 1 ders olmak üzere beş drs boş geçmektedir. Ayrıca Tarım, Ev Ekonomisi, Jeoloji-zooloji adı altında eski Tabiat Bilgisi dersi konuları tekrarlanmaktadır. Programı da çizelgeyi de yazdım. Bana göre eski, ile yeni arasında hiçbir değişiklik yok. Vakit cedvelinde de yarım saatlik bir fark var. Okuma, ders çalışma saatleri artmış. Uygulanırsa bu güzel işte. Herkes yorum yaparken Nora’yı açıp okumaya başladım. Daha ilk satırlarda nedense ya İzlanda Balıkçısı’nın Gaud’u ya da 2. Bir Solveig’le karşılaşacağımı anlar gibi oldum. Gene güzel bir bayan, gene onu bekleyen daha doğrusu onun pek beklemediği sevimsiz olaylar olacak gibi. Nora, genç, çok güzel bir bayan. Güzel olmanın yanında iki de çocuk annesi. ”Olsun! ”dedim içimden Madam Bovary ile Anna Karanina ya da Kırmızı ve Siyah kahramanlarından Madam Renal’in de çocuğu vardı. ”Dur bakalım! ”deyip okuyorum. Nora güzel bir bayan. Güzel olmasına karşın bir çok güzelin yaptığı gibi güzelliğiyle övünmüyor, güzelliğini, başka insanlara üstüntünlük olarak kullanmıyor. Eşi Torvald Helmer’i de çok seviyor. Nora evini, eşini, çocuklarını seven bir bayan. Eşinin de kendisini sevdiğine inanıyor. Olabildiğince Bay Thorwald’e naz ediyor. Nora, evinin neşeli olmasını, çocuklarının iyi yetişmesini isteyen bir annedir. Eşi Thorwald’ı da çok sever. Yalnız Thorwald büyük bir hastalık geçirmiştir. Bu hastalığı geçirebilmesi için sıcak ülkelere gidilmiş, çok harcamalar yapılmıştı. Bu harcanan paraları Nora eşi Thowald’a babasından aldığını söylemiştir ama gerçekte bu doğru değildir. Çünkü Nora bu paraları gizlice birinden gene gizlice ödemek üzere borç almıştır. Bay Thorwald bundan habersiz eşi Nora’ya sevgiyle bakmakta, ona küçük kuşum, sevgilim, bebeğim, diyerek sarılmaktadır. Sene sonu yaklaşmış, her yıl olduğu gibi gene Yılbaşı kutlamaları için hazırlık yapılmaktadır. Nora gene çok harcama yapmış, eşi Helmer Thorwald da gene bu harcamaların çokluğuna takılmaktadır. Nora takılmaları gülerek karşılar. Bu sıra Bay Helmer Thorwald yeni bir görev yüklenmiştir; Banka Müdürlüğü. Nora buna da çok sevinir, çok kazanacakları için çok harcama yapacaktır. Karı koca bu konuda karşılıklı sevgi sözleri içinde konuşup giderken Nora’nın eski bir arkadaşı gelir. Christine Linde. Chiristine Linde Nora’nın eski arkadaşıdır ama on yıldır pek görüşmemişlerdir. Christine Linde evlenmiş, bir çok işler başarmış ya da kotarmıştır. Ancak eşi ölünce yoksullaşmış, şimdilerde iş aramaktadır. Nora’nın eşi banka müdürü olunca ondan iş istemek için gelmiştir. Nora arkadaşına yakınlık gösterir. Arkadaşı da onun eski günlerdeki uçarı gençliğini, iyiliğini, neşesini anımsatır. Ona göre Nora hiç değişmemiştir. Nora bu sözlerden hoşlanır ama kendi gerçeğini de anlatmaktan geri duramaz. Christine Linde’ye kocası Helmer Thorwald’ın hastalığı için harcanan paraların sağlanmasını anlatmak gereğini duyar. Bay Thorwald Helmer beklenmedik bir zamanda, atlatılması güç bir hastalığa tutulur. Hastalığın ilacı sıcak iklimlere gidip bir süre oralarda yaşamak. Burada Anna Karanina romanını anımsadım. Orada da Güneye gitme olayı vardı. Ancak orada Kont Bronsky hasta değildi daho çok Anna’nın isteğiyle böyle yapılmıştı . Norveç bütünüyle çok soğuk olduğu için Bay Thorwald Helmer iyi olana dek güneyde, yani Akdeniz ülkelerinden birinde yaşamak zorundadır. Ancak bu, oldukça büyük para gerektirmektedir. Thorwald Helmer avukttır ama böyle bir geliri yoktur. Umutsuz da olsa sezdirmeden yaşamını sürdürür. Nora ise eşinin iyi olmasını çok istemektedir. . Kendine göre bir yol bulup eşiyle; çocuklarıyla diledikleri güneye gitmişler, diledikleri sağlığa kavuşup dönmüşlerdir. Nora eşine harcanan parayı babasından aldığını söylemiştir ama bu doğru değildir. Oysa para, bu tür kara işleri yapan birisinden alınmıştır. İşter bu sıralarda Nora borcunu kendisinden umulmayacak bir çaba içinde çalışarak ödemektedir. Arkadaşının Nora'ya, “ İkide bir neden bu denli çalışıyorsun demesi bundandır. Oysa arkadaşına göre Nora eskiden çalışmayan, “Al bebek-gül bebek yaşayan biridir. Nora arkadaşı üzerindeki deski iΩleri sil mek için yeni durumunu anlatmaya çalışır. İyi bir arkadaş olduğuna da inandığı için işin iç yüzünü de açıklamakta bir sakınca görmez. Nora'ya göre hastalık geçmiş, Eşi Helmer Thorwald banka müdürü olmuş, borcu da ödenme yoluna girmiş olduğundan çok mutludur. İşte gene bir yılbaşı gelmiştir. Nora doyasıya harcamalar yapmış, eşi de her zaman llduğu gibi harcamalar nedeniyle sitemler etmiştir. Nora bu sitemlere neşeyle karşılık verir, içinden de borçları bitince bütün bu giz yumağını kocasına anlatmayı düşler. İşte Nora bu duygulu süreçte, tam olmasa bile ucundan ucundan gizini arkadaşına açar. Ancak arkadaşı bu gizi yanlış algılar, ona göre Nora bu parayı kadınsı gücü nedeniyle almış olabilecveğini düşünür. Nora bu yanlış yargıya düşülmemesi için başlangıçta babasını sokmuş, bu konuda da başarılı olmuştu. Böylece, onuruna dokunacak zanların bir bakıma ortadan kalkmış olur gibiydi. Ancak arkadaşı, olayı duyunca bu varsayıma saplandı. Gerçekte de Nora’nın gizi çok yalın bir örtünün altındaydı da Nora bun un ayırdında değildi. Bu yalın örtü her an kalka bilir (Bana göre) giz gizlikten çıkardı. Nitdekim öyle oldu. Kocası banka Müdürü olunca Müdürü olduğu bankada değişiklikler yapmak ister. Bankada çalışanlar tedirgindir. Özelikle bunlaradan biri olan Krogstad Nora’dan yardım ister. Nora yardım edemeyeceğini bildirir. Ancak Krogstad diretir. Çünkü daha önce Nora’ya borç bulan kendisidir. Borcu verirken hileli işler yapmıştır. Bunları açıklarsa Nora suçlu duruma düşecektir. Nora ise suçtan çok eşi Helmer Thorwald’ın olayı duyup üzülmesini istememektedir. Ancak Krogstad kararlıdır ya da öyle görünerek Nora’yı sıkıştırır. Kocasına söyleyip Kragstad’ı bankadaki görevini sürdürecektir. . Çünkü Krogstad salt Nora’nın işi değil sayısız kirli işe girmiştir. Görevinden ayrılırsa o kirli işler ortaya çıkacak, bulunduğu çevrede tam rezil olacaktır. Bu iş onun için ölüm kalım durumuna gelmiştir. Bu nedenle Nora’yı kolay kolay bırakmayacaktır. Bunu Nora’ya anlatmaya çalışır. Anlatmakta da oldukça başarılı olmuştur. Çünkü Nora öneriye kesin karşı durur gibi yapmasına karşın Thorwald’a bu öneriyi götürür. Nora’ya, bebeğim , serçe kuşum ya da meleğim diyerek yaklaşan Bay Thorwald; öneriyi duyunca, Banka Müdürü Helmer Thorwald olarak duraksamadan kesin tavrını koyar: -Sayısız fırıldaklar çevirmiş bulunan Krogstad bankadan atılmıştır, geriye dönmesi asla sözkonusu olamaz! Bu durumda Nora kendi gerçeğiyle karşı karşıya kalır. Nora’yı düş kırıklığına uğratan bir başka olayda arkadaşı Christine Lind durumu olmuştur. On yıldır görmediği Christine Lind çıkıp gelince ilk karşılaşma çok dostça olmuştur. Özellikle Christine Lind’in Nora’yı okşayıcı sözleri Norayı mutlu etmiş, neredeyse sıkı sıkı sarıp sarmaladığı gizini arkadaşını tüm çıplaklığıyla açıklayacaktı. Örneğin ilk karşılaşmada bu konuşma yapılmıştı. : Christie Lind: Senin için bu kadar çalışıp çabalama ne hoş, Nora, senin gibi yaşamın acılarını ve kötülükleri pek az tanıyan bir insan için! Nora, Ben mi, sen de öyle mi sanıyorsun? Christine Lind, Elinde küçük küçük işler, bir çeşit oyuncaklar…. Sen bir çocuksun Nora! Nora, İşlerimi bu kadar önemsiz sanma! Christine Lind, Ciddi mi söylüyorsun? Nora, Sen de başkaları gibisin. Hepiniz sanıyorsunuz ki ben, hiç ciddi bir iş yapmam! Christine Lind, Hadi, hadi! … Nora, Sanıyorsunuz ki ben yaşamın güç taraflarını hiç tanımıyorum! Christine Lind, Fakat, Nora’cığım sen bana bütün güçlüklerini anlattın. Nora, A! Bu oyuncaklar! . . Ben sana işin aslını anlatmadım. Christine Lind, Ne demek istiyorsun? Nora burada Christine Lind’e kocası hastalanınca iyileşmesi sürecinde harcanan paranın nasıl bulunduğunu anlatır. Gerçekte bu parayı daha önce söylediği gibi babasından almamıştır. Babası yerine sahte imza atarak belge imzalamış, parayı (Sonradan ona oyun oynayacak olan) bir tefeciden aldığını söyler. Nora’nın böylesi içtenlikle karşıladığı arkadaşı Christine Lind gelişinin amacını tam açıklamamıştır. Sonradan açıklandığına göre Christine Lind Helmer Thorwald’ın müdürü olduğu bankada görev almak istemektedir. Bir başka ilginç taraf da Nora’nın başını derde sokan Krogstad’ı da tanımaktadır. Nora adına üzüldüm. Kitabı kapattım. Kitap acıklı bitecek anladım ama kestiremedim. Yatınca bu kez kitabı değil bir kişi, bir insan olarak Nora’yı düşündüm. Bu güzel bayanın, salt kocasını kurtarmak için bu dolambaçlı işe kalkışması doğru muydu? Ya da yazar, olayı böyle anlatarak ne demek istiyor? ”İnsanların, karı koca bile olsalar bir birine karşı büyük özveride bulunmaları her zaman iyi sonuç vermez! ” mi demek istiyor? ”Henrik İbsen’in. Peer Gynt’ü gibi Nora’sını da tam anladığımı söyleyemem. Gene de severek okuyorum. Bakalım nasıl son bulacak?

 

8 Mart 1943 Pazartesi

 

Karı bitirdik çamur başladı. Kar, çamurdan daha temizdi! Temizdi ama burunlarımız havuca dönüyordu. ! ”Hemen bir uyarı; “Lütfen arkadaşlar, yiyecekleri bir şeye benzetmeyelim! ”Çok doğru! ” diyerek dışarı çıkanların yanında kalanlardan yeni sözler. “Olur mu? İsmet’e hıyar demezsem, arkadaş gücenir! ”Arkası açıldı, Mehmet Yücel, gene sırık oldu. Sırık olmakla kalmadı bu kez de arkasına Sırıklı’yı doladılar. Sırıkla fasulye uymuş. Yusuf Asıl söze karışınca papates benzetmesi yapıldı. “Kabak kimin için? ” sorusuna “O da senin içindir! ”sözü geldi. Arkasından da gülerek: Nasıl bildim mi? diye sordu. Konuşan Fahri Tosili Öğretmendi. Fahri Tosili Öğretmen kimseyi incitmek istemediği için hemen kendisinin kestane kabaklarını sevdiğini söyledi. Titreşerek okul önünde toplandık. Yeni program, alışmadığımız bir zamanla tanıştırdı bizi ; karanlıkla aydınlık arası ilk kez çıktık okul önüne. Ayrıca alanda öğretmenler, Ahmet Kun, Asım Kaveller, Fahri Tosili. Ahmet Kun Öğretmen düdük kullanıyor. Asım Öpretmen gümbür gümbür çıkan sesiyle bütün konuşmaları bastırıyor. Önce büyük bir halka oldundu. Ben merdiven başında akordiyonun biri omuzumda biri de önümde(Asım Öğretmen için)bekliyorum. Büyük halka yola çok yaklaştığı için bundan vazgeçildi. Bu kez iç içe iki halka yapıldı. Düdük çalarak koşturuldu, durduruldu. Zil çalınca: - Bugünlük bukar! denilerek paydos edildi. Ben akordiyonları yerlerine koyup döndüm. İlk günün karmaşası, zaten bu tür etkinliklere oldum olası karşı olanlara konuşma olanağı hazırlamıştı. Hemen hemen hepsinin söylediği: -Bu işin olmayacağını biz biliyorduk. Nasıl, dediğimiz çıktı. Bu iş böyle olmaz! Nasıl olacağı için soru soran yok, “Niçin olmaz? ” demeye zaten kimsenin niyeti yok. İki yıl önce Hasanoğlan’a ekip olarak gelen 12 Köy Enstitüsü öğrencileri hep anlatmıştı: Sabah kalkınca önce oyun-spor sonra çalışma yapıyoruz! Biz bunları duymamışız. Arifiye Köy Enstitüsü’nden gelen Eğitim başı ile Md. Yardımcısı oradaki durumu anlattılar. Onlar da dinlenmemiş. Milli Eğitim B akan lığının hazırladığı Köy Enstitüleri Müfredat Programını Okul Müdürü derste okudu. Bunu da duymamışız. Gene de yeni program bu sabah uygulanmaya başlandı. Bu da yetmemiş besbelli! Bizim arkadaşlar, hala olup olmayacağı üstünde yorum yapıyorlar. Oysa hiç bir şey kazanılmasa bile, ( askerlerin yaptığı ya da) bizim askerlik kampında yaptığımız gibi; niçinini, nedenini düşünmeden bir çok söz söyleyip, söyleneni, ilinsizce de olsa yaptıracaklar. Belki de uykudan kaldırıp asfalt kıyısında dolaştıktan sonra “HAYDİ ŞİMDİ DERSLİĞE GİRİN! ”diyecekler. Sen istediğin kadar “Bu olmadı! ”de. Gerçekte bu sabahki kargaşaya ben de üzüldüm. Ancak ilk kez çıkıldı, çıkanlar gerçekten ne yapacaklarını bilemiyordu. Öğretmenler de nasıl davranmaları gerektiğini birden kestiremediler. Sanırım yarın sabah daha düzgün bir durum oluşacak. Zaten Ahmet Kun Öğretmen açıkladı: “Kendimize uygun bir düzen kurabilmek için birkaç gün değişik şekiller deneyeceğiz! ” Kahvaltıda da belli konuşmalar tekrarlandı. Ben kestirip attım: Okul ne isterse onu yapmak zorundayız. Derslerde iyice öğrenmeye başladık; öğretmen olunca daha bir çok sevmediğimiz işler de karşımıza çıkacak. Onlara da olmaz mı? diyeceğiz. Adam hasta atını getirip gösterecek: Öğretmenim, ben bu atım için ne yapayım? diye sorunca, “İlçedeki Veterinere götür! demeyecek miyiz? Bu da bizim işimize ters düşen bir baş vurudur. Okur-yazar olmayanlar mektup okutacak, okuduğumuz mektuplarda anlamsız sözlerle karşılaşacağız. Bunlar hep bizim isteklerimize ters düşecek. Öyleyken bunlara katlanacağız. Neyse ki bizim masada fazla olumsuz bir çıkış yapılmadı. Türkçe, özellikle dil bilgisi konusu açılınca Hilmi öne çıkarak, soru sıfatı, soru zamiri, soru zarfı var da soru fiili yok mu? diye sordu. Ben de: Var, sen onları biliyorsun. Salt soru fiili değil soru edatı hatta soru bağı bile var! deyince herkes çay bardağını ağzına götürmeden elinde tuttu: Şaka mı ediyorsun? Arkadaşların ilgilendiğini görünce derslikte anlatmak üzere konuyu geçiştirdim. Derslikte iki dersin boş geçeceğini görünce Hilmi: - Abi gel bana şu zarf denilen mereti anlat! dedi. Ben de Hilmi’ye şaka mı ediyorsun? Bak sen zarfı biliyorsun ki böyle güzel kullanıyorsun! ”deyince gene sinirlendi: “Şakanın sırası değil, şu zarf denilen sözler nerede ya da nasıl kulanılır? Bunu öğrenmem gerekli; vallahi rüyamda gördüm; kadın beni(Sabahat Öğretmen için) derslikten kovdu! ”dedi. “Tamam, tamam, anlatacağm! ”deyip yanıma oturttum. Önce zamanla ilgili sözleri sıralatttım. Bugün, yarın, dün, her zaman, vakit, şimdi, sonra, hemen, çabuk, yavaş, hızlı, öğle, sabah, akşam, gece sözlerini sıraladık. Bunları cümlelerde ne zaman kullandığını sordum. Hilmi az düşündü, yazmaya başladı. Hilmi usanmadan hepsini kısa kısa kullandı. Bugün geldim, sabah uyandım, akşam uyudum, şimdi yazıyorum v. b. olarak sıraladı. Önce elimizdeki örneklere göre bir tanım yaptık. Fiillerin işlevlerinin yapılış zamanını belirleyen, çoğunlukla fiilden önce yazılmış ya da söylenmiş sözün Dil Bilgisindeki adı zarftır. Daha ayrıntılı tanımı da vardır ama bizim örneklerimiz bakımından bu tanım yeterlidir. Zarflar fiillerin anlamlarını sınırlayıp şekillendiği gibi sıfatları da etkiler. Hilmi duraladı. “Abi burasını anladım, bunlarla paçayı kurtarırım. Şansıma, öğretmen tek bir cümle yazdırım sözleri ayrı ayrı sorarsa bilmem ama buradaki sözlerden biri geçince ona yapışır, kendimi kurtarırım! ”dedi. Yazdığı örneklerden tekrarlar yaptı. Bu arada Öğle yemeği, deyip durdu. Yemek fiil olarak kullanıldığı gibi aynı zamanda bir ad olarak da kullanılmaktadır. Öğle yemeği tamlamasında yemek bir addır, belirtili tamlama olarak kullanılmaktadır! ”deyince Hilmi gene bozuldu: “Doğrusunu istersen ben, onları da bilmiyorum! ”dedi. Kendi defterimi çikarıp tamlamaları, çekimlerini gösterdim. Hilmi onları anımsadı. Boş geçen dersimizin birini yararlı olarak geçirdik. 2. Derste bir grup Sami Akıncı’dan zamirleri istediler. Sami ayrıntılarıyla zamirleri anlattı, örnekler verdi. Bu kez örnekler verilirken soru zamirleri ile soru sıfatları, bu arada soru zarfları da bir birine karıştı. Sami, her üçüne örnekler verdi ama, konunun özünü bilmeyenler toparlayamadıler. Öğretmen geldiğinde Sami Tahtayı siliyordu. Sabahat Öğretmen bu kez Sami’ye tahtadaki yazıların kalmasını söyledi. Sami sildiği yerleri yeniden yazdı. Böylece soru zamirleri tahtada yazılı kaldı. Öğretmen gülümseyerek: “Bir de ben dinleyeyim bakalım, siz neler biliyorsunuz? ”deyip defterini çıkardı: “50 Numara! ”dedi. Abdullah Erçetin kalktı. Öğretmen tahtaya gitmesini söyledi. Abdullsah tahtaya gidince öğretmen beş ad yazmasını söyledi. Abdullah ad yaz sözünü doğal olarak insan adı olarak düşündüğünden; Hüsnü, Ali, Abdullah, Sami, Bekir olarak yazdı. Öğretmen: “Şimdi de beş varlık adı yaz! ”dedi. Abdullah, dere-tepe-ağaç-at-insan yazınca bunları, tahtanın öteki ucuna yazmasını söyledi. Abdullah öğretmenin dediğini yaptı. beş varlık adını üstüste yazıp altların da ad-isim yazdı. Bu kez öğretmen beş mastar söylemesini istedi. Abdullah, gelmek-gitmek-yazmak-okumak-gülmek mastarlarını yazdı. Öğretmen onları da adkarın hemen yanına yazmasını istedi. Abdullah söyleneni yaptı altlarına da Mastar- fiil yazdı. Bu kez öğretmen Abdullah’a renk-biçim bildiren beş söz yazmasını istedi. Abdullah, yeşil-kırmızı-beyaz-siyah-mor adlarını yazdı. Öğretmen ise bunların hep renk bildirdiğini, oysa kendisinin biçim de sorduğunu söyleyince Abdullah duraksadı. Bekir Temuçin uyardı: “Yuvarlak! ”Abdullah, büyük-sivri deyince öğretmen onları da ötekilerin yanına sıralatıp Abdullah’ı oturttu. Bu kez 51 numarayı sordu. 51 Bekir Temuçin kalktı. Öğretmen Bekir Temuçin’e zamirleri bilip bilmediğini sordu. Bekir bildiğini söyleyince ona da beş zamir yazmasını söyledi. Bekir, ben-sen-o-biz-siz-onlar! ”deyip ötekilerin yanına yazdı. Böylece ad-isim, mastar-fiil, sıfat, zamir söz grupları tahtaya sıralandı. Öğretmen Bekir’den bunlarla cümle kurmasını istedi. Bekir: “Ben yeşil defter aldım, kırmızı bayrağı sen getir, beyaz tebeşiri o aldı, gibi cümleler yazdı. Öğretmen Bekir’e kunlandığı sözlerin türlerini sordu. Bekir, zamir-sıfat-isim-fiil diyerek sıraladı. Bu kez öğretmen, İstiklal Marşı’nın ilk iki dizesini yazdırdı: “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak, Sönmeden yurdumun üstünde en son ocak! ”…. Öğretmen her sözün türünü görevini, anlamını sordu. sonra da: “Korkmak - korkmamak(Olumlu-olumsuz) kendisindn sonra gelen sönmez sözünün durumunu etkiliyor, uzun süre anlamı katarak zamana yayıyor; anlıyoruz ki sönme eylemi uzayıp gicek! Sönmek, sönmemek-söner-sönmez(Olumlu-olumsuz)Şiir dizesinin tümü içindeki anlamını sonraya bırakıp iki söz arasındaki ilişkiye bakalım; korkma sönmezin anlamını etkilemektedir. Yüzen al sancak için de benzer bir durum vardır. Hangi al sancak? yüzen. Öyleyse yüzen sözü al sancağı yüzmeyenlerden ayırmaktadır. Al sancak-yüzen al sancak-yüzmeyen al sancak olarak düşünebiliriz! ” Zil çalınca öğretmen çıktı. Arkadaşların çoğu sözün nereye varacağını anlamadan dinlediler. Oysa anlaşılmayacak bir durum yoktu. Öğretmen daha önce dilbilgisi açısından 8 türlü sözün olduğunu anlatmıştı. Bunları: Ad-İsim, Fiil-mastar, sıfat, zamir, zarf, edat, bağlaç, ünlam olarak yazdırmıştı. Bu sıralamaya göre anlattığı zarflardı. Zarfların tanımı da anlatılan gibidir. Fiillerin, sıfatların ya da kendi soyundan söçzcüklerin anlamlarını etkileyen sözler ya da söz grupları, olarak tanımlanmaktadır. Zaten Sami de duramadı: “Öğretmen bize sil yeni baştan, Dil Bilgisini bir daha anlatıyor! ”dedi. Öğretmen dönünce sordu. Başka hangi söz grupları vardı? ”deyince Bekir zarfları söyledi. Öğretmen gene Bekir’den yazmasını istedi. Bekir tahtaya bugün-yarın –gece-gündüz-ileri-geri sözlerini sıraladı altlarına da Zarf yazdı. Öğretmen tahtadaki örnek zarfları cümlelerde kullandırdı. Bir çok arkadaş örnekler verdi. Öğretmen defterini açtı, kendi kendine: -Barı sırayı bozmayalım! deyince 53 Ali Önol ayağa kalktı. Öğretmen sordu: Kalkmak mı istiyorsun? Ali azıcık bozuldu: Yok öğretmenim, sıra bende sandım, numaram 53 deyince Öğretmen gülerek: Ne biliyorsun ben belki 49’u kaldıracaktım! Ali rahatlayarak otururken bu kez de öğretmen: Hadi senin düşündüğünü yapalım! deyip Ali’yi tahtaya çağırdı. Ali’ye edatları bilip bilmediğini sordu. Ali heyecanlanınca biraz titrek sesle konuştuğundan söylediğini öğretmen anlayamadı. Tekrar sorunca Ali bu kez: Bilip bilmediğimi de bilmiyorum! deyince Sabahat Öğretmen güldü: Bu da güzel; bazen böyle olur. İnsan böyle durumlarda cesur olmalı, belki söylediği doğru çıkar, fakaat! diye uzattıktan sonra, gene de yanlışlar içinden doğruyu seçmek için dikkat etmelidir! dedi. Öğretmenin uzatarak söylediği fakat ile için sözleri apaçık ip uçlarıydı ama Ali bunu sezemedi. Bu kez öğretmen kendisi gibi, kadar, göre, ile, için sözlerini söyledi Ali onları yazıp altına edat sözünü ekledi. Öğretmen yazılanları cümlede kullandırdı. Ali “ile” takısını edat olarak kullanamadı. Arkadaşlar örnek söylediler, nedense iki kez söyleneni değilde kendi aklına geleni yazdı. Bekir Temuçin’in yavaşça “Yanlış! ”deyişin de sinirlenip söylendi. Öğretmen, duydu, güldü; yanlışı düzelttirdi. Ali ilkin Edirne ile İstanbul arası…. . yazmıştı. Bizim okulun Edirne ile bağlantısı asfalt yol. Sözünü duymazdan geldi. “Tatilden Sefer arkadaşım ile birlikte döndük! ”dedi. Öğretmen Ali Önol’a çalışmasını, tahtaya yazılanları unutmamasını, okuduğu parçalarda bunların nasıl kullanıldığını incelemesini istedi. Kitap okuyup okumadığını sordu. Ali biraz kem-küm etti. Sabahat Öğretmen acımsı bir gülümsemeyle sordu. Okumuyorum diyemiyor musun? Sıra Salih Baydemir’e gelmişti. Sabahat Öğretmen bu kez sırayı bozdu Mehmet Aygün’ü kaldırdı. Mehmet Aygün’ün bu konuda oldukça bilgili olduğunu biliyordum. Ancak Mehmet nedense Sabahat Öğretmene ısınamadı, ondan çok çekiniğini, söyleyip duruyordu. Neredeyse titreyerek kalktı. Sabahat Öğretmen Ali Önol’un yanlış cümlesinin neresi yanlış olduğunu sordu. Mehmet rahatladı: Cümlesi yanlış değil öğretmenim, örnek olarak seçilmesi yanlıştı! deyince öğretmenden bir “Aferin! ” aldı. O cümledeki “İle” ile, doğru cümledeki ile’leri karşılaştırdı. Bu arada ve geçti. Mehmet kendini toparladı. Zaten sıranın bağlaçlarda onduğunu biliyordu. On dolayında bağlacı sıraladı, söz olarak anlamsızlıklarını, görev olarak ise önemlerinden söz etti. Öğretmen bu kez bileşik bağlaçları sordu. Mehmet Aygün, . ve, veya, veyahut, veyahutta gibi örnekler verirken ders bitti. Sabahat Öğretmen gülerek: Bugün de yemeğe azıcık geç gidiverin! ”deyip tahtaya; ve, ile, ne, ne ne, de, de de, ki, dahi, bile, çünki, çünkü, öyle, böyle, şöyle, oysa, oysa ki sözlerini yazdı, bunları birer cümlede kullanmamızı istedi, ayrıca bunları kullanan başka yazarlardan birer örnek seçmemizi, ayrıca gelecek perşembeden sonraki Perşembe derslerimizi Dil Bilgisi konularına ayıracağımızı; konuları, aramızda paylaşıp örneklerle anlatacağımızı, bitirme sınavlarında da bu konuların üstünde duracağını söyledi. Öğretmen gidince bir süre kimse yerinden kalkmadı. Mustafa Saatçı, “Şimdi hapı yuttuk! ”deyince Mehmet Yücel Mustafa Saatçı’ya takıldı: Hapı yuttuğuna göre rahatlamışsındır, şimdi de zamirleri, zarfları çiğnemeye başla önümüzdeki günlerde onları da sana yutturacaklar! dedi. Gülenler oldu. Sizin akıllanacağınız yok! diyenler oldu. Mehmet Aygün çok sevinçliydi, yanıma geldi, sordu: Nasıldım ama? Yemekte, kaç bağlaç olduğu sorulunca ben düşünmeden 20 sayısını verdim. Hilmi ile Salih Baydemir birden : Aaaaa! ”diye bağırdılar: “Biz şimdi 40 cümle mi yazacağız ? Yusuf 40 cümleyi 10 dakikada yazacağını söyledi. Bu kez de Yusuf’a : Hadi oradan, 20 cümleyi başkasının yazılarından seçeceksin! deyince Yusuf açıkladı: Başkasının yazılarından sözü başkalarından anlamında değil, aç gazeteden bir yazarın yazısını ya da git kitaplıktan bir kitap çek, aynı yazardan seç 20 cümleyi! deyince işin kolay tarafı olduğu belirlenmiş oldu. Kara kara düşünenler bu kez sevindiler. Atölyede biz tabure ayaklarının delik işlerini tamamladık. Recep Kocaman’la Harun Özçelik ayakların kenarlarını kırdılar. (Keskinliklerin silinmesi) Halis Öğretmen bir süre düşündü. Kendisi bir örnek alıp yuvarlak yaptı. Bize sordu, hemen hemen hepimiz köşeli kalmasını istedik. Halis Öğretmen gülerek: -Çoğunluğun dediği olsun! deyip yuvarlatmaktan vazgeçti. Verilen ölçüye göre biz bu defa bağlara başladık. Önce 10 lata seçtik. Bunları görenler çok demeye kalkıştılar. 40 metre gerektiğini anlatınca şaşanlar oldu. Halis Öğretmen takıldı: “Yavaş yavaş kendinizi ustalığa alıştırın. Her tabure için 25 cm. lik dört tane bu bir metre edrer 40 tabure için 40 metre, dörde bölününce 160 bağ etmez mi? ”diye sordu. Biz temizleyip Harunlara verdik, onlar çizip bize çevirdiler. Gülüşerek kezme işini bitirdik. Paydosa yakın Talat Tarkan Öğretmen geldi. Marangozluk işlerini çok sevdiği için sık sık buraya uğradığını anlattı. Oğlu Aydın’ın da sevmesini beklemiş ama o hiç oralı olmamış. Bana bakarak : “Aklı fikri müzikte, senin gibi! ”dedi. Nedense böyle konuşmalara hiç katılmayan Halis Öğretmen bu kez: Haksızlık etmeyelim İbrahim atölye işlerinde müziği ikinci plana itiyor! dedi. Talat Tarkan Öğretmen önemseyerek: “Öyle mi? buna çok sevindim. Bunu, Aydın’a gelince söyleyeceğim, “Örnek al ”diyeceğim! ”dedi. Konuşmalar hoşuma gitti ama bir nokta aklımı karıştırdı. Asım Öğretmen Aydın’ı hiç sevmiyor: “Doğru dürüst çalışmıyor. Müzik çalışmaları da disiplin ister. Müzik çalgılarının kullanılması gibi tutulup korunması da disiplin ister. Aydında bunlar yok. O hemen alsın, aklına geleni canı istediği gibi öttürsün. istiyor. Ben bu laübaliliğe kızıyorum! ”diyor. Gelince ona sinirlenip beni de görmezden gelebilir, kaygısına kapıldım. Dilerim Aydın, olabildiğince geç gelir. Paydosta Asım Öğretmene uğradım, bir süre çalıştık. Asım Öğretmen bana: “Serbest Okuma saatinde yoklama yapılacağını biliyorsun değil mi? ”diye sordu. Bildiğimi, bu nedenle de saati dikkatle izlediğimi söyledim. Az sonra Asım Öğretmen de kalktı, derslikleri gezmek üzere ayrıldı. Dersliğe geçip Nora’nın kimi bölümlerini okumya başladım. Sabahat Öğretmenin ödevlerini de Nora’dan seçmeye karar verdim. Nora’nın gerçek düşüncelerini anlattığı arkadaşı Nora-Lind sahnesindeki konuşmadan uygun cümleleri seçmek üzere çizmeye başladım. Arkadaşların dediği gibi 20 cümle olma koşulu yok. Sabahat Öğretmen : “Konuşurken ya da yazarken kullandığınız bağlaçları cümlede kullanın! ”demişti. Ben konuşurken ve bağlacını bile kullanmıyorum. Hele veya, veyahut hele veyahutta gibilerini ise hiç ağzıma almıyorum. En çok kullandığım 5 ya da 6’yı geçmez. Bağlaç örnekleri: İle-ve-ne-ki-de-bile-belki, öyle-böyle-şöyle-sanki-yek-zira-gerek-ama-yoksa-hatta-üstelik-ne ne-de de-Yalnız-ancak-gene-madem ki-(Ki ile kullanılan vakta ki-şöyle ki, kaldı ki-ola ki-sanma ki gibi daha kullanılan bağlaçlar vardır. ) Nora’dan örnekler: “Kristin Lind-Nora, senin gibi hayatın acılarını ve kötülüklerini pek az tanıyan…. . Nora-Sen de başkaları gibisin… Nora-Sanıyorsun ki ben hayatın güç taraflarını hiç tanımıyorum. Kristin Lind-Ben kimse ile kendi büyüklüğüme göre konuşmam…. Nora-Sen annen için uzun zaman böyle çalıştığından… Kristim Lind- Bana öyle geliyor ki ondan dolayı öğünmeye de hakkım var Nora-Ben de tam böyle düşünüyorum…… Benim de sevinecek ve övünecek bir şeyim var Kristin Lind-Öyleyse nereden buldun? Nora-Açıkça söyleyeyim ki sen de çok meraklısın. Kristin Lind-Bu kadar parayı tabii ödünç alamazsın…” Yemekte, geçen gün verilen kararı gene tartıştık. Yemekte, yemekleri eleştirirken zararın kendimize olduğunu savunmuştum. Sevsem de sevmesem de ben o yemekleri yiyorum, yemek gereğini duyuyorum. O nedenle ötedenberi savuduğum düşüncemi en sonunda bizim masadaki arkadaşlara benimsetmiştim. Bu akşam gene konu oldu, mercimek, bulgur pilavı. Salih Baydemir hiç beklemiyordu. “Mercimek! ”der demez: “Yemezsen yeme, istemezsen kalkar gidersin, ben bu yemeği yerken yanmdakinin sızlanmasını istemiyorum! ”dedim. Sakih’i severim ama başka türlü de davranamazdım. “Haklısın! ”deyip sustu. Bu kez Yusuf sordu. “Yemekte, yemeklerden hiç mi söz etmeyeceğiz? ”Yanıtım kısa oldu: Yemekte yemeklerden söz edilir ama yenmekte olan yemeği yedirmeyecek türden sözler de söylenmez. Söylecek sözün varsa git aşçıya ya da sorumlu insanlara söyle ya da derslikte arkadaşlara anlatacağını anlat. Yemek sofrasında ben yemek yerken söylenen sözler, benim o yemeği yememi zorlaştırıyor! ”Recep Kocaman beni destekledi. “Ben de öyle düşünüyorum, sevmediğimiz yemeğin kusurlarını hep görüyoruz. Bunu bir de başkasınden dinlemenin ne anlamı var? ”Sonunda bir kez daha anlaştık; “Sevdiğimiz yemekler olunca övmek serbest ama sevmediklerimizde de susmak zorunlu olacak. Yusuf Asıl gene de duramadı, bana çattı: -Hep senin dediğin oluyor. Ancak bunda haklısın. Bunun tersi olan olaylarda böyle yaparsan karşında olurum! Ben de: Sen benim hep harşımda oluyorsun zaten! dedim Yusuf biraz şaşırmış olarak baktı. O sormadan ben, “Oyunlarda değil misin? ”deyince kahkahayı bastı: İstersen sırt sırta da oynayabiliriz! Yemekten sonra ders çalışma var. Adı böyle ama bizim için farketmiyor. Ben bu saatte bugün tarih çalışacağım, ödevim var. Ancak bir başka gece roman okuyabilirim. Öteki sınıflarda bu olmayacakmış; , çünkü onlara öğretmen geldiği için zorunlu ders çalışacaklarmış. Hazreti Muhammet’ten önce Arap Yarımadasını, Hazreti Muhammet dönemini, dört Halife dönemlerini, Emevileri Abbasilere dek okudum. Muaviye kan dökerek bir saltanat kurmuş ama tüm hilelerine karşın saltanatı ancak 90 yıl ayakta durabilmiş. Bizim iki, padişahımızdan bile az (Kanuni, 46 yıl-4. Mehmet, 39 yıl, toplam 95 yıl. )Abbasiler onları yoketmiş. Abas Amcamı düşündüm; o hep Kerbela olayını anar, öçten söz eder. Sanırım Ababilerin aldığı öcü bilyiyor. Bilse anlatırdı. Abbasilerin ileri gelenleri yönetimi ele alınca Muaviye takımının ileri gelenlerine haber yollamışlar: - Gelin şu kan akışını durduralım; hepimiz din kardeşiyiz. Aklı başında olan adamlarınızı gönderin. Biz de aynı durumu yapalım, onlar konuşup bu kan davasını kökünden kaldırsınlar! ”Emeviler buna inanıp ileri gelenlerini yollamışlar. Abbasiler de aynı sayı ile katılmışlar. Konuşmalar yapılmış sevinç çığlıkları arasında Abbasi askerleri gelip Muaviye kalıntılarını temizlemiş. Bu küçümsenecek bir öç değil. Abbas Amcam bunu bilmiyorsa duyunca çok sevinecektir. Bu geceki çalışmam baştan sona tarih oldu. Yatınca tarih düşünmemeye karar verdim. Ders düşünmeyince aklım bu kez daha sevimsiz olaylara sapıyor. En iyisi gene tarih.

 

9 Mart 1943 Salı

 

Zille uyandım. Orhan: “Zil erken çaldı! ”dedi. Saate baktım erken değil. Ben akordiyonla çıkacağım, deyip koştum. Bu benim için bir bakıma iyi oldu; yatakhanede şamata dinlemektense koşup işimin başına yetişmek için kendimi zorlayacağım. Akordiyonların ikisini de alıp merdivenlere çıktım. Asım Öğretmen düdükle durdurdu açıklama yaptı: “Bu sabah dört sıf ayrı ayrı sıra olacak. Dördüncü sınıflar büyük bir halka oldu. Öteki üç sınıfın halkaları küçük kaldı. Asım Öğretmen dördüncü sınıfları da ikiye böldü. Meydanda beş halka elele tutuşup durdu sonra ters dönüp arka arkaya yürüdü. Beşi de aynı komutla koştu, durdu. Yarın sabah böyle toplanmak üzere dağılındı. Asım Öğretmen yanıma gelince, “Akordiyonları boşuna getirmişim! ”dedim. Öğretmen : “Yo, yo, aklordiyonlar hep gelecek. Bu sabah başka öğretmen gelmediği için böyle oldu. 2 öğretmen daha gelseydi biz bir ya da iki grubu oynatacaktık! ” Akordiyonları Asım Öğretmenin odasına bırakmıştım, “Ne olur ne olmaz? ”düşüncesiyle Verdi akordiyonumu alıp yerine koydum. Sabah çalışması iyi geldi. Kimsede çıt yok. Arap Yarımadasının tarihini okurken ilgimi çekti. Tarihte Musevi ya da Yahuda oğulları vardı. Onları önce Asurlular sonra da Romalılar sürgün edip dağıtmıştı. Onları bir daha ortalıkta görmüyorduk. Oysa Hazreti Muhammed’in hem de kendi memleketinde ona, büyük bir bela olarak ortaya çıkmalarına şaşırdım. Bunu öğretmenden soracağım. Selçuk Öğretmen gülümseyerek geldi; pencreyi göstererek: -Nihayet baharı getiriyoruz! dedi. İsmet hemen, “Öğretmenim 9 Mart ! ? ”diyerek öğretmeni sorgular gibi karşıladı. Selçuk Öğretmen: İsmet, muziplik yapmak istiyorsun. 9 Mart, diye gerçekten bizim Trakya’da zaman zaman bir ters doğa olayı olur ama bu; her yıl olur anlamı taşımaz. Tarihimizde başka Mart olayları da olmuştur. Örneğin, 34 yıldır acınılarak anlatılan bir 31 Mart olayı vardır. Senin 9 Martının böyle bir acısı da yok, fakir fukara takımı, kış önlemini tam almayanların sıkıntı duyduğu bir olay. Hem sonra bu salt 9 Mart’ın değil tüm mart ayına yüklenilen bir suçlamadır: “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır! ”Bu söz bile kış gereksinimlerini doğru tamamlamayanlar için söylenmiş bir sözdür. Yakacağını, kışın boyuna göre hazırlamak zorunda kalan insan, biraz da yedek eklese bu sözlere kulak asmaz ! dedikten sonra İsmet’e geçen derste konuştuğumuz konunun bir özetini yapmasını söyledi. İsmet, Arap Yarımasının dünya üstündeki yerini anlattı. Çevresinin tıpkı Anadolu gibi denizlerle çevrili olmasına karşın çok kurak olduğunu, söyleyince Selçuk Öğretmen gülerek: Bu karşılaştırmayı yapıyorsun ama kendine sorulacak bir soruyu da kendin getiriyorsun! “İkisi arasındandaki genel benzerliğe karşın farklı bir taraf var, o taraf nedir, hatta niçindir? ” sorusuyla karşılaşırsın! İsmet, duraksamadan, Yağmur yağışlarını, ormanlarla ilgisini anlattırken Sami Akıncı parmak kaldırdı. Selçuk Öğretmen sonunun kendisine mi yoksa İsmet’e mi olduğunu sordu. Sami, sonunun öğretmene olduğunu söyleyince öğretmen izin verdi. Sami: Yağmur yağdığı için mi ormanlar gelişir, yoksa orman olduğu için mi yağmur yağar? bu soru hep soruluyor! deyince Selçuk Öğretmen gülerek: Al işte! “Yumurta mı tavuktan, yoksa tavuk mu yumurtadan? ”diyerek hepimize baktı. Bu tartışmayı ben daha köydeyken duymuştum. Sonraları düşünüp bir yanıt hazırlamıştım. Parmak kaldırdım. Başka parmak kaldıran olmadığı için öğretmen bana konuşmam için izin verince ben, “Yumurta yavuktan çıkar ama tavuk yumurtadan çıkmaz, yumurtadan çıkan civcivdir. Civciv ise tavuk olabilmek için uzun bir süreç geçirir! ”deyince Selçuk Öğretmen beni susturdu: Olayı, bir başka yöne sürükledin! deyip sözünü geri aldığını söyledi. Sami’nin sorusunun önemine değindikten sonra yağışla orman ilişkisinin ortak bir iletişim olduğunu, doğada böyle karşılıklı iletişimle güçler ortaya çıktığını anlattı. Suyun buhar oluşunu, buharın suya kara hatta buza dönüşümünü de benzer badirelerden geçtiğini ekledi. “Keza toprak güneş tarafından ısınır. Bu ısınma güneşe yaklaşıp uzaklaştıkça değişir. Her değişim bir değişik enerji oluşturur. Bu enerji bitkilerin doğumu, büyümesini sağlar. İşte ormanlar bu değişimlerin ürünüdür. Bu ürünler yetiştiği zaman güneşle ilgisini kesmez. Güneş sıcaklığı ile orman yeşilliği gene bir iletim içindedir. Bu iletişim yağmur dediğimiz su olayını ortaya çıkarır. Bu nedenle tek yanlı güneş oluşu, yağışı getirmemektedir. Arabistan yağmursuzluğu bundandır. Ormanlar, yağmur hazırlayıcısı olmamakla birlikte yağmurun oluşunu kolaylaştırır. Bu nedenle tüm uluslar yurtlarındaki ormanları koruma altına almıştır. Yurdumuzda da ormanlar korunmaya alınmakta, koruyucu kurumları kurulmaktadır! Selçuk Öğretmen İsmet’e baktı. İsmet bu kez de geçen ders için Peygamberimizin evlenmesine gelmiştik öğretmenim! ”deyince öğretmen gene güldü: İsmet, işin hep şakasındasın. Hazreti Muhammet evlenmeye giriştiği zaman henüz peygamber değildi! Öğretmen, İsmet’e oturmasını söyledikten sonra, kendisi konuşmaya başlarken zil çaldı. İsmet bu kez de . Öğretmenim Hazreti Muhammet peygamber olmadan önce Hazret değildi, salt Muhammet, desek olur mu? Selçuk Öğretmen bu kez: Biz peygamberimizin doğuştan peygamberliğini kabul ediyoruz. . Çocukluğuna da, gençliğine de diyebilirsin! deyip ayrıldı. Öğretmen gidince İsmet’e teşekkür edenler olduğu gibi yerenler de oldu: Boşboğazlık ederek dersleri saptırıyorsun! diyenler de oldu. Bu kez Sami Akıncı alındı, kendi sorduğu sorunun yanıtını biliyormuydunuz? ”dedi. Uzunca bir tartışmadan sonra sakinleştirici konuşmalar yapan oldu. Arap Yarımadası bizimken oraya askere gidenlerden söz edildi, şimdilerde ise salt hacca gidenler olduğu söylendi. İleride bizden de gidecekler olacak! ”denince Mustafa Saatçı sinirlendi: Bana, bu konuda sataşanlara vereceğim yanıt ağır olur! deyince takılmalar durdu. Resim dersinden önce salona bakmayı bir görev edinmiştim, gidince Talat Ayhan Öğretmenin gelmiş olduğunu gördüm. Sobaya odun yerleştirip tutuşturdum. Talat Öğretmen öğretmenler odasından surahi ile bir bardak getirmemi istedi. Öğretmen odasına girince öğretmen olduklarını bildiğim ama hiç konuşmadığım bayan öğretmenler vardı. Onlardan birkaç kez konuşuğum ancak dolaylı olarak oldukça tanıdığım Rezzan Öğretmen adımı söyleyerek: İbrahim, bizim oyunlara ne zaman başlayacağız? diye sordu. Olayı anlamış olmama karşın. “Hangi oyunlara öğretmenim? Biz sabah oyunlarına başladık! ”dedim. Rezzan Öğretmen: Hayır hayır, biz artkadaşlarla bir iki oyun öğrenmek istiyoruz, onlara öğrenci katılsın, istemiyoruz, sen duymadın mı? Arkadaşlarından bunu bilenler vardı! dedi. “Arkadaşlarla konuşayım ! ”deyip ayrıldım. Talat Öğretmen ayrılmış, sürahi ile bardağı masaya koyup çıktım. Resim Dersinin konusunu öğrendiğime sevindim. Kalemlerimi hazırladım. Bir süre karalama defterime sürahiye benzeyecek çizgiler sıraladım. Bu çok hoşuma gitti. Çizdiğim çizgiler çoğaldıkça güzelleşti. Sürahinin sapını çizmenin bile zor olduğunu o anda öğrendim. Resim odadına geçince Talat Ayhan Öğretmen açıklama yaptı, Çizilen modelin önemi olmadığını, önemli olanın o modeli algıladığımız gibi çizmemizi istediğini, bunun bir sınav sayılmamasını, olsa olsa bir sınama olacağını, zaten kendisi olaya bu açıdan baktığını söyleyip başlamamızı istedi. Öğretmen sürahinin duruşunu da görüntü olarak benim masama uygun oturttu. İçimden sevinerek çizmeye başladım. Öğretmen yanımdan geçerken hiçbir şey demeden geçince azıcık duraksadım ama bunu kötüye yormadım. Öğretmen gerçekten bir çok arkadaşı uyardı da neden bana ses çıkarmadı? ”Kuşkulu kuşkulu çizdim. Bitirince de kağıdı verip çıktım. Arkdaşların çoğu zili bekledi. Ben Dersliğe geçip Tarım dersine hazırlandım. Hikmet Öğretmen geçen derste, bu derste okunacak konuları yazdırmıştı. Kooperatifçilik de bir ders olarak okunacakmış. Biz kooperatifçiliğe daha Edirne/Karaağaç’tayken başlamışık. Sonra uzun bir ara verdik. 1940 yılında kooperatifi kurup, yasal çizgiler içinde kooperatifimizi çalıştırmaya başlamıştık 4 aylık sağlıklı bir kooperatif etkinliğimiz de olmuştu. Hasanoğlan’a göç bu işi aksattı. Kepirtepe’ye dönüşte nedense gene tavsadı. Neredeyse iki yıl olacak kooperfatif bir türklü kurulamadı. Biz gitmek üzereyken sık sık sözü edildiğine göre sanırım yakın bir gelecekte Kepirtepe kooperatife kavuşacak. Arkadaşların çoğu geldi. Ben kağıdımı erken verip çıktım. Çıkarken öğretmen ayaktaydı. Meğer öğretmen de sürahi resmi çizmiş. Arkadaşlar böyle söylediler. Yine onlara göre Öğretmen çizdiği resmi kendi masasına koymuş. Arkadaşlar: -Fotoğraf gibi çizmiş! deyince . Ben olay üzerinde fazla durmadan salt benlik şımarıklığı yapmak için, biraz da böbürlenerek , “Öğretmen benim resmimi koymuştur! ”dedim: “Biraz daha dikkat etsem daha iyisini çizerim! ”dedim. Birileri: “Yok yahu, daha iyisi ne sürahinin kendisini bile yaparsın! ”dediler. Bu sözler üzerine bir süre arkadaşlarla dik dik didiştim. Hikmet Öğretmen tartışmamız üstüne geldi. Gelir gelmez de geçen derste okuduğu müfredat programından söz etti. Köy okullarının Tarım ya da bahçe işlerinin bölgelere göre değişebileceğini, “Bahçe işilerinin elverişli olduğu yerlerde olacak uğraşlarla daha kurakça yerlerdeki okulların bahçeleri farklı olacaktır! ” diyerek köylerimzin bu açıdan değerlemndiilmesini önerdi. 79 Ahmet Güner, Hüseyin Serin, Yusuf Asıl, Arif Kalkan, İdris Destan, Kadir Pekgöz, İsmet Yanar köylerinin özelliklerini, ormanlara yakınlığını, su durumlarını anlattılar. Hikmet Öğretmen onların anlattıklarına göre Trakya’da 4 ayrı özllikler taşıyan okul bahçesi tipi seçti. : Sulak-Yarı sulak-orta-kurak. Ahmet Güner kendi köyünü kurak olarak niteledi. Öteki arkadaşların hepsi orta kuraklıkta saydılar. Hikmet Öğretmen gülümsedi, bu kez sulak ya da çok sulak bir yer yok mu? diye sordu. Ben parmak kaldırıp, Lüleburgaz bahçeleriyle, Kırklareli Asılbeyli köyünü örnek verdim. Şeytan Dersi kıyısında sürekli akan su arkları ile atla dönen du dolapları vardır, lahana, pırasa, biber, patlıcan türü sebzeler bunlarla sulanır deyince bir çok arkadaş hemen geçen yıl gezdiğimiz Lüleburgaz bahçelerini anımsadılar. Bu kez de dolap kurulursa her köyde buna yetecek su bulunduğu görüşü ortaya atıldı. Mustafa Saatçı, bizim okulu örnek verdi. Hikmet Öğretmen Mustafa Saatçı’ya: Sen çok yaşa emi, deminden beri bunu bekliyordum, nasıl anımsamazsınız, iki yıldır içtiğiniz su, bahçelerin sulanışı neyle yapılıyor? deyince ben gene parmak kaldırdım: Onu biliyoruz ama köylere su motoru nasıl alınır, onu kim çalıştırır? Öğretmen bana dönerek: Haklısın, ancak biz bugünden çok gelecek için konuşuyoruz, sizler çoğalıp köylere gittikçe bunlar da olacak! deyip gelecek yıllarda Köy Enstitülerinde öğretmenler gibi ayrıca Tarım uzmanı, Sağlık uzmanı Küçük Elsanatları uzmanları yetiştirileceğini anlattı. Hikmet Öğrertmen çıkınca Mustafa Saatçı’nın ellerini bir birine vurarak: Tuh be, bunda da yaya kaldım, ben köyde kendimi makine uzmanı olarak tanıtacağım için sevinirken birisi gelip benim şöhretimi elimden alacak! dedi. Arkadaşlar gülerken Mehmet Yücel Mustafa Saatçı’ya: İmam Mustafa, yalsız o mu? Sen de bu umursamazlık varken korkarım SS’yi de elinden alacaklar! dedi. Mustafa Saatçı sinirlendi ama kahkahalar arasında ne söylediği pek anlaşılamadı. Yemekte dolu dolu etli patates yemeği var. Yemek beğenildi, patatesin yararından söz açıldı. Bir süre önce de papates gene söz konusu olmuştu. Haftada hiç değilse bir patates yemeği için kaç ton patates yetiştirmemiz gene konu edildi. Bu kez ben, “Ben bunun hesabını yapmıştım, bu kez karışmam, 5 patates bir kilo gelir, her tabağa . bir patates hasabıyla 300 kişinin bir öğünün hesaplayın. Sonucu 52 sayısıyla çarpın yetecek patates ortaya çıkar! ”dedim. Mehmet Aygün bana: - İyi ki karışmadın, karışsaydın başka ne söyleyecektin? diye takıldı. Buna karşın kaç ton patatese geresinim olduğu ortaya çıkarılamadı. Hesabı patates yemeğini çok seven Hilmi Altınsoy’a bıraktılar. Yemekte Rezzan Öğretmeni görünce anımsadım, Rezzan Öğretmenin bana söylediğini Yusuf’a aktardım. Yusuf çok sevindi, hemen gidip konuşmaya kalkıştı. Yemekte konuşmaması söylenince, yerine oturdu. . Öğleden sonra Tarım binasında çalıştık. İki grup oluşturuldu. 1. Grup, benim numaramdan küçükler içerde temizlik yaptılar. Çuvalların yerleri değiştirildi, tohumlukların yerleri değiştirilik havalandırıldı. Bizim grup binanın çevresini düzeltip dövdük. Hava iyi görünüyor ama bina yüksekte olduğu için esinti var, bir ara üşür gibi olduk. Hikmet Öğretmen gruplara yer deşiştirdi. İçeri girince biraz rahatladık. Arkadaşlar Besim Öğretmeni sordular, kendisini bir süredir görmediklerini söyleyince Hikmet Öğretmen, “Besim Ağabey kitap yazıyor, bu ay sonuna dek özel izinli, ay sonunda bahçe çalışmalarına katılacak! ”dedi. Öğretmen bizimle konuşurken dışarda çalışanların bir konuyu tartıştığını duymuş, çıkıp Yusuf Asıl’ı çağırdı. Tartışanlar Yusuf Asıl’la Hilmi Altınsoy’muş. Konu da yemekte okunuşulan papatesmiş. Yusuf anlatınca Hikmet Öğretmen Yusf’a teşekkür etti: -Tartışmayı kavgaya dökmeden öyle güzel güzel sürdürün, salt patates değil, fasulye, mercimek, soğan sarımsak hatta, et, peynir işlerimiz var. Bunları benimseyip girdisini çıktısını irdeleyin! dedi. Bu kez Yusuf beni gösterdi. Bunları İbrahim her zaman yapıyor, şimde depoda ne ne kadardır, o bilir! dedi. Bana göre bu güzel bir sözdü ama nedense Hikmet Öğretmen üzerinde durmadı, “Ya, Ya, Ya! ”deyip herkesin öyle olmasını istedi. Hikmet Öğretmen derslikte oturmak koşuluyla erken bıraktı. Asım Öğretmenin odasına çıkmak üzereykn aklıma geldi akordiyon kutusunda notalar vardı, Macar Dansı piyano notasıydı, onu alıp Asım Öğretmene göstermek istedim. Odaya girince Talat Ayhan Öğretmenin masasındaki resmi gördüm. . Resim sahiden benim resim. Ancak Talat Öğretmen benim resim üzerinde düzeltme yapmış. Örneğin sürahinin dayandığı yer çizilerek dayanak yapılmış. Kulpun bir yanına da gölge eklenmiş. Kağıdın altında adım olmasa benim bile tanımam olası değil. Resmi sıramın üstüne koydum. Önce Sami Akıncı gördü, gülerek tartıştığınız resim mi? diye sordu. Yusuf Asıl da resim konusunda yeteneklilerden biri, görünce koştu, yanıma geldi, “Senin yaptığına inanmıyorum! ”deyip resmi eline aldı. Yusuf resme dikkatli bakınca anladı, “Yok yahu, öğretmen, İbrahim’in resmini düzeltmiş, böyle yapmalısın! demek istemiş. Öğretmen yapsa daha güzel yapardı. Ben öğretmenin kurşun kalem resimlerini gördüm, çok güzeldi! ”dedi. Gene de benim resim elden ele dolaştı. Öğretmenin seçip üstünde çalışmış olması da benim için ayrı bir onur konusu oldu. Resmi alıp yerine koydum. . Kısa bir süre akordiyon çaldım. Zil çalınca dersliğe gittim. Bizim sınıfa daha öğretmenlerden kimse gelmedi ama her an birinin geleceği bekleniyor. Çünkü, ders çizelgesinin altına: “ Derslik çalışmaları öğretmenlerin gözetiminde yapılacaktır! ”notu var. Bu açıklama nedeniyle her zil çalışta öğretmen bekliyoruz. Gene gelen olmadı. Yarın dört saat Müdür Beyin dersi var. Geçen günlerde tek saat olarak geliyordu, çabuk bitiriyorduk. Bu kez: “ Dört saat geçer mi? ” sorusu sık sık söylenip yanıt bekleniyor. Mehmet Yücel teselli ediyor: -Geçen günler bir saatti ama hergün onu düşünmek zorunda kalıyordum. Şimdi dişimi sıkıp bir gün katlanacağım ama sonra bir hafta rahat olacağım! diyerek arkadaşları güldürüyor. Bu şakaları önce ben de dinledim ama sonra işin ciddiyetini düşünüp daha önceki dersleri anımsadım. Müdür Bey o konulara bir gün kesinlikle dönecektir. Böyle söylediğini de anımsar gibiyim. Başlangıçta Öğretmenlik Bilgisi derslerine Booker Washington’un Tuskegee okulu ile başlamıştık. Uzun süre onun üsünde durduk. Sonra Pestalozzi’ye geçtik onda da bir hayli durduk. . Herbart’ın da sözünü etmiştik Müdür Bey önemli bir eğitimci olduğunu söylemiş, ileride üstünde durulacağını söylemişti. Herbart için ön bilgileri not etmek istedim. . İlk okuduğumuz kişiler, Pestalozzi ile Boker Washington okul açmış, okulun önemi üstünde durmuş kimselerdi. Herbart ise okuldan çok, açılmış okullarda çocuklara verilecek bilgilerin daha yararlı olması ya da öğretilecekleri daha kolay, daha kalıcı öğretilme yollarını irdeliyor. Son zamanlarda Müdür Beyin tüm konuşmaları da bu yollar üzerinde dönüp dolaşmaktadır. Bu da gösteriyor ki Müdür Bey, Herbart konusuna dönecektir. Türkçe Dersi öğretimi konuışulurken Fuat Baymur’un Türkçe Öğretimi kitabı üstünde durması bunun belirisi olabilir. Bunları düşünerek Pedagoji Tarihini açıp bir süre karıştırdım. Örneğin Booker Washington’u baştan sona okudum, Pestalozzi’nin bir bölümünü okudum. Bir daha düşündüm; gerçekten adamların ikisi de okul açıp halk çocuklarının okumasına önayak olmuşlar. Herbart is okuldan çok çocuklara yaklaşmaya çalışmış, daha başarılı bilgi verme yönemleri önermiştir. Örneğin öğrenme için ilgiyi öne çıkarır. Çocukta öğrenmeye karşı ilgi uyanırsa öğrenme kolaylaşır. Çocuktaki ilgi için de ikili bir ayırım yapmıştır. Bilgi ilgisi, Duygudaşlık ilgisi. Bilgi İlgisi gerçekliğin tümüne, Duygudaşlık İlgisi ise insanlara yöneliktir. Herbart Bilgi İlgisini de 3 gruba ayırmaktadır: 1-Görgü İlgisi, 2-Kuramsal İlgi, 3-Estetik İlgi. Herbart’a göre Görgü İlgisi, Doğa olaylarını ve doğanın türlü görüntülerini bilmek ve anlamaktır. Eşyanın ve olayların katılığı ve dayanıklılığı, çeşitliliği, değişikliği bu ünitede toplanır. Görgü İlgisinde “NE ? ”Sorusu vardır. Kuramsal İlgi, doğa olaylarının değişmeyen yanlarını, bir bakıma kuramlarını kavratır. Doğa olaylarını bir takım yasa niteliğinde kurallara bağlama olayı buradan kaynaklanır. Estetik İlgi, İnsan becerilerinin göze hoş görünme eğilimi ilşe ilgili kuralları ve kuramların doğup gelişmesi uğraşlarını içerir, geliştirir, olgunlaştırır. Herbart, Duygusallık İlgisini de 3 aşamada açıklar. 1-Sempati İlgisi, 2-Sosyal İlgi, 3-Dinsel İlgi. 1-Sempati İlgisi, Bireylerin içinde bulunduğu toplumla uyumunu sağlama duygusunu geliştirir. Ya da geliştirmek için öğrencinin dürtülenmesi kurallarını oluşturur. 2-Sosyal İlgi, Çocuğun önce içinde yetiştiği aile ile uyum yetilerini geliştirme çabalarının bilinçlenme etkinlikleri olarak ele alınıp işlenir. 3-Dinsel İlgi, Çocuğun içinde yetiştiği toplumun dinsel inançlarıyla olumlu yönde yuğrulması duyarlığı üzerinde yoğunlaşır. Dış görünüşteki tavırları gibi insansal duygularının aileden kopmaması çabalarının bilinçle çocuk üzerinde işlenmesini amaçlar. Herbart’a göre çocuklara öğretilecek konuların, öğretici tarafından önceden planlanması koşulu vardır. Buna Derinleşme-Toplama yöntemi adı verilmiştir. Herbart kendisi buna: VERTİEFUNG-BESİNNUNG der. Derinleşme, öğretilcek konunun ayrıntılarını açık seçik olarak çocuğa kavratmak için yan bilgiler azırlamakla başarılır. Bu da çocuğun çözebileceği sorular seçilerek başarılabilir. Örneğin çocuk boş gezen bir at görmüştür. Onun belleğinde canlı bir hayvan olarak ak kavramı oluşmuştur. Bu kavram oluşmuşsa bu çocuğa üstünde insan olan bir attı ya da atlı insanı anlatmak kolaylaşır. Ancak buradaki konuya derinleşerek inilmiş olacaktır. Buradaki tüm ayrıntıları anlatmak yerine kavranabilenlerle yetinip insnların ata binmesi ya da at üstünde durma olayı işlenebilir. Herbart’a göre derinleşme, dikkat ve düşünceyi toplamalı. Bu sağlanırsa öğrenme başarılır. Herbart’ın bu görüşünü onun ardılları, Herbart’ın adıyla: HERBART’ın DÖRT FORMAL BASAMAĞI ya da METODU adı altında kuramlaştırmışlardır. : 1-Açıklık Metodu, 2-Çağrışım Metodu 3-Sistem Metodu, 4- Bütünlük Metodu Herbart öğretilerine uyanlar giderek bu metodların uygulanması yöntemlerini 1-Çözümsel…. 2-Bileşimsel…3-Betimsel açılardan ele alıp geliştirmişlerdir. Günümüz okullarında da adı anılarak ya da salt kuralları uygulanarak bu görüşlerden yararlanılmaktadır. Eğitmen Mustafa Ağabeyin derslerini düşündüm. Ortalıkta Herbart Merbart sözü geçmiyor ama Mustafa Ağabey çocuklarka konuşurken, başka zamanlarda pek görülmeyen bir yumuşaklıkla konuşuyor. Hele dersine girdiğimiz Hakkı Yücel Öğretmenin derslikteki tavırları, Herbart’ın söylemek istediğinin benzeri gibi. Doğru yanıtlar aldıkça “Değil miiiiii? diye uzatarak katılması, yanlışmalarda “Öyle miydi? ” şeklinde kısa kesmesi, çocukların belleklerini devindirmektedir. “Öyle miydi? ” sorusunu sorunca çocukların irkilir gibi bakış değiştirmesi arkasından gelen yanıtlara Hakkı Öğretmenin gene bir yumuşak”Yaaaa, değil miiiiii? ”deyince çocukların yüzleri değişiveriyordu. Kendi derslerimizden de örnekler düşündüm. Yatarken, ilk yıllardaki derslerimizde de benzer olaylar oluyordu, özellikle Ahmet Gürsel Öğretmen matematik derslerinde Hakkı Yücel Öğretmenin benzer hareketlerini yapıyordu. Sanırım öğrenciler büyüdükçe değişik tavırlar takınıyor. Öğrenciler öyle olunca öğretmenler de yöntem değiştiriyor. Belki de bu nedenle Seyfi Öğretmen’le Selçuk Öğretmenin dersleri oldukça farklı geçiyor. Selçuk Öğretmenin dersindeki rahatlığı Seyfi Çaçur Öğretmenin dersinde bulamıyoruz. İlkokul günlerimden başlayarak tüm öğretmenleri anmımsadım. Sonunda böyle bir ayırım yapamayacağımı anladım. En iyi öğretmen dersini iyi bildiğim öğretmen, gibi sanıya vardım. Matematiği çok sevdiğim için çok çalışıyordum. Çok başarılı oladuğum için Ahmet Gürsel Öğretmen sanırım bir çok kusurumu hoş görüyordu. Benim de ona saygım sonsuzdu. Öğretmen sıralaması yapılınca Ahmet Gürsel Öğretmen ilk aklıma gelen oluyor. Öte yandan sanat öğretmenlerini düşünüyorum. Onlarda ise böyle bir ayırım olanaksız. İşlerde hilesiz çalıştığım için hepsi bana iyi davranıyordu. Namık Ergin, Hasan Çevik, Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren, Ali Yılmaz, Demirbilek öğretmenler aynı değerde insanlar. Hasanoğlan’da Mustafa Güneri, Layoş Sili unutamayacağım iyi insanlar. Şimdi müzik öğretmen Asım Kaveller, bana karşı çok iyi davranıyor. Yalnız konuşurken arkadaş gibi davranıyor. Müzikten anlamasam acaba bana karşı aynı tavırları takınır mı?

 

10 Mart 1943 Çarşamba

 

Zil çalarken uyanıp kalktım. Konuşmaları sürdürmeye çalışanlar var. Fahri Tosili Öğretmen kapıda: -Kapılar kapanacak, bunu biliyor musunuz? diye sorup gülüyor. Arkasından da : Birinin öğleye dek kapalı kalması ne hoş olur! demesi arkadaşları güldürdü. Hilmi Altınsoy yavaşça: Ne iyi olur, rahat rahat uyurum! dedi ama gene de benden önce kapıdan çıktı. Asım Öğretmen akordiyonla çıktı. Öğretmenler aralarında konuştular. 1-3-5. sınıflar gene bir sıra 4. sınıflar da bir sıra oldu. Düdük sesiyle koştuk. Hava oldukça serin, o nedenle öğretmenler koşmayı yeğlemişler. Bu üçüncü sabahımızı oldukça düzgün amcak koşarak tamamladık. Derslikte herkes alıştığını söylemeye başladı. “Daha iyi oldu! ”diyenler bile çıktı. Çalışma saatinde dünkü notlarımı okudum. Müzik dersi hazırlığım tamam. Müdür Bey kaldırırsa anlatacak durumdayım. Benim ödev arkadaşım Hasan Üner. Şimdiye dek hiç ilgilenmemişti. Nedense bugün aklına gelmiş, uzaktan göz kırptı, “Sıra bize gelirse ne yapacağız? Hazırladığımı verdim, okudu. Rezzan Öğretmenle Pesent Öğretmen kahvaltıya geldi. Yusuf dayanamadı gitti, konuştu. . Perşembe günü dinlenme saati için anlaşmışlar. Varsayımlar başladı; “Kızlardan kimler var. Röslein’ın olmayacağını biliyordum. Ne var ki, şimdi program değişti. Benim söylediğim cumartesi günü içindi. Cumartesi piyes provaları olacağından Sabahat Öğretmen Röslein’e: “Oyuna katılma! ”demişmiş. Şimdi katılabilir. Kahvaltıda aklımda Müdür Beyin dersi ile Röaslein’in oyuna katılıp katılmama olasılığı sık sık yer değiştirdi. Dersi anımsatmak için gittiğimde Müdür Bey yerinde yoktu. Eğtimbaşı, Müdür Beyin derse geleceğini, sessizce beklememizi, benim çağırmama gerek kalmadığını, Müdür Bey gelince kendisi anımsatacağını söyleyip beni dersliğe gönderdi. Arkadaşlara, Müdür Beyin geleceğini söyledim, fazla bir şey demedim. Arkadaşlardan bazıları: - O bu saatte kalkmaz! dediler. Gerçekten birinci ders bitti, Müdür Bey gelmedi. Ders zili çalar çalmaz Müdür Bey geldi. Gelir gelmez de: - Hadi bitirelim şu ders işini! deyip defterini çıkardı. Önce 49 Harun Özçelik’e sordu: - Hazır mısın? Harun kalktı, okullardaki resim hakkında kısa bilgi verdi. Eskiden okullarda resim dersi yokmuş, yeni yeni dersin değeri anlaşiılmış! deyince Müdür Bey söze karıştı. Din adamlarının resim derslerinin karşısında oluşları üstünde uzun süre durdu, Avrupa’da bizim yurdumuzdan aşırılan müzelik sanat eserlerini anlattı. : “Kendi memleketimizden bedava gönderdiklerimizi şimdi gidip avcuç dolusu para karşılığı görüyoruz! ”dedi. Harun ilkokullarda resim için çocukların doğal eğilimlerinin esasa alınmasını soyleince Müdür Bey gene araya girip: - Şu doğal eğilim nedir? Evde bizim hanım da bundan çok söz ediyor (Eşi resim öğretmeni) Harun bu sorura güzel yanıt verdi: - Çocukların önüne getirip yapay modeller konmaması olarak kısaca özetleyebiliriz deyince Müdür Bey: - Ha şöyle, şimdi anladım! deyip güldü. Harun’dan sonra, geçen derslerde geri bırakılmış bulunan Mustafa Saatçı-Emrullah Öztürk’ün konusu Aile Bilgisi konusu işlendi. Müdür Bey daha çok Emrullah’ı konuşturdu. Emrullah önce: - Biz böyle bir ders okumadık! deyince Müdür Bey: -Bunun dersini okumaya gerek yok, sen bir aileden gelmedin mi? Koca delikanlı olmuşsun, bir aile kurmayı düşünmüyor musun? diye yüksek sesle çıkıştı. Bulgarıstan’dan geldiğini söyleyen Emrullah’a bu kez de Müdür Bey Bulgarıstan’ı sordu. Emrullah anlatınca Müdür Bey, “Bu bilgileri nereden öğrendin? ”dedi. Müdür Bey önce azarlayarak konuşturduğu Emrullah'ın giderek okşayıcı sözlerle bir ölçüde gönlünü aldı. Derste Salih Baydemir’le Kadir Pekgöz yazı dersini anlattılar. Salih Baydemir yazı örnekleri hazırlamış, Müdür Bey yazıları çok beğendi. Müdür Bey: - Ben, el yazısı hayranıyım, gezdiğim okullarda hep bakıyordum. Genel kanım şu: “ Biz okullarımızda öğrencilerimize yazmayı öğretemiyoruz. 100 öğrencinin 5’i ya da altısı doğru dürüst yazabiliyor! ”dedi. Müfettişliğinde düzgün yazı yazamayan öğretmenlere iyi rapor vermediğini, bir çok öğretmene de iyi rapor için yazılarını düzeltmeleri gerektiğini söylediğini, çoğunun buna kısa zamanda uyduğunu anlattı 4. Derste İlkokullar müfredat Programındaki yazı bölümünü okuttu. İlkokul Müfredat programındaki yazı bölümünü okuyunca hepimiz şaşırdık. Biz 1. Sınıfta bir süre yazı dersi yapmıştık. Fikret Madaralı Öğretmen 6 saat Türkçe Dersinin birini yazıya ayırmıştı, ondan çok yararalanmıştık. Sonra yazı dersi kalktı. Şimdilerde ise böyle bir dersten bile habersiziz. Müfredat pogramını okuyunca arkadaşları bir telaş sardı. Çoğu kendi yazdığı yazıları kendi bile okuyamıyormuş. (Onlar böyle söylüyor) Benim böyle bir sıkıntım yok. Yazım okunuyor ki, Ahmet Gökay Ağabey okulun önemli defterlerini yazmaya çağırıyor. Gene de eksiğim var; ben başlık ya da benzer süz yazılarını Harun Özçelik, Salih Baydemir, Abdullah Erçetin kadar düzgün yazamıyorum. Bunlar özel çalışma istiyor. Oturup saatlarca bir de yazı yazmak müzik çalışmalarımı engeller diye düşünüyorum. Müdür Bey yeni günlük programı sordu: -Böylece ileri doğru topluca uygulama çalışmalarımıza gideceğiz! dedi. İsmet, uygulamaların ne zaman başlayacağını sorunca Müdür Bey: Siz yapın programları bana bildirin, bu haftadan sonra her zaman gidebiliriz! ”dedi. Müdür Bey çıkınca herkeste bir neşe, bir coşku görüldü. “Hemen program yapalım! Gerçekten köy seçmek için öneriler ortaya atıldı, sıralara öbekleşerek gruplar oluşturuldu, öncelik yarışı başladı. Ben de bu tez canlılığı anlayamadım; nasıl olsa bir köye gideceğiz. . Hangi köy olursa olsun, gittiğimiz köydeki öğrenciler, öteki köylerden farklı değil. Tıpkı bizim arkadaşlar gibi. Arkadaşların çoğu az önce Müdür Bey yazı konusunu anlatırken süklüm püklüm dinleyenler köy seçme sevdasına düştüler. Yemek zili çalınca herkesin dilinde bir yere gitmek istediği, bir köyün adı: Hamitabat, Evrensekiz, Celaliye, Ahmetbey, Turgutbey, Ceylanköy, Osmancık…… Yemekte bana sordular: -Sen köyüne neden gitmek istemiyorsun? Nedenini anlattım: - Ders uygulamasına gideceğiz. Benim köyüm eğitmenli bir okul. 3 sınıf bir öğretmenin üstünde. Bizim o okulun düzenine uymamız için önce öteki düzenli okulları tanımamız gerekiyor. Önce tek sınıf tek öğretmenleri izleyelim, zaman kalırsa öylesini de d izleriz! Mehmet Aygün, yemeğe gecikerek geldi, gelir gelmez de muştuladı: “Hazırlanın, Besim Öğretmeni soruyordunuz, geldi. Çizmeleri çektiğine göre öğleden sonra dışardayı, haberiniz olsun! ”Hava çok soğuk değil, dışarda olmak önemli değil ama her yer çamur. Hele bahçeler içinde çalışmak şöyle dursun gezilmez bile. Dedikse de dediğimize biz de inanmadık. Besim İyitanır Öğretmen dersliğe gelip konuşma yerine bahçede dolaşmayı yeğler. Demeye kalmadı, bir nöbetçi geldi beni, Besim Öğretmenin çağırdığını söyledi. Hemen gittim. Besim Öğretmen : “Arkadaşlarına söyle zil çalınca bizim orada toplanın! ”dedi. Arkadaşların yanına dönünce Besim Öğretmenin söylediklerini olduğu gibi söyleyince arkadaşları bir gülme tuttu: - Bizim orada sözünü yanlış anladığımızı söyleyip onu derslikte bekleyelim! Bu beğenilmedi, ”Artezyen yanına gidelim! ”Daha bir çok abuk subuk öneriler ileri sürüldü; kendimiz söyleyip kendimiz güldük. Doğal olarak zil çalınca tıpış tıpış Tarım barakasına gittik. Kazmalı –kürekli gruplara ayrılarak önce binanın tüm çevresini küreklerle tırtıklayıp arkalarıyla düzleştirdik. At arabasının yolu iyice oyuklaşmıştı, kum karıştırarak çukurları doldurduk. Besim Ö ğretmen kendisi çizmeli hiç yüksünmeden suya, çamura daldı çıktı. Zaman zaman yanına bir arkadaşı çağırarak kasıtlı yapıyormuşçasına bile bile çamura soktu. Özellikle de paydos ziline dek bizi orada tutması hepimizi şaşırttı. Çil çalınca arkadaşlar dersliğe döndüler. Bu kez Besim Öğretmen bana: -Ben gitmek zorundayım, Hikmet Öğretmen gelecek, burası açık kalsın, sen biraz bekleyiver! deyip gitti. Neredeyse Serbest okuma saati bitmek üzereyken Hikmet Öğretmen geldi. Beklediğimi öğrenince üzüldü: -Kapatıp gelseydin, ben Eğitimbaşının odasındaydım! dedi. Birlikte döndük. Serbest Okuma saatinde derslikte olmayanların numaraları yazılacak, demişlerdi. Hikmet Öğretmene anımsattım. Eğitimbaşının odası önünden geçerken Hikmet Öğretmen Eğitimbaşına durumu anlattı. Eğitimbaşı gülerek: -Biz onu, işlerden kaytaranlar için uyguluyoruz. İbrahim onlardan değil! deyip başıyıyla gitmemi işaret etti. Yarım saat bekledim ama Eğitimbaşının güzel sözünü duyduğuma sevindim. Derslikte Besim Öğretmen bir hayli yerildi. Emrullah Öztütk ağlamaklı bir sesle ayakkabılarını gösterdi. Önce gülenler oldu, iş şakaya kaydırıldı ama İsmet, Arif, Halil Basutçu arkadaşlar işi başka bakımdan ele aldılar. Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’e gizli yardım olarak birer çift ayak kabı sağlamak. İsmet’le bu işi Ahmet Gökay Ağabey eliyle yaptırmayı planladık. Ayakkabıları biz aldıracağız, Ahmet Ağabey onları okul veriyor gibi gösterecek. Benim de aklıma yattı. Bu işi üslendim. Para toplamaktan da vazgeçtik, 10-12 lira dolayında bir para hesapladık, İsmet’le bölüşerek gerçekleştireceğiz. Tahtaya gene zarflar yazılmış. . İlgimi çekti, ancak eksikler var. Defterimi açıp eksikleri saptadım, kalkıp Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları’ından ilk iki dizeyi yazdım: “Yağız atlar kişnedi, meşin gırbaç şakladı, Bir dakika araba, yerinde durakladı! ” Sonra da tahtaya soru yazdım: “Kişnedi, şakladı, durakladı eylemlerinin zamanını bildirmek için ekleyeceğimiz sözler hangi belirteç (zarf) grubuna girer? Yerime oturdum. Bekir Temuçin yanıtladı: Zaman Belirteci…. Bekir ekledi: “Bunların zamanını bilmek için belirtece bile gerek yok, ”dı, dı” ekleri zaten geçmiş zamanı belirtiyor!” deyip oturdu. Bu kez de Yusuf Asıl kalkıp, Onuncu Yıl Marşı’ndan: “Türküz, Cumhuriyetin, göğsümüz tunç siperi, Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri! ” dizelerini yazdı. Sonra da önde, ileri sözlerini ne zaman nerede kullanıyoruz? diye tahtaya soru yazdı. Gene Bekir Temuçin kalktı. Bekir’e karşı çıkanlar oldu: “Anladık biliyorsun ama biz senin anlattığını anlayamıyoruz; sen nedenini, niçinini açıklamıyorsun! Sefer Tunca Sami Akıncı’nın kalkmasını istedi. Sami arkadaşlara dönerek: “Eğer arkadaşlar istiyorsa ben kalkarım. Ama ben anlatırken siz de konuşursanız, öfkelenir bırakırım! ”deyince Sami’ye kesin söz verildi; herkes dinleyecek! Sami Akıncı elinde bir liste ile tahtaya kalkıp belirteçleri sıraladı: 1-Zaman belirteçleri, 2-Yön belirteçleri, 3-Durum belirteçleri, 4-Azlık-çokluk belirteçleri, 5-Soru belirteçleri, 6-Koşul(şart)belirteçleri. Yemek zili çaldı. Tahtadaki yazıların silinmemesi uyarıları arsında yemeğe gittik. Bu kez yemekte konu zarflar. Salih Baydemir’le Hilmi Altınsoy bu konuda birleştiler: Bu zarf denilen nanelerin (İşe yaramaz anlamında) bilinmesi bize ne kazandıracak? Çok az konuşan arkadaşımız Recep Kocaman bile dayanamadı, sordu: Finikeliler, Kartacalılar, Mısırlılar bize ne kazandırak? Onları neden okuyoruz? İş iyice yararlı-yararsız tartışmasına dönüştü. Sonunda ortaya bir başka soru çıktı : Bize yararlı olanları kim seçecek? Herkes kendi istediğini okuyacaksa okula ne gerek var? Yusuf Asıl gülerek Hilmi ile Salih’i, Booker Washington’un Tuskegee(Yusuf, arkadaşların şakalaşırken söyledikleri gibi Bok yer'inTut s. ki olarak söyledi)okuluna gönderdi. Orada da çocukların kendi istediklerini yapmadığıı biliyordu ama Yusuf işin şakasındaydı. Ancak arkadaşlar Yusuf’a kızdılar. Özellikle okulun adını değiştirmesi hepimizi güldürürken öteki iki arkadaş bunu kendilerine hakaret saydılar. Booker Washington adından yararlanarak daha önce not tuttuğum Pestalozzi Booker Washington benzerliğinden Herbart’ın onlardan ayrıldığından söz ettim. Müdür Beyin Pedagoji kitabına gene döneceğinden söz ettim. Tartışma kesildi. Hilmi sordu: “Abi, sen bu konuda birşeyler duyduın mu, yoksa bu kendi düşüncen mi? diye heyecanla sordu. Kendi düşüncem olduğunu söyleyince rahatladı. Dersliğe dönünce Sami Akıncı sordu: -Devam edelim mi, yoksa başka akşama mı bırakalım? Sürdürülmesi istendi. Sami Akıncı tahtadakilere örnek cümleler yazdı. Sami Zaman belirteçlerini de farklı örneklerle anlatırken benim örneğimin devamını(Han Duvarları) yazdı. . “Neden sonra altımda sarsıldı çelik yaylar, Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar. ” dizelerini yazdı. Neden-sonra-altımda-sarsıldı-önünden sözlerini ayrı ayrı belirteç olma durumlarını anlatınca bir çok sorular soruldu. . Örneğin sonra sözünün zamanla ilgisini anlatmakta oldukça zorlandı. Hele sarsıldı sözünün sarsılmak mastarı yapılıp, dı takısıyla di’li geçmiş zamana bağlanmasına şaşkınlıkla bakıp kalanları görünce Sami Akıncı, yorulduğunu söyleyip yerine oturdu. Bu gece benim çok işime yaradı. Ben arkadaşlara göre çok iyi durumdayım. Eksiklerim var biliyorum ancak yer yer Sami’nin de eksiklerini buluyorum. Örneğin, gözlerimin önünden tamlamasını bozarak” önünden geçti “ tamlaması gibi düşünüp konuşması anlamsızdı. ”Gözlerimin önünden geçti, nereden geçti? Gözlerimin önünden. Ön olarak sık kullanılar belirteç, burada adların aldığı den, takısı ile ÖNÜNDEN olmuştur. Neyse arkadaşların çoğu bunlardan habersiz. Sanırım Sami bu durumu açık açık gördüğü için bu gecelik diyerek bıraktı. Sanırım bu işe bir daha da kalkışmayacak. Çünkü dinleyenlerin bir bölümü adların durum(Hal? takılarından habersiz. Ön, arka, sağ-sol –öte-beri sözlerini öteden, beriden, arkadan, önden , sağdan-soldan olarak her gün kullanıyor da bunların ne olduğunu düşünmüyor. Geçen gün konuşurken: “ Sayıların da birer ad olduğunu onlara da adlar gibi durum takılarını takıyoruz ! ”deyince gülenler oldu. Mehmet Aygün de bir sayısını örnek gösterdi: Bir, biri, bire, birde, birden diyoruz ama bunları konuşmalarda başka anlamlarda kullanıyoruz, Özellikle birde’yi hiç kullanmıyoruz! ”dedi. Belki az kullanıyouz ma kulalanıyoruz, deyince örnek istedi. Ben de: “Sayıları yüze dek say, ancak gelecek her BİRDE dur! ”dedim. . Mehmet güldü. Birden sözü onu yanıltmış. Birden sözü aynı zamanda bir deyim durumuna girmiş: “Sen karşımda görünce birden şaşırdım. Buradaki birdenin sayıyla bir ilgisi yok. Ama birden sonra gelecek sayıları işaretle! ”dediğimizde, BİRDEN gerçek anlamında kullanılmış olur. Zil çalınca bu kez üzüldüm, Türkçe’ye daha doğrusu Dil Bilgisine iyice sarılmıştım. Kendi kendime sordum: “Türkçe-Dilbilgisi matematik gibi değil, insan takıldığı konuyu kendi çabasıyla çözebiliyor. Öyleyse ben neden bu işin üstüne daha fazla gitmiyorum. Köyden gel diğimde yalan yanlış sözler söylüyordum. Şimdilerde onlardan bir iz kalmadı. Çok güzel örnekler okuyup özetler çıkardım. Yazım da oldukça düzgün. Öteki yazım kurallarını neden öğrenmeyeyim? Yatınca fiillerden başlayarak dil bilgisini sıra ile gözden geçirmeye başladım. Önce fiil çekimleri Basit Zamanlar. Bileşik Zamanlar. Okumak mastarını örnek alıp sıraladım. Bildirme kipleri: Di’li geçmiş zaman kipi, Okudum Miş’li geçmiş zaman kipi, Okumuşum Şimdiki zaman kipi, Okuyorum Gelecekl zaman kipi Okuyacağım Geniş zaman kipi… Okurum Dilek Kipleri: Gereklik kipi, Okumalıyım İstek kipi, Okuyayım Dilek-şart kipi, Okusam Emir kipi. ---- Oku. (3. kişi) Oldukça geç gözlerimi kapadım. Okurum, okursun, okur…………………….

 

11 Mart 1943 Perşembe

 

Zil çalar çalmaz Asım Öğretmenini sesi geldi “En tembel yatakhane! ” Mehmet Yücel yanıt verdi: Kusura bakmayım öğretmenim, yatakhanemiz tembel olunca biz de etkisinde kalıyouz! Asım Öğretmen Mehmet Yücel’e: Sen de az açıkgöz değilsin, hemen bir açık kapı arıyorsun! dedi. İlk çıkanlardan biri ben oldum. Öğretmenin akordiyonunu alıp okulun önüne çıktım. Arkadaşlar çevremde toplandılar. Ahmet Güner’le Yusuf oynamaya başlayınca ben de Harmandalıyı çaldım. Arkadaşların çoğu halka oldu. Bu kez Timurağa’ya geçtim. Arkadaşların hepsi halkaya tutundu. Öğretmenler bu kez öteki sınıflara: “Siz de sınıf sınıf halka olun! ”dediler. Önce bir karmaşa oldu ama sonra tüm halkalar Timurağa oynamaya başladı. Trakya oyununa benzediği için yalan yanlış el ele tutuşup döndüler. Fahri Tosili Öğretmen bizim arkadaşların arasına katıldı. Fahri Öğretmen katılınca bizim arkadaşlar daha da ciddileşerek bir birine uymaya çaba gösterdiler. Zil çalınca herkes sevinerek dersliklerine döndü. Bizim arkadaşlar gülüşerek: Meğer biz neymişiz! gibi şakalarla bu işin olabileceğini konuşmaya başladılar. Yeni kararlar alındı; “Bir hafta kendi kendimize oynayıp sonra halkayı büyüteceğiz! ”Çalışma saati boyunca bu konuşuldu. Ne var ki konuşmalar hep Timurağa üzerinde oluyordu. Zeybeklere geçince ne olacak? Şaka olarak; “Biz Zeybek istemiyoruz! ” Yusuf’la Ahmet Günerin yüzleri sonunda güldü. İkisinin de en büyük isteği bildikleri oyun ları arkadaşlara öğretmek. Hasanoğlan'da bu oyunları Kepirtepe’de yaygınlaştırmak amacıyla öğrenmiştik. Yarım yarım da olsa bizimle çalışıp bir ölçüde oynamaya başlayanlar olduysa da biz, bizim bildiklerimizin hepsinin oynanmasını istiyoruz. Hasanoğlan’a öteki enstitülerden gelen ekiplerin topluca oynamaları hoşumuza gitmişti. Biz o zaman karar vermiştik; “Onlar oynuyor, biz neden oynamayalım? ”Bir iki oyun için başladığımız çalışmalar 20 oyuna dek çıktı. Özellikle zeybeklerin hareketlerini yazdık. Halka olarak oynanların çoğunu başka sınıflarda da öğrenenler oldu. Ne var ki onlar bu oyunların okulca ele alınmasını bizden bekliyorlar. Özelliklle zeybeklerin müziklerini benden başka çalan olmadığı için(Akordiyon) çekimser duruyorlar. Kahvaltıda da sabahki başarılı oyunlar, daha doğrusu kendiliğinden olan olay konuşuldu. Bugün dördüncü günümüz. Oysa biz, Yusuf, Ahmet üçümüz, bunu daha ilk gün önermiştik. Neyse sonuç olarak sabah oyunları için umutlandık. Sınıf arkadaşlarımız yan çizmeyince biz bu işi yaygınlaştırmak istiyoruz. Oyunlara en çok karşı olanlardan Hilmi Altınsoy’la Salih Baydemir bile bugün bizimle birlikteler. Kahvaltıda, şöyle atladım, böyle zıpladım, derken Hilmi Altınsoy birden: “Atladım, zıpladım ya, şimdi Türkçe dersinde ne yapacağım? O zamirleri, zarfları bir türlü kafam almıyor! ”dedi. Arkadaşlar: “Sen de fiilleri, sıfatları kullan! ”dediler. Sıfatlar dile dolandı. Mehmet Aygün kahvaltı masasında oturan Pesent Öğretmeni göstererek giysi rengini sordu. Hilmi takıldığını sandı: Sinirlenerek, “Sen beni o kıza bulaştırdın yetmedi şimdi de öğretmene mi çıkardın? deyince Mehmet Aygün olmak üzere bir süre güldük. Hasan Üner’le Yusuf araya girdi; sıfatlar için en yaygın örneklerin renkler oluğunu anlattılar. Hilmi önce kuşkuyla baktı; “Siz gene beni kandırıyorsunuz ama inanacağım galiba! ”deyip önce susar gibi durdu sonra Mehmet Aygün’e: Hadi şimdi söyle neydi o öğretmeninin giysisi? deyince Mehmet Aygın: “Boş versene sen, yok yere payladın beni. Sıfat mıfat söylecek değilim. Hem sonra seni o kız, dediğin kızı senin başına ben sarmadım. Kendin açtın başına derdini! ”deyince Hilmi bu kez iyice bozuldu. . Kendi kendine söylendi: Ben zaten ne yaparsam kendime kendim yapıyorum, haklısın! dedi. Boş dersimizde Sami Akıncı’dan soru soranlar oldu. Sami bu kez, kendisinin de öğrenci olduğunu öğretmenlere karşı kendi sorumluluğu bulunduğunu, söyleyimp sırasına kapandı. Geçen derste Sabahat Öğretmen İstiklal Marşı’ndan iki dize yazıp söz türlerini sormuştu. Oysa o dizelerin çok önemli bir tarafı da şiir olarak kalıplarıydı. Aruz kalıbıyla yazıldığını söylemişti; aruz kalplarını her an sorabilirdi. Açık hece-kapalı hece. Külahlı olmayan seslilerle biten tüm Türkçe heceler kapalı yani kısa sayılır. Oysa biz bunları konuşurken oldukça uzun söylüyoruz. Aruz kalıplarına uydururken oldukça ters bir durum oluyor. Failatun Failatun sözlerinde bile bir şaşırtıcı durum var. Fa uzun sayılıyor ama i kısa sayılıyor. Tun kısa söylenmesine karşın çizgiyle gösteriliyor. La da kısa olması gerekirken külahlı sayılıp uzatılıyor. Fa – i . la – tun – kimi kez böyle de düzenlenebiliyor. Feilatun. Fe . i . la – tün -. Bunu şöyl de değiştireb nler olmuş: Fe . iiii – la – tün –(. ---) “Sönmeden yurdumun üstünde en son ocak, -. -- . . -- -. -- -- O benim dir o benim milletimindir ancak! ’-. -- . . -- . . -- -- Dizelerde o sesi hem kalın hem de ince olarak sayılabiliyor. Hiç değilse ben öyle anladım. Yeri gelirse öğretmenden soracağım. Sabahat Öğretmen gülümsyerek geldi. kolunun altında gene kitaplar var. Pazartesi günü dersten çıkarken: “Perşembe günlerini Dil Bilgisi çalışmalarına ayıralım! ”demişti, unuttu galiba, diye içimden geçirirken öğretmen: “Bu günü Dil Bilgisine ayırdık, unutmadınız değil mi? ”diye sordu. Kimseden ses çıkmadı. Sami Akıncı biraz gecikmeli olarak: “Siz öyle söylemiştiniz efendim! ”dedi. Öğretmen gülümseyerek: “Söylemişim, öyleyse davam edelim! ”deyip tahtaya “ Tahtayı silgi ile sileriz. Sabahları kahvaltı ederiz. Bahar gelince kırlara çıkacağız. Gülme komşuna, gelir başına. Çarşıya gidersem, kalem , defter, silgi ve cedvel alacağım Mart ayına girildiğine göre , ilkbahar geldi sayılır! ” Öğretmen yazdıklarını bir kez de sesli olarak okudu. Bize dönerek: -Özenerek seçilmiş değil ama maca uygun, bunlardan yararalanarak bilgilerimizi tekrarlayabiliriz! dedikten sonra uzunca bir süre Yusuf Asıl’baktı. Yusuf tetikte beklerken öğretmen Kadir Pekgöz’e kalkmasını söyledi. Öğretmen Kadir’ın adını anımsayamadığını söyleyince Kadir üzüldü, yüzü renklendi. En alıngan arkadaşlarımızdan bir Kadir. içime bir üzüntü çoktü. Kadir şimdi bildiklerini de söyleyemez, biliyorum. Dikkat kesildim. Kadir’in bilmesini istiyorum. Biliyorum ki Kadir bizim sınıf ortalamasının üsünde. Ne var ki, böyle şanssız durumlarda kendini toparlayamayan Kadir zaman zaman çalışmayanlar düzeyine düşüyor. Kadir ilk cümleyi oğru söyledi: Tahtayı silgi ile sileriz. Tahta ad, i’durumu, y, kaynaştırma harfi, ile edat, sileriz, Silmek mastarı, biz, çoğul fiil. Öğretmen ikinci soru olarak dördüncü cümleri sordu. Kadir, cümlenin yapısından çok deyimsel anlamına kaydı, oraya saplanıp kaldı, tekrar tekrar: “Bugün senin başına gelen yarın başkasının başına da gelir biçimine de çevirerek tekrarlar yapınca öğretmen Kadir’ yerine gönderdi. Öğretmen Yakup Tanrıkulu’ya baktı. Yakup arkadaşımız da tahtaya kalkmaktan korkanlardan. Öğretmen bakınca Yakup telaşla: Ben mi? diye sordu. Öğretmen: - Evet, sen! dedikten sonra da, “Sen olamaz mısın yoksa! ”diye sordu. Yakup tahtaya neredeyse sallanarak gitti. Öğretmen tahtadaki ikinci cümleyi: Sabahları kahvaltı ederiz. Cümlesini sordu. Yakup kendini biraz toparladı. Gülümseyerek cümleyi tekrarladı, “Sabahları kahvaltı ederiz! ”dedi arkasından da: Bulursak! sözünü ekledi. Sabahat Öğretmen kahkahayla güldü: Ne o, kahvaltısız mı kalıyorsunuz yoksa? diye sordu. İsmet, Yakup arkadaşın yemek seçici oluşu nedeniyle öyle söylediğini açıklayınca Sabahat Öğretmen bu kez Yakup’a özel sorular yönetti. Boyuna göre bedenin zayıflığını buna bağladı, öğütler verdi. Bu ara da ne olduysa Yakup cesaretlendi. Öğretmen otur, derken Yakup, sorunuzu tam yanıtlamadım, diyerek cümleye döndü. Sabahat Öğretmen devam etmesini söyleyince Yakup, tek eylemli basit bir cümle olduğunu, sabahları sözünün sabahleyin anlamında kullanıldığını zamanı belirttiğini, zarf olarak kullanıldığını, kahvaltı sözünün bir ad olduğunu, ederizin ise ermek mastarından geldiğini, biz çoğul eki aldığını anlattı. Sabahat Öğretmen Yakup’a takıldı: “Bundan böyle sana soru sormadan önce bir söyleşi yapıp ondan sonra soruya geçeceğim! dedi. Yakup oturunca öğretmen, tahtaya kalkmak isteyen olup olmadığını sordu. Hüseyin Orhan, Recep Kocaman, Bekir Temuçin, Yusuf Asıl parmak kaldırdı. Sabahat Öğretmen bu kez parmak kaldıranların küçüklerden geldiğini söyleyince ben parmak kaldırdım. Benen sonra Sami, biraz çekimser kaldırdı. Sabahat Öğretmen Sami’nin kuşkulu gibi el kaldırışını bilmemesine değil de boyuna bağladı. Gülerek: “Sami hangi boy grubundan oluğunu tam kestiremiyor galiba! dedi. Öğretmen Hüseyin Orhan’ı kaldır. Hüseyin Orhan Bahar gelince, bir kırlara çıkacağız iki fiil olduğunu, gelincenin geldiği zamanı karşıladığını mastar olarak görevlendiğini anlattı. kırlara çıkacağız, hükmününün bizim tarafımızdan yapılacağını, burada özne olarak biz olduğunu, kır, tekil, -kırlar, çoğul ad, kılara ise adın durumu olduğunu söyleyince Sabahat Öğretmen, buna sevindiğini söyledi. Hepimize dönerek: Siz bu hafta Dil Bilgisi çalışmışsınız. Çalışsanız, açıklarınızı kapatacaksınız bunu biliyorum. Biraz daha çaba gösterirseniz geçmişin eksikliklerini tamamlayacaksınız. Boş derslerinizde biribirinize yardım edin! dedi. Haftaya Perşembe günü gene Dilbilgisi, özellikle de bu kez cümle bilgisi üstünde duracağını söyleyip ayrıldı. Öğretmen gidince Hüseyin Orhan çevresinde toplanan arkadaşlar bu bilgileri nereden okuduğunu sordular. Ben de merak etmiştim, Orhan’ın ne söyleyeceğini ilgiyle beklerken Orhan , beni güldürecek bir söz söyledi. “Hiç bir kitaptan okumamış, benimle Almanca çalışırken zaman zaman birlikte değindiğimiz konuları not etmiş. Şimdi sıkışınca onları okumuış. Bu söyledikleri onların kalıntılarıymış. O böyle söyledi ama kimse inanmadı. Özellikle en iyi arkadaşı Kadir Pekgöz, benim de adımı Orhan’ın yanına katarak: Onlar gece gündüz bir şeyler çalışıyorlar, çalıştıklarını saklıyorlar! ”diyerek ortalığı karıştırdı. Biz tartışırken Seyfi Çaçur Öğretmen geldi. Bir elinde kitapları, öteki elinde sarılı haritasıyla kapıdan, Günaydın! ”dedi. Bekir Temuçin koşarak haritayı aldı. Harita asılan yer oldukça yüksek, bunu düşünerek Seyfi Öğretmen Bekir’e sordu: Sen asabilecek misin? Hüseyin Serin koştu Bekir’e yardım etti. Harita Türkiye’yi de gösteren bir fiziki Avrupa haritasıydı. Ancak belli yerlerde göl gibi yalgın beyazlıklar vardı. Öğretmen beraberinde getirdiği çubuğuyla o göl gibi yerleri göstermeye başladı: Sönmüş yanardağlar! Bizim ülkemizde de üç yer gösterince şaşırdık. Seyfi Öğretmen gülerek: Merak etmeyin onlar patlayacak özellikleri kaybetmiş! deyip Van gölü yakında bir noktayı gösterdi. Fi zamanında yanardağmış ama şimdi düpedüz göldür, yüksek, dağ tepesinde bir göl! ”dedi. Güneyde bir yeri daha gösterdikten sonra İtalya ile İzlanda adasını gösterdi. Bu arada Atlas Okyanusu içinde de yanardağ olduğunu söyleyince güldük : Deniz, onu söndüremek mi? Bu kez de Seyfi Öğretmen güldü: Haklısınız, bazan deniz onu söndürür bazan da o denizi ısıtır. Ancak ikisi de insanların zararına olan olaylardır. Atlas Okyanusunda patlayacak bir yanardağ denizdeki tüm canlıları öldürür. Oysa okyanus kıyısındaki insanların yaşamı orada yaşayan canlılardır. Norveç, Danimarka, İrlanda hatta hatta, Fransa, İngiltere, Holanda, Belçika, Portekiz devletlerinin yarı bütçeleri Atlas Okyanusundan sağlanır! dedi. Öğretmen getirdiği kitaplardan biri açıp “Dünyamızın yaşı! ” diye bir bölüm okudu. . Yuyvarlanan bir ateş topun zaman içinde söndüğünü, sonra sonra karardığını, güneşten işin alan kara tabakanın sonradan terleyerek su oluşturduğunu, güneş ışığı ile su karışımı sonucu günümüzdeki durumun ilk şekli oluştuğunu, daha sonra da canlıların ortaya çıktığını anlattı. . Seyfi Çaçur Öğretmen, ikinci derste bir başka kitaptan dünya üstündeki çölleri anlatan yazılar okudu. Haritalarda çöl diye bakıp geçtiğimiz çölleri küçümsüyorduk. Parmak izi kadar gördüğümüz Gobi Çölünün Türkiye’den büyük olduğunu, Büyük Sahra’nın ise Türkiye’nin 6-7 katı olduğunu duyunca şaşırdık. Seyfi Öğretmen kağıt keserek Arap Yarımadasındaki çöl alanlarını da Türkiye’nin iki katı olduğunu gösterince bakışıp kaldık. Seyfi Öğretmen bu kez bir başka kitaptan Adana Ovasındaki pamukçuluğu, Konya Ovasındaki buğday ekimlerini anlattı. Sonra da Samsun tütünlerini, İzmir üzümlerini, geneliyle yurdumuzun her türlü tarıma elverişli olduğunu anlattı. Az durduktan sonra : - Bunun gerçek nedeni toprağının elverişli olmasındandır! dedi. Tarım derslerinde ekim-ürün çalışmalarında nelere gereksinim oluğunu sordu. Önce soruyu anlamadık. Bir tarım ürünü için nelere gereksinim duyulur? ”Su-güneş-toprak! Başka, başka sorularından sonra, hava falan derken iklim söylendi. Seyfi Öğretmen yurdumuzun iklim kuşaklarını sordu. Konuyu bir başka açıdan yakında görmüştük. . Ekvator, enlem, boylam derken yudumuzun 26-44 boylam, 36-42 enlem arasında olduğu bilmem kaçıncı kez ortaya geldi. . İliman kuşak özelliklerini sıra ile arkadaşlara söyleten Seyfi Çaçur Öğretmen, çöllerle buzulları karşılaştırırken ders bitti. Öğretmen gidince arkadaşlar dünkü tarım dersini anımsadılar, “Aman Besim İyitanır Öğretmen gelmesin! ” Ben, dünkü sözümüzü anımsadım, gidip Ahmet Ağabeyi buldum. 10 lira isteyince gülerek: “Ne yapacaksın o kadar parayı? diye sordu. Önce çekindim ama sonra söyledim. Ahmet Ağabey bir “Ayyyy! Çektikten sonra: “Ben de bazan böyle şeyler düşünürüm! ”diyerek yüzüme baktı. “Bunu yarısını ben vereyim, ortak olalım! ”dedi. Ben, İsmet’le zaten ortakız! ”deyince Ahmet Ağabey karar vermiş olarak: “Olsun, siz ikiniz gene başka bir yardımda bulunursunuz! ”deyip deftere 5 lira yazdı, bana on lira verdi. Çok sevindim . Hüsnü’nün ayakkabı ölçüsünü almak kolayam Emrullah’ın olası değil. İsmet’le konuştuk. İsmet bir numara yapıp ayakkabısını alacak, kağıt üstüne çizerek dış kalıbını çıkaracak. Pek aklım yatmadı. Önce Hüsnü ile konuşup ikisini de razı etmeyi deneyeceğim. Öğle yemeğinde konumuz çöller, buzullar, oralarda yaşayanlar oldu. İzlanda Balıkçısını anımsadım. Balıkçılşar aylarca balık arkasında koşuyorlar. Hasan Üner aynı kitabı okumuş hemen anımsadı: -Güzel Goud, sevgili eşini böyle bir balık avında kaybetmişti! dedi. Çöl deyince birkaç kez Şeyh Ahmet’le Şeyhin Oğlu filmlerini görmüştük Rudolf Valantino at koşturuyordu. Herhalde o çöller Seçuk Öğretmenin anlattığı çöller değildi. Öğretmenlerin masası yanından geçerken Hikmet Özmen Öğretmen derslikte toplanmamızı söyledi. Sevinerek dersliğe gittik. Az sonra öğretmen geldi. Öğretmen gülerek: -Hava güzel değil mi? diye sordu. Bir çok arkadaş, “Güzel! ”diye yanıt verdi ama arkasından fısıltılar başladı. Öğretmen her zaman gelirken kitap ya da dergi ile gelirdi. Bu kez elleri boştu. Arkadaşlar kuşkulanmakta haklıydı. Hikmet Öğretmen kısa bir konuşmadan sonra yapacaklarımızın bir işten çok temizlik ya da işe hazırlık olduğunu söyledikten sonra beşerli gruplara ayırdı. 1-2. Gruplar: Çamlık, 3. Grup, Bağ, 4-5. gruplarAlt-üst Meyve Bahçeleri, diyerek çalışma yerlerini gösterdi. Bun un bir çalışma değil, ir ön temizlik olduğunu tekrarladı. Birlikte Tarım binasına gittik. Arkadaşlar fısıldaştılar: “Besim İyitanır Öğretmen var mı yok mu? ”Öğretmenin duyup duymadığını tam saptayamadık ama binaya girerken öğretmen Besim Öğretmenin olmadığını söyledi. Öğretmen kazmalara yönelen arkadaşları uyardı: “Kazmaya gerek yok, birkaç kürekle tırmık alın ! dedikten sonra bağa gidenler, bir iki de dirgen alsın deyince arkadaşlar bakıştılar. Ben gidip iki dirgenle dönünce Hikmet Öğretmen “At binenin, kılıç kuşananın ! ”derler, İbrahim atına güvenle biniyor! dedi. Dirgenin birini Yusuf aldı. Biz bağın asfalt tarafına gittik. Bağ, asfalttan Tarım binasına doğru rüzgar doğrultusunda uzanıyor. Asfaltın kuzey tarafı çoğunlukla kırsal. Buralarda yetişen kuşkonmaz denilen dikenli otlar. köklerinde kurur. Kışın şiddetli rüzgarları onları kökünden koparınca rüzgarın önüne katılıp bir süre yuvarlanırlar. Bunlar takılacak bir yer bulunca oraya takılır. Üstüne kar gelince yumuşayıp toprağa yapışır. Bizim bağ bunların durak yeri olmuş, her bağ kütüğünün altında dikenli ot kümelerini görünce arkadaşlar şaşırdı. Ezilip bir birine yapışmış dikenli otları dirgenle kaldırıp tırmıklarla topladık. Arkadaşlar dirgeni neden bilmediklerini konuştular. Onlar şimdiye dek kuşkonmaz otu toplamamışlar. Ben de sordum: ”Toplamak mı iyi bir sonuç verdi yoksa toplamamak mı? ”Dirgen tartışması giderek bağcılık alanına sıçradı. Bir süre sonra bağ çubukları kesilecek. Bağ çubukları özel bıçaklarıyla kesilir. Bağcıların dilinde bu özel bıçakların adı vardır. Ben bunu söylerken Hikmet Öğretmen duydu, arkadaşlara, “Yaaa, yanıtlayın bakalım? ”diye sordu. Arkadaşlar susunca Hikmet Öğretmen gene : “İbrahim atına temkinli biniyor! ”dedi. Öğretmen gidince konuşmalarımız bağdan çok üzümler üstüne oldu. Papaskarası, yapıncak, çavuşüzümü türleri söylendi. Yapıncakların iki türlü olduğunu anımsatıp söyledim. Kınalı yapınca-Sarı yapıncak. Öbür gruptaki arkadaşlar duymuşlar. Aralarındaki Mehmet Yücel gülerek: Dayı, Kınalıyapıncağı unutmuyorsun değil mi? Mehmet Yücel’in sorusu arkadaşların dikkatinden kaçmadı: Nedir bu Kınalıyapıncak? Soruşturma sürdü, olasılıklar sıralandı ama gerçek olaya kimse yaklaşamadı. İşin içinde bir kız olabileceği söylendi ama bunun okul dışında olduğu, Mehmet Yücel’ce bilindiği şeklinde yorumlandı. Oysa Röslein rföslein olmadan önce Mehmetr Yücel'le ikimiz arasında Kınalı yapıncak olarak anılıyordu. Bizim bağ alanı rüzgarın ilk noktasında olduğu için kuşkonmaz yığınlarını bitiremedik. Bahçelere gidenler dersliğe dönmüşler. Hikmet Öğretmen bize de izin verdi. Dersliğe dönünce bu kadar büyük alanların nasıl kazılacağı konuşuldu. . Bunun için kaygılananlara yanıtlar verildi; “Okulda daha 280 öğrenci var! ”Bu anımsatmadan sonra konu değişti. Asım Öğretmenin odasına gittim. Asım Öğretmen: Ben de seni çağıracaktım, akordiyonunu al da şu senin oyunları birlikte bir sıralayalım, Ben kimilerini hiç çalmadım! ”dedi. Akordiyonu alıp geldim. Önce sıra ile halay olarak oynananları, Timurğa, Hoşbilezik, Merzifon Halayı, Sivas Halayı ile Trakya Hora’sını çaldık. Öğretmen Merzifon, Sivas Halaylarını birkaç kez tekraralattı. Haramandalı’yı öğretmen çok güzel çalıyor ama bir yerde oyuna uymayan bir tekrar yapıyor. Öğretmen önce benim eksik çaldığımı söyledi. Sonra ne düşündüyse fikrini değiştirdi bana uydu. Öğretmen Bengi’yi, Dağlı’yı, Arpazlı’yı ya hiç duymadığını söyledi. Arka arkaya ikişer kes çaldım. Daha sonra gene halaylara döndük. Yarın sabahtan başlayarak birlikte çalacağız. Öğretmen piyanoya oturup Diabelli Rondo’yu çaldı: Bugünlük bukadar yeter! deyip kalktı. Ben de akordiyonu alıp çıkmaya davranınca öğretmen akordiyonun orada kalabileceğici söyledi. Sabahleyin almak üzere akordiyonu orada bırakıp ayrıldım. Derslikte tarım çalşmaları için yakınmaları dinleyeceğimi sanıyordum. Kimseye karşılık vermemeye de karar vermiştim. Gittiğimde, çekinerek az dinlediğimde şaştım. Arkadaşlar, çalışmaktan değil de çamurdan yakınıyorlar; bir hafta sonra tarım çalışmalarının daha zevkli olacağından söz ediyorlardı. Gene de karışmadım. Ancak çalışmanın karşısında olmamaları hoşuma gitti. İçimden, “Dilerim bu düşünceleri uzun sürer! ”deyip yarım kalan kitapları tamamlamaya karar verdim. Rüzgarlı Bayır'ın sonunu bilerek okudum ama özet çıkarma konusundan bir daha gözden geçirme gereğini duydum. Kitap oldukça karışık. Nora öyle değil, olarlar sırayla gelişiyor. Gertçi geçmişte yapılm ış bir iş sonradan açıklanıyor ama, okuyan olayı kavramakta zorluk çekmiyor. O nedenle Rüzgarlı Bayıra sarıldım. Birkaç bölümü okuduktan sonra gene başa dönmüş gibi Mr. Heathcliff’in Wuthering Heights’e getirildiği günleri okumaya başladım. Mr. Lockwood Wuthering Heighst’e son gelişinde orada kaldığı gece karşılaştığı olaylar içinde hem boğulup yıpranmış hem de neler döndüğünü öğrenmek için sabredemeyek derecede derin ilgi duymaktadır. Ancak kimden nasıl bilgi alacağını bir türlü kestiremez. Kaldığı yere dönüşü de ayrı bir olay olmuştur, yağışlı soğuk nedeniyle 2 millik yere 4 milden fazla yürüyerek zor dönmüşür. Üşümesi, yorgunluğu bir yana geçen gece için konuşmak gereksinimi içindedir. Sonunda, bir rastlantı, kiraladığı evin sahibi yaşlı bayan Dean kendisine bilgi vermeye başlarYaşlı bayan Nelly Dean, . Wuthering Heighst’in eski hizmetçisidir. . Mr. Lockwood onu dinler. Daha önce de değindiğim Mr. Heathcliff çocuk yaşta Liverfpol’dan getirilmiş kimsesiz bir esmer tenli çocuktur. Alıp getirilmişitir ama geldiği evde, getirenden başkası(Evin babası) ona pek ısınamamıştır. Esmerliği, uyumsuzluğu bir yana, kendi, si de çevresine uyum için yeterli çaba göstermeyen bir direnç içindedir. Buna karşın baba Mr. Earnshaw onu çok sever. İlginç olan duyarsız gibi görünen küçük Heathcliff de Mr. Earnshaw’a sonsuz saygı duyar, inanılmaz bir sevecenlikle onun çevresinde dolanır. Bayan Earnshaw etkisinde kalan çocukları ; ağabey Hareton’la kardeş Catherine da gelen bu yabancıya bir süre duygusuz kalırlar. Günler gelip geçer, oğul Hareton’un ilgisizliği öfkeye hatta sürekli kine dönüşürken kardeş Catherne yabancı kardeşe yakınlık (Acıma duygusuna dayana bir yaklaşım)duymaya başlar. Baba Earnshaw yaşlandıkça kendi çocuklarından çok Hearhcliff’e güvenini duymayı arttırarak sürdürür. Öyle ki, bu konuda kendisiyle ters düşen oğlunu salt uzaklaştırmak için okumaya gönderir. Bu arada anne ölür. Birkaç yıl sonra baba Earnshaw da ölür. Babanın ölümünden sonra oğul eve döner. Artık evin yöneticisidir. İşin ilginci öğrenci Hindley Earnshaw evlenmiştir, eşiyle çıkıp gelmiştir. Artık daha özgürdür, özellikle Hearhcliff’e nefreti doruğa çıkmıştır. En ağır sözleri söylediği gibi döver de. Bayan Hindley de çok başka bir yaratılıştadır. Çevresindekilerle uyum sağlamadığı gibi çok da tembeldir. Sözün tam anlamıyla bir asalaktır. Ancak giyim kuşama düşkündür, bu uğurda eline geçen parayı harcar. Hearhcliff aşağılandıkça önceleri görmezden gelen Catherine giderek ona yaklaşır. Catherine ile evdekilerin ilgilenmemesi onu Hearhcliff’e yaklaştırır. Yukarda değiniğim köpek ısırma olayından sonra Catherine, komşu Thrushcross Grangelerde uzun zaman kalır. Ailenin kızı İsabella ile oğlu Edgar Linton Catherin ile ilgilenirler. Arkadaşlıkları arttıkça karşılıklı gelip gitmeler başlar. Bu durum da Hearhcliff’in işini zorlaştırır. Çünkü onlar da Hearhcliff’i hor görmektedir. Edgar Linton da tıpkı Hindley gibi davranmaktadır. Hearhcliff büyüdükçe içine kapanır çevresindeki acımasızlardan uzak durmaya çalışır. En yakını gene Catherine’dir. Ancak komşu ilişkileri, Hearhcliff’in çevresindekileri çoğalttıkça daha da bozulur. Çünkü yakın çevresi onu yeni tanışlara da kötü tanıtmaktadır. Bir olaydan sonra Hizmetçi Nelly Dean’a açılır. Catherine’den başkasını sevmediğini söyler. Daha da ileri giderek bir gün hepsinden öc alacağını söyler. Düşler kurar, kendi ailesi üstüne olasılıklar öne sürer. Güler yüz gösterilince kolay gülümseyen Hearhcliff son bir aile toplantısına katılmak üzere hazırlanır. Daha doğrusu Nelly Bear onu hazırlar. , temiz giyinmiş evin bir bireyi gibi konukları karşılayacaktır. Tam bu sıra ağabey Hindler donanmış olarak Hearhcliff’i görünce en aşağılayıcı sözlerle onu kovar dahası konuklar gidene dek bir yere kapatılmasını ister. Bu arada Hindler’in yanında bulunan konuk bay Linton da söze karışıp Hearhcliff’e ağır sözler söyler. Bu durum bardağı taşırmıştır, Hearhcliff eline geçirdiği sıcak bir yemek kabını aldığı gibi Edgar Linton’un yüzüne kapatır. Nedense, arkama yaslanarak bir “Ohh! ”çektim: - Amma da sabrettin be Hearhcliff! dedim. Yemek zili çaldı, rahatlamış olarak kalkım. Yemekte konu yarınki askerlik dersi. Bu yıl başından beri binbaşı bir kez geldi. Bundan böyle gelmeyeceğine iyice inandığımız için beklediğimiz Üsteğmendir. ”Gelse gelse Üsteğmen değişebilir! ”diyoruz. Hilmi Altınsoy geçen derste ne konuştuğumuzu sordu. Arkadaşlar mareşal, mareşal olma koşullarını, konuşuğumuzu söylediler. Hilmi derste olmadığını öne sürerek konunun tekrarlanmasını istedi. Yusuf açıkladı. İş gene şakalara dönüştü. Yusuf genel olarak tanımlarken: “ Mareşal, bir meydan savaşı kazanan komutan! ”dedi. Salt takılmak için ben de: “İki meydan savaşı kazanan mareşal olamaz; örneğin Yavuz Sultan Selim iki meydan savaşı, Çaldıran’la Mercidabık meydan savaşlarını kazandığı için mareşal olamamış! ”dedim. Hasan Üner Kanuni Sultan Süleyman’ı örnek verdi, O da; Belgrat’ı, Mohaç’ı, Bağdat’ı saydı. Gülüşerek konuşmalarımızı daha eskilere kaydırdık. Attila’nın, Mete’nin, Alpaslan’ın savaşlarını andık. Aynı şakalar derslikte de bir süre başka arkadaşlarca tekrarlandı. Şakalar ilk söylendiği zaman ne denli hoşa gidiyorsa çok tekrarlanınca da o ölçüde tatsızlaşıyor. Gene romanı açıp okumaya başladım. Hearhcliff Edgar Linton’un yüzüne tabağı atınca bir odaya kapatılmış. Edgar Linton’ün üstü silindikten sonra insanlar neşesini bulmuş sabahlara dek şarkı söyleyip dans etmişler. Catherine de onlara katılmış; ancak dağılınca Catherine bir yolunu bulup daha doğrusu Mr Lockwood’un rüyasına giren olaydaki gibi dışardan pencereyi açtırarak Hearhcliff’in yanına girmiş. , bir süre orada kalmış. Bayan Nally Dean durumu anlayınca gidip yalvar yakar ikisini de çıkarmış. Nally Dean bunu anlatınca Mr. Lockwood gibi ben de durdum. Bu denli rastlantı olur mu? Zenci tipli bir kimsesiz oğlanla beyaz, güzel varlıklı bir aile kızı. Dur bakayım, Pol ve Virjini de böyle değilmiydi? Kişilerde benzerlik var ama koşulları çok başka. Kitabın arasına kağıdı koydum. Roman başladığı yere geldi. Bundan sonra bakalım neler anlatılacak? Yarınki Öğretmenlik Bilgisine hazırladığım yazıları okudum. Pestalozzi ile Herbart karşılaştırmasını bir daha tekrarladım. Genel olarak Pestalozzi daha çok okul üzerinde duruyor. Herbart Pestalozzi’nin okulunda 3 yıl çalışmış, oradaki çalışmalardan yararlanmış, orada gördüğü eksiklikledri tamamlamaya çalışmış. Bu nedenle ben daha çok Herbart’ın dediklerini iyi anlayıp uygulamaya koymak zorundayım. Geçmiş derslerde okuduğumuz Fuat Baymur’un Kitabının Türkçe Öğretiminin Psikolojik Esasaları bölümünde: “Anadil öğretiminin psikolojik esaslarını kavramak için konuşma öğrenmekte olan bir küçük çocuğun, ilk kez kedi karşılaştığını ve kedisine, bu gördüğü hayvanın kedi olduğunu söylediğimizi düşünelim. Bu suretle çocuğun zihninde bu hayvanla “KEDİ” sesi arasında bir çağrışım oluşacaktır. Aynı zamanda çocuk, işittiği bu sesi tekrarlamaya çalışır; kısa bir süre sonra da bunu başarır. Tıpkı bunun gibi bir süre sonra okula gittiğinde bu kez benzer etkileşimle okumaayı arkasından da yazmayı öğrenir. Bu olayda çocuğun zihninde dört aşamalı bir gelişme olmaktadır: 1-İşitsel bir tasarım, 2-Devimsel bir söylem tasarımı, 3-Görsel tasarım(Şekil görüntü) 4-Çizimsel bir tasarım(Grafik, çizgi, yazı) Böylece KEDİ sözü, dört tasarımın birleşmesiyle çocuğun belleğinde oluşur. Bu oluştuktan sonra artık kedi çocuğun söz dağarına girmiştir. Kediden söz edilince çocuk istese de istemese de kedi şekli, gibi, sesi, yazılışı sanki gözünden kulağından yeni gelmiş gibi zihninde oluşur. Kedinin kendisini düşünmek ya da duymak, tasarımlardan birinin uyarmasıyla olur, ancak söz konusu dört tasarım harekete geçmiştir. Bu nedenle bir öğretimde bu tasarımlardan yararlanırız. Ayrıca bu tasarımlar, insanların bireysel güçlerine göre öncelik, sonralık durumu gösterirler. Bireylerdeki güç sıralarına göre öğrenmede önemli öncelikleri vardır. Öğrencilerin bu durumlarını saptayıp konu işlenirken çocuğun güçlü tasarımını devindirmek Başarıyı arttırır. Örneğin İşitsel tipler duyduklarını, güçlü işitsel tasarımları nedeniyle daha çabuk kayrarlar. Buna karşın Devimsel tipler işitsel sunuşlardan o denli yararlanamazlar. Bu nedenlerle Dil öğretilirken de (Türkçe) öğrenenin dört tasarımı gözönünde tutulmalıdır. Örneğin çocuklara öğretmeye kalktığımız bir sözün salt söylenişini biliyor da yazılışını bilmiyorsak o sözü öğrenciye tam öğretmiş olamayız. Yabancı Dil öğretiminde, Fen bilgisi derslerinde, hatta tarih-Coğrafya derslerindeki başarısızlıkların altında bu olgu yatmaktadır. Çünkü yukarda saydığımız dört tasarım yakın ilişkileri bakımından ikişer ikişer sıkı, çok sıkı bağlantılıdır. Örneğin, a)Sözün işitsel tasarımı ile Sessel(Söyleniş) tasarımı, b)Görsel tasarımı ile Yazınsal (hareket) tasarımı bellemede ortak etkili olurlar. Bir başka önemli olguda; Çocuğa öğretilecek sözlerin soyut-somut durumlarıdır. İlk sınıflarda soyut kavramlardan, çocukların yaşamları uzağındaki sözlerden kaçınılmalıdır. 1-Çocuklar ana dillerini çevresindeki varlıklar ve gelişen olaylara bağlı olarak öğrenirler. 2-Bir sözcük ile ilgili tasarımlar arasındaki bağlılık ne kadar dağlam olursa öğrenmeye sunulan sözcük o denli kalıcı olur. Çünkü tasarımlar çağrşım olayını kolaylaştırır. Yeni değil ama, sık kullanmadığımız sözler: Tasarım, Psikolojik, Görsel, İşitsel, Devimsel Tasarım: İnsanın, yapacağı işleri önce aklından geçirip nasıl yapacaını düşünmesi ya da yazması. . Psikolojik: Psikolojiyle ilgili ya da insanın ruhsal durumundaki değişme. Görsel: Görerek öğrenme durumu, gördüğünün şeklini belleğine yerleştirme. Devimsel: Yaparak öğrenme, ellerini kullanarak bir ürün üretme ya da ayaklarını kullanarak beceri kazanma. Fuat Baymur’un Türkçe Öğretimi adlı kıtabından özetlemeye çalıştığım yukardaki bilgilerle Herbart öğretileri arasında bağlantı kururup iyi bir öğretici olabileceğimi düşünerek yeni bir çalışma yöntemi düşlüyorum. Öğretmenlerin bir çoğu sanırım bunu uygulamakta. Uygulayannlarla bu konuya önem vermeyhnler arasında büyük ayrılıklar olacağını düşünüyorum. Gerçekte beş yıla yaklaşan buradaki öğrenciliğimde iki değişik öğretme yöntemi uygulandığını giderek sezmekteydim. Geriye doğru bakınca bunu daha iyi anlıyorum. Fikret Madaralı, Ahmet Gürsel, Ömer Uzgil Öğretmenlerin yaklaşımı ile burada adını veremeyeceğim bazı öğretmenlerin ders sunuş biçimleri çok farklı. Keza sanat öğretmenlerin bize karşı tutumları da öyle. Ayrılan sanat öğretmenlerimizi hem öğretmen hem ağabey olarak tanıyor onlara öyle güveniyorduk. Örneğin Hasan Çevik Öğrtetmeni, Hamdi Bağ Öğretmeni, Naci İnan Öğretmani, İrfan Evren Öğretmeni ağabeylerimden farklı düşünemiyordum. Oysa şimdilerde böyle bir yaklaşımı aklımdan bile geçiremiyorum. Zaman zaman bunu büyümüşlüğüme yormaya çalışıyorum ama olmuyor. Kendime soruyorum, büyüdümse neden Namık Ergin, Selçuk Korol Öğretmenleri tıpkı eskiden olduğu gibi sevip sayıyor, onların gözünden düşmemek için kendimi tetikte tutuyorum. Tarım öğretmenleri ikisi de bana büyük güven duyuyorlar. Giden Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen de bana çok güvenirdi. Buna karşın ben Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmeni özlemeyi sürdürüyorum; bu özlemim de giderek artıyor. Bunları düşünürken zil çaldı. İlginç eskiden zil çalınca kimse kımıldamaz, konuşmalar bir süre uzuyordu. Şimdi zilin sesi kesilmeden herkes kalkıyor. Halil Basutçu bunu çok güzel söyledi: Durun arkadaşlar, bari zil bitsin de öyle kalkalım! ”Yanıt verenler oldu: Sen öyle yap! İlginçtir, gülenlerle karşı olanların hepsi yerinden kalkmış durumdaydı. Sabah erken kalkmak, derslikteki söyleşileri bir ölçüde kısalttı. Yatınca da öyle bir iki fısıltı dışında eskiden olduğu gibi karşılıklı şamata yok. Bana göre çok iyi oldu. Keşke başka çareler bulunsa da öteki zamanlarda da boş boş konuşmaların önü alınsa! Bana göre bunun en kestirme yolu, derslerin sıkı kontrolu, sınavları sıklaştırmak, havadan sınıf geçmeler meydan vermemektir. Bu yapılsa çalışan çalışmayan belli olacak, Atasözümüzün dediği gibi “Ak koyun kara koyun belli olur! ”Ortaokulda okuyan Emin Özdil'e göre onlarda başarılı olmayanlar, yıl sonunda kapı önünde kalıyormuş. Kapı önünde kalmak, hak kaybetmekmiş. Arkadaşları bu açıdan bir değerlendirmeye tuttum. Hepsini seviyoprum ama tembellikleri nedeniyle kimilerini ötekilerden ayırıyorum. Hele çalışmamayı bir hünermiş gibi sık sık ortaya getirenlere zaman zaman düşmanmış gibi bakıyorum. Ben onların etkisinde kalmıyorum ama kalan arkadaşlar oluyor. Bunlardan bazıları tahtaya kalktığında başarısız olunca bu kez kendiliğinden tembelerin arasına giriyor. Böylece derslikte bir güç oluşturuyorlar. Bu birliktelikleri giderek derinleşiyor. Bizim sınıfın kimi konulardaki başarısızlığı bence bu nedene dayanmaktadır.

 

12 Mart 1943 Cuma

 

Yusuf çok heyecanlı, zille birlikte geldi. Kadir Pekgöz’ün ranza ayağına basarak bana baktı. Yavaşça, “Uyuyor musun? ”dedi. Uyanmıştım. Kadir Pekgöz yatağına bastığı için Yusuf’un topuğuna vurmuş, Yusuf çekilince indim. Kadir şaka olarak: “Efeler! ”diye takıldı. Bu kez Yusuf Kadir’e, “Biz zeybek oyunları oynuyoruz ama efe mefe değiliz, efe senin gibi horozlanarak konuşanlardır! ”dedi. Yusuf’un neden sinirlendiğini önce anlamadım, açıkladı; “Üst kata, sana bakmak için ranzasına dizimi koyduğum için çemkirdi! ”dedi. Yusuf’un kullandığı söz ilgimi çekti; çemkirmek. Hiç kullanmadığım gibi sanırım duydum ama anlamını tam bilmiyordum. Yusuf açıkladı; “Anlayışsız, insanların gereksiz yere ileri geri konuşması; kabadayılık taslaması! ”dedi. Yusuf’la birlikte gidip akordiyonları çıkardık. Selçuk Korol Öğretmen de katıldı, gülerek bana da takıldı: “İbrahim, nihayet istediğin oldu, Genel Müdürümüz gelsin görsün, iki akordiyon, tüm okul öğrencileri, o hep bunu istiyordu ama biz ancak 2 yıl sonra gerçekleştirtebildik! ”dedi. Selçuk Öğretmenin dediğini çok arkadaş anlamadı. Hasanoğlan’da ben bir gün ekiplerden karışık oynayanlara akordiyon çalarken Genel Müdür çok hoşlanmış, beni çağırmıştı. SelçuK Öğretmen de yanındaydı. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç beni kutladı, sonra da: - Akordiyonun çok işe yarayacağına beni inandırdın, ivedi olarak tüm enstitülere akordiyon almaları için yazı yazdıracağım, gittiğim yerlerde de bunun gerçekleştirilmesini isteyeceğim! ”demişti. Gerçekten Kızılçullu dışında hiçbir Köy Enstitüsü’nde akordiyon yokken Hasanoğln’dan döndükten sonra Samsun /Ladik’ten, Seyhan/Haruniye’den aldığım mektuplarda arkadaşlar okullarına akordiyon alındığını yazmışlardı. Geç olmakla birlikte okulumuza da iki akordiyon alınmasını ben hep o olaya bağlamıştım. Selçuk Öğretmen bana onu anımsattı. Selçuk Öğretmen bizim sınıfın yanında durdu. Arkadaşlar sessizce elele tutuşup Timurağa oynadılar.Selçuk Öğretmen bu kez de arkadaşlara Hasanoğlan’da bunu yapsaydınız, şimdi öteki sınıfların arasına dağılıp büyük sınıflığınızı gösterecektiniz. Neyse: Zararın neresinden dönülse kardır! derler. Bu işte bir zarar yok, vakit gecikmesi var! dedi. Selçuk Öğretmen Sami Akıncı’ya takıldı: Sami ellerini uzatıp halkaya tutunuyor ama sanıyorum, Timurağa sözünü tekrarlayıp Tirmur’la Yıldırım Beyazıt savaşını düşünüyordur. Bence buna gerek yok Sami. Demem o ki, bu oyunun Timurla bir ilgisi yoktur. Sanırım oyunun adı Timur bile değil, Timura çevrilmiş bir başka addır. Hareketlere bakınca Anadolu insanının tavırları görülüyor. Zil çalınca Asım Öğretmen Selçuık Öğretmene takıldı: Selçuk Bey, bu saatte buraya çıkan oynamak zorundadır, gelecek defa birlikte oynayacağız! dedi. Selçuk Öğretmen gülerek: Bizim havayı çalarsan oynarım! ”deyip bize baktı: Oynarız değil mi çocuklar? diye sordu. Sonra da koşul koydu: Havasını Asım Öğretmen çalacak! Sınıfın havası değişti, herkes durumundan memnun, öteki oyunları konuşmaya başladılar. Kimileri ele ele tutuşmanın cesaret verdiğini, el ele tutuşulmayan oyunda zorluk çekeceklerini konuştular. Zeybeklerin elele tutularak oynananların olup olmadığını sordular. Yusuf Asıl haklı olarak olmadığını söyledi. Bu kez ben karıştım: Yusuf tam bilmiyor, elele tutuşarak hatta omuz omuza bile oynayanlar vardır! ”deyince herkes ilgiyle baktı. Ben: “Efeler de insandır, onlar da kimi zaman neşelenir, içki içerler. Biliyorsunuz içenler sarhoş olur, yürürken sallanırlar. İşite bu durumdayken oyuna kalkan efeler bir birine tutnarak oynarlar! ”dedim. Gülenler olduğu gibi kızanlar da oldu. Havanın güzelliği hepimizi neşelendirdi. Kahvaltıda gezi planları yeni baştan ele alındı. Yusuf Asıl köyüne çağırdı, nasıl gidileceğini anlattı. Ben gitmek istediğimi söyledim. Başka katılacak olanlar da çıktı. Ancak yol oldukça uzak, bir gün gidip ertesi gün dönmek olacak gibi değil. O zaman Yusuf’un köyüne ancak 23 Nisan Bayramında gidelebilir. Çünkü 23 Nisan Bayramı Cuma gününe rastlıyor. Böylece Yusuf’un köyüne gidiş 23 Nisan tarihine kaldı. Daha önce ben, bizim köye çağırdım. Çağırdım ama pek de gönüllü değildim, laf olsun diye söyledim. Yusuf’la Hasan Üner katılacaklarını söyledi. Benim için gün sorun değil, cumartesi günü gidip pazar günü dönülecek. Hangi hafta olsa olur. Gün saptanmadı. Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’ü götürmek istediğimi söyledim. Bunu söyleyince Yusuf vazgeçti. Nedenini de açıklamadı. Üsteğmenin geldiği söylendi. Üsteğmen, “Havalar düzelince dışarı çıkacağız! ”diyordu, çıkar mı, çıkmaz mı? olasılıkları öne sürüldü. Koridor nöbetçisinin Asım Öğretmenin odasına çay getirdiğini söylediler. Üsteğmenin orada olduğunu anladım.

Zil çalar çalmaz Üsteğmen dersliğe girdi. Çok neşeliydi. Konuşmasına geçen dersten söz ederek başladı, rütbelerin önemini bir daha belirtti: “Rütbelere saygı, orduda disiplinin özüdür! ”türü sözler söyledi. Bu kez de orduda sınıfların önemlerini anlatmaya başladı : - Muharrip sınıfların, muharrip olmayan sınıfların! ”diyerek başladığı konuşmayı sonunda yalanlar gibi, orduda tüm sınıflar muharriptir, bu böyle biline! ”dedi. Zil çalınca Üsteğmen Asım Öğretmenin odasına gitti. Bekir Temuçin bir gazete bulmuş. Gazetenin ilk sayfasında kocaman bir yazı: -Harkov gene Almanların. Bekir yazı görünecek şekilde sıraya konmuş. Üsteğmen görünce sözü savaşa getirecek beklentisi. Üsteğmen geldi, gerçekten yazıyı gördü: Bekir’e gülümseyip göz kırptı: “Çok mu merak ettin, Harkov’u geri aldılar ama ellerinde tutamayacaklar, Almanya sarsıntı çeçiriyor. Savaşı askerler yapar, Almanya bu kuralı gözardı etti, bunun acısını çekecektir! ”dedi. Devamla “Koskoca Alman ordusu bir sivilin eline düştü. O da askerliğini onbaşı olarak yapmış bir sivil, Almanya savaşı kaybetmeye mahkum! ”dedi. Üsteğmen bugün savaştan söz etmeyecektim, gazeten beni kararımdan caydırdı! ”diyerek Bekir Temuçin yanına giden Üsteğmen: Konuyu değiştireceğiz, sorusu olan var mı? ”diye sordu. Emrullah Öztürk arkadaşımız parmak kaldırdı. Hepimiz şaşkın şaşkın Emrullah’a baktık. Arkadaş 4 yıldır ilk kez böyle parmak kaldırıyordu. Emrullah, uzunca bir cümle ile Üsteğmenin geçen derste mareşal olarak Fevzi Çakmak’la Atatürk’ü söylediğini oysa Türk tarihinde meydan savaşı kazananlaerın çok olduğunu, onların nerden mareşal yapılmadığını sordu. . Üsteğmen önce Emrullah’baktı, sonra da sordu: Şaka etmiyorsun değil mi? dedi. Emullah’a bir daha baktı: Sen , şaka edecek bir arkadaş değilsin, tavırlarından bu anlaşılıyor! ' deyip arkadaşlara döndü: Arkadaşınıza yanıt verecek vardır sanırum, bu konuda ben konuşmayayım, benim yanıtım uzun sürebilir! ”deyince Üsteğmen’în ses tonundan kızdığı anlaşılıyordu. Bekir Temuçin parmak kaldırdı. Üsteğmen gülümser gibi yaptı, “Söyle! ”dedi. Bekir, eski devirlerde böyle bir rütbe olmadığını anlattı. Bekir salt mareşal değil general bile olmadığını, Osmanlılarda vezirlik, paşalık olduğunu, onların da alt üst olanları olduğunu ancak günümüzde onlar kaldırıldığı için fazla bilgi verilmediğini anlattı. Üsteğmen Emrullah’a sordu: Bu bilgiler seni tatmin etti mi? ”dedi. Emrullah kıp kırmızı olmuş bir yüzle, kısılmış bir sesle, “Etti! ”diyebildi. Üsteğmen bu kez Bekir’in bilgisine ek olarak mareşallığın Fransız ordusunda başladığını, Büyük İhtilalden sonra Fransa’da başlayan militarizmin hızla Avrupa’ya yayıldığını anlattı. Napoyon Bonapart döneminde Fransa’nın 7’den 70’e asker olduğunu, bu askerlerin sürekli savaştığını, bu savaşların sürebilmesi için böyle rüdbelerin eklendiğini anlattı. Günümüzde her ulusta böyle bir rütbe bulunmadığını, örneğin A. B. D’de mareşallık olmadığını söyledi. Bu kez Emrullah’a bakarak sordu; “Anlaştık mı? ”Emrullah azıcık gülümser gibi baktı, başını eğerek: Sağolun! ”diyebildi. Üsteğmen gidince arkadaşlar Emrullah’a , “Geçmiş olsun! ”dediler. Emrullah bir süre düşündü. Olay kapanmış gibiydi, birden sordu: “Arkadaşlar siz bunu dün burada konuştunuz. Bugün üsteğmen bana neden öyle öfkeyle baktı? ”diye sordu. Arakadaşlar kahkahayla güldü. Halil Basutçu: Eyvah eyvah! ”dedikten sonra bu iş burada bitsin arkadaşlar. Bu konuyu bilenler bilmeyenlere ayrı ayrı anlattın! ”önerisinde bulundu. Sami Akıncı da Halil Basutçu’yu destekleyince konu kapandı. Müdür Bey elinde kitabıyla hazırlanmıştı, uzaktan geldiğini işaret edince ben dersliğe döndüm. Müdür Bey nedense 15 Hüseyin Serin’e: “Ne oldu, senin konunu bitirememiştik, bir şeyler yaptın mı? ” diye sordu. Hüsyin biraz şaşırdı ama ne bitirmiştik ne de yarım kaldı diyemedi. Öğle baktı kaldı. Bu arada Salih Baydemir hazırladığı yazı örnekleriyle tahtaya gitti. Müdür Bey yazıları görünce bir süre övdü. “Arkadaşınızı görüyor musunuz, böyle yaparsa şimdiden başarıyı yakalamış sayılır. Müfettişler bunlara bayılır! ”deyip güldü. Sonra da kendi kendine konuş gibi: -Ne yapsın müfettişler, o kadar tembel öğretmenle karşılaşıyorlar ki, böyle biri karşılarına çıkınca can simidi gibi sarılıyorlar! dedi. Salih yazı örneklerini asınca ödev arkadaşı Kadir Pekgöz konuşmacı olarak kalktı. Kadir anlatmaya başladı ama anlattıkları bizim bile anlamadığımız basma kalıp ezberlenmiş sözlerdi. Müdür Bey eliyle işaret ederek Kadir’i durdurdu. Gülümseyerek Kadir’in adını sordu. Sonra da: -Kuzum, bizimle konuşmayı sonraya bırak, bir dördüncü sınıf öğrencisini düşün, ona doğru, güzel yazmayı nasıl öğreteceksin, o konuda neler yapacaksın? diye sordu. Kadir sustu. Müdür Bey bu kez bize dönerek sorusunu değiştirerek; “Ben mi yanlış düşünüyorum, konumuş ilkokul çocuklarına okudukları derslerin anlaşılır olması için neler yapmalıyız? Bunu irdeleyelim diye karar almamışmıydık? ”deyince Sami Akıncı başta olmak üzere arkadaşların çoğu hafif sesle olmakla beraber başlarıyla evet işareti verdiler. Derslikte bir sessizlik oldu. Tüm cesaretimi toplayarak Müdür Beyden izin istedim. “Geçen derslerin birinde Fuat Baymur’un Türkçe Dersi’nin nasıl öğretileceği üstüne bir bölüm okumuştuk. Ben o bölümü daha ayrıntılı bir yazı buldum. İkisinin birbirini tamamlayan tarafları vardı, onları özetledim, izin verirseniz arkadaşlara okumak istiyorum! ”Müdür Bey: “Memnun olurum! ”deyip okumamı istedi. Hazırladığım yazıyı kekelemeden düzgün olarak okudum. Müdür Bey az önce Salih için sözlere benzer sözleri söyledi. Arkadaşlara dönerek: “Siz bunları yapmalısınız artık. Böyle sentezler yapmaya alışırsanız öğretim mekanizmasını daha iyi kavrarsınız, yardımcı kaynaklardan da faydalanırsınız! dedi. Derste benim konum el alındı. Ben, derslere(Müzik derslerine)akordiyonla gireceğimi söyleyerek, akordiyonu alıp küçük çocuk şarkıları çaldım. Tahtaya örnek olarak “Hendekte bir tavşan uyuyordu” şarkısını yazdım. Akordiyonla birkaç kez çaldım. Bu arada: “Şarkıyı siz bildiğiniz için söylemiyorum, çocuklara öğretirken şarkıyı da birkaç kez söyleyeceğim! ”deyince arkadaşlar: “Bilmiyoruz! ”dediler. Müdür Bey arkadaşlara baktı. “Sahi bilmiyor musunuz? ”diye sordu. Sami Akıncı, arkadaşa şarkıyı söyletmek için şaka ettiklerini söyleyince Müdür Bey: “Ben de sahi sandım, hayret ettim! ”dedi. Tahtaya porte çizip, biraz da arkadaşlardan bazılarına yardımcı olmak amacıyla do majör gamını iniş çıkış olarak tekrarladım. 1. 3. 5. notaları ayrı ayrı birden basarak sesler arasındaki renk ayrılıklarını belirtmeye çlıştım. Bunları azar azar olmak üzere her derste tekrarlayarak sesleri kulaklarda yerleştireceğimi söyledim. Müdür Bey dilerim bunu sürdürürsün. Ne mutlu senin öğrencilerine. Ben öğretmen okulu son sınıfına dek doğru dürüst bir müzik öğretmeni görmemiştim! ”deyince Fettah Biricik başta olmak üzere bir çok arkadaş birden, “ Bizim gibi! ”dediler. Müdür Bey: “A, evet, sizin gibi! ”diye tekrarladı. Müdür Bey, az önce okuduğum yazıya döndü: - Herbart’ı iyi yakalamışsın, onu biraz daha irdele de bize bir başka derste anlat. Benim programımda bu tür çalışma var, hiç değilse birini ikisini yapalım! dedi. Müdür Bey dersten ayrılırken daha önce yapmadığı bir kısa konuşma yaptı: - Ortak çalışmalar zevkli olur. Ben bugün bu zevki aldım! dedi. Aklımca büyük bir başarı kazanmıştım, içim içime sığmıyordu ama arkadaşlar nedense tınmadılar. Yemekte de bekledim. Hiç kimse oralı olmadı. Atölyede tabureleri birleştirirken Recep Kocaman, “Abi o çalıştığın kitabı bana da verir misin? ”diye sordu. Kitabın kitaplıkta olduğunu, ben de zaman zaman aldığımı, kitabı başka kimse ellemediğini anlattım. Ancak anlattığım doğru değildi. Çünkü kitabı 3 ay önce almış bir daha kitaplığa vermemiştim. Gene de Recep’e: -Kitabı ben vereyim, işin bitince bana ver, kitaplığa ben götüreyim! dedim. Bekledim, yarımda Hüseyin Orhan, Harun Özçelik, Hasan Üner vardı, hiç oralı olmadılar. İçimden: -Canınız isterse! deyip geçtim. Taburelerin delik alıştırmalarını bitirdik. İş tutkallanmaya kaldı Paydosta Asım Öğretmenin odasına gittim. Az sonra o da geldi. Asım Öğretmen gülerek: - Oh be, Selahattin Ağabey bu hafta gelmeyecek, cumartesi günü doya oya çalışalım, Pazar günü öğleye dek yatmak niyetindeyim! dedi. Tam bir saat ara vermeden birlikte piyano çalıştık. Asım Öğretmen Beringer'deki Schubert serenadı, Diabelli Rondo’yu çaldı. Ayrıldım.

Serbest okumada Mr. Lockwood’a Bayan Nelly Dean’ın anlattıklarını okudum. Okudukça ben de Mr. Lockwood gibi ilgilenmeye başladım. Edgar Linton’la evlenip Thurushcross Grange’ye gelin gidince Bayan Nelly Dean’ı da birlikte götürür. Nelly Dean Mr. Lockwood’un yorulduğunu düşünerek öyküsünü kısa kesmek ister ama dinleyici ilgiyle dinlediğini söyler, üstelik öykünün ayrıntılarına varana dek dinlemek istediğini tekrarlar. Öykünün burasında Nelly Dean’ın kendi durumu da aydınlığa çıkmaktadır. Başlangıçta söylediği gibi kendisi yıllarca önce Rüzgarlı Bayır’da hizmettedir. Catherin’nin yetişmesinder emeği vardır. Catherine Edgar Linton’la vlenince doğal olarak Thurushcross Garnge’ye taşınmıştır. Ancak bu evlilik hemen öyle oluşan bir evlilik değildir. Edgar Linton Catherini deli gibi sever bunu açıkça belli eder ama Catherine uzun zaman karar verememektedir. Daha doğrusu Catherne ikircil duruma düşmüştür. Edgar Linton’u da sever Heathcliff’i de. Sıksık Edgar Linton birlikte olur, ondan ayrılınca Heathcliff’le sarmaş dolaştır. Öte yandan ağabey Hindley eşi ölünce düpedüz yaşamdan elini çekmiştir. Öksüz kalan oğlu için yaşadığını söyler ama çocuğa bakacak gücü kalmamıştır. Çocuğa da Bayan Nelly Dean bakmaktadır. Evin işleri hemen hemen Bayan Nelly Dean’ın sorumluluğundadır. Mr. Hindley’in tek eksilmeden gücü Heathcliff’e olan hıncıdır. Ona hakaret eder, öldürmek istediğini söyler. Heathcliff’de ona görünmeden yaşamını sürdürür ama Catherine’le birlikte olmaktan da mutludur. Mr Hindley’in Heathcliff’e olan kininin ölçüsü için bir olaya değinmek yeterli olacaktır. Heathcliff evin alt katından yukarı çıkamaz. Çıkarsa Mr. Hindley yaygarayı koparır. Üst katta oynarken oğlu küçük Hindley merdiven korkuluğundan aşağı düşer. Kurtulması olanaksızdır. Yukardakiler korkudan neredeyse dillerini yutarlar. Heathcliff çevik dayranıp çocuğu havada tutar. Öldü diye korkulan çocuğun burnu bile kanamamıştır. Bunu duyan baba Mr. Hinley teşekkür edeceği yerde: -Beni, kendisine teşekkür edecek duruma sokan o çingene derhal buradan gitmeli, yoksa onu ellerimle boğarım! demiştir. Buna karşın Heathcliff evi saydığı Rüzgarlı bayırdan ayrılmaz. Bü tür tatarsız ilişkiler sürüp giderken yukarda değindiğimiz Catherine –Linton evliliği sözü edilmeye başlar. Linton Catherine’ne evlenme teklifini yapmıştır. Catherine de söz vermiştir. Catherine’nin giz ortağı olan Bayan Nelly Dean’a Catherine bu olayı karar verildikten sonra duyurduğundan Bayan Nelly Dean gücenir. Olumlu ya da olumsuz bir tavır almaz. Bu kez Catherine diretir, Bayan Nelly Dean’ın fikrini öğrenmek ister. Günlerce süren bu inatlaşma sürecindeki konuşmalar Bayan Nelly Dean’ı şaşırtır. Çünkü gelin adayı Catherine’in şaşrtıcı fikirleri, uygulamayı düşündüğü ahlaka aykırı niyetler vardır. Öncelikle Edgar Linton’u sevdiğini söyler. Çünkü o hem yakışıklı, akıllı, varlıklı aynı zamanda kendisini çok sevdiği için ondan vazgeçemez. Öte yandan Heathcliff’i sever, ondan asla vazgeçemez. Ancak o yoksuldur, onun yoksulluk içinde yaşamasını istemez. Ona yardım etmeyi düşler. Nasıl mı? Evleneceği Edgar Linton’dan para kaçırarak. Bayan Nelly Dean bunları dinler, kendince yorumlar. Catherine’nin böyle düşünmüş olmasına çok üzülür. Ancak elinden bir şey gelmediği için önleyici bir girişimde bulunamaz, susar. Evlenme gerçekleşmek üzereyken bir gece gene Catherine düşüncelerini Bayan Nelly Dean’a biraz da yüksk sesle söylerken yakınlarında bulunan Heathcliff duyar, hewmen o gece Wuthering Heights’i terk eder. Heathcliff’in gidişi Cathertine üzerinde büyük bir olumsuzluk etkisi yapar ama bu, Mr Linton’la evlenmesine engel olmaz. . Catherine Thurushcross Grange’ye gelin gider, beraberinde de Bayan Nelly Dean’ı götürür. Bayan Nelly Dean başlangıçta üzüldüğü bu değişlikten giderek memnun olmaya başlamıştır. Çünkü Catherine’in ona karşı tavırları değişmiştir. Daha doğrusu Catherine gittiği yerde gerçek sevgiyle karşılaşmıştır. Mr Linton gibi kız kardeşi Miss İsabella da Catherine’i çok sevmiştir. Sevgiler giderek yoğunlaşır. Gene de Catherine bu sevgi yuvasına tam uyamamıştır. Kocası Mr Linton’un sonsuz sevgisine, görümcesi Mss İsabella’nın derecesiz saygısına yetişememektedir. Zaman zaman anlaşılmaz katılıkları, karşısındakilerin sevgiseliyle aşılmaktadır. Bu mutlu günler 3 yıl kadar sürmüştür. Bayan Nelly Dean’ın da rahata kavuştuğuna iyice iananmaya başladığı bir gece Heathcliff çıkar gelir. Hava kararmıştır, kapıdan tanıdık bir ses: Bayan Nelly sen misin? diye sorar. Ses tanıdıktır ama kişinin görüntüsü yabancıdır. Çünkü Heathcliff çok değişmiş, eski durumundan bambaşka bir görüntüye bürünmüştür. Çok nazik konuşur, gerçek bir kişizadedir. Rica eder, Catherine ile görüşmek ister. Bayan Nely Dean yalvarmalar karşısında çaresiz kalıp Catherine söyler. Catherine çok sevinir, hemen percereye koşar, çılgın gibi Heathcliff’i bir an önce görmek ister. Mr. Linton Catherine : Dikkkat et üşüyeceksin uyarısı yaparken Cathterine onun boynuna sarılıp: Ah, sevgilim, nihayet Heathcliff geldi onu göreceğim! diyerek kocasının boynuna sarılır. Mr. Linton görüşmelerine engel olmak ister. Catherine yalvar yakar Mr Linton’dan izin alıp Heathcliff’’le sınırlı olarak görüşür. Mr Linton önce: O çingeneyi evime mi alacağım? diye sormasına karşın. Catherine’nin yalvarmalarına dayanamaz, salonda ayrı bir masada oturma koşuluyla Heathcliff içeriye alınır. Ne var ki Heathcliff gerçekten çok değişmiştir. Güçlü kuvvetli bedeni gibi konuşması da etkileyicidir. Mr. Linton onun yanında zayıf kaldığı gibi çabuk etkilenmiştir. Nitekim içeriye alırken: “Ben o çingene ile birlikte mi oturacağım? ”demesine karşım konuştukça Mr. Heathcliff demeye başlamıştır. Ayrıca Mr. Heathcliff daha önce Wuthering Heights’e uğrayıp geçimsiz ağabey Mr. Hindley’le görüşmüş ondan yakınlık görmüştür. Burada kaldığı sürece de orada kalacaktır. Heathcliff bunu da söyleyince Catherine gibi Mr. Linton da biraz rahatlamıştır. Bu ilk karşılaşmadan sonra ilişkiler sürer. Catherine Rüzgarlı Bayır’a rahatça gitmektedir. Üstelik görümcesi İsabelle’yı da yanına almaktadır. Heathcliff’in tavırları bu kez de İsabella’yı etkiler. Deneyimsiz kız Heathcliff’in gizli planlarını sezecek durumda değildir. Yengesinin sorumsuzca yaklaşımlarına özenerek Heathcliff’ iyice yaklaşır. Yengesinin uyarılarını, onun kıskançlığına yorup övütleri kulak ardı eder. Yengesinin ağırca haslandığı, ağabeyinin de çok sıkıntılı günler geçirdiği bir süreçte Heathcliff getirdiği atlara atlayıp onunla birlikte evden kaçar. Böylece ağabeyinin izni olmadan evlenmiş olur. Herathcliff Wuthring Heights’de kaldığı için İsabella da oldukça iyi tanıdığı yere gelin gitmiş olur. Böylece bir köpek ısırma olayı nedeniyle tanışan iki ailenin Thuruschegross Grange ile Wuthering Heights aileleri arasında üç yıl arayla gelin alışverişi olmuştur.

Zil çalınca kitabı kapattım. Catherine’yi düşündüm; gerçekten hasta mı? Kocasına karşı neden böyle diretiyor? Heathcliff onu bırakıp gitti. Döndüğünde daha akıllıca yaklaşamaz mıydı? Evli bir bayanın kocasının istememesine karşın ilişki sürdürmesi doğru mu? İşte bu bizim köyde olamaz. Bir kaç yıl önce Deveçatak köyünde, böyle ap açık değil gizlice yapıldığı söylenen bir ilişki için erkeği öldürüp evinin bahçesine atmışlardı. Catherine bizim köyde olsa kesinlikle başına böyle bir iş gelirdi. Hem de bunu kocası değil, kocasını sevenler yapardı. Böyle üzüntülü şeyler düşünerek uyudum.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ