Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

8 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Yeni Öğretmenlerin Doğurduğu Düş Kırıklığı

 

20 Ekim 1942 Salı

 

Yeni öğretmenlerin gelmesi sürüyor. Gelenlerin de hangi derslere gireceği belli olmadı. Konuşmalarda, gelenlerin bay, bayan oluşları, sayıları, adları sıralanıyor. Kadir Pekgöz’ün köyünden gelen Cemile Öğretmenin soyadını Kadir bilememiş; bir yaygara koptu: “Kadir İlkokul öğretmeninin adını bilmiyor! ” Kadir bir süre kendini savundu:

-O öğretmen, ben okulu bitirdikten sonra geldi. Ben buraya gelince de uzun süre okula uğramadım;uğradığımda da Cemile Öğretmenle hiç karşılaşmadım. Köydeki konuşmalardan salt adını öğrenebildim! dedi. Gene de takılmalar sürdü. Mehmet Yücel:

-Domuzormanı çok büyüktür, o koca ormanda insanlar biribirini kolay göremezler! gibilerde yorum yapınca arkadaşlar güldüler. Bu arada bir yabancı ses:

-Zili duymadınız mı? diye sordu. Müzik Öğretmenin sesini tanıdım, kapının arkasına çekilip kendisine yol verir gibi yapıp o girince dışarıya çıktım. Kapı içeriye doğru açılınca benim ranzama dayanıyor. . Kapıdan giren özel olarak kapı konundan tutup arkayı gözetlemezse geçip gidiyor. Ben de bundan yararlanarak, dışarıya çıkıyorum. Gene öyle yaptım. Müzik Öğretmeni yarı şaka yarı ciddi arkadaşları paylayarak yatakhaneyi boşalttı. Derslikte gene öğretmen adları konu edilince Sami Akıncı:

-Bugün öğretmenlerin listesini alacağım! diyerek arkadaşları yatıştırdı. Bu kez de Bekir Temuçin bildiğini söylediği. Adları tahtaya yazdı. Namık Ergin, Besim İyitanır, Selçuk Korol, Nazmi Aybar, Selahattin Tolunay, Ahmet Kun, Halis Aydın, Hikmet Özmen, Enver Kartekin, Talat Tarkan, Asım Kaveller, Hikmet Göktan, Pesent Ilgaz, Rezzan, Cemile, Zehra Öğretmenler. Oldukça kalabalık görülünce:

-Bunlar az, 300 öğrenciye bunlar az! diyenler oldu.

Kahvaltıda öğretmen masalarında Pesent Ilgaz Öğretmeni görünce hemen bir yorum yapıldı:

-Bunlar, birbiri yerine nöbet değiştiriyor. Yatakhaneye Müzik Öğretmeni geldiğine göre, o, bu öğretmenin yerine gelmiştir! ”Arkasından fısıltılar:

-Kim kimin yerine nöbet tutarsa, ona dikkat! Sussss! . . .

Bir hafta sonra topluca atölyeye girdik. Herkes Halis Öğretmenin tavrını merak ediyor. Halis Öğretmenle ilk kez bir hafta başı yapacağız. Gerçi bizim grup öğretmenle çalıştı ama arkadaşların bir bölümü yeni karşılaşacaklar. Hepimizi toplayıp konuşma yapacağını umanlar oldu. Halis Öğretmen oldukça gergin bir yüzle geldi:

-Bize öteki evlerin temizliği de yüklendi, gidip bakalım, neler yapılacaksa orada konuşuruz! deyip öğretmen evlerine yürüdü. Arkasından biz de gittik. Öğretmen, köşe-bucak gözden geçirirken biz de kapıları, pencereleri yokladık. Talat Tarkan Öğretmen de geldi. “Günaydın! ”dedikten sonra bana:

-Ağabeylerin ağabeyi sensin, anladığım kadarıyla;alt koridordaki üç dolap, üç masa ile sandalyeler bu evlere yerleşecek! dedi. Mehmet Aygün, Hüseyin Orhan, Salih Baydemir dördümüz okulun altından önce masaları, arkasından dolapları sonra da sandalyeleri taşıdık. Masanın biri biraz daha büyük, aynı zamanda daha güzel görünüşlüydü, onu Müdür Evine ayırınca Talat Tarkan Öğretmen gülümsedi:

-Müdürle öğretmen farkını iyi öğrenmişsiniz! dedi. Salih Baydemir, sözü anlamamış gibi: -Biz seçmedik öğretmenim, sırası öyle geldi, isterseniz sizin eve götürelim! deyince. Talat Tarkan Öğretmen avucu bize doğru elini kaldırarak:

-Yo, yo! Doğrusunu yaptınız! deyip getirdiğimiz masanın yerini gösterdi. Arkadaşlar, öteki evlerinin son kontrolunu yaparken biz Müdür Evinde biraz kaytardık. Bu ara kızlar geldi. Pesent Öğretmen onları uyardı:

-Tozlu bir yer kalmasın, sildiğiniz yerleri ıslak bırakmayın! Melahat, Feride, Gülsüm, Sevim. Sevim beni görünce gülümsedi. Bir şeyler söylemem gerekiyordu belki ama ne söyleyeceğimi kestiremediğim için sustum;sadece gülümseyip uzunca süzdüm. Onlara yardım ediyormuşuz gibi kapıları, pencereleri açıp kapattık. Salih dolabın kilidini söküp taktı, anahtar keşfi yapıp şekil çizdi. O şekle göre anahtar bulacakmış. Melahat çok şakacı, sokulgan bir arkadaş. Salih Baydemir’e:

-Salih Abi, anahtar arayacağına kilidini değiştirsen olmaz mı? diye sordu. Salih bir yutkundu, yanıt hazırlarken Halis Öğretmen geldi. Salih’in yanıtı kursağında kaldı. Halis Öğretmen öğle paydosuna dek yanımızdan ayrılmadı, camların silinmesi için bizleri de kızlara yardıma koşturdu. Sandalyelerden yükseltiler yaparak camlar silindikten sonra sandalyeleri yerlerine çektik. Yeni Müdür bugün geliyormuş, bu arada onu da öğrendik. Bir birkaç kez “Yeni Müdür! ”deyince Halis Öğretmen uyardı:

-Artık yeni - eski kalmadı, gelmek üzere yola çıktığına göre Okulun Müdürü sayılır. O nedenle Okul Müdürü demeliyiz! Halis Öğretemen öyle bir ses tonuyla söyledi ki, biz bunu “Susun! ”buyruğu sayıp sustuk. Böylece “Günaydınsız başlayan bu ilk iş günümüzün yarısı suskunlukla bitti.

Öğle yemeğinde Mehmet Aygün:

-Salih Abi, çorbayı kaşıkla yiyeceğine tabağı diksen olmaz mı? diye sorunca masada şenlik başladı. Olayı Yusuf öğrenince Salih’e tebelleş oldu. Sözün çok uzaması sonunda da Salih Baydemir destur çekti:

-Ben bu şakaları çekemem, gönülcüklerinizin kırılmasınıı istemiyorsanız, kesin! Sözler kesildi ama karşılıklı bakışlar, gülmeler oldukça uzadı. Konuyu değiştirmek için Yusuf Asıl’a sordum:

-Marangozluk işleri nasıl gidiyor? Yusuf önce, eskiden olduğu gibi konuştuğunu söyledi ise de sonra biraz buruk olarak:

-Eski tadı yok! dedi. Biz kalkmak üzereyken Okul Müdürünün geldiği söylendi. Çıkınca gene Sevim, Melahat, Feride ile karşılaştık, Melahat bir solukta Müdür Beylere yemek götüreceklerini, müdürün iki kızı olduğunu, öğretmen eşiyle birlikte şimdi Müdür Odasında oturduklarını söyledi. Eşi için de:

-Çok güzel bir bayan, resim öğretmeniymiş! . Hasan Üner:

-Öğretmen sayısı 20 oldu, müdür de sayılırsa yirmi bire ulaştı!

Dersliğe gittik. Derslikte herkesin dilinde Yeni Müdür:

-Adam şanslı, gelir gelmez yeni eve kavuştu. Okul, burnu dibinde, istediği zaman denetimini yapacak:

-Yazık oldu eski müdürümüze adamcağız, iki ayağı bir pabuçta dolaştı durdu!

Konuşmalar sürerken bir yandan da hepimiz, gelenin yüzünü görmek istiyoruz:

-Acaba toplayıp öğrencilerle konuşacak mı? Yoksa cumartesi günü Bayrak Töreni’nde bir iki söz edip geçiştirecek mi? Çoban Mehmet gibi sözleri tekrarlandı. Ben:

-Çoban Mehmet öyle mi yapmıştı? Neredeyse bir saat Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsünü övmüştü. Sonunda da kendi memleketi olan Denizli-Çal ilçesini anlatmış, Çallıların çok hilebaz olduklarını, öyle ki, Çal dolayındaki köylülerin sözlediği sözler varmış onları sıralamıştı: “Çallının eşek bağladığı ağacı kes! ”Çünkü ona Çallı eli değdiğinden bundan böyle kimseye bir hayır gelmezmiş. Bu sözü o zaman çok düşmanca bir anlayış olarak karşılamıştık. Özellikle ben:

-Lüleburgaz’dan bizim köye gelenlerin at ya da eşek bağladığı ağaçları kesecek olursak bizim köy bir yılda ağaçsız kalır. Çünkü Lüleburgazlılar her gün değilse bile birkaç günde bir gelirler. Adamların bir kötülük yaptığı da görülmemiştir. Bu müdürün Çoban Mehmet gibi düşüneceğini beklemeyelim. Zaten Çoban Mehmet öyle düşündüğü için Hasanoğlan’da tutunamadı, iki ay içinde oradan alındı. Şimdi de Ankara’da bir okulda öğretmen, arada sırada İlköğretim Dersgisinde yazıları, şiirleri çıkıyor. Bir şiirini okudum Kastamonu-Gölköy Köy Enstitüsü’ndeki öğrencilşerini övüyordu. Anımsarsınız o,

Bizimle yaptığı ilk konuşmada da öğrencilerini övmüştü. Hatta dört öğrencisini de birlikte getirmişti. O öğrencilerle bizim arkadaşlardan bazılarının takışmaları sonunda öğrenciler geri gitmişti! dedim. Yeğenim İsmet beni kindarlıkla suçladı:

-Adam ayrıldı gitti, bırak ne yaparsa yapsın! Kindarlığı reddettim. Ancak tanıdığım birini de kolay unutmadığımı, Mehmet Tuğrul adını görünce ilgiyle yazılarını okuduğumu, biz onu müdür olarak sevmemiştik ama o, başka alanlarda başarılı işler de görüyormuş, hiç değilse bunu öğreniyorum! Mehmet Yücel İsmet’i susturdu:

-Sen dayınla baş edemezsin bari sus, dinle! deyince İsmet, gülerek:

-Pekiyi pekiyi! deyip sustu.

Öğleden sonra Halis Öğretmen bizi Öğretmen evlerinin bahçe kapılarını takmakla görevlendirdi, öteki arkadaşları alıp Eğitimbaşının evini hazırlamaya gitti. Kızlardan bir grup( 9. sınıflardan Gül, Necmiye, Sıdıka, Hatice) bizim arkadaşlarla birlikte Okul Müdürünün eşyalarını yerleştirdiler. Biz, onları izleyerek, gelip geçenlere takılarak çalıştık. İlk kapıyı takarken Okul Müdürününü eşi, Leman Kalabay Öğretmen deldi, kapıdan geçti. Bize :

Kolay gelsin! dedi. Kapıdan ilk geçen olduğunu söyleyince durdu:

-Bunu bana söylediğinize çok sevindim, hayırlı olsun;lütfen siz de hayır dileyin! . Leman Öğretmen bizimle konuşup içeri girince öbür taraftan Gül geldi sordu:

-Yeni öğretmenle ne konuştunuz? Biz olayı anlatınca:

-Nasıl da konuşacak söz buluyorsunuz! deyip geri dönerken, onlara yardımcı olamacağımızı üzülerek söyledik. Çünkü biz üçüncü kapıya geçince onlardan uzaklaşmış olduk. İşimizi bitirip atölyeye dönerken Talat Tarkan Öğretmenle Okul Müdürü yanımızdan geçti. Böylece Yeni Müdürümüzü de görmüş olduk. Resim öğretmeninin çok tatlı dilli, yumuşak tavırlı olmasına karşın Okul Müdürü bizde, sert bakışlı izlenimi bıraktı . Salih Baydemir yavaş bir sesle:

-Bu adam pek güleceğe benzemiyor, eğer söylendiği gibi bize haftada 6 saat derse gelecekse bazı arkadaşların çekeceği var! dedi. Elimizdeki gereçleri atölyeye bırtaklıp dersliğe gittik. Paydos eden öğrencilerin ilgiyle Öğretmen evlerini izlemeleri görülmeye değerdi. Sıralanmışlar, ortalıkta birşeyler varmış gibi belli bir yöne bakıyorlar. O taraftan biri çıkınca geri çekiliyorlar. Az sonra gene o tarafa doğru yöneliyorlar. Bizim derslik penceresinden bir süre onları izledik. Okul Müdürü ellerini sallayarak sinirli sinirli bizim pencerelerin altından geçti. Bir şeyler konuşuyormuş gibi dudakları da oynuyordu. Yanındaki bir adım kadar arkasından yürüyordu. Bekir Temuçin:

-Bizim Müdürün Trabzon’dan geldiğini biliyor musunuz? diye arkadaşlara sordu. “Uydurma! ” diyenler olunca:

-Aşağıdan, pencerenin altından geçerken öyle dediğini duymuş. Müdür Bey konuşurken:

-Trabzon’dan buraya kadar! demişmiş. Bir tartışma başladı:

-Rize’den gelmiş olamaz mı? Kars’tan neden gelmesin? Artvin, arkasından da Kafkasya’daki kimi kentler anıldı:Batum, Bakü v. b. Yeni Müdürü görenler görmeyenler kendilerine göre yorum yaptılar. Birilerine göre çok sert bir kişiymiş, kimilerine göre de sert görünmesine karşın çok sert olamayacağı, iki kızı olduğu, kız babalarının hep yumuşak olduğu savı ortaya atıldı. Ben buna katılmadım;benim gözlemlerime göre olaylar bu söylenenin tam tersidir:

-Kız babaları genelde sert olmaktan çok sert görünürler, belki de öyle olmak zorunluğunu duyarlar. Öyle olmazlarsa kızları gönüllerince hareket edip onların beklentilerie uymazlar. : “Kızını dövmeyen dizini döver! ” Atasözü boşa söylenmiş değildir. Ayrıca “Kızı gönlüne bırakırsan, ya davulcuya varır ya zurnacıya! ”sözü de babaları kızları üzerinde dikkate zorlamaktadır. İşte bu zorlama duygusu kız babalarını biraz sertleştirir! Arif Kalkan bana: “Sen bayağı yaşlı biri gibi konuşuyorsun, haklısın belki ama, bizden çok yaşlı değilsin, biz bunları düşünmüyoruz, sen neden düşünüyorsun? Mehmet Yücel gene bana yardım etmek istedi. , ancak alışılagelen sözü ters söyleyince karşı çıkanlar oldu. Arif Kalkan öyle deyince Mehmet Yücel:

-Çok gezen değil çok yaşayan bilirmiş, dayı bizden çok yaşadığına, derken gülüşlerle sözü kesilip düzeltildi:

-Çok yaşayan değil, çok gezen bilir! Mehmet Yücel ona da kulp buldu, gene Arif’e:

-Dayı hepimizden çok gezmiş durumda!

Gürültümüz dışardan duyulduğu için Müzik Öğretmeni geldi kapıdan baktı;gülümseyip döndü. Müzik Öğretmenini görünce Hasan Üner Kroyçer Sonatı anımsamış:

-Ne haber Abi, kitabın sonuna gelmişsindir. Kroyçer Sonad müzik olarak geçiyor mu geçmiyor mu? dedi. Kitabı bitirdim. Kroyçer Sonad geçiyor ama Hasan’n sorusunu tam anlayamadım;sordum açıkladı. Müzik Öğretmeni bana :

-Kitap Beethoven’in sonatından almış adını ama, kitapta sonatı boşuna arama demişti. Öğretmen gidince Hasan da:

-Öğretmen kitabı ya sonuna dek okumamış ya da unutmuş. Kitap yarından sonra tümüyle Kroyçer Sonad’dan söz ediyor! demişti. Kitabı bitirdim ama bu iki savın arasında kalmış durumdayım. Kitapta öğretmenin anlattığı bilgiler var. Konrad Kroyçer’in keman çalışına hayran kalan Beethoven ona, onun adına özel olarak bir sonat yazmış. Bu sonatın müziği çok güzelmiş, hatta bölüm bölüm bir birinden farklı özellikler taşıyormuş. Örneğin giriş bölümü insanlar üzerinde saptırıcı etki bırakıyormuş. Özellikle bay-bayan ilişkilerinde kışkırtıcı düşünceler uyandırıyormuş. Roman bir tren yolculuyla başlayıp öylece sürüyor. Daha doğrusu uzun yolculuğun 2. gününde başlıyor. Bir vagonda o günlere göre uygar düşünceler tağıyan bir bayanla, bir avukat bay-bayan ilişkilerinden evlenmelerden, boşanmalardan söz ediyorlar. Genç bayanla avukatın tartışmalarını dinleyenler var. Ancak onlar konuyla ilgilenmelerine karşın tartışmaya girmiyorlar. Söz konusu vagonda bulunanları uzun süre tanıyamıyoruz. Bunların giyimlerine dikkat edenler hangi katmanlardan olabileceklerini kestirebiliyorlar. Pozdniçev de giyim kuşam görüntüsüyle görmüş geçirmiş bir olarak ilgi uyandırıyor ama söze karışmadığı için tam anlaşılamıyor. Ancak tartışmalara da ilgisiz değildir. İlk özelliği olarak Pozdniçev’in bir çay tiryakisi olduğunu görüyoruz. Konuşmaya da böyle giriyor. Konuyu anlatan kişi de tıpkı Pozdniçev gibi iki gündür aynı vagonda neredeyse tüm zamanını uyuklar gibi sessiz geçirmektedir. Sürekli konuşan bayanla avukat bir başka vagona geçince Pozdniçev konuşmacıya dönerek:

-Belki de kim olduğumu bile bile benimle oturmak hoşunuza gitmez. İstemezseniz inanın severek yerimi değiştiririm! der. Konuşmacı olumlu yanıt verince Pozdniçev çay ikram eder. Karşılıklı bir iki kısa sözden sonra konuşmacı yakın ilgi gösterince Pozdniçev isteyerek. kendi öyküsünü anlatır. Varsıl bir aile çocuğudur. Anna-babası uyumlu insanlardır. Hovardalık yapmamıştır ama iyi, bir eşi seçmek için de uzun süre uyumlu yaşam sürebilecek eş seçmek için titizce araştırmıştır. Buna karşın sonradan pişman olacağı bir evlilik yapmıştır. Eşini sever, ona çok yakınlık gösterir ama gösterdiği bu yakınlıkların eşince tam algılanmadığını çok sonra anlamıştir. Bir süre anlaşmış gibi yaparak dırıltısız gürültüsüz yaşarlar, çocukları olur. Pozdniçev çocuklarını sever. Çocuklara olan sevgisi eşinin belli kusurlarını hoş görmesine yardımcı olur. Ancak günler, aylar geçtikçe kendisinin geri çekildiğini eşininse umulmadık bir hızla üstüne geldiğinin ayırdına varır. Öte yandan üstünlük kurduğuna açık açık inanmış görünen eşi kıskandırıcı tavırları da takınır. Bu tavırlar gün günden artar. Bir gün eski bir tanıdıkları evlerine gelir. Truhaçevskiy denilen bu kişi Fransa’da kalmış, bir süre müzikle uğraşmış haylaz takımından bir boşgezerdir. Ancak Paris görmüş, sözüm ona Avrupa görmüş aydın numarası yapan bir iki yüzlüdür. Pozdniçev bunu bildiği halde evine gelmesine izin verir. Pozdniçv’in eşi bayan Lisa piyano çalmaktadır. Pozdniçev Truhaçevskiy’e keman getirmesini, Lisa ile birlikte çalmalarını önerir. Oysa Pozdniçev eşi Lisa’dan kuşkulanmaktadır. Kendisinin de çözemediği bir çelişik duyguya kapılan Pozdniçev korktuğu olayın patlak vermesini bekler durumdadır. Sonunda olan olur. Truhaçevskiy kemanını getirir bayan Pozdniçev’le çalışmaya başlarlar. Öyle bir çalışma olur ki, Truhaçevskiy sürekli bayan Pozdniçev’la birliktedir. Çalışıp hazırlanırlar, Konser parçası olarak da Beethoven’in Kroyçer Sonatıdır. Pozdniçev burada müzik hakkında özel bilgiler verir. İlk Kroyçer Sonat konserinden sonra Truhaçevskiy bir yere gider. Bu gidişi sürekli sanan Pozdniçev sevinmiştir. Ancak iki gün sonra geri gelince Pozdniçev’in kafası atar. Belli ki Truhaçevskiy bayan Pozdniçev’e tutulmuş(Pozdniçev’e göre tutulma değil sömürme) ondan uzaklaşmak istememektedir. Pozdniçev eşi bayan Lisa’yı uyarır. Lisa boşanmayı kabul etmez ama Truhaçevskiy’den de ayrılmak istemez. Son uyarıdan sonra da ikisini bir arada gören Pozdniçev Lisa’yı öldürür. Kadın ölüme teslim olurken çocuklarını kız kardeşine bıraktığını söyler. Pozdniçev çocuklarına sahip olamamanın acısını göz yaşıyla belirtir. Öyle ki olayı uzun süre anlatırken bile ağlamaktadır. Anlatıcı: -Ben ayrılırken:

-Bana güle güle der gibi kısık bir sesle “Bağışla beni! ”diyebilir. Çünkü ağlamaktan sözcükleri bile doğru söyleyememektedir. Çok kısa özetlediğim Tolstoy’un Kroyçer Sonat romanında Beethoven’in Kroyçey Sonatı’nın nesi var? Müzik Öğretmeninin söylediği gibi çerçekten kendisi yok ama adı geçiyor. Müzik Öğretmeni müziği düşündüğü için: -Beethoven’in Kroyçer Sonatını arıyorsan orada bulamazsın! deyişi bu nedenledir. Gerçekten romanda sonatın sözleri geçiyor. Allegro, presto ya da dinleyenlerde olabilecek etkileri. . Romana başladığımda pek sevmemiştim. Tolstoy’un romanlarında da Dostoyevski’de olduğu gibi uzun uzun bilgiler veriliyor. Kroyçer Sonat için verilen bilgiler o sonatı dinleyenler için yararlı olur sanıyorum. Romanda cinayetten söz edilmiş olmasına karşın aklım Kroyçer Sonat’a takıldı;keman-piyano birlikte çalınıyormuş. Çok güzel olsa gerek. Piyano klarnet dinledim ama keman piyano hiç dinlemedim. Kırklareli’ye gittiğimde Hasan Amcamla(Klarnet) Ortaokul Müzik Öğretmeni Selahattin Yücesoy’la(Piyano) birlikte çalmışlardı. Piyano – klarnet de çok güzel uyuyor.

Yatınca amcamların çaldıkları nelerdi? O zaman söyleselerdi de aklımda tutamayacaktım. Çünkü müzik parçaları üstüne hiçbir bilgim yoktu. Hasanoğlan’da Süheyla Öğretmenin konuşmaları, gösterdiği parçalar, çalarklen söylediklerini dinledikçe aklımda kalmalar başladı. Şimdi ise duyduğumu kolay kolay unutmuyorum. Birden anımsadım:

Sahi ben yıllardır müzikle uğraşıyorum, bir çok sesi öğrendim, duyduğum melodileri akmordiyon ya da mandolinde çıkarıyorum. Çok sevdiğim parçalar var. Oysa bunların hiç biri rüyama girmiyor. Yoksa benim sevgim çok yürekten değil mi?

 

21 Ekim 1942 Çarşamba

 

Akşam yatarken uyaranlar olmuştu:

-Yeni Müdür çok yakınımıza geldi, sabahları bizi yoklar! Musfata Saatçı anımsattı:

-Zil çaldı arladaşlar, benden söylemesi;kim gelir kim gider bilmem ama, yakın olan herkes her dakika gelebilir! Tartışma falan olmadan yatakhane boşaldı. Dersliğe gidince bir nöbetçi konusu daha patlak verdi. 74 Mehmet Başaran revire yatacakmış, yerine 75 Yakup Tanrıkulu gitmesi istemiş. Arkadaşlar uyarınca Yakup diretti:

-Yok arkadaş, o her zaman böyle kaytarıyor. Dün birşeyi yoktu;buldular yumuşak yüzlü hemşireyi, ikide bir revirde soluğu alıyorlar. Kim yaparsa yapsın, benim nöbetim yarın! Nöbetçi göndermemek sınıf için bir sorun olacağı düşünülerek numara sırasıyla nöbet yapmayanlara soruldu. Arif Kalkan’la 77 Emrullah Öztürk de sırasını bozmayınca 78 Hüsnü Yalçın kandırılıp gönderildi. Dersliğin perncereleri açık, arkadaşlar uyardı: -Dikkat, geçenler var! 4 Mehmet Eski Müdürümüz Nejat İdil’in taklitini yapıyordu. Mehmet Aygün’e :

-Koş Mehmet, bak! diyenler oldu. Mehmet gitti, az sonra başı kalkık, bir gözünü kırparak dik dik yürüyerek yerine oturdu. Çoğumuz pek bir şey anlamadık. İdris Destan Mehmet’e sordu :

-Tiyatrocu birşeyler yakalayamadın mı? ”Arkadaşlar İdris’in sözüne gülerken Mehmet Yücel:

-Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az! dedi. İdris parladı:

-Ben şimdi anlayışsız mıyım? O birşeyler yaptı da ben anlamadım mı? deyince İsmet:

-Ha şunu bileydin, yaşlılık, anlayışı kıtlaştırır;herkes anladı, sen yaya kaldın.

Gülüşerek kahvaltıya gittik. Az sonra Okul Müdürü yanında Talat Tarkan’la birlikte yemekhaneye geldi;elleri arkasında tüm masalara bakarak dolaştı. Salih Baydenir dikkatimizi çekti:

-Bizim Müdürümüz bunu hiç yapmamıştı! Sahiden Müdürümüz Nejat İdil, böyle elleri arkasına bağlı yemek masaları arasında dolaşmamıştı. Onun derslikte bir eli cebinde dolaştığını hep bilip zaman zaman da taklidini yaparak gülüyorduk ama elleri arkasından görmemiştik. Bunları konuşunca bu kez de “Elleri arkada dolaşmanın anlamı” üzerinde durduk. Arkadaşlar belli başlı bir sakınca söyleyemediler ama doğru bulmadıklarını açık açık söylediler. Onlar öyle deyince ben de Fikret Madaralı Öğretmenin anlattığı bir olayı anımsattım. Fikret Madaralı Öğretmen Samsun ili köylerinde 6-7 yıl kadar ilkokul öğretmenliği yapmış. Bu süreç içinde değişik Valiler, Milli Eğitim Müdürleri, Müfettişler görmüş. Bunlar okula gelip gittikçe arkalarından çocuklara yaşadığı olayın izlenimlerini sorarmış. Bu konuşmaladan önemlilerini not edermiş. Bunlardan arka arkaya gelen iki müfettiş üzerine yaptığı konuşmalardan birinde bir dördüncü sınıf öğrencisi iki müfettişi karşılaştırırken birini ata binen bir insan gibi gördüğünü, her an kendini kontrol eden, , karşısındakileri dikkatle gözleyen biri olarak tanıtmış. Gerçekten bu müfettiş, okuyan, mesleğini seven, öğretmenlere yardıma koşan biriymiş. Öğretmen bilgi olarak daha sonra bu müfettişin Samsun’da, Sivas’ta, Ankara’da milli eğitim Müdürlüğü yaptığını sözlerine eklemişti. İkinci müfettiş uzun yıllar Samsun’da kalmış, sonra başka bir yere gitmiş, adı unutulan birisiymiş. Aynı çocuk onun için: “Kolları arkasına bağlı, sadece gözleriyle bizi gözetleyen biriydi. Tıpkı bizim köyün muhtarı gibi. Muhtardan farkı elinde tespihi yoktu. Eline tespih alıp, dudağına da sigarasını taksaydı, tıpkı bizim muhtar gibi olacaktı! demiş. Fikret Madaralı Öğretmen: “ O çocuktan bu sözleri duyduktan sonra tüm yaşamım boyunca ellerini arkaya bağlayıp gezenlere dikkat ettim, bu tür insanlar, gevşek, ata binme şöyle durdun eşeğe bile binemeyecek yapıda insanlar olduğunu gözledim. Sakın sakın böyle bir alışkanlığa kapılmayın! ”demişti. Arkadaşlar, ayrılan öğretmenleri hep anımsadılar;ellerini arkaya bağlayan öğretmen olarak tek Hüsnü Baykaca’yı andılar. Fikret Madaralı Öğretmeni saygıyla andık.

Atölyede toplandık. Namık Öğretmen geldi, Hamdi Bağ Öğretmenin selamlarını, sevgilerini iletti. Bu arada asıl gelişinin mektuptan söz etmek olmadığını, proğram içinde pragram çıktığını gelecek yıl için düşünülen ahır yapımına hemen başlanacağını, bunun yapımında duvarcılık-marangozluk ayırımı düşünülmediğini, hepimizin gelecek yıllarda yapmış olacağımızı umduğu doğal iş sayıp bu yapıyı yapacağımızı söyledi. Halis Öğretmene dönerek:

-Halis Bey kendisine yeteri kadar yardımcı ayırdıktan sonra öteki arkadaşları Tarım barakası yanında bekliyoruz! deyip ayrıldı. Namık Öğretmen gidince Halis Öğretmen bana baktı:

-Sen burada kalacaksın, dört arkadaş daha kalsın ötekiler gitsin! dedi. Ben Salih Baydemir’e baktım. Salih Baydemir başını sallayarak kalmayacağını belirtti. Bunu öğretmen de gördü, gülümsedi ama bir şey söylemedi. Recep, Orhan, Hasan, Yusuf kalmak istediler. Öteki arkadaşlar Namık Öğretmenin yanına gittiler. Halis Öğretmen yapılacak binanın planını inceleyip bize yapacağımız işleri sonra anlatacağını, bugün 3. öğretmen evinin de oturanlarca saptanan eksikleri öğrenip gidereceğimizi söyledi. Yaptıklarımızın fazla eksiği olamayacağını deneyimlerimize güvenerek umursamazlık içinde gittik. Talat Tarkan Öğretmen oradaydı gülerek:

-Burada ben oturacağıma göre izin verirseniz bazı isteklerim olacak! deyip, pencereye daha önce hazırlamış olduğu bir tebeşiri alıp bir yerlere çarpılar yaptı. Bu arada:

-Ben de karınca kaderince bir süre çekiç kullandım, rende itekledim, “Sapını tam düşüremesem bile kaşık yapmasını bilirim! ”dedi. Biz sustuk, Halis Öğretmen birkaç kez “Estafurullah! ”dedi sonra o da sustu. İşaretlenen yerlerin hiç birisi bizimle, daha doğusu marangozluk işleriyle ilgili değildi. Az sonra Talat Tarkan Öğretmen kendisi söyleyerek: -Sizi bunlardan müstağni tutuyorum ama elinizden gelen titizliği gösterip bu kusurları ortadan kardıracağınıza güveniyorum! Diyerek biziğm gönlümüzü almaya çalıştı. . Döşeme duvar arası pervazların kireçlerinden evin bahçeye açılan tarafındaki sırıklarına kadar sayısız kusuru(! )giderdik. Öğleden sonraya az bir işimiz kaldı.

Biz öğle yemeğindeyken Eğitimbaşının eşyaları gelmiş, bir grup öğrenci onları yerleştirmeye başlamış. Biz işbaşı yapınca onların yakında çalışmaya başladık. . Eğitimbaşının eşini, yani yeni Türkçe Öğretmenimizi yakından gördük. Yaramaz çocuğu Yaman önce bizim yanımıza geldi. . Sabahat Öğretmen oğluna:

-Çalışanların yanına gidilmez! dedi. Yaman sözünü açık söyleyen biri:

-Onlar çalışmıyor ki, size bakıyorlar! deyiverdi. Eşya yerleştirmeye yardım eden Melahat Yaman’ın elinden tutup götürmek isteyince de sert bir tavırla Melahat’ın elini itip:

-Ben kendim gidebilim! diyerek Melahat’ı payladı. Sabahat Öğretmen böylece küçük, küçük olmasına karşın şımarık oğluna şimdiden yenik düşmuş durumunu gösterdi. Bundan sonra bana davranışlarım üstüne ne söylese kuşkuyla bakacağım kesin: -Kelin tırnağı olsa kendi başını kaşır! deyerek kendimi savunacağım. Bu benim için yararsız olsa bile belleğim beni uyandırıp tepkiye hazırlayacaktır. Bu Eğitimbaşı için de geçerlidir:

-Kendi oğluna sözü geçmeyenin el oğluna geçer mi? sorusu hep gündeme gelecektir. Bir ara Eğitimbaşı da geldi. İlk sorusu:

-Burası kışın soğuk olur mu? ” oldu. 8. sınıftan Recep Türköz, güzel konuştuğuna inanan bir öğrenci. Ancak güzellikle doğruluğun birlikteliğini henüz kavrayamamış. Kepirtepe’de korkulacak kış olmadığını, ender olarak soğuk olduğunu, bu evlerin ise hep sıcak olacağını uzun uzun anlattı. Ayrıca binalar büyük binanın kuytusuna yapılmışmış. Özellikle de bina kuytusunda olduğunda bulunduğundan kışların sıcak geçeceğini söylemesi dikkatimizi çekti. . Onlar konuşurken yanlarına gittik. . Yusuf Asıl Yaman’a iki parmağını oynatarak tavşan kulağı gibi oynattı. Yaman Yusuf’a yaklaşınca Sabahat Öğretmen Yusuf’a sınıfını sordu. Yusuf son sınıfta olduğunu söyledi. Bu kez de Sabahat Öğretmen Recep Türköz’e sordu. Recep biraz sesini kısarak: “8. sınıftayım! ”Sabahat Öğretmen belki öylece sormuştu ama, gene de gerçek , yankısı yapmıştı. Yusuf bizim tarafa geçince Hasan Üner ellerini şiklatarak:

- Boş fıçıdan bilmen neden bu kadar-Gürültüye benzer çok sesler çıkar! …. Boşluk onu böyle söyletir! dedi. Ben Recep için: “O iyi bir arkadaş çok nazik, herkese “Ağabey! ”diyor dedim. Yusuf da sözü tamamladı:

- O da boş fıçılığının bir kanıtı. Benden en az 5 yaş büyük, sınıfım büyük diye bana Ağabey, diyor! derken Recep, Yaman’ın elinden tutmuş, bizim adlarımızı sordurarak tanıştırdı. Bu kez de ben Yaman’a sen de ağabeyin elinden tut onu bize tanıt! dedim. Yaman bilmiş bilmiş:

- Ben onu tanımıyorum ki! diye tepki gösterdi. Biz hep birlikte:

- Olsun, maksat dostlar alışverişte görsün! dedik. Recep azıcık burukarak döndü. Gitti sanmıştık, bir süre sonra geldi, benden bir tornavida istedi. Ben merdivende pencere köşelerini temizliyordum, Takımlar masa üstündeydi:

- Masa üstünden al! dedim. Az sonra :

- Bununla olmuyor! diyerek elinde bir iskarpelayla geri geldi. Yusuf tornavidayı verip geri gönderdi. Son geldiğinde sevinçliydı. Tornavida işlerini görmüştü. Recep Kocaman şaşkın şaşkın: “Vay canına, Recep’lerden de böylesi çıkar mı? Tornavida ile iskarpelayı ayıramıyor;bu nasıl Köy Enstitülü (? ) dedi.

Paydosa yakın Talat Tarkan Öğretmen geldi, bize ayrı ayrı teşekkür etti. Bahçe içinde oturmayı çok sevdiğini, ancak bahçede sürekli çalışmalar olacağından, evin bahçe tarafına bir korunak yapılmasını isteyeceğini, bu konuda bizim düşüncelerimizi sordu. Kesin bir şey söyleyemedik. Ancak onun ne yapılacağını önceden tasarladığını, bize ise salt konuşmak için sorduğunu anladık. Atölyeye dönünce arkadaşlar Halis Öğretmene söyleyince Halis Öğretmen:

-Biz onu konuşmüştuk, Oraya bir tahta paravan çekeceğiz! deyince bir süre bakıştık: -İnsanlar öğretmen de olsa kimi zaman öteki insanlardan farksız davranıyor. Daha doğrusu biz eski öğretmenlerimizi çok değişik tanımışız, ya da onlar bize hep bize yarayacak yanlarını göstermişler. Onların da bir başka yanları varsa bile bizi o yanlarından uzak tutmuşlar. Bunlar, gelir gelmez bizim o bilmediğimiz öte yanlarını göstererek işe başladılar. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin çocukları varmış, duyuyorduk ama biz 4 yıl boyunca hiç görmedik. Ahmet Gürsel Öğretmenin de çocuğu vardı. Ahmet Gürsel Öğretmeni Lüleburgaz’da kaldığımız süreçte eşiyle uzaktan uzağa gördüğümüz oluyordu ama çocuğuyla ya bir ya iki kez gördük. Çocuklarını okula bir ya da iki kez getiren İlhan Görkey Öğretmen oldu. Onda da çocukları sınırlı ilişkiler içinde gelip gitmişti. Zaten büyük kızı Sevim öğretmen olmuştu. Talat Tarkan Öğretmenin evi gelmeden daha bir oğlu ile bir kızı olduğunu öğrendik. Kendi söyledi;kızı çalışkanmış. Oğlu, tembel değilmiş ama hep kendi sevdiği işleri yapmak istiyormuş. Bu nedenle de okulundan belgelenmiş. Belge dediği nedir acaba? Sami Akıncı’nın dediğine göre okuldan bir yıl zorunlu ayrılmaymış. Öyleyse gelecek yıl okuluna gene kavuşacak. Bu duruma göre ben de elimde olmayarak beş yıl belgeli oldum. 3. sınıftan sonra kendi köyümde. 4. 5. sınıf yoktu. (Açılmamıştı)Yakın köyüme de 2 yıl sonra açıldı. Orasını bitirince de 0rtaokula gidemedim. 3 yıl da böyle geçti. Talat Tarkan Öğretmenin oğlu bana göre çok şanslı, bir yıl aradan sonra okuluna kavuşabilecek!

KüçükYaman bugün geldi, burada doğmuş gibi ortalığı kolaçan edip herkesin ilgisini topladı. Bakalım Okul Müdürünün iki kızı nasıl davranacak! ”

Derslikte konu, Eğitimbaşı ile eşi. Yusuf Asıl onlara oğulları Yaman’ı da ekledi. Konuşmalar daldan dala atlayarak sayısız olasılıklar öne sürüldü. Burada oturacak öğretmenlerin çocukları hangi okullara gidecek? Bu okulda onlar için özel sınıf olabilirliği öne sürüldü. Doğrudan bizim okulda okumaları söylendi. Yasanın anımsanan maddereli irdelendi. Köy okullarını bitirme koşulu anımsatılınca arkadaşlardan gülenler oldu:

-Buranın köyden ne farkı olduğu soruldu. Sami Akıncı konuşmalara hiç karışmazken bu kez:

-Burası gerçekte köylerden bile daha çok köy sayılır. Köylü çocukları hiç değilse köylerinde bir muhtar tanır, köyü muhtarın yönettiğini öğrenir. Burada yetişecek ilkokul çocuğu muhtarı bile öğrenmeden yetişecek! diyerek güldü. Sami Akıncı’nın sözlerini şaka olarak alanlar oldu. Ancak konuşma giderek gerçeğe dönüştü. Mehmet Yücel bana: -Öyleyce biz Dürriye Öğretmene haksızlık etti. Kadıncağız üzülerek: “Bu kırlıkta ben nasıl çalışırım? ”gibi yakınınca karşı durduk! ”dedi. Ben kendime göre o olayda bizim haklı taraflarımızı anlattım:

-Dürriye değil Rükiye Dökmen , yakınmasında haklıydı ama onu bize değil, sorumlulara yapmalıydı. Biz zaten onun beğenmediği kusurlardan yakınmaktayız. Bunu bize, sanki onları biz seviyormuşuz gibi söylemenin yanlışlığına tepki göstermiştik!

Yemek zili çalınca yolda nöbetçilerin büyük tepsilerle evlere yemek götürüldüğünü gördük. Yemek boyunca bu konu oldu:

-Bu yemek taşıma bir iki gün için mi yoksa sürüp gidecek mi? İşte bizim alışmadığımız bir durum! Hilmi hepimizden önce:

-Vallahi götürmem, ben uşak değilim! dedi. Öğretmen masalarına götürdüğü anımsatılınca Hilmi daha da sinirlendi:

-Ulan oğlum, yemekhanede herkesin yaptığı bir iş, bunu biz ortak iş olarak yapıyoruz. Ben öğretmenlerimin ellerini öperim, onlar için çok daha zor işlere katlanırım ama evine yemek taşımam! Hilmi biraz çok yüksek sesle konuştu. Öteki masalardan bakanlar oldu. Sustuk. Hilmi’nin bu tepkisine içimden, olduğu gibi katıldım.

Derslikte gene konu oldu. Halil Basutçu bir öneride bulundu:

-Biz son sınıfa geldik, neredeyse son seneyi yarılıyoruz. Yemekhane nöbetlerinde çoğunlukla tabak, çatal, kaşık bile ellemiyoruz. Bu işleri yapanlar ses çikarmazsa, demek o işleri yapacaklardır. Öyleyse bırakılım bunu onlar konuşsunlar. Bir çok olayda onlar kendileri karar alıp uyguluyorlar. Örneğin temsil, eğlence işlerinde bize uymadan karar verebiliyorlar. Yemekhanede çalışan onlar;biz, onların yaptıklarını gözetmekten öte geçmiyoruz! ”Halil’in önerisi beğenildi. Konu kapandı, ya da kapanır gibi oldu. Söz akıllı Yaman’dan açıldı. Gerçekte Yaman bir bahaneydi. Babasını tanımıştık. Şimdi sıra annesinde. Bir iki kemkümden sonra söz geldi dayandı Türkçe dersine. Fikret Madaralı Öğretmene alışmıştık. Özellikle ben tam istediğim gibi bir ilişki kurmuştum. Verilen ödevleri yapıyor, sorulan soruları yanıtlıyordum. Şimdi yeni bir öğretmenle karşı karşıyayım. Verilecek ödevleri yaparsam bundan da çekinecek bir neden kalmaz ama bayan oluşu beni biraz düşündürüyor. Şimdiye dek bayan öğretmen sınıflarında okumadım. Rukiye Dökmen Öğretmenle sanırım biraz da bundan dolayı anlaşamamıştık. Hasanoğlan’da Behire Bil Öğremenle de anlaşamamıştım. Daha olumlu davransaydım sanırım onunla da anlaşırdım. Nitekim ondan sonra gelen Süheyla Öğretmenle (bana göre)anlaşmıştık. Gerçi yeğenim İsmet arada bir:

-O senden korktuğu için sana hoş görünmeye çalışıyor! diyordu ama ben bu “Korktu1” sözüne katılmadım. Öğretmen benden neden korksun? Benim çalıştığımı herkes görüyordu. Verilen ödevleri günü gününe yaptığımı görünce korkacak ne kalıyor ki? Ben ondan keman istemedim, getirdi emanet de olsa güvenerek kemanını verdi. Ayrıca yaptığı konuşmaların hiç birisinin korkuyla ilgisi yoktu. Sözlüsüyle bozuştuğunu bana söylemesinin korkuyla ne ilişkisi olabilir. Bu belki Şerif Baykurt’la hemşeri oluşumuzla ilgili olabilir ama korkuyla kesinlikle ilgili olamaz. Yeni Türkçe Öğretmeninin az konuşan biri olacağı kanım doğru çıkarsa belki beni çok konuşacağım için sevmeyebilir. Hele eşi gibi acele karar veriyorsa, bana karşı açık bir haksızlık yaparsa işte o zaman benim şansım döner. Başka türlü bir kaygım yok. Bizim sınıftakı arkadaşların çoğu okudukları derslerin çok gerisinde, onlar böyle oldukça iyi bir öğretmen beni bile bile incitmez. Ben öyle düşünüyorum. Yeni Türkçe Öğretmenimiz biraz Fikret Madaralı Öğretmenin eşine benziyor. İlginç bir sav ortaya atıldı. Bugün Eğitimbaşının evi yerleştirilirken yardım eden kızlarla Eğitimbaşının eşi hiç konuşmamış. Kendini büyük görmekten olabilir mi? Bir süre bu konuşuldu. Sefer Tunca ise:

-Ne var bunda üç yıldır okulumuzda bulunan Nahide Öğretmen de erkek öğrencilerle hiç konuşmadı. Oysa hiç de büyüklük taslayan bir öğretmen olmadığını uzaktan da olsa hep gördük. Bu üç yıl içinde kimseyi incitmemiştir! Mustafa Saatçı:

-Ben hariç! deyince herkes sustu;yoksa Mustafa Saatçı’yı incitmişmiydi? Konu anlaşıldı: -Nahide Öğretmen o denli cıddi, saygın bir insanmış ki, onun bu tavrı nedeniyle Mustafa Saatçı SS’ye yaklaşamamış. Herkes güldü:

-Hadi oradan yalancı, sen öğretmenden değil kızdan korkuyorsun! Birden sessizlik oldu, yüzler kapıya döndü. Eğitimbaşı gülümseyerek girdi:

-Ne var yani, aramızda bir fark kalmadı, biz de ailecek aranıza katıldık, sizin gibi Kepirli olduk! dedi. Sami Akıncı, Mehmet Yücel, İsmet Yanar:

-Hoşgeldiniz! dediler. Sami Akıncı derslerin başlama gününü sordu. Eğitimbaşı:

-Derslerin durumu, başkaca öteki işlerin ele alınıp yürütülmesi üstüne Okul Müdürümüz cumartesi günü sizinle konuşacak! dedi. Eğitimbaşı derslikte gezerken ilgimizi çeken yeni bir duruş sergiledi: “Elleri, dirseklerinden kırılmış, bilekler bir birine sarılmış göbeğininüstünde oladak gezindi. Konuşurken de zaman zaman sağ eli sol dirseğinin üstünden tutup sol elinin üç parmağını avucuna yumarken baş parmağı ile işaret parmağını açarak çenesine dayadı. Bir ara tam karşımızdaki tahtanın önünde öyle durunca arkadaşlar Mehmet Aygün’e baktılar. Mehmet Aygün çekindiği için gözlerini sıraya dikip kimseye bakmadı. Eğitimaşı gidince kısa bir sessizlikten sonra gözler Mehmet Aygün’e döndü ama Mehmet kesin koşul koydu. : “

-Ben tanımadığım insanların taklidini yapmam. Giden Müdürümnüzü çok seviyordum, onun bana zarar vermeyeceğini biliyordum. O nedenle o şakaları yapıyordum. Beni seviyorsanız, bana bu tür takılmaları yapmayın!

Yatınca Eğitimbaşının konuşmalarını anımsadım, bakışlarını, sorularını, şakamsı sözlerini değerlendirdim. Kesinlikle haklı olduğu taraflar çok. O işinde başarılı olmak için bizleri çalıştırmak zorunda. Oysa bizim arkadaşlar daha az çalışmak niyetinde. Belki de onlar bu niyetleri seziyorlar. Onlar benzer çalışma yerlerinden geldiklerine göre burada aksayan işleri kesinlikle görmüşlerdir. Buradaki işlerin aksadığını bilmeyen var mı ki? Bu yaz boyunca yapılan üç öğretmen evi bile ancak bitti. İşlerin böyle olmasının nedenini kesin bilmemekle birlikte ben sezer gibiyim. Daha temmuz aylarında gerekli kereste alımı durduruldu. Öğretmenler bundan bir süre tedirgin oldular. Hamdi Öğretmenin Çanakkale taraflarına gidiş-gelişleri bir aksaklığın belirtisiydi. Sonra da sanat öğretmenlerinin ayrılması tevatürü çıktı. Gidiyor-gitmiyor derken eylül ayına girildi. Tam keresteler geldi, bu sıra da yeni öğrenci alımı, onlara yer hazırlama ön plana alındı. Bunlar biterken tüm öğretmenleri ayrılması geldi. Böyle bir değişimin aksaklıkları doğal olarak vardır. Yeni gelenler bu aksayan işleri tamamlamak zorundadırlar. Oysa bizim arkadaşlar, eskilerin çok iyi olduğunu, onlar üstüne övgüler yağdırılmasını bekliyorlar. Özellikle bizim istediklerimizin çoğunun yapılmayacağını biz Hasanoğlan’da anlamış gibiydik. Hasanoğlan Köy Enstitüsü temeli atıldığı 18 Temmuz 1941 günü Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Şube Müdürü Ferit Oğuz Bayır, Tören için bayrak tutan arkadaşımı Hüseyin Serin’e sormuştu:

-O başındaki kasket ne? Köy Enstitilerinde var mı öyle bir şey? demiş, az ileride Eskişehir-Çiftelerden gideceği yeri olmadığı için sığıntı olarak aramıza gelmiş bulunan Abdullah Özkucur’u göstermiş:

-Onun gibi sade olacaksınız! Oysa Abdullah Özkucur sade falan değil, gideceği bir yeri bulunmayan kimsesiz bir arkadaştı. Tören günü giydiği giysiler de sanırım bir arkadaşından tören için ödünç alınmaydı. Çünkü öteki günlerdeki kılığı acınası bir durumdaydı. Özellikle bizim konuğumuz olduğu için kendisini yakından izliyorduk. Onun bize örnek gösterilmesini, Ferit Oğuz Bayır anlayışındaki yöneticilerin gelecekte bize hazırlanan giysi kısıtlamasının belirtisi saymamız bundandı. Nitekim aradan bunca zaman geçmesine karşın ceket pantolondan geçtik, çamaşır, ondan da geçtik birer havlu bile verilmedi. İşin acı uyanı, Hasanoğlan’dan dönünce yorganlarımızı da evlerimizden getirdik.

Bunları anımsayınca uykum kaçtı. Ne iyi, arkadaşlar yakınacak şeyler bulduğunu sanıyor ama buldukları entipüften şeyler, asıl hakkımız olan konulara teğet geçip gün dolduruyorlar. Yeni gelen Müdürün eşi kentli gibi giyinmiş, kızlarını da cicilibicili giydirmiş geldi. Bizim kızlar ise asker kumaşı pantolonla dolaşıyor. Niçin? Onlar giyinmeyi öğretmen olduktan sonra mı öğrenecekler. Fotoğrafçı Gültekin Ağabeyin sözünü unutamıyorum:

-Okulunuz 30 kişiyken çektiğim fotoğrafların sayısını, 300 kişi olduğunuzda da aşamadım. Bunun nedenini merak ediyorum! demişti. . Merak edecek ne var! arkadaşlar bu kılıkla fotoğraf çektirmek istemiyorlar. Ben bunu çok iyi biliyorum. En az yirmi arkadaş benim ceketlerimle fotoğraf çektirdi. Ertuğrul Ağabey bana takılmıştı,

Resimleri gösterdi. Sıralanmış değişik kişilerin fotağraflarında benim mavi çizgili gri ceketim vardı. Ertuğrul Ağabey:

-Bundan sonra senden para almayacağım! deyip gülmüştü.

 

22 Ekim 1942 Perşembe

 

Yakışıklı Yakup sataşmaları içinde kalktık:

-Yakup haklıymış! diyen oldu. Birden bir gürültü koptu. Mehmet Başaran dün nöbet sırasını atlatmış. Yerine Hüsnü Yalçın tutmuş. Mehmet Başaran da 78 Hüsnü Yalçın yerine tutacakmış. Ancak o bugün tutmak istemiş. Yakup bağıra çağıra açıkladı:

-Bu kadar açıkgözlük olmaz. Dün canı istemedi nöbeti atlattı. Sonra hesap yaptı, değiştiği arkadaşın nöbet günü pazara geliyor. Pazar günü nöbet işine gelmedi bu kez kalktı bugün tutacak:

-Çok bekle tuttururlar sana! deyince Yakup’a takılanlar oldu:

-Ayıp! Yakup bu kez de ayıpçılara çıkıştı:

-Ayıp sözü ortada bir ayıp olunca söylenirse yerini bulur, koca karılar gibi yersiz kullanırsanız, aradığınız şeyler de sizi bulur! deyip gitti. Konuşanlar oldu bu kez de Arif Kalkan parladı, “olaya neden olanın üstünde durmuyorsunuz da hakkını savunanlara çıkışıyorsunuz!” Mehmet Başaran’ı göstererek :

- Bu adam dün nöbetini neden tutmadı, ona sordunuz mu? Dün tutmadığı nöbeti bugün tutmakta neden diretiyor? ”Mehmet Yücel Arif’in kolundan tutup götürdü. Mekir Temuçin Mehmet Başaran’a eliyle:

- Başaramadın! anlamında işaret yapmış, Başaran ona kötü bir söz söyleyince Bekir:

- O söylediğinden sen on tane hakettin, hadi git revire de rahat ye, dedi. Söylenen sözün ne olduğu sorulurken Eğitimbaşının sesi duyuldu: “

- Bu sabah kalkmalarını bir kurala bağlayacağız. Yatakhanlerde kahve sohbetleri yapılmamalı, yapılırsa buna engel olacağız! dedi.

Derslikte tedirgin bir hava esti. İsmet Yanar:

-Önümüzdeki günlerde hepsini düzelteceğiz arkadaşlar, sizin bir çok yeriniz bozulmuş onlar hep düzelecek! dedi. Mustafa Saatçı:

-Benim midem bozuk, düzeltir misin? sorusuna Yusuf Asıl:

-Bozuklar düzeltilmez, sana yeni bir mide gerekli! yanıtını verdi. Mehmet Yücel:

-Alırken dikkat edin, çiğ mercimekleri, nuhutları iyi öğüteninden olsun! Gülüşler arasında bir çok arkadaş, alacakları midelerin özelliklerini saydılar. Sami Akıncı gülerek:

-Sizin bu konuşmalarınızı hiç dinlemiyorum, daha doğrusu dinlemek istemiyorum ama kimi zaman o denli saptırıyorsunuz ki, kendimi tutamıyorum;bakın şimdi söylediklerinizin hepsi yani istediğiniz tüm midelerin özellikleri geviş getiren canlıların türünden mideler! Sami sözünü bitiremeden önce bir gülüşme oldu arkasından da sorular yağdı:

-Yani bizi hayvan mı yaptın? ”Sami sordu:

-Ben sizi bir şey yapmadım, siz kendiniz öyle olmak istediniz, ben de yeni modelinizi belirttim! Konuşmalar bu kez değişti birileri etobur mides isterken , kimisi tek tırnaklı olsun! Salih Baydemir:

-Ne var yani burada her işi yaptığımıza göre midelerimiz de birkaç türlü olabilmeli! “En doğrusunu Salih Baydemir sözledi! ”sözleri arasında bir de “Kara Salih” diyen oldu. Salih sesi saptayamadı az durdu:

- Bunu söyleyen mide falan aramasın, bir daha böyle ağzını bozarsa kafa aramak zorunda kalacak! ”deyip yürüdü. Kahvaltıya oturunca arkadaşlar “Kara Salih”diyenin kim olduğunu söylediler. Salih güldü:

- Dediğimi yapacağıma sanmıyorsunuz herhalde! ”deyip mercimek çorbasına kaşığı salladı. Talat Tarkan Öğretmen geldi, doğrudan öğretmen masasına oturup kahvaltısını etti. Hilmi Altınsoy:

- Arkadaşlar, bu yeni yöneticilerimiz çok akıllı insanlar, kaç gündür dikkat ediyorum şu adam ne zaman çay peynir ya da zeytin varsa gülümseyerek masaların arasında dolaşıyor. Mercimek ya da bulgurlu ılıksu olduğu zaman masaya oturup az sonra da sıvışıyor! Hasan Üner:

- Hiç değilse gelip bizimle birlikte oluyor, ötekiler hiç gelmiyor! deyince Hilmi:

- Sen öyle san, yarın evini taşıyınca o da gelmeyecek, şimdi yalnz olduğu için geliyor! deyip güldü. Mehmet Aygün Hilmi’ye sordu:

- Bunun akıllılıkla ne ilgisi var? Sen söze bu adamların akıllı oldunu söyleyerek başlamıştın bu akıllılık değil düpedüz açıkgözlük, bizi aptal yerine koymaktır! Hilmi : -Bunlar ortalıkta dolaşıyor, biz varız, sizi izliyoruz, haberiniz olsun! Bir kusurunuzu görürsek gözünüzün yaşına bakmayız! demek istiyorlar! Burada Hilmi’ye ben de katıldım: -Karaağaç’a gittiğimizde eski öğretmenlerimiz de böyleydi. Nitekim ayrıldıklarında üzüldüğümüz üç arkadaşımızı da bu anlayıştan ötürü okuldan uzaklaştırılmışlardı. Mürefteli Mustafa, Manikalı İsmail, Çeneli Kemal neden ayrıldılar, suçları neydi? Mustafa’nın belli başlı suçu voleybol topuna ayakla vurmasıydı. İsmal’in suçu çok konuşması, şakacılığı, ya Kemal’in suçu neydi? ”O ayrılınca öğretmenlere sorduğumuzda:

- Kendisi ayrıldı, canı öyle istemiş! demişlerdi. Dikkatli olmazsak bunlar da birilerimiz için:

- Canı öyle istedi! diyebilirler. Hilmi dik dik yüzüme baktı:

- Abi, sen bizi iyice korkutuyorsun, ağızlarımızı kapatalım, konuşmayalım bari! Ben de:

- Korkmanın da cesaret gibi insanın içinden gelmesi gerektiğini; bu nedenle benim sözümden korkacağına düşünerek davranmasını, davranışlarını akıl denetimleri altında tutmasını önerdim.

Arkadaşlar topluca yeni ahır inşaatına gittiler. Bizim dörtlü atölyede bir süre Halis Öğretmeni bekledik. Öğretmen Tarım bölümüne gitmiş, orada çalışanlara işlerini gösterdikten sonra bize geldi. . Az sonra da Talat Tarkan Öğretmen geldi. Talat Tarkan Öğretmen önce kendi özelliklerinden söz etti. Çalışmalarda ayrıntılara önem verdiğini, bir işe girişmişse o işin tüm ayrıntılarını hesapladığını saydı döktü. Örnegin iki soba altı ölçüsü verdi, onların hemen yapılmasını istedi. İki metre uzunluğunda iki direk istedi(10X10 cm. )onları yapıp götürdük. Son kontrollarımızı yaparken pencere kepenklerinden birinin kapanırken sıkıştığı söylendi. Halis Öğretmen bana gösterdi. Ben de:

- Pencere kepenginin sol kanadı az daha geri gidebilir! deyip tornavidayı sol elime aldım, menteşeyi sıkarken sağ elimle de çerçeveyi tutark sola doğru itmeye çalışıyordum. Elim, çerçevenin tam ortasından parmaklar dışarıda olmak üzere sımsıkı sola iterken öteki çerçeve , “Çat! ”diye parmaklarımın üstüne kapatıldı. Önce bir acı duydum:

- Kim kapattı onu? diye sandalyeden öfkeyle atladım. Halis Öğretmen sesimi duymuş, kapıdan geldi. Bir yandan sağ elimi sallarken bir yandan da olayı anlattım. Halis Öğretmen dondu kaldı:

- Ay, afedersin kepengi ben kapatmıştım. Hiç dikkat etmedim, bir kapağın açık olduğunu görünce itiverdim! dedi. Elime baktı, tuttu :

- Yok bir şey dedi ama, dirseğimden tutarak beni revire götürdü. Hemşire elime bakınca bir çığlık attı:

- Ne oldu, sana nazar mı değdi? Hiç revire gelmeyen bir sen kalmıştın! diye söylendi. Elimin üç parmağı da kabarmış, giderek boğuk bir ağrı duydum. . Dınk dınk eden, kolumdaki saatin tıkırtısına benzer bir düzenli vurma başladı. Hemşire elimden tutup musluk aktına götürdü. Suya girince elim uyuşur gibi oldu. Halis Öğretmen gidince Hemşire olayı bir daha sordu. Çerçevenin parmaklarım üzerinde ne kadar kaldığını sordu. Salt çarptığını söyleyince sevindi. Nedenini anlamadım ama hemşirenin sevindiğini görünce ben de rahatladım. Ellerimi musluktan çekince parmaklarımın morardığını görünce sevincim kısa sürdü, birden panikledim. Mosmor üç koca parmak. Parmaklarım pencereyi tuttuğum gibi çengelli; ne yumuluyor ne de açılıyor. Hemşire kaygılandığımı görünce elimi tuttu okşar gibi yavaşça eline aldı, hiç oynatmadan parmak uçlarımı çimdikledi. Tırnaklarımı tutarak parmak uçlarını oynattı. Bunu tekrar tekrar yaptı, acıyıp acımadığını sordu. Sıkı sıkı da doğru söylememi tembih etti. Parmak uçlarım sahiden sıkınca acımıyor ama az oynatılınca acıdı. Elim, avucumun içinde bir nesne varmış gibi öylece şiş. Hemşire avucumun içine bez doldurarak elimi yumak gibi sardı. Bu gece başka bir şey yapılamayacağını, istersem revirde yatabileceğimi önerdi. Revirde kalmadım, çıkıp dersliğe gittim. Arkadaşlar sordular. Elimi kestiğimi, kanamaması için de sarıldığını anlattım. Olayın olduğu an da öğretmenle benden başka kimse yoktu. O nedenle birlikte çalıştığımız Hasan, Yusuf, Recep(Onlar atölyeyi toplama gitmişti, ben de gitmek üzereyken sözde bir vidayı sıkıştıracaktım) de olaydan habersizdi. Onlar da şaşırdılar. Sağ kolum bağlı olarak sıraya oturup edebiyat kitabını karıştırdım. Kolum giderek bileğime dek şişti. Sargıyı açmadım ama sıcaklıktan şiştiğini anladım.

İlk büyük acıyı ranzaya çıkarken duydum. Dirseğime dek bir sızı oldu. Uzun süre de bir zonklama sürdü. Uyuyamayacağımı anlar gibi oldum ama gene de yatağımda kalmakta direttim.

 

23 Ekim 1942 Cuma

 

Arkadaşların seslerine uyandım. Çok sevindim. Hiç uyuyamayacağımı sanırken tüm gece uyumuşum. Kolum dirseğime dek uyuşuk. Arkadaşlar yeni yeni önemsemeye başladılar. Halil yardım etmek istedi. Kadir çok üzgün:

-Abi ben dayanamam senin böyle rahatsız oluşuna! dedi. Kadir'in içtenlikli kon uşması beni çok sevindirdi. Oysa arkadaşlar Kadir'e takıldılar:

-Açıkgöz, dinlenme alacağını anladın, onun yerine geçmek istiyorsu! , gibilerde takıldılar. Dersliğe giderken görenler çevremde toplandı, üzgün bakışlarla:

“Geçmiş olsun! ” dediler. Derslikte ben gene kesikten söz edince Recep Kocaman birden bana:

-Senin sakladığın bir olay var, sen bizimle gelirken öğretmen seni çağırdı döndünüz, elinde kesecek ne vardi ki elini kesesin? deyince doğruyu söyledim. Arkadaşlar bu kez tümüyle üzüldüler. Ad vermediler ama, birinin dikkatsizliğini de hoş görmediklerini belirttiler. Mehmet Yücel:

-Gel de ağlama şimdi gidenlerin ardından! diyerek ayrılan öğretmenlerimizin değerini bir daha belirtti. Kahvaltıya elim kemerimin üstün gittim. Oynatmayınca ağrı olmadı, buna da sevindim. Yalnız üç parmağımız tırnak tarafları sürekli kaşınır gibi kıpırdıyor ya da bana öyle giliyor. Kahvaltıdan sonra revire gittim. Hemşire sargımı açtı, elim şiş, rengi de mosmor. Parmaklar şişince birbirlerine dayanmış, kendim kımıldatamıyorum. Hemşire bezleri açtı, yağlı gibi bir suyla sildi, cildini yumuşak tutar, doktorluk bir durum yok;istiyorsan deftere yazayım git, doktor görsün. Bence pazartesi günü kendisi gelecek, o zaman söyleyeceğini söyler ! dedi. Fazla ağrı olmadığı için gitmek istemedim. Dersliğe dönerken Namık Öğretmenle karşılaştım. Namık Öğretmen karşımda durdu, dikkatli bakmadan yandan geçmeye çalıştım;bu kez de yan yan gene önüme geçti, önce güldü. Eliyle dirseğimi tutarak:

-Bu hal ne? ” diye sordu. Olayı anlattım. “Vay, vay, vay! ”diyerek üzüntüsünü belirtti. Arkasından da:

-Bu durumlara ben çok düştüm, acısını iyi bilirim! deyip bizim dersliğe doğruldu. Birlikte dersliğe girdik. Namık Öğretmen, yapılacak çalışmalar için açıklamalar yaptı. Bana, kendisi beni çağırıncaya dek derslikte beklememi tembihleyip arakadaşları alarak gitti. Arkadaşların bana bakarak ayrılıp gitmeleri, çoğunun üzülerek, birilerinin kuşkulanarak bakışı elimin acısını unutturdu. Nedense kendimi suçlü gibi düşündüm. Elimi yokladım; “Tek elle de olsa çalışırım! ”deyip gitmeyi düşündüm. Ancak kolumu dirseğime dek kıpırdatmaktan da korktum. Öyle dururken Yusuf Asıl gülerek geldi:

-Namık Öğretmen seni çağırıyor:

-İbrahim boş oturursa canı sıkılır, gelsin severek yapacağı bir iş var! demiş. Yusuf neşeli neşeli söyledi ama ben sözlerinden, kendime göre alınacak bir yan buldum:

-Yapabileceği bir iş! Bu ne demekti? Öyleyse bendse önemli bir eksiklik belirdi! Arkadaşların yanına gittim. Onlar işbölümü yapmış, harıl harıl çalışıyor. Namık Öğretmeni ararken Besim İyitanır Öğretmenle karşılaştım:Geçmiş olsun! dedikten sonra bir elini omuzuma koyarak beni Tarım binasına doğru döndürdü. Kapıya gittiğimizde. (Hikmet Öğretmen de ortadaydı. )Beni göstererek:

-Bizim en iyi çiftçilerimizdendir. Hemşeri sayılırız, daha önce buradaki görevini sadakatle yaptı. Ona güvenim tamdır. Bir kaza geçirmiş ama bizim işlerimizi görür! Hikmet Öğretmen elime ne olduğunu sordu. Olayı anlattım. Bu kez Besim İyitanır Öğretmen geldi önce dirseğimden tutup oynattı. Sonra da bağı çözüp elime baktı. Hikmet Öğretmen üzülerek iyice morarmış! deyince Besim İyitanır Öğretmen morarması önemli değil eziklik derececi önemli. Deri zaten az ezilse de hemen morarır. Acının derinliği önemli! deyip önce küçük parmağımın ucunu çimdikledi. Sonra da sıra ile aynı şekilde öteki parmak uçlarını benzer şekilde çimdikledi. Her çimdikte küçük parmakla arasındaki farkı sordu. Bunu birkaç kez tekrarladı. Çimdikler arasında fazla fark olmadığını söyledim. Besim Öğretmen gülerek:

-Beni atlatmak için konuşma, bu senin sorunun. Sahiden fark yok mu diyorsun? Olmadığını söyledim. Bu kez:

- O zaman korkma, önemli bir şey yok, kısa zamanda geçecek. Benim başımdan birkaç kez benzerleri geçti. Kırık dökük bir şey yok, ezilme var. Nazik yer, kan toplanıyor, dağılması zorlaşıyor. Kolunu zorlama. Sardığın beze azıcık bal sür, dışarıya taşırma arılar, başına toplanır! diye güldü. İçeriye girdik. Arkadaşımız Ali Güleren burada nöbetçiydi. Ben onu gözlerimle ararken Besim Öğretmen anladı: “Ali izin aldı gitti. Önemli bir sorunu varmış, izini uzabilir, o nedenle sen yalnız kalacaksın. Hikmet Öğretmen sana öteki sınıflardan arkadaş verecek! dedi. Yapıkacak işler kapı arkasında Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenın yazdığı şekliyle duruyor. Yazıyı bir daha okudum. Bir süre öyle bekledim. Yakında çalışan arkadaşlardan gelenler oldu. Bal yeyip yemediğimi soranlar, takılanlar oldu. Bu arada yardımcılarım da geldi Şerif Özvardar, Muhsin Önal ikisini de daha önceki çalışmalardan tanıyordum. İkisi de uyumlu arkadaşlar. Kapıdan içeriye girerken bile izin istiyorlar. Tek kusurla biri zayıf, biri biraz şişman.

Öğle yemeğine daha rahat olarak gittim. Özellikle Besim Öğretmenin elimi kontrol edip umutlandırması içimi rahatlattı. Kolumu sallamayınca eksikliğimi duyumsamıyorum bile. Yemekte Ali Güleren’in izinli gitmiş olduğunu söyleyince arkadaşlar güldü. Ali, yeni değil üç dört gün önce gitmişmiş. Yemekten çıkarken Müzik Öğretmeni gördü: -Geçmişolsun! dedi. Piyano akordu için Selahattin Yücesoy’un bu akşam geleceğini söyledi:

-Yarın sen de gel, neler yapıldığını, nasıl yapıldığını gör! dedi. Buna da sevindim. Tarım bölümüne gittim. Başka zaman kitap götürüp okuyacağım. Bu ilk günde bunu yapmak istemedim. Öğleden sonra Besim Öğretmen geldi:

-Pazartesi günü, elini saracak özel yapılmış mumlu bez getireceğim. O bez çürüklüğü çabuk geçirir. Eczacı Nezihe Hanım bu işleri doktorlardan daha iyi bilir;ben de ondan öğrendim! dedi. Yardımcılarımdan Şerif sandığımdan daha konuşkanmış, durmadan buldu, buluşturdu sorular sordu, Suskun Muhsin’i de beni de konuşturdu. Yeni öğretmenlerin çoğunu tanımışlar, bu arada onları öğrendim. Paydosta arkadaşlar dağılırken İsmet geldi, beni neşeli bulduğunu söyledi, buna çok sevinmiş. Besim İyitanır Öğretmenin ilgisini anlattım. İsmet:

-Dayı o adam aslında çok iyi ama dobra dobra konuştuğundan kimi zaman karşısındakilere dokunduruyor. Bu nedenle de pek sevilmiyor. Gerçekte o çalışanları seviyor. Bizim arkadaşların da tembel takımı ona karşılar. Onların etkisiyle bizler de adamın aleyhinte tavır alıyoruz! Ali Aga’nın izinli gidişine İsmek de inanamadı:

-Kaz Ali tatilleri bile okulda geçirmek isterken bu izin de nereden çıktı? diye sordu. Dersliğe birlikte döndük. Derslikte bayram günleri tartışması var. Geçmiş Ramazan Bayramı gün olarak ne zamandı? Bana soran oldu 8-9-10 Eylül olarak söyledim. 6-7-8 Eylül diyenler oldu. Tartışmadım:

-Ben öyle not etmişim, bir iki gün farklı olabilir! deyip sustum. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün geldiği gün konu edildi. Onda direttim:

-5 Eylül 1942 Cumartesi günü. Çünkü onda yanılmam söz konusu değil, hem notlarımı aynı gün yazdım hem de olayın içinde olduğum için yıllar sonra bile olsa unutmam sözkosu olamaz. 5 Eylül 1942 Cumartesi saat 13’oo Bayrak çekmek üzereyken geldi. Sami Akıncı da beni destekledi. Gelecek Kurban Bayramı soruldu. Bayramlar arasında 2 ay on günlük ara olduğunu daha önce öğrenmiştik. Ona göre Kurban Bayramı 18-19-20-21 Kasım günleri olması gerekir. Bunu kesin diyemiyoruz. Artık yıllara göre belli yıllar bir gün sonraya kaymaktadır. Böylece hesaplarda hemen hemen her zaman bir hatta iki gün yanılabiliriz. Bu yanılgıyı kimi zaman kişiler değıl kurumlar da yapabilirmiş. Bunu Fikret Madaralı Öğretmen de Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen de anlatmıştı. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen bu konuda Nasrettin Hoca fıkrası anlatmıştı: “Hoca Şölen sofralarını severmiş, Akşehir’de bayram görevlerini yerine getirip bolca yeyip içtinten sonra keyifli bir gün geçirmiş. Bayram öncesi başlayıp da yarım kalan bir işini sürdürmek üzere devrisi gün işi olan köye gitmiş. Bir de bakmış ki o köy bayramı bugün yapıyormuş. Hoca açık vermeden bayrama geldiğini söyleyip şölen sofrasına oturmuş. Yenmiş içilmiş, söyleşiler yapılmış. Hoca söyleşilere katılmış ama kafasından da cin fikirler gelip geçiyormuş. Akşam yatınca kesin karar vermiş:

- Dün Akşehir Bayramıydı, bugün buranın, öyleyse yarın da bir başka yerin bayramı olabilir! deyip sabah erkenden hazırlanmış. Hocayı konuk eden ev sahibi:

- Hayırola Hoca, birden ayaklandın önemli bir işin mi var? Hoca:

- Sorma dostum, komşu köyde bir vefalı dostuma borcum vardı, bayramda getirmek üzere söz vermiştim, şimdi anımsadım, gidip vereyim! Ev sahibi:

- Haklısın Hoca, söz yerine getirilirse makbul sayılır, iyi yolculuklar! der, Hocayı uğurlar. Hoca kendi kendine konuşur:

- Haydi Nasrettin, bayramı 1. 2. 3. gün olarak uzatırlar, 1. gün yapılan şölenler o gün biten öteki günlerin adı bayram olarak anılır. Gerçek bayramı bu kez yapıyorsun bayramın üç günü de 1. gün olarak! Eşeğini okşayarak gideceği köyer varır. Köyde bir sessizlik vardır. Hoca biraz şaşkın etrafına bakınır. Sonunda bir kişi ile karşılaşır. Köylü Hocadan önce hayretle sorar:

- Hayrola Hoca! mübarek bayramda gelmedin de bayram sonuna mı kaldın? Köyde şu anda kimseler yok. Herkes Bayram günleri geciktirdiği işleri sürdürmek üzere dağıldı! der. Meğer o köy bayramını daha önce geçirmişmiş. Hoca kendi kendine söylenir:

- Nasip olsaydı önce buraya gelirdim! deyip Akşehir’e yollanır.

Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin Nasrettin Hoca fıkrasına hiç duymamış gibi gülenler oldu. Bayramların hesaplanmasını babamın da bildiğini babama göre bayramlar 36 yıl sonra gene aynı tarihe geliyormuş! ”dedim. Sami Akıncı gülerek: “Bir şey söyleyebilir miyim? ”diye sordu. Sami: “36 yıl sonra yuvarlak olarak gelir ama aynı günler olmaz! ”deyince konuşmalar kesildi, yüzler bana döndü. Ben:

-Babam öyle söylüyor ama ben de bunu düşündüm artık yıllar var. 4 yılın biri artık yıl, 36 yılda 9 artık gün. Bu günleri serpiştirdiğimizde günler kesinlikle değişecektir. Ancak ben bunu bir türlü hesaplayamadım. Sami Akıncı gene güldü: “Sen hesaplayamamışsın ama nasıl yapılacağını bulmuşsun. Söz gelimi 1942 yılını esas al, geçmişe doğru 36 yıl sırala, artık yılları say, 4’er 4’er izle bulacağın sayı tıpatıp uyar. 1942 yılı 8-9-10 Eylül olduğuna göre 1906 yılının bayram günleri çıkacaktır. Sami’ye yeşekkür ettim, bunu yapacağımı söyledim. Sessizce bizi izleyen arkadaşlar birden kahkaha attılar. Fettah başta olmak üzrere bir çok arkadaş:

-Ya, bunlar ne konuşuyor, ne lazım bize bunlar! dediler. Bir süre gülenler oldu. Sami Akıncı Arşimet’ın “Buldum! ”(Eureco) sözünü anımsattı. “Adam hamam tası elinde buldum! ” diye bağırmış ama o buldum sözü koskoca bir bilimimn doğumunun müjdesi olmuış! Hoş o bilim de size lazım değil! deyim sırasına döndü.

Halil yavaşça:

-Kafirlerin sana öfkesi sürüyor, Sami’ye karşı olmayışına da şaştılar! dedi. Kimleri kastettiğini bildiğim için önemsemedim. Konuyu değiştirdim. Ali Güleren’in izinli gidişini Halil Basutçu da kuşkuyla karşıladı:

-Ne adam şu Ali Aga? kimseyle bir ilişki kurmadı, 4 yıldır bir aradayız, kimin nesidir hiç birimiz bilmiyoruz!

Yat zili çalarken yarın Okul Müdürünün yapacağı konuşma üstüne varsayımlar yapılarak yatıldı. Ben, gelecek olan Kırklarteli Ortaokulu müzik öğretmen Selahattin Yücesoy’u düşünerek yattım. Hasan Amcamla tanışıyorlar, amcamı soracağım. Ya ilgilenmez, ya, “Hı! ” deyip geçiştirirse? Kendi kendimi korkuttum, sormamaya karar verdim. Yatınca kendimi dinledim;elim sıcak sıcak kaşınır gibi oluyor. Parmak uçlarımın canlandığını duyumsuyorum. Sıkı bağlı olmasa parmaklarım oynayacakmış gibi bir iyimserliğe kapıldım. Kendi kendime güldüm, bir süre gülümserliğim sürdü. Hasan Gülümseri anımsadım. Gündüz sürekli gülümsüyor, yatarken ya da bir sıkıntısı olunca ne yapıyor? diye düşünürken uyumuşum.

 

24 Ekim 1942 Cumartesi

 

Uyanan soruyor, “Müdür Bey ne konuşacak? ”Gene aynı benzetme:

-Çoban Mehmet gibi konuşmasın da ne konuşursa konuşsun! Çoban Mehmet Kastamonu’dan gelmişti, bu Trabzon’dan. Trabzon! dan olduğunu kim söyledi? 4 Mehmet öyle duymuş! 4 Mehmet bağırdı:

-Kim uydurdu bunu? Ben öyle bir şey duymadım da söylemedim de! İdris Destan’ın adı geçti. İdris bu tur söylentilerden çok korkuyor:

-Rica ederek kalktı, rahatsız olduğunu, böyle olaylara karıştırılmak istemediğini belirtti. Sefer Tunca ortalığı yatıştırdı:

-O sözü ben söyledim, üzülmeyin, sizler Rize, Kars, Artvin hatta Batum demiştiniz o zaman ben de Trabzon demiştim. Herkes güldü. Oysa olay hiç de öyle değildi. Derslikte arka pencereler önem kazandı. Şimdiye dek asfalta bakan pencere önünde yığılma olurken bu kez Öğretmen Evleri tarafı dolmaya başladı. . Biz arkada oturanlar bundan rahatsız olmaya başladık. Ben, benim tarafı yasak ettim. Halil iyiden iyiye sinirlendi, Mehmet Yücel’le yer değişikliği yaptı. Bundan böyle Mehmet Yücel’le oturacağım. Mehmet tam köşeyi istiyor. Nedenini pek anlamadım ama sevdiğim bir arkadaş, onunla oturabilirim.

Kahvaltıda arkadaşlar yeni öğretmenden söz ettiler, uzun boylu, artist gibi biriymiş. Kahvaltı masasına baktım. Artist gibi dedikleri Selahattin Yücesoy, gelecekti, gelmiş. Müzik Öğretmeni ile birlikte kahvaltı ettiler. Sevindim ama arkadaşlara bir şey demedim. Müzik Öğretmeni bana:

-Sen de gel! demişti, ne zaman nereye geleceğim acaba? Bunları düşüğnerek kahvaltı ettim. Kahvaltıdan çıkınca Müzik Öğretmenini bekledim. Öğretmen beni görünce el etti:

-Çalışmaya Bayrak Töreninden sonra başlayacağız, biz şimdi Lüleburgaz’a gidip döneceğiz! dedi. Sevindim. Muhsin’le Şerif beni bekliyormuş, birlikte Tarım binasına gittik. Önce Namık Öğretmen geldi:

-Ağrı, sızı durumunu sordu. Ağrımadığını söyleyince:

-Korkuttun bizi be İbrahim, hadi geçmiş olsun. Böyle olaylarda ilk 24 saat, deyip dikkatle izlerler. Hele 48 saat geçince geçmiş olsunlar başlar. İşin içinde tırnak olunca oldukça uzun süreceği için kaygılanmıştım. Ağrı sızı olmadığına göre tırnaklar yerinde, demektir, ötesi o denli önemli değildir, ezikler çabuk düzelir! ”deyip gitti. Besim İyitanır Öğretmen bugün gelmeyecek. Hikmet Öğretmeni bir süre bekledik. 7. sınıf erkek öğrenciler topluca geldi. Onlar da bir süre beklediler. Recep Türköz elimi göstererek:

-Geçmiş olsun! dedi. Onu görünce tüm çocuklar üzüldüklerini söylediler. İlk soruları: “Akordiyon çalamayacak mısın? ”Ezikliğin önemsiz olduğunu, çabuk geçmesi için sardığımı, ağrı-sızı olmadığını tekrarladım. Çocuklara anlatırken kendim de söylediklerime inanmaya başladım ama elimin sarılı olduğuna bakınca ikircil bir duruma düştüğüm de ayırdındayım. Daha iki gün oldu. Hemşire pazar günü gelmemi söyledi. Bakalım o ne diyecek? Hikmet Öğretmen geldi. Soğan-papates sökme işine gittiler. Sepet, çuval çepin, çatal bel, tırmık aldılar. Muhsin saydı, teslim etti, teslim ettiklerinin adını yazdı. 7 ÇepinHüseyin Yalçın, 7 Çatal bel Mustafa Çörek, 7 Tırmık Celil Altın. Şerif arkadaşı Muhsin’in bu titzliğine “Çık, çık, çık! ”diyerek güldü. Yan gözle baktım;konuşmalarını dinledim, Şerif:

-Ulan oğlum, onlar aldıklarını getirirler;yiyecekler mi senin tırmıklarını? Muhsin, kapının yanına giderek asılı yazıyı gösterdi:

-Bak burada ne yazıyor? Birlikte okudular. Bu olay, bana da bir değerlendirma olanağı verdi:

-Şerif’in sürekli kaytarmaya çalıştığını, Muhsin’inse ağır aksak doğru davranmaya çalıştığını. Bir süre sonra atları sulamaya götürdüler. Gelince ikisine birden sordum: “Atlar rahat su içebildi mi? Muhsin:

-Başlarını kaldırana dek rahat bıraktık, içtiler! dedi. Bu kez de Şerif bana sordu:

-Neden sordun? Şerif’e:

-Bilmem, aklıma o geldi, belli olmaz, bakarsın sen atın başını sudan çekip getirmiş olabilirsin! Şerif ona kızdığımı anladı. Daha sonra değişik tavırlarla yaklaşmaya çalıştı. Ortaya sorduğum sorulara yanıtlar verdi, ilgili ilgisiz sorular sordu. Özellikle Öğretmenlik Bilgisi derslerinde neler okuduğumuz üstünde durdu, bu konuda kitaplar sordu. Dr. Halil Fikret Kanad’ın Pedagoji kitabı ile Pedagoji Tariği’nı salık verdim. Dikkatle yazdı, kitaplıkta olup olmayacağını arayacağını söyledi. Kitaplar bende olduğu için, nedense ben, “Kitaplıkta var! ”demedim. Çünkü tüm yakınlaşmasına karşın bende bıraktığı ilk tavırlarının olumsuzlukları tam silinmiş değildi.

Bahçedeki arkadaşlar erken döndüler. Soğanların tamamını, patateslerin de yarısını sökmüşler. Öğleden sonra papates sökme işini sürdüreceklermiş. Bunu duyunca Muhsin’in sessizliğine karşın Şerif bir :

-Eyvah! çekti:

-Öğleden sonra da çalışma var mı? Şerif’in tepkisini hoş görmeme karşın öğleden sonra ben de çalışma olsun istemiyordum. Buna karşın Şerif’i eleştirişimi ben de anlayamadım;duygularımın etkisinde kaldığım belli. Bu kez Şerif’e:

-Öğleden sonra önemli bir işin varsa, işini görürsün;nöbetleşe bekleriz, benim de bir süre işim olacak! dedim. Bu kez Muhsin:

-Siz işlerinizi görün ben beklerim, gerekirse yanıma arkadaş alırım! dedi. Tören Zili çalınca Kapıları kapatıp törene katıldık. Okul Müdürü konuşacak, beklentisi herkesi sarmış durumda. Selahattin Yücesoy da öğretmenler arasında. Merdivenlere boydan boya öğretmenler sıralanmış. Müzik Öğretmeni benim akordiyonla çıktı. Arkadaşlar bana baktılar. Halil dürttü: “Arkadaş, sen bunu kıskanmıyor musun? Akordiyonu benden daha iyi çaldığı için kıskanmadığımı söyledim. Bayrak inince Namık Ergin Öğretmen :

-Okul Müdürümüz sizinle topluca konuşmak istediler, dikkatle dinleyelim! deyip çekildi. Okul Müdürü önce durduğu yerden bir merdiven daha yukarı çıktı. Önce adını söyledi:

-İhsan Kalabay ! dedikten sonra eşinin de öğretmen olduğunu, iki kızıyla ailecek Kepirtepe’ye gelerek bize katıldıklarını gülümseyerek anlattı. Köy Enstitüsü davası üstüne sözler söyledi. Dünya Savaşının getirdiği sıkıntılara değindi. Tarkya halkının geçmişteki sıkıntılarını özetledi. Bunların anıları sonucu günümüzde de tedirginliğin sürdüğünü üzülerek gördüğünü anlattı. Sözü Kepirtepe’nin dört yılda dört göç yaşamış olması sonucu yerleşimini tamamlayamamış olması nedeniyle yerine tam oturamadığını belirterek, bir süre daha sıkıntılı bir yaşam sürüleceğini, bunu göze alarak bu görevi yüklendiğini belirttikten sonra çalışma anlayışını özetledi. Yönetici olarak çalışanları sevdiğini, “İşi sevmeyenin benim yanında yeri yoktur, böylesini görmek istemiyorum! ”deyip bir süre sustu. Zaman zaman karşılıklı konuşacağımızı, bizim sorunlarımız için bizi dinleyeceğini, zaman zaman da derslikleri dolaşarak bizlerle fikir teatisinde bulunacağını söyleyerek tüm öğretmenlere, öğrencilere başarılar diledi. Yeni öğrencilere de:

-Sakın, biz yeni geldik, deyip geri çekilmeyin, bakın ben de yeni geldim ama hemen işe koyuldum, bunu siz de örnek alın! deyince gülenler oldu. Gözlerim Namık Ergin Öğretmene takıldı. Namık Öğretmen düpedüz bu söze güldü. Bir önümdeki yeğenim İsmet kendi kendine konuştu:

-Sıkıntı dediklerin nedir, açıklar mısın? Açlıklık mı? Tüm kış boyu çamurda dolaşmak mı? Fısıltılar çoğaldı, arkasından, “Susssssss! ”Konuşmadan sonra yemeğe gittik. Yemekte, konu Okul Müdürünün dedikleri ile demedikleri karşılaştırıldı. Mehmet Aygün gülerek: -Dediklerini ben söyleyeyim, demediklerini de siz sıralayın! Yusuf bu öneriye karşı durdu, biraz da Mehmet’e çıkıştı: “Hep kolayına kaçıyorsun, dedikleri ne ki? Sıkıntı çekeceksiniz. Bunu ben de söylerim! ”Yusuf Asıl’ı zor susturduk. Mehmet Aygün sözünü geri aldı. Bu kez, bizim beklediğimiz ama Okul Müdürünün hiç uyaklaşmadığı sorunlarımızı sıraladık. 1. Yemeklerde bir düzelme olacak mı? 2. Giyebileceğimiz türden giysi verilecek mi? 3. Kültür derslerimiz yetkili öğretmenlerce doldurulacak mı? 4. Atölye çalışmaları gene okul gereksinimlerini tamamlamak için mi yoksa bizim öğretmenlik sürecinde karşılaşacağımız olası, sanatsal konulara yer verilecek mi? 5. Köyler atandığımızda bize atandığımız köyün özelliğine göre araç-gereç verilecekmiş. Bu verilecek araç-gereç kesinlikle bir öğrenme süreci geçirilmeden kullanılamaz. Bu öğrenme sürecini yaşayacak mıyız, yoksa, bunları kullanmak için o köyün insanlarına mı muhtaç kalacağız. Örneğin inek verilecekmiş. Buzağılı bir inek verildiğinde, Hilmi Altınsoy o ineğe nasıl bakacak, nasıl besleyecek, nasıl sütünü alıp değerlendirecek? Ben bunların hepsini yapacak durumdayım ama ben tam 5 yıl bu işlerin içinde yaşadım. Böyleyken yeni yavrulamış bir ineğin bakımını yapacağımı sanmıyorum. Çünkü onun kendine özgü incelikleri var. Yavru için de öyle. Verilecek hayvanlar için de birden çok incelikli sorunlar var. Hayvanların bakımları belli kurallara bağlıdır, söz gelimi yorgun hayvanların sulanması belli kurallara göre yapılır. Buna benzer sayısız sorunu biz hep köylülerden mi öğreneceğiz? ”Harun Özçelik:

-Benim kafam iyice karıştı. Bakın bunları ben hiç düşünmemiştim. Şimdi dinleyince birden korkuya kapıldım. Bunları yazalım, Okul Müdürüne yazılı verelim;yazıyı ben yazarım. Yazılı verince yanıtmalak zorunluğunu duyar, hiç değilse derslikte gelir konuşur! Şaka maka derken gerçekten önemli bir sorunumuza değinmiş olduk.

Yemekten sonra önce Tarım nöbetime gittim. Şerif’le Muhsdin de geldiler. Patatesçileri gönderince ben Müzik Öğretmenini görmek üzere ayrıldım. Öğretmenin odasının kapısı açıktı. Piyanonun tın tın tın eden sesi aşağılardan duyuluyordu. Doğrudan gittim. Öğretmen beni görünce:

-Nerdesin? seni arattım, kaldığın yeri kimse bilemedi! dedi. Selahattin Yücesoy’a beni gösterdi. Selahattin Yücesoy, müzik sevgimin nasıl başladığını sordu. Tam bunu bekliyordum;Hasan Amcamın ilk getirdiği zilli ağız mızıkasından başladım. Babamın çalgılı saatini, arkasından gramofonu ekledim. Selahattin Yücesoy gülerek:

- Hep böyle olur, bak işte o zilli mızıka senin için bir müziğe çağrı(Davet) olmuş onu getiren belki müzikle hiç ilgilenmemiş de olabilir! deyince hemen:

- Onu siz tanıyorsunuz . Ben sizi Hasan Amcamla birlikte çalarken izledim, amcam Kırklareli’de Hastane Müdürü ! deyince:

- Bak, bak, bak, nereden nereye! Şu bizim Hasan Erenler, o da bir müzik vurgunu yemişlerden, tanışırız, hem de iyi tanışırız! ”Hasan Amcamın soyadı Büyükerenler, nedense düzeltmeye kalkıştım. Selahattin Yücesoy gülerek:

- Biliyorum, biz aramızda şakalaşırırız. :

- Erenlerin büyüğü küçüğü olmaz;Erenler, zaten büyüktürler! deyip büyük sıfatını kullanmayız. İçtenliğimizi bildiği için o da bizim söylediklerimizden kırılmaz! deyip Müzik Öğretmenine bir süre Hasan Amcamın yaşamından kesimler anlattı. Bana dönerek: “Amcan, senin buradaki çalışmalarını biliyor mu? Ona anlatsam sevinir mi? Belli olmaz, o müzikten koptuğuna hep üzülmüştür. Senin de bir gün kopabileceğini düşünüp üzülebilir. Müzik üstüne şalışanlar ikiye ayrılır;Müziği zevk için öğrenenler, onu meslek edinenler. Sen önce öğretmen olacağına göre zevk için öğreniyorsundur. Bu güzel bir şey. Bak ben öyle değilim, benim babam öyleydi; geçimini sağlayan bir mesleği vardı. Bu nedenle ben, babamın yardımıyla kolay yetiştim. Sanrım bu kolaylık bana meslek seçme yolunu açtı Şimdi de bunu meslek olarak sürdürüyorum . Ben memnunum ama, beni memnun eden tarafı öğretmenliğimdir. Salt miziğe kalsaydı sanırım ben de amcan gibi başka bir işe atlayacaktım! ”Selahattin Yücesoy Öğretmen bir süre hem konuştu hem de elindeki bir eğri demirle piyano içindeki vidaları sağa sola çevirmeye çalıştı. Arada da: -Vay canına iyice paslanmış, kopmasa bari! türü sözler söyledi. Öğretmenler kendi aralarında konuşmaya başlayınca ben, izin isteyip ayrıldım. Benim amacım Selahattin Yücesoy Öğretmenle tanışıp, Hasan Amcama bir haber iletebilmekti. Tarım nöbetime döndüm. Şerif’i Hikmet Öğretmen patates çıkarmaya götürmüş. Hikmet Öğretmen: “Burada iki nöbetçi çok, bir kişi yeter! ”demiş. Muhsin benim orada olmayışıma sevinmiş: -Sen olsaydın beni de götürecekti! dedi. Şaka olarak:

- İstersen sen de git! dedim. Muhsin ilk kez işten yakındı:

- Yok ağabey, yerden patates toplamayı sevmiyorum;ayaküstü işlerden kaçmam ama sürekli eğilip kalkmak zor geliyor! Muhsin biraz şişmanca, belki de ondan ileri gelen bir zorlanma. Bizim sınıftaki şişmanlar da böyle işlerden kaçıyorlar. Hilmi Altınsoy, Abdullah Erçetin, Fettah Biricik sınıfımızın en butluları. Genellikle işlerden sıvışanlar da onlar.

Patatesçiler erken paydos etti. Muhsdin’le Şerif atları suladıktan sonra biz de paydos ettik. Muhsin ayrılırken onların nöbetlerinin bitip bitmediğini benden öğrenmek istedi. Benimle birlikte olmaktan hoşlanmış. Öğretmenden gene onları isteyip istemeyeceğimi sordu. Besim İyitanır Öğretmen gelirse söyleyebilirim! deyince Muhsin çok sevindi. Şerif bir süre baktıktan sonra: “Beni de söyleyecek misin? ”diye biraz sıkılarak sordu. Sorusuna yanıt vermeden ben de ona sordum:

-Seni niçin söylemeyeyim? Şerif, iyiden iyiye kızardı;boynunu bükerek iyi çalışmamış olabilirim! dedi. Bu kez de ben:

-Sen başlangıçta azıcık kaytarmaya kalkıştın ama sonra durumu kavrayıp düzeldin. Haftaya da birlikte olursak daha iyi çalışacağını umuyorum! dedim. Yüzü birden değişti, çok sevindi, Muhsinle el ele tutuşup az ilerideki futbol sahasına indiler.

Dersliğe giderken koridorda durup dinledim;Müzik Öğretmenin odasından ses gelmiyordu;gitmişler diye düşünerek dersliğe gittim. Derslikte piyano seslerini duyan arkadaşlar onu konuşuyorlardı. Piyano seslerinin bozuk olması arkadaşlar için pek önemli bir konu değil. Biraz mandolin çalışanlar akort sözünden bir şeyler anlıyorlar ama ötekiler piyanoyu teneke sanıyorlar. Kadir Pekgöz sordu:

-Hemşerim, akordiyonun akordu bozulunca sen ne yapacaksın? Atacağımı söyledim. Birkaç arkadaş birden:

-Şaka ediyorsun! dediler. Uzun uzun anlattım: “Akordiyonun tuşları bozulunca ancak İstanbul’da ustalarına gidip değiştirtmek olabilirmiş, o da her zaman değil, uygun parça elde olursa yapılabiliyormuş. Bu da bir şans işiymiş. İstanbul’a gidip boş dönmek de varmış. Buna harcanacak para ile yeni bir akordiyon alınabilirmiş. Akordiyon çalanlar bana böyle söylediler! dedim.

Kırklareli Ortaokulu Müzik Öğretmeninden söz edilince Başlar Mehmet Yücel’e döndü:Mustafa Saatçı: “İskelet, bak senin öğretmenin gelmiş, git elini öp! ”dedi. İsmet Yanar:

-Onu sınıfta bırakanın elini neden öpsün? diye sordu. Bu kez de birkaç kişi birden Mehmet Yücel’e dönerek, biraz da alaycı bakışlarla:

-Sahi sen tüm derslerden mi sınıfta kaldın? diye sordular. Mehmet Yücel:

-Aradan yıllar geçti, hangi derslerden kaldığımı anımsayamıyorum. Ancak benim, müzikle olduğu gibi dersiyle de aram hiçbir zaman iyi olmadı. Sözünü ettiğiiniz öğretmeni de o kadar yakından tanımam. Hele o beni hiç anımsamaz. O nedenle onu siz nasıl tanıyorsanız ben de öyleyim. Yusuf Asıl Mehmet Yücel’in sözlerine güldü. Bu kez Mehmet Yücel Yusuf Asıl’a sordu:

-4-5 yıl önce bir okula gittin, o okulun öğretmenlerinden biri gelse gidip kendini tanıtır mısın? Yusuf:

- Tanıtırım! deyince bu kez Salih Baydemir, Harun Özçelik, Mehmet Başaran, Bekir Temuçin Yusuf Asıl’a çıkıştı: “Atıyorsun, dört gün okula gittin, bu kısa zamanda öğretmen mi tanınır;okulun kapısını bile öğrenememişsindir! dediler. Arif Kalkan Yusuf’a Karaağaç’taki okulun kapısının hangi yöne açıldığını, İsmet, Alpullu’daki okulun kaçıncı katında yattığımızı sordu. Olay iyice Yusuf’un üstüne yıkılmıştı. Halil Basutçu gülerek;Hasanoğlan Ankara’nın doğusunda mı yoksa batısında mı? Bunu bilene bir aferinim var. Yusuf Asıl azıcık bocalar gibi oldu. Bu kez Mehmet Yücel yardımına koştu:

- Yusuf daha çocuk, o sorduklarınızı nereden anımsasın;onları ben bile unuttum! ”eyince Yusuf Asıl bu kez de katıla katıla gülerek, “Hasanoğlan, Ankara’nın güneyinde! ”deyince yüksek seslerle bir kaç kişi birden; “Yanlıııışşş! ”deyince Yusuf:

- Ben bu oyunda yokum, bilmiyorum, deyip sırasına kapandı. Mustafa Saatçı gene Mehmet Yücel’e döndü:

- Kurnaz iskelet;evirip çevirip sözü başkasına yıkıyorsun. (Yusuf Asıl’ı göstererek)Arkadaşlara hem daha çocuk, diyorsun hem de onlardan kendin yanıt veremediğin sorular yönetiyorsun! deyince Sami Akıncı Mustafa Saatçı’nın eteğinden çekerek:

- Biraz sussan ne olur kuzum? ”Arif Kalkan yüksek sesle:

- Kuzuya bak kuzuya! deyince gülenler oldu. Sami sordu:

- Ne deseydim ki? görüyorsunuz sürekli konuşuyor! “Susturucu daha uygun sözler var! ”diyenler oldu. Mustafa Saatçı:

- Karışmam haaaa. . ! derken Eğitimbaşı kapıdan girdi. Güleç bir yüzle: -Geldik, yerleştik;artık kapı komşuyuz, umarım sık sık görüşeceğiz! diyerek sıralar arasında gezdi. Sarılı elim sıra üstündeydi, o bize doğru gelirken yavaşça sıradan indirdim. Gördü, gülerek:

- Ne o boksa mı başladın! dedi. Ben de:

- O dediğinizin ne olduğunu bilmediğim için ona başlamadığımı söyleyebilirim! dedim. Gülümseyerek:

- Bir şaka soruya alengirli bir yanıt! dedi. Eğilir gibi yaparak koluma baktı. Bu kez de: -Sahiden sargılı mı? diye sordu. Ben :

-Evet! dedim solumda oturan Mehmet Yücel olayı anlattı. Eğitimbaşının yüzü değişti, üzüldüğünü söyledi, “Geçmiş olsun! ” dedi. Sami Akıncı derslerin kesin başlama tarihini sordu. Eğitimbaşı:

-Onu size duyurmadık mı? diye sordu. Cumhuriyet Bayramı sonrası ilk pazartesi için karar alınmıştı, ben bunu size duyurduk, biliyordum! diye tekrarladı. Zil çalınca:

-İyi geceler! deyip ayrıldı. Eğitimbaşı çıkınca bir süre kimse konuşmadı, öylece bakışarak oturuldu. Hasan Üner geçen yıllar okuduğumuz Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın yazılarını anımsattı. . Söz gelimi evin kapısı vurulunca (Evdekiler kimseyi beklemiyorsa içlerinden biri; gene gelen var, yerine) Hüseyin Rahmi Gürpınar:

-Çat kapı! deyip tekrarları kullanmadan geçiştirir. Arkadaşlar verdiği bilgiler için Hasan Üner’e övgüler sıraladılar: “Çat kapı, biri gelecek!

Çat kapı yataklara serildik. Yarın elim açılınca hemşire Ayşe Abla:

-Aaaa, ne güzel, iyi olmuş;dese nasıl da sevinirim! Ama demeyecek sanırım. Arada dınk-bınk diye saat tıkırtısı gibi kıpırtılar oluyor. Selahattin Yücesoy, babası da müzikle ilgiliymiş, besteleri varmış. Kimdir acaba? Söyleseydi de anlamayacaktım. Besteleri olması yeterli değil benim besteciliği öğrenmem gerek. Süheyla Öğretmen bestecilerden söz etmişti ama onlar hep keman metotları yazmışlardı:Luis Schubert, Seybold, Leopold Mozart. Mozart’ bir de Radyo haberlerindeki marştan tanıdım. Bu Mozart, o Mozart mı acaba?

Eğitimbaşının Boks-alengirli sözlerine takıldım.

 

25 Ekim 1942 Pazar

 

“Çat kapı, gelen var! ”Güldüm, benim gibi arkadaşlar da unutmamış:

-Çat kapı, gelmek ne anlama geliyor acaba? Halil elimi sordu. “Bir yere çarptırmazsam iyi! ”dedim. Bu kez de gülerek:

-Sen onu akordiyona vurdurmadan nasıl duruyorsun? Akordiyonun Müzik Öğretmeninde olduğunu anlattım. “Onun karşılığında o da bana piyano çalmam için izin verecek! ”dedim. Öğretmenin böyle bir söz verdiği falan yoktu ama öyle deyiverdim. Halil: -Bak, gelir gelmez sen onunla da anlaştın, ne iyi! Bu kez de dünkü durumu anlattım;gelen Kırklareli Ortaokul Müzik öğretmeni Hasan Amcamı tanıyor, birlikte çalışmalarını söyleyince bizim müzik öğretmeni bana:

-Bak bak bak, sen aileden müzikçi olarak yetişmişsin! deyip oldukça önemser göründü! ”dedim. Halil:

-Orası doğru, sen bu işe küçük yaşta girmiş durumdasın;amcan müzikçi, Vahit Deden bando şefi. Daha ne olacaktı? Bakdana koskoca okul bir akordiyon alamazken sen aldın! dedi. Dersliğe birlikte gittik. Derslikte küçükler grubu, “Çat kapı! ”sözünü tekrarlayıp duruyorlar. Mehmet Yücel’e sordular:

-Çat kapı, onun takma adı olabilir mi? ”Mehmet Yücel sinirlendi:

- Bana ne soruyorsunuz? aranızda karar verin, öyle deyin gitsin. Ancak bana da söyletmek isterseniz kesinlikle söylemem. Çünkü onun gülünecek bir tarafı olmaz! deyip bana döndü:

- Dayı söyle şunlara, beni bu işlere bulaştırmasınlar!

Kahvaltı zili çalınca konu kapandı. Kahvaltıda Eğitimbaşı ile Md. yardımcısı birlikte geldiler. İdris Destan: “Bakın bakın ikisi de Arifiyeli. O güzel yeri bırakıp neden geldi bunlar buraya? diye sordu. Sorusunu tekrarlayınca arkadaşlar soruyu bana çevirdiler. Ben de bizim Almanca öğretmenimiz Ömer Uzgil’i örnek verdim:

- Burada My. Yardımcısıydı, bir yüksek makam verdiler, müdür olarak gitti. Bunlar öğretmendir, yöneticilik verilince gelmişlerdir. Belki de buradan başka yerlere müdür olarak gitmeyi düşünmektedirler! Hilmi başını eğerek “Bunlardan müdür olursa ben deve olurum! ”deyip bizden önce kendisi güldü. Mehmet Aygün, söylenen sözün tamamını duymamış gibi insanın nasıl deve olacağını sordu. Tartışmayı önlemek için bizim köyde insanların nasıl deve olduklarını anlattım. Arkadaşlar önce şaka ettiğimi sandılar, konuşma ilerledikçe dikkatle dinlediler.

Bizim köyde 6 Mayıs Hıdrellez olarak bilinir. O gün bayramdır. Öteki günler gibi işi yapılmaz, gün eğlencelerle geçer. Tek yapılan önemli iş, evinde yaz işlerinde çalışaşan adam arayanlarla, o tür işleri üslenecek olanların buluşup anlaşmalarıdır. Bir bakıma Hıdrellez, işçi ile çalıştırıcı buluşturma günüdür. Hıdrellezin karşılığı da 6 Kasım tarihidir. O gün de kış dönemi çalışmaları, çalışan, çalıştıran buluşması olur. İşte bu 6 Kasım gecesi bir başka olay da Kasım Devesi gezdirilir. Bunu köy delikanlıları kotarır. Söğüt çubuğundan örülmüş bir deve bedeni vardır. Ön tarafından uzun bir eğri boyun çıkar. Boyunun üstünde şayakla(Kara koyun yününden yapılmış dolaplu, kalın dokuma kumaş) kaplanmış bir hayvan başı bulunur. Sepet örgüsü de deve tüyünü andıran bir çulla örtülür. İçine başını sokan biri yatık sepeti omuzlarına alınca görüntü gerçekten deveye benzer. 6 Kasım gecesi hava iyice kararınca köyün delikenlıları toplanır. Köyün evlerinin bir sırası vardır. Deveyi gezdirenler evleri birer birer gezer, şarklarını söyler, önüne gittikleri ev için iyi dileklerde bulun, evin ya da ev sahibinin özelliğine göre mani söylerler. Deveyi gezdiren devecinin özel bir şarkısı vardır. “Çek Deveci deveni, Daha çok çiftçileri ilgilendiren sözleri şarkı gibi söyler. Onun şarkısı, duası bitince ev sahibi özellikle bir ölçek buğday verir. (Ölçek, köyde geçerli olan şiniktir-bir gaz tenekesinin ¾’ü)Toplanan buğdaylar satılır, köy delikanlıları kendi aralarında bir şölen kurarlar. İşte bizim köyde deve böyle olunur. Deve, denilen uzun sepetin altına herkes giremez, saygınlığı olan delikanlılar girer. Oraya giren kişi deveyi sürekli oynatır. Deve ileri geri olduğu gibi kimi zaman başını sağa sola, kimi zaman da aşağı yukarı oynatır! ”Hilmi bir Off, çekti:

- Abi desena ben, sizin köydeki sepet deve bile olamayacağım, sıkıldım! deyip kalktı.

Dersliğe dönerken Şerif’le Muhsin geldi:

Bizim görevimiz var mı? diye sordular. Vardı, kapıdaki yazıyı anımsattım, bir saat sonra orada buluşacağız. Dersliğe döndük. Bu kez de Tarım nöbetlerindeki işler konu edildi: “Hani bizim sınıf sıra ile görevlenecekti? ”diye soruldu. Ben: “Gene öyle, 6 Ali izinli, gittiği için, benim de işe yaramayacağım düşünülerek araya sokuşturdular! ”dedim. “Ali Aga ne zaman gelecek? ”Bu sorunun yanıtını ben veremem, elim iyi olsa ora da bir gün bile durmam deyip sözü değiştirdim. Halil arkadaş beni rahatlatmak için bu kez: “Sen bırak şu tarım işlerini onları nasıl olsa yaptırırlar. Sen şu geçen gün Sami’nin anlattığı tarih günlerini sahiden biliyor musun? ”Biliyorsan bize, Hüsnü ile bana anlatır mısın? ”dedi. Tarım binasına gidip geldikten sonra anlatacağıma söz verdim.

Şerif benden önce gelmiş, günaydınlaştıktan sonra Şerif birden bana: “Abi sen nerelisin? ”diye sordu. Sonra da

“Kusura bakma, öğrenmek isdedim! ”dedi. Çok doğal karşıladım, Lüleburgazlı sayıldığımı, köyümün 2o km kuzey batıya düştüğünü anlattım. Ben anlatırken Muhsin geldi. Sözlerimizin baş tarafını bilmediği için gerçekte ne konuşuğumuzu bilmediğini düşünürken Muhsin de : “Abi, seni hep göçmen olarak biliyorlar;göçmenler sarışın olurmuş! ”diyerek neredeyse Şerifin sorusunun gizli tarafını açıkladı. Yedi kardeşin en küçüğü aynı zamanda en sarışını olduğumu, bu konuda da fazla bilgimin olmadığını söyleyerek konuyu kestim. Ancak Şerif’in geçen günlere göre bana değişik baktığını, bunu da iyiye yormam gerektiğini düşündüm. Onlar atları suya götürünce bir süre Şerif’e adından dolayı yakınlık duymuş olabilirim. Küçük ablamın adı Şerife, çok yakınımız aynı zamanda komşumuz Ayşe Halamın kocası eniştemin adı da Şerif. Hatta Şerif Eniştem ilk yıl bana sormuştu: “Arkdaşlarından Şerif olan var mı? Ben gezdiğim bir çok yerde benim adımdan kimse görmedim. Bana da sık sık soraralardı:

-Sen Arap’mısın? diye. Şerif Arap adı mıdır? Onu da doğru dürüst öğrenemedim; “Sen şunu bir araştır! ”demişti. Geçen yıl Hasanoğlan’da Şerif Baykurt’la karşılaşınca da bunu düşünmüştüm. Oysa o zaman Şerif varmış ama ben bunu bilmiyormuşum. Belki de bu nedenle Şerif’in bugün bana yakınlık göstermesi nedeniyle bunları anımsadım. Onlar gelince de Şerif’e sordum: “Bizim okulda başka Şerif var mı? Varmış:

-Şerif Kurt. Hiç mi yan yana gelmedik ki anımsayamadım. Şerif hemen çocuğu bulmaya kalkıştı. Ancak ben önledim, “Başka bir zaman tanışırız;böyle birden bire tanışmak çocuğu kuşkuya düşürür;senin sınıfında olduğuna göre iki yıldır tanışmamışız, bir süre daha böyle geçsin! ”dedim. Biz konuşurken Okul Müdürünün bize doğru geldiğini gördük. Muhsin yavaşça, “Bize doğru geliyorlar Abi! ”dedi. Ben önemsemeyerek:

-Olsun, bir eksiğimiz yok, onlar başka iş için gelirler! dedim. Müdür Bey renkli gözlük takmış, az uzağımızdan bize “Günaydın! ”dedi. Sonra da gülerek:

-Atlarınıza bakabilir miyiz? diye sordu. Yanında bir yabancıyla Talat Tarkan Öğretmen vardı. Uzaktan uzağa ilgiyle onlara baktık. Atlara bakıp bakıp bir şeyler konuştular. Talat Tarkan Öretmen birşeyler anlattıkça Müdür Bey “olur, olur, oluruuur! ”dedi arada da:

-O da olur bu da olur! ”gibi değişik seslerler konuşarak gittiler. Ayrılırken Talat Tarkan Öğrtetmen:

-Atlarınızı beğendik ama gene size bıraktık;onlara sizin olarak gene iyi bakın! dedi. Öğleye dek Muhsin’le Şerif, öğleden sonra da ben olmak üzere nöbet işini üslendik. Müzik Öğretmenin odasına uğradım. Öğretmenler soyunmuş, dünkü gibi gene ter toprak içinde uğraşıyorlardı. Seslerin çoğu düzelmiş ama birkaç tane tuş düşmüş, onların değişmesi gerekecekmiş. Selahattin Yğcesoy Öğretmenin bir tandığı bu işleri yaparmış ama şimdi askermiş. “Gene de İstanbul’dan adam getirtmekten daha kolay olacak, tanıdık Babaeski’deki Süvarı Alayındadır, kolay bulacağımı sanıyorum! ”deyip bizim öğretmene umut verdi. . :Haftaya birlikte geleceğimizi umut ediyorum! ”dedi. Asım Öğretmen yalvarır bir sesle:

-Yap bunu be Abi, dört gözle bekleyeceğim! dedi. Onların bu tür konuşmalarına hem şaştım hem de yanlarında durmaktan utandım:

-Hasan Amcamı görürseniz! ”deyince Selahattin Yücesoy Öğretmen:

-Güzel haberleri ileteceğim! deyip gülümsedi. Ben de “İyi yolculuklar! ” dileyip, ayrıldım. Dersliğe inince hiç kimsenin olmadığını gördüm. “Hiç kimse olmasa Sami Akıncı olurdu, bu kez o bile yok, neredeler acaba? ”diye düşünürken aklıma geldi, ben yukarıda dikkatle dinlerken yemek zili çalmış olabilir, deyip gittim. Arkadaşlar da beni merak etmiş, neredeyse yemekten kalkmak üzerelermiş. Benden az sonra Müzik Öğretmenleri de yemeğe geldi. Geç kalışımı, onların yanında oluşuma bağlayıp takıldılar. Onların bilmediği yeni şeyler öğrendiğimi öne sürdüler. Piyano akordunun zorluğunu anlattım. Babaeski’deki alaydan adam getirileceğini, olmazsa İstanbul’dasn usta getirileceğini söyleyince Hilmi Altınsoy sabredemedi:

-Yahu bu neden bu kadar önemseniyor? Piyano olmasa ne olacak? Köylerde piyano mu çalacağız? Davul-zurna yetmedi mi? deyince arkadaşlar bana baktılar. Aldırmadım, sustum. Hasan Üner bu kez bana:

-Abi şuna bir yanıt ver! dedi. Bir süre düşündüm sonra da Hilmi’ye Hasanoğlan’daki bir olayı anımsattım:

-İnşaatlere başlarken kağnılar gelip gidiyordu. On kağnı gelse getirdikleri kereste o saat bitiyordu. Kamyon gelince işler yoluna girmişti. Nasıl yapıldığını bilmediğim yufkaları yerken mızmızlanıyorduk. Ekmek gelmeye başlayınca yüzümüz gülmüştü. Özellikle Sili Usta işlere el atınca hepimiz umutlanmıştık. Bu söylediklerimi Atatürk daha önce tüm ulusumuza söylemişti“Muasır Medeniyetlerin üstüne çıkmak! ”Kağnı yerine araba, otomobil, tren, şimdilerde de uçak. Almanya uçaklarla ordu taşıyıp Rusya içlerine gidiyor. Amerika gemilerle, uçaklarla Büyük Okyanusu geçip Japonya ile savaşıyor. Biz bun ları yapacak mıyız yapmayacak mıyız? Köyde piyano yok ama köylerimizde davul da yok. Benim köyümde kimse davul çalmaz, öğrenmeye de çalışmaz. Gerekli olunca gidip kasabalardan parayla dovulcu getirir. Köylüler davul çalmadığı gibi, sabanının ya da pulluğunun demirini de bilemez. Niden? sorunca verilen yanıt hazırdır:

- Bize öğretmediler. Aynı insanlar askere gidince makineli tüfeği takıp söker, kısa zamanda öğrenip cemseleri, jipleri sürer. Başka ülkelerde varsa, oralarda insanlar piyano çalıyorsa biz neden çalmayalım? Yıllar önce saraylara alınmış piyanoları bizler niçin oturup çalmayalım? Bozulmuşsa neden onarmayalım ya da onarılması için girişimde bulunmayalım? Hilmi, suçlu gibi:

-Tamam Abi, haklısın! ancak ben bunu şaka söyledim. Hepimiz ayni inançla bura geldik, yeni şeyler öğrenip halkımıza öğreteceğiz! Arkadaşlar bu kez Hilmi'ye:

-Bak bak bak! Açıkgöz ağız değiştiriyor! Hilmi kurtuluşu gene kalkıp kaçmakta buldu:

-Sizinle konuşulmaz zaten! deyip kalktı. Son kaşığımı boşaltıp ben de kalktım. Arkadaşlar dersliğe döndü, ben de Tarım binasına yollandım. Bir süre arılığa gidip arıları izledim. “Arıları çocukluğumdan beri ara ara hep izlerdim. Çok ilginç, arıların kovandan çıkışı, çıkanların kovana dönüşü insanı şaşırtacak kadar düzenli olur. İçerden çıkan arı hem delikten hop diye uçmaz. Çıkarken başka arılarca karşılanır, koklaşır gibi bir birine dokunurlar. Uçmak için çıkmak üzere olan arıya dokunanı bir başkası yoklar. O yoklayan görevli gibi başkasını da yoklar. Aynı durum gelenler için de geçerlidir. Uçup gelen hemen içeri girmez. Giriş deliğinin önüne gelince orada durur. En az iki arı ile koklaşır. Bu bazen dört beş arıya kadar çıkar. Gelen sanki yabancıymış gibi bekletilir. Toplanan arılardan bir kaçı birlikte içeri girerler. Onlara bakarken başka olaylar da gözlenir. Bu arada kavgalar da olur. İki arı birleşerek bir arıyı kovabilir. Çoz az da olsa birkaç arının bir arının başına toplanıp onu öldürdüklerini gördüm. Öldürülen arı can çekişirken ötekilerin sıralanıp ölene bakması çok ilginç. Sahiden böyle mi oluyor, yoksa ben mi böyle yakıştırıyorum. Bunu hep merak ettim. Salih Arı Öğretmene bunu hep sormak istedim ama bunu derslerde değil de iki ikiye olduğu zamana bıraktım. Belki de bu benim kuruntum. Böyle bir gözlemi ben güvercinler için de yapmıştım. Erkek güvercin dişi güvercine yaklaşınca dişi güvercin bir başka erkek güvercinin yanına gidiyor. Yanına gelinen erkek güvercin tüylerini kabartıp hışımla o erkek güvercine saldırıyor. Üstüne gidilen güvercin korkuyorsa kaçıp gidiyor. Kaçmıyorsa kıyasıya dövüş başlıyor. Kavda bir birini yolasıya sürüyor. Uzun süren bu tür kavgalarda bu kez güvercin sürüsü tehlike işareti almışçasına birden uçuyor. En son uçanlarsa kavga edenler oluyor. Onlar sürünün sonunda giderken bile birbirlerine saldırıyorlar. Koyunlar için koçların, keçiler için tekelerin, hele tavuklar için horozların çok kanlı dövüşlerini çok izledim ama onlarda anlaşlır gibi bir durum oluyordu. Örneğin koçun yakınındaki bir koyuna yaklaşan koç dövüşü göze oluyor demektir. Tekeler de öyle. Yanındaki bir keçi için kavgaya tutuşuyor. Çok dikkatli gözlemeden pek anlaşılmamakla birlikte horozlarda da böyle bir yaklaşım var. Her horozun çağırışına belli tavuklar gider. İşte o horoz bu giden tavuklar için kavgayı göze almaktadır. Kavgayı kaybeden horozun sürüden bir süre ayrı, bir bakıma yalnız kalması da şaşırtıcıdır. Bu duruma düşen horozlar dış düşmanlara karşı çok duyarlı olurlar. Örneğin havada bir karga görseler yaygarayı basarlar. Onun yaygarasına inananlar yanında toplanır. Tehlike geçince bu kez eskisi gibi gene toplanırlar. Kavgayı kazanan horoz ses çıkarmazsa barış uzun sürer. Bu arada korkuttuğu horozu görüp gogurtu yaparsa tavuklar gene başlarını kaldırıp horozları izlemeye başlarlar. Arılardan sonra tavuklara da baktım ama buradaki tavuklar gözlenecek gibi değil, çok dar alanda, üstelik birbirine benziyorlar. Gözlemek için onları tanımak gerekiyor. Bizim tavuklar, arpalık, dediğimiz büyük bir alana dağılıyordu. Ben, “Çardak”dediğimiz, geceleri Bektaş ağabeyimin yattığı yükseltiye çıkar(3 metre yükseklikte) öylece bakardım. Horozlar arada kanat çırpar, palazlanırlar sonra silkşinip otlar gibi yaparlardı. Bu durumlarda tavuklardan hiç biri etkilenmez otlamalarına ya da böcek aramalarını sürdürürlerdi. Ancak horozları tehlike duyurma sesleri vardır, onu verince önce dikkat kesilirler sonra da koşarak horozun yanına giderler. Ancak çağrıyı yapan dövüşçü horoz değilse bunu sonradan ayırt edenler, dövüşçü horozun yanına dönerler. Çünkü dövüşçü horoz, ilk çağrıya uymaz. Uymaz ama gözleri de havadadır. Gerçekten tehlike varsa büyük bir yaygarayla kanat çırparak büyük gruba doğru koşar. Tehlike geçince de en çok yaygara yapan o olur. Öfkeyle yerleri eşer, toprak üstüne bol yiyecek çıkarmış gibi konuşurca sesler çıkararak yerlere bakar. Koşup gelen tavuklar da sanki bol yiyecek varmış gibi gıdaklaşarak yerleri eşelerler. En ilginci daha tavuk olamamış piliç takımı, büyüklerin arasında oradan oraya koşuştururlar. Onlarda grup seçme yoktur. Tehlike verilince en yakındakilerin grubuna koşarlar. Gittikleri yetişkin yanına sokulmasını istemeyince geleni gagalar. Piliç olan bu kez bir başkasına yaklaşır. O da gagalarsa piliç telaşla gruptan kopabilir. Avcıların anlattığına göre tilkiler bu durumdan yararlanması bildiklerinde aşırdıkları tavuklar çoğunlukla piliçler oluyormuş. Oysa deneyimliler her ne bahasına olursa olsun can havliyle gruba sokuluyormuş. Kurtların da sürülerden çoğunlukla kuzu ya da tokluları kapması bundanmış. “Büyüklerine karşı yüzsüzlük yapmamak için çekingen durmaları, onları canlarından ediyormuş. Kendi kendime güldüm; “Yaşamak için yüzsüzlük yapmak gerekli galiba! ”Tören zili çaldı, top oyuncuları hızlı adımlarla az ileriden geçtiler. Bir an düşündüm:

-Bu gün de bensiz tören yapsınlar. Okulda olduğum süreçte törenden ilk kaçışım olacak! dedim. Dedim ama ayakların durmadı sol elimle kapıyı kapatıp koşar adımla gittim. Arkadaşların arasına girince İdris Destan’ın “Çat kapıcı”, peşimizi bırakmayacak, her törende “Çat kapı”dedi. Törenden sonra Eğitimbaşı duyurular yaptı:

-Okul yönetimi yeni kararlar almaya başladı, bu kararlar görülebilir yerlere asıldı(Biraz gülümseyerek)okuyabilenleriniz okusun. Okulun Öğrenci disiplin Kurulu da kuruldu. Şimdiye dek hiç suç işlenmemiş ki böyle bir kurula gerek görülmemiş. Bunu biz de isterdik ama genel durum bizi uyardı. Yasal bir gereklilik olan Edisiplin kurulunu bunun için kurduk. Bu siz bir uyarı olmalıdır. 2 Kasım gününe dek dersler yapılmayacaktır ama ders varmış gibi dersliklerde sessiz oturulacak, yeni ders yılı için hazırlıklar yapılacaktır. Maalesef tüm öğretmenlerimizin kalacağı mekanlar tamamlanmamıştır. Bu nedenle arkadaşlarımız Lüleburgaz’a gitmek zorunda kalmaktadır. O nedenle öğretmenlerimiz gece çalışmalarında gözetimlerini yapamayacaklardır. Bu eksikliği nöbetçi arkadaşlar tamamlamaya çalışacaklar. Ancak sizler bu konuda onlara yardımcı olacaksınız. Sizlerden bunu bekleyeceğiz. Okul kurallarına uymakta göstereceğiniz titizlik sizin başarınızı yükseltecektir! ”Söz bilerek tekrarlandı. “Okul kurallarına uymakta göstereceğiniz titizlik, sizin başarınızı yükseltecektir! ”Okul kurallarına uymakta titiz davranmazsanız başarı kazanmanız söz konusu olamaz! ”Önce fısıltı arkasından homurdanmalar başladı.

Dersliğe değişik sözlerle girildi. İlk konuşan Sami Akıncı oldu:

-Başarının nereden geleceğini öğrendik. Bari bu başarıyı getirecek okul kuralları nelerdir? Bunları da söyleselerdi! Disiplin Kurulu kurulması ise iyice bizi şaşırttı. Demek şimdiye dek bir hiç suç işlememişiz. Durum böyle mi, yoksa ayrılan insanlar bizi yakından tanıdığı için kusurlarımızı hoş mu görmüşler? ”Herkes bir şeyler söyledi. Konuşmadım, çoğunu da dinlemedim. Ancak bir ara korkuya kapıldım:

-Ya giden Müdür Beyin dosyasında benim notlarımı bulup değerlendirme yaparlarsa? Susmayı yeğledim. Baktım Halil de Hüsnü ile konuşuyor. Onların tarafına döndüm. Halil daha önce takvim de bayram günlerinin hesaplanmasını sormuştu. Bildiğim kadarıyla onları anlatayım! deyince Emrullah da dinlemek istedi. Emrullah ayrıca Miladi-Rumi takvimleri bilmiyormuş. Doğum ya da tevellüt kaç? diye soruyorlarmış. Günümüzde yani Miladi Takvim için doğum tarihi sorulur. Bu da bin dokuzyüzlü yıllarla söylenir. Tüm dünya bu takvimi İsa’nın doğumu ile başlatmış, o yandan bu yana da tam 1941 yıl 10 ay geçmiş. Emrullah: “Burasını biliyorum, bundan ötesi? ” deyince Öteki için de:

Bundan 10 yıl öncesine dek yurdumuzda tarih başlangıcı olarak İsa’nın doğumu değil de bir başka olayı almışlar. Bu olay da Peygamberimiz Hazreti Muhammet’in Mekke’den Medine’ye gittiği yıldır. Ancak bu yıl başlayan takvimin yılları İsa takvimindeki gibi dünyanın güneş çevresinde dönmesini yani 365 gün 6 saat değil ayın dünya çevresinde dönmesini yanı 354 günü benimsemişler. Buna da Hicri Takvim demişler. Tüm İslam devletleri bu takvimi benimsemiş yüz yıllarca bu takvime göre işlem yapılmış. Ancak Batı dünyası uygarlıkta ilerleyip dünya pazarlarını tutunca bizim Osmanlılar da onlarla alış-verişe başlamak zorunda kalmışlar. Bu karşılıklı ilişkilerde takvim olayı daha doğrusu yılın 365 gün 6 saat olması, bunda karşılıklı bir anlaşma yapılması zorunluğu domuştur. Bu nedenle ay takvimi yani Hicri takvimde yıllar aya göre değil de güneşe göre hesaplanmaya başlamış. Böylece ortaya 3. bir takvim çıkmış. Böylece takvimler üçleşmiş:Miladi-Hicri. Rumi. Rumi takvimin başlangıcı önemsenmemiş. Osmanlıların duraklama döneminde, değip geçiliyor. Yani 354 gün olarak sıralanan yıllar üstüne 1700 yıllarından sonra 365 gün 6 uzunluktaki günler eklenmeye başlanmış. Takvimlere bakıldığında eski Hicri takvimin tarihi başka Rumi takvimin başka başka oluşu bundandır. Osmanlıolar Rumi takvimi benimseyince doğumlar böyle yazılmaya başlanmış. Örneğin benim doğumum 1336 yılı olarak söylenir. Oysa ben Miladi takvime göre 1920 yılında doğmuşum. (Doğrusu 1922). Şimdi bana biri tevellüt kaç diye sorunca, onun doğru anlaması için 1336 diyorum. “Doğumun kaç? ”diye soranlaraysa 1920 yanıtını veriyorum. Emrullah doğumunu 1922 olarak söyleyince ben:

-Senin tevellüt 1338 dedim. Emrullah gene sordu;bunu nasıl buluyorsun? Hüsnü anladı, Emrullah'a “1920 ile 1336’yı , 1922 ile 1338’i yazıp bu örneklerden yararlananacaksın! ”dedi. Ben de bu bilgilerin kahvelere asılan duvar takvimlerinde olduğunu anlattım. Halil gülerek takıldı:

-Bunu anladık hadi şimdi 1950 Ramazan Bayramının hangi gün olacağını anlat. Halil’in yüzüne baktım. Alay edebilir. Yüzünde alay belirtisi yok. Neden 1950 diye sordum. :

-Hiçbir nedeni yok, kolay bellenecek bir tarih olduğu için! dedi. Biz tam konuya dalmışken yat zili çaldı. Arkadaşlarımn birileri Disiplin kurulunu, birileri de başarı yollarını anımsatınca konuşmamızı yarım bırakıp yatakhane yolunu tuttuk.

Yatınca Disiplin Kurulu olayı gene aklıma takıldı. Kendi kendime sordum, giden Müdürümüz “Okul Disiplin Kurulu bile oluşturmamış, benim zararıma olacak bir durumu geleceklere bırakmaz! ”diye içimden bir fikir kıpırdadı. Ancak o da gideceğini düşünmediğinden yapmış olamaz mı? “Disiplin Kurulu Oluşunca bir ceza vererek geçiştirelim! ”demiş olamaz mı? ”Kendi kendimin düşmanı gibi rahatımı bozmama da ayrıca sinirlenip uyumak için çare aradım. Şiirler okumaya kalktım ondan fazla ezber şiirden birini bile tam okuyamadığımı görünce bu kez sayı saymaya başladım. Sanırım 50’ye dek birkaç kez gittim. Ya da bana öyle geldi. Düşer gibi oldum, tutunmaya çalışırken elim sızladı. Gözlerimi açtım, gece yarısı olmuş. Galiba elimi ranza kenarına vurmuşum. . Kolumu düzelttim, hemen uyudum.

 

26 Ekim 1942 Pazartesi

 

Alışılmadık bir sessizlik içinde giyinip çıktık. Derslikte konuşmalar ilginç. “Şimdiye dek bizim yaptıklarımız hep yanlışmış. Kime nazımız geçecekmiş ki, söylenenleri hep ters anlamışız. Giden öğretmenlerimiz bizin nazımızı çekerek bir bakıma bize kötülük yapmışlar(! )”Bunları duyunca Mehmet Yücel:

-Sizi nankörler sizi! dedi, sustu. Sami Akıncı gülerek Mehmet Yücel’e:

-Dinsizin hakkından kim gelirmiş? diye sordu. İsmet hemen yanıtladı:

-İmansız! Mustafa Saatçı göğsüne vurarak:

-Ha şöyle, yola gelin biraz. İmam , diye bana takılırdınız. İmam değilim ama insanları iyi ölçüp gökerim! Mustafa sözün bitiremeden İdris Destan sordu:

- Nasıl ölçüyorsun, metreyle mi yoksa arşınla mı? ”Sordu ama üzüleceği bir yanıt aldı. Mustafa Saatçı:

- Yok öyle uzun boylu değil, bakarım bir metrenin altındaysa onları silerim, onlar boyda olduğu gibi ruhça da cücedirler! Kısa boylu olan arkadaşlar birden bağırıştılar:

- Sahte imam, yalancı imam, bozguncu, imam. İçlerinde en çok kitap okuyan Hasan Üner, kendininin okuduğu, ayrıca birlikte sınıfça okuduğumuz kitaplardan örnekler verdi. Yeşil Gece’den Zeynel -Eyup Hocaları, Kuyucaklı Yusuf’tan Hacı Etem’i, sinemadan Aynaros Kadısını anımsattı. Arkadaşlar hep güldüler. “Çat Kapı! ” sesi duyuldu. Bu giderek birilerinin geldiği işareti olmaya başlamıştı. Şak bile söylense kuşku uyandırdığından yatakhane hemen boşaldı.

Kahvaltıya Eğitimbaşı eşiyle geldi. Türkçe öğretmenimizi yemekhanede ilk kez gördük. Mehmet Aygün, öğretmenlerin eşleriyle kahvaltıya gelmelerine sevinmemiz gerekir. Böylece onların, kendilerini düşünerek hazırlatacakları yemek listelerinden biz de yararlanırız. Türkçe öğretmeninin adını da öğrendik Sabahat, Sabahat Kartekin. Kartekin soyadının anlamı araştırıldı. “Kar adı ile Tekin adı birleşmiş, olmuş kartekin! ”dedim. Kartekin sözü üzerinde dururken gene ayrılan öğretmenlerin adları, soyadları anımsatıldı. Nejat İdil. İdil üzerinde geçen yıllar durmuş, Hazar Denizi kuzeyinde o adı taşıyan bir nehir bulmuştuk. Ömer Uzgil öğretmenin soyadını bir tülü anlamlaştıramamıştık. Fikret Madaralı Öğretmene sorduğumuzda ise O:

-Kendisinden sorun, en doğrusunu o bilir. Benim bildiğim, gil oğul anlamına gelir ama Ömer Öğretmen besbelli bir nedenden ötürü oğul değil gil almış. Biz kalkıp:

-Senin soyadın Uzoğlu olmalıdır! diyemeyiz. Benin soyadım Madaralı, biz Madara'dan gelmişiz. Bulgaristan’da bir belde adıdır. Oradan geldilimizi belirtmek için eski yurdumuzun adını seçtık! demişti.

Konuşurken birden aklıma geli:

-Vahit Dede Fikret Madaralı Öğretmene:

-Sizin Madara’nın bir efsanesi vardır, bilirsin çok güzel bir aşk destanıdır! dediğinde Madaralı Öğretmen o efsaneyi bilmediğini, anlatırsa çok sevineceğini söyleyince, Vahit Dedenin tam ayrılmak üzere olduğundan başka bir zaman konuşmak üzre anlaşmışlardı. Daha sonra Vahit Dede gelemedi. Madaralı Öğretmen bana:

-Görürsen Dede sana anlatsın, ya da yazılısı nerede varsa bildirsin ! demişti. O yandan bu yana Vahit Dede’yi ben de göremediğim için öğrenemedim. Madara bir beldenin adı, bir de efsanesi varmış. Hasan Üner:

-Hüsnü yalçın bilmiyor mu? diye sorunca Yusuf Asıl gülerek:

-Hüsnü ile Emrullah için:

-Onlar nerden bilecek? Onlar kendi köylerinin bile bilmezler, ikisi de uyurgezer, nasıl çıkmışlar Bulgaristan’dan, şaşıyorum. deyince Mehmet Aygün:

-Belki de onlar Romanya’ya gitmek üzere yola çıkmışlardır! Hilmi Altınsoy ağzındaki lokmasını üstüne sıçrattı. “Daha neler! ” diyerek bir eli ağzında kalktı. Öğretmen masalarını önünden gülmeden birerle kol olaraqk geçerken Eğitimbaşı eliyle işaret edip beni durdur

up elimi gösterdi:

- Nasıl, ağrıda bir eksilme var mı? diye sordu. Ağrımadığını söyleyince, sevindiğini, öyleyse geçiyor, çabuk iyileşecek, dedi. Türkçe Öğretmeni de ilgilendi, gülümseyerek:

- Geçmiş olsun! ”dedi. Arkadaşlar dışarda beni beklemiş, takıldılar. Yusuf salt Türkçe Öğretmeni ile konuşmak için bir gün elimi bağlayacağım, deyince Arkadaşlar bu numarayı beğenmediler:

- Birinin konu iyileşmeden ikincisi etkili olmaz! dediler. Birinin iyi olması beklenirse zaman uzayacak. O zamana dek dersler başlayacak;derslerde öğretmenle konuşulmuş olacak! Salih Baydemir başka bir öneride bulundu:

- Yusuf bacağını sarsın! Onlar Yusuf’un hangi bacağını nasıl saracağını konuşarak toplanan oteki arkadaşların yanına gittiler. Ben de kendi kendime gülerek Tarım Barakasına yollandım. Az sonra Hikmet Öğretmen geldi. İlk sözü elimi sormak oldu. Elimin bugün açılacağını, geçen gece kısa bir süre ağrıdığını, onu da uyurken çarptığıma yorduğumu söyledim. Hikmet Öğretmen:

- Nöbetçiler gelince revire giebilirsin! deyince. “Bugün Doktorun geleceğini o nedenle geç kalabileceğimi de ekledim. Hikmet Öğretmen:

- Tasalanma ben buradayım Besim Bey de az sonra gelecek, hep buradayız;bugün ambar sayımı yapacağız. Sonra da bana ambar sayımının ne olduğunu sordu. Babamın ambar sayımını anlattım. Hikmet Öğretmen :

- Tıpkı öyle, bir fark varsa biz tutanaklar tutarak, Okul Müdürlüğüne raporlar hazırlarız. Babanın üstünde bir makam olmadığı için o bunları hazırlamaz! Sonra da: “Dur, dur, dur, bu sıra işler değişti;babanın da kilerini gözetenler var;Devlet, alım satımları denetim altına aldığı için onlar da şimdi ilgili memurlara hesap veriyorlar, bunları sen bilmezsin! ”diye güldü. Hasan Bozkurt’la Nedim Menekşe geldi, bugünün nöbetçisi onlar seçilmiş. Hikmet Öğretmen onları alıp at ahırına gitti, ben de revire indim. Ağrı sızı yok ama sanki elim açılınca ağrı başlayacakmış gibi bir kaygıya kapıldım. Herkes bana acı soruyor. Oysa ben acı duymuyorum. Bir ara kaygılandım;yoksa ben ağrının ne olduğunu bilmiyor muyum? Askerlik kampında bacağım şiştiğinde de tüm arkasdaşlar bana acıyarak baktılar. Çoğu da iç çekerek: “Kimbilir nasıl canın yanıyor? ”diye soranlar oluyordu. Onlara gülerek:

- Ağrı, sızı yok! dediğimde ağrıları sakladığımı söyleyenler olduğu gibi ağrıları saklayabilmemi de övenler oluyordu. Revire gittim;Ayşe Hemşire elimi açtı. Elimin bağlı yerleri bembeyaz olmuş. Elim açılınca burnuma bir çürümüşlük kokusu geldi. Az irkilir gibi oldum. Bunu sezen hemşire:

- Sarılı olan yerler terlediğinden öyle koku olur;havalanınca geçer;onun yarayla bir ilgisi yok! dedi. Elim açık olarak bekleme yerine geçtim. Doktor Sezai Feray geldi. Adımı bilmiyor ama beni tanıyor. Daha doğrusu ben onu eskiden beri tanıdığım için gördükçe hep selamladım. Lüleburgaz’da kaldığımızda da sayımız az olduğundan çoğumuzu tanımıştı. Beni ise sağlıklı bulduğunu söyleyerek, arada da överek daha yakın ilgi göstermeye başlamıştı. Bugün görünce biraz şaşırmış gibi: “Hayrola! ”diyerek yanıma geldi. Elimi gösterdim, hasta sırasını bozarak, elimi eline aldı. Önce küçük parmağımla oynadı. Beni uyardı:

- Dikkat, bana doğruyu söylemek zorundasın, beni yanıltmak yok. Senin vereceğin bilgilere göye akıl yordamıyla yardımcı olmaya çalışacağım. Yanıltırsan hem acı çekersin hem de İstanbul yollarını aşındırırsın! dedi. “Küçük parmağında hiçbir sorun yok! ”deyip güldü. Bu kez işaret parmağımı tuttu. Önce tırnağımı yokladı. Öteki üç parmağım sol eline alıp sağ eliyle küçük parmağıma yaptıkları yaptı. Gülerek:

- Bunu da kurtardık, rahatça kalem kullanabilirsin! dedi. Öteki iki parmağımı birlikte tuttu:

- Sıra bu yapışık kardeşlerde, ne varsa bunlarda var! deyip yakasından gözlüğüne gözüne takıp ikisine dikkatlice bakıp yüzük parmağımı küçük parmağıma doğru ayırdı. , ikisi arasına küçük parmağını koyarak tuttu;acıyıp acımadığını sordu. . “Yüzük parmağım değil ama orta parmağım sızladı! ”deyince:

- Onu bırak şimdi. önemli olan bu! deyip yüzük parmağımı yavaş yavaş oynattı. Acımadığını söyleyince:

- Hadi geçmiş olun, sorun orta parmakta! deyip orta parmağımın tırnağından tuttu. “Tırnak, dınk, dınk ediyor! ”dedim. Doktor Bey:

- Doğal olarak öyle yapacak, çünkü kalbin öyle yapıyor. Tüm bedenindeki dınk dınkları, orası duyarlı olduğu için sen orasını duyuyorsun. Bedeninin tüm duyarlığı şimdi orada! ”dedi. Tırnağımı azıcık sıktı. Sızı şakaklarıma dek çıktı. Doktor Bey gülerek:

- Hadi geçmiş olsun, bugün işi tek parmağa indirdik haftaya ötekini de kurtaracapğız. Sağ kolunu çok kullanma, avucunu sıkacak birşeyler tutma! dedi. Hemşireye de beni göstererek:

- Bir hafta raporlu yazın! Hemşire, beklememi söyledi, geri çekilip kapı önünde durdum. Gözlerim ellerimde. Kolumu aşağıya bırakınca dirseğimde bir acı oluşuyor. Kolum dirsekten kırılıp karnım üstünde olunca ağrı kesiliyor. Birden kendi kendime gülmeye başladım. Etiğimbaşı ilk geldiğinde elini böyle tutarak konuşmuştu. Onu eleştirmiştikYoksa :

- Gülme komşuna, gelir başına! durumuna mı düştüm? Doktorun işi uzun sürdü. Öğle yemeği zili çaldı. Hemşirenin kızı gelmiş, annesi onu çağırdı, beni bekletmemek için parmağımı kuru bezle ince sarmasını söyledi. Akşam yemeğinden önce de gelip sardırmamı tembihledi. Orta parmağım sarılı olarak yemeğe gittim. Arkadaşlar hep sevindiler. Sağ elimle rahatça kaşık tutup yemek yeyişime ise şaştılar. Gerçekte ben de şaştım. Aylarca süreceğini sandığım bu olayı birkaç gün içinde atlatacağıma inanmaya başladım. Birden çevremi değişik gözle görür gibi oldum. Nedim’le Hasan kapıda beni bekliyormuş, onlarla Tarım bölmüne gittik. Nedim Menekşe okulun boy-pos olarak küçüklerinden olduğu için pek tanımamıştım. Ancak onun da Lüleburgazlı, dahası Arıcılık Öğretmenimiz Salih Arı’nın akrabası olduğunu duymuştum. Nöbetler de ya da işlerde benim grubuma düşmediği için pek yakınlık kurmamıştım. Salih Arı Öğretmene saygımdan dolayı yabancım da sayılmazdı. Bugün yakından ilgilenmek istedim. Yaşı küçük, o da bunu bildiği için küçüklüğüne sığınarak kaytarma yolları aradığını üzülerek saptadım. Aynı sınıftan olmasına karşın Hasan’a Ağabey demesi, yapılacak işlerde Hasan’a sığınmaya çalışması tuhafıma gitti. . Sabahleyin yaptıkları işleri sordum, bana yanıt vereceğini beklerken:

- Hasan Ağpabey biz ne yaptık? demesine sinirlendim. Sonunda da:

- Hasan Ağabeyine sor da öğlede ne yediğimizi söylesin! dedim. Biz konuşurken başımız üstünden arılar geçti. Az ilerimizde arı kovanları var. Arı olması çok doğal. Bu kez Salih Arı Öğretmeni sordum:Akrabasıymış, annesinin ya da büyükannesinin kardeşiymiş. İyi ya dayı bu denli arı severken onun başı üstünden geçen arıdan korkmasına şaştım. Bu kez:

- Dayının bize verdiği övütler sonunda biz arıdan korkmamayı öğrendik, istersem ben şimdi arıların arasına gider oturur ya da gezinir gelirim. Sen dayından hiç mi esinlernmedin? dedim. Açıkçası çocuğun açıkgöz gibi dayranmaya kalkışı benim, onu tartaklamaya zorladı. Gene de fazla üzerine varmadım ama Nedim Menekşe’nin bizim okula geliş nedeninin dayısı zorlamasıyla, belki de biraz kolaylıklar sağlamasıyla olduğu kanısına vardım. Nedim beni müzik olayından dolayı tanımış. Müzik severmiş. Ancak çalışmalar içinde neden olmadığını sorunca bu kez de çok çalışamadığını, sıkıldığını söyledi. Hep aynı savunmalar:

- Sıkılıyorum, çalışamıyorum ama çok seviyorum! Dilerim Nedim zamanla değişir.

- Değişmeyenler, sevmenin boş bir söz olduğunun ayırdında değil ya da kendilerini kurnazca bu yolla değerlendirmeyi deniyorlar. Madem ki çok seviyor, öyleyse müzik severdir. Madem ki işseverdir, öyleyse çalışkandır(! )Yaptıklarını sorma;onları nasıl olsa başkaları yapıyordur.

- Besim İyitanır Öğretmen geldi. Elimin açıldığını görünce:

- Bak bak bak, ben senin bezi hazırladım, geç mi kaldım? Hoş sen de bak beni beklemedin. “Ağrı durum nasıl? deyip elimi eline aldı. Doktor Sezai Beyin yaptıklarını anlattım; “Geçmiş olsun! ”dedi. Sabahleyin yapılan sayımın sonuçları defterlere geçirildi. Soğan, ekilen 100 kg. alınan:. 2, 300 kg. %23 Sarımsak, ekilen 50 kr, Aklınan:1000kg. %20, Patates, ekilen okunamamış, alınan 4000 kg. Mısır, ekilen 100 k. Alınan:1600 kg. %16Fasulye, ekilen 100 kg. , alınan 1, 400 kg. %14 Mercimek, ekilen 75 kg. , alınan: 1, 500 kg %20 . Bakla, ekilen 100 kg. alınan:2, 000 kg %20. Buğday, ekilen:300 kg. Alınan 4, 200 kg. %14, Yulaf, 200 kg. Alınan:4, 500, %22, 5, Arpa, ekilen 200 kr. Alınan:3, 000 kg. %15. Sonuçları okutarak sorular soruldu. Günlük kullanılımları bilmediğimiz için kesin yanıt veremedik ama, kendi açımızdan emeklerimize göre kazanımları fazla da bulmadık. Ben kendi evimizdeki kazanımlarla karşılaştırınca çok az bulduğumu söyledim. Hikmet Öğretmen beni bu konuda bir daha düşünmeye çağırdı. Ancak, okuldaki kalabalığı normal iş sürdürenler gibi düşünme onların çoğu “Odun kesicinin hık deyicisidir! ”diyerek güldü. Sonra da benden bu sözün anlamnı sordu. Nedim çekimser, hiçbir söze karışmıyor. Söz dinler bir durumu var;Hasan Bozkurt benimle konuşurken çok çekimser olmasına karşın Hikmet Öğretmenle tartışmaya kalkışıyor. Hikmet Öğretmen bir ara kızar gibi oldu:Hasan’a :

- Deminki söylediğinle şimdiki bir birine ters düştü, insan sözünün tümüyle sahibi olmalı, insanlar böylesine “Kılkuyruk! ”derler biliyor musun? ”dedi. Bu kez de Hasan’a Kılkuyruğun ne olduğunu sordu? Hasan sustu. Öğretmen tekrar sorunca Hasan hiç beklemediğim güzel bir yanıt verdi:

- Onu siz bana soylediniz, anlamını bilmeseniz söylemezdiniz, benim tekrarlamam gerek var mı öğretmenim? dedi. Öğretmen bu kez de Medim Menekşe’ye neden hep sustuğunu, gülecek sözler söylenşince de önce kendisinin güldüğünü sordu. “Konuşmalar, şakalaşmalar ortaktır, katılınırsa bir tadı olur, dışardan katılmayı akıllılık sayanlar, sevimsiz olarak zamanla konuşmalardan uzaklaşırlar;çünkü onları ötekiler giderek sevmeyip dışlarlar. Bu da insan yaşamında tatsız bir durumdur. O nedenle arkadaşlıkta şakalar, tartışmalar hatta şarkılar, oyunlar ortaklık üstüne kondurulursa zevk alınır. Başkalarından beklemek ısmarlama olur. Zaten bunlar da çok geçicidir;bu tür düşünen insanlar bir gün zırıl zıbıldak kendilerini boşlukta bulurlar! ”dedi. Öğretmen saatine baktı, atların sulama vakti deyip atlara doğru yöneldi. Yelersi kınalı gibi olanı çözüp okşadı. Nedim’e, ata binip binmediğini sordu. Hasan da Nedim de binmediklerini söyleyince bana dönerek “Sana sormuyorum:deyince ben de binmediğimi söyledim. Hikmet Öğretmen:

- Benimle şaka ediyorsunuz! ”deyince neden binmediğimi anlattım. Katılarak güldü. Bu kez de “Besim Öğretmenin olmadığı bir gün bin de göreyim! ”dedi. Sözleştik. Hikmet Öğretmenin de koşulu atı suladıktan sonra yokuş yukarı koşturmamak. Ben, köyde bunu yıllarca yaptım, atlara hiçbirşey olmadı! ”dedim. Hikmet Öğretmen orada olmamış olabilir, ama genellikle atlarda bu zararlıdır. Bunu bilenler:

- Parmağım gözüne derce;bile bile izin vermezler! Hikmet Öğretmen atın kayışını Hasan’a uzattı, Hasan da gülümseyerek aldı. Hasan önde Nedim arkasında arteziyene yollandılar. Hasan oldukça uzun boylu, nedim onun yanında küçük kalıyor. Aynı sınıfta olmalarına Hikmet Öğretmen şaştığını söyledi. Ben de bizim sınıftaki yaş farklarını anlattım;Yusuf Asıl, Hasan Üner gibi arkadaşlarla 6 yaş farkımız olduğunu söyleyince daha da şaşırdı. Başka okullarda böylesi yaş farkı olmaz! ”deyip sözü değiştirdi. Yeni atlar alınacakmış, araba ısmarlanmış, atlı araba günü birlik Lüleburgaz’a gidip gelecekmiş. Fayton aklıma geldi: “Fayton mu? diye sordum. Öğretmen yok, doğrudan at arabası da vardır bilmez misin? ”diye sordu. Bu kez de ben güldüm: “Yok öğretmenim bilmez olur muyum? Bizim var, ağabeyimin biri, sürekli onu kullanıyor;ara ara da buraya geliyor! ”dedim Bu kez de ağabeyimin neden geldiğini sordu. Yeni Bedir köyünü göstererek orada akrabalarımızın bulunduğunu, köyün muhtarı olan Kamber Amcamı anlattım. Hikmet Öğretmen, Kamber Amcamla, daha doğrusu o çok yakınımızda bulunan çiftçilerle tanışıp konuşmak istediğini, çevre iklimi, ekim biçimlerini öğrenme konusunda onlardan bilgi edinmeyi, düşündüğünü söyledi. Kamber Amcam uğrarsa, kendini görmesini istedi. İçimden sevindim. Öğretmen ayrıldı, ayrılırken de tembihlerde bulundu: “Kapılara, pencerelere dikkat! ”deyip ayrıldı. Kamber Amcamı düşündüm, o, giden müdürümüzü çok severdi:

- O ayrılırsa o okula kolay kolay uğrayamam! derdi. Hikmet Öğretmen böyle yakın davranırsa belki hoşlanır, ayağı gene alışır, diye düşünerek dersliğe gittim. Elimin açılmasına da sevindiğimden, cumartesi günü Yeni Bedir’e gitmeyi de düşündüm. . Müzik Öğretmeni, Selahattin Yücesoy Öğretmenin gene geleceğini söylemişti; gelirse pazar günü akşama dek burada kalır, bir ara nasıl olsa görürüm. Ben kendi kuruntularım içinde dersliğe sevinerek girdim. Kapıdan girince arkadaşlar:

- İşte geldi! dediler. Birden şaşırdım:

- Ne o kaçak mıydım ki? Harun Özçelik:

- Revirden arandın hem de iki kez! Birden aklıma geldi, akşam yemeğinden önce parmağım sarılacaktı, gerisin geri dönüp revire gittim. Neyse ki geç kalmamışım, hemşire elimi açtı, baktı. Sabahtan bu yana ağrı durumunu sordu. Çok iyi kolladığım için hiçbir ağrı duymadığımı söyleyince. Bedenimin güçlü olduğunu, kendi kendini kolay onardığına anlattı. Parmağımı sardı. Bir paket pamuk verdi. Pamukları ıslatıp elimi onunla silmemi sargı bezini ıslatmamamı söyledi. Niçinini de açıkladı: “Çok ezilen yerde yara belirtisi var, orası ıslanınca daha kolay mikrop alır. Bu kez de mikroplu yara derdi çıkar. Ezik parmağının en az bir hafta su almaması gerekir. Bu nedenle sargıyı kendin açmayacaksın, o parmağı ıslatmayacaksın! ”Teşekkür edip ayrıldım. Gene dersliğe döndüm. Arkadaşların bazıları elimdeki küçük sargıyı farkedip, elimin iyileşmesine sevindiklerini söylediler. Bu kez de İsmet:

- Dayı, seni bir başkası daha aradı, ama o senin tanımadığın biri; niçin aradığına da üzüleceksin! dedi. İsmet böyle söyleyince pek üstünde durmak istemedim, daha doğrusu şaka gibi bir söz sandım. Sıra arkadaşım Mehmet Yücel İsmet’e çıkıştı:

- Dayını üzmek için mi sözü çarpıtıyordun, doğrudan söyelesee! diye de çıkıştı. Bu kez olay ilgimi çekti, sordum. Talat Tarkan Öğretmenin ailesi de gelmiş. Oğlu akordiyon çalıyormuş ama aklordiyonu yokmuş, benim akordiyonu isteyecekmiş. İsmet haklı, akordiyonu kesinlikle vermem. Ancak bir öğretmen oğluna bunu nasıl söylerim? Arkadaşların da tasası buymuş. Neyse akordiyonun Müzik Öğretmeninde oluşu şimdilik sorunu atlattı gibi. İçimden böyle düşünüp rahatça:

- Akordiyon Müzik Öğretmeninde verirse ondan alsın! dedim. Bu kez bir çok arkadaş birden:

- O verirse razı olur musun? Hiç düşünmeden:

- O nasıl olsa vermez! İsmet diretti:

- Ya verirse? İçimden kuşkulanmama karşın biraz da bilmişçesine tekrarladım:

- Vermez, verirse bir daha kendisi de alamayacağını bilir! dedim.

Yemek ziline dek akordiyon konuşması sürdü. Meğer benim akordiyonun benden başka da koruyucusu varmış. Yemekte bile o konuşuldu. Bizim sınıfta hiç öğretmen çocuğu yok. Çocuktan geçtik öğretmen akrabası bile olan yok. 24 nolu adaşım İbrahim Erturt’un ağabeyi subay. Onun dışında öğretmenlere en yakın İsmet Yanar bulunuyor. Onun ilişkisi de köylerindeki bay-bayan evli öğretmenlerin İsmetlerin evinde oturması nedeniyle kurulmuş yakınlık. Ancak bizden sonraki sınıfta birkaç öğretmen çocuğu var. Öğretmen çocukları bir konuda çok önemseniyor;okulla ilgili haberler çoğunlukla onlardan geliyor. 1940 yılındaki okul yasa değişikliği, Ankara’ya göç gibi önemli haberler hep onlardan geldi. Bu nedenle öğretmen çocukları bir bakıma okulumuzun dış haberler getiricileri. Ben pek ilgilenmedim ama zaman zaman gösterenler oluyor. Ben, ilk yıllar birini tanımıştım:Hikmet, arada gelip numarasının 1 (Bir) olduğunu söylerdi. Bununla öğünür, : “Okulun en eskisi benim! ”derdi. Hikmet’in çok sonra ayrıldığını öğrendim. 3083 sayılı yasa tartışmaları sırasında haber yayanlardan bir de Tekirdağlı Halil vardı. Onun da ailesinde öğretmen ya da avukat var diyorlardı. O da ayrıldı. Öğretmen çocuğu olarak gösterilen bir de Rıdvan Ateşer var. Nöbetlereden tanıyorum;çok terbiyeli, temiz bir çocuk. Ondan çıktığı söylenen bir haber:

- Yerine Tarım nöbeti tuttuğum arkadaşımız 6 Ali Güleren okuldan ayrılmış. Arkadaşlar aralarında konuşurken duydum. Benim bildiğimi sanıyorlarmış. Hatta Halil Basutçu takıldı:

- Her bildiğini anlatırsın da arkadaşın ayrılışını neden duyurmadın? diye payladı. Ben nerden bileyim? Ali Güleren okuldan nasıl ayrılır? Benim bildiğim ilk günlerden beri en az benim kadar okuldan uzaklaştırılmaktan korkan bir arkadaş, nasıl birden bire ayrılır? Kafam karıştı, inanmadığımı söyledim. Her tatilde arkadaşlar sorardı:

- Ali Aga, yolu şaşırmadan nasıl geldin? derlerdi, bu kez gerçekten şaşırmış olabilir! gibilerde sözler söyledim. Öğretmen çocuğu dedikleri çocuğu tanıyorum, kendim sormaya karar verdim. Ne var ki içim de bir kuşku girdi. Okul Müdürü konuşmasında Okul Disiplin Kurulundan falan söz etmişti. Ürperdim. Ali Güleren’in bir suçu varmıydı? Eğitimbaşının ilk konuştuğunda onu8 hoşa gitmeyen bir yanıt vermişti, bunun için uzaklaştırabilirler mi? Önce kendiğimi düşündüm, giderek İsmet iyice kafamı karıştırdı. Bu konuyu kimseyle konuşmamaya, Rıdvan’dan falan da sormamaya karar verdim. En iyisi bir roman alıp okuyor görünmeye, okuyabildiğimce de okumaya, anlamaya karar verdim. Kitaplığa gittim. Ne raslantı Rıdvan Ateşer dedikleri çocuk kitaplık nöbetçisiymiş, beni iyi tanıdığı için kapıdan girer girmek benimle ilgilendi. Babalar ve Oğullar kitabını söyledim, kolayca buldu, yazıp verdi. Bir an kararımdan döner gibi yaptım ama çabuk toparlandım, dersliğe döndüm. Bu da bir Rus yazarı. Daha önce de ya aldım, ya da almak için aradım;belleğimde bir izi kalmış. Sayfaları karıştırıken yat zili yetişti. Hiç bir olay düşünmeden kuruntulara kapılmadan şiir okuyarak uyuyacağım üstüne kendime söz verdim.

Yatınca bir ara Ali Güleren sözü edildi, başımı kaldırmadan dinledim. Ali Güleren konuşuyor:”Siz beni hiç sevmediniz ama ben sizi hep sevdim. Sevdiğim için de gittiğim yerden kaçarak gene size geldim, deyip gülüyor. Ali’nin neden gittiğini anlıyorum, birden kaygılanıyorum;onu askere almışlar. Şimdi de oradan kaçmış. Buna üzülüyorum: “ Ya askerler gelir, askerlik çağındakileri toplayıp götürürlerse! ”Ali’ye snirleniyorum: “Gene işleri karıştırdın, senin ayrılışına üzülmüştüm. Oysa sen bize kötülük yapıyorsun! ”derken gözlerimi açtım. Herkes mışıl mışıl uyuyor. Altta Hilmi Altınsoy, az ileri de Fettah Biricik, bir yanında Abdullah Erçetin, öbür sırada İsmet yerlerini belli edecek sesler çıkarıyorlar. Az dinledim, biri konuştu. Bu bir öteki alt sıradaki Kadir Pekgöz’dü. Ne söylediği anlaşılmıyordu ama arada “Annadın mı? ”diye soruyordu. O, o kadar mı konuştu yoksa ben o kadarın mı duydum?

 

27 Ekim 1942 Salı

 

Gözlerimi açtığımda herkes uyanmış, gülüşerek konuşuyordu. Hilmi Altınsoy’a:

-Müjde, dört ton papates çıktı, istediğin kadar patates kızartması yiyeceksin! Hilmi:

-Sahi mi? şakaysa üzülürüm! dedikten sonra bu kez de:

- Abi, biliyorsan sakın mercimeği söyleme! deyip güldü. . Arkadaşlar söylediklerimi ilgiyle dinlediler, çoğu da söylememden hoşnut kaldı. Bu kez de :

- Bunların hepsini size söyleyecekler, öteki sınıfların çoğu biliyor. Söylediğimi tam algılayamayanlar da çıktı:

- Kim nasıl hesaplıyor? Ali Önol’a inanacağı biçimde anlattım. Bu ölçüdeki ürünler mühürlü defterlere yazılıyor. Defterler okul müdürüne teslim ediliyor! . Burası doğru mu tam bilmemekle birlikte ben öyle açıkladım. Sefer Tunca balın kaç ton olduğunu sordu. Sefer balın ton olmadığını bilerek takıldı, bunu biliyorum. Bunu bilerek Sefer’e “150 petek! ”yanıtı verdim. Kadir Pekgöz bize takıldı:

- Şunlara bakın biri ton diyor, öteki petek diyor! Herkes güldü. Bu kez Kadir sordu:

- Ne var bunda gülecek? Kimse yanıt vermeyince iyice sinirlendi döndü bana sordu:

- O sana ne sordu, sen ne söyledin? ”Söylediklerimi bir daha tekrarladım. Kadir bu kez anladı, üzüldü:

- Ben çok dikkatsizim, çoğu kez de bu dikkatsizliğim yüzünden başımı derde sokuyorum! Hemşerimin koluna girdim dersliğe birlikte gittik. Yolda ona gördüğüm rüyayı anlattım. Kadir merdivende durdu, yeni duymuş gibi:

- Sahi Ali Aga şimdi okuldan ayrıldı mı? ” diye yana yakıla sordu. Benden aldığı yanıtla yetinmedi, dersliğe girince arkadaşlara:

- Ali Aga okuldan atılmış! dedi. Mehmet Yücel karşılık verdi:

- O eskidi sen yenilere hazırlan! deyince bir çok arkadaş Mehmet Yücel’e bağırdı: “İskelet, ağzını hayıra aç! Mehmet Yücel konuşmasını sürdürdü:

- Siz kulaklarınızı kapattığınıza yanın, ben olanı söylüyorum, siz neler bekliyorsunuz? onu düşünün! ”

Kahvaltıda Salih Baydemir, Mehmet Yücel’in neden öyle konuştuğunu sordu:

-Bir bildiği mi var acaba? Olay üzerinde konuştukça kuşkular ortaya çıktı. Bu kez de ben:

-Kuşkular çoğaldıkça da gerçekten uzaklaş yoruzı, iyisi mi bu işi fazla kurcalamayalım, zaman içinde olayın aslı öğrenilecektir. Belki de Ali kısa zaman sonra geri gelecektir! dedim. Arkadaşlar benim sözlerimin etkisiyle daha iyimser olarak çalışmaya dağıldılar. Bugün bana yardımcı olarak Hüseyin Serin’in hemşerisi Raif Kayın’la Kadir’in köylüsü Mehmet Özalp geldi. (Hamitabat İlkokulundan çok iyi tanıdığım 9 Mehmet, Osman Özalp amcanın oğlu) Mehmet şakacı, gelir gelmez Raif’le takıştılar. Raif biraz peltek konuşuyor. Hele kızınca iyice şaşırıyor. İçimden bugünün pek iyi geçmeyeceğini geçirdim. Besim İyitanır Öğretmenin gelmesini istedim. O bunlara bir diskur geçerse susarlar, diye düşündüm. Az sonra Besim Öğretmen çıktı geldi. Meğer ikisini de iyi tanıyormuş; daha görür görmez:

-Beni bugün yormayacağınıza söz verin bakayım! diye söze başladı. Mehmet çok ciddileşerek , “Söz veriyoruz öğretmenim! ”dedi. Hikmet Öğretmen gelince öğretmenler kendi aralarında birşeyler konuştular. Besim Öğretmen arkadaşları alıp gitti. Hikmet Öğretmen de bir süre az ilerideki inşaate geçtti. İnşaat bitmek üzere, duvarlar tamamlanmış. Bizim marangoz arkadaşlar, kapı, pencere altlıklarını yerleştiriyorlar. Onlardan ayrı olduğuma bir bakıma üzgünüm ama öğretmene de gittikçe öfkem artıyor:

-Nasıl yaptı bunu bana? deyip. kendi kendimi kışkırtarak kin tutmaya başladım. Atölyeye gidince nasıl davranacağımı bile kestireniyorum. Bir yandan yeni okul disiplin anlayışından çekinirken öte yandan bunu düşünmek beni korkutuyor. Halis Öğretmene bir söz söyleyecek değilim ama, tavırlarımdan o bir şeyler çıkarıp üstüme gelirse nasıl davranacağım? Bunları düşünmeye başladım. Ben böyle kuruntulanırken Ahmet Gökay ağabeyin bize doğru geldiğini gördüm. Onu uzaktan gören Hikmet Öğretmen geri döndü. Dünkü yazdığımız hesapları konuştular. Defterleri alıp gittiler. Hikmet Öğretmen:

-Besim Öğretmen sorarsa Müdür Beye gittiğimi söyle, isterse o da gelsin, deyip ayhrıuldı. Öğle paydosuna dek yalnız yalnız oturdum. Öğleden sonra kitabımı da gertirip, zaman oldukça okumayı tasarladım. Öğleden sonraları daha çok zaman kalıyor. Raif Kayın önce geldi. Yüzü gülüyor, besbelli durumdan memnun. Hemen anlattı;Besim Öğretmen onları ayırmış, Raif yeni gelen çocuklara bahçeleri gezdirmiş, findanları göstermiş. Çocuklar fidanların ne cins meyve ağacı olduğunu bilmiyormuş. Raif’e sordum:

-Sen biliyor musun? Hepsini bildiğini söyledi. Raif’e inandım:

-Neden bilmesin? Raif 9. sınıf öğrencisi, gelecek yıl benim sınıfımda olacak, arkasından da öğretmen. Bizim sınıftaki arkadaşları düşündüm, yarıya yakını üstünde meyvesi olmayan meyve ağaçlarını ayıramazlar. Şakadan elma dalına ceviz taksalar, ayırdında olmazlar. Rai, f’le konuşa konuşa yemeğe gittik. Raif bana çok saygılı davranıyor. Bu beni yakından tanıdığından çok, arkadaşlarının tavırları nedeniyle olsa gerek. Üstelik onun hemşerisi Hüseyin Serin’le yıldızımız barışık değil. Demek Hüseyin beni ona, ya da onun gibi yakınlarına fazla yermemiş. Ya da Raif onların etkisinde kalmamış. Birden Raif’i sevdim. Öğleden sonra eski arkadaşım, bugün de bana “Ağabeyim”diyerek candan yakınlık gösteren 9 Mehmet’e bu konudaki düşüğncelerimi açıklayacağım. Sanırım yapabileceği hoş görüyü benim için yapacaktır. Raif Kayın için bizim sınıfta da çok sinir bozucu konuşmalar oluyor. Özellikle onun konuşması, kullandığı kimi sözcükleri yanlış seslendirmesi dile dolanıp, onun kulağına gidecek şekilde tekrarlanıp duruluyor. Özellikle Mustafa Saatçı’nın diline taktığı Raif Kayın’ın kayışı bir ara herkesin diline düşmüştü:

-Raif hani senin kayışın? Bu ne anlama geliyor üstünde durup öğrenmedim ama uzun süre duydum. Özellikle Hasanoğlan’daki o çok başı boş bırakılan süreçte şakalar zaman zaman kakaya dönüyordu. Raif’le konuşmamakla birlikte onun adına bunları duydukça üzülüyordum. Hüseyin’le olan gerginlimizden ötürü de Raif yaklaşsa bile ben önemsemiyordum. Oysa Raif gerçekte iyi bir yürek taşıyor. Kendisine takıldıkları için üzgün. Sürekli üzgünlük onu biraz çekimser yapmış. Düzgün konuşamadığına o da inanmış. Oysa onun bunda bir suçu yok. Ailesinde bir başka dil konuşulduğuna göre o da öyle yetişmiş. Ne var ki Raif bu konuda tembellik etmiş;okumaya niyetli olduğuna göre kullandığı sözcükleri doğru olarak öğrenip dikkatle söyleyebilir. Bu konuda övüt vermek istedim ama, yanlış anlayacağından çekindiğim için bu kez o konuya değinmedim. Bundan sonra ilk karşılaşmamızda ona okula geldiğim günlerdeki durumumu anlatacağım. Ben geometri dersinde tahtaya kalkınca arkadaşlar hep birlikte gülmeye başlıyordu. Çünkü ben, zaviye, dılı, kaimzaviye, şibimünharif, şibimünkesir, mütenakız dedikçe onlar sırıtmalarını kahkahaya döndürüyordu. Önceleri öğretmen de onlara katılıp gülerken çalıştığımı gördükçe öğretmen gülmeyi kesti;sık sık “Aferin! ”demeye başladı. Ders yılı sonunda 2. kişi olarak tam numara aldığımda öğretmen arkadaşlara:

-Gördünüz mü, örnek alınacak bir başarı buna derler! diyerek beni nasıl övdüğünü, bana gülenlerin ise yarıdan çoğunun başarısız olduğunu anlatacağım. Şimdilerde ise tüm derslerin not ortalaması bakımından 1. sırada olduğumu söyleyeceğim. Umarım beni dinleyince az da olsa cesaretlenip zayıf yanlarunı düzeltmeye çalışır. Raif de benim gibi Bulgaristan’dan göç etmiş aile çocuğu. Ancak Raif’in ailesi Bulgaristan’ın Deliorman taraflarından gelme. Nasılsa onlar Müslüman olmalarına karşın konuşmalarını Bulgarca sürdürmüşler. Bulgaristan bağımsızlığını kurunca da Bulgar olmadıkları için oradan göç etmişler. Yöre sakinleri topluca göç ettikleri için burada da aynı dili konuşmayı sürdürdüklerinden dil sorunları uzayıp gitmiş. Trakya-Ergene yöresinde oldukça yaygın olan bu iki dillilik o yörelerde oldukça sorum yaratmaktadır. Pomak adı verilen bu insanlar zaman zaman da küçümsenmektedir. Örneğin bizim köylüler bile yakınımızdaki Kırıkköylülerle ilişki kurmaktan kaçınırlar. Oysa Kırıkköy ile bizim köy arasında kuruldukları 1900 yılından bu yana 40 yıldır hiçbir sorun çıkmamıştır. Raif’i, düşünürken bir konuyu gene düşündüm Röslein’den söz edince Büyük Ablam, yukarıda anlattıklarıma benzer sözleri söyleyerek beni hemen uyarmıştı. Oysa ablamın o insanlardan bir kimseyi tanıdığı yok. Alpullu’da okuduğumuz yıl köye izinli dönerken Kadir arkadaşımla Kırıkköy’e uğramıştık. Kahvedeki insanların bize nasıl sahip çıktığını hiç unutmuyorum. Uğradığımız kahvedekiş insanların:

- Geç oldu, kış günü gece yolculuk yapılmaz! diye yarı tehdit yarı yalvarma sözleri çok içtenlikliydi. Sonunda bir yol arkadaşı bulup bizi onunla göndermeye razı olmuşlardı. Bizim köylüler aynı içtenliği gösterir mi? Bunun yanıtını rahat söyleyemem. Ama ablama bunu sormamıştım.

Yemekten sonra Mehmet, Raif üçümüz birlikte döndük. Az sonra da bir grup öğrenciyle öğretmenler geldiler. Gelir gelmez de öğretmenler içeri girip karşılıklı konuşmaya başladılar:

-O oraya konsun, bu buraya uyar! gibi sözlerden bir değişiklik olacağını anladım. Hikmet Öğretmen yanında getirdiği çocuklarla geri döndü. Biz orada kalınca Besim Öğretmen bana, “Sen ayrıl, elini zorlama! ”dedi, Mehmet’le Rai, f’e de onlara katılmalarını söyledi. . Ben ilgiyle beklerken giden arkadaşların eskiden beri kullandığımız uzun öğrenci dolaplarıyla geldiğini gördüm. “Bu altı dolap içeriye yerleştirilecek! ”Bir kaç kez yer deşirtirdikten sonra dolaplar sıralandı. Dolapların kilitleri var ama anahtarları yok, kilitler de iyice paslanmış. Besim Öğretmen:

-Kilitleri çaresiz değiştireceğiz! deyince içimden gülmek geçti:

-Bunlar, bıraktıkları nöbetçi öğrencilerden kuşkulanıyorlar! Oysa ben daha önce de burada iki kez nöbet tuttum;Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen sık sık:

-Bal tutan parmak yalar! deyip bana kendisi bal yemmeme izin veriyordu. Sızan peteklerden almam için de bir tabakla kaşık koydurmuştu. Üstelik o zaman bal azdı. Şimdi koca leğenlere ballar sızıyor. Bu dar uzun dolaplara ne saklanacak acaba? diye kendi kendime sordum. Belki de yeri ikiye bölmeyi düşünüyorlar! Yüksek sesle konuşarak Namık Öğretmen geldi Besim İyitanır Öğretmene takıldı:

-Baklıyorum da, dolabın eskisi yenisi farketmez! diyerek gene dolaplar çeviriyorsun! Öğretmenler güldüler. Namık Öğretmen sözünü tekrarladı:

-Pardon, dolap döndürüyorsun! O da olmadı mı? Öyleyse dolapların yerini değiştiriyorsun! dedi. Besim Öğretmen de karşılık verdiş:

-Herkes yeni dolaplar çevirirken biz de eskiden çok çevrilmiş dolapların kalan artıklarını topluyoruz! Namık Öğretmen bu kez:

-Bak bu tam yerine oturdu, eski dolapçıya yakışan bir söz! 'deyince öğretmenler karşılıklı olrak uzun uzun gülüştüler. Namık Öğretmen depo tarafına girdi, patates yığınını göstererek: “Umarım ağız tadıyla patates yiyeceğiz! ”dedi. Çıkarken de arıların yanına gidip kovanların arkasına bir yükselti yapılıp yapılamayacağı konuşuldu. Kuzey tarafına sandıkların boylerini çok geçmeyecek yükseklikte duvara karar verildi. . Amaç; “Sert rüzgarın önlenmesi! ”diye konuşuldu. Dolap getirenler bekleşiyordu, Hikmet Öğretmen onları alıp gitti. Besim Öğretmen Mehmet’le Raif’e atları sulayıp sulamadıklarını sordu. Sulanmadığını öğrenince eliyle işaret etti. Raif’e takıldı:

-At su içerken sakın başını çekme, at huylanırsa sonra rahat bıraksan da suyunu tam almamış olur. “Su içerken yılan bile dokunmaz! ”diye bir söz vardır, bilirsin! dedi. Mehmet Özalp açıklamaya kalkınca bu kez Besim Öğretmen:

-Sen söyleme o kendi düşünsün! dedikten sonra bu kez bana dönerek:

-Ağzından lafı ala ala Raif’e konuşma tecriti koymuşlar, o da buna boyun eğmiş, konuşmaktan kaçıyor! dedi. Öğretmeni dinledim ama ben:

- Raif’in gerçek sorunu başka;Besim Öğretmen bunu bilmiyor mu, yoksa biliyor da, bunu bile bile Raif’in biraz daha atak olmasını mı öneriyor acaba! diye düşündüm. Besim Öğretmen ayrıldıktan az sonra atlar sudan döndü. Öğretmenin gittiğini gören 9 Mehmet:

- Bilseydim ata binerdim! dedi. Geçen yıl benim aynı numarayı yaptığımı, sonra da cezalı olarak atı yedekte arteziyene dek götürüp getirdiğimi anlattımn. Mehmet, önce inanmak istemedi:

- Beni korkutmak için söylüyorsun! dedi. Sonra da:

- Besim Öğretmenden korkulur, iyi gibi görünüyor ama katı bir tarafı da var! deyip, kızdığı zaman söylediği ağır sözleri tekrarladı:

- Kızları bile yerin dibine batırıyor! dedi. Yusuf Asıl’la Harun Özçelik geldi. Beni Halis Öğretmen sormuş, “Yarın bir ara beni görsün! ”demiş. Önce aldırmadım ama giderek bir kuşkuya kapıldım. “İçimden kızıyorum, acaba ağzımdan bir söz mü kaçırdım? ”diye bir süre kendimi yokladım. Kapıları kiliklerken Hitmet Öğretmen yanında birisiyle geldi, atların yanına gittiler, ayaküstü bir süre konuştular. Kapı önüne gelince Hikmet Öğretmen bana:

- Arkadaş bize yardıma gelecek, atların bakımını o üslenecek. Böylece işimiz biraz daha hafifleyecek! dedi. Hiç bir şey anlamadım ama: “A, ne iyi! ”gibi bir anlamsız söz söyledim. Sanki ben burada sürekli çalışan biriymişim gibi söze karışmamı anlamsız buldum. Adam da beni çalışan biri sandı galiba ayrılırken özel olarak : -“Allalaısmarladık efendim! ”dedi. Onlar gidince güldüm, “Allahaısmarladık efendim! ”sözünü birkaç kez tekrarladım. İki at var. İki at daha alınacağını geçen gün söylemişlerdi. 4 ata bir bakıcı, başka iş yüklemezlerse ne iyi? diyerek dersliğe gittim. Derslikte kimseyle konuşmadan sıraya oturup kitabın birinci cildini okumaya başladım. Bunun yazarı da Rus, Turgeniev(Turgeniyef-Turgeniyev)İki kitap;uzun bir açıklama var. Okudum ama pek anlamadım. Yazar, bu romanı belli bir amaç için yazmışmış. Zaten tüm yazarlar belli amaçlar için yazmıyor mu ki? Bu da öteki okuduğum Rus yazarları gibi varlıklı ailelerden söze başlıyor. Bu defaki bir general. Generalin iki oğlu var, onlar da asker olacaklar. Belki de general olacaklar. Şimdilik salt açıklamalar var. Asker olmalarına karşın geniş toprakları olduğuı hemen anlaşılıyor. Üstelik topraklarının çoğunu da köylülere dağıtmışlar. Nikolay Petyroviç küçük kardeş, Pavel Petroviç ağabey. Kitap küçük kardeş Nikolay Petroviç’i öne almış, onu anlatıyor. Kısa zamanda iki kardeşin de asker olduğunu öğreniyoruz. Büyük kardeş Pavel Petroviç generalliğe yükseliyor. General Pavel Petroviç Kirsanov. Uzun boylu, yakışıklı, giyinmesini seven bir kişidir. Eğlenceyi sever, balolarden hoşlanır. Sonunda bir prensese tutulur, uzun uğraşlardan, kovuşturmalardan sonra onunla evlenir. Eşini çok sever, ancak prenses çok uçarı bir yaratılıştadır;bu nedenle dur durak bilmeyen bir yaşamları olur. Prenses sık sık o günlerin Rusya’sındaki benzerleri gibi Avrupa’ya gider. General de onu çok sevdiğinden peşine takılır. Uzayıp giden bu git-geller eşleri bir birinden uzaklaştırırsa da Pavel Petroviç prensese giderek daha çok bağlanmıştır. Prenses Paris’te beklenmedik bir zamanda beklenmedik bir şekilde yaşamını noktalamıştır. General ağabey, uzun süre böyle zik zaklı bir yaşam sürerken kardeş Nikolay Petroviç de bir general oğlu olarak üniversite öğrenimi gördükten sonra orduya girmiştir. . Ancak o kesinlikle asker olmak istememektedir. Okulu bitirdiği gün atandığı yeri öğrenince ayağını kırarak, topal kalmayı göze almıştı. İyi olunca bu kez Bayındırlık Bakanlığında bir işe girer. . General babası emekli olduktan sonra oldukça büyük topraklar almıştır. Kendi ölçüleri içinde bu topraklarda çiftçilik yapacak, üretimi arttıracak deneylerle daha çok ürün almanın yollarını açacaktır. . Oğul Nikolay Petroviç anne-babanın iznini almadan ev sahiplerinin kızı Nataşa’ya aşık olur. Aşkları geçici türden değildir, uzun diretmelerden sonra birleşirler. . Nataşa okumuş, düşünebilen, aydın bir insandır. Evlenirler. Onların evlenmelerinden bir süre sonra önce anne, sonra da baba ölür. Nikolay Petroviç Bayındırlık Bakanlığındaki görevinden ayrılıp çiftlik işlerini yürütmeye başlar. Bir oğlu olur:Arkady. On yıl mutlu bir yaşam sürerler. . Arkady bu mutlu yuvada iyi bir çocukluk süreci geçirir. Anne Nataşa genç yaşında ölür. Anne Nataşa’nın ölümü Baba Nikolay Petroviç’i çok yaralar. Bir başka olay da ağabey Pavel Petroviç’in aynı süreçte prenses eşi R’yi kaybetmesidir. İki kardeş, ikisi de benzer acıyı, eş kaybetme acısını çekmektedirler. Nikolay Petroviç üzüntüsünü hafifletmek için Avrupa’ya gitmeye kalkar. Yıl 1848 Avrupa ihtilallerle çalkanmaktadır. Nikolay Petroviç buruk bir şekilde işine döner. Nikolay Petroviç el attığı işleri sever ya da sever görünür. Artık tek dileği oğlu Arkady’nin iyi yetişmesidir. Arkady Petersburg Ünivwersitesi’ne yazılınca Nikolay Petroviç de oğlunun yanına gider, tam üç yıl oğlundan ayrılmaz, onun yanında kalır, onunla olduğu gibi onun arkadaşlarıyla da uyum sağlamaya çalışır. Giderek kendini yaşlı olarak görmeye başlamıştır. Oysa daha 44 yaşındadır. Kendi söylemine göre mutlu görünmeye çalışmasına karşın, olaylar onu çabuk yıpratmıştır. Özellikle çok sevdiği eşi Nataşa’nın ölümü o nun ömrünü görünüş olarak yarı yarıya eksiltmiştir. Bu nedenle son yıl oğlunu yalnız göndermiştir. İşte kitabın girişinde önemli olay, bir yıldır ayrı kalan baba-oğul bir yıl sonra karşılaşırlar. Ancak Oğul Arkady yanında bir de arkadaş getirmiştir.

Başımı kaldırdım, yanımda oturan sıra arkadaşım Mehmet Yücel İsmet’le el işareti yaptıklarını gördüm. Ben bakınca gülüştüler. Mehmet Yücel İsmet’e benim için işaretne soruyormuş:

-Dayın ne okuyor? Kitabın adı Babalar ve Oğullar olduğu için babamla bir sorunum olabileceğinden kuşkulanmışlar. Baba ile oğul arasınsa ne anlaşmazlık olur? Oğulun sevdiği kıza babanın karşı olması, akla gelebilirmiş. Mehmet bunu sormuş. İsmet doğru söylemiş:

-Benim öyle bir sorunum yokmuş. Bir süre onlara ben de gülerek katıldım:

-Nasıl anlaşıyorsunuz? Ellerinizin belli hareketleri var ama kesin bir şey anlaşılmıyor. Sonunda İsmet doğruladı;aslında ağızlarıyla tamamlıyorlarmış. Mehmet Yücel’e:

-Öyle yapacağınıza git onun yanına otur, bak İsmet yalnız, daha rahat konuşursunuz! ”deim. İkisi de güldü:

- O zaman sana sataştığımızı sen anlamayacaksın. Amacımız olayı sana duyurmak! Ben de zaten yorulmuştum, kitabı kapattım. Yemek zili çaldı. Depoya konulan tarım ürünlerinin adları, kiloları konuşularak yemeğe gidildi. 4 ton patates yenir mi? 1 ton soğan ya da 1 ton sarımsak yenir mi? gibi sorular yemek boyunca konuşuldu. Olayı en çok kurcalayan Hilmi Altınsoy. O mercimek gibi sarımsağı da sevmezmiş. Ben sarımsağı sevdiğimi söyledim. Özellikle babamın çok sarımsak yediğini evdekilere de sık sık sarımsak yemelerini övütlediğini tekrarladım. Hilmi bu kez de bana:

- Senin baban da amma çok şey biliyor ha! diye bir söz söyledi. Arkadaşlar kızacağımı sandılar. Özellikle Yusuf, Hasan, Salih yüzüme baktılar. Ben kızmadım:

- Benim söylediklerim, babamın bana aktardıklarıdır. Bana göre bunlar çok değil, benim bunlardan daha çoğuna gereksinimim var. Zaten babam da sık sık öyle diyor:

- Oğlum, keşke daha çok bilgim olsaydı da sana daha çok bilgiler verseydim. Benden bu kadar, eksiklerini git öğretmenlerinden al! diyor. Ben de ancak siez söylediklerimi almış durumdayım. Söylediklerim bana yetmiyor. Benim de anlayamadığım bana yetmeyenler size ya da Hilmi Altınsoy’a nasıl çok geliyor? Hilmi bir süre düşündü:

- Abi anlayamadım, şimdi ben ne söyledim ki, sen bana böyle bir yanıt verdin? Arkadaşlar güldüler. Hasan Üner:

- Sorun işte bu zaten hemşerim, sen olayları anlamadan geçiyorsun başkaları anlayarak ya da hiç değilse anlamaya çalışarak geçiyor! Neden sen iki de bir paylanıyorsun da bir başkası senin düştüğün zor durumlara düşmüyor? Hasan sorusuna yanıt beklerken bu kez Hilmi sordu:

- Neden? ”Mehmet Aygün soruyu değiştirip Hilmi’ye:

- Sen sarımsağı neden sevmiyorsun? Bir süre gülündü. Yusuf Asıl yeni bir yorum getirdi:

- Ben küçüklüğümde kimi kez anne-babama yalan söylerdim, ya da ağzımdam kötü bir söz çıkardığımda annem bana:

- Senin ağzına biber sürerim! diyerek korkuturdu. Ben hiç biber yememiştim ama uzun süre biberden korkmuştum. Öyle sanıyorum ki annesi Hilmiye, o yalan ya da kötü söz söylediğinde, “Senim ağzına sarımsak sürerim! ” demiştir. Salih Baydemir ekledi:

- Demiş değil, ağzına bir avuç sarımsak sokmuştur! Hilmi de bizimle güldü:

- Yok ulan, bir avuç sarımsak çocuk ağzıdna girer mi? deyince sözler uzadı:

- Senin ağzın o zamanda büyükmüştür! Hilmi ağzını yokladı:

- Doğru söyleyin, benim ağzım büyük mü? Hilmi Altınsoy’a geçmişteki bir olayı anımsattım. İki yıl önce Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmenin yeni geldiği sıralarda bir gece bizim dersliğe gelmişti. Arkadaşlarla şakalı konuşmalara girdi. Yüzlerimize bakarak kimlerin ne yapabileceği üzerine varsayımlar sıralamaya başlamıştı. Sıra bana geldiğinde arkadaşlar benim için:

- O akordiyon çalıyor! dediler. Ben sevinerek öğretmenin yüzüne bakmıştım, aklımca ; “Bir aferin! ”bekliyordum. Oysa o bana bakarak:

- Yok canım şaka ediyorsunuz, o ancak zurna çalar! demişti. “Ağzıma böyle bir şekil çizilmesine o zaman öyle kızmıştım ki, gücüm yetseydi onu orada boğabilirdim. Uzun süre ondan öç almayı düşündüm. Hasanoğlan’da bize çok yakın ilgisini görünce affettim. Sakın sen de arkadaşlara kızmayasın, senin dudaklarında ya da yanaklarından arkadaşlardan farklı bir durum yok! Hilmi bir süre durdu, arkadaşlara baktı:

- Bunun altında da bir şey olmasın sakın! Deyip kalktıArkasından, Harun Özçelik:

- Hemşerim, sarımsak düşmanlığı yapmadıkça kimse sana takılmaz. En iyisi herkesin yediği yiyecekler için sevsen de sevmesen de ileri geri konuşma, sen de bizim gibi sus! deyip koluna girdi, birlikte yürüdüler.

Derslikte birinci kitabı bitirdim. İlginç, Babalar ve Oğullar kitabında babalardan çok bir oğulla onun getirdiği arkadaşı Yevgeniy Vasileviç Bazarov anlatılıyor. Sanırım olaylar daha çok Bazarov üzerinde dönecek. Öyle diyorum ama romanın adı o zaman Babalar ve Oğullar konmazdı. İşin burası da merakımı arttırdı. Şimdilik çok çekingen babasını sayıp seven bir oğul olan Arkady ile oğlu üzerine titreyen bir baba olan Nikolay Petroviç’i tanıdık. Ağabey Pavel Pekroviç’e değiniler az olmakla birlikte keskin tanıtımlar onu da azıçık ortaya çıkardı ama sanırım o daha ilerilerde olaylardan sıyrılacaktır. İlgimi çeken bir yan da bu kitapta şimdilik, öteki Rus yazarların da olduğu gibi güzel bayanların olmaması. Bayan var ama öyle kontes falan değil, halk insanı. Örneğin Arkady’nin anneliği, çocuk doğurmuş ama daha kendisi çocuk, üstelik nikahsız, sığıntı olarak, insanlardan gizli bir yaşam sürmektedir. Oğul Arkady babasının bu tavrını gerçekten hoş görecek mi? Ağabey Pavel Petroviç hoşgörür gibi gösterilmekte ise de gerçekte böyle sürüp gidecek mi? Tanıtıldığı kadarıyla bu tür evliliklere Emekli General Pavel Petroviç’in olumlu yaklaşması olanaksız gibi bir izlenim sezdirilmektedir.

Yatınca bir süre Babalar ve Oğullar kitabını düşündüm. Baba adı bir çok kitapta var, örneğin Balzac’ın iki, babalı kitabını okudum. Gorio Baba ile adından geçmese bile baştan sona dek egemenliğini sürdüren acımasız baba Grandet’in romanı saydığım Eugenie Grandet. Bu iki kitapta da babaların çocuklarına yaklaşımı, olumlu olumsuz anlatılmaktadır. Gerçi, buradaki çocuklar kızdır ama gene de baba kız arasındaki duygu bağı oğullardan fazla farklı değildir. Bu kitapları okurken hep kendi babamı düşündüm. Benim babam onlardan çok farklı. Zaman zaman bunu düşündüğümde, babamın bana karşı ilgisini, annemi küçük yaşımda kaybetmeme yordum ama giderek yetiştim; belleğimdeki o eski duygusal yaklaşım hiç değişmeden sürdü geldi. Kimi zaman bu yakınlığı salt bana sanmıştım. Sonra sonra ağabeylerimle olan ilgisini de kendime göre ölçtüm;tıpatıp bana olan duygusal ilgi onlara da sürüyor. Üstelik bu sıcak ilgi ağabeylerimimn çocuklarına karşı da gösteriliyor. Ağabeylerimin evliliklerinde onları özgürce bırakması, askere ayrıldıklarında, onları sessiz sakin izlemesi, ortaya çıkan olaylarda onlara sorular sorup sorgulamaması, sorgulayıcı tavırlar takınmaması salt benim değil çeyredeki insanların da hep dikkatini çekmiştir. Zaman zaman kahveye gelenler sorarlar:

-Sen kahvede çalışıyorsun, akşama dek de ayakta duruyorsun, bu yetmez gibi bir de torunları getirip onlarla didişiyorsun. Torunlarının anneleri birer tanesiyle baş edemezken sen üçünü-dördünü alıp onlarla cebelleşiyorsun. Bu seni yor muyur mu? diye sorarlar. Babamın yanıtı hiç değişmez:

-Onlar beni yormadıkları gibi bilakis dinlendiriyorlar. Ben onlara baktıkça onların büyüdüklerini görür gibi olurum. Onların büyümüş görüntüleri beni dinlendirir, dinçleştirir, kendi yalnızlığımdan onlarla kurtulmuş olurum! der. Okul için ayrılırken, tatillerde eve dönünce çok az konuşuruz. Ben başkalarıyla konuşurken babam genellikle dinlemez görünür. Ancak kimi zaman söylediğim bir sözü, bir süre sonra iki ikiye konuşurken konuyu aynen anımsatıp çok beğendiğini söyleyebilir. Okula gittiğim için, kendimi köyden kopmuş olarak düşlemeye başlamama karşın babam, tatillerde beni alıp kırlara götürüyor, tarlaları birlikte geziyoruz. Bunları belki iki ikiye konuşmamızı kolaylaştırmak için yapıyor diye düşündüğüm oldu. Böyle bile olsa, onu bu düşünceye götüren duyguları sezip çözmeye çalıştım. Çoğu kez bu konuda bilgilerimin az olduğunu anladım. Böyle olunca da bu tür baba oğul ilişkilerinde başka örneklerden yararlanmayı düşündüm. Arkadaşlarla yaptığım konuşmalarda bu tür düşüncesi olan kimsenin olmadığını üzülerek gördüm. Okuduğum öykülerden özellikle de romanlardan da umduğumu bulamadım. Babalar ve Oğullar romanını bu açıdan okumak istedim. Yazık ki okuduğum yerlerde aradığımı bulamadım. Ancak Nikalay Petroviç’in oğlu Arkady’ye yaklaşımında aradığımı bulur gibi bir sevince kapıldım ama olay kısa sürdü. Nedense kendimle büyük bir benzerlik buldum;olaylar, zaman yer çok değişik olmasına karşın bakış açılarımız çok benzer gibi geldi bana. Maksim Gorki’nin Pelageya anası gibi ortalığa dökülüp oğlu için büyük bedeller ödemelerini düşünmüyorum ama duygularının boyutunu bilmek istiyorum. Hiç değilse kendi babamın bireysel ölçeğinden ders almak istiyorum. Nikolay Petroviç’le benzerlik kuruşum bundan. O da oğlu için, hiçbir koşul koymadan onun özgürce iyi yetişmesini istiyor. Kesinlikle kendisine bir pay çıkarmıyor. Üstelik oğluna karşı kendini sorumlu bulup, onun kendisini yargılamasını da önemsiyor. Oğlunun takınacağı olumsuz tavırlardan kaçınıyor. Baba –oğul arasında olumsuz bir duygu tohumu oluşmaması için çırpınıyor. Örneğin oğlunun birlikte getirdiği arkadaşını gözü tutmamasına karşın, oğlu seçtiği için ona saygı duyuyor. Nedense benim aradığım da bu tür duyguların irderlenmesiydi. Ancak bu romanda da şimdilik yeterli değil. Umarım ilerde Nikolay Petroviç’le oğlu Arkady’ye gene yer verilir de uçlarını sezinlediğim karşılıklı baba-oğul örnek duygu yumağıyla karşılaşırım.

 

28 Ekim 1942 Çarşamba

 

Sabah sabah salt tartışma çıkartnmak için ortaya söz atanlar oluyor. Örneğin bu sabahın sözü: “Cumhuriyet Bayramı okulda kutlanacakmış. ”Söze karışmayı hiç düşünmezken ağzımdan kaçırıverdim:

-Ya nerde kutlanacaktı? Yanıtlar geldi:

-Geçen yıl okulda mı kutlandı? Bu kez gülerek:

-Ne yazık ki geçen yıl hiç kutlamadık, kutlayanların kutlayışlarına uzakten baktık! Aaaa, iiiii, yaaaa! sesleri yükseldi:

-Sahi geçen yıl biz Cumhuriyet Bayramını Ankara’da geçirmiştik. Peki ondan önce Lülerburgaz’a gitmedik mi? ”Soranlar da gülmeye başladı:

-Lüleburgaz’a ne zaman gitmiştik? ” parmaklar sayıldı ama kesin bir şey söylenemedi. Bu kez İsmet bana:

-Dayı doğru söyle de bu tartışma bitsin! deyince bu kez de ben:

-Ne tartışması, gerçek dışı söylerle tartışma mı yapılırmış? Şunun doğrusunu söyle de, öğrenelim dersen söylerim! İsmet bu kez de “Aynen öyle diyorum! ”deyince ben, Lüleburgaz’a 1939 Cumhuriyet Bayramı törenine bizim sınıf olarak katıldığımızı, sonraki tüm bayramları giysi birliği olmadığı nedeniyle okulda kutladığımızı anlattım. “Öyleydi, nasıl da unutuyoruz! ” türü konuşmalarla dersliğe gittik. Kahvaltıya giderken müzik Öğretmeninin beni çağırdığını duyurdular. Bir üsttümüzdeki odasına gittim. Öğretmen gülerek: “ Müjde! ”dedi. Sonra da elimi tuttu, yüzüme baktı, geçmiş geçmiş;bak ben de buna sevindim, deyip geri döndü. kocaman bir siyah kutu gösterdi. Anlayamadım, biraz alıkça baktım galiba: “Anlamadın mı, ısmarlanan akordiyon geldi. Bu kez de ben:

-Geldiyse size geldi bana neden müjde olsun? diye sordum. Ama hemen benim akordiyonun sizde oluşu neniyle diyorsanız ben onu önemli saymıyorum, istediğiniz kadar sizde kalabilir! diye tekrarladım. Öğretmen bu kez de:

-Anlamadın, senin akordiyon ben de bir süre daha kalacak. Bu akordiyon büyük, 120 bas, oldukça da ağır;ben bununla dersliklerde rahat gezemem, o nedenle akordiyonları bir süre değişeceğiz. O nedenle müjde, dedim! deyince teşekkür ettim. Öğretmen gülerek,  “Çalmasan bile akşamüstü gel bak! ”dedi. Sevinerek kahvaltıya gittim . Arkadaşlar nerede kaldığımı sorunca olayı anlattım. Ben olay için herhangi bir yorum düşünmemiştim. Nevar ki arkadaşlar hemen yoruma başladılar:

-Öğretmen senin akordiyonu kullanmak için onu sana veriyor. Sen almazsan bir başkasına verilir. O zaman da sen akordiyonunu istersin. Öğretmen böylece kurnazlık ediyor! Güldüm: -Olsun, benim gönlümü almayı düşünmesi bile güzel. Zaten bir süre bu elle akordiyon çalamayacaktım. Öğretmen akordiyonu güzel kullanıyor. Elim iyi olunca ondan alacağım bilgiler için akordiyonu öğretmene gönül rahatlığı ile verdim! dedim.

Kahvaltıdan çıkarken Yusuf Asıl’ın hemşerisi karşıladı Haşim Nehir. Yusuf kendisini beklediğini sanarak sorgulamaya başlayınca Haşim beni gösterdi:

-Arkladaşla bugün ağabeyle çalışacağız! ”dedi. Haşim’in arkadaş dediği benim çok iyi, tanıdığım güleç yüzlü Ali Kıpça’tı. Onu görünce sevindim. Haşim’i de tanırdım ama Ali Kıpçak’ı özellikle Hasanoğlan’daki çalışmalardan biliyorum;çok anlayışlı, uyumlu, çalışkan bir arkadaş. Onları görünce, bugün sorunsuz bir gün geçireceğimi anladım. Konuşarak Tarım binasına gittik. Ali Kıpçak bir özelliğini söyledi;arılardan korkuyormuş. Haşım de korktuğunu söyleyince ben: “Arılarla bir ilgimiz yok, eğer onlarla ilgili bir sorun olursa ben karşılayacağımı söyledim. Sevindiler. Az sonra Hikmet Öğretmen, bir süre sonra da Besim İyitanır Öğretmen geldi. Besim İyitanır Öğretmen bize “Günaydın! ” dedikten sonra Hikmet Öğretmene:

-Belleğim oldukça kuvvetlidir, ne var ki öğrencilerin adlarını bellemekte zorlanırım. Adını unutmadığım öğrencilerden birşi de Ali’dir. İlk günden beri onu adıyla çağırırım! ”dedi. Hikmet Öğretmen de:

-Öğrencilerin çalışkanlarını öğretmenleri sever. Demek Ali çalışkan bir öğrenci. Buna sevindim;haydi bakalım bugün de çalışkanlığını göstersin onu ben de unutmayayım! deyip güldü. Sonra da bizi alıp arıların yanına götürdü. Geçen gün konuşulan kovanların arka korunağı için çıkarılacak duvarın temel çukurunu kazmamızı söyledi. Kendisi altığı bir kürekle çizgi çizdi: “Fazla değil 20 cm. kadar bir derinlik yeter! ”dedi. Beni bir gülmek tuttu. Ali’ye baktım kımkırmızı oldu. Haşim oldukça esmer olduğu için rengi pek belli olmadı ama o da biraz tedirgin bakmaya başladı. Kazma-kürek almak için kapıdan girerken Hikmet Öğretmen gülümseyerek:

-Arılardan bir ürküntünüz varsa, tam güneş kalkınca çalışın, arılar o zaman daha az hareketlidirler! ”dedi. Ali birden gülümsedi:

-Arıdan çok korkuyorum öğretmenim! dedi. Hikmet Öğretmen :

-Yaaaa! diyerek bana baktı:

-O zaman bu işi yarına erteleyelim, siz bugün bu dolapların temizliğini yapın, onaracak yerleri varsa onları onarın! Dolaplar çok eski. Görüntüleri gösterişli ama çok hor kullanılmış. Çatıları çerçeve olarak yapılmış;her çerçeve içine cam yerine ince tahtalar konmuş. Dolaplar gezdirilirken kimi tahtalar çerçevelerınden çıkmış. . Üç tarafı sağlam dururken dördüncü kenar pırtlamış durumda. Çıkan tahtaları tutup, çıktığı yere sokmak olası değil. Nedense kısalmış gibi bir durum oluşmuş. . Besim Öğretmen beni göstererek:

-Abinin iyi marangoz olduğunu söylerler, onlara bir çare bulur. Hikmet Öğretmen bana bakınca: Ben de “Kolay ama ben birkaç gün daha elimi kulanamayacakmışım. İvedi isterseniz Marangozluk atöylesine götürmek gerekecek. İçten dıştam çerçevenin yüksekliğini geçmeyecek yükseklikteki çıtalarb, urgulu vida ile sıkıştırılırsa yeni gibi olur! ”dedim. Öğretmenler bakıştılar. Besim Öğretmen:

-Neden bekletelim, bir an önce yapılsın. Ben Halis Öğretmenle konuşup onları aldırayım! deyip gitti. Hikmet Öğretmen gülerek:

-Boş kalmak yok, size bugün kesinlikle bir iş yaptıcağız! deyip arkadaşları yanına alarak gitti. Yemek ziline dek birilerini bekledim. Ne marangozluk atölyesinden dolap almaya gelen oldu ne de benim yardımcılardan bir haber çıktı. Kapıları kapatıp yemekhaneye gidince öğretmenleri yemek masalarında gördüm. Haşim’in massasını bilmediğim için gözlerimle araştırmadım ama Ali karşıdan bulgur pilavını kaşıklarken gülümsedi. Marangoz arkadaşlara dolapları neden almadıklarını sordum. Sorumu anlamadılar, onların dolaptan falan haberleri yokmuş. Zaten atölyede değillermiş. Heyecanla bir söz üzerinde tartışıyorlar. Dandik! benden sordular. Dandikin anlamını bilmediğimi daha doğrusu dandik değil de dandin sözü duyduğumu ancak onunda anlamın bilmediğimi söyledim. Konu değişti. Kalkınca Müzik Öğretmeninin odasına gittim. Öğretmen beni görünce: “Gel bak! ”deyip içeri çekti. Yeni akordiyon da İtalyan yapımıymış;Verdi. Öğretmen önce Verdi adlı bir büyük besteciden söz etti. Önce sözü Türkçe olara algılarım, “Verdi-aldı gibi sözler çıkardım. Öğretmen duydu:

-Yaaaa! ”dedi. Sonra da:

-Verdi bize akordiyon verdi, biz de akordiyon aldık! deyip akordiyonu omuzuna aldı. Önce okorlar yaptı, Bir şarkı çaldı. Biliyor musun? iye sordu. Hiç duymadığım bir melodi ama çok güzel. Akordiyon için özel olarak yazılmış gibi. Bir başka parça çaldı. O da çok güzeldi. Avcıların şarkısıymış: “Bu da Veber’den dedi. Verdi, Veber diyerek kendi kendime tekrarladım. Akordiyon gerçekten büyük ama sesi su şırıltısı gibi yumuşak. Öğretmen akordiyonu sevdiğini ancak ağırlığı nedeniyle dersliklerde kendisini zorlayacağını tekrarladı. Uygun bir zamanda en geç yılbaşından sonra Yeni Mali Yılı Yılbaşında benim akordiyon büyüklüğünde bir başka akordiyon aldıracağını söyledi. Öğretmen elimi sordu, bileğimi tuttu oynattı:

-Aaaa, çok iyi, geçmiş, geçmiş olsun! dedi kendi bileği de bir zaman burkulmuş. “Ama benimki güreş nedeniyle olmuştu. Çürük mürük yoktu gene de haftalarca ağrı çektim, senin anlayacağın böğürdüm! ”deyip güldü. Sonra da…. “Sonra da güreşi bir yana itip müziğe sarıldım! ”dedi. Öğretmenden izin alıp Tarım bölümüne gittim. Öğretmenler gelmemiş, Ali ile Haşim beni bekliyordu. Sabah ne iş yaptıklarını sordum. Haşim gülerek biraz sonra yapacağımız işi yaptık! ”dedi. O ne iştir, diye sormadım, Ali gülerek soyledi: “Kabak topladık! ”dedi. Gene gideceklerse paydostan bir saat önce gelmelerini, atların su saati değişmemeli! ”dedim. Kabak işi az kalmış, bitmek üzere, taşıması azar, dediler. Hikmet Öğretmen geldi, Ali ile Haşim’e:

-Sizi affettim, başka bir grup yakalatım, onlar taşıyacak. Ancak yerleştirmeyi siz yapacaksınız. Aman atılıp zedelenmesinler. Zedelenenler çabuk bozulur! Kabak yığılacak yeri gösterdi. Bizim köyde kabak ekilip ekilmediğini sordu. Çok ekildiğini, kış boyunca sakladığımızı anlattım. Nasıl sakladığımızı sordu. Kerpiç bölmeli tahıl gözleri olduğunu, onların üstüne sıraladığımızı fazla olduğu zamanlar da gene samanlıklarda özel bölmelerde, yumuşak yerlere koyduğunu anlattık. Öğretmen neden sert yere konmuyur? ”diye sordu. “Kabağın ağırlığı belli bir dayanak noktasında toplanmaktadır. Sert yerde olunca çöküntü olmaktadır. Bu çöküntü zedelenmesine neden olur. Böyle bir ezilme çürümeyi kolaylaştırır! ”Hikmet Öğretmen bir bravo çekti:

-Bu söylediklerin kavun, karpuz için de geçerlidir! Öğretmen gidince kabaların konacağı yeri düzenledik. Konacakları yerde geçici duracakları için benim söylediğim koşullar söz konusu edilmedi . Ancak gene de yerlerdeki sert cisimler temizlendi. Az sonra ellerinde birer ikişer kabakla gelen oldu. Onlara uygun yerlere bırakmalarını söyleyip kendimiz dikkatle hazırladığımız yere yığdık. “Neyse ki çok değilmiş! ”dedim. Haşim:

-Daha ne olsun Abi? 60 tane kabak! dedi. Haşim’e baktım:

-Sen o yığının büyükklüğüne bakma koskoca bir yıl geçecek, bunlar ya dört ya da beş yeyimlik ancak olur. düşün ki ayda bir bile düşmeyecek! ”dedim. Ali ile Haşim yüzüme baktı. Onlara kabakları göstererek:

- Bir tanesi kaç dilime ayrılabilir? diye sordum. 10 dan başlayıp 20’ye çıktılar. Dediklerini doğrulamak için neredeyse 40 dilime çıkacaklardı. 20’de karar kıldık. “Okuldaki insan sayısına göre en fazla 6 pişirimlik! ” Arkadaşlar ilgiyle yüzüme baktılar. Sanırım böyle bir hesaplamayı hiç düşünmemişlerdi. Haşim bir süre sonra depolardaki öteki yiyecekleri hesaplamaya başladı. Atları sulamaya götürürken sanırım kafası hep depodaki ürünlerin kaç gün yeteceği üstüne hesaplarla doluydu. Sudan döndüklerinde işlerinin bittiğini söyleyince, bugünkü çalışmalarında çok şeyler öğrendiklerini söylediler. Ben de onlara Besim Öğretmenin sabahleyin söykledikleri anımsattım:

- Birlikte çalışanların karşılıklı iyi davranışlarının unutulmadığını, siz memnunsanız, inanın ki karşınızdakiler de memnundur. Bir başka zaman gene birlikte çalışmayı onlar da isteyeceklerdir! Biz konuşurken paydos zili çaldı. Arkadaşlar top sahasına yöneldiler. Ben öğretmenleri bekledim. Öğretmenler gelmedi ama geçen gün gördüğüm at bakıcısı geldi. İvedi bir işi çıkmış onun için Babaeski’ye gitmiş, bu nedenle iki gün önce gelmesi gerekirken gelememiş, yarın gelip işbaşı yapacakmış bana:

- Öğretmenleri göremedim, sen söylersin! dedi. “Olur! ”dedim ama neye olur, dediğimi de ben bile anlamadım. Yarın gelecekse, öğretmenleri görecek konuşacak, olacaklar olacaktır. Şimdi akşam olmuş, paydos zili çalmış. Belki de öğretmenler gitti. Kendi ken dime bunun nedenini buldum:

- Herhalde bu adam, bugün geleceğini söyledi, böylece gününde geldiğini kanıtlamak için benden tanıklık etmemi istedi. Belki de böyle bir tanıklık onun için önemlidir. “Geldiğini, konuştuğumuzu söylerim! ”diyerek dersliğe gittim. Derslikte gene tartışma var. Ben kapıdan girince: “Geldi işte! ”diyenler oldu. Bunu duyunca benimle ilgili bir konu olduğunu anladım ama hemen soruşturmaya kalkışmadım. Konu sandığım gibi doğrudan benimle ilgili değilmiş. Gene o dandik sözü açılmış. Hilmi de o sözün dandik değil dandin olduğunu söylediğimi öne sürünce Sami Akıncı bu kez: “Dandik doğrudur, gelince ona da söylerim! ”dediği için benim tartışmaya kalkışacağımı bekleyenler: “Geldi işte! ”demişler. Hilmi Altınsoy sözü açınca ben: “Dandik’in ne oluğunuı bilmiyorum ama bizim köyde Dandin lakaplı bir aile var. Onu hep duyuyorum ama onun da ne anlam taşıdığını bilmiyorum. Ancak o ailenin 3 erkek kardeş oğulları var, Haydar, Nuri, Mustafa üçü de bizlerin yaşlarında, onlara da Dandin Haydar, Dandin Nuri, Dandin Mustafa diyorlar. Bu kardeşillerin üçü de şimdi asker! dedim. Arkadaşlar birbirlerine baktı. Mehmet Yücel elini masdaya vurarak:

- Ne laf anlamaz arkadaşlarımız var! Bunun dandik sözü ile ne ilgisi var? Arkadaş benze bir sözü anımsamış, onu anlatmış, öğretmenin söylediği dandik sözüyle bir ilgisi var mı bunun? ” İsmet:

- Var, araya fitne sokup tartışma başlatmak! Birden aklıma geldi: “Benzer bir söz daha biliyorum. Ancak o “T” ile söylenir Müstandik. Bizim köylüler ona mustandik, derler. Mustafa Saatçı: “Yalan söyleme, öyle bir şey yok! ”deyince arkadaşlar anladılar gülenler oldu. Arif Kalkan Mustafa dadik, deyiverdi. Sami Akıncı mahkemelerde müstantik olduğunu söyleyince tartışma durdu ama şakalar sürdü;Mustafadandik. Bunu söyleyenlere de Mustafa Saatçı onların adlarını takarak yanıtlar verdi. Sonra da sınıftaki tüm arkadaşların adlarına dandik ekleyerek söyledi. En sonunda en uygun olanın İdris Destan’ı seçti. Destantik, desdandik. Arkadaşlardan karşı olanlar gibi yardımcı olanlar da çıktı. Musdantik denilince en çok gülenlerden biri İdris Destan’dı. Birilerinin aklında Almanca derslerinden akıllaında birşeyler kalmış olanlar der, die, das falan derken des ekini anımsayanlar ip ucu verdiler. Mustafa Saatçı sonunda: “Etme bulma dünyası! ”deyip: “ tahtaya İdris Destan= Des Dandik. Yazdı. Bekir Temuçin yakındaydı hemen sildi ama bu kadarı da yetti; İdris kül gibi oldu. Karşı bir söz de söyleyemedi. Bu dandik sözünün nereden çıktığı konuşuldu. Halil Basutçu:

- En iyisi o sözü söyleyene takın o adı! dedi. Halil’e ad takmalara karşı olduğu anımsatıldı. O da sözünü geri aldı ama böylece yeni bir ad öğrenmiş olduk. “O sözü söyleyen öğretmenin adı varmış. Ancak yeni yönetimden çekinildiği için söylenemiyormuş. O öğretmen bu konuda çok bereketliymiş, ağzından çıkan bir çok söz ad olabilirmiş. O nedenle bu iş biraz da öteki sınıflara bırakılmışmış. Yeni öğretmenlerin çoğunu tanımadığım için üstünde durmadım. Dersler başlayınca kendi öğretmenlşerimizi öğrenelim, o öğretmen bizim öğretmenlerin arasında yoksa o zaman düşünürüz. Eğer bizim öğretmenlerin arasında olursa asla ona ad takmayı düşünmem. Takılmışsa bile kullanmam! ”

Yemekten sonra Babalar ve Oğullar-Yurgeniv 2. Kitaba başladım. Oğlu Arkady’nin yanında getirdiği arkadaşı Bazarv’a çok uyar olması baba Nikolay Petroviç’i zaman zanan kaygılandırmakta ise de ondaki oğul sevgisi kaygıları çabuk dağıtıyor. Ancak amca Pavel Petroviç, Nikolay Petroviç’in ağabeyi farklı düşünüyor. Bu nedenle Emekli General Pavel Petroviç’le çok bilmiş Bazarov anlaşamıyorlar. Bazarov genç olmasına karşın, tavırlarında çok serbest ama saplandığı düşüncelerde ödün vermeyen bir direnişçi. O günlerin Rusya’sında yaygın düşünceleri benimsemiş onları savunur görünmesine karşın tüm inançları yatsımakta oğul Arkady’yi de yanında göstermektedir. Amca Pavel Petrociç ise kesin inanç savunucusu, öyle ki giyim kuşamı ile bile bunu kanıtlamaya çalışıyor. Yıllardır tek başına yaşamasına karşın sanki toplantılar, balolar, eğlenceler arasında geziyormuşçasına düzenli giyinmekte, yasalar üstüne eleştiri kabul etmemekte, süregelen toplumsal düzenin sürmesini savunmaktadır. Bazarov’un tam çatışığı. Gene de Arkady’nin hatırı için Bazarov’un ileri sürdüğü düşünceleri yadsımakla birlikte eski sert tavırlarını dizginleyip susmaktadır. Romanda önce olacağını umduğum sonra da sanırım yok dediğim güzel bayanlar son unda burada da burada da çıktı. Nikolay –Pavel kardeşlere konuk gelen gençler bir süre sonra sıkıldılar gezmek amacıyla Petersburg’a gittiler. Petersburg’da bir otelde Anna Odinstova ile karşılaşırlar. Anna Odinstova güzelliğiyle ünsalmış bir prensestir. Soylu bir aileden gelir. Ancak ailesi sonradan yoksullaşmıştır. Güzel Anna’yı çok varlıklı bir soylu alır. Damadın geliri tükenmek bilmeyecek türündendir. Ancak yaşlı prens çok geçmeden ölür. Prenses Anna güzel olduğu gibi zekidir de, prensin gelirini tıkırında yürütür. Evlenmeden gönlünce yaşamaktadır. Arkady ailesiyle uzaktan bir tanışıklığı olmuştur. Bu nedenle Arkady’ye yakınlık gösterir. Ancak Arkady’nin arkadaşı Bazarov düşünce olarak Prenses Anna türü insanlara karşıdır. Gene de arkadaş hatırı için Prenses Anna ile tanışır tartışarak da olsa konuşurlar. Anna Odinstova otelde kalmakla birlikte aynı zamanda modern bir köşke sahiptir. Ardaky-Bazarov arkadaşlardan hoşlanmıştır. Onları özel olarak köşküne çağırır. Tanıdık Arkady, çekimser davranmaktadır ama Bazarov alabildiğine açılır. Anna Odinstova bu pervasız ama ona karşın geniş bilgisi olan gence yakınlık gösterir. Anna Odinstova’nın güzel bir kız kardeşi vardır, Katya. Katya daha çok gençtir ama ablasının gözetiminde iyi yetişmektedir. Prenses Anna Odinstova Bazarov’la Arkady’den hoşlanmıştı, özellikle Bazarov’ un toplumsal konulardaki eleştirilerine buna karşın tıp alanındaki araştırmalarına ilgi göstermiştir. Ayrıca Bazarov’a kadın olarak da ilgi gösterir gibi olmaktadır. Katı kurallara karşı olduğunu, dinsel inançları bile benimsemeyen Bazarov birden yelkenleri indirirek Anna Odinstova aşık olur. Aşkını birden ortaya dökmesi Anna Odinstova’yı şaşırttığı gibi Bazarov’un kendisdini de bocalatır. Ona göre beklediği ilgiyi bulamamıştır. Bunu bir yenilgi sayıp Petersburg’tan ayrılır. Belli etmemeye çalışmasına karşın Arkady’de Katya’ya gönül vermiştir. Gene Arkady’lere dönerler. Ancak Bazarov’un yüreği yaralanmıştır. Anna Odinstova’yı sever ama, sevgisiinin karşılığını bulamayacağının da ayırdındadır. Bir ara evine döner. Anne babası zaten onu hep beklemektedirler. Kitap adına uygun bir aile ortamı görülmektedir. Anne-babanın evlat sevgisi, evlat özlemi, oğula güven, umutlar, dilekler örnek olacak bir duyarlıkla anlatılmaktadır. Nikolay Petrolviç bölümünde yarım bırakılan ailede oğul sevgisi burada tamamlanmaktadır. Çünkü burada aileye anne eklenerek üçlü sacya kurulmultur. Anne-babanın tüm çırpınmalarına karşın Bazarov huzursuzdur, çünkü gönlü Anna Odinstova’dadır. Gene Arkadaşı Arkady’lere gider. Orada kendini daha rahat sanmaktadır. Çevreyi gezer, tartışır bir ölçüğde teselli bulmaktadır. Ancak aşk konusundaki tutarsızlığının ayırdındadır ama tutacağı yolu seçememiştir. Romanın girişinde verilen önemli bir olay vardır. O bölümde gereksiz göründüğü için değinilmemiştir. Burada ise değinilmek gereği doğmaktadır. Çünkü önemli iki olay ona bağlanacaktır. Nikolay Petroviç çok sevdiği Arkady’nin annesi Nataşa’yı kaybedince evlenmemiştir. Ancak ev işlerinde kadın eksikliklerini görünce birilenden yardım ister. Yardımı kabul eden bayanın küçük bir kızı vardır. Kız da eve alınmıştır. Bir süre sonra yardımcı kadın da ölür. Ortada kalan kız evlenme çağına gelmiştir ama kimsesizlik duygusu içinde yetiştiği evin işlerini sürdürmeye razı olur. Bir süre sonra da Nikolay Petroviç’le nikahsız evliliğe razı olur. Nikolay Petroviç bu durumun burukluğunu yaşar ama yaşamları da sürüp gider. Feniçka evin hanımı gibi iş görür ama neredeyse bir gizli kişi gibidir, ortalıkta görünmez. Gençtir, oldukça da güzeldir. Bir de çocuk doğurmuştur. Ünversitede okuyan Arkady’nin bir de bebek kardeşi vardır. Arkady, babasına olan sevgisinden olacak, durumu olağan sayar, sorun yapmaz. Feniçka evin hizmetlerini olağanüstü sürdürür. Evde, bir birine ters düşen kişiler toplanmıştır. Arkady’ye göre amca emekli General Pavel Petroviç, onunla çok zıt düşen Bazarov, herkesten kaçmaya çalışan Feniçka, küçük bebek, herkese hoş görünmeyi bir değer sayan Nikolay Petroviç. Bir süre fazla bir çatışma olmadan bir arada kalırlar. Bu arada gençlerArkady ile Bazarov bir Petersburg yolculuğu daha yaparlar. Ne var ki Bazarov’un beklediği olmaz. Anna Odinstova çekimser davranır. Bazarov da üstüne varamaz ama daha derinliğine sevdiğini anlar. Öteyandan Ardaky Katya’ya yakınlık duyar, Katya’yı yoklar, yumuşaklık görünce kararını verir. Daha doğruısu Arkady de önce Anna Odinstova’ya vurulmuştur. Çekimser davranıp Katya’da karar kılar. Bazarov bir daha düş kırıklığıyla Petersburg’tan ayrılır. Gene Arkady’lere inerler. MARİYİNO ya da Yeni Köy. Çevre halkına göre ise Yoksullar Köyü. Bazarov çevreyi dolaşıp araştırmalar yapar. Zaten ilk gelişi de bunun içindir. Şimdi ise kendini yetiştirme amacına yönelik ciddi ciddi, araştırmalar yapmak. Bir bakıma da Anna Odinstova’yı unutmak. Yalnız başına gezmekten hoşlanır. Gezecek yerleri de öğrenmiştir. Bir ara bahçede çocuğuyla oturan Feniçka’yı görür. Feniçka gençtir, güzeldir ancak hoppa değildir. Özellikle çevresindeki insanlardan korkar. Bazarov çocuğu bahane ederek Feniçka’ya yaklaşır. Çocuk bahanedir, tutar Feniçka’yı öper. Feniçka tepki gösterir ama olay olup bitmiştir. Tam o sıra yakında bulunan Emekli General Pavel Petroviç olayı görmüş, küplere binmiştir. Sanki Pavel Petroviç de Feniçka’yi izlemektedir. Ancak gördüğünü savunmak gereğini duyar. Bazarov’u bulup düelloya davet eder. Bir gün sonra gerekli işlemler tamamlanıp düello yapılır Bazarov kazanmıştır. Amca Pavey Petroviç kaybetmiştir ama ölmemiştir. İyi bakımdan sonra iyileşip kalkar. Ailede büyüklüğünü kanıtlamak için kardeşinden Feniçka ile nikahlı evlenmesini ister. Kardeş Nikolay Petroviç ağabeyinin dediğini yapar. Düellodan sonra Bazarov Mariyino’dan ayrılıp. Evine dönmüştür ama sandığı gibi sakinleşemez. Bir süre sonra gene Arkadaşı Arkady’ye döne. rOnun desteğiyle Anna Odinstova’ya ulaşmaktır. Birlikte giderler. Anna onları çok sıcak karşılar, özellikle Bazarov’la içtenlikli konuşmalar yapar. Bu gidiş Arkady ile Katya’yı yakınlaştırır ama Anna’nın yakınlığına karşın Bazarov gurur çizgisini kırmayı başaramaz, evine döner. Anne-babası buna çok sevinir. Bazarov da araştırmalarını sürdürür. Çevrede tifo salgını vardır, baba oğul Bazarov’lara hastalar gelir. Oğul Bazarov, mikrop kapıp hastalanır. Öleceğini anlayınca Anna Opdinstova ile görüşmek ister. Anna haberi alır almaz koşar gelir;yüksünmeden yanına girer görüşür. Ne var ki kurtuluş söz konusu değildir. Romanın en duyarlı bölümlerinden biri de burasıdır. Anne-babanın evlatları üstüne duyarlığı bu bölümde olağanüstü bir dille anlatılmaktadır. Bir süre sonra Arkady ile Katya evlenir, çocukları olur. Sonradan yazıldıkları için bu bölüm sanırım Tolstoy’a örnek olmuştur. Çünkü onun Harp ve Sulh’unda olduğu gibi Anna Karanina’sında da benzer mutlu evlilikler görülmektedir. Harp ve Sulh, Piyer-Nataşa, Anna Karanina’da Kevine ile Kitti….

Yatınca oldukça üzüntülüydüm. Kadir Pekgöz ranzama tırmandı, köyden haber almış, onları anlattı. İyi dinlemediğimi görtünce sordu:

-Hayrola bir sorunun mu var? Okuduğum romanın çok acıklı bittiğini söyleyince beni avutmaya kalktı:

-Hemşerim, bizim yaşamımız romanlardan daha kötü. Bakma şimdi hay huy içinde gün geçirdiğimize köylere dağılınca bir de romanlara döneceğiz, sen şimdi uyu da ben sana yarın güzel haberler vereyim! deyip gitti. Hemşerim Kadir’in söylediklerine biraz şaştım ama çok beğendim. İsterse çok güzel düşünüp inandırıcı konuşuyor. Gene romana döndüm. Romanda sık sık geçen Nihilist sözü var. Anlayabildiğim kadarıyla inançsızlıkmış. Peki inançsızlık ne ki? Neye inanmıyor? Doğru söylenmiş bir söze mi inanmıyor? Bunu öğrenmeyi düşündüm. Nihilist. Bizim köyde birisine çok kızınca, “ Şeytan! ” derler; acaba öyle bir söz mü?

 

29 Ekim 1942 Perşembe

 

Kadir akşam yatarken konuşmak istemişti. Uyanınca onu düşündüm, kırılmaması için karşılaşınca sormayı tasarlarken Kadir tıpkı akşamki gibi:

-Hemşerim kalktın mı? diyerek ranzaya tırmandı. Birlikte dersliğe gittik. Dün Kadir’in babası gelmiş, beni yana yakıla aramışlar. Gelmeden önce bizim kahveye uğramış, konuşmuşlar, babama beni göreceği üstüne söz verdiği için görüşemediğimize üzülmüş. Benim karşı Bedir köye gidebileceğimi düşünerek Hafız Amca oraya gitmeyi bile düşünmüş. Sonra da orada da buluşamayabileceğimizi düşünerek :

-Kısmet değilmiş, ama ben senin söylediklerini babasına iletirim, göremediği mi bile tam açıklamadan senden aldığım bilgilerle sevindiririm! demiş. Kadir’e azıcık kızarak sordum:

-Sen benim Tarım nöbetinde olduğumu biliyorsun. Üstelik sen de beş adım ötemde çalışıyordun, geçerken söyleyebilirdin! ”dedim. Kadir unuttuğunu söyleyerek işi savuşturdu. Kadir’le konuştuğumu görenler:

-Hafız amca sana üfleyecekti”dediler. Diyenlere baktım;Bekir Temuçin, Yakup Tanrıkulu, İdris Destan, Hilmi Altınsoy. Bana göre hepsi üfürüğe daha çok gereksinimi olanlar. Bunu söylesem gücenecekle;söylemedim. HBen de:

-Hafız Amcanın üfürüğü değil ama Nefesi keskindir, bunu biliyorum. O nedenle ben Hafız Amcanın nefesine inanırım. Keşke görüşebilseydim! dedim. Gülenlerden biri de Hasan Üner'di hemen : “Hop dedik! ”diyerek güldü: “Abi bize Ömer Seyfetttin’e götürüyor dikkat! ”dedi. Benim öyle bir niyetim yoktu ama üfürük yerine nefes dendiğini anımsıyordum. Hasan onları uyarmaya çalışırken ben Ömer Seyfetti’in Kurbağa Duası öyküsünü anınsadım. Hasan açıklayınca ötekiler de anımsayıp güldüler. Yakup sözü uzatmak istedi:

-Onda marpuç vardı Kadir’in babasında nargile marpucu yok ama! dedi. Ben de:

- Nargile marpucu yok ama kesinlikle onun elinde bir değnek vardır onu kullanır! deyince gülmeler kesildi. Hilmi dayanamadı:

- Sonunda biz köpek mi olduk yani? diye sordu. Benim öyle bir niyetimin olmadığını ancak arkadaşın babasının bir özelliğini bildiğimi söyledim: “Hafız Amca bizim köye her zaman elinde bir değnekle gelir, Kadir’e sorabilirsiniz. Bu nedenle değnek sözünü ekledim. . Ömer Seyfettin’in Bahir Hocası nargile içtiği için nargile marpucu kullanmıştı, Hafız Amca da değnekle geziyor, değneğini neden kullanmasın? Değnek hep köpekler için mi kullanılır? ”Birileri sustu, birileri de bana hak verir gibi baktı ama gereksiz yere girdikleri tartışmadan biraz buruksu çıktılar. Özellikle Hilmi Altınsoy kahvaltıda bir süre somurtuk durdu. Neyseki önemli günün önemli duyuruları konuyu değiştirdi. Zil çalınca okul önünde toplanılacak. Tören proğramı orada okunacak, proğram sonrası görevliler dışındakiler okul sınırları içinde serbest kalacak. Suskun olan Hilmi bu kez benden sordu: “Abi bizim bugün bir görevimiz varmıydı? ”Benim olduğunu söyledim. Ancak sınıf olarak olup olmadığını bilmediğimi başımı atarak belirttim. Kapının önünde bekleyenler vardı, anladım biri hemşerim İrfan Taşkın, Hamitabatlı baba dostu Pehlivan amcanın oğlu öteki de yabancı değil ama İrfan kadar yakından tanımıyorum Zeynel Yalçın. Onlar ne yapacaklarını pek bilmiyorlarmış. Önce aralarında birşeyler konuşmuşlar sanırım;Zeynel sorular soruyor. İrfan kendi konuşma biçemiyle yanıt veriyor:

- Beyahu ne kaygılanıyorsun İbrahim abi var, o bize ne yapılacağını söyler, öğretir! diyor. Kapıya varınca birden töreni anımsadım; “Öğretmenler törenden önce gelmez, biz de törenden sonra gelelim! deyip geri döndük. İyi ki dönmüşüz biz yoldayken zil çaldı. Hava kapalı, yağmur yağabilir. Öğretmenler merdivene dizildi. Dikkatle bakıyorum öğretmenlerin bir gözü havadaki bulutlarda, yanındakilerle konuşuyorlar. Kuşkusuz onların da sorunu yağmur olmalı. Yeni geldikleri için buranın çamurunu yaşamadılar ama duymuşlardır. Okul Müdürü eviyle okul arasındaki yolu hemen yaptırdı. Bu yetmedi eviyle asfalt yol arasınada bir dar yola da başlattı. O ne olacak acaba, yoksa arada yola çıkıp otobüslere binmeyi mi tasarlıyor? Müzik Öğretmeni benim akordiyonla çıkınca İdris Destan:

- Ne o bu adam senin akordiyona göz mü koydu hani yeni akordiyon gelmişti? dedi. Yeni akordiyonu yavaşça anlattım, :

- Dizlerine dek iner, oldukça büyük öğretmen onu sevmemiş, yakında yenisini aldıracakmış! dedim. Okul Müdürü güneş gözlüğü takılı olarak konuştu. Yağmur atıştırmaya başlayınca sözlerini kısa keseceğini söyleyip Cümhüriyet Yünetiminin kısaca özelliklerine değindi. Yağmur hızlanınca sözlerini kesti. İstiklal Marşı’nın bir kıtası söylendi. Öğretmenler hemen içeri girdi. Öğrenciler okulun iki yanına ayrılarak arka merdivenden ıslanmış olarak koridorlara sıkıştılar. En çok bizim sınıf ıslandı. Biz ağabeyler olarak fazla telaşlanmadık. İdris Destan ise arada bana: “Gitti senin akordiyon ıslandı, bozulur! İçimden ben de kaygılandım ama bozulacak kadar su içinde kalmadı. Ben dikkat ettim binaya ilk girenlerden biri Müzik öğretmeniydi. Dersliğe gittikLüleburgaz’daki törenleri, törendeki insanları konuşurken hava biraz açtı. Pencerelerden dışarı bakarken beni çağırdılar, dışarı çıktım kapının önünde atlara bakacak kişi:

- Ben geldim, işe başlayacağım! ”dedi. Onu alıp Md. Talat Tarkan Öğretmene götürdüm. Talat Tarkan Öğretmen kendisine haber verişimden memnun kaldı, gözlerini yumarak gülümseyip başını oynattı. Gelen atçı ile birlikte Tarım barakasına gittik. İrfan’la Zeynek de beni gözetiyormuş, geldiler. Geldiler diyorum ama zor gittikAz bir yağmur ama toprak tabakasının 4-5 santim üst vıcık olmuş basınca yapışıyor. Neyse kesildiğine sevindik. Atçının adı Hüsnü. Filibe…Göçmenmiş, Filibeliymiş. Lüleburgaz’da oturuyormuş, iki kardeşlermiş, faytonculuk yapıyormuş ama, kardeşi yetiştiği için faytonu ona bırakmış, kendisi bu işi sürdürecekmiş. Bu işi deyince sordum; “Bu iş dediğin, iki atı tımar edip sulamak mı? ”Hüsnü abi, açıkladı, daha iki atlınacakmış ya da alınmış da yer nedeniyle teslim alınmamış. Ahırlar tamamlanınca dört at olacakmış. İki at sürekli olarak günde iki kez Lüleburgaz’a gidip gelecekmiş. Hüsnü Filibe:

- Senin anlayacağın aslında iş çok, bir kişinin yapacağı gibi değil ama burada sizler varsınız, sizlerin yardımı olacak! ”edi. İrfan’la Zeynel’in esas işi atları sulamak, gerektiğinde(Öğretmenler söyletikçe) bir saat kadar dışarı çıkarıp onlar için ayrılmış yere uzun iple bağlayıp hareket etmelerini sağlamaktı. Şimdi bakıcı geldiğine göre işlerinin bittiğini söyledim. Zeynel sevindi hemen giti. İrfan kaldı, öğle yemeğine dek konuştuk. Kadir’n babasının geldiğini o da duymuş ama görüşememiş. Azıcık Kadir’den yakındı:

- Aynı köylü oluğumuz söylenemez, görüyor görmezden geliyor. Nsdenini bilmiyorum;yalnız bana değil öteki arkadaşlara da öyle davranıyormuş. Onlar da benden soruyorlar, “Sen bilirsin! ”diyorlar. İrfan’nı çok küçüklüğünden beri tanıdığım için şimdiki büyümüş durumuna biraz değişik bakıyorum. Ben 4. ınıftayken o okula gitmiyordu. Annesi arada beni öğle yemeklerine çağırırdı. İrfan gelip elimden tutardı. Neden tuttuğunu sorduğumda :

- Annem öyle söyledi! derdi. Sık sık gitmek istemezdim, utanırdım. Çünkü ben her okul günü evden götürdüklerimi okulda yerdim. Bu nedenle İrfan’ın annesinin çağrısına sevinmekle birlikte rahatsız da etmek istemezdim. Annesi bunu bildiği için İrfan’a : “Tut elinden getir! ”demiş. İrfan bunu hep öyle anlamış, her gelişinde bir süre elimi tutmuştu. Şimdi karşımda neredeyse benim boyumda, kahkahalarla gülüyor, olay anlatıyor, sorular soruyor. İrfan Taşkın, Babası Pehlivan Amcanın bir genç modeli;şen şakrak, şakacı…. Ben bunları düşünürken bir süre sustu sonra da ne düşündüğümü sordu. Düşündüklerimi söyleyince de kahkahayla güldü:

- Ben onları hep anımsıyorum, evde de sık sık konuşuyoruz, biliyorsun babam seni çok sever;sen burada olmasaydın kesinlikle ben buraya gelmeyecektim! ”Bu kez de okuldan memnun olup olmadığını sordum. Çok memnun olmadığını ancak burada olmaktan da pişmanlık duymadığını söyledi. “Hasanoğlan’a gidince babam azıcık mız mızlar gibi oldu ama o zaman da sen babama güven verdin: “Gittiğine göre, sen de ona katıl; “Anca bir kanca bir! ”demiş. Bu söz karşılıklı güven birliği için söylenirmiş! ”Pehlivan amcayı saygıyla andık, umarım kulakları çok çınlamıştır, o da bunu hayra yormuştur. Yemeğe İrfan’la birlikte gittik, İrfan çok sevinertek masasına ayrıldı.

Arkadaşlar benden sonra geldi. Derslikte yaptıkları konuşmaları tekrarladılar. Söyledikleri hep bilinen sözler. Müdür Bey neden siyah gözlük takıyormuş? Eğitimbaşının oğlu Yaman bizim dersliğe neden gelmiyormuş? Eğitimbaşının eşi neden yemekhaneye gelmiyormuş? Müdürün eşi öğretmen olduğuna göre nöbet tutacakmıymış? Bunları konuşmaya bizim hakkımızın olmadığını söyledim. Nöbet tutan öğretmenler kendi aralarında anlaşırsa müdürün eşi nöbet tutmayabilir. Bu onların işi bize bu konu da söz düşmez Bu kez de aklıma geçmiş yıllardaki bir olay, arkadaşımız Sami Akıncı’nın sanat çalışmalarına hiç katılmadığı, sanat çalışmalarının sürdüğü öğle sonralarında Sami’nin kooperatifte oturduğu, buna tüm arkadaşların yıllarca söylenerek katlandığı örnek olarak değişik bir biçimde ortaya getirdim:

-Siz nasıl geçmiş yıllarda söz birliği edip Sami Akıncı’yı sanat çalışmalarından alıp kooperatif kulubesinde oturttunuzsa onlar da istedikleri öğretmen arkadaşlarını nöbet dışında tutabilirler! Hasan Üner gülerek bu koca taş birine bile atılmış olsa hepimize dokunacaktır. İyisi mi bırakalım bu konuları! dedi. Bu kez ben de onlara Filibeli Hüsnü’den söz ettim:

-Ona ne diyeceğiz bilmiyorum ama at arabasıyla günde iki kez Lüleburgaz’a gidip gelecekmiş. Belki sıra ile birilerini de getirir götürür!

Dersliğe döndüğümüzde tüm arkadaşları tedirgin gördük. Biz yemek masasında kendimize oyalacak konu bulup avunuyoruzBu kimi zaman tartışmalara neden oluyor ama kendi aramızda uzatmadan bunu önlüyoruz. Derslikteki durgunluğu görünce muştuladım:

-Bundan böyle tarım nöbetlerimizde atlarla ilgilenmeyeceğiz, özel bakıcı geldi Hüsnü Filibe! dedim. Kimse tınmadı. Bu kez de:

-Atlara bakacak ama okulda bir görevli, Adı olmalı, biz ona ne diyeceğiz? deyişim arkadaşların ilgisini çekti:

-Usta Öğretici diyenler oldu. Fettah Biricik’in en çok kızdığı da “Usta Öğretici” sözüymuş. Birden yüksek sesle:

-Bari salt öğretici deyin şuna, hele birşeyler öğretsin, görelim;sahiden öğretebiliyorsa sonra usta da deriz, başusta da! Halil Basutçu dikkatimizi çekti:

-Bakın bakın Fettah arda bir çok güzel önerilerde de bulunuyor! Alkışlayanlar oldu ama söz üzerinde durulmadı. Onun yerine At Bakıcının Adı konu oldu, hemen Hüsnü Yalçın’a duyurdular; bir adaşın gelmiş. Hüsnü ilgilendi. Ancak o yeni gelen öğretmenlerden birinin adından söz edildiğini sanmış, :

-Benim de bir adaş öğretmenim olsun, öğrencilerde bile bir adaşım yoktu! dedi. At bakıcısı olduğu söylenince üzüldü:

-Kendinize bir eğlence buldunuz;deyip ayrılırken “Bulgaristan’dan yakınlarda gelmiş, Filibeli! ”deyince gene ilgilendi:

-Öyleyse tanışırız, hemşeri sayılır! deyince tarım bölümüne birlikte gitmeyi önerdim. Öğleden sonra gitmeye karar verdik. Tarım binası ya da nöbeti deyince arkadaşlar sık sık Ali Gülerin’i soruyorlar:

-Ne oldu arkadaşın başına bir iş mi geldi, ailesinde bir sorun mu çıktı? ”gibilerden sorular ortaya atılıyor, sorular ortaya atıldıkça da bana bakanlar oluyor. Benim bildiğim onlardan fazla değil. Ali Gülerek bir haftalığına Tarım nöbetçisi oldu. Sonra bu süreyi onbeş güne çıkarıldı. Onbeş ün dolmadan beni çağırdılar. Namık Ergin Öğretmen biliyorsunuz elim sarılı olduğu için beni seçtiğini söylemişti. O günden beri ben Tarım nöbeti tutuyorum. Ali ile de bir ilgim yok, ne köyünü biliyorum ne de adresini. Adresini bilen varsa sınıfça bir mektup yazabiliriz! ”Mektup yazma önerim ilgi gördü ancak mektup yazmayı üstüne alan olmadı. Onu da bana bırakmak isteyen oldu. Elimi gösterdim; “Elimi açınca yazmama razı olursanız, gene de yazarım! ”dedim. Çoğunun ilgisi candan değil:, “Olur olur! ”deyip geçtiler. İsmet elimi sordu. Ağrı yok ama orta parmağımı haretek ettirmekte zorlandığımı, akşamüstü revire gidip son durumu ben de hemşireden öğreneceğimi söyledim .

Yalnız olarak Tarım bölümüne gittim. Köşede duran bir masanın altında bir yığın kitap var, tek elle onları alıp önce masa üstüne dizdim. Kimse bir şey dememişti ama kerndiliğimden kitapları boş dolaplardan birine boy sırasına göre dizdim. İçlerinden bazıları oldukça büyük, onları ayırıp baktım; sayfalarının çoğu resimli;Pancar Ziraati yazılı bir tanesinde şeker fab- rikaları da var. Alpullu Şeker Fabrikası resmi oradaki günlerimizi anımsattı. Fafrikanın kuruluşu anlatılıyor. Kitabın yazdığına göre fabrika üstüne anlatılanlarla bizim köyde anlatılanlar arasında yıllarla fark var. Bizim köylüler 1930 yılında kuruldu diyorlar. Oysa fabrika 1926 yılında kurulmuş ama pancar ekimi çevresi yıldan yıla genişletildiğinden bizim köy 1930 yılından sonra ekim alanına alınmış. Kitapta pancar ekim alanları çizgilerle gösteriliyor. Kitabın birinde de salt at bakımları var. At resimleri çok güzel. Ömer Uzgil Öğretmen resim dersinde bize at resimleri göstermişti, o atları da çok beğenmiştik. İsmet kendini bir atsever göstermek için:

-O at resimlerini nereden buluruz? ”diye sormuştu. Öğretmen de gülerek, “ Arayan bulur İsmet! ” demiş sözün ötesini söylememişti. Sanırım o konuşma yapıldığında bu kitaplar varmış. Ancak kimse karıştırmadığından öyle tozlanıp kalmışlar. Hüsnü Ağabey gerçekten at severse bu kitaptan yararlanır, düşüncesiyle kitabı ayırdım. Öteki büyük kitabın biri de Bağcılık:Bağcılıkta Tekamül. Bizim köyde bir türlü adı söylenemeyen bağ hastalığı filoksera üstüne bilgiler var. Bağlara nasıl ilaç atılacağı resimlerle gösterilmiş. Bir kişi sırtına bir kahveci güğümü gibi bir kap almış, kabın Bulgar gaydası gibi sarkıntıları var, onlarla bağ kütüklerini ıslatıyormuş. Bağcılık kitabını ayırdım. Zil fakan çalmadı ama paydos saati geldi. Ben çıkarken Hüsnü Ağabey geldi, yatak işini ayarlamış. Ahır tamamlana dek Elektrik santralında yatacakmış. Buraya daha yakın olduğu için gece de gelmesi kolay olacakmış. Gülerek:

-Yağmurlar başlayınca buranın çamuru! diyecek oldum, Hüsnü Ağabey:

-Sağlık olsun, onun da çaresini buluruz be aganin! dedi. Tam Trakyalı. Aganin, abe, kızanım, be yahu, emşerim, te be sözleri sık sık kullanılıyor.

Derslikte konu bu gece yapılacak eğlence üstüne; kimler ne yapacak! Bizim sınıftan kimse bir görev üslenmiş değil. Elimin bağlı oluşundan bana kimse bir öneride bulunmadı. Bu gerçekte bir bahane, ben bunu çok iyi biliyorum. Müzik Öğretmen geldi, bundan böyle Müzik Öğretmeni ile işlerini görecekler. Ben öyle düşüğnmüyorum ama onlar öyle sanıyorlar. Müzik Öğretmeni benim gibi hevesli değil, üstelik notası olmayan parçaları kesinlikle çalmıyor. Hele oyun havalarının hiç birisini çalmıyor. Arkadaşlar bunu bilmedikleri için yakında düş kırıklığına uğrayacaklar. Üstelik Müzik Öğretmenin bana karşı yakın tavrından da habersizler. Yeni akordiyonu bana verdiğini bilmiyorlar. Parmağım açılınca yeni akordiyonu elimde görünce şaşıracaklar.

Harun Özçelik’le birlikte revire gittik, Ayşe Hemşire beni güldü:

-Kim ne yaptıysa yaptı, iyi etti demeye dilim varmıyor ama seni başka türlü buraya getiremeyecektik. Ayağın alışın, arada bir , “Merhaba! ”demek için gel bari! ”dedi. Parmağımı sargılıyken oynattı. Sordu:

-Acıyor da susuyor musun, yoksa sahiden ağrı yok mu? doğrum söyle! Uyuşukluk dışında hiçbir ağrı-sızı olmadığını kitap sayfalarını çevirirken ara ara kullandığımı ancak o parmağımın ötekilere göre çok ağır olduğunu duyumsadığımı söyledim. O normalmış, önemli olan parmak ucumdan diraseğime, omuzlarıma doğru sızıların gidip gitmemesiymiş. Öyle bir şey olmadığını söyleyince Hemşire Abla Harun Özçelik’e dönerek:

-Harun tanık ol, bak hiçbir şikayeti yokmuş. Öyleyse ben de bu sargıyı açıyorum! deyip bezi çözdü parmağımı bir şişeden ıslattığı bezle sildi. Bileğimden tutarak elimin üstü, üstte olmak üzere uzattırdı. . Bileğimden tutatarak parmaklarımı oynattırdı. Orta parmağım da ötekiler gibi avuç bağlantımdan rahat oynadı ancak orta partmağımı ötekiler gibi rahat kıramadım. Acımadı ama acıyacakmış gibi geldiğinden parmağımla fazla oynamadım. Hemşire bu kezde:

-Küçücük bir parmak seni parmağında oynatıyor! diye güldü:

-Böyle bir söz vardır, nasıldır tam bilemedim, öyle bir şey işte! dedi. Böylece elim açıldı. Bir iki gün daha korumamı söyledi. “Geçmiş olsun ! ”deyim eliyle arkama vurdu. Ayrılırker de “Pazartesi bir ara uğra, merak ediyorum! ”diye ekledi. Parmaklarımı oynatarak revirden çıktım. Bugün tam sekiz gün oldu. Elimi hiç kullanamayacağım kaygıları içinde geldiğim revirden bir hafta sonra gülerek çıktım. Ancak başıma gelen bu acının nedenini bir türlü benimsemedim. Ben çalışırken öğretmenin gelip kapak kapatmasını bir türlü hoş göremedim, giderek de kendime haksızlık edildiği inancımı arttırdım. Kasıt diye bir düşüncem yok ama dikkatsizli, özellikle bir öğretmenin dikkatsizliği herhangi bir insanın kastından geri kalacak bir şey değil bence. Yıllardır saygı duyduğum öğretmenlik bu olayda bana göre zedelendi. Öğretmen geldi arkadaşlar içinden beni seçti, birlikte çalıştık, işin bitmesine yakın kolum boynumda atölyeye döndüm. Şu anda geşmiş ama çektiğim acı değil, elimde bir kusur kalacağı kaygısı benim kendime güvenimi azalttı. Ben sağlığımı korumak için bir çok isteklerimi dizginlerken öğretmenin benim elimi kıstırmasını unutumıyorum, sanırım hiçbir zaman da unutmayacağım.

Dersliğe gittim. Kimsenin benim elime falan bakığı yok. Akşamki eğlenceye benim takılıp katılmayacvağım gene söz konusu edildi. Bu kez elimi göstermedim. Akordiyonun öğretmende olduğunu, ondan geri isteyemediğim için katılamadığımı söyleyip sustum. Ahmet Güner’le Yusuf Asıl’ın zeybek oynayabileceğini söyledim. Yusuf Asıl hemen karşı oldu:

-Bizim bir birimize verilmiş sözümüz var. Daha Hasanoğlan’da bu oyunları öğrenirken bunları konuştuk. “Birlikte oynayıp birlikte isteyenlere öğreteceğiz. Bugüne dek bu kuralı bozmadık, bundan sonra da bozmayacağız! ”Konuşmalara az katılan Sami Akıncı:

Bravo, arkadaşlık işte böyle olur. Ben kendi adıma kutlarım bu arkadaşları! ”Sami böyle deyince birkaç kişi birden:

- Onları biz de kutluyoruz, her zaman da kutladık zaten! dediler.

Akşam yemeğinde gene aynı konu: “Az sonra yemekhane salonunda yapılacak toplantısında yeni öğretmenlere, yeni yönetimcilere karşı güzel bir gösteri düzenlenebilecek mi? Kon uşuluyor ama kimse, ben de katılıp şunu yapayım demiyor. Konuşulurken söz olsun diye ben de varsayımlarda bulundum:Mandolin gurubu okul şarkıları çalar, Kızlar türküler söyler, Tevfik Uğurlu ile Rafet Topuz şiir okur, Sami Akıncı konuşma yapar, Müzik Öğretmeni akordiyon çalar, Eğitimbaşı da komuşma yapar, Ali Ergin’le Musa Güner şarkılar söyler! dedim. Arkadaşlar yüzüme baktı. Yusuf bana:

-Sen şimdi şaka mı yaptın yani! dedi. Ben:

-Ne şakası? diye sorunca Yusuf, Ali Ergin’le Musa Güner nerde? diye sordu. . Yusuf’un soruşuna şaşırdım, sadece başımı sallayarak :

- Nerede? diye sorabildim. Ali ile Musa’nın önce okuldan ayrıldıklarını, sonra da atılıklarını söyledi. İnanamadım. Çok yakınlarda onlarla konuştuğumu söylemeye kalktım ama sonra duraksadım. Birden dondum. “Ama neden? diye soracaktım onu bile soramadım. Lokma boğazımda kaldı. Bir ara söylenenleri anımsadım:

- Hani Eski yönetim zamanında Okul Disiplin Kurulu yoktu? diyecektim, sustum. İçimden:

- Demek eski yönetim zamanında da Disiplin Kurulu varmış! deyip yutkundum. Şarkıcı olarak sevdiğim iki arkadaştılar. Ayrıca, müzik çalışmaları dışında biri Yusuf Asıl’ın öteki de Ahmet Güner’in köylüsü (Aynı zamanda akrabası) oluşu dışında haklarında fazla bildiğim yoktu. Neşeli arkadaşlardı. Derslerden sıfır numaralarla sınıf geçirilirken arada böyle birilerinin uzaklaştırılması kafamı karıştırdı. Sustum, lokma ağzımda kaldı. İnanmamış gibi yandaki masalara baktım. Oysa onlaın nerelerde oturdukları bilmiyordum. Sanki bakınca:

- Bak oradalar! diyecekmişim gibi bir duyguyla bir süre yutkundum. İlk olarak İsmet aklıma geldi:

- Onu duysalar bir gün tutmayacaklar! diyerek ürperdim. Kendimi düşündüm: “Yazılar, müdür odasında bir yerde sıkışmış olabilir mi? olursa o, bugün de işleme konulabilir mi? Giden Müdür: “Öğretmenler hakkında ad takmalar varmış! ”demişti. Giden öğretmenler için suçlu bulurlar mı? ”sorular arka arkaya sıralandı. Hiç konuşmadan dersliğe döndüm. Yusuf, Ahmet Güner’e söylemiş, Ahmet açıkladı. Musa ile Ali kendi sınıf arkadaşlarıyla tatile gidip geldiklerinden bir süre sonra zorunlu izinli saymışlar. Arkadaşları da onları normal izinli sanmışlar. Bu nedenle ayrılışları uzun zaman doğru olarak anlaşılamamış. Kendileri de uzun süre geri döneceklerini sanıp bekleşmişler. Arkalarından gelen bir yazı, ilişkilerinin kesildiğini bildirmiş.

- Elimin ağrısı kesilmişti, buna sevineceğim yerde bu arkadaşlara dolaylı olarak da kendi kusurlarımız için kaygılara kapılarak sırama oturup sessizce durdum. Durunca da olmuyor. Bu kez de elimin acısına ya da yapılacak eğlencede bana yer verilmediği sanıları duyumsatılıp sıkıntımı arttırıyor. Babalar ve Oğullar kitabını açıp Bazarov’un anne-babasına dönüşü bölümünü bir kez daha okudum. O akıllı, kendini beğenmiş Bazarov çok sevdiği prenses Anna Odinstova ya da öteki sanıyla Anna Sergeyevna neden kaçtı. Prenses pekala ona özel ilgi gösteriyordu. Tam açıklanmamakla birlikte onda da Izlanda Balıkçısı (Le Pecheur d’Islande) Yann’ın düştüğü duyarlığamı kapıldı. Varsıllı-yoksulluk açmazı nedeniyle dönüp gidişi onun göstermeye çalıştığı gibi Anna Sergeyevna onun okulluğunu bir eksikllik saymıyordu. Nitekim Yann için de güzel Gaud böyle bir ölçek düşünmemişti ama Yann açık açık bu saplantıdan kurtulamamıştı. Çok bilmiş Bazarov Yann kadar da açık yürekli olamadı. Gerçi Anna Sergeyevna güzel Gaud gibi bir özverili yaklaşım yapmadı ama gene de Bazarov’u retretmiş değildi. Neyseki yazar kitabını böyle sonuçlandırarak okuyucuya örnek bir anne-baba yüreği tanıttı. Sadece Bazedov’un mezarını tanıtması bile olağanüstü bir duyarlık anıtı. Bakımsız bir mezarlıkta bakımlı, tel örgülerle çevrilmiş, çiçekler açan bir mezar, kuşların ötüşleriyle, çiçeklerin kokularıyla sonsuzluğa sevgiler gönderdiğine inanan yaşlı anne-babanın tükenmeyen gönül bağı, göz yaşı akışı. Birini destekleyen dört el. Onlara göz yaşı döktürerek insanlara ders vermek isteyen bir yazar. Bu göz yaşlarından çok, böylesi durumlarda dökülememiş ya da dökülmemiş yaşları tutabilen gözlere acıyarak kitabı kapattım. Eğlenceye gidenlerden gelenler oldu. Yusuf gülerek anlattı:

- Bizim düşündüğümüz gibi değil Hasanoğlan’da o ekiplerin yaptıklarına benzeyen kimin ne yaptı pek belli olmayan bir kargaşa oldu bitti! dedi. İsmet ise:

- Dayı iyi ki gelmemişsin üzülecektin, senin Müzik Öğretmenin de kendi havasında, ne çaldığını kendi söyledi kendi dinledi! dedi. Kitabın etkisinden kurtulamadım için söylenenleri dinlemedim bile. Zil çalınca da kendi kendime iyi ki kitabı bir daha okudum. Yoksa Ali ile Musa’nın uzaklaştırılmalarına daha çok üzülecektim. Birden içime bir kuşku düştü:

- Yoksa Ali Güleren’e de mi böyle bir oyun oynandı? Önce evine gönderildi, , arkasından da ilişkisinin kesildiği duyuruldu. Böyleyse, okul yönetiminin eskisi yenisi yok, hepsi aynı durumda. Disiplin Kurulunu kurmayanlarla kuranlar arasında bir fark yok!

Bunları tekrar tekrar düşünerek uyudum. Nasılsa köye gitmişim, köy boğası karşıdan çıktı. Hep söylerler. “Boğa heybetlidir, görünüşü korku verir ama kimsenin üstüne gitmez!” derler. Buna nasıl inanırım? Boğa doğrudan bana doğru gelmeye başladı. Kaçayım mı yoksa kıpırdamadan durayım mı? Boğa yaklaştıkça gözlerim dört açıldı;bir de baktım ki, bu boğa şimdiki boğa değil, geçen yıllar hıdrellezde köyce kurban kesilen boğa. Kurban kesilen boğa canlı olur mu? diye çırpınırken uyandım. Terlemişim, bir süre uyanık durdum gene uyumuşum.

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ