Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

21 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

 

Matematik Derslerinde Öne Çıkış

 

3 Şubat 1939 Cuma

 

Sabah geç vakit kalktım. Halam uyuyormuş, durumu iyi dediler. Uyanınca çorba istemiş. Daha önce doktor, yiyecek isterse diş durumuna göre seçerek yiyecek verilmesini önermişmiş. Çoğunlukla çorba veriliyormuş. Çorba isteyince sevindiler. Yengem hemen hazırladı, küçük çocuk besler gibi beslediler. Birkaç gündür hiç bir şey istemezmiş. Öğleye doğru bir süre halam konuştu biz dinledik. Bulgaristan’daki günlerinden söz etti. Babamın çocukluğunu anımsadı, Babasını, annesi anlattı. Babama sorular sordu. Konuşurken iki kez esnedi. Esneyince uyuması gerekirmiş. Hasan amcam bir doktor gibi yapılması gerekenleri özenle yapıyor. “Uyursa derinliğine uyur, Ali ağabeyime, benim için götüreceksek, elini öpsün izin istesin!” dedi. Sonra da halama “İzini bu kadar, gidecek!” deyince halam” Belki de bir daha görüşemeyeceğiz geldiğine çok sevindim. Yakındasın istersen gene gel!” dedi, elini öperken elimi tuttu uzun uzun elime, yüzüme baktı. Gözlerinden yaşlar aktı. Birden kendimi tutamadım, hüngür hüngür ağlamaya başladım. Kendimi tuttum, gözlerimi kapadım. Karanlıkta, yanımda kimse yokmuş gibi öyle durdum. Yanımdakiler hiç kıpırdaman duruyordu. Babam suskun, halama baktım gözlerini yummuştu. Burnumu çekerek geriye çekildim. Amcam gülümsedi, “Uyudu, geldiğine iyi ettin, seni sevdi. Sakın üzülme, çok yaşlı, bitkin, biz bu durumuna memnunuz, zaman zaman korkutuyor ama, kendine gelince hepimiz mutlu oluyoruz!”

Halam uyuyunca babam, ağabeyim ayrıldık. Ağabeyim yolları çok iyi biliyor. Edirne yoluna çıktık. Pancarköy-Alpullu sapağına gelince ben indim. Onların yolu uzun, babam çok üzgün, aşağıya dönüp yol uzatmalarını istemedim. Onlar da benim bu konuda deneyimli olduğumu bildiklerinden razı oldular, ellerini öpüp okula yollandım. Halamın kaygılı durumundan doğru dürüst konuşamadık ama babam “Sana, meraklanıp bir şeyler sormak istemiyorum. Muhittin enişten arada uğradıkça konuşuyoruz, o kendi oğlundan çok senden memnun görünüyor. Küçük değilsin, kısmet buymuş, bu yolda gayretinle çalış, kısmetin, gayretin sonunda gelecektir!” Babamın sözleri bana göre Öğretmenlerin söylediklerinin özeti gibi. Daha az sözle, daha geniş anlam taşıyor. Okula dek bunları düşündüm.

Tarım bahçesine gelmeden yolun kenarında biraz oturdum. Halama üzüldüm. Çok yaşlı, ölecek, öleceğini biliyor. Oğulları yengeler, torunları, ölsün ölmesin arasında bekleşiyorlar. Annemi düşündüm, genç, çocuk doğururken ölüyor. Öldüğünde 30 yaşında, benden 13 yıl fazla yaşamış. Halam 87 yaşında. Annem yaşasaydı şimdi 43 ya da 44 yaşında olacaktı. 27 yaşında beni doğurmuş. Etrafıma baktım kimsecikler yok, kendimi tutamadım, avazım çıktığı kadar bağırarak ağladım. Bir an okulu bile unuttum, yerlerde tepindim. Üstümün kirlendiğini görünce kendime geldim. Toparlanıp kalktım. Arkamdan bir at arabası geliyor. Gözlerim dolu dolu, doğru göremedim, tıpkı bizim araba. Babamlar vazgeçip geri gelebilirler mi? Şaşkın şaşkın baktım, ağabeyim değil ama yabancı da değil. Kadir’in köyünden, benim tanıdığım, onun da beni çok iyi tanıdığını bildiğim biri, Palabıyık İsmail. Şakirin İsmail diye de çağırırlar. Beni görünce şaşırdı, durdu, etrafına bakındı, “bu saatte burada ne işin var? Boşuna bekleme, ağabeyin şimdilerde Müsellime varmıştır. Sen burada onları mı bekliyorsun?” dedi. Güldüm, “Hayır ben Alpullu’ya gidiyorum, onları uğurladım, okula dönüyorum!” deyince güldü, “Ne okulu, sen hala okulu bitiremedin mi?” diye sordu. İsmail ağabeylerin evi Hamitabat’da ilkokulun bitişiğindedir. Üstü kapalı büyük bahçe kapıları vardır. Yağmura tutulunca kapı korunağına sığındığım çok olmuştur. Köyden okula gelirken ya da köye dönerken kimi zaman onların kapısında duralarız. Benim yolum üzerinde oturan onların köy çocukları da bana katılırlar, Muhtar Sadık’ın oğlu Rifat, Kenar ya da sığırtmaç Osman, Ahmet Korkut Öğretmenin yeğenleri, Hasan, Vehpi vb. Yalnızken bazen beni orada gören ev sahipleri içeriye de alırlardı. İsmail ağabey bunları anımsamış olmalı. Beni soru sual etmeden arabaya çekti, konuşa konuşa gittik. Okul durumumu anlattım, okuduğuma çok sevindi. “Köyden köye geliş gidişini biliyorum, okumasaydın çok yazık olacaktı, şimdi çok sevindim” dedi. Sinanlı köyünde tanıdıkları varmış, oraya gidiyormuş, uğurladım.

Okula girdim. Tam paydos zamanı olmuştu. Ömer Uzgil, kapısı önünde duruyordu, geldiğimi söyledim, başını “Gördüm!” anlamında salladı, dersliğe gittim. Yokluğumun nedenini herkes merak etmiş. Halil, “Haber vermeden gittin!” diyor. İsmet küplere binmiş “Sen ne biçim dayısın, hep böyle yapıyorsun!” diyor. Biz böyle konuşurken dün bana haber veren çocuk geldi, “Ağabey, bu kağıt senin!” dedi bir kağıt verdi. Dünkü kağıt, adım numaram yazılı. Telaşlı davrandığım için kağıdı çocuktan almamışım. Çocuk bu kağıdı çok önemsemiş, beni aramış, şimdi görünce getirmiş. Arkadaşlar kahkahalarla güldüler. Çocuğu sevdim. 25 numaralı Cavit Kafkas. Bir kağıda onun numarasını adı yazdım. “Bu bende, o da sende kalsın, bir birimizi böyle tanıyalım!” dedim. Çocuk çok sevindi, kağıdı cebine koydu, ben de öyle yaptım. “Her zaman gelebilirsin!” dedim. Çocuğun mutluluğu yüzünden akıyordu. Bu davranışım arkadaşlarca da olumlu karşılandı. Halil hemen bir söz yakıştırdı. “Çok yaşayan değil çok gezen bilirmiş!” Böylece ben çok gezen oldum. Daha sonra bu geziye neden olan acıklı öykümü anlatınca onlar da üzüldüler. Çoğunun ailelerinde yaşlı insan olduğu için konuya yabancı değiller. Benim haberim onlarca çok önemli değildi, onların da haberleri varmış; kendimize hamam yapacakmışız. Önce okul sahibimiz durumdaki fabrika yönetimi razı olmamış ama gerek Alpullu merkezinde gerekse önerilen Mandıra beldesindeki banyo kurumlarını yetersizliği nedeniyle sonradan uygun bulmuşlar, arka bahçeye hemen bir banyo yapılacakmış. Ben sevindim. Ancak arkadaşların bazıları kem küm etmeye başlamış. “Biz amelelik mi yapacağız?” Az önce evinden ayrıldığım Hasan amcam kiremit, tuğla ocakları çalıştırıyor. Bir yığın işçisi var ama, kendisi de işçiler gibi çalışıyor. İşini yapmak için çalışmaktan başka bir yol var mı? Hasta halamın verdiği tedirginlikten kaynaklandığını sandığım, bir sıkıntı beni okula daha çok ısındırdı. Köydeki yaşama göre okul temiz, daha düzenli, daha rahat. Arkadaşların yakınmalarına karşın, ben okul yaşamını daha çok sevmeye başladım. İnsanların kişisel dertleri burada söz konusu değil. Akşam yemeğini bir başka istekle yedim. Arkadaşlar her zamanki sözleri tekrarlayıp duruyorlar ama bana sanki yeniymiş gibi geliyor. Uzun tatile çıkınca köyde sıkılacağımı bile düşünmeye başladım. Böyle olursa Nefise Hala’mın dediklerini yapacağım. önce en yakın akrabalara sonra sonra da en uzaklara varana dek, gezip tanıyacağım. Kırklareli içinde üç amcam var. Biri babamın öz ağabeyi Müderris amcam. Bundan başka iki de Hasan amcalarım var. Biri babamın bir büyük ağabeyi Mehmet amcamın oğlu Hacan Büyükerenler, öteki dede kardeşlerinden gelen Şoför Hasan lakaplı, Hasan Pelivan amca. Kızılcıkdere köyünde, annemin iki kız kardeşi, Elif Sadıklar, İsmet Yanar’ın annesi Zühre teyzem. Kırklareli’de ayrıca sinemacı Ahmet Pehlivan amca ile Kızılcıkdere’deki kardeşleri, onların çocukları, arkadaşım küçük Hasan Pehlivan, bunları hep tanıdım. Yarınki müzik, resim derslerini aklıma getirmek istemiyorum. Oysa çalışmam gerektiğini biliyorum. Özellikle müzik dersinde bir gün arkadaşların öteki derslerde düştüğü bed duruma düşebilirim. İstemeye istemeye “Biz Kimleriz” marşının sözlerini okudum. Seslerini Halil anımsattı, fısıltı olarak tekrarlamaya başladım. Biz kimleriz?... Biz Altay’dan gelen erleriz. -Çamlıbel’de uğuldarız;coşar, gürleriz. -Biz öyle bir milletiz ki ezelden beri-Hak yolunda, yalın kılıç, hep sefer-beriz. -“Zafer” bizim şaha kalkmış küheylanımız;-Atıldı mı durduramaz ne dağ, ne deniz…Felaketler pençemizde oyuncak olur;-Yangınlarla bütün cihan al sancak olur. -Tan yerinde yıldırımlar saçan sesimiz-Gün batısı üzerinde şöyle duyulur:Fırtınalar yoldaşındır na’ra salan Türk! -Hey koca Türk, Tanrısından kuvvet alan Türk! Okuma kitabında Gemiciler şiirini okuduğumuz yazarın, Enis Behiç Koryürek’in şiiri. Müzik Öğretmeni şairini söylemedi ama arkadaşlar bulup yazmışlar. Daha da uzayıp gidiyormuş. Bulursam tamamını yazacağım. Halil gene güldü, “Sen bunu öğren, söyle yeter, ötesini neden karıştırıyorsun? Hiç bir yanıt veremedim ama gözüm, marşın kalan bölümünü de yazmada, bulsam, hemen yazacağım. Zil çalınca bu kez acele etmedim. Hüsnü sordu, yavaş sesle, “Dün nereye gitmiştin? Ona olayı ayrıca anlattım. Ölüm falan yok, sadece çok yaşlı halam, rahatsızlanmış. beni de görmek istemiş, gittim, gördüm. Halam şimdi daha iyi. Çok yaşlı, o da Bulgaristan’dan gelme. Plevne savaşını yaşamış, Rus askerlerinin yaptığı soygunları ağlayarak anlattığını söyledim. Hüsnü çok duygulandı. Yaşını sordu, çocukları var mı? dedi. Durumlarının iyi olduğunu, muhtaç olmadıklarını anlattım.

Her akşamkinden başka duygularla yattım. Şakir İsmail’in atları geldi gözümün önüne, ne güzel atlar. Nasıl bakıyor o atlara? Bizim de sözde atımız var ama, onların yanında bizimkiler çok çok hımbıl kalır. Arabası da öyle, süslü, tınkır tınkır, zil sesi gibi sesler çıkarıyor. Okula gittiğim zamanlar da hep görüyordum. Şimdikiler onlar değil ama, tıpkısı gibi, sanlı, besili. Böyle atları seviyorum. Nasıl bakılır bilmem ama, her halde burada at bakım ı üstüne bilgi alacağız. Öğretmen olunca kesinlikle güzel atlar alacağım. Ali ağabeyime daha önce sormuştum. Ali ağabeyim, “Onlar, bizim gibi atları her işe koşmazlar, biz tüm işlere atları vuruyoruz. Bu nedenle bizim atların atlığı matlığı kalmıyor, düpedüz sığırlaşıyorlar. Ali ağabeyim de atları seviyor ama, demek gönlünce bakıp koşmakta aksaklıklar oluyor. Babamı düşündüm. Babam başka zaman daha değişiktir. Halamın yanında tümden susmuş gibi, onun dediğine uyuyor, hiçbir sözüne hayır demedi, “Olur, peki, öyle, sen nasıl istersen, dediğin gibi olsun!” Oysa ben babamdan bu sözleri başka zaman pek duymazdım. Hele Ali Ağabeyim onların yanında tam suskun. Hasan amcamla kardeşi için bir şey diyemiyorum, sanırım onlar daha çok üzüldüklerinden konuşacak halleri kalmamış, gibi….

 

4 Şubat 1939 Cumartesi

 

Dün sabahki karmaşık durumu tam unutamadım. Akşamı düşündüm, çok karışık düşünceler içinde uyudum. Böyle durumlarda her zaman karmaşık rüyalar görüyordum. Bu sabah rüya falan anımsamıyorum. Halamı anımsıyorum. Daha doğrusu sürekli görür gibiyim ama, olay çok geçmişte kalmış gibi. Nedense babamı, halamlardaki acıklı durumun içinde görmüyorum. Böylece anımsadıklarım gerçek olayın yalnız bir parçası oluyor. . Babamı, her zaman olduğu gibi köyde düşlüyorum. Dün gördüklerim bir rüya gibi, bazan kendi kendime soruyorum. Bununla rüya arasında ne fark var? Kahvaltıda Adem Gürçağlayan Öğretmenin çevresini kendi sınıf çocukları sarmış cıvıl cıvıl konuşuyorlar. Öğretmen arada yüksek sesle “Öyle olmaz, böyle yapacaksınız!” gibilerde uyarılar yapıyor. İki Ömer Öğretmen birlikte geldi. Ömer Uzgil, Ömer Tunalı. İlk günler kimi arkadaşlar iki de bir çay bardaklarına takılıyordu. “Bizimkiler bakır, Öğretmenlerin porselen!” diyorlardı. Kimi kez de “Padişahlar o tabakları Öğretmenlere göndermiş, yanlışlıkla bize de vermişler. Padişahlar “Öğrencilere göndermedik!” diye sonradan haber göndermişler. Bu şakalar bile unutuldu gitti. Biz de bunlara alıştık. Bunlar, bakır da değil, tunç galiba. Bakır olsa daha parlak, beyaz görünür. Bizim evde tüm kaplar bakırdır. Özellikle içleri parlak parlaktır. Sanırım bizim burada çay içtiğimiz bardaklar, su kovalarından yapılmış, gri renkte, tabaklar da öyle. Ne kadar yıkansa beyazlanacağı yok. Adem Gürçağlayan kahvaltıya geç geldi. Başıyla her Öğretmeni ayrı ayrı selamladı. Onun kendine özgü selamı var, başını aşağı yukarı oynatarak selam veriyor. Ben bunlara bakıyorum, Fikret Madaralı yüksek sesle bir kez selam verip oturuyor, Oturduktan sonra herkese gülerek bakıyor. Salih Ziya Büyükaksoy, oturtanların genellikle omuzlarına dokunarak “Günaydın!” diyor. Ömer Tunalı, askerce topuklarını vurup “Afiyet olsun!” diyor. Namık Ergin yüksek sesle “Hepinizi selamlarım!” Sabit Soysal sessizce oturduktan sonra, sıra ile başını eğerek herkesi selamlıyor. Ahmet Gürsel yüksek sesle “Afiyetler olsun!” deyip bir sözle selamlıyor. Adem Bey geç geldiği için biz de ağırdan aldık. Zil çalınca toparlandık. Hızlı adımlarla dersliğe girdik. Öğretmen hemen geldi. Bekir işaret vermeye çalışırken Öğretmen içeriye girdi, “Günaydın!” dedi. Toparlandık, yerlerimize oturduk. Öğretmen sıraların önünde durdu, hepimizi gözleriyle süzdü, sanki birimize bir şey söyleyecekmiş gibi baktı, gözlerini üstümüzden çekti. Harun Özçelik arkadaşın önünde durdu. “Lütfen tahtaya bir porte çiz!” dedi. Porte deyince Abdullah Erçetin davrandı ama Öğretmen işaretle oturmasını söyledi. Abdullah biraz bozularak yerine oturdu. Hepimiz Öğretmeni izlemeye başladık. Öğretmen, hepimize döndü, “Geçmiş derslerimizde öğrendiklerimizi unutmuyoruz değil mi? “diye sordu. Hepimiz “Unutmuyoruz!” dedik . Öğretmen “İyi, öyle ise bir yoklayalam, bakalım!” dedi. İlk kez Emrullah Öztürk’e Efem şarkısını okuttu. Emrullah çok mahcup oldu, telaşlandı, okuyamadı. İlk kez bir soru karşısında kalıyordu. Öteki derslerde kimi zaman soru soruluyordu ama arada olduğu için pek anlaşılmıyordu. Bu kez doğrudan sorulara onunla başlanmış oldu. Emrullah okuyamadı. Hüseyin Serin’e okuttu. Hüseyin’e de “dikkat etmiyor musun? Uzun zamandır aynı sesler aynı sözler söylenip duruyor!” dedi. Ahmet Güner’e işaret etti. Ahmet Güner çok güzel okudu. Ahmet arkadaşımız aslında çok güzel türküler söylemektedir. Öğretmen bilmediği için, onun okuyuşunu yeni çalışmasına bağladı. “Çalışanlar yapıyor!”diyerek Ahmet Güner’i onurlandırdı. Yusuf Asıl, Kadir Pekgöz parmak kaldırdılar. Öğretmen ikisine de sıra ile okuttu. Onları da beğendi. Harun tahtaya porteyi çizince Öğretmen çok beğendi. “Çok insicamlı bir porte oldu!” dedi. Harun Özçelik arkadaşa teşekkür etti. Harun yerine oturdu. Öğretmen bir do majör çıkıcı bir de inici gam yazdı. Arkasından bir diyezli, bir de bemollü gam yazdı. Bekir Temuçin, Recep Kocaman do gamını okudular. Öğretmen bu kez solden sole sıralanan notaları okudu. Arkasından da fadan faya sıralananları okudu. Aradaki farkları sordu. Ses farklarını bir türlü anlayamadık. Bence aralarında hiçbir fark yoktu. Öğretmen bir daha “Aralarında ne fark var? “diye sordu. Hiç kimsede bir kıpırtı yoktu. Cesaretimi topladım, aralarındaki farkı ayıramadığımı anlatmak için, hiçbir fark yok, yalnız solla fa dizileri daha ince do daha kalın!” dedim. Öğretmen, alay eder gibi, “niye korkarak söylüyorsun, tabii ki aralarında bir fark yok. Çünkü üçü de majör gamdır.” Doğrusu biz majör gamı tam öğrenmemiştik. Bir majör sözü ediliyor ama, özellikle ben do dizisinin öbür adı olarak algılıyordum. Bu durumda bilmiş oldum. Öğretmen “Arkadaşınızın dediği gibi!” diyerek majör gamlarını anlatmaya başladı. Sesler, iki bütün bir yarım, üç bütün bir yarım deyimleriyle ayrıntılı olarak önümüze kondu. Do majör gamında bulunan nota sayısının üç katı kadar majör gamı bulunduğunu, bunları bulmak için diyez-bemol kullanıldığını, biz şimdilik iki tanesini göreceğimizi öğrendik. Ben, sözde bildim ama neyin ne kadarını bildiğimin tam ayırdında değildim. Böyleyken Öğretmen beni tahtaya kaldırdı. Do majör gamın ses aralıklarını kendisi yazdı, fa majörün de bana yazdırdı. Do majörü dikkatle izlediğim için fa majörü kolay yaptım. Olay bir matematik dizisiydi, bunu sezdim. Fa majörü, Öğretmen karışmadan yaptım. Bu arada diyez, bemol işlevini öğrenmiş oldum. Bir de kendim için yeni keşfim oldu, tahtada bulunmak korkulacak bir olay değil tam tersine insan daha dikkatlı olduğu için daha kolay kavrayabiliyor. Yerime oturduğumda majör gamlarını tam anlamıyla kavramıştım.

2. Derste Milli Neşide adlı marş üzerinde çalıştık. Öğretmen bize marş demişti. Şiirin tamamı Milli Neşide imiş, Neşide sözünü Öğretmen açıkladı. İştiklal Marşı’nın da bir Milli Neşide olduğunu söyledi. Bu arada bir arkadaş, Öğretmenin Harun Özçelik’in portesi için söylediği sözü, insicamın anlamını sordu. Öğretmen, “Bilen var mı? “diye sorunca “Güzel!” diyenler oldu. Öğretmen insicam sözünün anlamını söylemeden, “Güzel sözünü her yerde hovardaca kullanıldığını, oysa güzelin sınır yerlerde gerçek anlamı vardır, oralarda kullanılmalıdır!” dedi. Örnekler verdi. Uygun adımla düzgün yürüyen askerlere “güzel yürüyorlar, dersek, güreşen pehlivanlara, güzel güreşiyorlar ya da yenene güzel yendi dersek, birisi de çıkar, yenilene güzel yenildi diyebilir. Mamasını bitiren çocuğa annesi, “Benim yavrum, güzel mama yiyor!” dediği zaman buradaki güzelin hiç mi yerini bulmamış olur. En iyisi siz bunu Türkçe dersinizde açın, Öğretmeninizle boylu boyuna tartışın. Harun arkadaşınızın çizdiği porte için güzel denilebilir. Ancak ben porteden çok çizgileri beğendim, insicam sözünü çizgiler için kullandım. Çizgiler için bir çok sıfat kullanılabilir. Ancak güzel sıfatı çizgiler için ön saflarda yer almaz, almamalı. Sözgelimi, doğru çizgi, eğri çizgi, düzgün çizgi vb. İnsicam sözü de burada kullanılabilir. Ama çizgi için güzel sözünü kullanmak biraz güzel israfı olur. porte için de öyle, ona da işe yararlığı ölçüsünde bir sıfat takılabilir!” Öğretmen kullandığı bir söz için o denli güzel konuştu ki, birden kalkıp kendisinden sormak geldi aklıma “Sizin bu konuşmanıza güzel, diyebilir miyiz?” Gene kendim vazgeçtim, arkadaşlar, “İyice şımardın!” diyebilirler. Gene de, marşın, (Milli Neşide’nin) devamını yazdığımı, isteyen arkadaşlara verebileceğimi, söyledim. Hiç birimizin gözünden kaçmayan bir başka durum, müzik derslerimiz başlayalı beri Öğretmen her derste Abdullah Erçetin’i tahtaya kaldırır, sorar, şarkı söyletirdi. Dersten önce tahtaya porte çizme işini de ona vermişti. Abdullah bugün unutmuş, Öğretmen çizilmediğini görünce, Harun Özçelik arkadaşımızı kaldırıp çizdirdi, Abdullah Erçetin’e de 2 ders boyunca ne söz verdi ne de yüzüne baktı. Arkadaş da suçlu gibi boynunu büküp durdu. Dersten sonra arkadaşlar Abdullah Erçetin’i oldukça zor teselli ettiler. Arkadaş çok üzüldü. Adem Gürçağlayan Öğretmen sakin sakin konuşuyor, Öfkeli bir durum takınmıyor ama galiba kinci bir tarafı var. Kendi sınıfındaki öğrenciler onu çok seviyorlar, üstüne toz kondurmuyorlar. Gelecek yıkl ayrılacağını duymuşlar şimdiden üzüntüsüne tutulmuşlar. Demek onlara daha derin sevgi gösteriyor. Halil Basutçu ile gene anlaşamadık, ben Abdullah’ı haksız buldum, bir görev vermiş, Öğretmen haftada bir gün derse geliyor, portenin hazır olmasını istiyor. Unutulduğunu görünce bence kızmıyor tam tersine üzülüyor. Üzüldüğü için de bir başka arkadaştan rica ediyor. Halil ise “Ne var yani söylenen sözler hiç unutulmayacak mı? “Bir şans daha verse belki bir daha unutmayacak!”

Biz konuşurken Ömer Uzgil Öğretmen elinde kocaman bir dosya ile kapıdan girdi Gülümsedi. Bu gülümseme, o her zamanki gülümsemesinden farklı gibiydi. Daha önce konuştuğumuza uygun olarak “Guten Tag!” dedi. Biz de biraz karışık olarak “Guten Tag!” dedik. Hepimizi süzer gibi baktı, “Sitsen sie!” dedi. “Her geçen gün, sizin biraz daha olgunlaşacağınızı umuyor, o niyetle görevlerimize sıkı sıkı sarılıyoruz. Ancak zaman zaman yanlış mı yapıyoruz, kendimizi avutuyor muyuz acaba? “diye de kuşkuya düştüğümüz oluyor. Özellikle ders zillerine ayak uydurmak için olumsuz davranışlarınız üzüntü verici. İsterseniz her ders zili çalınca kapınıza dikilelim, asker disiplini içinde sizi dersliklere sokalım. Bu bizim için zor olmaz. Nöbetçi Öğretmenleri uyarırız, kapınızı gözetim altına alırlar, uyanlarla uyamayanlar kolayca saptanır, gereği yapılır. Ancak bu zorlama bir yöntem olur. Siz Öğretmen adayısınız. Öğretmenliğe gönül vermiş olanların, içinde bulunduğu topluluğun kurallarına kendiliğinden uyması gerekir. Çünkü, Öğretmen kendi okuluna görev yaparken bu kuralları, kendi vicdanıyla uygulayacaktır. Bu konuda biraz düşünün, beni rahatça anlamaya çalışın. Bir başka derste gene konuşalım!” Gülümsedi, getirdiği paketi açtı Harun Özçelik’le Salih Baydemir’e levhaların tahtaya asılmasını söyledi. Arkadaşlar toplu iğnelerle levhaları astılar. Bunlar aynı büyüklükte resimlerdi. Oldukça zor asıldı. Ya da arkadaşlar zarar vermemek için çok dikkat ettiklerinden işleri oldukça uzun sürdü. Geçen hafta da resim asılmıştı, onları kurdele ya da şerit iplere takmışlardı. Bu günse iğnelediler. Bunlar, kalın kağıtlara yapılmış çok değerli yağlı boya resimlermiş. Hepsine tam bakamadan çık zili çaldı. Öğretmen, bir başka derste asılmak üzere resimleri toplattı. İki resim türü öğrendim. sulu boya, yağlı boya. “Ben, şimdilik kara kalem ressamıyım!” dedim. . Halil benim kara kalem ressamlığıma takıldı” Senin renkli kalemlerin var, onlarla da yapar, ressamlığını kırmızı kalem, mavi kalem, yeşil kalem… olarak çoğaltırsın!” dedi. Öğretmen kapıya yönelirken Ömer Tunalı Öğretmen geldi. Kapıda bir süre konuştular. Bu nedenle giden gibi gelen Öğretmen de selam vermedi. Ayakta bekledik. Ömer Tunalı “Hava güzel, yürüyelim mi? “diye sordu. “Yürüyelim!” Alt bahçede sıra olduk. Hiç gitmediğimiz bir yolda yürümeye karar verdik. Daha doğrusu Öğretmen karar vermiş, kapıda md. yardımcısına onu sormuş. Alpullu içinden Sinanlı yönüne gitmekte bir sakınca olup olmadığını sormuş. Çarşı içinde topluca yürüyüp yola çıkınca koşmak üzere o tarafa yöneldik. Köprüye kadar gittik. Ancak yolun durumu, arkadaşların hoşuna gitmedi, rahat koşulamayacak kadar bozuk çıktı. Öğretmen de beğenmemiş olacak bu kez Mandıra yönünü düşündük ama vakit azlığı nedeniyle gelecek haftaya o yöne koşma kararı verdik. Öğretmen  “Temiz havada yürüdük, bu da güzel!” dedi, okula döndük. Ayırdında değilmişiz, biz okula girerken dersten çık zili çaldı. Önce tören sonra yemek. Adem Bey yok, töreni Ömer Tunalı yaptırdı. Ömer bey komutları daha güzel veriyor. Asker gibi, bir iki kez “Rahat, hazırol!” yaptırıyor. Böyle olunca İstiklal Marşı daha düzgün söyleniyor. Biraz zayıf ses çıkarmama karşın ben de söylemeye başladım. “Dir o benim milletimindir!” gibi incelen bölümlerde biraz susuyorum ama öteki taraflarda aynen katılıyorum. İstiklal Marşı biter bitmez şiddetli bir yağmur başladı. İçeriye kaçarak girdik. Arkadaşlar şaka ediyorlar, öğleden sonra rahat gezemeyeceklermiş. “Güneş olsa nerede gezeceksin? “Yemekte benim tatlım var, revani. İsmet bana soruyor, “Dayı, sahi sen köyde revani tatlısı yiyor muydun?” Soruya bak, İsmet kimi zaman beni öteki arkadaşlardan daha çok sıkıştırıyor. Köyde revani tatlısı yemiş olsaydım, burada böyle üstüne düşer miydim?” Köyde revani tatlısını bilmiyordum bile, adını duyduğumu da sanmıyorum. . Bildiklerim, baklava, kadayıf, ekmek tatlısı. Tulumba ile revaniyi burada öğrendim. Belki de bu nedenle onları daha çok seviyorum. Ancak her türlü tatlıyı çok sevdiğimi, adı ne olursa olsun tüm tatlıları seçmeden yediğimi söyleyebilirim. İsmet sinirleneceğimi düşünerek, karşı bir hazırlık yapmışmış, hemen “Tatlı sevenler sigara sevmezmiş, sen sigaradan kurtulmuş oluyorsun!” diyerek gönlümü aldı.

Yemekten çıkınca Kadir Pekgöz beni çağırdı, babası gelmiş, gittim Hafız amcanın elini öptüm. Hafız amca bizim köyün de imamıdır. Bizim köyde çok sevilir. Onun çok söylediği bir sözü bizim köylüler gülerek tekrarlarlar. “Çeşmekolu köylülerini iyi tanırım, iyi tanımam gerektiğine de inanırım. Çünkü onları öteki köye gönderirken doğru sözler söylersem sevap kazanacağımı düşünürüm!” Öteki köy dediği, öteki dünya, yani ölümle son dua. “Hafız amca beni iyi bulduğunu söyledi. Gülerek “Geçen gün sizin köye gittim. Aklına kuşku düşmesin diye hemen söyleyeyim, gezmek için gittim. Babana uğradım, çok yakında görüşmüşsünüz, seni çok iyi görmüş, sevinerek anlattı. Milletvekilimiz Zühtü Akın köye uğramış, sizin okulu konu etmişler. Zühtü Bey, “Karar verilmek üzere, herhalde Lüleburgaz dolaylarında bir yerde yeni okul yaptırılacak!” gibilerde birşeyler söylemiş. Baban buna da seviniyor. O da benim gibi, sizin çok uzaklara gitmenizi istemiyor.” Babamın sözünü duyar duymaz Kadir, “Baban gelince bana neden söylemedin? “diye çıkıştı. Olayı anlattım. Zaten babam Hafız amcaya da anlatmış, o da beni doğruladı. Sonra da bizim okulun geleceği üstüne kendi düşüncesini söyledi. “Sizin okul, Trakya yöresi köylerine Öğretmen yetiştirmek için açıldı. Trakya çocuklarını topladı. Bu nedenle Trakya dışına, uzaklara gitme söz konusu değildir. Bu nedenle sizi, Trakya ortalarında bir yere yerleştireceklerini düşünüyorum. Sizden önce eğitmenleri öyle yaptılar, Trakyalıları hep Trakya köylerine verdiler. Hafız amca belki doğru söylüyor ama Kadir de, ben de şimdilik bunları düşünmüyoruz. Daha altı yıl var, neresi olursa olsun havasındayız. Hafız amca, Md. yardımcısı Ömer Uzgil’e girdi, iki saat izin istemiş, İzin kağıdı elinde çıktı, istasyon karşısındaki bahçeli Kıraathane’ye gittik. Hafız amcanın yol arkadaşları varmış, onları da gördük. Benim tanıdığım insanlar. Birisi, bir ara bizim köyde de çalışmıştı, Ali ağabey, üç kardeşi var, üçünü de tanırım. Hüseyin, Ferhat, Şevket. Kadir gene şaştı. “Sen bizim köyde herkesi tanıyorsun!” Ali ağabey güldü, “Neden tanımasın? “Okula geldiği günler kardeşim Ferhat’la sık sık bize gelirdi, bunları unutur mu? “Kadir sustu ben konuştum, arkadaşları sordum. Zakir, Osman, Kara Mehmet, Malik Mehmet, Lamba Süleyman. Nalbant Raşit, Zihni, Yaşar, İbrahim, Hasan, ağabeyi Şahin. Biz okulda okurken soy adları yaygınlaşmamıştı. Yaşar’la İbrahim’in okuduğunu duymuştum, ötekiler hakkında pek bilgim yoktu. Ali ağabey hepsi hakkında bigi verdi. İbrahim (Soy adı Sarıdemir olmuş) subay olacakmış. Öksüz Yaşar olarak çağırdığımız Yaşar denizci olacakmış. Ötekiler okumamışlar. Bir kısmını biliyordum. Kardeşi Ferhat da okuyamamış. Kadir benim ilgi ile sorup öğrendiklerime biraz şaşıyor. “Sen köydeyken bunları neden sorup öğrenmedin?” dedi. Güldüm, “Köydeyken neden sorup öğreneyim? Nasıl olsa köyde kalmışım, onlardan biriyim. Şimdi okuma olanağı buldum, farklı bir yaşama girdim. Düşüncelerim değişiyor, çevremi öğrenme hevesim artıyor. Hafız amca da bana katıldı, “Siz okursanız daha çok farklı düşünceleriniz olacak. Düşünceleriniz köydeki düzeyde durmayacak, okumanın anlamı zaten bu değil mi? “Kadir sustu. Başka arkadaşları da varmış, onlar da geldi, birisi Raşit’in amcası o da nalbant Hüseyin olarak tanınır, onun arabasıyla gelmişler, “Vakit tamam!” deyip yola çıktılar. Hüseyin amca da bana yakınlık gösterdi. Kadir buna da şaştı. Oysa adam nalbant, salt kendi köyünde değil çevre köylerin de nallama işlerini iki kardeş yapıyorlar, Hasan-Hüseyin nalbant kardeşler. Biz onlara nal için hayvanları, özellikle de atları götürdüğümüz gibi, onlar da gelip bizde kalırlar. Bu ilişkiler unutulur mu? Kadir’le konuşa konuşa okula gidiyoruz. Kadir babasının bir sözüne takılmış. “Trakya’nın ortalarında bir yere okul yapılacağını düşünseler, baştan Edirne’de neden açsınlar? “Orada hazır bina olduğu için açmışlar, bina elimizden alınmasaydı, Edirne-Karaağaç’ta kalacaktık. Ben konuyu değiştirip fikrimi söylüyorum, “Ben Lüleburgaz’da olmasını istemiyorum. Meğer Kadir de aynı düşüncedeymiş. Kadir “Yaşa, aynı şeyleri düşünüyoruz, köylerden uzak bir yerde olsun!” Biri birimizin omuzlarına vurarak bahçeye inerken bizi görenler dövüşüyor, sanmışlar. Hüseyin Orhan karşıladı, gülerek bizim durumumuzu anlattı. Sevincimizin nedenini sordu. Kadir, “Köyden aldığımız haberler bizi çok sevindirdi, beni göstererek, ağabeyi bizim köyden evlendiriyoruz, babam dünürlük yapmayı kabul etti!” dedi. Hüseyin Orhan, “Siz beni enayi sanıyorsunuz, siz buna değil başka bir olaya seviniyorsunuz, onu saklamak için de bunu uyduruyorsunuz!” Arkadaşların çoğu derslikte kimse bir yere gitmemiş. Mehmet Yücel yüksek sesle, “Domuzormanlılar yokken biz sessiz oturuyorduk, onlar gelince gürültü arttı!” dedi, bastı kahkahayı. Hamitabat yerine köyünün adını Domuzormanı olarak söyleyenlere Kadir çok kızıyor. Mehmet Yücel’e “Senin köyüne mandirik mi, mandarak mı, mancalak mı, denince sen sinirleniyorsun. Başkalarına takılınınca gülüyorsun!” Mehmet Yücel, sinirlenenlere takılmazdı, bu kez kendi kuralını bozdu. Ancak hemen Kadir’in yanına geldi, onun için söylemediğini, beni göstererek “ben buna çatmak için söyledim!” deyip özür diledi. Ben, güldüm “Bana çatmanın bir nedeni var elbet ama sormayacağım, çünkü şakana kızmadım. Domuzormanı denilen köyde okuduğum için mutluyum. Domuz Ormanının ise ne olduğunu iyi biliyorum!” Bu sözüm bir çoklarının ilgisini çekti, “Anlat, anlat!” diye bağırdılar. Çok gürültü olduğunu, daha sessiz bir ortamda anlatacağımı söyleyerek yerime oturdum. Adaşım İbrahim Ertur bana arka çıktı, “Bu gece cumartesi, konuşabiliriz, yemekten sonra anlat!” Bu öneri çok kimse tarafından desteklendi. Bunların çoğu, benim anlatacaklarım için değil, konuşma fırsatı yaratılsın düşüncesiyle olmuştu. Gene de bir isteğe dayanıyordu. Ben de söz verdim. Halil Basutçu beni uyardı, “sınıfın çoğunun ilgisini topladın, bari sabırla doğru dürüst birşey anlat da dinleyenler hoşnut kalsınlar.” Olayı ben daha önce Hüsnü Yalçın’a anlatmıştım. Ayrıca Türkçe dersinde Ömer Seyfettin’in bir öyküsünü anlatmıştım. Şimdi anlatacağım bunu benzeri, yaşanmış bir olay. Hamitabat köyüne neden Domuzormanı denmiş?

Yemeğe bunları tartışarak indik. Öğretmen masasında Namık Ergin’le Hamdi Bağ Öğretmenler var. Namık Öğretmen dün nöbetçi idi. Herhalde birinin yerine gene nöbetçi kaldı. Eğer o nöbetçi ise kesinliklle bizim dersliğe gelir. Ben içimden bunları düşünüp, konuşup konuşmama kararsızlığına düştüm. Konuşurken gelirse beni gürültücülerden sayacaktır. Onun gözünde böyle bir duruma düşmek istemem. Ben bunları kurarken, Namık Öğretmen nöbetçi arkadaşımız Recep Kocaman’ı bizim masaya gönderdi. Recep geldi bana “Namık Bey yemekten sonra beni görsün!” dediğini söyledi. Yemeğim bitince gittim Namık Öğretmen gülerek “Hamdi beyle seni uygun bulduk, beş arkadaş seçeceksin, yarın öğle yemeğinden sonra Sinanlı köyüne gideceğiz. Orada biraz işimiz olacak. Gelen arkadaşların sana uysun, işimiz az ama istekle olsun, diye düşündük!” “Ne iş yapacağız?” diye sormaya cesaret edemedim. Zaten buna gerek yoktu, “Kendisi de bizimle olacağına göre!” deyip ayrıldım. İlk aklıma gelenler, Halil, Salih, Sefer, Arif, İbrtahim Ertur oldu. Dersliğe dönünce herkese duyurdum. Önce herkes gönüllü oldu. Arkasından yapılacak işler soruldu. Bilmediğimi söyleyince, bilip de sakladığım öne sürüldü. Daha sonra bir çoğu ilk kararlarından caydı. Benim tasarladığım arkadaşlar katılacaklarını söyleyince sevindim. Bir süre sonra benim anlatacağım hikayeyi istediler. Sözlerime karışmayacaklarını söyleyince, hikayeme başladım. Gerçekten sustular. Trakya’daki köylerin bir çoğu Bulgaristan’dan göç etmiştir. Bulgaristan bağımsızlığını alınca, daha önce yapılan anlaşmalara uymamış, oralarda yaşayan Türk soyluları kaçırmak için türlü hilelere baş vurmuştur. Bunlardan biri de Müslümanların mekruh saydığı domuzları özellikle Müslüman mahallelerine sokmaktır. Bunun için önce birkaç Bulga, r Müslüman mahallelerine yerleştirilir sonra bunların domuz beslemeleri parasal yönden desteklenerek, mahalleler domuz sürüleriyle doldurulmaya başlanmış. Yönetim Bulgarlarda olduğu için yapılan yakınmalar yanıtsız kalmıştır. Böylece Türk soydaşlarımız çareyi oraları terketmekte bulmuştur. O zamanın padişahlık yönetimi de Bulgaristan’dan gelecek soydaşlarımıza yer vermeye razı olunca büyük bir göç başlamıştır. Göç edenlerin çoğu çiftçi olduğundan genellikle tarıma elverişli yerlere konmak istemişlerdir. Padişahlık dönemi özelliklerinden biri de tüm toprakların padişaha emrinde olmasıdır. Bu topraklar arasında zamanın padişahı Abdülhamit’in gözde mülkü sayılan Emlak-i şahane de vardır. Bu yer, Kırklareli, Babaeski, Lüleburgaz, Pınarhisar arası geniş bir alandır. Yeni göç olayında buraları da bir takım kısıtlamalarla konuşlanmaya açılmıştır. Filibe dolaylarından gelen bir grup şimdiki Hamitabat köyü yerine, padişah Abdülhamit’in özel izniyle kurulmuş bu nedenle de Hamitabat adını almıştır. Ancak, köy belli sınırlar içinde kalacak, çevredeki padişah çiftliklerine dokunulmayacaktır. Göçmenler yerleşir, yaşamlarını sürdürmeye başlarlar. Bu arada Bulgaristan’ın bir başka yöresinden, Omurtak denilen bölgeden gelenler de Hamitabat’ın hemen bitişiğine bir başka köy kurarlar. Bunları daha iki köy izler. Yeni gelenlerle köyler için gösterilen yerler tıkabasa dolmuştur. parçabuçuk gelenlere dağıtılacak toprak kalmamıştır. Padişahın yakın çiftliklerine göz dikilmeye başlanmıştır. Bu çiftlikler, Istranca ormanlarının devamıdır, değişik bitki örtüsüyle kaplı ilgin ormanlar ortasındadır. Değişik türden ekimler yapıldığı gibi değişik türden hayvan yetiştirilmektedir. Özellikle birisinde domuz yetiştirilir. Özellikle adı da Domuz Çiftliği’dir. Geniş ormanların arasında, genel yollardan uzak bir yerdedir. Hamitabatlılar bu çiftliği keşfedince irkilirler. Domuzlar kapalı bir alandadır. Kendilerine bir zarar veremezler ama, onların varlıklarını bilmeleri, hele bunların padişah çiftliklerinde yetişmeleri giderek önem kazanır yakınmalar ayyuka çıkar. Söylemler, söylentiler derken olay ayaklanma aşamasına çıkar, yatıştırıcı toplantılar yapılır, çevre köylerden yardım istenir. Sonunda yakınmaların padişaha duyurması kararı alınır, bunun için bir aracı grup seçilip, durum Saray’a iletilir. Olay, köy kurulmasından bu aşamaya ulaşıncaya dek tam sekiz yıl geçmiş, söylemler, rivayetler, yakıştırmalar köy halkının sabrını tüketmiştir. “Biz, mekruh saydığımız bu melun yaratıklar yüzünden, ata yadigarı topraklarımızı bıraktık, severek geldiğimiz ana yurdumuzda padişahımızın domuzlarıyla karşılaştık!” deyip Bulgaristan’a geri dönme hesapları yapılmaya başlanır. Bu kez Saray’dan başka yere göç önerileri gelir Bu öneri ise halkı daha çok incitir. Bu arada Domuz Çiftliği’nin bulunduğu orman Domuz Ormanı olarak özellikle adlandırılıp bir nefret simgesi durumuna getirilmiştir. Salt Hamitabatlıların değil çevre köylerini de kaygılandıran bu diretme padişahın kişiliğini kapsayan bir duruma dönüşmüştür. Resmen bir değişiklik yapılamadığı için halk önce şakalaşmalarda sonra sonra günlük konuşmalarda “Hamit” sözünü etmemek için köyün adını Domuzormanı’na döndürmüştür. Tam bu sinirsel süreçte padişah Abdülhamit tahtından indirilir, çiftlikleri korunamaz durumlara düşer. Başta domuz çiftliği olmak üzere ormanlarının büyük bir bölümü çevre köylerce işgal edilir. Şanlı Emlakşahane’in ormanlarından bir bölümü hazineye geçer. Domuz çiftliğinin kurulduğu yer çiftçiler arasında bölüşülür. Yılların birikimi nedeniyle gübreli bir yapıya dönüşen bu yere Domuzgübresi adı verilir. Çevresi de tümüyle ekim alanı olmuştur. Bu yer, günümüzde de Domuzgübresi olarak anılmaktadır. Köyün adı Cumhuriyet dönemimde Hamitabat olarak kalmıştır. Şakalar, takılmalar dışında günümüzde hiç kimse Domuzormanı adını kullanmamaktadır. Hamitabat, Lüleburgaz ilçesinin 36 köyü içinde en kalabalık üç köyden biridir. (Ahmetbey, Büyükkarıştıran)Arkadaşlar gerçekten verdikleri sözü tuttular, beni dinlediler. Benden sonra ise Kadir’e takılmalar oldukça uzadı. Kimisi “Sizin o gübreli yerde tarlanız var mı? Kimisi Mustafa Saatçı’ya “Hafız Mustafa, domuz tarlasından çıkan yiyecekler makbul sayılır mı? türünden sözler edildi. Kimisi padişaha kızdı, kimisi “Padişah domuz eti mi yedi diye sordu. En ilgincini Mehmet Yücel söyledi, “Koskoca padişah bu, dünyanın her tarafından konukları geliyor. Bunların arasında Müslüman olmayanlar da var. Padişah domuz etlerini onlara yedirmiştir. Kafirlere, güzelim koyunlarımızı, kuzularımızı yedirseydi daha mı iyi olacaktı?” Arkadaşlar, bu konuşmalardan ilginç bir öneride bulundular. Her köyün buna benzer öyküleri vardır. Herkes köyüyle ilgili bu tür olayları anlatsın. Öneri değiştirilerek, her hafta bir arkadaş kendi köyünü bize tanıtsın. Konuşmalara pek katılmayan Sami Akıncı, “Bunu gerçekleştirirseniz, ilk anlatıcı ben olurum. Yazın, benim köyüm Bayramlı’dır!” . Arkasından İbrahim Ertur, ben de Kurtbey köyünü tanıtacağım. Ahmet Güner, Poyralı’yı anlatacağım, isterseniz sonunda türkü de söylerim. Olay önem kazandı. Bu kez Sami Akıncı, kağıt kalem çıkardı kendisi başta olmak üzere on beş arkadaşı sıraladı. Hasan Üner-Dedecik, Harun Özçelik-Çerkezköy, Yusuf Asıl-büyük Manika, İsmet Yanar-Kızılcıkdere, Hüseyin Orhan-Ahmetbey, Salih Baydemir-Muratlı, Halil Basutçu-Süleoğlu, Hüseyin Serin- İbriktepe, Mustafa Saatçı-Çöpköy, Mehmet Başaran-Ceylanköy, İdris Destan-Osmancık, Arif Kalkan-İnece…Tanıtmaları Sami Akıncı sıralayacak. Halil, Sami Akıncı’nın bu işe gönüllü girmesinden kuşkulandı, “Onun bir çıkarı olmasa bu işi üslenmezdi, acaba ne?” dedi durdu. Yanıtını gene kendisi verdi. “Senin, bu işi üslenip başarılı olacağını anladığı için kendisi ortaya çıktı. Böyle bir niyeti olsaydı daha önce bunu belirtirdi. Şimdiye dek köyünün adını bile anmayan arkadaş böyle gönüllü neden köyünü anlatsın?” Gene de hayra yoruyoruz, bizimle beraber olması bile güzel. Öteki günlük konular bir süre unutuldu, konuşmalar kendi köylerimize döndü. Bir bölümü daha şimdiden anlatacaklarını sıralamaya başladı. İsmet’le Kadir söz birliği etmiş bana geldiler, “Sen bizim konuştuğumuz gün gelmezsen biz de sıra alıp köylerimizi tanıtırız. Sen gelirsen biz konuşmayacağız. Çünkü köylerimizle ilgili bilmediğimiz kimi konuları sen kalkıp açıklarsan bir mahcup oluruz!” Söz verdim, hiç karışmayacağım. İkisi de haklı, ben galiba onların köyleri üstüne gereğinden çok konuştum. Biri annemin köyü köyü, teyzelerim, dayılarım, anne-dedem orada. Öteki, okulunda okudum, üç yüz çocuğu ile oynadım, bir çoğu ile arkadaşlık ettim, evlerine gittim, anne-babalarını tanıdım. İkisi de bana kendi köyümmüş gibi geliyor. Onlara gidip gelirken öğrendiklerim oldu. Bunları anlatırsam suç mu olur? Bu ara kendimi düşündüm, benim köyüm için birileri çıkıp konuşsa hoşuma gider mi? Herhalde bazı tarafları yerilerek anlatılırsa, sinirlenirim. Ancak ben, bu iki köyün eleştirilecek yanları için herhangi bir söz söylemedim. Bu konuda bir bilgim olmadı, bana onların hep iyi taraflarını anlattılar, ben de hep kendi gözlemlerimi belledim, onları anımsıyorum. Sonunda kendimi haklı buldum, rahatladım. Bu kez kendi köyümü tanıtırken neleri anlatacağımı tasarlamaya başladım. İlk bilgi kaynağım, bizim kahvemiz. Köyümüz, köylülerimiz üstüne ne bilgim varsa onları kahvedeki konuşmalardan aldım. Sanırım arkadaşların hiç birisinde böyle bir kaynak yoktur. Köyün kuruluşu, köye gelip önce yerleşenler, kimler nerelerden gelmiştir. Kimler kimlerle yakın akrabadır. Savaşlara katılanlar, savaşlarda şehit olanlar, onların çocukları, gazi olanlar kimler, hangi savaşta, nerede yara aldığı, kimlerin kaç yıl askerlik yaptığı, nerelerde kaldığı, tekrar tekrar anlatılır. Örneğin okul arkadaşım Arif’in babası Hasan Bekar’ın Avusturya-Galiçya savaşına katılmasını, tutuklu düşüp dört yıl sonra yurda dönüşünü, Örneğin Abbas Veli dayının Sarıkamış bozgunundan sonra yüzlerce arkadaşıyla düşman eline düşmemek için, Karaköse-Eleşkirt-Tahir Geçiti-Erzurum yolculuğunu, yüzlerce insanın onlara, beşlere indiğini, örneğin Çanakkale Savaşlarında bir kolunu kaybetmiş olan Çolak Hamza amcamın Gelibolu-Domuz Boğazı çatışmasını kendi ağzından sayısız kez o başkalarına anlatırken sokulup dinlemişimdir. Hele Şerif Furtun eniştemin Ege yöresindeki askerlik anılarının tamamını ezberlemiştim. Onun askerliği ötekilerden çok farklı geçmiştir. Şerif Enişte Aydın dolaylarında türeyen halk düşmanı çeteleri(Bunlara oralarda Efe denirmiş. )susturmak için özel birliklere katılmış. Bir süre Türk çetelerle savaşmışlar. Savaş çıkınca bu kez Rum çeteler ortalığı kana boyamışlar. Savaş süresince dağlarda çete kovalamışlar. Savaş bittiği süreçte onlar teskere beklerken, bu kez kurtuluş hareketleri başlar. Daha önce izledikleri çetelerle(Efeler adı altında) işbirliği yapıp direnmeye katılırlar. Şerif enişte tam sekiz yıl sonra teskeresini alıp köye döner. Bu sekiz yılda beş yılı Aydın olmak üzere tüm Ege yöresini adım adım gezer, sayısız olaya tanık olur, sayısız insan tanır. Onun anlattıklarını ben de sayısız diyecek ölçüde dinlediğimi söyleyebilirim. Hele onların asker arkadaşlarından biri konuk olarak geldiğinde ortaklaşa anlattıkları anıları günlerce akıllardan çıkmaz. Kahvemiz olmasaydı bunları dinleme olanağı kesinlikle bulamayacaktım. Uyumaya çalışırken bunları düşündüm. Arkadaşların sesi soluğu kesildi. Sanırım bu gece en sonra uyuyan ben olacağım.

Tam dalmak üzereyken az ilerimde yatan Yakup Tanrıkulu öksürdü. Durur gibi oldu, gene başladı. Arka arkaya öksürünce kendi kendime “İşte bir kahve anısı daha!” diye gülümsedim. Kahvede çok öksürenlere, övütler verilirdi “Tütünü değiştir!” Öksürüğün tütün, yani sigarayla ilişkisi olduğu konuşuluyordu. Arkadaşlar içinde sigara içtiği kesin olarak bilinen Yakup’a yarın bunu söyleyeceğim. Ben böyle kuruntu yaparken birisi beni dürtükledi başımı kaldırdım, bir yabancı, “Sigaran var mı?” diye sordu. Olmadığını söyleyince, “Yalan söylüyorsun!” deyip üstüme yürüdü. Tanımadığım birisi, “Babanın dükkanından sigara aşırdığını biliyorum, onları nereye saklıyorsun?” diye sordu. Öğretmenlere söylerse, buna inanırlar mı? diye kara kara düşünmeye başladım. Adam Öğretmenlerden hiç söz etmeyince, benim öğrenci olduğumu bilmiyor, diye sevindim. Ama bu defa “Babana söyleyeceğim, ya bana sigara verirsin ya da söylerim!” deyince, avazım çıktığı kadar” Yalancı!” diye bağırdım. Tam bu sıra birisi üstümü açtı, “Ağabey, rüya görüyorsun galiba, bağırıyorsun!” dedi. Gözümü açtım, yatak komşum Hilmi Altınsoy. Kalktım bakındım, hala sigara isteyen adamı görür gibiydim. Hilmi güldü, yattı. Kendimi topladım, ben de yattım. Yakup arkadaş için yanlış düşündüğüme karar vererek kendimi kınadım.

 

5 Şubat 1939 Pazar

 

Gene Hilmi uyandırdı. Gülerek, gece neden bağırdığımı sordu. Gerçekmiş gibi olayı anımsadım, anlattım. Sigara içmediğime göre böyle bir rüya görmeme o da şaştı. Gerilere giderek rüyamı anlamaya çalıştım. Ben ilkokul üçüncü sınıfta okurken dükkandan birkaç kez sigara aşırmıştım. Okul yaşı üstündeki büyükler sigara tüttürüyorlardı. Bunlar kendilerini büyük sayıp beni aralarına almıyorlardı. Onlara sigara verip aralarına katılmayı denedim, bunda başarılı oldum. Birkaç sigara sonra o grubun bir bireyi olmuştum. Bir gün gene dükkandan bir sigara aşırdım, küçük cebime sıkıştırdım. Arkadaşların toplandığı yere gitmek üzereyken, bahçedeki armut ağacına tırmandım. Rahat çıktım ama inişim kolay olmadı. Oldukça didindikten sonra kurtuluşu evdekilere duyurup beni kurtarmalarını istemekte buldum. Tam o sıra babam eve geliyormuş, uzandı beni dallardan kurtarım yere bıraktı. Bu sıra cebimden sigara düştü. Babam sigarayı aldı, açılmadığını gördü. Bunu neden aldığımı sordu. Hiç ses çıkarmadım. Sarıldı, sevdi, “Bana bir söz ver!” dedi. Arkasından “Bir daha sigaralara dokunmayacaksın, dükkandan istediğin kadar yenecek şeker, helva yürü ne varsa alabilirsin ama sigara kesinlikle alamazsın. Aldığını anlarsam, bir daha dükkana değil kahveye bile adım atamazsın. Ben sana daha sonra, sakın sigaraya alışma, diye nasihatta bulunacaktım. Sen fırsat verdin, bunu hiç unutma, ben senin sigara içmeni istemiyorum. Benim sözümü dinleyeceksen sigaraya alışmamalısın!” Sigarayı bana verdi, “Al şimdi bunu kime vereceksen ver, bu son olsun!” Babam gidince sigarayı aldım gene cebime koydum oyun arkadaşlarımın yanına gittim. Benden büyük olanlardan Haydar adlı olanı hareketlerimden anladı, bana ne olduğunu sordu. Olayı ağlayarak anlattım. Haydar sigarayı gene cebime koydu, dükkana geri götür, yerine koy, bir daha da getirme. Benim babam yok, ölmüş. Babam olsaydı onun hiçbir sözünü kırmazdım. Sen de babanı iyi dinle. Sen bizim gene arkadaşımız olacaksın. Okuldan sonraki zamanlarında yanımıza gel!” Haydar ne dediyse ötekiler de başlarını sallayarak ona katıldılar. Haydar’ın iki erkek kardeşi vardı, onlar bile benden büyüktü. Onlar da ağabeylerine uydular, bana yakınlık gösterdiler. Daha sonraki yıllarda Haydar’la yaş farkımıza karşın arkadaşlığımız sürdü.

Beni ilgiyle dinleyen Hilmi, “Babanın bu övüdünü sonuna dek tutacak mısın?” diye sordu. “Evet!” deyince sarıldı “Bravo sana, saygılı biri olacaksın, zaten besbelli, arkadaşlar eleştiriyorlar ama, daha çok da takdir ediyorlar!” Kahvaltıya birlikte indik. Halil “Sinanlı’da ne iş yapacağımızı öğrendin mi?” diye sordu. Öğrenemediğimi daha doğrusu öğrenmeye gerek görmediğimi söyledim. Gitmekten cayan olursa, İsmet’in, yerine geçmeye hazır olduğunu söyledim. Biz konuşurken Namık Öğretmen kahvaltıya geldi. Halil’i görünce yanına çağırdı” bugün bizimle sen de gel!” demiş. Böylece Halil, kem küm etmekten vazgeçti. Derslikte Hasan Üner açıkladı, Sinanlı’dan sandıklar gelecekmiş, bunlar arasında kitaplar da varmış. Fikret Madaralı Öğretmen ona söylemiş, “Sandıkları içeri alın, sonra beraber açarız!” demiş. Durumu tahmin ediyorduk, şimdi gerçeğini anladık. Öğle yemeğine dek ders çalışmam gerekiyor. Aritmetik, onlar, yüzler, binler haneli sayıların, birler, onlar, yüzler haneli sayılarla çarpılması, bölünmesi, sıfırlı haneli sayıların, çarpımı, bölünmesi, toplanması, çıkarılması. Asal sayılar, belirli özellikleri, en büyük ortak bölen, en küçük kat ortak, ilişkileri , örnekler üzerinde çalıştım. Geometride, kare, dik dörtgen, eşkenar üçgen, alanları, küp, dikdörtgen prizmaları, alan bulunmaları konularını tekrarladım. Bu arada geometriden Öğretmenin sorduğu” Kaç türlü açı var? “sorusuna yanıt buldum; yedi türlü açı, saptadım. 1-Dik açı, 2-dar açı, 3-Geniş açı, 4-Doğru açı, 5-Ters açı, 6-Tümleyen açı (90 dereceye)7-Bütün ya da bütünlenmiş açı (Buna düz açı da diyebiliriz, yüz seksen derece) Ayrıca paralel çizgiler kesilerek oluşan açılar da vardır ama bir henüz bunları görmedik. Türkçe için Ömer Seyfettin’den iki öykü okudum. Kurbağa Duası, Ferman. Birine çok güldüm, birine ise çok üzüldüm. Kurbağa Duası her zaman yapılan şakalardan biri gibi. Ferman kimsenin yapamayacağı kadar cesur bir davranış. Olayın sonuna ağlamadımsa bile ağlayacak kadar üzüldüm. Bunu okudum, deyip anlatmaya kalkamam. Bunu yerine geçen hafta okuduğum Kütük öyküsünü anlatabilirim. Ömer Seyfettin’in öyküleri kısa olduğu için çabuk okuyorum. Şimdiye dek on öyküsünü okumuştum. Ferman dışında hepsini anlatabilirim. Tuhaf Bir Zulüm, Nakarat, Falaka, Mermer Tezgah, Keramet, Kaşağı, And, Diyet Forsa, Piç. Bugün okuduklarımla on iki oldu. Piç öyküsünü sevmedim. Ne kötü bir adam, öylesi anlatmaya değer mi? Halil’e söyledim. Onun düşüncesi başka, “Hep iyileri anlatsalar, insanlar kötülükleri öğrenemezler, kötülüğün ne olduğunu bile doğru dürüst bilemezler!” diyor. Sanırım haklı. Halil, ben, Sefer, Arif, İbrahim Ertur Sinanlı için hazırız. İsmet bana yalvarıyor, “Dayı ben de geleyim. Kulağıma eğilerek Rıfkı Beylere gitmek istemiyorum, bir bahanem olsun, bana kırılmasınlar!” İsmet’i haklı gördüm. Namık Ergin Öğretmene kendisi söyleyecek. Öğretmen “Altı kişi çok!” derse ben özür dileyip, kalacağım. Gerekçem, köyden gelecekler var. Sık sık gelenler olduğu için buna inanacaklar. Kendi aramızda kimseye zararı olmayan bir yalan, diyoruz, İsmet’le gülüşerek. “Zararsız yalan!” Neyse ki buna gerek kalmadı, Namık Ergin Öğretmen İsmet’i görünce “Sende mi katıldın? Buna memnun oldum!” deyip üstüne bir de okşadı.

Bir açık kamyona atladık, doğru Sinanlı köyü. İsmet Sinanlı köyü için varsayımlar üretiyor. “Köyde erkeklerin çoğunun adı Sinan!” diyor. Halil karşılık veriyor, “Sen nerden biliyorsun, daha o köye şimdi gidiyorsun?” Öğretmen, “Olmaz!” deseydi, bu bilgileri kime anlatacaktın? “İsmet’e destek olmak için ben bir varsayım öne sürüyorum. Sinanlı adının, Pehlivan Köy köprüsünden çağrışımla Ergene üstündeki köprüden geldiğini öne sürüyorum. Köprüyü sözde Mimar Sinan yapmış, bu nedenle Köy Sinanlı adını almış. Sefer Tunca gülüyor, öyle olsa Edirne’nin adı daha önce Sinanlı olurdu. Orada, köprüleri de camileri de Mimar Sinan yapmıştır. Arif Kalkan, “Bu çevredeki köylerde Sinan adlı kimse yokken bu köyde birkaç Sinan yaşardı. Bu nedenle Sinanlı adı verildi, deyince Arif, akla uygun varsayımı buldu kanısına varıldı. Bu kez ben düpedüz saptırıcı, bir bakıma yalan söylüyorum. Akrabalarımızın çok olduğu bir köy vardır. Kırklareli, Bulgaristan sınırındadır, Ahmetler. Adının böyle olmasına karşılık bu köyde Ahmet adında kimse yoktur. Arif Kalkan’la İsmet bu köyün adını duymuşlar, “Böyle bir köy vardır!” diyorlar. Sözün ötesi için fazla diyecekleri kalmıyor. Şaşıyorlar! Sinanlı’ya geldiğimizde araba durunca herkes Ahmetler köyünün Ahmet’sizliğine şaşmış durumda. İş giderek şakalara boğuluyor. Sefer Tunca, Edirne-Ayşekadın mahallesinde de hiç Ayşe yoktur!” deyip bu konuda bilgiçliğini kanıtlıyor. Arkasından herkes bir söz söylüyor. Sami Akıncı arkadaşımızın köyü, Bayramlı, orada da Bayram yokmuş! 5 Hüseyin Serin’in köyü İbriktepe, orada ise hiç ibrik bulunmazmış. Ahmet Güner arkadaşımızın köyü, Poyralı, orada poyra bulunmazmış. Bu kez bir soru, Poyra nedir? Poyranın ne olduğunu ben anlatıyorum. Benden başka bilen yokmuş. Sıra Mustafa Saatçı’nın köyüne gelinçe duraksanıyor. Köyün adı Çöpköy. Çöp var mı, yok mu? “Adı üstünde çöplü bir köy!” deyip, geçiyoruz. En çok da Lüleburgaz’da lüle bulunmayışına gülüyoruz.

Biz kıkırdaşırken arabamız, eski bir okul görüntüsü veren büyükçe bina önünde durdu. Bizi okulun mutemet memuru Ahmet Gökay’la bir yabancı karşıladı. Yabancı sandığımız ise buradaki eşyaların sorumlusuymuş. Kapılar açıldı, çoğunu bizim yaptığımız sandıklar üstüste, tanıdık dolaplar sıra sıra duruyor. Ben sabırsızlıkla piyanoları, kemanları görmek istedim. Ahmet Ağabeyle daha önce bu konuda konuştuğumuz için, bana baş işaretiyle piyanoların yerini gösterdi, gittim. Piyanolar örtülü, kemanlar, mandolinler düzensiz serpiştirilmiş, hepsi oradalar. “Bugün onları da alacak mıyız? “Ahmet ağabey gene başıyla “Hayır!” işaretini verdi. Arkasından” Yazık, burası çok rutubetli , piyanolar burada çabuk bozulacak!” “Kemanlar, mandolinler, onlar da mı?” “Söylediklerim, hepsi için geçerli.” “Neden çıkarmıyorsunuz? “Ahmet ağabey içini çekerek “Onlar bizim değil ki, bize verseler, hemen çıkaracağız!” Sevincim kursağımda kaldı. Arkadaşların yanına döndüm, ayırdıkları sandıkları tutup çekmeye başladım. Namık Öğretmen uyardı “Tek kişi değil, ikişer ikişer taşınacak.” Gösterilen sandıkları ayırıp taşıdık. Arkadaşlar şakalaşıyorlar, onlara katılamıyorum. Sonunda Halil Basutçu sordu” Ahmet bey sana kötü bir şey mi söyledi? Neden durgunlaştın? “Piyano olayını anlattım. “Pekiyi, kiminmiş bunlar? Bizim okulun eşyası kimin olur? “Namık Ergin Öğretmene sormaya karar verdik. Zaten biz aramızda fısıldaşırken Öğretmen sezinlemiş, “Ne o aranızda bir fiskostur sürüyor, ben de bileyim? “deyince İsmet “Öğretmenim, biz piyanonun hiç değilse birini okula götürmek istiyoruz. Müzik derslerimizde ondan yararlansak daha iyi olmaz mı?” deyince, Namık Bey, “Ha, işte, Ahmet bey, gel, sen ver bunun cevabını. Ben, onlar gibi düşündüğümden bu işe bulaşmak istemiyorum. Senin hiçbir sorumluluğun yok, işin doğrusunu çocuklara sen anlatabilirsin!” Ahmet bey, biraz çekimser olmakla birlikte anlayacağız bir yalınlıkla, okul açılmadan önceki durumu, okul açılınca yapılan işlemleri, okul nakledilince değişen durumları birer birer anlattı. Önce, Karaağaç’daki okul tüm varlığıyla Eğitmen Kursu kurumuna teslim edilmiş. Bizim okul orada açılınca, kayıtlı koşullu olmak üzere belirli eşyalar bizim okula devredilmiş. Bu devir işi sonuca erdirilmeden nakil yapıldığı için, günlük gereksinimler dışındaki eşya ayırımı durdurulmuş. Yeni okulun durumu belli olunca, açılması daha önceden kararlaştırılmış olan Eğitmen Kursu işi de kesinleşecekmiş. Ancak o zaman tüm eşya, iki kurum arasında kardeş payı yapılarak bölüşülecekmiş. Biz , bügünkü aldıklarımızı bile özel izinle alıyormuşuz. Konu, önümüzdeki birkaç ay içinde aydınlığa kavuşacakmış. Namık Öğretmen bizim adımıza Ahmet Gökay’a teşekkür etti. Bize gülerek “Sakın o malum sözü söylemeyin, hani “Ölme eşşeğim ölme, yaz gelecek!” falan filan derler ya, o sözler bize yakışmaz! Siz bu okula altı yılı göze alarak geldiniz. Şurda daha 4. ayınızdasınız. Bu dört ayda çok şeyler gördünüz. Daha neler neler göreceksiniz! Piyanonuz da olacak, kemanınız da. Haydi şimdi biz, aldıklarımızı değerlendirelim! Bakarsınız birkaç ay sonra gene gelir ötekileri de alır, gideriz!”  

Sandıkları Namık Öğretmenin sözüyle “Usturuplu olarak!” sıraladık, okula döndük. Sandıkların çoğunu Kitaplık olarak ayrılan küçük odaya yığdık. Birini Ahmet Gökay’ın ötekilerini de Marangozluk-Dülgerlik Atölyelerine taşıdık. Dersliğe girince arkadaşlar bizi ilgiyle karşıladılar. Sinanlı adı onlarda da değişik çağrışımlar yapmış. Orada eşyaların olduğunu hep duyuyorduk. Ayrıca Sinanlı’da oturan Öğretmenler var. Özellikle Türkçe Öğretmenimiz Fikret Madaralı’nın orada oturduğunu herkes biliyor. Bizim Sinanlı’ya gittiğimizi duyan arkadaşların bir bölümü, Türkçe Öğretmenine gittiğimizi öne sürmüş. Biz, doğrusunu anlatınca özellikle de sandıklar ortalığa dökülünce olay açıklandı, varsayımlar ortadan kalktı. Gene de ağzımızdan söz almaya çalışanlar oldu. Ben susmayı yeğledim. Gerçekten anlatacak bir sözüm yoktu. Olmamışı anlatmanın ne gereği var? Zaten arkadaşların çoğu başka bir olaya takılmışlar, yarın hamam yapımına başlanacakmış. Biz Sinanlı’ya gidince Okul müdürümüzle İlkokulun baş Öğretmeni Ferit Bey alt bahçeye inmişler. Hasan Çevik Öğretmenle Hamdi Bağ Öğretmen, yer ölçümü yapmış. Uzun uzun konuşmuşlar. Voleybol sahasının az önüne işaret konmuş. “Çalışmaktan hoşlanmayanlar düşünsün!” deyip, matematik ödevlerimi açtım. Daha önce başladığım Fisagor çizimlerini tekrarlamaya başladım. Yaptığım çizimleri Sami Akıncı’ya gösterdim, “Tamam!” dedi. Bir başka yoldan da kanıtlamamı önerdi. Bir dik üçgenin iki küçük kenarı kare toplamları büyük kenarın kare toplamına eşittir. Bunu başka bir yoldan da bulmak olasıymış. Sami, “Çalış, bulamazsan beraber yaparız!” dedi. Çalışıyorum. Kare kökü alarak yapıyorum ama, Sami “Benim söylediğim bu değil!” deyip kesti. Azıcık bunaldım, çalışmaya ara verdim. Acelesi yok. Hasan Üner sevinçli” Okuyacak kitaplar çoğalacak!” diyor. Gazeteyi anımsadım, iki gündür gazeteye bakmadım, yarın Öğretmen sorar. Birden önemseyip gittim, baktım. Gazete yerine konmuş. Arada adına rastladığım ilginç isimlerden biri var. Enis Tahsin Til. Enis, şiirini ezberlediğimiz Enis Behiç Koryürek alıştığımız bir ad. Tahsin Almanca kitabımızın yazarı Tahsin Gökşingöl. Til soyadını hiç duymadım, tilki diyesim geliyor, gülüyorum. Va-Nü yazı dizisini okudum, dünden devam eden yazıları iyi anlayamıyorum. Bunu Öğretmene söyledim, “Üzülme, o yazıların kitabı çıkar, alır okursun, tefrikalar dikkatli takip edilirse zevkle okunur. Atlayarak okumaya gelmez!” dedi. Necmettin Sadak gene Almanya savaşa koşuyor, diye yazmış. Savaş mı olacak acaba? Geçen gün arkadaşlar Hamdi Bağ Öğretmene sordular, “Savaş mı olacak? “diye. Öğretmen gülerek “Dünyada savaş biter mi? Şu anda Çin-Japon savaşı sürüyopr. Japonlar, Çin ülkesinin yarısını almış durumda. Bizden uzak olduğu için umursamıyoruz. İnşallah bize yakın yerlerde olmaz!” dedi. Mehmet Yücel Öğretmene” Savaş kaygısı yoksa bizi okulumuzdan niçin çıkardılar? “diye sorunca Hamdi Bağ Öğretmen, “Yalnız sizi değil beni de çıkarttılar, nedenini bilsem ilk önce size ben söylerim. Siz bunları düşünmeyin, sorumlular gerekeni yaparlar, biz, bize düşenleri yapalım çocuklar!” deyip konuyu değiştirdi. Derslikte gene savaş konusu açılınca İsmet bağırdı “Kim çıkarıyor bu savaş lafını? Bize mi kaldı savaşları konuşmak. Tarih dersinde yeteri kadar savaşıyoruz zaten!” Bir gülmedir başladı. İdris Destan, “İsmet, Kadeş savaşında gazi oldu. Arkasından İsmet, 2. Ramsesi rüyasında gördü!” deyinc, Bu kez İsmet, İdris’e “Rüya gördüğümü söylediğine göre sen benim insanlığımı kabul ediyorsun, tamam mı? Şimdi de ben senin rüya görmeyen mahluklardan olduğunu ilan ediyorum, tamam mı? Hangi mahluklar rüya görmez?” “Sus, aaa, ayıp!” sözleri yükseldi. Sinanlı, gelen eşyalar, savaş derken iş kavgaya dönüştü. Akşam yemeğinde bunlar konuşuldu. Benim yakınımdakiler İsmet’i haklı buldu. Oysa ben İsmet’i haklı görmüyordum, ama sustum. İsmet şakalara öncülük ediyor, hiç gereği olmayan yerde de işi sert bir şekilde kestirmeye kalkışıyor. “İsmet rüyasında 2. Ramses’i görmüş demenin karşılığı “Sen hayvansın!” demek, olmamalı.

Hiç kimse ile konuşmadan Okuma kitabımdan geçtiğimiz parçaları, hazır soruları gözden geçirdim. Unuttuklarımın ayırdına varınca şaşırdım. Kitabı açıp parçayı görünce hepsini biliyorum, ya da ben öyle sanıyorum. Oysa kitap kapatılınca hepsini unutmuş gibi bakıp kalıyorum. Tek doğrum şiirleri ezber bilmem. Onları tekrar tekrar okuduğum için unutmuyorum herhalde! Bir de kendimce saptadığım özelliğim, öğrendiklerimi yazarsam daha uzun süre belleğimde tutabiliyorum. Yazmadıklarımsa çabucacık uçuyor. Bunu tarih dersinde de denedim. Sardes’le Godiom, ya da Frikya, Libya olaylarını uzun süre bir birine karıştırdım. Hele o krallarını, Midasları Gigesleri hep birine ötekine yapıştırdım durdum. Sonunda kısaca yazdım. Yazdıktan sonra salt yazdıklarımı değil öteki bilgileri de öğrendiğimi gördüm. Şimdi bir tarih defterim var, Öğretmenin önem verdiği noktaları, konuyla ilgili bölümleri kısaca not ediyorum. Arkadaşım Halil bana takılıyor” Sen kitap varken bir kitap daha yazıyorsun!” diyor. Çaresiz, başarmam için gerekirse iki kitap daha yazacağım. Halil Basutçu ile biz böyle tartışırken bu konuda beni destekleyen bir arkadaş çıktı, Hüsnü Yalçın. O, “Önemli olan konuyu öğrenmektir. Hangi yolla iyi öğreniyorsa o yolda devam etmeli!” deyip beni destekledi. Bundan böyle ben, bu tür bir yöntem uygulayacağım. Çok emek vereceğim ama, mahcup olmadan başaracağım. Türkçe dersinde Öğretmenin önemle üzerinde durduğu yazarlardan on beş tanesini kısaca yazdım. Yazılarını okumadık ama Vahit Dede’den duyduğum üç yazarı da bunlara ekledim. Rıza Tevfik, Fuat Köprülü, İsmail Hakkı Baltacıoğlu. İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nu Fikret Madaralı Öğretmen bir ara anmıştı. Onun sevdiği bir yazarmış. Dergisini alacağız. Bu nedenle ben kim olduğunu kısaca tanıdım. Ahmet Haşim, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Ömer Seyfettin, Aka Gündüz, Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç Koryürek, Kemalettin Kamu, Falih Rıfkı Atay, Hüseyin Cahit Yalçın, Mithat Cemal Kuntay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin. Rıza Tevfik’ten Mehmet Başaran şiirler bulmuş yazmış. Daha önce Fikret’in Necip Ruhuna’yı almıştım. Bugün de, Bir An-ı me’yusiyyet, Sorma Hocam, Uçun Kuşlar’ı aldım. Birinin başlığını sevmedim ama şiiri okuyunca anlıyorum. Bugün içim rahat değil, nedense sıkılıyorum. Nedense değil azıcık nedenini biliyorum. Giderek bağlandığım okulun çok güvenilecek bir durumu yok galiba! Okulun eşyası denilen, müzik aletleri bile okula bırakılmıyor. Piyano filan derken mandolinler, kemanlar depolarda tutuluyor. Yeni bina yapılacak, aletler paylaştırılacak ondan sonra bize verecekler, çalışıp bir şeyler öğreneceğiz. Gel de şimdi, Namık Ergin Öğretmenin” Sakın söylemeyin!” dediği sözü söyleme, Ölme eşeğim ölme, yakında bahar gelecek, yağmur yağacak, çimenler çıkıp büyüyecek, sahibin insafa gelecek, seni çayıra salacak, başka bir engel çıkmazsa, eğilip koparacak takatın kaldıysa otlayacaksın. Benim sabrım sürse bile zaten yıllarca beklemiş müzik aletlerinin o depolarda sağlam yeri kalacak mı? Ben Ahmet Gökay ağabeyin önerisini gerçekleştireceğim. Akordiyon alırsam bana yardım edecekmiş. Keman için Ahmet Gürsel Öğretmen de söz verdi ama ben ona her zaman gidemem. Ahmet Ağabeye daha kolay yaklaşabiklirim. Ayrıca akordeon öğrenince piyanoya daha kolay alışılıyormuş. Bu kuruntularım azıcık neşemi getirdi. Müzik bilgimi artırmak için izinli gidince tüm plakları elden geçireceğim. Sandıklar dolusu plaklar var. Babam onları çok iyi koruyor. Kafamdan bunlar geçerken çevremdeki konuşmalara kastılmıyorum. Arkadaşlar bu durgunluğumu bir gizli kedere yoruyorlar. Hüsnü Yalçın ikide bir, “Aldırma, neyse o kafandaki defet gitsin!” diyor. Son dediğinde, “Yapma arkadaşım, o kafamdakiler benim neşemi getiriyor. Onlar olmasa kesinlikle dertleneceğim. !” Neşelendi, güldü, “Ah şöyle, şimdi bize de söyle de biz de neşelenelim!” dedi. Onlara da anlattım. Benim gramofon, plak sözlerimi biraz kuşkuyla karşıladılar. Köyde yüz plaktan söz etmek, onlara göre olanaksız bir olay. Oysa on yıldan beri sürekli plak alınıyor, kasabalara inenler kesinlikle bir plak alıp geliyor. Hele kasabalardan gelip köyde konuk kalanlar ikinci gelişinde kesinlikle bir iki plakla getiriyor. Bizim kahvede plak işi, kahveye devam edenlerin benimsediği, sürmesini istedikleri bir ortak eğlence olayına dönmüştür. Arkadaşlar gülüyorlar. Hüsnü Yalçın’a daha önce söylemiştim, Emrullah Öztürk’le bizim köy gelmeye söz vermişlerdi. Emrullah Öztürk soğuk bir şaka yaptı “Sen bizi, plak getirsinler diye mi çağırdın? “Önce duraladım, sonra ben de şakasını karşıladım. “Hayır ilk gelen yabancılara biz birer eski plak veriyoruz, ikinci geldiklerinde onlar bize yeni plak getiriyorlar!” dedim. Yemekten sonra da bir süre benzer konuları konuştuk. Bir birimizi uyararak ders çalışmaya döndük. Türkçe Öğretmeni son yazdıklarıma bakmamaya başladı. Son kez” Yazmayı seviyorsan devam et, yararını göreceksin. İstersen bir süre ödevlerinde dene, dikkatli yaz, yazın gene düzelir. Böyleyken okuma parçasından bir sayfa yazdım. Bırakırsam Öğretmen, “Yazmaktan kaçtı!” diyecek sanıyorum, yazmakta yarar görüyorum. Yarın Halil Basutçu ile nöbetçiyiz. Erken kalkıp aşağıya ineceğiz. Nöbet işini pek sevmiyorum. İş değil, hizmetçilik. Hele o küçük çocukların dırıltısı çekilir gibi değil. Halil’le ilk kez tutuyoruz sanırım o küçükleri iyi yönlendirecektir. Yorgun olarak yatmaya hazırlanıp yattım.

 

6 Şubat 1939 Pazartesi

 

Halil uyandırdı. Çoktandır böyle tatlı uykumdan uyandırılmamıştım. Halil zilden önce kalkmış, başkalarına zarar vermemek için fısıltıyla uyandırdı. Köyde bir yere erken gidileceği zamanlar da böyle yapılıyordu. Fısıltıyla kalkılıp, sessizlik içinde yola çıkmak. Çok yabancım değil ama gene de azıcık yadırgadım. Mutfakta herşey hazır. Aşçı başı bizi ilk günden tanımıştı. Gene Halil arkadaşla mutfakta usta olarak çalışmıştık. Bu nedenle usta ikimizi bir arada görünce özel ilgi gösterdi. Hemen çay koydu. “Sonra koştururken çayı tadında içemezsiniz! “dedi. Biz çaylarımızı bitirmiştik Ömer Uzgil Öğretmen geldi. Her sabah bu saatlerde gelip durumu gözden geçiriyormuş. O gidince aşçıbaşı “Çok titiz adam, görevini bir saniye aksatmaz. Kusurları görünce sabırla düzelttirir. Kötü söz söylemez, bağırmaz çağırmaz, sakin sakin yaptırır. Onun tavırları karşısında insan kusursuz olmak zorunluğunu taşıyor. Onun dostluğunu kazanmak insana mutluluk veriyor. Aşçıbaşının övgüleri bitecek gibi değildi. Küçük çocuklar gelince kesti. Gelen küçüklerin içinde geçen gün tanıdığım Cavit Kafkas çıktı. Beni görünse sevindi. Ne tuhaf, onun bizimle olmasına ben de sevindim. Ağırbaşlı bir çocuk. Biraz ağır tavırlı ama akıllı gibi. Yanındaki daha bücür, cır cır konuşuyor. Halil Cavit’i dinledi, “Bu bize benziyor, biraz düşünerek söylüyor, küçük hepimiz adına bugün mutfağı dolduracak!” dedi. Ustanın işareti üzerine masalara gereken tabak, bardak, çatal, kaşık taşındı. Çayları Rasim özel büyük kabıyla doldurdu. İki Öğretmen masası da bugün dolu dolu. Pazartesi günleri genellikle böyle oluyormuş. Geçen nöbetimde böylesi garipsememiştim. Pazartesi olmasından mı ne ben bugün nöbetçiliği sevmedim. Öğretmenlerim tamamına yakını geldi. Ben çıkış kapısını yanında Halil mutfak kapısında dikildik kaldık. Oldukça sıkıldım. Küçükler çok rahat arkadaşlarının yanına gidiyor, Öğretmen masasının yanına sokuluyor. Öğretmenler onlara söz söylüyor. Ben uzaktan öylece baktım. Bir ara kapıdan dışarıya bile çıktım. Elimde olsa bir daha nöbet tutmam. Ya da kimse gelmeden yapılacak işleri yapayım, insanlar gelince ortalıktan çekileyim. Halil bana katılmadı” Bu da bir iş, sen nesine ısınamadın? Bugünkü görevimiz bu!” deyip kesti. Haklı, herkesin yaptığı bu olduğuna göre, buna uymalıyım. Sanırım öğlede öyle yapacağım. Hasan Çevik, Salih Ziya Büyükaksoy, Müdür Nejat İdil, Naci İnan kahvaltıya gelmediler. Bugün en neşelisi matematik Öğretmeni Ahmet Gürsel’di. Fikret Madaralı ona bir söz söyledi, ne söylediyse çok sevindi,  “Sen beni hep böyle sevindirerek gönlümü alırsın!” dedi, arkasından “Yine bir Gül Nihal aldı bu gönlümü!” diyerek bir şarkıya başladı. Fikret Madaralı ile birlikte ötekiler de alkışladılar. Topluca kalkıp gittiler. Öğretmenlerin varlığından sıkıldığımı anladım. Onlar gidince sırtımdan yük alınmış gibi rahatladım. Oturduk kahvaltı ettik. Kalkınca bir gayret yapılacak bütün işleri yaptık. Cır cır Ali bile güzel işler becerdi. Cavit bir harika, benimle yarıştı. Törene katılamadık. 2. 3. derslere girebilirmişiz. Halil istemedi, bana izin verdi, bir Türkçe bir matematik dersine girdim. İki derste de sözlü yoklama yapıldı. Böylece Halil’in pek bir kayıbı olmadı. Benim küçük birer kazancım oldu. İki derste de yanıtlanmayan sorulara iki doğru yanıt verdim. Fikret Madaralı “Nöbetini bırakıp gelen arkadaşınızdan örnek alın, diye arkadaşlara çıkıştı. Matematik öğretmeni derse çok neşeli girdi. Defterini açtı, “En sondan başlayalım!” diyerek 79 Ahmet Güner’i Tahtaya kaldırdı. Arkadaşa, “Dış açısı dar olan bir üçgenin iç açısı hangi guruba girer diye bir soru sordu. Sami parmak kaldırdı. Öğretmen, gülerek “Sen parmak kaldırma hakkını çok kullanıyorsun, sen otur!” dedi. Hepimize baktı. Kimse ses çıkarmayınca ben parmak kaldırdım, “Geniş Açı!” dedim, Öğretmen sordu, “Neden? Burada bir doğru söz konusudur. Doğruların bir yanları 180 derecedir. Ben, bu nedenle, derken Öğretmen de “Bu nedenle bir dar açıyı ancak bir geniş açı 180 dereceye tamamlar!” diye yüksek sesle söyledikten sonra “Geometri, zincirleme muhakemedir, çalıştıkça zevki arttıran eğlenceli bir bilimdir. İsterseniz bunu bir bilmece oyunu olarak düşünüp yorgunluğunuzu gidermek için bile kullanabilirsiniz. Sizin, takılıp kaldığınızı sandığınız engelleri, kendi ilgisizliğiniz yüzünden aşamıyor, aşamadıkça da bıkkınlığa uğrayıp pes ediyorsunuz. Sorununuz budur. Bu sorunu aşmak zorundasınız. Günler geçtikçe engeller çoğalıyor, engeller çoğaldıkça da işler sarpa sarıyor. Gelin bu sorunu el birliğiyle çözelim. İçinizde size yardım edecek arkadaşlarınız var. Onların da yardımıyla isterseniz bu engeli aşarsınız!” 79 Ahmet Güner tahtada bekliyordu. Öğretmen yanına gitti. Bir doğru çizdirdi. Tebeşiri aldı, doğru üstüne bir nokta koydu. Ahmet Güner’e “Şimdi bu noktadan bir dar açı çiz!” dedi. Ahmet tebeşiri aldı, duraladı, sinirinden tebeşiri elinde ufaladı, Eli noktaya gitti geldi, noktadan aşağı ya da yukarı bir çizgi çizmedi. Öğretmen yanına gitti tebeşirli elini kaldırırken Ahmet başını sakındırdı. Herhalde Öğretmen vuracak sandı. Öğretmen önce görmezden geldi, noktadan bir çizgi uzattı. Bir dar açı bir de geniş açı oluştu. Açılara işaret koydu, Ahmet’e başını kaçırdın, başına vuracağımı mı bekliyordun? Niçin vurayım senin başına? Bize doğru döndü, “Bakın çocuklar, bir birimizden ne kadar uzağız. Biz sizi, bizim gibi birer Öğretmen olacaklar, birkaç yıl sonra belki aynı beldelerde meslekdaş olarak işbirliği yapacağız umuduyla, gözümüzden sakınarak yetiştirmeye çalışıyoruz. Sizse hem görevlerinizi gereğince yapmıyor, hem de bizden kafalarınıza vurma, kötü sözler söyleme gibi ilkel davranışlar bekliyorsunuz. Size söz veriyorum hatta arkadaşlar adına da konuşuyorum. Bunları hiç beklemeyin, ödevlerinizi yapmazsanız size kimse bir fiske vurmayacak. Yatılı öğrenciler için daha ağır cezalar var. Sene sonu gelince yeterli notu alamayanlar evlerine gidecekler. Yasalar böyle hazırlanmış, bunların uygulamasını Öğretmenlere sormazlar. Çalışmamanın cezası budur. Böyle bir ceza varken kimler, sizi niçin dövsün? “Beni böyle konuşmaya zorladığınız için çok üzüldüm, siz de üzülesiniz diye böyle konuştum. Dilerim birşeyler anlatmışımdır, bu tür konuşmalarımızın da sonuncusu bu olur!” Öğretmen çok üzgün olarak gergin bir yüzle ayrıldı. Öğretmenin kahvaltıdaki neşeli durumunu anımsayıp üzüldüm. Öğretmenlik, buradaki Öğretmenlerin yaptığı gibiyse çok zor bir iş. Ben böyle sabırla ders yaptırabilir miyim? İlk okuldaki Öğretmenlerimi anımsadım. Ahmer Korkut Öğretmen, derslerini yapmayanları azarlardı ama sille tokat kimseyi döğmezdi. Buna karşın okutmak için yanına aldığı yeğenlerini özellikle Vehpi’yi o da Öğretmen olan hanımı her gün ağlatırdı. İlkokulda beni okutan ilk Öğretmenim, komşu köyümüz olan Kavakdereli Ahmer Bey’di. O zaman soyadı söylenmediği için salt adı ile anılıyordu. 2. 3. sınıf Öğretmenim Babaeski'li Hasan Beydi. Bu ikisinden aklımda kalan belli bir azar bile işitmedim. Sürekli bizim kahveye geldikleri için beni çok iyi tanıyorlardı. Babamın uyarıları nedeniyle ilk üç yıllık süreçte Öğretmenlere ters düşecek bir davranışta bulunmadım. 4-5. sınıf Öğretmenim az önce değindiğim Ahmet Korkut Öğretmendi. Onlar da buradakiler de çok sabırlı insanlar. Bunlar yaşamları boyunca böyle mi yoksa öğrencilere mi böyle davranıyorlar? Bakıyorum, bizlere yalvarır gibi “Aman, çalışın çocuklar, bu okuma fırsatını iyi değerlendirin!” diyorlar. Ödev olarak da birkaç problem ya da iki sayfa yazı ödevi veriyorlar. Arkadaşlarım kimileri bunları yapmıyor. Öğretmen sorunca susup ağlamaklı bir tavır içinde dikelip kalıyorlar. Şimdi bile ben, kimi kez bağırasım geliyor. “Bu arkadaş, siz dersten çıkar çıkmaz konuşmaya başladı, bir haftadır Sagıp’ın değirmeni gibi öttü durdu!” demek geliyor içimden. Bizim köyde bu söz çok geçerlidir. Bitişik köyümüz olan Hamitabat’da milletvekili Zühtü Akın’ın motorla çalışan bir değirmeni vardır. İyi un yaptığı için çevre köyler buğdayını orada un ettirirler. Geleni çok olduğu için aralıksız aylarca çalışır. Motorun sesi, nabız atışı gibi aralıklı olarak gece gündüz pat, pat, pat diye duyulur. Değirmenin yetkilisinin adı Sagıp olduğu için yakıştırma onun adı ile söylenir. Çok konuşana “Sagıp’ın değirmeni gibi hiç susmuyorsun!” Bizim arkadaşların kimileri bu tür insanlar. Dersleri sakin sakin dinlerken bunlardan biri Öğretmenleri kızdırıyor, zevkle dinlediğimiz ders tatsız bir duruma dönüyor. Hep düşünüyorum, “Ben bu Öğretmenin yerinde olsam ne yaparım? “Onlar gibi sabırlı olmak için neler yapmak gerekli? Yoksa ben bu işi yapamayacak mıyım? Halil’in yanına dönünce derslerde olanları anlattım. Güldü, “Her derste aynı davranışlar, aynı arkadaşlar!” dedi. Erkenden masaları hazırladık. Ali ile Cavit bizden daha çabuk dağıtım yapıyorlar, bizimle yarış ediyorlar. “Ne iyi!” diye konuştuk. Bizim arkadaşların bir bölümü bunlar kadar çalışmaz, iki bardak taşıyıp yakınmaya başlarlar. Ben mi arkadaşlar için yanlış düşünüyorum, diye kimi zaman kendimi yoklardım. Artık kesin olarak öğrendim ki arkadaşım Halil de benim gibi düşünüyor. Aşçı başı işaret verince yemekleri taşıdık. Su kaplarının görevlisi Rasim. Nedense o işi ona vermişler. Bir de Öğretmen masalarına o bakıyor. Aşçı başından sordum “Öğretmen masalarına neden biz bakmıyoruz? “Aşçıbaşı, “Sen istersen bakabilirsin küçük bey, ama ötekileri bir bardak su bile götüremezler, adamların üstünü başını su ederler!” Anladım, beceremeyeceğimizi düşünüyorlar herhalde. Halil, “haklılar, bizim arkadaşların çoğu kendi bardaklarını bile doğru dürüst ağızlarına götüremiyorlar!” Bu kez de aşçıbaşı güldü, “O kadar da değil canım, mazur görülür, arkadaşlarınızın bir çoğu gerçekten küçük. 5. sınıftaki çocukların bazıları bile onlardan daha yetişkin. Çocuklar geldikleri bölgelere göre değişiyor. Okulu olan yerlerdeki çocuklar vaktinde gitmiş, okuldan yoksun yöre çocukları fırsat buldukça. Sonuçta böyle bir fark olmuş!” Halil, “Sen bizden iyi biliyorsun usta, ara sıra gel de bizim arkadaşlara da anlat. Onlar bu farkın neden olduğunu pek bilmiyorlar. Belki böyle bir farkın olduğunu bile düşünmüyorlar. Düşünseler şimdiki gibi bir birine karşı diretmezler, boylarına bakıp belki biraz alttan alırlar!” Aşçıbaşı, “Olur olur, ben askerde çavuştum, ders veren İhtiyat subayımız çoğu kez takımı bana bırakır, ben de camide vaaz verir gibi askerlere bol bol baba nasihatı verirdim!” Md. Yardımcısı Ömer Uzgil, her zamanki gözetimini yaptı, bize “Siz sıra arkadaşısınız, nöbeti de mi beraber tutuyorsunuz? “dedi. Numaralarımızın arka arkaya olmasından birlikte tuttuğumuzu söyledik. Masalara, tabaklara , tabaklara, bardaklara dikkatle baktı. Zil çalarken yan kapıdan çıkıp gitti. Rasim” Bu adam, Allahın günü gelir, inceden inceye her şeyi kontrol eder, gider!” deyinse, aşçıbaşı, “Oğlum onun da görevi bu, adam üslendiği işi benimsemiş, namusuyla yapıyor. Biz de onun gibi işimizi yaparsak, o ses çıkarmadan, gönlü rahat olarak gider. Bir gün aksak bakalım Ömer Bey böyle sakin sakin dönüp gidecek mi? “Rasim güldü, “Bir gün. . “diye başlarfken Aşçıbaşı, ne diyeceğini anımsadı, hemen “Ya, bir gün ya!” deyip o gün ne olduğunu anlattı. Birinci yemekler üçer üçer aynı masalara, ikinci yemekler gene üçer üçer masalara dağıtılmış. Aşçıbaşı, “Ömer Uzgil gelip uyarmasa çocuklar, öyle görüp çılgınca bağıraşacaklardı!” dedi. Yemek zili çalınca öğrenciler, arkasından Öğretmenler geldi. Hiçbir yanlışlık yapmadan öğle nöbetimizi geçirdik. Halil, Fikret Madaralı Öğretmene görünmemeye çalıştı. Öğretmen çıkarken mutfak kapısında göründü, tam o sıra Öğretmen de geri döndü Halil’i sordu, sorarken de Halil’i gördü, çağırdı. Halil koştu, korka korka az ilersinde durdu. Öğretmen yaklaşarak bir şeyler söyledi. Halil, başını” Peki!” anlamında birkaç kez salladı. Ne olduğunu anlamadım ama, Halil’in korktuğu gibi, “Derse ne gelmedin? “demediği belliydi, merakla bekledim, Halil gülerek geldi, “Yarın kitap sandıkları açılacak!” dedi. Öğretmen ikimizi de çağırmış. Herkes gelip gittikten sonra yemeğimizi yedik. Aşçıbaşı birer tatlı daha ister misiniz? “diye sordu. Halil istemedi ben duraksadım. Cavıt Kafkas “Ben isterim!” dedi. Bakıştık, küçük ama açıkgöz! Ali de istemedi. Benim kem kümüm geçerli sayılmadı, Cavit’le ikimiz birer tabak daha krema tatlısı yedik. İşimizi çabuk bitirdik, gazete okumk üzere dolapların yanına geçtik. . Bütün arkadaşların, bahçede binanın Pancarköy tarafındaki ek çıkıntının önünde hendek kazdıklarını gördük. Hamam sözü edilmişti, biz unutmuşuz, arkadaşlar inşaata başlamış. Fikret Madaralı yanılmış olacak, bizi yarın kolay kolay bırakmazlar. Halil” O da kendi dersinde izinli sayar, yarın dersi var!” Tedirgin olduk” Öğretmenler boş durduğumuzu görmesinler!” diyerek, aşağıda gazete okumaktan vazgeçtik, gazeteleri çıkarıp yemek salonundaki Öğretmen masalarına oturduk. Hem okuyoruz, hem de konuşup gülüyoruz. Bir kaç gündür benim dilime Enis Tahsin Til’in soyadı takılmıştı. Onu anlatırken Müdür Bey, Ömer Uzgil, Fikret Madaralı, Namık Ergin Öğretmenler geldi. Müdür Bey, “O maşallah maşallah!” dedikten sonra, Namık Ergin Öğretmene” Namık sen has elemanlarını ihtiyata mı ayırdın? “dedi güldü. Fikret Madaralı ile Ömer Uzgil ikisi birden nöbetçi olduğumuzu söylediler. Müdür Bey gazeteyi sahiden okuyup okumadığımızı sordu, arkadaşlarımızın ilgisini sordu. Bizden önce Madaralı Öğretmen gazete alışkanlığı açısından böyle bir yol tutulduğunu söyleyince Müdür Bey, “Çok iyi, öyleyse benim gazetemi de ekleyin iki gazete olsun, ben Ahmet’e söyleyeyim size versin!” dedi. Müdür Beyin gazetesi Cumhuriyet’miş. Onlar çıktılar. Biz gene oturduk haberleri okuduk. İngiliz başbakanı Almanya’ya gitmiş, Fransız başbakanı İngiltere’ye gitmiş!” diye bir birimize söz söylerken Namık Öğretmen, “Eeee, Bizim başbakanımız kimdir, onu biliyor musunuz? “diyerek yanımıza geldi. Ben biliyordum ama, birden anımsayamadım, boynumu büktüm. Halil de aynı durumda. . Mahcup olduk. Namık Öğretmen “Doktor!” deyince “Nevzat!” diye söze karıştım. Namık Öğretmen bu kez, “Doktor Nevzat kim? “diye sordu. Özür dileyerek, “Edirne-Karaağaç’taki doktor!” diyebildim. Öğretmen bir daha güldü. “Bak onu da yanlış anımsadın, o da Nevzat değildi!” dedi. Sonra, “Doktor Refik Saydam!” diye, ekledi. Aslında ikimiz de biliyorduk ama Öğretmen sorunca kendimizi bir türlü toplayamadık. Öğretmen “Gazetelerinizi okuyun, ben size takıldım. Bizim başbakanımız daha yeni oldu, öğreneceksiniz. Biz de yeni yeni adını anmaya başladık!” diyerek bizi teselli etti. Halil gazeteleri yerine takmak için gitti. ben mutfağa girdim. İşbaşı için saati sordum. Başlayabilirmişiz. Cavit’le Ali derse giriyorlar. Onlar hep giriyormuş. Aşçıbaşı onların nöbeti alışmak, sizinki iş görmek için!” diyor. Halil gelince taşıma işlerimize başladık. Bu kez sürahileri de biz doldurduk. Öğretmen masalarına da tabakları koymak istedik. Aşçıbaşı engel oldu, akşamları çok az gelen oluyormuş. Bu nedenle gelene sayısına göre hazırlık yapılıyormuş. Gerçekten akşam yemeğine Ömer Uzgil, Hamdi Bağ, Ömer Tunalı Öğretmenler geldi. Ömer Tunalı ile Adem Gürçağlayan Öğretmenden birisi her akşam geliyormuş. İki sınıf bir arada sürekli Öğretmen gözetimindeymiş. Hamdi Bağ ise Salih Ziya Büyükaksoy yerine okul nöbetine bakıyormuş. Halil, “Salih Öğretmenin nöbetlerinde bizim sınıfa gelmemesinin nedenini şimdi anladım!” diyor. Hamdi Öğretmene söyledik. “Ne yapsınlar? Evleri sözde burada ama çok uzaklarda, evlerine yardım etmek zorundalar!” Yemekten sonra Cavit bir de arkadaş getirdi, birlikte çalıştılar. Nöbetimiz erkenden bitti. Aşçıbaşı bize teşekkür etti. Geçen nöbeti başka arkadaşlarla yapmıştık. Onlar da iyi geçti ama bence bu çok daha kolay oldu. Erkenden dersliğe gittik. Birileri takıldılar, “Nöbetçiler geldi!” Halil sordu” Siz nöbetçi olunca gelmediniz mi? Yoksa mutfakta mı yattınız? “Yanıtsız bir soru. Kimse üstüne almadı. Günün konusu hamam inşaatı. İnşaat bitmeden tatile gitmek yokmuş. Bitirip ilk banyodan sonra 15 gün tatil verilecekmiş. Mehmt Yücel, İsmet Yanar, Mustafa Saatçı söz birliği etmişler, “Biz banyolarımızı evlerimizde yaparız. Banyo için burda kalmamıza gerek yok!” Birileri İsmet’e sataşıyor” Sen zaten banyo sevmeyenlerdensin(Alevi demek istiyorlar)ama İmam Mustafa kirli kirli nasıl namaz kılacak, kıldıracak? Mehmet Yücel, Bütün çırpınmanıza karşın bana bir kulp takamadınız. Vazgeçin siz başkalarına sataşmaktan, ağzınıza yüzünüze bulaştırıyorsunuz. İsmet’in dayısı size şimdi ne yapsa hakettiniz!” Ben daha önce hiç ilgilenmiyordum, bunu söyleyince kafamı kaldırıp bakmak gereğini duydum. “Ceylan Mehmet, sen bana bir şey mi söyledin? anlayamadım!” dedim. Mehmet Yücel, “İyi ki anlayamamışsın, senin anlayamadığın gibi ben de onların söylediğini anlayamadım. Varsın anlaşılmadan kalsın, daha iyi. İsmet, “Dayı merak etme, bana sataşanı ben biliyorum:O benim sabrımı deniyor. Bir daha sataşırca tüm arkadaşlar tanık olsun, burada bir cümbüş(! )izleyecekler. !” Bir sessizlik oldu. Arkasından fısıltılı bir tartışma başladı. İdris Destan’la Bekir Temuçin bir birine “Önce sen söyledin, hayır, sen söyledin!” gibilerde söz söyledikleri duyuldu. Halil ceketimin eteğini çekti. Kitap okuyordum, okumaya devam ettim. İkisi de küçük takımından, birileri onları itekliyor. Onlar da sonunu düşünmeden ortaya çıkıyorlar. Yan gözle baktım, ikisi de ağlamak üzere, küçük bir uyarı karşısından sabaha dek ağlayacaklar. Konu burada kapandı ya da kapanır gibi oldu. Ama bir başka zaman aydı sözleri söylerlerse Fikret Madaralı Öğretmene derste, tüm arkadaşlar önünde söyleyeceğim. Eğer o önemsemez, bir iki nasihatle savuşturursa okul müdürüne çıkıp anlatacağım, tekrar ederlerse bunları döveceğimi de söyleyeceğim. Yurttaş olarak aramızda bir fark varsa bu, bana anlatılmalı. Yoksa bu boy fukaralarına gücün ne olduğunu anlatacağım. Böylece, aramızda bir fark olduğunu başka düşünenler varsa onların yanılgılarını da düzeltmiş olacağım. İsmet’se, ikimiz arasındaki konuşmalarda sürekli, “Sinirlenme dayı, onlar, bizim başarımızı çekemeyen perde arkasındakilerin oyununa geliyor. Amaçları, olay çıkartıp bizi gözden düşürtmek. Olabilir!” Sabredelim, önümüzdeki tatillerde köylerimizi gezince herkesin durumu meydana çıkacak. Çoğu beş parasız aile çocukları!” İsmet haklı olabilir!” ama gene de Fikret Madaralı Öğretmene danışacağım. Halil, Hüsnü beni yatıştırmak için didiniyorlar. Halil bu ara beni bir başka açıdan uyardı” Sen Vahit Dedem deyip duruyorsun, Vahit Dede’nin bir bektaşi dedesi olduğunu söylüyorsun. Bektaşi demek onlar için bir ayrılık, bir başkalık sayılıyor. Bunu Trakya’da hep böyle söylüyorlar. Arkadaşlar da bu yaygın söylentilerin etkisiyle düşüncelerini şakalarına yansıtıyorlar. Şakaların dışında hiç kimse ne seni ne de İsmet’i ayrı görmüyor. İsmet şakalarını, şakalaştığı arkadaşlarını biraz sınırlasa, bu tür tatsızlıklar belki hiç olmayacaktır. Sen onların konuşmalarına katılmıyorsun, sana takılan var mı? Dikkat edersen olaylar hep İsmet’le başlıyor, savunmak için de sen çözmeye çalışıyorsun. Taraf İsmet oluyor ama o genellikle sustuğundan, sen tek başına kavgacı gibi ortada kalıyorsun!” Halil’in söyledikleri görünüş olarak doğru. Bana söylenmiyor ama, gerçekte çekindiklerinden söyleyemiyorlar. Ne var ki, dillerinin altında İsmet için açıklananlar benin için de var. Önemli olan bu! Nöbetimizi iyi geçirdik diye sevinirken, hamam inşaatı için yeni bilgiler öğreneceğimizi umarken bu günü de tartışmalarla bitirdik. Oldukça yorulduğumu anladım. Zil çalınca duraksamadan yattım. Uyur numarası yaparken uyumuşum.

 

7 Şubat 1939 Salı

 

Tarih dersi sözlü sorularını Öğretmen, Mezopotamya, Anadolu, Mısır tarihleri ile sınırladığını söylemişti. Bunlardan çıkacak soruları geneliyle cevaplandıracağımı düşünerek rahatım. Coğrafya dersinden de rahatım. Bunda da arkadaşlara güveniyorum. Bu fikrimi arkadaşlara da söylüyorum, “Siz çalışmadığınız sürece ben Coğrafya dersinden zayıf almam!” Gerçekte öteki dersler de böyle ama bu, Coğrafya dersinde daha da belirgin. Otuz arkadaşı n en az yirmisi, haritaların altında verilen ölçekleri değerlendiremiyorlar. Buna Sami Akıncı bile gülüyor. “Coğrafya dersinde ben parmak kaldırmıyorum. Sorulan sorular o kadar çok tekrarlandı ki, onları ben biliyorum demek, bile içimden gelmiyor. Öğretmen ayıplayacak diye parmak kaldırmıyorum. Bunu Öğretmen de anladığı için gerektiğinde Öğretmen, beni kendisi kaldırıyor!” Sami Akıncı bunları anlatınca bile birileri gülü gülüveriyorlar. Oysa benim çok ağırıma gidiyor. Neden? Neden Sami’nin böylesi böbürlendiği bir durumda ben zayıf not alayım? Onun gibi on alamayabilirim ama bunu 9’u, 8’i, 7’si, 6’sı, 5’i de var. Bunlar niçin olmasın? . . . . Kahvaltıya böyle düşünerek gittim. Öğretmen masasında atölye Öğretmenleri hepsi var. Naci İnan, Hamdi Bağ, Namık Ergin, Hasan Çevik, Nazmi Aybar, Nazmi Aybar’la hep beraber olan Ahmet Gökay, neşeli neşeli konuşuyorlar. Kendi gürültümüzden ne konuştuklarını duyamıyorum ama hep merak ediyorum, neler konuşuyorlar, nasıl şakalaşıyorlar? Türkçe Öğretmeni Fikret Madaralı ile Tabiat Bilgisi Öğretmeni Sabit Soysal geldi. Fikret Öğretmen hepsine başıyla selam verdi, onlar da aynı şekilde karşılık verdiler. Sabit Soysal Öğretmen sessizce masanın başına oturdu, oturduktan sonra ellerini birleştirip kaldırdı, el sıkar gibi işaretler yaptı, oturanlar başlarıyla karşılık verdi. Gelir gelmez Fikret Bey konuşmaya başladı sürekli konuştu, ötekiler başlarını sallayarak ona katıldılar. Fikret Beyin kardeşi gelmiş, Ömer Tunalı ile o da kahvaltıya katıldı. Fehmi Madaralı. Yüksek Ticaret okulunda okuyormuş. Bakınırken ben de en arkaya kalmışım, kalktım dersliğe gittim. Herkes hazırlanmış, tarih dersinde sözlüye kalkacaklar. Biraz şaşırdım, her zaman pısırıklaşanlar bugün kendilerini güçlü gibi gösteriyor. Öğretmen geldi, elinde kitapları masasına koydu, başını çevirerek “Günaydın!” dedi. Canlı bir “Sağol!” çekildi. Öğretmen gülümsedi. “Geçen ders yarım bıraktığımız Mısır Medeniyetine devam edelim!” dedi. Keops, Kefren, Mikerinos ehramları derken, ön sıralarda bir kıpırdanma oldu. Öğretmen tam önlerindeydi. Yüzünü onlara çevirdi. “Eh, oğlum bu kadar da olmaz, ellerimin rahatça uzanacağı yerde bari doğru oturun, dersleri aksatılırsa öğretmenler sinirlenir gereğinde suçluları cezalandırırlar. Şimdiye dek hiç birinize bir fiske vurmadım. Gelin bir anlaşmaya varalım, bu barış sürsün. Önde oturan Kadir Pekgöz’e bakınca Kadir, alınganlık etti. “Ben bir şey demedim Öğretmenim!” dedi. Öğretmen, “Biliyorum oğlum, kimin ne dediğini duyuyorum, görüyorum!” Öğretmen sözünü tam bitirirken Bekir Temuçin “Ben mi konuştum? “diye sordu. Öğretmen Bekire hiç bakmadan hepimize “İnsan sarsak olunca bunu istese de saklayamaz. O salaklığını ortaya koyunca ben de ona sarsak demeden edemem. O nedenle ben sık sık birilerine sarsak, derim. Sarsaklara sarsak demek, soğana soğan, sarımsağa sarımsak, demek kadar mübah bir sözdür. Bakın yarım saattir, ben konuşurken sözlerimin arasına giren bir sarsak bizi ne kadar oyaladı. Hadi bunu da burada noktalayıp dersimize dönelim. Zaten dersimizde de sarsak insanlar için ibret verici sahneler var. Örneğin Keops ehramı bundan 4000 yıl önce yirmi bin insanın çalışması sonucu ancak yirmi yılda yapılmış. 20. 000 insan taş taşımış, toprak kazmış, o büyük taşları yükseklere kaldırmış. Bu nasıl olmuş demeyin, her devirde sarsak insanlar vardır. Bunlar tembel olduğu için yaşamlarında fazla çaba göstermezler, hep düşük işlerde çalışırlar. Aklını kullanan insanlar da böylelerini yönetmek için üst basamaklara çıkıp daha az yorucu işlerde kendilerini korurlar. İşte ehramlarda bu görülmüştür. Akıllılar, sarsakları yönetmiş, çöllerin ortasında dağ gibi ehramları yaptırmış. Yaparken de sarsatları daha iyi çalışmaları için gırbaçlarla dövmüştür. Kitaptan ehramlarla ilgili bölümü okuduk. Gerçekten onların yapımında binlerce insan açlıktan, susuzluktan, yük taşımaktan ölmüş, gitmiş. Zil çaldı, Öğretmen çıktı. Mustafa Saatçı, “Arkadaşlar bir ehram mı yapacağız yoksa bize ehram mı yaptıracaklar? “Sami Akıncı arkadaşı Mustafa Saatçı’ya çıkıştı. “Mustafa sen çok oluyorsun, biz ne o ne de bu olacağız, önce adam gibi çalışacağız, sonra da başkalarının çalışması için yardımcı olacağız!” Mehmet Yücel, “Eeee, ehramları kim yapacak? , yapılmışları kim temizleyecek? “Gülüşmeler sürerken Öğretmen geldi. “Ne o, ehramları mı inceliyorsunuz? “dedi. Öğretmen not defterini çıkardı, sözlüye kaldıracaklarının numaralarını okudu. 17 yedi arkadaşın numarası okundu. Halil’le ben bu listede yokuz. Ben olmadığımı tahmin ediyordum. Halil bir kez kalkmıştı ama doğru yanıt verememişti. Bu yüzden kuşkuluydu. , sevindi. Matematik dersinden kalkanlar ya da kalkacak olanlar da hemen hemen aynı arkadaşlar. Sıranın üstünde Halil! in beyaz bir kağıdı duruyordu.Elimi uzatıp yazdım, “Ehramlarda işçi olarak çalışacakların listesidir!” Ders boyunca içimizden içimizden güldük. 4 Mehmet, 6 Ali, 7 Fettah, 15 Hüseyin, kalktılar başarılı olamadılar. 4 Mehmet dışındakiler hiçbir soruya yanıt vermediler. Öğretmen, 4 Mehmet’e bir daha kaldıracağını söyledi. Sefer Tunca’ya “Ben senden daha farklı notlar bekliyordum, hazırlan seni gelecek derste kaldırayım!” dedi. 24 İbrahim Ertur, Firikyalıları anlattı. Benim korktuğum yanlışı o yaptı. Frikyalıları anlattı, kralları Giges’ten söz etti. Ben başımı kaldırınca Öğretmen, “Bir sözün mü var? “diye sordu. “Evet! deyince, “Söyle bakalım!” dedi. “Giges, Lidya krallarıdır. Frikya kralları Midas’lardır!” deyince, Öğretmen, “Bak adaşın sana yardım etti!” deyip geçiştirdi. 442 Mustafa Saatçı, 50 Abdullah Erçetin, 53 Ali Önol, 60 Salih Baydemir, 63 Hilmi Altınsoy gene başaramadılar. Bunlara, çalışırsanız, çalıştık, kalkmak istiyoruz, derseniz sizi bir daha kaldırırım!” dedi. Zil çaldı. Halil, benim yazdığım yazıyı kaldırmadı. Yakınımızdakiler görmüş birilerine duyurmuş. Mehmet Yücel bana sordu, “O yazıyı kimin için yazdın? “Sami Akıncı hariç hepimiz için. Ancak sen çok üzülme, sen en azından bir taş taşıtma çavuşluğu kaparsın!” dedim. Mehmet Yücel teşekkür etti, “Çavuş olursam seni yardımcı yaparım!” deyip güldü. İsmet gene söze karıştı” Beni de yanınıza alın!” Mehmet Yücel kendini tutamadı, “Hayır, olmaz. Sen gelirsen oralarda gene ellere sataşırsın, dayın seni korumak zorunda kalır, onun rahatını bozarsın. Sen git başka ehramlarda iş bul!” Sabit Soysal Öğretmen sessizce girdi, “Susarsanız günaydın, diyeceğim!” deyince, yüksek sesle “Günaydın !” dedik. Güldü, yerine oturdu. “Çalıştınız mı? “diye sordu. On kişi kadar parmak kaldırdı. Öğretmen gülümsedi, “İyi, iyi, iyiiii… diye sesini uzattı. “O halde ben çağırmayayım, siz, gönüllü kalkın!” dedi. 76 Arif Kalkan, 4 Mehmet Aygün, 79 Ahmet Güner, sıra ile kalktılar. Öğretmen sık sık sözlerini kesti, soru içinde soru sordu, sonuç olarak üçüne de geçerli not vereceğim ama burada durmamalısınız, bu sizin için bir garanti olamaz!” dedi. Emrullah’ı, Salih Baydemir’i kaldırdı. Emrullah’a Bulgaristan’da öğrendiği coğrafya bilgilerini sordu. Emrullah coğrafya diye bir ders okumadığını söyledi. Bu kez Hüsnü Yalçın’a sordu. Hüsnü, Adına çok yurtbilgisi diyerek, benzer bilgiler verildiğini, hatta daha fazlası üzerinde durulduğunu anlattıBulgaristan dağlarını, akar sularını, tarım alanlarını, madenlerini, yollarını, denizlerini, kentlerini, köylerini hep okutuyorlar!” dedi. Sabit Soysal Öğretmen bugünkü sözlülerde arkadaşlara yardım etmeye çalıştı. Ancak Emrullah, Salih Baydemir, Yakup Tanrıkulu, Ali Önol en basit sorularda bile sustular. Salih Baydemir’e sorduğu bir soruya Salih susarak karşılık verince Öğretmen tahtaya çizgiler çizdirdi. Çizgileri görünce Öğretmen, “Yavrum, sen benimle şaka mı ediyorsun. Bu kadar düzgün çizgi çizen bu elleri yöten beyin, 1/10. 000 ölçeği ile 1/500. 000 ölçeğinin farkını nasıl bulamaz? “diye sordu. Gelecek hafta sana aynı soruları soracağım, okuyunca yanıt veremeyeceğin e inanamıyorum!” dedi, güldü. Salih Baydemir’e özel bir görev verdi. Dersliğin, yemek salonunun, bizim yatakhanenin belli bir ölçekte krokilerini çizmek. İkinci derste Öğretmen haritalara göre yön tayini, karada, denizde yön tayini, yön belirleyen genel işaretler, köylerin, kentlerin, camilerin, minarelerin, yön tayinindeki yararları, bu konuda başkaca belirtiler, ağaçlar telefon direkleri, büyük eski binalar, mezarlıklar vb. Ödev, köylerimizde bunlara benzer yön bildirici belirtileri var mıdır? Varsa nelerdir, belirleyici özellikleri nelerdir? Ben hemen söylüyorum, “Gündöndüler!” arkadaşlar gündöndü bilmiyorlar. Anlatıyorum, inanmıyorlar. Haftaya coğrafya dersi tartışmalı olacağa benziyor. Tarım dersinde birinin aklına gelip Salih Ziya Öğretmenden sormazlarsa hepsi mahcup olacak. Şimdi aklıma geldi, bir de vakit bildiren keçilerin gözleri var. Sanırım bunu da hiç birisi duymamıştır. Sabırla bekliyorum, sırası gelince açıklayacağım. Kendi kendime sevinecek bir konu buldum. Halil’in dediği gibi, kendi bilgimle kendimi hazırlayıp fırsat çıkınca bilgimi yerinde kullanacağım. Salı günlerinin bir özelliği yemekler pek özenli çıkmaz. Yapılışı değil de seçimi iyi olmaz. Genellikle tas kebabı, pirinç pilavı, üzüm hoşafı. Bunlarla iyi doyuyorum ama gene de revani, tulumba, kadayıf ya da hiç değilse ekmek kadayıfı olsun isterim. Bunlar da özellikle cumartesi günleri veriliyor. Bugün gerçekten üzüm hoşafı, pirinç pilavı, tas kebabı. Hilmi, Altınsoy üzüm hoşafını seviyor ama yiyemiyormuş. Nedenini sordum. Yemek yediği kaşıkla yemek zorunda kalıyormuş. İkinci kaşık kimseye verilmiyormuş. “Aklını kullan!” dedim. Yüzüme baktı, “Aklımla mı yiyeceğim? “dedi güldü. Hasan, Orhan, Kadir, Halil hep güldüler. Ben de güldüm, Hilmi’nin su bardağını aldım, hoşafı bardağa döktüm, buğur!” dedim. Halil, “Kendi çanağından içse ne olur? “dedi. “Çanakla kaldırıp içemiyor, görenler ayıplarlar. O nedenle bardağı kullanıyoruz. Hasan hemen uyguladı, ötekiler de, Meğer özellikle Öğretmenler yemekte olunca onlar hoşaflarını bırakıyormuş. Ben hiç dikkat etmemiştim. Ben kaşıkla yemekte bir sakınca görmediğim için gönlümce içip geçiyordum, onlara hiç bakmamışım. Hilmi benim sayemde ilk kez üzüm hoşafını bitirdiğini anlatıyor. Neden benim sayemde olduğu Mehmet Yücel’in ilgisini çekmiş soruyor. “Ne o senin üzüm hoşaflarını o mu yiyordu? “Hayır!” Merakla “Anlat!” diye diretince anlattı. Sonunda “Tabii kardeşim, adam senin iki katın kadar yaşamış, bunları bilmesin mi? “Karşılık vereyim diye bekledi, duymazdan geldim. Onlar da konu değiştirdiler. Mehmet Yücel’e, dengeli şakalarına, katlanıp onunla ters düşmek istemiyorum. Takılıyor ama, söyledikleri pek fazla içime işlemiyor. İşlese, her halde dayanamam. Katlandığıma, göre demek onun şakalarının bir hoşgörülecek tarafı var. Zaten azıcık konuşmayı kessem, o geliyor” Dayı ben sana ne yaptım ki küsüştük? ““Küsüşmek mi? asla!” deyip gülüşüyoruz . Önce Lüleburgazlıyız, hemşeriyiz, köylerimiz yakın, birimizin köyü unları öğütüyor, birimizin köyü karpuzları büyütüyor, darılmak olur mu? “Hep konuşuyoruz, yazın tatile gidince Lüleburgaz’da buluşacağız, parkta oturup konuşacağız, sinemaya gideceğiz, pazartesi pazarlarında dolaşacağız. Tam burada ben, Almanca dersi çalışacağım!” diyorum. O da çalışacak, Almanca’dan zayıf alırsam çok büyük ayıp ederim kendime diyor!” Almanca’yı ben de seviyorum ama, çalışma tekniğini bir türlü kavrayamadım. Kurallarını okuyorum, genel olarak anlaşılmayacak gibi değil, ancak sözleri seslendirirken benim söylediklerimle Öğretmenin söyledikleri arasındaki farkı duyunca üzülüyorum. Öğretmenin söylediklerini Türkçe gibi yazıyorum, o zaman doğrultuyorum ama bu kez de Öğretmen. “Onunla baş edemezsin, kurallarını öğren, daha çabuk ilerlersin!” diyor. Oysa ben kaçıncı kez sordum, Öğretmen de o kadar anlattı ama V harfinin, Vater ‘de, Wieviel’de f olarak okunması ile Freund ya da Kaufman’daki aynı sesi veren iki harfin ayrı ayrı olmasını bir türlü kavrayamıyorum. Buna benzer başka örneklerim de var. Mehmet Yücel bana yol gösterdi. “Bunlar sayılı sözlerdir, yeri geldikçe ezberleyeceksin. Bunların nedenlerini Öğretmen de bilmez!” Mehmet Yücel’in aklı sonradan gelmiş olmalı. Bu denli bildiğine göre neden sınıfta kalmış, anlayamıyorum! Her halde başka nedenleri vardı. Fabrik, Tafel, verkauft, ufer, vielen sözlerindeki v ile f harflerini ses olarak ayırmakta zorluk çekiyorum. Halil gülüyor, “Sen, zorluğu kendin çıkarıyorsun, sonra da yakınıyorsun. Parçada geçenleri bir kez duyuyorsun öylece oku geç. Sen farkı görüp nedenlerini araştırıyorsun. İşte o zaman zorluk başlıyor. Senin düşündüğünü hiç birimiz düşünmüyorsun. Öteki derslerde de bu böyle. Ancak öteki derslerde sorunlarını çözebiliyorsun. Almanca yardımcı kitaplar ya da insanlar olsa işin kolaylaşacak. Şimdi tek yardımcı Öğretmen. Ona da ancak derste ulaşabiliyorsun. Derste de sen Öğretmene değil Öğretmen sana sorduğu için sıkışıp kalıyorsun!” Bu kez ben soruyorum, “Sen ne yapıyorsun? “hiç değilse ben işi oluruna bırakıyorum. Bir 5 numara alıp sınıfımı geçmeye çalışıyorum. Sen ise Almanca dilini öğrenmeyi göze almış durumdasın. Burası doğru, ben dersi, Öğretmenin beklediği düzeyde öğrenmek istiyorum. Arkadaşım Halil de benim gibi düşünüyor, biliyorum ama arada bir bana karşıymış gibi konuşuyor. Bence bu iyi de oluyor. Kimi zaman çok işime de yarıyor. Hüsnü Yalçın Bulgarca biliyor. Almanca dersinde başarılı olması gerekir. Öğretmenin söylediğine göre bir Batı ülkelerinin birinin dilini bilenler öteki dilleri de kolay öğrenirmiş, (Avrupa ülkeleri için)Oysa Hüsnü de Emrullah da benim gibi. Çalışmadıkları için olacak benim kadar da başarılı olamıyorlar. Bu arada aklımda tutuyorum, yarın Tarım dersine Öğretmen gelirse soracağım, daha doğrusu konuyu açacağım arkadaşlar, gündöndülerin özelliklerini bilmiyorlar, onların güneşe göre yüz döndürdüklerine de inanmıyorlar!” diyeceğim. Aynı konuda Sabit Soysal Öğretmene de Tabiat Bilgisi dersinde keçi gözlerinin güneşle büyüyüp küçüldüğünü anımsatacağım. Bunları düşünüp rahatladım. “İch Schlafen!” diyorum. Halil sordu, “Şimdi sen ne dedin? “Uyuyacağım!” Halil de tam bilmiyormuş, Sami Akıncı’ya sordu. İch Sclafen, uyuyacağım olmazmış. “Ya nasıl olur? Karşılık” Açın kitaba bakın, 23-25 sayfalarda var!” İch Schlafe, “Şimdi uyuyorsun, öyle de olmaz, şimdi sen konuşuyorsun, DU SPRİCHST!” Oldukça neşelendik. Anladım ki bildiğimi sandıklarım da yarım bilgilermiş. Arkadaşlara soruyorum, Sami nasıl biliyor? Halil’in yanıtı hazır” Sen öteki derslerde bizden neden daha iyisin? Sonuç olarak, çalışan, daha çok çalışan daha başarılı oluyor!” Yat zili çalınca “Schlafen sie gutt!” diyorum, gene olmadıysa bu kez “Bana iyi uykular!” deyip toparlanıyorum. Arkadaşlar, arkamdan, “Erken gidince bizden çok mu uyuyacaksın? “diye soruyorlar. “Uyumasam bile sizden daha çok yatacağım, daha çok yalnız kalacağım!” Gerçekten de öyle yapıyorum. Ne lavaboda ne de dolapların önlerinde konuşmalara hiç katılmıyorum. Bir yabancı gibi aralardan geçip yatıyorum. Tam yatarken Hasan da yetişti. “Yarın Fikret Madaralı Öğretmen dört kişiye izin alacak, seni de söyledi, haberin olsun!” dedi. Niçin diye sormama gerek kalmadan açıkladı, Kitaplık odası düzenlenecekmiş. Sandıklar açılıp kitaplar dizilecek, dolaplar arasına raflar eklenecek. Herhalde Hamdi Bağ ya da Ahmet Görkey seni söyledi. Derginiz de gelmiş Yeni Adam!” Sevindim. Gerçi Öğretmenin önerisi olan Akşam gazetesini çok sevemedim ama dergi umarım iyi olacak. Vahit Dede’nin övdüğü, Fikret Madaralı Öğretmenin Öğretmeni İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun dergisi. Dergiye çok sevindim. Bu gece daha rahat uyuyabilirim.

 

8 Şubat 1939 Çarşamba

 

Utandım, akşam konuştuklarımızı anımsadım. Hilmi Altınsoy uyuyor, dürtükledim. “Guten Tag!” Hilmi uykusu almamış, “Ne diyorsun? “diye çıkışıyor. Bir daha “Guten Tag!” “Hııı. !” dedikten sonra toparlandı, kalktı. “Bir dakika bekle!” dedikten sonra çabuk giyindi, birlikte çıktık. Hasan erken gitmiş. Akşam söylediklerini iyi dinlememiştim. Şimdi merak ettim. Bizi sabah derslerinden mi alacak, yoksa atölyelerden mi? Kahvaltıda Hasan’a yetiştik. Öğleden sonra alınacakmışız. Belki de Tarım Dersi’nden alınırız! Hoşumuza gitmeyen bir durum, arada bir oluyor ama, hiç olmasın istiyoruz. Kahvaltıda gene çorba var. Sıcak sıcak güzel ama, arkadaşların çoğu sevmiyor, ben de onların etkisinde kalıyorum. Onlar kaşıklarını sürmezken benim şapur şupur yememi hiç iyi karşılamıyorlar. Arada söz atanlar da oluyor. “O, arada şeker meker yediği için umurunda değil!” diyenleri duydum, üzüldüm. Haklı olabilirler. Halil’le beraber oturunca konuşa konuşa yiyoruz, o olmadığı zamanlar oldukça çekimser oluyorum. Ancak sabah çorba olduğu zamanlar öğlede kesinlikle tulumba, revani ya da kadayıf türü tatlı veriyorlar. Bu da güzel. Hilmi Altınsoy’la konuşa konuşa dersliğe gittik. Almanca kitabından dediği sayfayı aradım, buldum. Bu arada uyanmayı da öğrendim. Mich Schlafert, Schlafkammer, uykum var, yatak odası, bunları öğrendim. Halil yetişti. Bunları şimdi okudun, söylüyorsun, az sonra derste işine yarayacak mı? “Arkadaşlar gülüyorlar, Hilmi“Öğretmen ne derse desin arkadaşım sen o dediğini dersin, “Mich Schlafert, Schlaferigkeit!” Sami Akıncı’yı bile güldürdük. Sami bir de arkadaşlara uyarıda bulundu, “Siz gülüyorsunuz ama arkadaş bu arada bir çok söz öğreniyor!” Arkadaşlar, “Biliyoruz, o öğreniyorsa biz de yararlanıyoruz!” Zili bil duymamışız. Ömer Uzgil Öğretmen güler yüzle “Guten Tag!” dedi. Biz de “Guten Tag!” dedik, arkasından “Sitsen sie!” Oturduk. Durup dururken geçmiş derslerin birinde 6 Ali Güleren’in, Öğretmen “Sitsen sie!” deyince onun da Öğretmene “Sitsen sie!” deyişini anımsadım, kendimi zor tuttum. Gülmüyorum ama gülecekmiş gibi gerginlik içindeyim. Ali arkadaş az ilerde yan tarafta kıpır kıpır bir şeyler yapıyor. Öğretmen iki kez ona baktı, o ayırdında değil, kıpırdanmaya devam ediyor. Öğretmen bir kez daha baktı, bu kez Ali’ye “Numaran kaçtı? “diye sordu. Ali söyledi “Altı!” Öğretmen defterine baktı, “6 Ali Güleren, kitabını al, tahtaya gel!” dedi. Ali hiç değişiklik göstermedi, gayet sakin, kitabını aldı, tahtaya geçti. Öğretmen bir sayfa söyledi, okumasını istedi. Ali parçayı biraz benim gibi, yani Türkçe okudu. Öğretmen Ali! den Türkçe Okuma kitabını istedi. Ali kitabını aldı, Öğretmene verdi. Öğretmen kitaptan bir parça açtı, “Bu parçayı oku!” dedi. Ali gülümsedi, “Öğretmeni, m bir o parçayı daha okumadık, şu sayfadayız, dedi eliyle sayfayı gösterdi. Öğretmenin yüzü birden değişti, Ali! ye baktı, “Sen benimle şaka mı ediyorsun? Derste okumadınsa şimdi açıp okuyamaz mısın? “Lütfen o parçayı oku!” dedi. Ali, bu söz üzerine telaşlandı, eli titreyerek kitabı tuttu, okudu. Hayvanlarla ilgili bir parçaydı, Hintli filosof hayvanlarla ilgili konuşuyordu. Öğretmen kestirdi. “Ali, gerçi bunu da okuyamadın ama Türkçe ile Almanca arasında ki farkı yakalayamamışsın. Aynı harfler ama söyleyişler arasında ses değişmesi var. Bunu arkadaşların ilk derste sezdiler, henüz yeterli aşamaya ulaşamadılar ama, bunun acısını duyuyorlar. Sen maaşallah çok rahatsın. Beni duydun mu? “Ali, “Duydum!” dedi. “Pekiyi, öyleyse Almanca kitabındaki parçayı bir daha oku!” dedi. Ali gene bildiği gibi okudu. Bu kez, Ali’ye eliyle geri çekilmesini işaret etti, Abdullah Erçetin’den aynı parçayı okumasını istedi. Abdullah çok dikkatli, güzel okudu. Ali’ye “Böyle olacak, doğrusu bu, çok çalışman gerekecek, arkadaşından rica et sana birkaç kez okusun, seni gene kaldıracağım!” dedi. Gene de defterine işaret etti. Bekir Temuçin’in saptamasına göre 1 not verdi. 7 Fettah Biricik’i kaldırdı. Ona da ayni parçayı okuttu. Fettah parçayı oldukça doğru okudu. Gene de Öğretmen “Sen de geçtiğimiz parçaları defalarca okumalısın. Almanca bir ses dilidir. Bizim dilimize göre daha çetrefilli bir sez durumu vardır. Bunu okuya okuya, dinleye dinleye doğrultacaksınız. Her okuyuşunuzda bir söz düzeltseniz, zamanla onlar çoğalıp sizi düzgün konuşmaya ulaştırır. Öğretmen, Fettah’a biraz yardım eder gibi davrandı, gene kaldıracağını söyleyerek, oturmasını söyledi. Zil çalınca Ali’ye, “Bak bir dersimizi doldurdun, obir defa çok kısa olacak, ona göre hazırlan!” dedi. Öğretmen çıkınca ben, Öğretmenin obir defa sözüne takıldım. Öbür mü, obir mi? Bekir Temuçin uyardı, Öğretmen geliyor. Öğretmen geldi. “Soru soracak var mı? “diyerek hepimize baktı. Ben parmak kaldırıp akşamki Sami Akıncı’ya sorduğumu bu kez Öğretmene sordum. Uykum geldi, uyuyacağım, uyuyorum nasıl diyeceğim. Öğretmen güldü. “Dil bilgisi dersiniz var mı? “diye sordu. Yapmıyoruz. Fiil zamanlarını biliyor musunuz? “bu kez bana döndü Türkçe fiil zamanlarını biliyorsan sana anlatayım. Bizim dersimiz bakımından bu konuya daha sonra geleceğimiz için karıştırmak istemiyorum. Sorduklarımı bilmiyorsan Türkçelerini hemen öğren, gel sana anlatayım, daha çabuk öğrenirsin!” Yerime oturdum. Kendi kendime sordum, ben neyi öğreneceğim. ? Halil yavaşça uyardı, “Onu da Türkçe Öğretmeninden öğrenirsin!” Fiil zamanları. . Öğretmen yeni bir konu verdi, zamanlar, ölçüler, saatler. Okulla ilgili bizim bulmamız için de 20 söz ödevi verdi, günlük işlerimizde geçen önemli sözler. Önceki listeye ek olacak, tekrar yapılmayacak. Ali Güleren’in okuduğu parçayı, bir kez kendi okudu, arkasından Hail Basutçu’ya, İsmet Yanar’a okuttu. Bekir Temuçin parmak kaldırdı. Öğretmen ona yeni bir parça okuttu. Bekir onu daha önce okumuşmuş, güzel okudu. Öğretmen gene 6 Ali’ye takıldı. Bak arkadaşların çalışıyor, doğru okumakta başarılı oluyorlar, arkasından Fettah’a dönerek sizler neden daha doğru okumayasınız? Haftaya bir de yazılı yoklama yapacağını söyledi. Sorular için örnekler verdi. der, die, das eklerinin anlamları, kişi ekleri, var, yok, sözleri, yazdığımız sözlerle kıca cümleler, olumlu-olumsuz yapan ekler sorulacak. Öğretmen çıkarken duyurdu, Salih Öğretmen görevliymiş, gelemeyecek. Bizler de atölye çalışmalarına takılacakmışız. Hamam tamamlanmadan ara tatil yapılamayacakmış. Çok çalışıp çabuk bitirmek tatiklimizi yakına getirecekmiş. Ben sevindim, birileri ortada, birileri de “Ben tatil matil istemiyorum, hamam benim nemelazım, yaz gelince gider Ergenede çimeriz!” diyorlar. Mehmet Yücel Ergene’de yazın mandalardan kimseye yer kalmaz, çimecekseniz Meriç nehri’ne gitmeniz gerekecek!” diyor. Bu kez de Ali Önol, Sefer Tunca, Fettah Biricik, Ergene’ye gelecekleri konuk sayacaklarını muştuluyorlar. Yeni bir tartışma bulunmuş oluyor. Mehmet Başaran, Yakup Tanrıkulu nöbetçi, geldiler, Namık Ergin’le Hasan Çevik Öğretmenin bizi beklediğini duyurdular. Duyurdular ama bir yığın azar duydular. “Sizin başka işiniz yok mu? Gidin karavanalarınızı taşıyın, çorba tencerelerini temizleyin. Ne uğursuz nöbetçilersiniz, sabah çayını da çorbaya çevirdiniz. Arkadaşlar söyledjklerine de pişman oldular. Şaka olduğunu bildiklerinden gülerek uzaklaştılar. Ben umudumu kesmiş değilim, Hasan’ı arıyorum. Hasan geldi, “Tamam, biz kitaplıktayız, Hamdi Bağ öğretmen bizi bekliyor!” Halil, Hasan, Harun. ben kitaplıkta toplandık. Hamdi Bey, Harun’u aldı atölyeye indi. Harun sandık açacak aletleri alıp geri geldi. Öğretmen gelince de açmaya başladık. Sandıkları bozmak yok. Sandıklar gene kullanılacak. Yan yatırılıp dolap yerine raf yapacağız. Halil gülüyor “Şu işe bak, biz her işi yapmaya hazırız, İşten kaçmaya çalışanlar iki gündür hendek kazıp toprak atıyor, biz, okul içinde böyle işlerde çalışıyoruz. Hasan, siz görmediniz galiba, size de yetecek, kocaman bina yapılıyor, 6/12 metre. Az iş değil. Fikret Madaralı Öğretmen geldi. “Koplay gelsin ustalar!” dedi, “Ya işte böyle, siz öyle Öğretmen olacaksınız ki, okulunuzun kitaplığını, kapısını, penceresini yapacaksınız. Çevrenizde değme ustalar elinize su dökemeyecekler!” Kendi kendine söylendi, “Ne demekse bu söz? “Bari, su dökecek dense bir anlamı olur, su dökememek, çok kapalı bir mecaz. Size söyledim ama, bu söz sizi büyütmeden çok size yardım edecekleri küçülten bir anlam taşıdı. Neyse, bunları da yakın zamanda daha iyi anlayacaksınız!” İki büyük dolabı yanyana koyduk aralarına sandıklardan aynı boyda olanları seçip yerleştirdik. Bu arada çantasını açtı, iki Yeni Adam dergisi verdi. Geçen ay istediğimiz için ocak-şubat sayılarını göndermişler. Ayrıca bir Yeşilyurt gazetesi gazetesi verdi “. Vahit Dede’nin yazısı var!” dedi. Çok sevindim. Kitapları şimdilik boylarına göre sıralayacağız. Daha sonra konularına göre başka Bir dizim yapılacakmış. Hamdi Bey gelince uzun uzun konuştular. Okulun bazı durumlarından memnun olmadıklarını konuşmalarından anladık. Daha ziyade Milli Eğitim Bakanlığından yakındılar sanırım. “Paran yoksa okul açmazsın efendim, Hem okul açıyorsun hem yerim yok diyorsun, Bu olur mu efendim? “gibi sözleri sık sık tekrarladılar. Çok merak ettiğim bir başka taraf da konuşmaları arasında sık sık Lüleburgaz geçmesiydi. Fikret Öğretmen, “Lüleburgaz hakkında sağlıklı bir bilgim yok, Salih Ziya bey oraları bildiğini söylüyordu!” gibi sözler geçti. Raflarda yer kaldığını görünce Öğretmen, “Bir hamle yapıp birkaç sandık daha getirebiliriz, haritaları unuttuk, onları da aldıralım!” dedi. Hasan kitapların listesini sordu. Öğretmen “Kitapların demirbaş listesi vardır, Ahmet Bey bir tanesini sana verecek, oradan bakarak kullanacaksın. Kitap verdiklerini sen yazıp kendi listene göre alıp vereceksin. Geri gelmeyen kitaplar için Ahmet Gökay’la bana bir hafta içinde bilgi vereceksin. !” Öğretmenler ayrılınca kitapları biraz karıştırdık. Faruk Nafiz Çamlıbel’den kitap baktim, Bie Öür Böyle Geçti, Akın, Elimle Seçtiklerim var. Akın şiir değilmiş onu bıraktım. Öteki ikisini almak için ayırdım. Hasan hemen kuralını koydu. “İki kitap almak yok!” Halil hedmen uyardı, “Zaten dergin de geldi, nasıl okuyacaksın? “Benimki okumak değil, kitap karıştırmak. Dergileri açtım. İlk takıldığım İsmail adının yazılışı oldu. İsmail, bizim köylülerin söylediği gibi yazılmış. Ismayıl. Ötekine baktım, onda da Ismayıl. Belki de adamın adı Ismayıl. Demek, hem İsmail, hem de Ismayıl adları var. Öyleyse bizim köydekilerin hepsi Ismayıl. Bizim köyde ayrıca bied ailenin lakabı da Ismayıllar’dır. Arkadaşım Ahmet, hep Ismayıllar’ın Ahmet olarak çağırılır. İsmail, Ismayıl derken arkadaşımız 43 İsmail’i anımsadım. Çok neşeliydi. O kalsaydı, Mehmet Yücel’in hakkından gelecekti. Dur, Mehmet Yücel’e bunu söyleyeyim, “43 İsmail kalsaydı sen böyle konuşamazdın, o seni hemen sustururdu!” diyeyim bakalım, ne diyecek? “Dergide yazı yazan yazarların adları var, Sefer Aytekin, Bizim Sefer Tunca’nın adaşı. Sabiha Sertel, Yaşar Nabi Nayır, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Ali, Zahir Güvemli. Güvemli soyadı da ilginç. Güvem bizin korulukta çok olur. Erik gibi bir meyve, olgunlarını çok severim. Tarım Öğretmeni meyveleri sorduğunda hiç aklıma gelmemişti, ilk firsatta söyleyeceğim. Vahit Dede Sazara dollaylarını anlatıyor. Sazara büyük bir köy aynı zamanda bucak. Vahit Dede her yöreyi gezip yazıyor. Zil çalınca çıktık. Arkadaşlar da geldiler. Bize soruyorlar, “Siz neredesiniz? “Mehmet Yücel bizim için yanıt verdi, “Onlar kitap okuyorlar, gazete karıştırıyorlar, bu kadar yetmez mi? “deyip gülüyor. Aklıma geleni hemen söyledim, “Seninle söz yarışı edemeyiz, çok merak ediyorum, 43 İsmail ayrılmasaydı, onunla nasıl yarışacaktın acaba? “Ben sözümü tam bitiremeden, Mehmet Yücel, “Hiç yarışmazdım, o daha güzel sözler buluyorsa onlara bol bol gülerdim. Ben kimseyle yarışmıyorum ama günlerimin neşeli geçmesi için elimden geldiğince işi şakaya döküyorum!” 43 İsmail’in hemşehrisi Yusuf Asıl Mehmet Yücel’i savundu. “İsmail küfürbazdı, sıkışınca küfrü basardı, sonunda kesinlikle iş kavgaya dönerdi!” Bana bakarak, “O kalsaydı bilesin ki önce seninle kavga edecekti. Çünkü sen, onun takılmalarına asla katlanamayacaktın!” “Yaaaa!” …, dedim, sustum. Arkadaşlara, okul müdürümüzün Cumhuriyet gazetesini gazeteliğe takmaya başladığımızı, Türkçe Öğretmeni Fikret Madaralı’nın daha önce okumamızı önerdiği Yeni Adam dergisinin geldiğini, isteyenlerin belli zamanlarda benden alabileceğini duyurdum. “Ellerimiz kazma kürek tutarken kabardı, biz yazı okuyamayız!” diyenler oldu. Buna karşın çoğunluk” Böyle şakaların yapılmamasını, istemeyenler okumayabilir, okumayacaklarını duyurmaya gerek yok. Öğretmen, okuyacaklara yardıma çalışıyor, buna karşı olanlara katılmıyoruz!” Birden büyük bir sessizlik çöktü. Sami Akıncı öneride bulundu. “Dergileri numara sırasına göre hergün birimiz alsın. İster okusun ister okumasın, bir gün sonra kendisinden sonraki arkadaşa sağlam olarak teslim etsin!” Bana, “Dergiyi aslında sen aldığına göre buna razı olur musun? “Oluyorum. Sonuçta zaten dergi gene benim olacak. Akşam yemeğinde kitaplık, gazete dergi sözleri edildi. Arada çıkış yapanlar, sözlerinin etkilerini düşünmüş olacaklar, biraz suskundular. Hilmi Altınsoy’la, Abdullah Erçetin, İsmet Yanar, Yusuf Asıl, Mehmet Aygün de bunlar arasındaydı. Arada onlara baktım, neşesizdiler. Söylüyorlar, sonra pişman oluyorlar. Ya Öğretmene duyurulursa!” gibi kuşkulara kapılıyorlar. İsmet’e kızdım. Salt bir grupla arkadaşlığı sürdürmek için zaman zaman böyle ayrılıklar yapıyor. Üstelik gazeteyi gidip okuyor, dersleri iyi. Yarın Türkçe dersi var, gazete, dergi, kitap konularına değinilecek, birilerinin kaygısı ondandır. Anlıyorum ama ben konu etmem, kimseyi de ele vermeye kalkışmam. Cumhuriyet gazetesinden isimler aldım, soy adları bu gazetede de ilginç. Burhan Felek, İsmail Habip Sevük. Baş yazarının ki ise Nadi. FELEK-SEVÜK-NADİ. Akşam Gazetesi’nin de Va-Nü’sü, Til’i var. Yunus Nadi’de Necmettin Sadak gibi Almanya üzerine yazmış, Alman Canavarı av peşindeymiş. Ne demekse!” Faruk Nafiz Çamlıbel’in Çoban Çeşmesi kitabından çok uzun bir şiir okudum, çok güzel ama, birinin ölümüne üzüldüm. Ezberlenmeyecek kadar uzun, saydım, 140 mısra. Çok okursam ezberlerim herhalde. Başı çok güzel, kendimi atlı arabada sanıyorum. Bizim atlar al ama olsun gene de at. “Yağız atlar kişnedi, meşin gırbaç şakladı-Bir dakika atlar yerinde durakladı. “Al atlar kişnedi, meşin gırbaç şakladı” da olabilir. Öğretmen okutsa insanın sesi kısılır herhalde. Öğretmenin Okuma kitabı dışından getirip okuttuğu parçaları merak ediyorum. Ahmet Haşin’den, Ziya Gökalp’den, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dan başka parçalar getirdi. Almanca dersinde Öğretmenin sorduğu soruyu yarın derste soracağım. Halil’e kalırsa sormamalıymışım ama niçin? Bilmediğim bir konuyu neden sormayayım? Fiil zamanları. Belki de şu şu kitaplardan okuyabilirsin!” diyecek. Yazı ödevimi gene yazdım. Yazımın daha güzel olduğuna ben de inanmaya başladım. Yeni yazılarımı bitişik yazılarımdan daha güzel yazıyorum. Bunları yazarken bitişik yazıyorum. Kimi zaman kendi yazdıklarımı ben bile doğru okuyamıyorum. Birisi okumak istese, sanırım oldukça zorlanacaktır. Fiil zamanlarını Mehmet Yücel iyi biliyormuş. İsmet’in de mesine göre sorarsam bana anlatacakmış. Hemen sordum, Mehmet Yücel yanıma geldi. Halil onun yerine gitti. Mehmet defterime örnek yazdı, anlattı. Anlattıkça birşeyler anımsadım. Almanca’larını da yanlarına ekledi. Bir başka zaman tekrarlamak üzere sözleştik. Çok sevindim. Öğretmene sormaktan da vazgeçtim. Zil çaldı, kalanlara Auf Wiedersehen! Arkadaşlar arkamdan güldüler. İch Habe schlafen arbeit! Yanlışsa sonra düzeltirim. Yarın ben de hendek kazacağım herhalde. Yatar yatmaz uyuduğumu sanıyorum. Gece bir ara uyanır gibi oldum, öksüren biri vardı, Yakup mu diye baktım. o değildi. Sanırım İdris idi. İdris sigara içmiyor, bunu biliyorum, üşütmüş olabilir. Ne düşündüm, ne hayal ettim bilemiyorum, birden Elfide halamla karşılaştım. Yalnız bir bankta oturuyor. Burada ne aradığını soruyorum. Gülerek o bana soruyor “Ya sen ne arıyorsun burada? “diyor. Halam birden yabancılaşıyor. Sesi onun sesi, başörtüsü başka. İçimden “Başörtüsünü değiştirmiştir, uzak durma gücendirirsin!” diyorum. Halam “Baban hiç geldi mi, yakında seni gördü mü? “diye soruyor. “Sizin hastalığınızda, size gelince görüştük, demek istiyorum. Biri eliyle ağzımı kapatıyor, rahat soluyamıyorum, bağırasım geliyor. Uyanıyorum, yorgan ağzımı kapatmış, zorlanmışım, yüzüm terlemiş. Halamı babamı düşünüyorum. Halam iyi mi oldu, yoksa gene mi hastalandı? Düşünürken uyumuşum,

 

9 Şubat 1939 Perşembe

 

Gürültüden uyandım. Bu kez uyanışım doğru zamanda oldu. Kalktım, hazırlanıp dersliğe indim. Sözlüye kalkacağını tahmin edenlerin bazıları okuma kitaplarını açmış bakıyorlar. “Nereden sorabilir? “Okuduğumuz yerlerin hepsinden sorabilir. Oraları aç bir daha oku! Kahvaltıya gittim, Türkçe Öğretmenimiz gelmiş, kardeşiyle oturuyor. Ömer Uzgil, ardından Hamdi Bağ, Namık Ergin Öğretmenler geldiler. Kahvaltımı çabucacık yapıp dersliğe gittim. Sanki Öğretmen hemen gelecekmiş gibi, düşünüyorum. Böyle olmadığını biliyorum ama gene de bu duygudan kurtulamıyorum. Aklım, Salih Zeki Büyükaksoy’a takıldı, neden yok? “Rahatsız mı acaba? Zil çalar çalmaz Öğretmen geldi. “Günaydın!” dedikten sonra “Artık, küçük çaplı da olsa bir kitaplığımız var, oradan kitap alıp okuyabilirsiniz. Müdür bey söz verdi, bir miktar kitap daha alacağız. Bir de ansiklopedimiz olacak. İçimden soruyorum “Nedir ki bu ansiklopedi? “Ayrıca söylediğine göre çok önemli olsa gerek. Halil de bilmiyormuş. Bana önce gazeteyi sordu, sonra da dergiyi . Dergi okumamız için Sami Akıncı’nın önerisini, arkadaşların verdiği kararı söyledim. “Çok güzel, dergiler zaten çoğunlukla aylık çıkar, otuz kişi olduğunuza göre ayda bir okumuş olacaksınız. İyi düşünmüşsünüz!” Arkasından not defterini çıkardı 24 İbrahim Ertur’u kaldırdı. İbrahim’in dilinde azıcık tutukluk var. Bunun üstünde durdu, Tarihten bir örnek verdi, adam dilini düzeltmek için ağzına çakıl taşları alıp konuşuyormuş. Sonunda dili o denli düzelmiş ki güzel konuşmada onunla kimse yarışamaz olmuş. Tahtaya adını yazdı;Demosten. İbrahim’e “Senin çakıl taşına gereksinimin yok, parçaları okurken biraz dikkatli bastırarak seslendireceksin’” dedi. Ailesinde başka böyle olanlar var mı? diye sordu. Arkadaşlar, ağabeyinin buraya geldiğini, onda olmadığını söylediler. . Öğretmen gülümsedi, “Aile sadece ağabey değildir, anne, baba, öteki kardeşler, dede, nene, hatta anne – baba yakınları bir aileyi oluşturur. Ben onları kastettim!” İbrahim, olmadığını söyledi. Öğretmen “O zaman işin daha kolay, bu bir kusur değil bir ihmal, sen bu ihmali kısa zamanda ortadan kaldırırsın. Bol bol sesli okuma yap, şiir oku, şarkı söyle, söylediklerini kendi kulaklarınla işitip, aksaklıkları düzelt!” Kitabımızdaki şiirlerden birini okuttu. Sorulara doğru yanıt verince, onu çabuk oturttu. İsmet Yanar’ı kaldırdı. İsmet’in notu iyi idi, bunu hiç beklemiyordu. Biraz telaşlandı. Öğretmen “Gülerek, bir öyle bir böyle olacak. zayıf arkadaşlarınızla ders doldurup ötekilerini serbest bırakmak yok. Bundan sonra bir ondan bir bundan. İsmet sorduklarına doğru yanıt verdi. Öğretmen İsmet’e takıldı” Dayından azar duymamak için çalışıyorsun anlaşılan!” dedi. Bana baktı “Öyle mi? “diye sordu. Ben de hiçbir şey düşünmeden, başımla “Öyle!” işareti verdim. Öğretmen kahkahayla güldü. Yahu biz baştan yanlış yapmışız, keşke bu adamların hepisi için birer de dayı alsaydık, işler daha iyi olacaktı!” dedi, arkadaşlara dönerek, “Siz ne diyorsunuz? “diye sordu. Arkadaşların bir bölümü sustu bir bölümü güldü. İdris Destan’ı kaldırdı. İdris dersler dışında çok konuşanlardan, herkese takılan arkadaşlarımızdan biri. Ancak derste öğretmenler kaldırınca çok heyecanlananların başında geliyor. Söylediğine göre bildiklerini de unutuyormuş:Gene öyle oldu, sustu, konuşmaya başlar gibi yaptı, sustu. Söze başladı, “Hayır öyle değil!” deyip durdu. Öğretmen sabırla bekledi. Bir defasında, İdris “sen konuş, öyle değil demene gerek yok, öyle değilse biz sana “Öyle değil!” deyip, sözünü keseriz. Belki söyleyeceklerin içinde doğru olanlar çıkacaktır!” Parça okuttu. İdris çok güzel okudu. Gemiciler şiirini okuttu, onu da çok güzel okudu. Ezber biliyormuş, parçaya bakmadan okudu. Öğretmen, “Bak, ne güzel okuyorsun, bıraksaydık belki bunlara da “Öyle değil!” deyip geçecektin. Bu heyecan durumunu atman gerekir. Öğrenciler okudukları tüm bilgileri duyduğu gibi öğrenemezler. Böyle olsaydı, camilerdeki vaazlar gibi Öğretmenler anlatır, öğrencilerde öğrenirdi. Olay böyle olunca, korkma, sinme, kurtulmaya çalışma anlamsızlaşmaktadır. Öğrenci için derse kalkma, kahvaltı gibi, uyku gibi, dinlenme gibi doğal bir durumdur. Bunu abartıp korkuya çevirmek başarılarınızı engeller!” İdris’e şarkı söyleyip söylemediğini sordu. İdris şarkı söylemeyi seviyormuş, ama sesi güzel değilmiş. Öğretmen gene güldü, “Ohoooo, İdris sen kendini cendeleye sokmuşsun!” dedikten sonra cendelenin ne olduğunu sordu. Herkes bir başka tanım yaptı. İşin içinde sokma sözü olunca, sandıktan, sepetten kümese kadar bir çok ad verildi. Bana da sordu, söylenmemiş olan kafes aklıma geldi, “Kafes!” dedim. Doğru yanlış demedi. “Benzeri bir şey, sıkan, bastıran, sıkıştıran, ezen bir alet. Arkadaşınız kendini öyle bir alet içine sokmuş gibi sıkıntısını duyuyor. Oysa onda öyle bir şey yok!” İdris’ tekrar kaldıracağını söyledi. İkinci derste gene kitaplıkta söz açıldı. “Kitap alan var mı diye sordu. Ben almıştım. Çıkardım, Öğretmen aldı, bana okuyup okumadığımı soru. Okuduğumu söyleyince, okuduklarımdan bir şiiri okumamı istedi. Han Duvarlarını okumaya başladım. Bir süre okuduktan sonra, okuyuşumu iyice bozdum. İçimden, bıraktırsa diye düşünürken Öğretmen “Çok uzun, nöbetleşe okuyalım!” dedi, kitabı aldı, kendi okudu. Döndü gene bana sordu. “Ne anlatıyor, sen ne anladın? “dedi. Şairin arabayla bir yere gittiğini, hanlarda kaldığını, handa birinin öldüğünü, söyledim. Nasıl öldüğünü sorunca duraksadım. Öğretmen kendisi baştan sona olayı anlattı. Bana bakarak, şair adamın öldüğünü görüp anlatmıyor, duvarlara şiir yazan bir başka şairin öldüğünü duyunca üzüldüğünü anlatıyor!” dedi. Sonra “Bu şiiri birkaç defa okursanız kaha çok seveceksiniz, “dedi. Arkadaşlar, hemen şiiri alıp yazmak istediler. Ben, şiirin 140 mısra olduğunu söyleyince “Ohoooo!” diye sesler çıktı. Öğretmen güldü, Siz o şiiri gelecek yıllarda da okuyacaksınız, şimdi şöyle bir bakıp geçin! Han Duvarları, çok tanınmış bir şiirdir. Şairini ünlü yapan şiirlerinden biridir!” Han duvarları sözüne takıldım. Benim bildiğim hanlar hiç de öyle duvarlarına yazı yazılacak türden değil. Bizim kahvenin de hanı var. Gelen geçen orada hayvanlarını barındırıyor. İnsanlar, ya evlere konuk oluyor ya da kahvede yatıyorlar. Lüleburgaz’da da iki büyük han vardır. Enver Beyin Hanı, Tapucu Kamil Hanı. Onlarda insanlar kalıyor ama odaları küçük küçük. Şiirdeki gibi kalabalıklar toplanamıyor. Şiirdeki han her halde çok büyük han. Öğretmen 11 Recep Kocaman’ı kaldırdı. Recep aferin aldı oturdu. ! 5 Hüseyin Okuma kitabından daha önce okuduğumuz parçayı okudu, açıklayamadı. Ezberlediğimiz şiirlerden istediği birini okumasını istedi Hüseyin Serin uzun uzun düşündü, cılız bir sesle “Okuyamayacağım!” dedi. Öğretmen oturmasını söyledi. Öğretmen nedense Sefer Tunca’yı geçti Sami Akıncı’yı kaldırdı. Enis Behiç Koryürek’in Denizciler şiirini ezberleyip ezberlemediğini sordu. Sami, “Ezberledim!” diye yanıt verdi. Sami Akıncı en çalışkan arkadaşımız, dikkatle izliyoruz. Çok rahat okumaya başladı. “Gölge veren ağaçları-Seviyoruz biz artık. “Deyince ben bir “hık!” çektim. Öğretmen baktı, Sami duraksadı. Öğretmen devam etmesini söyledi. Sami devam etti. “Biz bayrağın fedaisi korkusuz Türk genciyiz-Biz hilale şan arayan sayısız gemiciyiz. “

Biitiriken de “Nağmelerin dalgalardan bahtiyar-Bu ahengi gönderelim yurda kadar. “Diye bitirdi. Sami Akıncı şiiri güzel okudu ama iki üç yerde değişiklik yaptı. Öğretmen bana, “Arkadaşın yanlışını mı buldun? “diye sordu. Saptadığım üç yanlışı gösterdim. Öğretmen “Arkadaşınız o kadar güzel okuyor ki, ben bu yanlışları saptayamadım. Sen şiire bakarak saptamış olacaksın!” deyince ben” Hayır, ben şiiri ezber biliyorum, sözlerin sırası bozulunca anlaşılıyor!” dedim. “İyi canım- O kadar kusur kadı kızında da olur-dedi. Sami şiiri baştan sona açıkladı. Öğretmen oturmasını söyledi. Mustafa Saatçı’yı kaldırdı. Mustafa Saatçı’ya ortaokula gidip gitmediğini sordu. Mustafa da benim gibi ara vermiş. Öğretmen bana “Bak, senin gibi gediklilerden biri de Mustafa uzun zaman o da beklemiş. Arkasından Ahmet Haşim’den daha önce okuduğumuz parçayı okuttu. Parça bitmeden zil çaldı. Mustafa tekrar kalkmak üzere oturdu. Öğretmen, çıkarken, kitap alıp vermeleri şimdilik Hasan Üner yönetecek, onun söylediklerine uyarsınız!” dedi. Öğretmen çıkınca ilk söylenti Sami Akıncı’nın bana kızdığı şeklinde oldu. Az sonra ise Sami bana yüksek sesle teşekkür etti. Ben şiiri daha ezberlerken okuduğum gibi ezberlemişim. Şimdi doğrusunu okuyunca dilim takılıyor!” deyip güldü. Arkadaşların bir çoğu şaşırdı. Belli ki onlar bir çıngar bekliyorlarmış. Sesler kesildi. Öğretmen kapıdan girince gülerek “Günaydın!” dedi. Oldukça canlı karşılık verdik” Sağol!” Öğretmen her zaman olduğu gibi ağır ağır kürsüye oturdu. Sordu, “Bana soracağınız bir sorunuz var mı? “Arkadaşlara baktım, kimse sorma yanlısı değil, önlerine bakıyorlar. Parmak kaldırdım, “Yön bulmaları konuşurken arkadaşlara gündöndülerden de yararlanırız, dediğimde arkadaşlar bana güldüler. Sonra anladım ki arkadaşlar, gündöndülerin güneşe döndüğünü bilmiyorlar. Bu nedenle de beni yalancı çıkarıyorlar. Öğretmen, “Anladım, kendi cehlinin farkında olmayanların hep yaptı bir numaradır. Arkadaşlara bakarak, “Arkadaşınız haklı, kısa bir zaman için de olsa yararlanmak mümkündür. Gündöndüler, güneşi izler, onlara bakarak güneşi saptar. eğer yeterli bilginiz varsa güneş yoluyla da yönünüzü bulabilirsiniz. Öğretmen başka bir sorun var mı? “diye sorunca keçilerin gözlerini söyledim. Öğretmen, onlardan, yön için değil de vakit saptamada yaralanabiliriz. Bir çok hayvanın gözlerinde görülen o değişme keçilerde çok belirgindir!” Öğretmen bana, Nerden buluyorsun bunları? “diye sordu. Arkadaşlar benden önce yanıt verdiler, “Arkadaş çobanlık yapmış!” diyenler oldu. Ben de tekrarladım, keçi koyun karışık sürümüz var, zaman zaman onları kırlara götürdüm!” dedim. Öğretmen, “Ne güzel, ne pastoral bir hayat!” dedi. Pastoral sözü aklımı karıştırdı. İyi mi kötü mü? Kötü olamaz, diyorum. Sabit Soysal Öğretmen kötü bir sözü böyle konuşurken söylemez. Ama pastoral nedir? Öğretmen sonradan düşündü galiba pastoral sözünü açıkladı, “Kırlarda yaşamak, bahçe işlerinde çalışmak, kendi kır işlerini kendi görmek, toprakla haşır neşir olmak vb. !” Öğretmen, bana” Sen benden sorular sordun, gel şimdi de ben senden sorayım!” dedi. Tahtaya çağırdı. Kalktım. Geviş getiren hayvanların özellikleri, geviş getirmenin nasıl bir eylem olduğunu sordu. Sığır, manda, keçi, koyun türlerinin geviş getirdiğini, gevişin, önce besinleri alıp sonra onları ağızda bir tür öğütme olduğunu, yurdumuzda keçi-koyun, sığır-manda, kırlarda, ceylan, geyik. Bunları sayıp durunca Öğretmen develeri sordu. Deve görmediğimi söyledim. Öğretmen güldü, “Sen işi sağlam tutuyorsun, görmediklerini hesaba katmıyorsun. Bu kez etoburları sordu. “Etle beslenen hayvanlar, dedim, kurt, ayı, tilki, çakal, sansar, gelincik, kuşlardan, kartal, şahin deyince Öğretmen, “Sen gene kendi gözlemlerine dayanıyorsun, Haydi öyle olsun!” dedi, güldü, oturmamı söyledi. 72 Hüseyin Orhan’ı kaldırdı. Etoburlarla geviş getirenlerin dişlerini karşılaştırdı. Soru içinde sorular sordu, arkadaş sözü kesilince alınganlık etti, duraksadı. Bu kez Öğretmen soruyu değiştirdi,

Tüylerinden yararlanılan hayvanları sordu. Derste üstünde hiç durulmamıştı. Arkadaşlardan “Okumadık!” fısıltıları duyuldu. Hüseyin Orhan gene duraladı. Öğretmen “Siz köylerden geldiniz, köy hayatında herkesin bildiğini siz niçin bilmeyesiniz? Köylerde Öğretmenlik yaparken onlara kitaplardan öğrendiklerinizi mi aktaracaksınız? Onların göreneksel sığ bilgilerini geliştirmek için mkitaplara mı bakacaksınız? Bukadarcığını şimdiki Öğretmenler de yapıyhor. Siz daha fazlasını yapmak için yetiştiriliyorsunuz. Bu yetişme, şimdiden başlamış durum da. Öğretmen okullarında okuyanlar öğleden sonraları top koştururken sizler atölyelerde sanat öğreniyorsunuz. Onların günlük beş saatine karşılık siz sekiz saat çalışıyorsunuz. Bu bir değişiklik belirtisidir. Bu değişiklik, düşüncelerde de fark getirecektir. İşte ben sizden, derste konu edilmemiş bir soruyu soruyorum. Hangi hayvanların tüylerinden yararlanabiliriz? “Hüseyin Orhan bu kez konuştu, “Koyun, keçi!” dedi, düşündü, edkledi” At, atın kıllarından da yararlanabiliriz! “dedi. Öğretmen” Aferin, neler yapılabildiği konusunda da bilgin var mı? “Arkadaş, koyun yünlerinden, yorgan, yatak, elbise. Elbise, derken bana baktı. Öğretmen güldü, sordu, “Neden arkadaşına baktın? “Arkadaş, onun elbiseleri, koyun yününden deyince, “Sen sözünü tamamla, sdonra da ondan açıkklama isteriz!   “dedi. Hüseyin Orhan keçi kıllarından, çadır, çoban kebesi, yaygı yapıldığiını anlattı. Öğretmen hepimize bakarak. Hani bu dersi okumamıştınız? Sizin konuşmanız için önce derslikte konuşulması gerekli, sizin kendi gözlemleriniz, bilgi olmaz mı? Derslikteki konuşmalar bir bilemedin iki örnekle geçiştirilir. Siz bunları üçe, beşe hatta ona çıkarmazsanız, o konuda başarılı olamazsınız. Önce bunu iyi anlayın. Biz size ufak örnekler vereceğiz, siz bu örneklerden başka benzerlikler kurup dağarınızı zenginleştireceksiniz. Bu kez arkadaşa, köyünü, yöresini, köydeki hayvan türlerini, bitki örtüsünü sördu. Arkadaş, bunları açık, anlaşılır bir dille anlattı. Arada bizleri de tanık gösterdi. Aynı yöre köylerinin benzerliklerini belirtti. Öğretmen gülümsedi, Bu kez not defterşine bakıp 72 ne oldu da sen ilk sorunda tutukluk ettin, soruyu mu anlamadın? Hüseyin Orhan arkadaş, “Öğretmenim ben konuşurken konuşmamı kesince ben yanlış söylediğimi sandım, bocaladım, durdum. Aslında derse iyi çalışmıştım!” Öğretmen öyleyse anlaştık. Tekrar kalkma hakkın var, hem sen zaten makbulce bir not almışsın!” Hüseyin Orhan oturdu. 74 Mehmet Başaran kalktı. Mehmet Başaran da Sabit Soysal Öğretmenden çekinen arkadaşlardan biridir. Öğretmen kendisine bir şey söylemiş değil ama Öğretmenin tavırları kendiliğinden bazı sınırları koymaktadır. Mehmet Başaran’a önce köyünü, yöresini sordu. Az önceki arkadaşın köyüne yakın olduğunu söyleyince, “İyi öyleyse, sen de o yörenin yaban hayvanlarını anlat!” dedi. Mehmet Başaran, “Gördüklerimi mi anlatayım yoksa var olduklarını duyduklarımı mı?“ diye sordu. Öğretmen güldü, “Hem gördüklerini hem de duyduklarını anlatırsan biz de hepsini öğrenmiş oluruz, memnun oluruz. Arkadaş, canlı olarak tavşan gördüğünü, öldürülmüş olarak, tilki, kurt, domuz gördüğünü anlattı. Arkadaşları ayıları anımsattılar. Mehmet Başaran, ayıların evcillerini gördüğünü, oynatıcıyla anlaştığına göre yaban sayılmayacağını söyleyince Öğretmen güldü. “Sahiden ben de kararsızım, ayılar evcil mi, yabanıl mı? Galiba bizim memlekette ikisi de geçerli!” dedi. Arkadaşın saydığı hayvanların çiftçiye zararlarını sordu. Mehmet Başaran onları sıra ile anlattı. Öğretmen defterine baktı, “Yakın köylüler numaralarınız gibi başarı düzeyiniz de bir birinize yakın, senin de kalkma hakkın var. Arkadaşına söylediklerime sen de uyuyorsun!” Zil çalınca Öğretmen çıktı. İdris Destan Öğretmenin son sözünü kullanmaya başladı. Öğretmen “Sen de yakın köylüne uyuyorsun sözünü uykuya çevirip. 15 Hüseyin'e, 7 Fettah Biricik’e, 6 Ali Güleren’e takıldı. Fettah Biricik’e, “Arkadaşım, sen de uyuyorsun. . 15 Hüseyin Serin’e ise, “Swen de Fettah’a, Ali Güleren’e siz de Fettah’a uyuyorsunuz. Bırakın onu, kendi kendinize uyumanıza bakın!” Bu arkadaş Tabiat Bilgisi sözlülerinde başarılı olamamışlardı.

İkinci derste Öğretmen, sözlü yoklamada sorduğu soruları özet olarak tekrarladı. Defterini açtı, hangi numaraya ne sormuşsa okudu. Biz ayırdında olmamışız, Öğretmen her arkadaşa sorduğu soruyu işaretlemiş. Daha doğrusu Öğretmen soruları daha önce defterine yazmış. Birimizi kaldırıp sorduğunda o soru yanına numaralarımızı işaretlemiş. “İçimizden birine rahatlıkla” Sana ben daha önce şu soruyu sormuştum!” diyebiliyor. Ben şaşırdım, kaldım. Kardeşi Hüseyin Soysal ağabeyi için, “Ağabeyim not konusunda çok titizdir, kesinlikle haksızlık yapmaz!” diyordu. Gerçekten öyle olduğunu bugün daha iyi anladık. Sabit Soysal Öğretmen, “Şümüdü-şümüdi-şümidi üçü arası sesi sık sık kullanıyor. Nedense arkadaşlar bunu onda bir kusur olarak görmüyorlar. Bir çok Öğretmenin ufat kusurlarını abartarak söyledikleri halde, Sabit Soysal Öğretmen için kimseden bir takılma duymadım. Öğretmen saatine baktı, vaktimiz var, yeni bir konuya başlayalım!” dedi. Tek tırnaklı hayvanları anlattı. Çoğunlukla atları anlattı. Arada katır , eşek dediyse de atlar üzerinde durdu. Evinde atı olanları sordu. Şaşırdım, İsmet’le benden başka kimse parmak kaldırmadı. Yok mu yoksa var da bildirmek mi istemediler. Öğretmen, Trakya’da at çoktur ama, demek sizlerde yok diyerek konuyu geçiştirdi. Edirne’deki faytonları anımsattı. Alpullu’da da çok!” dedi. Lüleburgaz’la Kırklareli’de de çok olduğunu, istasyonlara insanları taşıdıklarını ben söyledim. Kadir Pekgöz, kendi köylerinde hemen hemen herkeste at olduğunu, babasının işi gereği at kullanmadıklarını ekledi. Zil çaldı konumuz yarıda kaldı. Yemekte konular çoğunlukla at oldu. Gerçekten de arkadaşlarda at yokmuş. Atı herkes biliyor da kendilerinde yokmuş. Bu kez herkes bir birine takılmaya başladı. Mustafa Saatçı’nın evinde varmış ama söylememiş. Söylese Öğretmen soru soracakmış. Sorudan kurtulmak için gizlemiş. Mustafa Saatçı’ya bu yakıştırmayı, Yusuf Asıl yapıyor. Mustafa Saatçı karşılık veriyor. Yusuf Asıl’ın babası at arabası kullanıyormuş. Yusuf bunu saklamış. “Bizde var derse, belki Öğretmen, “Getir arabanı da biraz bizi gezdir!” diyebilirmiş. Karşılıklı gülmeler. Bu arada İsmet’lerin atı matı yokmuş ama Öğretmene varlıklı görünmek için “Var!” diyormuş. Bu konuda konuşmalara hiç karışmayanlar var. Halil Basutçu bunlardan biri. Ne varı belli ne de yoku. Hüsnü, Emrullah, Sefer, Arif, İbrahim Ertur bu grupta sayılabilir. Halil’ sordum, “Ne düşünüyorsun? “Yanıt hazır, “Öğleden sonda duvar çalışmalarını!” Yemekten sonra beraber gazete masasına indik. Cumhuriyet gelmiş. Bun da daha çok yazar var. Peyami Safa. Gazetede yazanların adlarına takılıyorum. İşte bir ad daha, Peyami Safa. Böyle ad da duymadım soyadı da. Yazıyı okudum anlamadım . Birisinden söz ediyor, “Mümanaleyh! Bunu böyle söyledi ama doğrusu bu değil!” diye sürdürüyor. Mümanaleyh insan mı ki? Halil “Acele etme, zamanla anlarız belki!” diyor. Biz gazete karıştırırken zil çaldı, iş yerine gittik. Namık Bey bize takıldı “Hoşgeldiniz beyler, nerelerdesiniz? Sizler yokken bizler neler yaptık, bakın görün!” Yapılan, temel kazılmış, temizlenmiş. Bugün taş döşenip çimentolu harç dökülecek. Görev taksimi daha önce yapılmış, beni bir gruba, Halil’i öteki gruba ayırdılar. B en harç grubuna düştüm. Yarın değişecekmiş. Hasan Çevik Öğretmen bizimle ilgilendi. Kum, çimento oranları söylendi, su taşındı, harcı hazırladık. Taşıyıcı arkadaşlar taşıdı, taşları döşeyenler döşedi, Öğretmenlerin uyarılarıyla temel dolgusunu zil çalmadan bitirdik. Yarın tahta kalıplar yerleştirilip kuşak dökülecek pazartesi tuğla örülecek. Namık Ergin Öğretmen, “Tuğlaya başlayınca, kolay biteceğine inanıyorum!” diyor. Arkadaşlar, “Cumartesi, pazar günleri de çalışalım, tatile erken gidelim!” diyorlar. Hasan Çevik Öğretmen “Onu, Ömer Uzgil beye söyleyin, “Olur!” derse biz geliriz!” diyor. Yalnız bu hafta olmazmış. Yarın dökülecek harcın iki gün kuruması gerekirmişi. Sandığım gibi zor olmadı, biraz ellerim yandı. Kürek tapları pek düzgün değilmiş, rahat tutulmadığı için ellerim kızardı. Namık Öğretmen baktı” Senin ellerin de pek nazlıymış!” deyip güldü. Derslikte konuşmalar her zaman olduğu gibi değişiyor. Hamam yapmaktan vazgeçelim. Madem başka yere taşınacakmışız, orada yıkanırız. Yaz gelince Ergene’de yıkansak daha iyi olmaz mı? Tatile gidelim, tatili azıcık uzatalım, gelince de nereye gideceksek bir önce gidelim. Mehmet Yücel hemen karşılık veriyor” Başka bir derdiniz yok mu? onu da söyleyin, başımızdakiler bunları düşünemiyorlar, duyunca sevinirler!” Matematik çalışıyorum. 12x6=72 m2 taban, 3 mt. yükseklik, 72X3= 216m3 hacim. Temel derinlik 60 cm, kalınlık 50 cm. Duvar boyu 36 mt. . 36X3=108 mt. duvar. Yarısı 56 m3 tuğla gidedcek. 1 mt. küp, 333 tuğla, 56 m3, 18, 500 tuğla. Hamamın tuğla hesabını yapıyorum. Başta Halil olmak üzere arkadaşlar gülüyor. Ben de bunu anlayamıyorum. Bu işleri yapanlar bu hesapları yapmıyorlar mı? Bir gün yapmak zorunda kalsam, kime yaptıracağım? B ujna karşın yemekten sonra derslikte bir çok arkadaşın tuğla hesabı yaptığı görüldü. Sonuca kimse varmadı ama yapılabilirliği benimsendi. Birileri de” Benim için arkadan konuşarak, “Yarın Öğretmene anımsatıp tuğla hesabı yaptırır gibilerde konuşmalar yaptı, duydum ama duymazdan geldim. Geometriden hiç çekinmiyorum, aritmetikten ortak bölenlerle en küçük kat ortaklarında kimi zaman takılıyorum. Kesirlerin ondalık sayılara çevrilmesi, Basit, bileşik kesirlerin genişletilmesi işlemlerini iyi kavramış durumdayım. Arkadaşların çoğu başarısız not alınca Öğretmen yeni konuları vermez oldu. Şimdilerde hep aynı konular tekrar ediliyor. Gene de arkadaşlar yerlerinde sayıyor. Ondalık sayıların kesre çevrilmesini Öğretmen örnekleriyle anlattığı halde kaldırdığı arkadaşların hiç birisi yapamayınca Öğretmen” Vay başıma geleni, ben sizinle ne yapacağım, bilmem ki!” gibi sözler söyledi, elinden tebeşiri atmıştı. Yazı yazmaya devam ediyorum. Fikret Madaralı Öğretmen “İstersen, bundan böyle, öteki ders defterlerini yazarken dikkatli yaz, o da yazı yerine geçer!” demesine karşın hiç değilse bir sayfa yazıyorum. Bitişik yazımı hiç beğenmiyorum. Kitap yazımı ben de beğenmeye başladım. Niyetim Harun Özçelik. Abdullah Erçetin, Salih Baydemir ölçüsünde güzel yazmak. Neden yazamayayım? Her gece erken uyumak için bilerek giderdim. Oysu bu akşam çok uykum geldi. Harç karıştırma fazla yordu galiba! İşte zil de çaldı…Uykulu olarak, esneyerek gittim, yattım.

 

10 Şubat 1939 Cuma

 

Zil çalmış, duymadım, Hilmi Altınsoy arkadaş uyandırdı. Omuzlarımda azıcık ağrı var gibi, kollarımı oynatınca anlıyorum. Ellerimin yanması geçti. Ancak parmakların şiş şiş, ya da bana öyle geliyor. Parmaklarımı kapatırken böyle bi duyguya kapılıyorum. Kahvaltıda önce Ahmet Gürsel Öğretmeni gördüm. Her zaman olduğu gibi gülerek yüksek sesle yanındakilere birşeyler anlatıyor. Sanki dersteymişiz gibi kendimi tutuyorum, benim dersim başladı gibi. . . Kahvaltımı biraz hızlı yaparak dersliğe gidip yerime oturuyorum. Sözlü yoklamalar başladığından bu yana öteki arkadaşlar da benim gibi, eski gevşeklik yok. Bekir Temuçin de son zamanlarda fazla “hı-mı” diye uyarmıyor. Öğretmen sessizlik içinde gelip “Günaydın!” diyor. Bugün de öyle oldu. Öğretmen gülümseyerek geldi, “Günaydın! “dedi. Canlı olarak karşılık verdik. “Sağol!” Öğretmen, “Yeni inşaata başlamışsınız, o bitene dek sizi sözlüye kaldırmayacağım. Çalışmalardan yorulmuş olabilirsiniz. Haksızlık olsun istemem. Bu nedenle geçmiş konuları hep beraber tekrarlayalım. Hem bir genel tekrar olur hem de o konuları kavrayamamış arkadaşlarınız yararlanırlar!” Tebeşir aldı, tahtaya 10 tane kesirli sayı yazdı” . Kim kalkmak istiyor? “diye sorunca, 4 Mehmet herkesten önce kalktı. Öğretmen gülümseyerek” Gel bakalım, ilk numara!” dedi. Mehmet Aygün önce tam sayıya dönüştürdü. Buçuk üstündekileri bir yukarı sayıya, altındakileri de alt sayıya tamladı. Öğretmen sıradaki sayılardan bir tanesini işaretledi, “Bunu kaç türlü gösterebilirsin? “diye sordu. Mehmet anlayamadı ya da bilemedi, durdu. Öğretmen bu kez, bir ikiz kenar üçgen çizmesini istedi. Arkadaş tebeşiri aldı, biraz oransız bir üçgen çizdi. Öğretmen, cedvel, gönye, minkale bulunan köşeyi gösterdi. “Onları al, söyleyeceğim ölçülere göre çiz!” dedi. Mehmet denileni yaptı, Öğretmenin söylediği ölçülere göre çizdi. Bu kez Öğretmen, üçgenin alanını sordu. Mehmet gene duraksadı. Bekir Temuçin el kaldırdı. Öğretmen Bekir’e “Yerinden arkadaşına yardım et, yapması gerekeni söyle!” dedi. Bekir Temuçin. “O üçgeni, bir karenin yarısı olarak düşünürüz! “deyince Mehmet Aygın, bir kenarı çarparak sonucu 2’ye böldü. Öğretmen “Bakın küçük küçük uyarılar sizi harekete geçiriyor. Az kendinizi sıksanız, bu uyarıları başkası değil kendiniz yaparak başaracaksınız!” dedi. Başka kalkacak!” deyince on kadar parmak kalktı. Önden Yusuf Asıl tahtaya kendiliğinden yürüdü. Öğretmen gülümsedi” Fedai!” dedi. Öğretmen kalktı, az önceki gibi on tane buçuklu sayı yazdı. Bunların tam sayılı kesir olarak yazılmasını istedi. Arkada, ş hiç duraksamadan yazılanları tamamladı. Bu kez sıra ile tek sayıları bir üste çift sayıları bir alta toplama işlemi yaparak tamamlanmasını istedi. Burada Yusuf da duraksadı. Zil çalınca Öğretmen” Devam ederiz!” dedi çıktı. Arkadaşlar Sami Akıncı’ya sordular. Sami konuşmadı, “Öğretmenin söyleyeceği vardır, sonra bana kızar!” dedi. Şaştım, olay o kadar önemli değil, neden kimse anlamadı, şaşırdım! Defterime hepsini yaptım. Öğretmen gelince sordu” Ne yaptınız, - Yusuf'a bakarak-, arkadaşların yardım etmedi mi? Yusuf” Kimse edemedi!” deyince Öğretmen şaşırdı “Neden? “Ben elimi kaldırdım, “Ben defterime yaptım, arkadaş sormadığı için söylemedim. Sami olayı anlattı. “Siz çıkarken bir şey demediğiniz için biz sustuk!” dedi. Tekrar Yusuf'a sordu, “Sence bu sorunun neresi zor? Yusuf açıkladı. Tek olanları yapıyorum ama çiftleri anlayamadım, onları nasıl toplayacağım. ? “Ben onları toplamayacaksın, çıkaracaksın!” dedim. Öğretmen, “Bak arkadaşın ne diyor? Onları neden toplayacakmışsın? “Yusuf bu kez hepsini yaptı, 1. sıradakilere ½ ekledi, 2. sıradakilerden ½ çıkardı. Öğretmen, oturmasını söyledi. 79 Ahmer Güner’i kaldırdı, geometri araçlarıyla, üçgen, dörtgen, kare çizdirdi. Ahmet cedvelleri doğru tutamadı. Öğretmen, “Matematik dersi değil sizinle alet edavat kullanma dersi yapmalı!” diye söylendi. Ahmet çizerken, Hüsnü yalçın’ kaldırdı, Ahmet oturunca Emrullah Öztürk kalktı. Emrullah Öztürk ürkek davrandı. Öğretmen biraz daha sinirlendi, “Sen hergün en az yarın saat cedvel kullanmalısın!” dedi. Zil çalınca, Öğretmenin yüzüne baktım, çok sinirli değildi, buna sevindim. Hemen koşup gazeteye baktım. Ahmet Ağabey dünkü gazeteyi takmış. Öyle olması gerekli, bir gün sonra olarak konuşulmuştu. Baktım gene Peyami Safa var. Kimdir? Türk müdür? Öğretmenden önce girip yerime oturdum. Dersimiz yazı. Genellikle Öğretmen ilk saatinde ya kendisi okuyor ya da arkadaşlara bir yazı okutuyor. Gene elinde kitaplarla geldi, gülerek “Günaydın!” dedi. Oldukça yüksek sesle “Sağol!” dedik. Bu kez, “Ne o siz işi askerliğe çevirdiniz galiba! “dedi. Ömer Tunalı Öğretmenin Beden Eğitimi dersinde böyle önerdiğini anlattık “. Güzeel, çok güzeeel!” dedi. Atatürk’le ilgili yazılar içeren bir kitap gösterdi. İçinden yazılar okudu. Tavaf’ adlı bir şiirle, O Gidiyor, şiirlerini okudu. (İbrahim Alaettin Gövsa-Orhan Seyfi Orhon)Kitapları arasından Yeni Adam dergisi çıkardı, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun yazısını okudu. Türk Tiyatrosu’nun gelişmesi için yazılmış bir yazı idi. Daha önce gene onun bir yazısını okumuştuk. Bu yazı da Bahçecilik üzerine yazılmıştı. Öğretmenimiz, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun çok yönlü bilgiç bir kişi olduğunu o zaman da söylemişti. Arkadaşlar “O gidiyor éşiirini yazmak istedi. Harun Özçelik tahtaya yazdı, arkadaşlar da oradan aldılar. İkinci dersle büyük harflerden örnekler gördük önce bir yazı kitabından büyük harfleri izledik. Sonra Öğretmen tahtaya çizdi. Oradan aldıklarımızı çoğalttık. Ders sonunda hepimizin bir kitap okumasını önerdi. Tatile giderken bir kitap götürmemizi, onu okuduktan sonra anlatılanları kısaca yazmamızı önerdi. Kitaplığımızın küçüklüğü nedeniyle, orada yığılmamamızı, kitap seçip derslikte okumamızı özellikle tembihledi. Büyük harfleri, beş kez olmak üzere yazmamızı istedi. Beş kez yirmi dokuz, 145 harf. Halil hazır bekliyor, hemen karşıladı, “Gene matematikçilik tasladın!” Dersten çıkar çıkmaz kitaplığa koştum, ne kitabı alacağımı ben de merak ediyorum. Tiyatro kitabı olmayacak, şiir kitabı ise hiç olmayacak. Uzun, zor okunan türünden olacak. Dikmen Yıldızı gibi. Hasan Üner bana” Çok seveceksin!” diyerek üç kitap önerdi. Üç Silahşörler, Monte Kristo, Taraskonlu Tartarin. Yabancı isimler var ama kolay söyleniyormuş. Taraskonlu Tartarin’i hemen aldım. Aldım ama ilk bakışta daha hoşlanmadım. Biraz zorlansam da okuyacağım, deyip kendi kendime karar verdim. Yemek zili çaldı, elimde kitapla yemeğe indim. Biraz gösteriş gibi oldu. Arkadaşlardan bakıp gülenler var. Hasan Üner’e takıldıklarını duydum” Sana rakip var!” dediler. Yemekte konu hemen öğleden sonraki harç işleri. İş derslerine gelince hiç kimse bir söz edemiyor. Orada çoğunun “Ağabeyi” oluyorum. Ali Güleren yeni Adam’ı Fettah’a vermemiş. Nedeni yok, ilgisizlik. Ben çıkışınca “Al dergini!” dedi attı. “Bunu unutma, sırası gelince sorarım!” dedim. Az durdu, özür diledi. Dergiyi aldı, Fettah’a verdi. Sıra bozulmasın, diyerek Fettah, dergiyi Recep Kocaman’a geçirdi. İnşaat önünde toplandık. Halil’in grubu harç karmaya, benim bulunduğum grup döküp yaymaya ayrıldı. Tahta kalıpları Öğretmenler hazırlamış. Namık Bey yüksek sesle “Haydi çocuklar, hayırlısı ile ilerimize, daha doğrusu gerçek işlerimize, nice nice binaları yapmak üzere, sağlıkla, selametle” Bismillah!” diyerek başlıyoruz. Harç karılmaya başlandı. Biz kalıpları sıkıştırdık:Uçlar toprak içinde olduğundan tutturmak kolay oldu. 20 cm.’lik bir derinlik harçla doldurulacak. El arabaları hazır, taşıyacaklar boş arabalarla alıştırma yaptılar. Naci İnan Öğretmen takılıyor, “Hadi çabuk tamamlayın da çatısını konduralım!” diyor. Arkadaşlar gülerek, “Öğretmenim, hadi çatısını kondurun da tatile gidelim!” diyorlar. Neşeli bir çalışma. Harç taşınmaya başlayınca gülmeler durdu. Teker tıkırtıları, kürek sesleri ortalığı kapladı. Okul müdürü Nejat İdil’le yardımcısı Ömer Uzgil geldiler. Müdür bey, her zamanki gibi, “Haydi sizi göreyim karaoğlanlar!” dedi. Ellerimin yanması geçmişti, hatta unutmuştum. Küreği tutunca, anımsadım, o yanan yerler gene tıngıldamaya başladı. Sefer Tunca ile karşılıklı, gelen arabaları biz boşaltıyoruz. Arif, İsmet, Mustafa Saatçı, dökülen harçları yaydırıp düzeltiyorlar. Salih Baydemir, Recep Kocaman, malalarla üstünü çizgiler çekerek son şekli veriyorlar. Müdür bey Salih Baydemir’e “Ustam, o çizgileri neden çiziyorsun? “dedi. Salih Baydemir. “Üstümden kaymasın diye çiziyoruz!” deyince müdür bey gülerek, “Bak bak bak, neler öğrenmişsiniz? “diye takıldı. Bir süre sonra ben İsmet’le, Arif Kalkan da Sefer’le yer değiştirdik, mala o kadar açıtmadı. Zilden önce işimizi bitirdik. Şimdi iki gün kuruyacak. Yağmur yağarsa temel üstleri örtülecek. Namık Bey, havada yağmur yok, olsa ben bilirim, diyor. Arkadaşlar soruyor, “Nasıl biliyorsunuz? “Öğretmenin yanıtı şaşırtıcı, “Dizlerimde romatizma var, yağmur öncesi ağrılar başlar. Şimdi öyle bir durum yok. Belli ki en az iki, gün yağmur yok. Mehmet Yücel, “Ya kar yağarsa? “Namık Bey Mehmet Yücel arkadaşa, “Mehmet, benim sözümü çarpıtma, kar yağarsa sana bu temellerde nöbet bekletirim!” Mehmet Yücel neşeli, “Öğretmenim siz isterseniz, yağmurda da karda da nöbet tutarım!” Namık Bey, “Sağ ol ikigözüm, biliyorum, konuştuklarımız şaka. Ancak benim romatizma sözlerim doğrudur. Ben bu konuda çok gözlem yaptım, doktorlara söyledim, beni doğruladılar. Pazartesiye dek inşaat dinlenmeye bırakıldı. Namık Ergin Öğretmenin romatizmaları arkadaşların derdi oldu. Üstünde konuştukça hepimiz onun adına üzülmeye başladık. En genç Öğretmenlerden biri. Güzel voleybol oynuyor, çok çalışıyor. İdris Destan çare buluyor. Namık Öğretmeni yağmursuz bölgelere gönderelim. “Neresi orası? “Herkes yağmursuz bölge bulma yarışında. Mehmet Yücel’in önerisi beğenildi. En iyisi Namık Öğretmene sormak. Hiç yağmursuz olması şart değil az yağmurlu olabilir. İyisi mi, onun seveceği bir yer olsun!” Tamam. . Kim soracak? Herkes pısıyor. nedeni? “Öğretmen, siz beni istemiyorsunuz herhalde! “derse, kim ne yanıt verebilir? Akşam yemeğinde gene kremalı bir tatlı var. Mustafa Saatçı, keşke aşçıbaşı inşaatte çalışırken bizi görseydi, halimize acır, daha tatlı bir tatlı verirdi. Daha ağır tatlıdan maksat, revani, kadayıf, tulumba vb. Mehmet Yücel ekliyor. “Arkadaşım onu ancak sen yapardın, aşçıbaşı bizim gibi çoluk çocuk arkasına takılıp gezmez. O ancak kendisine yakın yaştakilerle konuşup dertleşir. Şimdilik ona en yakını da sensin!” Şakacılar grubu yerlere yattı gülmekten. Mustafa Saatçı” Alacağın olsun, ben senin nüfus kağıdını alıp bir çizeyim de gör!” Derslikte konu müzik dersine döndü. Son çalıştığımız marşın tüm şiirini yazacaktık. Ben yazdım, çoğu yazmamış, her zaman olduğu gibi şimdi koşuşturuyorlar. Bende var demiyorum. Çoğu da var mı diye soramıyor. İsmet geldi” Defterini getir ben yazayım!” dedim. Öyle yaptık. Kimseye çaktırmadan yazdım, verdim. Bu gece de harç taşıyıcılar dün geceki bana benziyorlar, “Zil çalsa da gitsek, deyip duruyorlar. Benim ellerimin yanması geçti. Zil çaldığında bu kez yarışı kaybettim. Yatağa gittiğimde Hilmi ile Hasan gözlerini yummuşlardı. Sessizce ben de yattım. Yatar yatmaz uyudum….

 

11 Şubat 1939 Cumartesi

 

Uyandım, arkadaşların çoğu kalkmış. Oysa birileri yatıyor. Hilmi Altınsoy, Hasan Üner yatıyor. Onları uyandırdım. Biz konuşurken zil çaldı. Meğer kahvaltı ziliymiş. Koştuk, yetiştik. Bizden sonraya kalanlar çokmuş, onlar da yetişti. Adem Bey kahvaltıda vardı. Dersliğe girip oturduk ders zili çaldı. Öğretmen” Günaydın!” deyince biz” Sağol! “dedik. Adem beyin dikkatini çekmedi. Tahtaya bir merdiven çizdi. “Alın size bir merdiven!” dedi. Yaşam boyu bu merdivene tırmansanız değer, ama hiçbir zaman da zirvesine çıkamıyacaksınız, bu öyle bir merdiven! “dedi. Merdivenin basamaklarına bakmamızı söyledi. Baktık ama bir fark göremedik. Tekrar dikkat etmemizi istedi. Merdiven basamakları arasında farklılığı gördüm. İlk iki basamak geniş, üçüncü basamak dar, üç basamak geniş son basamak dar. Elimi kaldırdım, biraz ürkek bunu söyledim. Çok değişik bir sesle, elini kulağına tutarak” Neden? “diye sordu. “Nedenini bilmiyorum ama farkı görüyorum!” dedim. Güldü, “Nedenini de şimdi öğreneceksin, bir daha da hiç unutmayacaksın!” dedi. Merdiven basamaklarına notaları yazdı. do-re-mi-fa-sol-la-si-do. Do-re geniş, re-mi geniş, mi-fa dar, fa-sol geniş, sol-la, geniş, la-si geniş, si-do dar basamak. İşte buna do majör gamı derler!” dedi. devamla “Bu merdivene öteki nota sıralarını da uydurabiliriz. Ancak onları uydurmanın kuralları vardır. Bu işlemlerde diyez-bemol işaretlerini kullanırız!” Yan tarafa diyez, bemol işaretlerini yazdı. Merdiven yanındaki nota adlarını sildi, sol’dan başlayan sırayı yazdı. Sol-la, bütün, la-si, bütün, si-do yarım, do-re bütün, re-mi bütün, mi-fa diyez bütün, (dikkat, yarımdı, merdivene göre bütün olmalıdır. Öyle olması için fa diyezli olacak)fa diyez-sol yarım. Merdivenimize do majör hiç işaret almadan, sol majör bir diyez-fa diyez alarak uymaktadır. Bunlar üzerinde çok çok duracağız. Merdivenin ne işe yaradığını anladınız mı? “Anladık!” dediğim zaman, yalnız kaldığımı da anlamış oldum. Bu kez Öğretmen beni kaldırdı, bir kez de bana anlattırdı. Hiç tökezlemeden anlattım. Diyez, bemol işaretlerini çizer misin? “diye sordu. İşaretleri şekil olarak biliyorum ama pek çizmediğim için düzgün çizemeyeceğimi anladığımdan, “Onları Mehmet Yücel arkadaş güzel çiziyor!” dedim. Öğretmen güldü, “Bu da güzel, topu ustasına atmak da sporda bir maarifettir!” dedi, Mehmet Yücel’i çağırdı. Mehmet heyecanlandı, başka sorular soracak sandı galiba korkarak geldi, diyezi, bemolü çizdi. Öğretmen oturmasını söyledi. Ben de oturdum. Çizgiler öyle kaldı. 2. derste arkadaşları kaldırdı, arka arkaya en az on kişiye bıkmadan usanmadan, merdiven çizdirdi, do majör, sol majör sıralattı. Marşı açtırdı, kendince bellediği arkadaşlara okuttu. ! 5 Hüseyin, 77 Emrullah, 53 Ali Önol, 6 Ali Güleren, 24 İbrahim Ertur, 60 Salih Baydemir, 75 Yakup Tanrıkulu sıra ile okudular. Öğretmen hiç dinlememiş gibi sustu, ne iyi ne de olmadı gibisinden bir söz söylemedi. Bir süre defterine baktı, kendi kendine, çalışmak için nasıl bir fırsat bekleniyor ki? diye konuştu. Sonra da ben sormayacağım ama merak edenler diyezleri 5’e, 6’ya kadar uzatabilirler, müzik aleti kullanmayı düşünenler, bunları bu günden öğrenirlerse ilerde rahat ederler!” dedi. Merdiven tahtada öylece kalmıştı. Harun unutmuş olmalı tahta silinmedi. Resim dersi başlayınca Ömer Uzgil geldi. "Guten Tag!” -Sitsen sie!” derken tahtaya baktı, “Ohoooo, müzikte büyük mesafeler almışsınız, ne iyi! “dedi. Harun telaşla silmeye koşunca, Öğretmen, “Silme, tahta gerekli değil, yazmamış olanlarınız vardır, yazsınlar!” dedi. İçimden güldüm, hiç kimse diyemem ama çoğu yazmayı bile düşünmezler. Halil, “Düşünmeseler bile düşündü yazılacağını anlayıp yazarlar! “dedi. Ne ilginç, bunu söyleyen arkadaş kendisi de yazmamıştı. Öğretmen, dikkatimizi çekti, gölün ne olduğunu sordu. Hepimiz göl görmüşüz. Oysa ben göl görmedim. Gördüğüm kışın su toplanan insanların taptığı büvetlerdi. Bunların en büyükleri Kadir Pekgöz’ün köyünde Lüleburgaz yolu üstündeki toplama su gölleriydi. Arkadaşlar göl gördük deyince ben de görmüş oldum. Öğretmen gölden sonra dağ görüp görmediğimizi sordu. Arkadaşlar onu da gördüklerini söylediler. İşte bu gördüğümüz gölü, gördüğümüz dağın resmi çizilecek. yanlarında da bir atlı insan olacak. İnsan at üstünde değil, yerde, yatarken, otururken olabilir. Atta otlarken, dururken olabilir. Benim çok uzaktan gördüğüm Istranca dağlarından Karaman Bayırı adı verilen, uzaktan masmavi görülen yüksek bir tepe. Gölse kışın su toplanan yazın susuzluktan çatlayan bir düzlük. Bir tepe çizdim, yanına bir harman yığını uydurdum. Yığın büyüklüğünde bir at başladım. Aklıma geldi, atın bir de yavrusu olsun, deyip yavru çizdim. Attan vazgeçtim, at yerine yavru kaldı. Yatan bir adam çizdim. Adam baktıkça büyük geldi gözüme. Adamın yanına bu kez bir çocuk çizdim. Çocuk da at yavrusu gibi, adamdan daha çok adama benzedi. Adam olarak çizdiğim çizgileri de sildim. Böylece dağ, göl, at, adam bir birine oldukça uydu. Gerçeğine benzemediler ama, büyüklükleri daha uygun göründü. Öğretmen” Bunlar, ata, insana pek benzememiş derse, çok uzaktan baktığım için ancak bu kadarını gördüm, demek üzere bir de savunma hazırladım. Öğretmen arada gezdi, bizim sıra yanına geldi, bana “Bir daha çizerken kalemi daha fazla bastır, çizgilerin iyi ama silik çalışıyorsun. Kalemi cesurca çek, hatta silgi de kullanma, ilk çizdiğinin üstünden on onbeş kez geçebilirsin. Kara kalem çalışmaları öyle yapılır!” dedi geçti. Şaşırdım. Benim resim olmuş sayıldı, Arkama yaslanıp, öyle durdum. Arkadaşlar çatır çatır çizdiklerini siliyorlardı. . Öğretmenin az önce bana, “Silme, karakalem çalışmalarında zorunlu olmadıkça silinmez, aynı çizgi üstünden on kez geçebilirsin!” sözlerini ben yanlış mı anladım? “diye kendime sordum. “Hayır yanlış değil!” Kesinlikle Öğretmen böyle demişti. İçim rahatladı. Zil çalarken Öğretmen kağıtları topladı. Birşey yaptığımı düşünerek, kağıdımı verdim. Resim çalışmak bana matematik ya da tarih çalışmaktan daha zor geldi. Onlarda belli ölçüler var, resimde bu yok. Ya da ben bu farkı göremiyorum. İçimden güldüm. Önce yaptığım adam resmini silmeseydim, Öğretmen gene böyle yumuşak mı karşılayacaktı? Halil “Öğretmen senin resmini beğendiğini şimdiden belirtti!” dedi. İçimden bu söze de çok sevindim ama, “Bilmem, Öğretmen herkese öyle söylüyor!” deyip savuşturdum. Oysa Öğretmen bugün hiç kimseye öyle bir söz söylememişti. Beden Eğitimi için alt bahçeye indik. Beton kuşak kurumuş. Hava kuru soğuk. Gene yola çıktık. Öğretmen uygun adım işareti verdi. İkişer olduk, yürüdük. Koşar gibi, diz kırarak yürümeyi öğrendik. Kısa adımlarla zıplayarak koşuyoruz. Hep yaptığımız koşmalar ama, adını bilmeden, rastgele yaptığımız için değerlendiremiyoruz. Öğretmen hetbirimize durdurup koşturarak gösteriyor. Bildiğimiz hareketleri bu kez yapamıyoruz. Özellikle ben bugün öğretmeni oldukça yordum. Her hareketimi beğenmedi, tekrar tekrar yaptırdı. Gene de öğrendiğimi sanmıyorum. Bazı arkadaşlar bir kez deneyip öğreniyorlar. Tek tesellim Sami Akıncı’nın da yapamaması. O benden daha çok zorlanıyor. Halil en iyilerimizden biri, çok rahat. İsmet, Mehmet Yücel, İbrahim Ertur, Hüseyin Serin, Salih Baydemir çok iyiler. Okula dönüşte koştuk. Durunca Öğretmen gene hepimize bakıp konuştu. Bana, “Bak sen uzun koşabileceksin, bu solumandan belli oluyor!” dedi. Gerçekten baktım, bir çok arkadaş derin derin soluk alıp veriyor. Ben koşmamış gibiyim. Arkadaşlar, Öğretmene “Siz nasıl not vereceksiniz? diye sordular. Öğretmen, “Benim vereceğim notlar, sınıf geçmeniz için değil, aranızdaki farkları belirtmek için olacak. En düşüğünüz bile sınıfını rahatça geçer, hiç kaygılanmayın. Ancak bir birinizden farklı hareket ettiğinizi de unutmayın. İşte bu farklılığı notla gösterince, notlarda da farklılıklar görülecektir. Bundan da siz alınmayın!” dedi. Ceketlerimizi giyip törene katıldık. Töreni Ömer Tunalı yönetti. Oldukça canlı söyledik. Yemeğe giderken tahminler yürütüldü. Beden Eğitimi notunu kimler tam olarak alacak? İsmet Yanar, Mehmet Yücel, Salih Baydemir, Yakup Tanrıkulu, Halil Basutçu, Hüseyin Serin…Kimler en düşük alır, Sami Akıncı, Fettah Biricik, Emrullah Öztürk, Hüsnü Yalçın, Ali Güleren…Beni saymadıklarını görünce içimden seviniyorum ama beni neden saymadınız? diye de soruyorum. İdris fikrini söylüyor, “Seninkisi belli olmaz, yapamadığın halde bir de bakarsın en iyilerin arasında çıkarsın!” Arkadaşlar güldü. Kendimi ortaya attığıma üzüldüm. Uzun bir aradan sonra revani tatlısı verildi. İkinci tabak yok ama verilen de yeter, en az dörder tane düşüyor. Öğleden sonra sinemaya yazılanlar var. Ben yazılmadım, kitap okuyacağım. Aldığım kitabı okuyup, özetini çıkaracağım. Taraskonlu Tartarin. İsmet yazılmış sinemaya gidecek, kalem, defter ısmarladım. Dersliğe döndüm, pek az arkadaş var. Hüsnü, Emrullah, Hüseyin Orhan, Arif Kalkan, Mehmet Aygün, Sami Akıncı. Bunlar da hiç konuşmuyorlar. Benim de istediğim bu, sessizlik. Kitabın başı oldukça sıkıcı. Ama ne olursa olsun okuyacağım. Biraz karıştırdım, ortalarda avcılıktan, aslanlardan söz ediyor. Oralara kadar gidersem daha rahat okunacak. Tartaren bir kişinin adı, yaşadığı kentin adı da Taraskon, Fransa’nın güneyinde bir yer. Akıllı geçinen Tartarin, hayaller kurar bunları gerçekmiş gibi anlatır. Ballandıra ballandıra anlattığı içinde arkadaşları onu dinlerler. Anlattıkça daha çok ahyaller uydurur, giderek bunlara kendisi de inanmaya başlar. Sözde geziler tasarlar bunları yapmış gibi anlatır. Örneğin Uzakdoğu’ya gider orada sayısız olaya katılır. Tekrar yurduna döner. Bu kez de Kuzey Afrika’ya geçip aslan avcılığı uyapar. Gerçekten de bir aslan avlar ama bu kır aslanı değil sirklerden kaçma bir aslandır. Arkadaşları arasında çok zenginler, prensler vardır. Hatta bir prens onun paralarını çalar. Vurduğu aslanı memleketine gönderir. Adı Aslan Avcısı olur. Gerçekte ise bunların hepsi kendi uydurduğu öykülerdir. Bitirdiğimde, “Ben ne okudum? “diye düşündüm. Bunları yazdım ama, kitabın bunları anlatmak için mi yazıldığına inanmadım. Yanılmış olacağımı düşünerek Öğretmene vermekten vazgeçtim. Bir başka kitap alıp okumaya karar verdim. Bir bakıma iyi oldu. Bu yarım günlük tatilimi böylece geçirdim. Tatile giderken en az iki kitap alacağım. Çıktım gazete okudum. Havalar yağışsız geçiyormuş, bu tür yağışsız geçen kışlardan sonra çiftçi ürünleri azalırmış. Bizimkilerin işleri bozulur mu acaba? Belki oralarda yağış vardır. İsmetler geldi. Söylediklerimi almış. Resim kağıdı aldıracaktım, unuttum. İsmet” Ben de var, sonra alınca verirsin, ben vereyim!” dedi. Buna da sevindim. Sinemayı anlattılar, İsmet beğenmemiş, “İyi ki gelmemişsin, filmin ortasında bırakır çıkardın!” dedi. Üç Ahbap Çavuşlar savaşa gitmişler, düşmandan kaçmışlar, sonunda düşmana uyurken baskın yapıp savaşı kazanmışlar. Nerede, hangi ülkede savaşmışlar, hangi ülkenin düşmanıymışlar belli değil. Üç adam silahlanıp ortalıkta dolaşıyor. Onları gören herkes kaçıyor. Az sonra ise ortalıkta olmayan bir sürü adam onları omuzlarına alıp kahraman ilan ediyor. Ne film ne film! . Yarın Mandıra’ya hamama gideceklerin listesine yazıldım. İsmet’le Rıfkı Bey’lere gitmemekte kararlıyım. Utanıyorum, benim neyim oluyorlar? Yakın akrabam bile olsalar düşünürüm. İsmet de “Bu son gidişim olur!” diyor. Mehmet Yücel eski arkadaşı Alpullu’lu öğrenciyle buluşup konuşmuş. Onların ara tatili bitmiş. Bizim ki ise sözde başlayacak, onun da zamanı belli değil!” Mehmet Yücel sık sık andığı arkadaşlarından haberler almış, gene eski anlattıklarını anmaya başladı. . Kasap Sami futbola başlamış, Taliga Mehmet şarkı söylüyormuş, Napreş Kemal koşuyormuş bilmem ne Burhan okuldan ayrılmış derken İdris, Mehmet Başaran, Yusuf Asıl bir ağızdan “Ceylan Mehmet Alpullu’ya gitmiş!” diye takılıyorlar. Hasan elinde kitapla dersliğe geldi. Biraz böbürlenerek, “Kitabı bitirdim!” dedim. Hasan, elindeki kitabı uzattı, al sana güzel bir kitap!” dedi, kitabı uzattı. Bahtiyar Prens-Oscar Wilde. Bendekini verdim. Karıştırdım, bu da istediğim gibi değil bölüm bölüm. Başka başka başlıklar taşıyor. Kolay okunacak gibi. Birincisine hemen başladım. Bahtiyar Prens, bir heykel, hem de altından yapılmış bir heykel. Halil takıldı. O nasıl oluyormuş öyle? “Heykeli öğrendik ya, onlardan birini altından yapmışlar!” O da merak etti, benden sonra okuyacak. “Beklemeden oku!” diyorum. “Ben daha sonra da okuyabilirim. Zaten matematik, Türkçe ödevlerim var, onları yapacağım!” Yemek zili çaldı, konuşmamız yarım kaldı. Halil kitabı almadı. Okumayacağını anladım, kitabı sırama koydum. Yemekte sinema konuşuldu. Üç Ahbap Çavuşlar kardeşmiş. “Ne var bunda? diyorum, “Biz de dört kardeşiz. !” Sami söze karışıyor “Biz de dört kardeşiz!” Hilmi Altınsoy karşılık veriyor” Ama siz filmde görünmüyorsunuz!” İsmet yardıma koşuyor, “Film oynarken sahneye çıkar, o da görünür!” diyor. Herkes gülüyor. Küçüklerin dersliğine gidenler var, şarkı söylüyorlarmış. Cavit beni de çağırdı, ödevlerimin çok olduğunu söyleyip, haftaya gideceğime söz verdim. Ona da sevindi. Halil sordu. “Nereli bu çocuk, sizin oralardan falan mı? “Bilmiyorum, köyünü değil ilini bile sormadım, sanırım Edirne köylerinden, sizin hemşehriniz olabilir. Halil, “O zaman Bekir Temuçin onu tanır!” dedi. Bekir gerçekten çok girgin, herkesi soruşturup öğreniyor. Derslik oldukça gürültülü, Altın heykeli okuyorum. Heykel aynı zamanda konuşuyor. Konuşan bir de kuş var. Kırlangıç. En sevdiğim, en yakınımda duran kuşların başında geliyor. Buna karşın, elim alım da hiç sevemediğim bir kuş. Çocukluğumdan beri bizim Hayat dediğimiz yerin tavanında yuvası olan kırlangıçlarımız vardır. Onlar yuvalarına, nerdeyse başlarımıza çarparak girip çıkarlar. Yavrular, yumurtadan çıkınca günlerce cik cik öterler, uçma denemelerinde kimi zaman da üstümüze düşerler. Gene de biz onları elimize almayız. Alırsak zararımız olabilir. Onlara zarar günahların en büyüğü olur. Büyüklerimiz bunu böyle söyledikleri için biz de bunlara uyup, sakınırız. Bizim köyde üç kuşa dokunulmaz. Leylek, kırlangıç, Kukumav(baykuş) Leyleklerle kırlangıçlar sevimli günahtır. Kukumavlar ise korkulu günahtırlar. Onlarla uğraşmak uğursuzluk getirir. Onların ev yakınında ötmesi de iyi sayılmaz. Onları kimse yakından görmek istemez. Eline alıp sevmeyi ise kimse denemeye yanaşmaz. Kırlangıçları yavruyken yere düşerlerse herkes eline alıp sever, yuvasına koyar. Leylekleri de öyle. Bizim büyük samanlık dediğimiz binanın üstünde, az ilerdeki komşularımız Ali Arabacı’ların samanlığı üstünde leylek yuvaları vardır. Yavrular uçmaya başlayınca bazen düşerler, yetişkinler onları zarar vermeden tutar, merdivenlerle yuvalarına koyarlar. Bunları yapınca da hayır işlediklerine inanırlar. Baykuşların ötüşleri üzerine sayısız olay anlatılır. Karavelilerin gelini arabadan düşerek ölmüş, nasıl düştüğünü kimse bimiyor. Ancak o düşmeden önce günlerce bacalarında baykuş ötmüş. Özellikle askerde insanı olanlar, evlerinin semtine baykuş gelmesini istemezler. Böyle bir şey olursa komşular asker ailesini uyarırlar, “Mektup yazın, askerlik şubesine gidip sorun!” gibilerde öneriler yapılır. Küçük ablam önceleri köyün en alt mahallesinde oturdu. Onların oğulları Ali ağabey, eniştemin yakın arkadaşı olduğunda gelip gitme yapılıyordu. Eniştemle yaşıt olduğundan ikisi de askere gitmişti. Ailenin yaşlısı, Ali Ağabeye mektup yazdırmak için ablamlara geldi. O yıl beşinci sınıfı bitiriyordum. Öğretmenimiz, kendisi de bir köylü çocuğu olduğu için mektup yazma üzerinde çok durdu, iyi örnekler, kötü örnekler vererek bizi iyice aydınlatmıştı. Mektuba nasıl başlanacağını, neler yazılabileceğini az çok biliyordum. Bu sürelerde çok da mektup yazmıştım. Bunu da bildiğimce yazdım, yaşlı teyze sorduklarımı söyledi, selam bölümüne geçerken, elimi tuttu, “Sen bildiklerini yazdın, tamam, şimdi benim diyeceklerimi de çiziktir!” dedi. Yazmak üzere eğilirken o anlatmaya başladı. “Kaç gündür baykuşlar etrafımızda dolanıyor. Uykularımız gitti. Her gece de bize yaklaşıyorlar, nihayet dün gece Alibeylerin bacasına kondular. Komşular bizim için ağlaşıyorlar, biz çaresisiz, mektup değil seni bekliyoruz. Mektubuna kimse inanmaz, biz seni görmek istiyoruz. Söylemler daha da karışıktı, ben bu kadar düzeltebildim. Birden irkildim, Ali Ağabeyi düşündüm, onun güleç yüzünü görür gibi oldum. Öğretmenim Ahmet Korkut’un benzer, anlattıkça güldüğümüz sözlerini anımsadım, sinirlenip kalktım, ablama dönüp “Ben bu mektubu yazamam!  “dedim. Ablam şaşırdı, yapma etme demeye kalktı. Bu kez Eniştemin mektuplarını çıkardım. Eniştem okur yazar, benim mektuplarımı çok beğendiğini, onları askerlere örnek gösterdiğini (Eniştem çavuş) yazıyordu. Ablam geri çekildi. Yaşlı teyze bir süre sustuktan sonra yavaş bir sesle sordu, “Neresini beğenmedinse orasını çıkar!” Ben, “Baykuşla ilgili sözleri yazmıyorum, onun dışında ne istersen yazarım!” dedim. Teyze buna da sevindi. Ben ailede bulunan herkesin, yakın komşuların, tüm köy halkının selamını yazdıktan sonra Ek olarak teyzenin dediklerini yazdım. İnek, buzağı yapmış, erkek doğurmuş, Kuzular doğmak üzereymiş, Eniştem mektupları çok sık yazıyormuş, o neden geciktiriyormuş, babasının mezarına taşı ne zaman dikeceklermiş? Bu yıl da koyun sütlerini gene aynı mandıraya mı vereceklermiş? gibilerden sözler eklendi. Sonunda memnun gibi ayrılmasına karşın, baykuşlu sözlere neden tepki gösterdiğimi kesinlikle anlamadı. O gittikten sonra ablama, “Bu mektubu göndermez, gider o bildiğini yapar!” yapar dedim. Yanılmışım yirmi gün kadar sonra Ali Ağabeyden cevap geldi. Bana teşekkür etti, sayende arkadaşlara karşı mahcup olmadığım bir mektup aldım!” diyordu. Daha sonraki zamanlarda Ali Ağabeye birkaç mektup daha yazmıştım. O askerden döndükten sonra bu baykuş konusu kahve konuşmaları arasın bir süre sürdü. Gelen gidenlere bu konuyu açıp fikir soranlar bile oldu. Ama kimse baykuş sesinin söylendiği gibi bir felaket belirtisi olduğunu söylemedi. Sevimsiz bir kuş, yaşadığı yerler, sesi, görünüşü nedeniyle insanlarca eskiden beri sevilmeyen bir kuş, olarak tanıtıldı. Sık sık köyümüze gelen Hamitabat okulu baş Öğretmeni Nuri Bey, tam bu baykuş konuşulduğu sıralarda gene bizim kahveye uğradığında da bu soru sorulu. Nuri Bey on yıldır bu bölgede çalışmış saygınlık kazanmış bir Öğretmen olarak tanınıyordu. Hamitabat halkı gibi bizim köylüler de onu çok sevip sayıyordu. Nuri bey, baykuş hakkında çok eskilere dayanan bilgiler verdi. Tarih öncesi çağlarda heykellere tapan insanlar baykuş için heykeller yaparmışlar, kurbanlar kesermiş. Dinimiz açısından bunların hiçbir değeri kalmamıştır. Kuşun görünüşü gibi vahşiliği de insanları ürkütüyor. Baykuşların kartallardan daha vahşi olduğunu, küçük olduklarından bu tarafı bilinmediğini, aynı zamanda çok kurnaz bir kuş olduğunu gülerek anlattı. Bizim kahvenin arka pencerelerinden görünen yukarı mahalle mezarlığını göstererek, “Bakın, sizin baykuşlarınız o mezarlıkta yaşarlar orada çoğalırlar. Oraya başka kuşlar uğrayamazlar. Çünkü baykuşlar onları yaşatmazlar. Baykuşların orada yaşaması salt insanların inançları yüzündendir. Orası mezarlık diye avcılar girmez, kimse gidip silah atmaz. Hatta orada yetişen ağaçlar kesilmez. En ulu ağaçlar oradadır. Mezarlıklar, baykuşlar için sığınak yeri olduğundan, orada yaşarlar, insanlarsa, baykuşlar mezarlıkta yaşadığı için onları dokunulmazlar sırasına sokarlar. Ben size karışmam ama, tüfekleri alıp birkaç kez baykuş avlasanız, onlar kendilerine başka bir mekan bulurlar. Bir çok yerde yeni mezarlıklar kurulmuştur. Buralarda henüz ağaç yetişmediği için, baykuş da bulunmaz. Siz de ağaçları kaldırsanız aynı durumu görürsünüz. Ben gene de size inançlarınızda bir değişiklik yapmayın, ancak onlardan size manevi zarar geleceğine de kesinlikle inanmayın. Onları yok sayın. Gelip bacanızda öttüklerinde de, size haber bir haber vermeden çok onları, eşini, yavrusunu kaybetmiş, onları arayan bir kuş olarak düşünün, hatta onlar için üzülün!” Nuri Bey gittikten sonra kahvedekilerin konuşmalarını düşündüm. Herkes şaşmıştı. Bizim korkarak dinlediğimiz, merak edip yakından bakamadığınız bir kuş için neler öğrenmiş, neler söylüyor. Leylekler, kırlangıçlar üstüne konuşsa kimbilir neler öğreniriz!” diyenler oldu. Ali ağabeyim böyle durumlarda kesinlikle kendine bir pay çıkarır. (Bu söz ağabeyim için her zaman söylediği bir sözdür) Hemen konuştu, “Ben bir gün Nuri Beyi çağırıp, güvercinler için konuşturacağım!” Herkes “Ne iyi olur, bize de haber ver!” dediler. Birileri baykuş tutup yakından görmek istediğini, birileri bunu yapacak yürek kimde var?” gibi soruları tekrarladılar. Konuşmalara genellikle hiç karışmayan, sonlarda herkesi gülmeyle ad yapmış Kara Hüseyin de sonunda beklenen katılımını yapmıştı. “Konuşun konuşun bakalım; Nuri Bey gitti, hepiniz birer Nuri bey oldunuz. Bu gece göreceğiniz rüyalarınızda sizi görmek oldukça zevkli olacak. Keşke o hallerinizi ben de görebilsem!” Kahvede bulunanların bu söze katılırca gülmelerini hep anımsarım!…. Burada da benzer bir durum var bence. Kuşla heykel konuşuyor. Üstelik kuş, evlerin üstünde uçuyor, pencerelerden evleri gözetliyor, hastaları, çocukları görebiliyor. Bildiğimiz kuşlar bunları yapamayacağına göre, yazar, kuş yerine tıpkı Nuri Bey gibi kendi aklından geçenleri anlatıyor. Heykelin konuşmalarını da yazarın düşünceleri. Bence yazar burada, hem kuş, hem de heykel durumunda. Her zaman sıkılınca ben Halil’e takılırdım. Bu gece önemli bir olaya saplandım, oldukça dalgın okurken arkadaş, “Ne o kitabı sevdin galiba, hiç konuşmuyorsun? “dedi. “Çok acıklı!” diye bildim. Güldü, “Ağlama sakın, kendine güldürürsün sonra!” dedi. “Ağlamam ama, gerçekten ağlanacak gibi!” Zil çalınca bırakım. Az kalmıştı ama, sonunu iyi anlamak için yarına bıraktım. Yarın öğleden sonra Mandıra’ya gideceğiz. Namık Beyin dizlerinin bildirdiğine göre yağmur yağmayacak.Kendi kendime gülüyorum, “Ya bir de yağarsa!” Tam yattım, İsmet geldi, “Dayı, gel yarın beraber gidelim, ben yalnız çok sıkılıyorum!” Yalvarıyor, İsmet’i kırmak da istemiyorum. Hele yatarken hiç üzmemeliyim, diye düşünüyorum. “Sabah karar veririz, Mandıra için gitmek gibi vazgeçmek de olabiliyor. Hamdi Bağ Öğretmen götürecekmiş, o bizi hoş görür!” İsmet memnun ayrıldı.

 

12 Şubat 1939 Pazar

 

Zil sesine uyandım. Hilmi uyuyor, Hasan uyanık. Hasan erken uyanıyor ama kalkmıyormuş. Buna tilki uykusu diyor. Hasan tilki görmediğini söylüyor ama uykusunu biliyor. Kalktık, konuşa konuşa dersliğe indik. Bahtiyar Prensi okumuş, çok beğenmiş. Nesini beğendin? Diye sordum durdu, “Prensin başından geçenleri anlattı. Heykel insan olmadığına göre onları nasıl anlatıyor? diye sordum. Bilmem ama kitaplar hep öyle anlatıyor. Hayvanların konuştuğu başka kitaplar da var. İstersen al onları oku. Bu kitaba benzer başka kitaplar da var. Ben de öyle düşündüm, deyip Hasan’ın düşüncelerine katıldım. Kahvaltıda Hamdi Bağ Öğretmenle Ömer Uzgil Öğretmen vardı. Hamdi Bağ nöbetçi, Ömer Uzgil md. yardımcısı olduğu için her zaman okulda. Pazar sabahı kahvaltılar biraz uzun sürüyor. Özellikle küçük sınıflar daha geç geliyorlar, geç kalkıyorlar. İsmet gene geldi, “Dayı, sen de gel, bu kez gelirsen başka zaman hiç istemeyeceğim!” “Tamam, geliyorum, dedim sevindi. Öğle yemeğinden sonra arkadaşlar Mandıra’ya giderken biz de onlarla çıkacağız. Hamdi Öğretmene verilecek listeden numaramı sildirdim. Matematik ödevlerime baktım. Yeni defterimi hazırladım, kitabımı okumaya başladım. Bahtiyar Prensin sonu çok acıklı bitti. Kuş öldü, heykel yıkıldı. O kentin yöneticilerine sinirlendim. Hasan’a sorduğumu kendi kendime sordum, bu yazar bunları niçin yazmış? Hüsnü geldi, dayanamadım okuduğumu ona anlattım. O da duygulandı. Sonunu söyleyince o da “Dünyada çok kötü insanlar var, yazar onları anlatmak için yazmış!” dedi. Yavaş yavaş anlamaya başladım. İyi insanlar gibi kötü insanlar da var, bunları yazıp tanıtmak için yazılar yazılıyor. Hüsnü az konuşuyor ama arada bir bana çok yardımcı oluyor. Bu okuduğumu yazsam, neler diyebileceğimi bir türlü tasarlayamadım. Karıştırdım Bencil Dev başlıklı bölümü okudum. Bu çok kolay anlaşılan bir yazı. Burada da devle çocukların konuşması ötekine benziyor. Olur mu olmaz mı? Dev bir adam olarak düşünülebilir.

Çok kısa olduğu için bunu yazmam. Yazsam da doğru yazabilirim. Üstünde çok durmadım. Gülle Bülbülü okumaya karar verdim. Bu da baştan çok güzel başladı, giderek değişti. Sonu açıklı bitti. Bu kitap acıklı olayların kitabı çıktı. Yazmak kolay ama zaten öğretmenin dediğine de uymuyor. Öğretmen bir bütün kitap okuyun demişti. Gene de iyi oldu, dünden beri kitap okuyorum. Şimdiye dek böyle arka arkaya kitap okuyamamıştım. Gazetelerdeki tefrika yazılarının da kitap yazılarının parçaları olduğunu yeni öğrendim, Tefrika, kitabın bir günlük yayımlanmış bölümüymüş. Akşamda tefrikalar vardı, şimdi Cumhuriyet’te de var. Ben köyde de gazete okuyordum. Çoğunlukla Köroğlu, Karagöz gazetelerini okuyordum, arada Cumhuriyet gibi başka gazeteler de geliyordu ama ben tefrika yazılarını hiç görmemiş gibiyim, okuduğumu hiç anımsamıyorum. Aklım gene Gül-Bülbül ya da Bülbül-Gül yazısına takıldı. Burada kim kötüleniyor? Bunu çok dikkatle bir daha okuyacağım. Okuduğum kitap listeme son iki kitabı da ekledim. Taraskonlu Tartarin, Bahtiyar Prens. Hasan, doğru dürüst kitap okmak istersen, Üç Silahşörleri, Monte Kristo’yu, Dağları Bekleyen Kız, Devrilen Kazan, Kuyucaklı Yusuf, Çoban Yıldızı, Çıkrıklar Durunca kitaplarından birini al!” dedi. Tatile giderken alacağım. Hem de belki beş tane birden alacağım. Üç Silahşörler şimdi boşmuş. Kalın olduğu için pek istenmiyormuş ama çok güzelmiş. Yalnız adlar hep yabancıymış. Taraskonlu Tartarin gibi. . Öğleyi getirdik. Ben bundan sonrasını düşünüyorum. İsmet’e söz verdim ama içim rahat değil. İsmet vazgeçse sevineceğim. Kendim vazgeçmeyi düşünmüyorum, İsmet’i kıramam. Yemeğe oturduk. Mandıraya gidecekler acele ediyorlar. Ne de olsa uzunca bir yol, bir saat gidiş bir saatte geliş. Mehmet Yücel gene bana takıldı, “Senin Mandıra!” dedi. Mandıra kuruluşu için babamın anlattığı İbrahim Pehlivan olayını daha önce ben de onlara anlatmıştım. Çoğu inanmamış olacak. Belki Mehmet Yücel’de inanmadığı için böyle dedi. Bunu sezinlediğim için, hemen “İyi aklıma getirdin, köyden birini görünce “İbrahim pehlivanın mezarını sorun, size gösterir!” dedim. Şaşırdılar. “Neden sustunuz, susacak ne var bunda? Mandıralı herkes bunu bilir. Siz sadece sorun, yeter!” dedim. Mehmet Yücel söz verdi, soracak. Ötekiler, sus pus oldu. En çok kem küm eden Fettah Biricik’le Abdullah Erçetin, renk değiştirdiler. Kimin fis kos yaptığı da böylece belli oldu. İkisine eğilerek sizi ben daha çok utandıracağım. Siz doğruları araştırmadan ileri geri söz ederseniz çok susturulursunuz. Mehmet Yücel’den tekrar rica ettim. O da gülerek söz verdi. Bir daha tembihledim, yanlış birinden değil, Mandıra’nın yerlisinden sorun

Fettah’la Abdullah gibi yabancılardan sorarsanız, onlar bilmedikleri için “yok!” diyebilirler. Bu kez hepsi güldü. Hamdi Bey gelince onlar hazırlandı, biz de onlara katılarak istasyona dek onlarla yürüdük. Onları uğurlayıp Rıfkı Beylerin evlerine yöneldik. Kapı önleri insan dolu, şaşırdık. Bakınarak aralarından geçip Rıfkı Beylere girmek isterken insanlar daha kalabalıklaştı. Hiç kimse konuşmuyor, bize de kimse siz kimsiniz demiyor. Tam kapıya yaklaşırken, alt kattan ağlama sesleri geldi. Bu sıra da Rıfkı Bey bizi gördü, “Size bakıyordum. Babaeski’ye gitmiştim, şimdi geldim, size haber veremedim. Alt komşumuzun hastası vardı, rahmetine kavuşmuş, cenazesi kalkıyor, siz içeriye geçin!” dedi. Ben nasıl bir tepki gösterdim bilemiyorum. Yalnız, “Ben gelemiyecektim işim var, İsmet’e buraya kadar arkadaşlık etmek için gelmiştim. Haftaya beraber gelmeye sözleşmiştik, Hoşçakalın!” deyip yürüdüm. Az sonra İsmet, “Dayı dur!” diyerek arkamdan geldi. O da özür dilemiş, bizim köyden gelenler olduğunu onların beklediğini söylemiş. Rıfkı Bey İsmet’ten, İsmet Rıfkı Beyden özür dileyerek ayrılmışlar. İsmet yetiştiğinde ben hala Rıfkı Beye ne deyip de ayrıldığımı düşünüyordum. Sanki rüyada gibiydim. Kendimin bile anlayamadığım sözleri tekrarlayıp arkamı döndüm, yürüdüm. İsmet “Hiç de öyle değil, sen gayet nazik, “Ben kalmak için değil size gelemeyeceğimi haber vermek için geldim. Biz sözleştik, haftaya beraber geleceğiz, başınız sağolsun, hoşkalın!” deyip ayrıldın!” dedi. İnanamadım. Kesinlikle bu sözleri söylediğimi anımsamıyorum. Anımsadığım ağzımda bir takım sözler yuvarlandı durdu. İsmet rahat, döndüğümüze sevindi. Kalsaydık ne yapabilirdik? İçerde dursak, ev sahiplerine ayıp olacak, dışarı çıksak, süklüm püklüm ne yapacağımızı bilmeden bekleyeceğiz.

Kendi kendimize gülerek, söylenerek okula döndük. Okulda dört musluklu duş banyomuz var. Sıraya girip yıkanmaya karar verdik. İyi de oldu, sırada küçükler bekliyor, oynuyorlar. Bizi görünce sıra verdiler. Güzelce bir de yıkandık. Çıkınca tedirginlik kalktı. İsmet merakla sordu, “Dayı o başınız sağolsun sözünü nasıl anımsadın, ben hiç düşünmedim. Öyle dendiğini duymuştum ama aklıma gelmedi.” Anlattım, 5. sınıfta okurken okul Öğretmenlerinden birinin çocuğu, bahçedeki havuza düşmüş, boğulmuştu. Çok üzücü bir olaydı. Okulca önemli bir olay olarak herkes yardıma koştu. Ölüm denince o olayı anımsıyorum. Yetişkin öğrenci olarak Öğretmen bana, benim gibi birkaç arkadaşa görev verdi. Nöbet tuttuk. O zaman siyahlar giymiş Öğretmen annenin yakınında durmuştuk, Başta Öğretmenimiz Ahmet Korkut olmak üzere herkes geldi, “Başın sağolsun, Allah sabır versin” demişti. Her cenaze olduğunda bu sözleri anımsıyorum. Orada da onu anımsadım. İsmet boynuma sarıldı “Dayı sen çok duygulu bir insansın!” dedi. Bir süre sarılı durduk. Dersliğe çıktık. Arkadaşlar erken dönüşümüzü sordular, gitmekten vazgeçtiğimizi söyledik. Ben Gül_Bülbülü baştan bir daha okudum. Bizim bu günümüze benzeyen bir olay diye düşündüm. Matematik defterimi açtım, geçmiş formülleri gözden geçirdim. Üçgenleri tekrarladım, Daire, silindir alanlarına çalıştım. Daire alanını, 3. 14 ‘ü daha önce öğrenmiştim. Onun aracılığiyle çevreleri buluyorum. Çap, yarı çap yollarıyla alanları da çözebiliyorum. Aynı yöntemlerle silindirleri de didiklemeye başladım. Fisagor’a başvurmadan dik üçgenlerin iki kısa kenar karelerinin uzunkenar karesine eşitliğini tam çözemedim. Onu bir daha deneyeceğim. Bugün kafam çalışıyor. Dik üçgenlerin, ikiz kenar üçgenlerin alanlarını bulmak başka yollardan da yapılabilir anlıyorum. Örneğin çokgenlere karelere çevrilerek neden yapılmasın? “Mandıra’ya gidenler geldi. Merakla bekliyorum, acaba sordular mı? Sormaya gerek kalmadı, kapıdan girince beni görenler” Sorduk!” dediler. Sorduk diyenler başka bir şey demiyorlar. Aralarında birşeyler konuşmuşlar sanırım. Bekledim, Mehmet Yücel gelince nasıl olsa doğruyu söyleyecek. Mehmet geldi, kapıdan girerken daha senin pehlivanı sorduk, mezarı varmış yalnız köylülerin çoğu mezarın yerini bilmiyormuş. Ama haklısın, köyün kurulmasına bir pehlivan sebep olmuş. Biz sorunca, insanlar, mezarı göstermelerini isteyecekler düşüncesiyle, başlarından savarak” Öyle biri var ama biz tam bilemiyoruz deyip işi Öğretmenlere bırakıyorlar. Sen gitsen, pehlivanın mezarını bulabilirsin. Öğretmenler biliyormuş. Biz Öğretmen falan aramadık, ancak anlattığının doğruluğuna inandık. Mehmet sağolsun bir de açıklama yaptı” Bizim köylülerimiz, analarını, babalarının mezarlarını bile arayıp sormuyorlar, 100 yıl önceki pehlivanı mı arayacaklar? “Ben zaten var olduğunu biliyorum, aramak niyetinde de değilim. Neden benim pehlivan oluyormuş. Bildiğimi anlattım. Anlattığın doğru değil der gibi bakışanlar olunca gitmişken sorun!” dedim. Benim İbrahim Pehlivan mezarı aramak gibi bir niyetim yok. Halil Basutçu eğilerek “Hadi gene kazandın!” dedi. Bize bakan Mehmet Yücel aleyhine konuştuğumuzu sanmış olacak, sordu, “Ne diyor o arkadaş? “Söyledim, “Hadi gene kazandın dedi ama ben o sözü reddettim. Ben bir şey kazanmadım. O, benim doğru bildiğim bir olaydı, ondan habersiz olup da karşı olanlar bu kez yeni bir bilgi sahibi olarak cahilliklerini azalttılar!” dedim. Gülenler oldu, başı eğik dinleyenler oldu. Herkes kendi açısından yeni birşeyler görmüş, neşelenecek bir şeyler bulmuş anlatıyor. İsmet’le ben kimseye yani bir şey söyleyecek durumda değiliz. Bugün dinleyici durumuna düştük.

Pazar akşamları yemek öteki akşamlardan farklı oluyor. Dışarı çıkanlar fırsat buldukça dışarda birşeyler yediklerinden zile uyup gelmiyor. Salon bugün de yarı boş yarı dolu. Yemekte yine Ömer Uzgil ile Hamdi Bağ Öğretmen var. Bizim masalara bakıp gülüyorlar. Biz de onlara gülüyoruz, “Bunların niçin evleri yok, evlerine gitmiyorlar?” diyoruz. Yemekten sonra kitabımı okumaya devam ettim. Candan Dost’la, Müstesna Bir Hava Fişeği’ni okudum. Candan Dost’u hiç sevmedim, diyebilirim. Farelerin, benzer hayvanların bir birine yardım etmesine karşılık, insanların hele değirmenci gibi kötülerin bulunmasına şaştım. Çocuğun iyiliklerine karşı değirmencinin kötülüğü anlaşılır gibi değil. Nedense yazar, değirmenciyi beğenmiş gibi en çok ondan söz ediyor. Karısı bile ondan daha dürüst. Üstelik sonunda iyi olan ölüyor. Müstesna Bir Hava Fişeği büsbütün karışık geldi bana. Daha başlarken kar gibi beyaz gösterilen gelin, hemen kırmızı güle dönüyor. Hele hiç para alamayan zavallı görevlinin, üstüste parasının arttırılmasını anlayamadım, verilmeyen para neden arttırılıyor? Hava fişeklerinin konuşması uzayıp gitti, baş tarafla ilgisi kalmadı. Derken işin içine kurbağa sokuldu. Ardında da ördek daha sonra ise kazla bitti. Ben bunu anladımsa kesinlikle anlatamam. Yazmaya başlasam neresinden başlayacağımı bile seçemeyeceğim. Zaten bunu anlatmaktan vazgeçmiştim. Şimdi kesinlikle bıraktım. Taraskonlu Tartarin bile bundan daha kolay anlatılır. Gene de okuduğuma sevindim. Ne güzel anlatıyor. Görmüş gibi oluyorum. Kızak araba, altı geyikle çekiliyor. Bir arabada altı at olsa ne güzel olur. Yolda nasıl giderler bunlar? Herhalde ikişer ikişer üçlü yaparlar. Öküzleri bazan ikili yapıldığını görmüştüm. Ayrıca askerlerin topları üçlü çift atla çektirdiklerini de görmüştüm. Halil’ anlattım. Halil güldü, “Askerler topları hep öyle çektirirler!” dedi. Onların Süleoylu’da çok asker olduğundan sık sık bunları görüyormuş. Ben bir defa Lüleburgaz’da bir törende görmüştüm. Ne tuhaf, ben çok denecek kadar tank gördüm, Halil görmemiş. Ben de tank gördüm ama çekilen topu ancak bir kez törende gördüm. Gene uykum geldi zil bekliyorum. Çok okudum, gözlerim yoruldu herhalde. Üstüste esnerken zil çaldı. Zilin sesi kesilmeden kalktım. Baktım arkadaşların çoğu benim gibi zil bekliyormuş, kalktılar. Hep birden kalkınca tuvalet beklemek var, öncelik bende olmalı. Yatınca gündüz gördüğüm kalabalığı anımsadım. Ardından annemin ölümünü düşündüm. Hayal meyal evin önündeki kalabalığı görür gibi oldum. Ağlamak geldi içimden, Boğazımda birşeyler oldu, gırıltı gibi sesler geldi, birkaç kez yutkundum, geçti. Ağlamamı önledim ama uzun süre öylece kaldım. Hiç bir şey anımsamadım. Sanki yalnız başıma bir ıssız yerdeymiş gibi dururken Yakup Tanrıkulu gene öksürdü. Onun hasta olabileceğini düşünmeye başladım. Uyumuşum.

 

13 Şubat 1939 Pazartesi

 

Zil çalmış duymamışım, Hilmi uyandırdı. “Rüyanı mı bozdum!” dedi. Rüya falan görmedim. Rüya görseydim, her halde rüyam güzel olmayacaktı. Hilmi hemen neden? diye sordu. “Senin rüyaların güzel olmazsa bizimkileri düşün!” dedi. O ders sorunlarını düşünüyor, bense çok daha önemli, hiçbir zaman ulaşamayacağım, geçmişime, anneme olan özlemimi düşünüyorum. Bunu ona söyleyemiyorum. O bana “Aşık mısın? diye soruyor. Hilmi daha çocuk, hem de çok geveze bir çocuk. Aşk maşk bildiği yok ama duyduklarını diline dolayan biri. Bilirmiş gibi konuşmasını iyi beceriyor. Bence oldukça arkadaş canlı, yardım etme konusunda herkesin sorunlarına ortak olabiliyor. Bu nedenle Hilmi Altınsoy’la arkadaşlığımı sürdürmek istiyorum. Zaman zaman hoşuma gitmeyen davranışları olsa da hoş görüyorum. Onun da benim gibi düşündüğüne inanıyorum. Zaten fazla ileri gittiğini anlayınca gelip boynuma sarılıp özür dileyebiliyor. Bundan olacak, yemek masasında olduğu gibi yatak sırasında komşuluğumuz sürüyor. Zaten numaralarımız da arka arkaya geliyor. 63-66 arka arkaya. Kahvaltıya indik. Fikret Madaralı Öğretmen var. Hilmi Fikret Madaralı Öğretmenden çok çekiniyor. Korktuğunu söylüyor. Arkasından da ekliyor, “Kabahat bende, verilen ödevleri zamanında yapmıyorum, Öğretmen azarlayınca uzak durmaya kalkıyorum. Bu kez Öğretmen, içinden canın isterse diyor, bakışları değişiyor, yaklaş yaklaşabilirsen!” Hilmi ne kadar haklı. Ben bunu çok iyi anladım, tam tersini uyguluyorum. Öğretmen önem vermese bile direterek yaklaşıyorum. Salih Zeki Büyükaksoy’la Fikret Madaralı dışındaki kültür Dersleri Öğretmenlerine böyle yaklaştım. Ahmet Gürsel, Sabit Soysal, Adem Gürçağlayan, Ömer Uzgil önceleri umursamadıklarını bakışlarıyla belli ediyorlardı. Hele matematik Öğretmeni Ahmet Gürsel iki kez tahtaya kalkıp yanlış düzelttiğim zaman beni adeta azarladı. Bir keresinde “Sen bu direncini sürdürecek misin, yoksa geçici bir heves mi?” bile dedi. Ömer Uzgil henüz tam anlamış değil ama her geçen gün bana güven arttırdığı belli oluyor. Fikret Madaralı Öğretmeni Vahit Dede’min etkilediğini biliyorum. Tarım Öğretmeni Salih Ziya Büyükaksoy gerçek bir çiftçi aileden geldiğimi ilk gün anladı, bunu hiç unutmadı. Sanat Öğretmenleri, verilen işi kaytarmadan yaptığım için ilk günden daha beni hoş tuttular. Onlar işte çalışan insan olduklarından, işte terleyenleri çok iyi değerlendiriyorlar. Hilmi arkadaşın sözü beni böyle konuşmaya yöneltti. O da bunu biliyor ama yapmaya yaklaşmıyor. Bense ona, “Zararın neresinden dönsen yine karlı olursun, gel bir yerden başla, dersin birini ikisini seç bunlara tüm gücünle yüklen. Zaten senin derslerinin hepsi değil iki ya da üçü tehlikede, onların üstesinden gelirsin!” İsterse Hilmi’ye yardım edeceğim. Örneğin matematikten, yeterince yardım edebilirim. Kahvaltı sonunda tören için toplandık. Hava güneşli. Güneşli havaya bakan arkadaşlar, Namık öğretmenin dizlerine havayı bildirdiği için dua etmeye kalkışınca Mehmet Yücel karşı koydu, “Deli misiniz, gencecik adamın bacaklarını bırakıp hamam duvarları için seviniyorsunuz. Üstelik hamam mamam da değil, 12 süzgeçli bir geçici yıkanma yeri. İçerde dört musluklu yerine dışarda 12 musluklu olacak. Olmasa da olur. Bunun sevineceğinize Namık Öğretmenin diz ağrılarına üzülün!” Her zaman Mehmet Yücel’in sözlerine gülen arkadaşlar bu kez tıs bile çıkarmadılar. Adem Bey komuttan sonra ses verdi. Hava güzelliğine uyan bir marş söyledik.

Dersliğe ağır ağır giderken arkamızdan Fikret Madaralı Öğretmenin geldiği söylendi. Hızlanıp yerlerimize oturduk. Öğretmen gülerek dersliğe girdi “Günaydın!” dedikten sonra gene gülerek “Şansınız varmış, uzun bir koridor sonunda oturuyorsunuz. Zile mile uymaya niyetiniz yok. Sizin göremeyeceğiniz bir yoldan gelip perişan halinizi görmek isterdim. Karşıdan görünce toparlanıyorsunuz. Bu marifet değil, zamana kendinizi uydurmanız şarttır. Gevşeklikler de bir alışkanlıktır. Alışkanlıklar insanı tembelleştirir. Daha canlı hareket etmeye alışmalısınız!” dedikten sonra Bekir Temuçin’in okuma kitabını aldı. Son okuduğumuz parçayı sordu. Kitabı karıştırdı, Ömer Seyfettin’den Diyet parçasını seçti, “Daha önce okuyan var mı? “diye sordu. dört kişi parmak kaldırdı. Öğretmen baktı, “Olsun!” deyip kendisi okumaya başladı. Okuyup bitirince soru sorulacağını bildiğimiz için dikkatle dinledik. Öğretmen o denli güzel okuyor ki, snki olay o anda gözlerimizin önünde oluyor gibi canlanıyor. Ben kendimi düşündüm, böyle güzel okusam herhalde anlatılanları daha doğru anlarım. Yazının sonu çok kötü bitti. Üzüldüm. Ne oldu bilmem Öğretmen baktı, bana “Ne dersin? “dedi. Ayağa kalktım. Soruyu anlayamadım ama gene de “Ben çok üzüldüm, neden böyle üzücü yazılar yazıyorlar?” diye bu kez ben sordum. Öğretmen “Koca Ali’yi nasıl buldun?” dedi. “Çok iyi bir insan ama neden kendi elini kesti, anlayamadım? “dedim. Öğretmen “İşte ben de senden onu sordum!” dedi. Sustum. Koca Ali gözümün önünde kanlı eliyle durur gibiydi. Sustum. El kaldıranlar oldu. Hasan Üner, Mehmet Yücel, Mehmet Başaran konuştular. Öğretmen onların dediklerine katıldı. Ben oturduğum yerden onları dinledim ama ne söylediklerini tam anlamadım. Koca Ali kanlı eliyle gözümün önünden gitmiyordu. Öğretmen yüzüme bakacak diye korkmam ayrıca beni şaşırtıyordu. Zili duyunca kendimi toparladım. Arkadaşlar Öğretmenden sonra da tartıştılar. Onlara öylece bir süre baktım. Hikayeyi okumamışlar gibi rahat konuşuyorlardı. Halil benim bozulduğumu anladı, sordu. “Sen neden sustun, Öğretmenin sorusunu cevaplamadın!” dedi. Bunun ayırdında da değildim. Koca Ali’ye üzüldüğümü söyledim. Arkadaşım beni iyi anladı, “Koca Ali’nin önceki hayatını da düşün. O bir çok olaya girmiş çıkmış bir cesur adam. Öyleleri herkesten farklı düşünüyor. Bir başkası karşısındakine vururdu. Ama o zaman daha büyük suç işlemiş olurdu. Koca Ali bunları düşünüp karşısındakini susturuyor!” Arkadaşım daha güzel düşünüyor, anladım. Bense tek sonuca bakıyorum. Öğretmen gelince, Hikaye okumanın yolundan yönteminden söz etti. Hikaye yazanların belli amaçlarını olduğunu, okuyanlara ders vermediğini, onları duygulandırıp, davranışlarını düzelmek için yardımcı olmayı düşündüklerini anlattı.

Sıra ile okuduğumuz hikayeleri sordu. Özellikle Ömer Seyfettin’den okuduklarımızı tahtaya yazdırdı. Arkadaşların toplam olarak 32 hikaye okuduğu anlaşıldı. Öğretmen buna sevindiğini söyledi. Ömer Seyfettin’in yaşamını anlattı. Belli bir amaçla yazdığını, acıklı yazmasının birazda yaşadığı dönemde yurdumuzun düştüğü kötü durumundan, insanların umutsuzluğundan kaynaklandığını anlattı. Ömer Seyfettin’den en çok okuyanın ben olduğumu görünce çok sevindim. 32 hikayenin 11 tanesini okumuşum. Kurbağa Duası, Keramet, Tuhaf Bir Zulum, Mermer Tezgah, Falaka, Nakarat, And, Feman, Forsa, Kaşağı, Diyet. Öyleyken hikayelerden oldukça yanlış sonuç çıkaran da ben’im. Öğretmen neler okuduğumuzu, okuduklarımızdan beğendiklerimizi neden beğendiğimizi, beğenmediklerimizi de neden beğenmediğimizi sordu. Verilen yanıtlar üzerinde genellikle pek durmadı. Ortak taraflarımız üzerinde konuştu. Örneğin benim Bahtiyar Prensi beğenmeyişimi, öyküyü anlamadığıma yordu. “O anlatım da kendine özgü bir anlatımdır, o tür öykü okudukça alışılacağını, bir öyküyle o türün tadına varılamayacağını anlattı. Genellikle kitap okumamızdan memnun olduğunu bundan sonra daha rahat okuyabileceğimizi sevinerek söyledi. Zil çalınca Öğretmenin genel durumdan hoşnut olduğu anlaşılıyordu. Kapıya yönelirken dönerek bana Ömer Seyfettin! den Bomba öyküsünü okumamı önerdi. Bomba! Öğretmen çıkınca Hasan muştuladı, “Çok acıklı, sonunda ağlarsın!” Anladım! . . .

Biz öykü möykü derken Ahmet Gürsel Öğretmen dersliğe girdi. Dışarda arkadaş kalmış, onlar gelince özür dilediler. “Öğretmen ara derslerde bu bir kusur değil, ama siz gene de bu durumu istismar etmeyin!” dedi. Bekir Temuçın’e İstismar’ın anlamını sordu. Bekir sustu, sıra ile, ön sıradakilerin hepsine sordu. Kimse yanıt verince Öğretmen, “Uzatarak zamanımızı istismar etmeyelim!” deyince Bekir, “Boşa harcama, boş geçirme!” diye yanıt verdi. Öğretmen, “Eh, tam değilse bile hiç olmazsa yarısı diyebiliriz, gerçekte kötüye kullanma daha uygun düşer. Babası oğluna faydalı şeyler alasın diye harçlık verir, oğlu gider sigara alır. Öğretmen öğrencilere ders çalışsınlar diye fırsat verir onlar çıkar bahçede top oynar. İşte bu tür davranışlar durumu istismar etmedir. Sözün başına dönersek, teneffüste tuvaleti nedeniyle geciken hoş görülüyor diye böyle bir yokken buna sığınmaya çalışmak bir istismardır, hem de en ahlaksız istismardır. Bu saptanırsa, Öğretmenden sonra dersliğe girme yasaklanır. Bu kez haklı öğrenciler de mağdur olur. Dersimiz biraz Türkçe olacak ama anlaşmak için elzem bu!” Gene Bekir Temuçin’e “Mağdur nedir? “diye sordu. Bekir doğru açıkladı “Haksızlığa uğramış insan!” deyince Öğretmen “Aferin, kendi konumuza dönelim bu defa da kendi dersimizi mağdur etmeyelim deyince, İsmet, “Elzem nedir? “diye sordu. Öğretmen gülerek “Vay açıkgöz, bu sorunun cevabı senin için şimdi çok mu elzem? “dedi. İsmet “Sağolun!” dedi oturdu. Öğretmen güldü, “Türkçeyi tamamladık, inşallah matematik dersimiz de böyle canlı geçer!” dedi. Sami Akıncı’ya bakıp son konumuzu senden öğrenelim, bugün yoklama yok. Yoklamaya mola verdik!” Sami aritmetikten kesirli sayılarla Dört İşlemlere devam edecektik. Geometriden Fisagor’da durmuştuk. Öğretmen, tahtaya biz dik üçgen çizdi. Biraz da arka sıralara sataşalım dedi, Bana bakarak, “Şimdi ne yapacağız!” diye sordu, Ben, “Kısa kenarların kareleri çizilecek!” Öğretmen onları çizdi, tam bitirirken Sami “Şimdi uzun kenar deyiverdi. Öğretmen güldü, Sami’ye “Dayanamadın değil mi? dedi. Sami azıcık mahcup oldu. Öğretmen “Hadi seni kırmayalım!” deyip uzun kenarın karesini de çizdi. Hepimizden şekle dikkatli bakmamızı istedi. Ben olayı bildiğim için bakmaktan çok arkasından gelecek soruyu düşünmeye başladım. İki küçük karenin toplamı büyük karenin alanına eşittir. Ama bunun ıspatı nasıl yapılacaktır? Önce ölçülerin verilmesi gerekir. Salt görmeyle ıspat yapılamaz. Bir süre baktık Öğretmen tahtadaki şekli sordu “Neler görüyorsunuz? Üç tane kare ile, ortak yanları olan üç yamuk görüldüğü söylendi. İki küçük kare toplamının büyük kare toplamına eşitliği söylense inanacak mıyız? Sami Akıncı “İnanırız!” dedi. Hepimiz susuyoruz. Öğretmen bana baktı, “Ne dersin? “diye sordu. Sami’nin sözünün tersini söyledim. “İnanmam, çünkü kenar ölçüleri verilmedi!” Öğretmen, “O kolay canım, hemen veririz ölçüleri. Gene güvenemem, kare kök almasını bilmeden eşitliği öğrenemeyiz. Kenar ölçerek bir yakınlık bulsak bile kesinlik kare kök alınca olacaktır. Öğretmen, “Arkadaşınız bizi kösteklemek istiyor ama geometriden ıspatlanmış doğrular, biz ıspatlayamasak bile doğru kabul edilirler. Örneğin pi sayısı denilen bunlardan biridir. Onu öyle bilir problemimizi çözeriz. Arkadaşınız haklı, karekök almayı öğrenince de gönlümüzse sağlayını yaparız. !” Şimdilik buna gerek yok. Biz dik üçgenlerde alan olarak, uzun kenarın karesi, kısa kenarların toplam karesine eşitliği bileceğiz. Buradan da küçük kenar uzunluklarının kendileriyle çarpımları sonucu çıkan iki küçük karelerin toplamının büyük kare alanına eşitliğini bileceğiz. Arkadaşınızın dediği gibi, ıspatlama safhası için kök alma dönemini bekleyeceğiz. !” Bana bakarak sen gene ikna olmadın biliyorum, gel tahtaya da meramını açık olarak anlat!” dedi. Kalktım, tahtaya bir dik kenarı 15 cm. öteki 13 cm. olan bir dik üçgen çizdim. Kenarları çarpıp iki kare alanını topladım 169+225=394 cm2 çıktı. Büyük kenarı ölçtüm 19 cm. Bunun karesi ise 361 cm2 çıktı. Buradaki fark çizimde n de olsa her zaman olacaktır. Bu nedenle 394’ün kare kökü alınması zorunludur. !” Öğretmen güldü, “O tür farklar her zaman olur, bak şimdi dedi, 394’ün kökünü aldı, 19. 849 cm. çıktı. Öğretmen “Alan çizimlerinde 5/100 hatalar hep olur!” deyip konuyu bağladı. Bana “Karekök almayı başardın mı? dire sordu, Sami’ye baktı. Sami” Beraber çalıştık!” deyince Öğretmen “İşte böyle, çalışma buna denir bence, bilemediğini bir bilenden soracaksın, Dünya Düzeni böyle kurulmuş!” Zil çalınca Öğretmen çıktı. Arkadaşlar takıldı, “Öğretmen Allahısmarladık, demeden gitti” derken Öğretmen geri geldi, “Allahısmarladık, heyecanla konuşurken teneffüsü kaçırmışız, ilerde telafi ederiz’” deyip gitti. İlk kez iki dersi bir yaptık hem de matematik dersinde. İlk kez arkadaşlar bu dersi iyi anladık, Öğretmen çok iyi idi dediler. Bu derste hiç sesi çıkmayan Mehmet Yücel önce kendi güldü arkasından söyledi. “Sizin bu dersi dinlemenize üstüne üslük anlamanıza şaşmam, Bu konuya eller Eşek Davası derler. Bunu siz anlamayacaksınız da kimler anlayacak? “Tam size göre bir dava! …Kırılırca gülenlerin yanında üstüne atılıp, nasıl uyduruyorsun lafları diyenlerin arasında Mehmet Yücel “Bunları ben bulmuyorum, siz hazırlıyorsunuz. Bu konuyu hepimiz anladık diyen sizsiniz. Benim çişim geldi patlayacağım. Siz hala kendinizi ilk derste sanıyorsunuz. Yürüdü gitti. Arkadaşlar arkasından gülerek yürüdüler. İdris Destan öneride bulundu, “Şuna Eşek Davası demeyelim ayıp oluyor, bari merkep davası diyelim. Mehmet Yücel” Ne fark eder? İstersen sana da bundan sonra merkep diyelim, yeter ki sen memnun ol!” Haydi bir tartışma daha. İdris söylediğine de söyleyeceğine de pişman oldu. Yemek boyunca eşek, merkep sözleri edildi. Mehmet Yücel soruyor. “Siz bu Eşek Davasını daha önce duydunuz, Öğretmen kaç kez söyledi. O zaman önemsemediniz de şimdi niye üstünde duruyorsunuz. İsmet, Mustafa Saatçı, bir ağızdan yanıt veriyor. “Sen herkesten daha güzel söylüyorsun. O nedenle senin söylemen bizi şenlendiriyor, neşemiz yerine geliyor!” Buna herkes katılıyor. Mehmet Yücel, “Öyleyse siz de beni neşelendiriyorsunuz, ben size kızamıyorum!”

Halil arkadaşla gazeteye baktık gelmemiş. Ahmet Gökay ağabeye sordum, Dünkü gazete müdür beye gerekliymiş bir iki gün sonra verecekmiş. Bakanlar dünkü gazeteye baksın!” dedik. Zaten bizden başka hemen hemen yok gibi. Ya da bakanları biz göremiyoruz. Öğretmenler inşaata inince biz de indik. Bugün duvara başlayacağız. Zil çalınca arkadaşlar toplandı. Namık beyle Hamdi bey aralarında bir şeyler konuştular. Hamdi Bey gülerek yanımıza geldi. Bana “66 sen sarışınsın, fazla soğukta kalma kendini koru!” dedi. Arkadaşlar, “O hepimizden dayanıklı!” dediler. Hamdi Bey “bakmayın onun öyle dediğine sarışınlar soğuğa dayanamazlar!” Yürüdü gitti. Az sonra Namık Bey beni Marangozluk atölyesine gönderdi. Hamdi Bey benim dediklerimi anladın mı? diye sordu. Anlamamıştım ama şimdi anladığım için anladım, dedim. “Kapalı yerde çalışacağımı duyurdunuz. “İşimiz çok değil ama dikkat ister, az insanla çok iş yapmayı tasarlıyoruz. Birkaç arkadaş daha gelecek, cumaya kadar çatıyı hazırlayacağız. Biz konuşurken, Salih Baydemir, Harun Özçelik, Recep Kocaman, Hüseyin Orhan, İbrahim Ertur geldiler. Naci Bey de geldi. İki Öğretmen konuşurken duydum, “Namık’la bunlarda mutabık kaldık!” dedi. Naci Bey “Ben de seçseydim bunları alırdım!” dedi. Naci Bey Salih’le Harun’aldı büyük masa üstündeki kağıda çizgiler çizdi. Biz destereleri hazırladık, Kollu destereleri sıraladık. En çok onlarla çalışacağımız anlaşıldı. İnşaat yerini karşısındaki kuruluktan gösterilen tahtaları, taşıdık. Hamdi beyin hazırlamış olduğu ölçülere uygun uzunlukta önce 4x6 lataları kesmeye başladık. Recep Kocaman’la kesme işini biz üslendik. Recep çok dikkatli o işaretliyor ben kesiyorum. Bana göre kesmek kolay. Ben dikkatsizlik edip yanlıl kesmekten korkuyorum. Bu bakımdan Recep’le çalışmak hoşuma gitti. Naci Bey hem bizi izliyor hem de arada takılarak çalışmaya özendiriyor. Hüseyin Orhan’la İbrahim adaşım bir süre taşıdılar. Din-

Lendiler, bizim kestiklerimizi sayıp dizdiler. Hamdi Bey çizme işini bitirince bir örnek hazırlandı. O örnek kesildi, bize tarif ettiler, 24 adet kesmemiz soylendi. 10x10 kalınlığında ama çam oldukları için kolar kesiliyor. Arkadaşlar taşıdı biz kestik. Salih Baydemir’le Recep yer değiştirdi. Salih’le daha hızlı çalıştık. Bir ara Naci Bey arkadaşlara kesilecek lata sayısını sordu. Arkadaşlar duraksadılar. Ben gittim, “Bugünkü dersimizle ilgili bir hesap!” dedim. Naci Bey, “Nasıl? diye sordu. Anlattım. Çatının yüksekliğinden inen dikme ile saçak ucuna tavana paralel giden uzunluk karelerini toplamı, çatı eğilimini oluşturan eğilin doğrusunu karesine eşittir. İki küçük kenar ölçülerek uzunun karesi bulunur, çıkan sayının kare kökü bu uzunluğu verir. Naci Bey biliyor ama arkadaşlar anlamadılar. Ölçüler belli, kısa kenarın taban bölümü 6 metre, yükseklik 1,5 metre, taban 36 olduğuna göre, 36+2, 25=38, 25. . yuvarlak olarak 6, 5 metre 6, 5 da öbür taraf 13 metre. 13x12=156 m2,50 cm ara ile 7x3=21x2=42+4= 44 kuşak gidecektir. Naci Bey notuna baktı, fazla fazla 50 adet yazmış. Naci bey alkışladı. “Kulağı böyle gösterdin ama başardın! “dedi. Sağ elini başını arkasından sol kulağına koydu. Sormadığı halde duvar üstüne konacak kolonları da 15 olarak söyledim. Onlar önemli değil, diyerek konuyu değiştirdi. Hamdi Bey gelince beni göstererek senin ki başımıza matematikçi kesildi, Ahmet Gürsel’in övdüğü kadar varmış, dedi. Böylece Ahmet Gürsel Öğretmenin övgüsünü de duymuş oldum. Zil çalınca, Naci Bey, “Yarın, kaldığımız yerden başlayıp öteki işlerimizi yapacağız!” diyerek yarınki işlerimizi de bildirmiş oldu.

Dersliğe giderken duvarların bir metre kadar çıkmış olduğunu gördük. arkadaşlar paydos etmişler. Şaşırdık. Biz çok iş gördük diye sevinirken onlar daha çok iş becermişler. Derslikte konuşmalar tatil üzerine yoğunlaştı. . Duvarlar bitince gidecekmişiz. Kesinlikle olmaz, O çatı bitincedir. Sıvalarını ustalar yapacakmış. Nedenmiş o, biz en ağır tarafını yaptıktan sonra sıvasını da yaparız…Konuşmalar böyle uzayıp gidiyor. Herkes yorgun, duvarda çalışanların bir kısmı gerçekten yorgun, uyukluyorlar. Bir kısmı da numaradan mırın kırın ediyorlar. Küçük takımı dediğimiz, Bekir, Hasan, Yusuf, Mehmet Başaran, Harun, Kadir Pekgöz, İdris Destan gibi arkadaşlar sızlanmıyor da, Fettah, Yakup, Ahmet Güner, Ali Önol, Abdullah Erçetin gibi orta boylular yakınıyor. Hele Ali Güleren’in yan çizmesi hoşgörülecek türden değil. İsmet oldum olası işlerden kaçar ama onu yakından biliyorum, evde hiç iş yapmamıştır, işten uzak büyümüştür. Bu nedenle onunki işten kaçma değil işe alışamama, işe yaklaşım sağlayamamadır. Nitekim geçmiş günlere göre daha iyi çalışıyor. Sami Akıncı da işe uzak duruyor. Onunki de kaçma değil, işe yaklaşımı beceremiyor. Mustafa Saatçı ile Hüseyin Serin sözün tam anlamıyla bilerek kaçıyorlar. Hüsnü ile Emrullah için fikir yürütmüyorum. Onların çok başka sorunları var, sanırım onları aşamadıkları için işlere bizim gibi dört elle sarılamıyorlar. Sefer, Arif en iyi çalışanlardan Halil Basutçu, Salih Baydemir çok üretici iş yapanlardan. Sefer Tunca ya da Arif Kalkan arkadaşlarla her zaman beraber çalışmak isterim. Bugün dışarda çok çalışanlardan vbiri, biliyorum sıra arkadaşım Halil. Susuyor. Ne anlatayım, tuğlaları yan yana alta alta getirdik işte, diyor. Ben gene de Tarih dersi çalışım. Daha önce arkadaşlar arasında çok konuşulan 2. Ramses, Muvataliş’in yaptığı Kadeş savaşlarını okudum. 2. Ramses ile 3. Hattuşil anlaşmalarını gözden geçirdim. Kadeşin yerini buldum. Ayrıca Yunan yarım Adası kavimlerini tanımaya çalıştım. Sözlüye kalkmayacağımı bildiğim halde matematik konularına baktım kesirli sayılarla rasgele bölme, çarpma, çıkarma yaptım. Toplamalar çok kolay geldiği için onlara aldırmadım. Ayrıca çatı için yaptığım hesaplamayı, yeri gelirse anlatmayı tasarladım. Zil çalmadan derslik boşaldı. Arkadaşlar birer ikişer sıvıştılar. Ömer Uzgil ortalıkta yok Belki hoşgörmek için dışarı çıkmıyor, bizim yorulabileceğimizi biliyor. Halil bana” Bu gece acelen yok, nasıl olsa ötekiler gitti, şimdi orada konuşurlar. Rahat uyumak istersen onların uyumasını bekle!” deyip gülüyor. Zil çaldı beraber çıktık. İkimiz de yanılmışız, Yatanlar uyumuş, gezinenler ayaklarını ucunda geziyorlar. Sanki bunlar bizim arkadaşlar değil. Halil, “Bak, bak, bak;bunları susturmak için böyle ağır işlerde yormak gerekiyormuş!” dedi güldü. Ayrıldık. Ben de yatar yatmaz uyumak istedim. Gene de tatili düşündüm. Gerçekte hiç aklımdan çıkmıyor ama gene de sessizce C’yi düşündüm. Eskisi gibi yakın değilim ama, karşılıklı tavırlarımızı merak ediyorum. Kırgın mı? Yoksa o da benim gibi işi oluruna mı bıraktı? Ya ben oradayken evleniverirse! Hiç üzülmem ama, köydekiler bunu tahmin edemeteceğim taraflara çekerler. Yalan uydurup ya onun ya da benim üzülmeme yol açarlar. Ne olursa olsun! . .

 

14 Şubat 1939 Salı

 

Arkadaşların yarısı kalkmadı. Zil çalmamış gibi. Hasan Üner’le, Hilmi yanı başımda mışıl mışıl uyuyor. İsmet, beni görememiş koştu geldi. Görünce döndü. Gene geldi Hilmi Altınsoy’u kucaklayıp kaldırdı. “Uyumuyorsun, hayınlık yapıyorsun!” dedi. Hilmi gülerek kalktı. Hasan da uyandı, geç kalmışız, doğrudan kahvaltıya indik. Fikret Madaralı Öğretmen gelmiş. Kahvaltımızı edip dersliğe geçtik. Derslikte duvarcılar bugün değilse bile yarın bitiririz!” diyorlar. Daha bir metre bile olmamış, az daha yükselince iskele gerekecek. O bile bir gün sürer, diyoruz. Yusuf Asıl’ın düşüncesi, 6 Ali (O, Ali Aga diyor) Sefer Tunca, Mehmet Yücel gibi uzun boylulara kalas tutturup üstünden örecekmiş. Sefer Tunca kızdı, “Senin gibi bücürlere hizmet için uzatmadım ben bu boyu? Sen git, boyacılara oturaklık yap, müşteriler yumuşak yumuşak otursunlar!” dedi. Sefer’in tepkisi beklenmiyordu, herkes şaşırdı. Biraz da ağır olmuştu bu tepki. Sami gene dayanamadı, “Vazgeçin bu anlamsız takılmalardan, işiniz yok mu sizin?” dedi. Yusuf’a “Sen de arıyorsun, şakanı götürecekleri seç!” Yusuf bu kez, “Boyu kısa olmak suç mu?” gibi yersiz bir söz söyledi. Bunu üzerine bir çok arkadaş birden “Boyu uzun olmak suç mu? “diye karşılık verdiler.

Tarih dersine böyle tartışılarak girildi. Öğretmen gülerek “Günaydın!” dedi. Oldukça canlı “Sağ ol!” karşılığını verdik. “Oturun!” deyince oturduk. “Banyonuzu gördüm, sevindim!” dedi, yerine oturdu, “Bugünkü dersimizde de göçlerden söz edilecek. Bu göçler Orta Asya gibi büyük çapta değil ama olayların gelişmesinde göçlerin önemli rolü olmuştur!” diyerek haritadan kuzey Yunanistan’ı eliyle aşağıya doğru taradı. Girit Adasında durdu. Mora yarım adasını çizerek sınırladı. Daha sonra Tuna Nehri’nden aşağıya gene bir tarama yaptı. , öbek öbek insanların yerleştiği yerleri gösterdi. Sonra adlar saydı. O devirlerin özelliklerini, taşıt araçlarını, din anlayışlarını, denizlerden yararlanmalarını anlattı. Öğretmen bu derste nedense hiç duraksamadan bugünü anlatır gibi konuştu. Olaylar yakında olmuş izlenimini aldık. Yurdumuza yakın topraklardan söz edildiği için mi böyle ilgi duyduk, yoksa Öğretmen mi bu konuyu seviyor da böyle içtenlikle anlattı? Bunu bir süre düşündüm. Ders bittiğinde, Eski Yunan siteleri bildiğimiz kentler gibi belleğimize yerleşmişti. İkinci derste, eski konuları tekrarladık. Anadolu, Mezopotamya, Mısır tekrar edildi. Kitapta geçen tarihler karşılaştırıldı. Buralarda kurulan devletlerin neden doğup battığını, yeni göçlerin neden yapıldığını daha iyi öğrendik. Özellikle Sümerler tarafından yazının bulunması ile başlatılan tarihin 4 binlerden başlayarak bin yılına kadarki dönemi tahtaya çizerek belli başlı olayları tarihleriyle gösterildi. . İ. Ö. 4000 yıllarında yazının bulunması, 3000 yıllarında Sümer şehir devletlerinin kurulması, 2000 yıllarında Hititlerin Anadolu’yu almaları, 1295-1285 (İ. Ö) Kadeş Savaşı, 1200 Dor’ların Yunanistan’ı istilası, 900 yıllarında sitelerin kurulması gibi sıralamalar, tarih anlayışımıza bir derinlik getirdi. Öteki olayları bu derinlik içine rahatça yerleştirmeye başladık. Özellikle bu sıralama Mısır tarihini kavramamıza çok yaradı. Daha önce çok ayrı bir dünya imiş gibi algıladığımız Mısır, bu derinlikte yerini alınca öteki olaylarla, paralel zamanlarda yaşananların gerçekte bir doğru üstünde olduğunu kavradık. . Sümer şehir devletleri kurulduğu sıralarda Mısırda Keops, Kefren tapınakları yapılıyordu diyebilmek için bu günkü Tarih dersini beklemişiz, diyebilirim. Gerçi bu derste sözü edilen göçlerin kimler tarafından yapıldığını, buna neden olan olayları tam kavrayamadık ama sanırım öteki derslerde bunu da öğreneceğiz. Öğretmen, dersimizin bu bölümü için özellikle dikkatimizi çekti:” Eski Yunan uygarlığı, günümüze dek önemini sürdürmüş, bir çok yeniliklere kaynaklık etmiştir. Bu nedenle özellikle bu bölümün uygarlıkla ilgili bilgilerini unutmayacak şekilde öğrenmelisiniz!” öğüdünü verdi. Öğretmen saatine baktı, erken çıkacağını söyledi, ayrıldı. Allahaısmarladık demedi biz de sessizce kalktık, oturduk. Sessizce “Ne oldu, Öğretmen bir şeye mi kızdı yoksa?” derken Ahmet Gökay ağabey ile Nazmi Aybar Öğretmen gelip Öğretmeni sordular. Bir yere gideceklermiş, bunu öğrenince sevindik. Zil çaldı, uzunca bir teneffüs yaptık. Coğrafya Öğretmeni Sabit Soysal’ın da bir yere gittiğini söyleyenler oldu. . Birileri balon uçurmuş olabilir. Kimse inanmadı. Az sonra kapı açıldı, Ömer Uzgil Öğretmen girdi, “Öğretmeniniz gelemeyecek, bugün Almanca yapacağız, çarşamba günü de Sabit Soysal Öğretmenle çalışacaksınız!” Almanca kitaplarını çıkardık. Ödev vardı, yapmayanlar sızlanmaya başladı. Öğretmen” Ödevlere bakmayacağım, bugün okuma, konuşma yaparız, ileriki derslerde ödevler üstünde dururuz!” dedi. Arkasından Stück Sieben-Lesen sie-Sieben Nummer. Öğretmen bunu söyledi. Bir sessizlik çöktü. Sami Akıncı, İsmet Yanar, Mehmet Yücel güldüler, hepimiz sustuk İsmet uyardı, “7 numara!” dedi. Fettah kalktı, “Yedi numara benim!” dedi, oturdu. Öğretmen gene, Stück Sieben-Leasen sie. Fettah gülerek gene “Yedi numara benim!” dedi. Öğretmen başta olmak üzere hepimiz güldü. Sıra arkadaşı Sefer, eğilerek “Yedinci parçayı senin okumanı istiyorlar!” dedi. Fettahönce“Hıı? diyerek baktı. Sonra anladım, dedi, parçayı aradı, okumaya başladı. Parçada Kleider, Hinaus, Entschuldigen, Steuerschein, unterscheiben sözleri geçiyordu. Arkadaş bir süre baktı, Kle-ider, hina-us deyip, durdu: Birden, “Yaaa, ben bunları okuyamammm!” diyerek sustu. Hepimiz şaşırdık, dikkatle Öğretmene baktık.

Öğretmen “Okuyamamana şaşırmadım, belki de okusaydın şaşıracaktım. Çünkü, yabancı dil öğrenmeye yeni başlıyorsun. Bir yabancı dil öğrenmek büyük uğraşlar ister. Kısa zamanda öğrenilecek olsa, herkes birkaç dili konuşabilirdi. Yabancı dil öğrenmek zor olduğu için öğrenenler parmakla gösteriliyor. Bu nedenle okuyamayışına sen de benim gibi olağan bak, üzülme. Bu dersi biraz daha dikkatli dinlersen bir başka derste inanıyorum ki okuyacaksın. Gene yanlışların olacak ama, o yanlışları da bir sonraki derslerde öğreneceğine inanacaksın, güvenin giderek artacak. Böyle böyle bir gün bakacaksın ki önüne açılan parçaları rahatlıkla hem okuyacak hem de neler yazdığını anlayacaksın!”

Fettah önce renkten renge girmişti. Yavaş yavaş eski haline döndü biraz da gülümser gibi oldu. Öğretmen parçayı kendisi okudu. Ayrıca Mehmet Yücel’e, Sami Akıncı’ya da okuttu. Öğretmen ayrıca, Fettah arkadaşın “Okuyamam!” dediği sözcükleri tahtaya yazdı. Bu sözcüklerde bizim dilimizde kullanılmayan fakat Almanca’da sık sık geçen sch, ei, au, st, gibi birleşerek tek ses olan birleşik durumlar vardı. Bunları daha önce ayrı ayrı görmüştük ama böylesi üstüne düşmemiştik. Öğretmen, bu tür birleşmiş çok harfli sözcük seçmek için kitabı taramamızı söyledi. Geçmiş, gelecek parçalardan onar söz seçtik. Öğretmen Salih Baydemir’i tahtaya kaldırdı, her birimiz seçtiğimiz sözlerden bir tane yazdırdık. Bunları tekrar tekrar okuduk. das Gebaude, der Mitschuler, beschreiben, ausgezeichnet benzeri sözü Salih hep küçük harfle başlattı. Zil çalınca Öğretmen, tahtadaki yazıların silinmemesini söyleyerek çıktı. Arkadaşlar Fettah’ın etrafında toplandılar, birileri. “Öğretmenle “Yaaaa!” diyerek konuşulmaz!” dediler. Diğerleri ise “İyi ki öyle konuştun, yoksa biz bu derste öğrendiklerimizi kolay kolay öğrenemeyecektik!” dediler. Öğretmen gelince önce tahtaya baktı sonra Sami Akıncı’ya tahtadaki eksikliklerin düzeltilmesini istedi. Sami kitabı aldı, 29 sözcüğü de çabucacık buldu, yazıp oturdu. Bekir Temuçin parmak kaldırıp Öğretmene, “Salih Baydemir sözcük seçmediği için tahtaya 29 söz yazıldı!” dedi. Öğretmen güldü, “Olsun, biraz sonra onlar da azalacak!” dedi. Bu kez Bekir’e “Neden sözlerin bazıları büyük harfle, bazıları küçük harfle başlıyor?” diye sordu. Bekir, “Özel isim oldukları için!” deyince, parmaklar kalktı. Harun Özçelik yanıtladı. “Almanca’da adlar büyük yazılır!” Kitabın sonundaki sözcük sıralamasını açtık. Bu sıralamalara kitabı aldığım ilk günden beri bakıyordum. Bugün ilk kez sözcükler arasındaki ayırımı anladım, adlar kesinlikle artıkel alıyor. Aynı zamanda adlar büyük harflerle başlıyor. Yazım yanlışlığı yoksa Almanca’da adlar büyük yazılır. Ya da das, der, die almış sözler addır, büyük yazılması gerekir. Yan yana gelen seslilerin okunuşu zaman zaman değişiyor. Bunları daha ileri derslerde görecekmişiz. Gene bizim bir harfimiz yerine geçen çok sesliler de değişiyormuş. Bunları da ilerde daha iyi öğrenecekmişiz. Bu derste gerçekten Almanca’nın bazı özelliklerini daha iyi kavradım. Öğretmen “Auf Wiedersehen!” dediği zaman en çok bağıranlardan biri ben oldum “AUF WİEDERSEHEN!”

Öğretmen gidince İsmet bir öneride bulundu, Almanca dersini salı gününe aldıralım!” Bir çok arkadaş “Nedenmiş o?” diye bağırınca, İsmet, söyleyeceğini söylemekten caydı, “Salı günü Kırklareli’de Pazar kurulur da ondan!” dedi. Bu söze, hiçbir şakalaşmadan etkilenmeyen, yokmuş gibi kendini ayrı tutan Sami Akıncı bile kahkahalarla güldü. Ardından Mustafa Saatçi’ ya Uzunköprü pazarı için hangi dersi düşünelim?” diye sordu. Bu şaka Trakya pazarlarını ortaya getirdi. Pazartesi-Lüleburgaz, Salı-Kırklareli, Çarşamba-Babaeski, Perşembe-Tekirdağ, Cuma-Çorlu deyince Edirne grubu karşı durdu. “Olmaz, biz buna razı olmayız!” Yemek süresince Almanca dersi değil de dersin değişeceği gün için tartışma sürdü. En çok İsmet mutlu oldu, “Bir pazar fiti attım, dırlaşıp duruyorsunuz, durun bakalım, daha panayırlar da var!” Mehmet Yücel, İsmet’i bana şikayet etti; “Dayı şu İsmet’i sustur!”

Yemekten sonra inşaate indik. Hava serin ama açık. Bugün değilse bile yarın duvarlar bitecek, çatısı kalacak. Hani çatısı da bitecekti? “Kim demiş onu, çatısı bugün biter diye!” Kimse inanmıyor, “Siz kurulukta uyuklaşırken çatı biter mi? Çatı duvarların üstünde çakılarak tapılır. Durun bakalım, çatı en az ay sonunu bulur! Tartışma sürerken Öğretmenler geldi. Naci Öğretmen konuşmaları duymuş, duvarcılara bakarak, bize “Onların işi uzun, biz bekleriz onları. Biz çatıyı hazırladık ya, onlar ne zaman bitirirse gelir kondururuz. Biz yağmur çamur demeyiz, bir kaç saat içinde üstümüzü kapatırız!” Öğretmeni dinleyenlerden Mehmet Aygün, “Öğretmenim siz şaka mı ediyorsunuz? Koskoca çatıyı bir iki saatte nasıl yapacaksınız?” Öğretmen 4 Mehmet’i çalıştığımız yere çağırdı kesilen konçları, kolonları gösterdi. “Bunları, üst üste koyup çakacağız!” deyince arkadaş inandı, gitti öteki arkadaşlarına anlattı. Tüm arkadaşlar gelip kestiklerimize baktılar. Öteki Öğretmenler de gelince iş başı yapıldı. İşbaşı olunca konuşma yok. Naci Öğretmen benim dünkü hesabımı beğendi ama bana “Senin hesapta tolerans yok!” dedi. “Tolerans?” “Yani bozulacak, kısa kesilmiş olabilecekleri hesaba katmıyorsun!” Ben kendimi savundum: Onları şimdi keseceğimize, gereksinim çıkınca keselim!” Öğretmen: “Ben şimdi keselim, demiyorum ama kesecek sayıda kerestemiz olmalı!”

Kaldığımız yerden başladık. Bugün nöbetleşe yaptık, arkadaş değiştirdik. Paydostan önce atölye işimizi bitirdik. Kullandığımız araçları topladık. Keser, çekiç, çivileri boy boy ayırdık. Dört boy çivi ayırışımıza önce şaşmıştım. Öğretmen anlattı. Kiremit altlarına çivi sıralanacak, kiremitler bunlara bağlanacak. 2 cm’lik kuşaklar az daha büyük çivilerle, dörtlük ara latalar daha büyük çivilerle 10’lukların başları büyük çivilerle. Köydeki bizim ustaları anımsadım, hepsini aynı çivilerle çakarlardı. Bu nedenle, çitaları çakarken tahtalar zedelenir, kimi zamanda kalın ağaçlara kısa gelen çivilerden gerekli gereksiz yerlere çivi çakılır ağaçlar zedelenirdi. Duvarların önünden geçerken baktık, sahiden duvarlar bitmek üzere. Bizim yaptıklarımızla övünüyoruz ama, onların yaptıkları daha çok önemli gelmeye başladı. Arkadaşlar, “Onlar kalabalık!” diyor. Kalabalık, çok kez işleri engellerse de burada Öğretmenlerin denetimi altında arkadaşlarımız iyi çalışıyorlar. Aramızda sözleştik, “Siz biz davası yapmayacağız, elbirliği ile yapıyoruz. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var!” 68 elin ise “Top gibi gürlemesi var!” Kim dediyse bunu, biz de beğendik.

Dersliğe dönünce arkadaşların ilgisi yarınki ders Öğretmenlerinde, “Acaba gelecekler mi?” Hasan Üner, Fikret Madaralı Öğretmenle, Sami Akıncı da Sabit Soysal Öğretmenle konuşmuş, buradalarmış. O zaman yarın coğrafya dersi var. Tarım dersi inşaat bitene dek yokmuş. Coğrafya çalışacağım. Dünkü Almanca dersini düşündüm. Ne güzel anladım! Böyle yöntemler de varmış. Aynı kitap elimde, bakıp bakıp yılgınlaşıyorum. Halbuki beni zorlayan soruların yanıtları arka sayfalarda var. Halil Basutçu onlar için, “Onlar arkalarda uykuda, biz gidip onları uyandıramıyoruz!” diyor. Akşam yemeğinde Sabit Soysal Öğretmen vardı. Galiba nöbetçi, başka Öğretmen olmadığına göre nöbetçi odur. Ben verdiğim karara uydum coğrafya çalışıyorum. Halil bana takıldı, “Kurnaz, coğrafya Öğretmeninin nöbetçi olduğunu anladın, gelirse çalıştığını görsün, diye coğrafya kitabını açtın!” diyor. “Böyle bile yapsam bu yanlış mıdır? Öğretmen, benim çalıştığıma inansa, bana güven duysa bu iyi olmaz mı? “Arkadaş, “İyi olur ama herkes bunu yapmıyor işte. O olmadan da çalışmak en iyisi!” Güldüm, “Ben yarınki ders için kitap açtım, nöbetçi Öğretmeni Ahmet Gürsel olsaydı, ben de matematik kitabını açıp baksaydım haklı olurdun. Oysa yarın coğrafya dersi var. Bu nedenle ben Öğretmen için değil dersim için çalışıyorum. Üstelik Öğretmenin gözüne girmek de isterim. Öğrenciler çalışarak Öğretmenlerin gözüne girseler bence bundan daha güzel bir anlaşma olmaz. Öğretmen öğrencinin çalıştığına inanıyorsa, sınavlarda çok sıkıştırmaz. Belki sınav bile yapmaz. “Bu öğrenci gelecek sınıfa layıktır, der not verir!”

Arkadaş tartışmayı uzatmak istemedi. Zaten zil de çalmıştı. Öğretmen gelmedi. Ancak ben arkadaşı benimle yatakhaneye hızla gelmeye zorladım. O arkalarda bir köşede yatıyor. Yakup Tanrıkulu’ya yakın. Sigara kokmuyor mu diye sordum. Arkadaş, “Kesinlikle hayır!” dedi. Arkasından da kendisinin sigara sevmediğini, kokusunu çok uzaklardan aldığını, Yakup içse bunu duymuş olacağını, söyledi. Şaştım. Halil devamla, “Belki birkaç kez almıştır. Bunu bilenler sürekli söylemektedir. Belki de okulda çekindiğinden kesinlikle bırakmıştır. Emrullah için de söylediler ama, Emrullah şimdi sigara içmiyor.” Arkadaşım iyilik sever, herkesi korur gibi bir durumda. Ne iyi. Ya içiyorlar da bir gün foyaları çıkarsa? Halil’in ne suçu var? diye kendime sordum; gözlerimi kapadım. Yakup’la Arif yanımdan geçtiler. Arif Yakup’a İnece’deki sevgilisini soruyordu. Yakup’un sevgilisi varmış. Merak ettim, “Yakup sevgilisiyle mektuplaşıyor mu? Nasıl haberleşiyor? Yoksa o da benim gibi kendi kendine kuruntu mu yapıyor?” A’yı da, C’yi de düşündüm. Hangisini rüyamda görürsem, ona döneceğim. Ne kadar sonra bilmem bir ses duydum, beni çağırıyorlar. Kalktım ayaklarımın ucuna basa basa aşağıya indim. Bizim arkadaşlardan birileri toplanmış, inşaatın önünde duruyor. Duvarları yıkacakmışız. “Neden?” diye önce sordum, arkasından bağırmaya başladım, “Neden yıkacakmışız? Onlar kendi aralarında konuşuyorlar. Birisi:” Bunu neden çağırdınız, bu mızıkçının biridir. Şimdi de yıkmamıza engel olmaya kalkıyor. Bakıyorum böyle söyleyen bizden değil düpedüz yabancı. Bu kez ben ona:” Sen benim arkadaşım değilsin, bu duvarda da sen çalışmıyorsun!” Ben böyle söyleyince hepsi arkalarına bakarak kaçıyorlar. Kaçarken de “Biz seni kandırdık, duvarı biz yıktık, senin yıktığını söyleyip suçu da senin üstüne atacağız. Duvara dikkatle bakıyorum, yıkılan bir tarafı yok. Seviniyorum, ayaklarımın ucuna basarak yatağa girmeyi düşünüyorum. “Kimse duymamalı, bir şey olmamışçasına herkes uykusunu uyumalı!” sevincin bir anda uçuyor, Açık bıraktığım yatakhane kapısı kapalı. Hem de kilitli. Açamayacağımı anlayınca oturup birinin açması bekliyorum. Sonunda da:” Orada kimse yok mu? “diye bağırıyorum. Bağırıyorum ama ne dediğimi ben de anlayamıyorum. Daha doğrusu çocukluğumda kimi zaman yaptığım gibi bağırma denemesi yapıyorum. Gelen giden olmayınca bu kez anlaşılır gibi bağırmayı deniyorum. Ben bağırırken biri ansızın omzuma dokundu. “Çok şükür, birine duyurdum!” diye sevinirken Hilmi Altınsoy, “Ağabey, korkulu rüya gördün galiba, deminden beri çırpınıp duruyorsun!” dedi. Şaşkınlıkla etrafıma bakındım, yatağımdayım. Yatakhane kapısı ise tam karşımda, her zaman olduğu gibi ardına kadar açık. Arkadaşlar uykuda. Toparlanıp yattım. Bir süre gördüğüm rüyayı tamı tamına anımsamaya çalıştım. Konuştuğum kimseyi arkadaşlardan birine benzetmeye çalıştım, hiç kimse ile bir yakınlık kuramadım. Gene uyumuşum.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ