Büyük Umutlarla Beklenen Köy Enstitüleri Dergisi Üzerine Çıkan İlk Tartışmalar
2 Ocak 1945 Salı
Öğrenci başkanımız Hüseyin Atmaca, bir çok işleri beceriyle yürütür. Bununla da zaman zaman övünür. Ancak türlü işlerini bir yana bırakır en çok Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin asistanı oluşunu öne çıkarır. Çıkan dergide Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin dersiyle hiç ilgisi olmayan yazısı çıkınca takılanlar oldu:
-Başkan, yanlış kişinin asistanısın, Tarımcı doç. Celâl Tarıman asistan arıyormuş! Haberin olsun! Hüseyin Atmaca şakacı, sordu:
-Benden ne bekliyordunuz? Arkadaşlar bilir, ben ortaokul 3. Sınıfı terk edip Kızılçullu Köy Öğretmen okuluna geldim. Ortaokul 3. Sınıf bir yana köyde tarım işlerini yürütüyordum. Okula girdiğimde arkadaşlarım bilir, iş derslerine en çok ben uyum sağlamıştım. Ben aynı zamanda sınıfın en yaşlısıydım. Atatürk’le arkadaşları Samsun’a çıkınca doğduğumu bilmeyen yoktur. O nedenle ben önce tarımcıyım sonra da edebiyatçı. Gelecek sayılarda o tarafımı göreceksiniz, azıcık sabredin.1919 yılından söz edince Celâl Sahir Erozan’ın ünlü şirinden dizeler okundu. Atmaca’nın yaşı hesaplandı. Atmaca 25 yaşında! Onun sınıfında belki daha yaşlıları var ama sustuklarından Hüseyin Atmaca hem başkan hem de en yaşlı ilân edildi. Konuşmalar sürerken kalkıp giyindim, ceplerimi karıştırırken Md. Yardımcısı Tahir Erdem’in bana gönderdiği kağıt elime geçti; bir takvim yaprağı. Tahir Erdem okulun para işlerini yürütüyor. Yazın birlikte çalıştığımızı bildiği Hasan Çakı Efe’ye alacağı olan parayı gönderecekmiş, adresini doğrulamam için nöbetçi öğrenciye üstünde adım yazığı bir takvim yaprağı göndermişti. Takvimde Rumi yıl da yazılıydı. 1945 yanında 1361. Konu tam değiştirilirken ben:
-Ne var yani 25 yaşında olmak insana ne kazandırır? Ben de 25 yaşındayım! Konuşanlar bir an sustu. Hüseyin Atmaca:
-Şaka ediyor, o benden bir yaş küçüktür. O öyle demesine karşın direttim:
-Takvimler ortada, geçerli tarih olarak 1336 tarihinde doğdum. İsterseniz duvardaki takvime bakın bu yıl 1361 yılı içindeyiz. Bu tarihleri bir birinden çıkarırsanız doğruyu öğrenirsiniz. Konuşanlar hep sustu. Hüseyin Atmaca bana:
-Kepirli, oyun bozanlık ediyorsun, kelime oyunlarını bırak !Ben de 1335 doğumluyum. Senin hesabına göre de 26 yaşımdayım. Cahilleri kandırma! deyip yürüdü. Atmaca gidince bir tartışma başladı. Eski takvim, yeni takvim.3. sınıflar içinde Askerlik Şubelerine gidenler var, onlar öğrenmişler. Açıklayanlar oldu. Ne var ki benim şakam çok önemli bir konuya kapı akmıştı.
Kahvaltıya oturunca arkadaşlar sorular sordu:
-Sen ondan bir yıl sonra doğduğuna göre kendini onunla nasıl yaşıt sayıyorsun? Arkadaşların hepsi Rumi takvime göre nüfusa geçirilmiş ama, okulda kendilerine Miladi doğumları söylendiğinden eskiyi unutmuşlar. Hele ay takvimi, güneş takvimi farkı üstünde hiç durmamışlar. Aynı zamanda takvim başlarından dolayı yıl farkları olduğu üstün hiç mi hiç bilgileri yok, bir süre bunu konuştuk. Beş yıl aynı sınıflarda, hatta aynı sırada oturduğumuz Abdullah Erçetin’le Kadir Pekgöz’ün susmaları arkadaşlar gibi beni de şaşırttı. Oysa bu olayı Fikret Madaralı Öğretmen Celâl Sahir Erozan’ın şiirini okurken bir 1919-1335 karşılaştırması yapmıştı. Daha sonraları bu konu tarih dersinde açılmış, Selçuk Korol Öğretmen etraflıca anlatmıştı. Hem de salt Milâdî, Rumî değil Hicrî takvimi de örnekler vererek kavratmıştı. Bu konuşmalardan sonra özellikle karşılaştığım Saatli Maarif Takvim yapraklarında bu tarihleri izlerdim.
Saatli Maarif Takvimi
Sabahattin Öğretmen gülümseyerek geldi. ”Günaydın!” dedikten sonra:
-Bir çok arkadaş, Yılbaşı süresini uzattı sanırım, ben de uzatabilirdim ama uzatmadım, geldim. Bir yıl birlikte olacağımız süreci günü gününe yaşamayı yeğledim. Umarım sizler bunun zıddını beklemiyordunuz! Deyip yüzlerimize baktı. Veli Demiröz, Hasan Özden, Mehmet Toydemir, Sabri Taşkın, daha bir kaç arkadaş parmak kaldırdı. Öğretmen Veli Demiröz’e söz verdi. Veli Demiröz, hepimize tercüman olacak düzgünlükte konuşarak öğretmenin beklediği karşılığı verdi. Sabahattin Öğretmen:
-Bundan farklı bir beklenti duygusuna hiç bir zaman kapılmadığını söyledikten sonra öteki arkadaşlara sordu:
-Sizler, arkadaşınızdan farklı konuşmayacaksanız ben, bugünkü çalışmamız üstüne bir kaç söz söyleyeceğim! deyince arkadaşlar ellerini indirdiler. Sabahattin Öğretmen bu kez:
-En katıksız öğretmen Kitaptır! derler. Buradaki katıksızlık, sanırım başkalarının sözlerini araya katmayan anlamında söylenmektedir. Biz de bugün bu en katıksız öğretmenin dersini dinleyelim. Ben bu denemeyi başka bir okulda denedim, öğrenciler çok hoşnut kalmıştı. Bakalım siz ayni fikirde olacak mısınız! Öğretmen bundan sonra hepimizin bir kitap almamızı söyledi. Arkadaşlar birden kalkınca öğretmen kitaplık dolaplarını göstererek bir sıra oluşturulmasını önerdi. Çoğunluk oturunca düzen sağlandı. Ancak, ilk algılama giderek değişerek fısıltılar başladı:
-Alınan kitapları arada değişme! Öğretmen uyarıda bulundu:
-Bu çalışmamış bu derste bitecek değil, o nedenle dilediğiniz zaman kitap değiştirebilirsiniz? Olay biraz daha açıklanmış olunca Şükrü Koç, tam da kitaplık dolabının önünde oturuyordu,
“İsteyene kitap uzatabilirim! dedi. Öğretmen de gülümseyerek:
-Yardımcı ol! Deyince bir süre kitap adları ortalıkta dolaştı.
Kitaplıkta, tüm dolaplar Milli Eğitim Bakanlığı, Tercüme Bürosu Klâsik çevirileriyle doluydu. Hemen hemen herkes daha önce bir kaç kitap okumasa bile karıştırmıştı. Sözgelimi bizim bölümdeki arkadaşlar Yunan Klâsiklerinden Aiskkhilos, Sophokles, Euripides, Aristophanes çevirilerini Tiyatro derslerimizde, Eflatun’un, Sokrates’in savunmasını Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin dersinde okumuştuk. Böylece istenen seçimi çoğumuz rahatça yapmıştık. Sanırım bir iki arkadaşta bocalama oldu. Sabahattin Öğretmen aralarda gezinirken kısa bir açıklama yaptı:
-Kitap seçmek herhangi bir koşula bağlı değil, başka kitap ya da kitap üstüne yoğunlaşmış görüşleri içeren kitaplar da olabilir. Bunu duyunca geçen yıldan beri ilgimi çeken Varlık Dergisi’ndeki Şinasi Özden’in ünlü kimselerle yaptığı konuşmaları anımsadım. Onları topluca okuyup bir ortak noktada toplasam! Türünden bir öneride bulunmayı tasarladım. Ancak sormaktan da çekindim. Gene de zaman zaman sormayı düşlerken öğretmen sezmiş olacak:
-Bir sorun mu var? deyip bana bakınca, cesaretlenerek sordum. Zaten daha önce Sabahattin Öğretmen’in verdiği cevaplar üstünde konuşmuştuk. Sabahattin Öğretmen gülümseyerek:
-Ne iyi ettim de sordum, belki sen söyleyemeyecektin, iyi düşünmüşsün, o yazı dizisine bir çok arkadaş katılmıştı. Şinasi de kitabını bir türlü çıkaramadı. Verilen cevapların çoğunu ben de okuyamamıştım. Bari bulduklarını özetle de üstünde konuşalım.
Sevinerek Varlık Dergilerini alıp karıştırmaya başladım. Daha önce bu dergileri çok karıştırdığımdan neredeyse hangi sayılarda kimlerin bulunduğunu söylemeye kalkışacak denli olayı benimsedim. Ders bitmek üzereyken Sabahattin Öğretmen:
-Yeni Yılımızın ilk dersinde isterseniz bir değişiklik yapalım, arkadaşım Yunus Kazım gelemedi, onun saatlerinde çalışmamızı sürdürelim! Sessizlik bozulmadan sürdü. Bu kez Sabahattin Öğretmen:
-Kısa bir mola verelim mi diye sordu. Arkasında da.
-İsterseniz buna “Sigara Molası!” diyelim; bizim Tercüme Bürosunda çalışanlar bu deyimi sık sık kullanırlar. Arkadaşlardan bir kaçı birden:
-Aramızda sigara tiryakisi yok! dedi. Arkadaşların Sakallı Ahmet dedikleri Ahmet Özkan:
-Sigara içmeyi yalan söylemekten daha kötü saymadığımdan açıklayabilirim, ben sigara içiyorum. Ancak derste ya da ders çalışırken bu aklıma bile gelmez! deyince Sabahattin Öğretmen teşekkür etti. Kendisinin de ara sıra sigara içtiğini, ancak bunun aşırısına gitmediği gibi aşırısına da taraftar olmadığını anlattı. Arkasından da tutkuların insanlara zararları oluyor, özellikle içki düşkünleri, bile bile ömürlerini kısaltıyor! dedi. On dakika aradan sonra çalışmamızı sürdürdük. Ben, Kemal Suut Yetkin, Behçet Kemal Çağlar, Agah Sırrı Levent, Peyami Safa, Hasan Ali Yücel, Hüseyin Cahit Yalçın, Yunus Kazım Köni, Necmettin Halil Onan, Kemalettin Kamu,Prof.Fuat Köprülü ile Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin konuşmalarını buldum. Öğretmen yanıma gelip baktı; on bir yazarın adını görünce:
-Bunlar da yeter, ben hariç;hepsi değerli yazarlar, şairler; bunların görüşlerinden de bir sonuç çıkarabiliriz. Bence sayıları daha fazla çoğaltma! deyince orada kestim. Herkese aynı sorulduğundan soruları ortak olarak yazdım.
Sabahattin Öğretmen, derste ara vermesine karşın son saati kısa kesti:
-Birden bire uzun konferans şekline dökmeyelim, bunu yapan fakülteler var. Onların doğru yapıp yapmadığını kestiremiyoruz. Bu konu dünyada tartışma konusu. Bizim bu konuda bir iddiamız yok! deyip ayrıldı.
Öğretmen çıkınca bir süre kendi aramızda grup grup konuşmalar, tartışmalar oldu. Öğretmen, bizim fakülte sayılmadığımızı. ima etti! diyenler olduğu gibi buna karşı duranlar da oldu:
-Öğretmenimiz, bu tür kapalı konuşanlardan değildir. Ne demek “ima!” etmek? İma da biraz alay olur, ”Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen bunu yapacak iki yüzlülerden değildir!” türü savunmalar yapıldı. Bu savunmalara, sözle karışmadım ama gönülden katıldım. Savunanların da çoğu, kendileriyle pek sık konuşmamama karşın uzaktan uzağa izlenimlerimden ağırbaşlı olduklarını bildiğim arkadaşlardı:
-Mustafa Yüksel, Mustafa Aydoğan, Mustafa Parlar, Süleyman Karagöz, Kemal Güngör, Mustafa Top, Niyazi Başkaya, Kemal Kızılelma.....
*
Yemekte genellikle Sabahattin Öğretmenin yumuşak tavırları üzerinde duruldu. Okul Müdürü olsa, o zaman da böyle davranıp davranmayacağı soruldu. Derken, konuşmalar bizim okula nasıl bir yönetici yakışır sorusu soruldu. İbrahim Şen, Emin Soysal’ı önerdi. Kızılçullu grubundan kimse karşı çıkmayınca ben, şimdilerde bile tehlikeli olan Kızılçullu-Çifteler çekişmelerinin daha da artacağını öne sürerek karşı çıktım. Bu kez de bana soruldu:
-Okul Müdürü sence kim olmalı? Sorusuna verdiğim cevap.
-Bence Yüksek Köy Enstitüsü’nü de içine alacak Bir Köy Enstitüsüne ortak okul müdürü, Kepirtepe kurucu Müdürü Nejat İdil olmalıdır. Ben öyle deyince arkadaşlar güldüler. Ekrem Bilgin:
-O zaman sormaya gerek yok, herkes sevdiğini buraya Müdür yapsın! Ekrem’e bakarak konuştum ama tüm arkadaşlara anlattım:
-Biz burada şaka gibi konuşuyoruz. Ancak gerçekte olması gereken bir takım özellikleri de konuşabiliriz. Bir okul müdüründe olması gereken özellikleri niçin konuşmayalım? Amerikalı yazar Dale Carnegie’nin kitaplarını anımsattım, adam başarılı olmak için neler yapılması gerektiğini bir bir anlatıyor. Biz neden benzer düşünceleri üretmeyelim?
Nihat Şengül:
-Arkadaş, anladığım kadarıyla sen bu konuda bir hayli kafa yormuşsun. Doğrusunu istersen ben bunu hiç düşünmemiştim. Bu konuda düşündüklerini bize anlat, biz de bir fikir edinirsek düşüncelerimizi ekleriz. Arkadaşlar bana bakınca anlattım:
-Nejat İdil’in Müdür olarak tavırlarında ders öğretmenlerinden hiç bir farkı yoktu. Oysa o müdür, ötekiler onun emrinde çalışan öğretmenlerdi. İlk öğretmen evlerini yaptığımızda bir gün, bitirmek üzere olduğumuz ilk eve onun oturacağını düşünerek bahçe kapısı üstüne bir soru sorduğumuzda gülerek:
-Neden bana soruyorsunuz, nasıl uygunsa öyle yapın! deyince ben:
-Siz oturacaksınız, ilk evi size yapıyoruz! demiştim. Müdür bey ,duraksayıp yüzüme baktı:
-Bak hele, siz çalışırken bunları mı düşünüyorsunuz? Çok teşekkür ederim, bunu ben de isterim ama çoluk çocuk sahibi öğretmenlerimiz var, Salih Ziya Öğretmen iki çocuğu ile Lüleburgaz’da otururken ben gelip bu evde oturamam. Otursam da içim rahat etmez. Bu nedenle siz evleri bitirin, taksimini bize bırakın; biz aramızda onları gölümüzce paylaşırız! demişti.
1938 kasım ayında okula girdik, ilk değilse bile 2. ayın başında öğrenci giysilerimiz terzilere diktirildi. Dikkatle ölçü almalarına karşın kimi arkadaşların giysileri uymamıştı. Okul Müdürümüz dersliğimize gelip bizzat kendisi gözden geçirdi. İlk hevesle ne verseler giyecek durumdaydım, tek isteğim köyden getirdiğim şayaklardan (Elde dokuma, kalın dolaptan geçme kumaş) kurtulmaktı. Müdürümüz beni gözden geçirdikten sonra sordu:
-Bir şikayetin var mı? “Var!” der miyim? Göğsümü gererek:
-“Yok!” diye yüksek sesle bağırmama karşın yanıma geldi, ceketin arkasından aşağıya çekti. Müdür Bey çekince yaka sırtıma doğru kaymış, Müdür Bey gülerek:
-Yok diyorsun ama, sen kendini görmüyorsun; benim gördüğümü yarın giyince herkes görecek, az sabret 2 gün içinde ceketin daha düzgün gene gelecek! deyip ceketimi terziye göndertmişti.
Arkadaşların sabırla dinlediklerini görünce Müdürümüz Nejat İdil’in özellikle, kişisel, insancıl, temiz, riyasız, iddiasız, öğrenciliğinden ,öğretmenliğinden, arkadaşlığından, büyükle büyük, küçükle küçük olabilen hoş görüsünden, kin tutmamasından, söz ettikten sonra, özellikle insan seçmesini, seçtiğine bağlılığı açısından Mustafa Güneri ile Hidayet Gülen Öğretmenleri örnek verdim.
Öğrenciliğinde başarılı tiyatro çalışmaları yapıyormuş, o tiyatro çalışmalarında kendisiyle başarılı oyunlar oynayan Hidayet Gülen Öğretmeni yıllar sonra salt temsil işlerini düzemesi düşüncesiyle Kepirtepe’ ye çağırmış. Hidayet Gülen bir ilkokul öğretmeni. Kepirtepe’ de Hazırlık sınıfını çalıştırdı.
O konuda fazla söze gerek yok, Hidayet Gülen Öğretmen şimdi Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde öğretmen, burada, öteki öğretmenlerden farklı neler yaptığı istenirse görebilir. Bir bölümünü ben de anlatabilirim; Karagöz oynatıyor. Benim uzaktan yakından tanıdığız bir çok Müzik Öğretmeninden daha güzel şarkı söylüyor, mandolin çalıyor. Aşık Veysel’le karşılıklı bağlama çalıyor. Çok özel bir resim-İş atölyesi var. Hasanoğlan Köy Enstitüsü resim-Yazı işleri onun elinden çıkmadır.!941 Yılında Hasanoğlan kurulurken okulla ilgili temel konularda o önayak olmuş, tabelaları o yazmıştır. Binalardaki yazılarla Hasanoğlan Köy Enstitüsü büyük levhası onun elinden çıkmadır. Şair tarafına hiç değinmek istemiyorum. Ayrıca çok güzel zeybek oynar. Onun Rıza Tevfik Zeybeği dediği bir zeybekle Sarı Zeybeği, Harmandalısı bizimkilerden farklı olmakla birlikte o, onları çok güzel oynar. İşte bu değerli insanın Hasanoğlan’da bulunması Nejat İdil’in arkadaşlık vefasının sonucudur. Mustafa Güneri’ye gelince, Müdürümüz Nejat İdil Mustafa Güneri’nin de arkadaşıdır. Bunu defalarca anlattım.!941 Yılında biz Kepirtepeliler, Hasanoğlan’a gelince Müdürümüz Nejat İdil’in Kepirtepe’ de kalmasına çok üzüldük. Bu üzüntümüzü,6/6/1941 günü bizimle konuşan Hasan Ali Yücel’e söylediğimiz gibi Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç’a da defalarca ilettik. Buna karşın Gölköy’den bize Mehmet Tuğrul’u Müdür olarak getirdiler. Hiç yöneticilik yapmamış olacak, Mehmet Tuğrul, ilk konuşmasında bizi incitti. Tüm öğrenciler kendisine karşı tavır alınca müdürlüğü bırakmak zorunda kaldı. İşte o sıkıntılı günlerde Mustafa Güneri, Nejat İdil’in arkadaşı olarak Güleç bir yüzle karşımıza çıktı. Müdürümüz Nejat İdil’le mektuplaşıyorlarmış, bize mektuplarını okudu. Tıpkı Nejat İdil gibi, 8 ay birlikte olduğumuz süreçte kimsenin onuru ile oynamadı, son olarak da bizi sağ-salim Kepirtepe’ ye götürüp Nejat İdil’e teslim etti. Mustafa Güneri, şimdilerde Hasanoğlan Köy Enstitüsü Sanatbaşı’ dır. Başarılı bir yönetici olduğu söylenmektedir. Yaz boyunca onunla konuştum, onu gördükçe kendimi 1941 yazına dönmüş gibi buldum, o günlerden hiç farkı yoktu, gene güleç yüzlü gene hep sevecen bakışlıydı, gene durmadan işleri kovuşturuyordu. Bir üçüncü örneğim de Isparta/Gönen Köy Enstitüsü Müdürü Ömer Uzgil. Ömer Uzgil, okulunu bitirince bir ortaokula atanmıştır. Kendisi daha önce tanıyan Nejat İdil, bizim okula çağırmış, geldi. Resim derslerimizle Almanca derslerimize girdi. Kısa bir zaman sonra da Md. Yardımcımız oldu. Öğretmenlerimizin en genci olduğu gibi en güzel giyineniydi. Alpullu’ da kaldığımız sürece sığındığımız bir ilkokulun zemin katına sıkıştırılmıştık. Bir yatacak yerimiz bir de dersliğimiz vardı. Okulumuzda 2 marangozluk, 2 de yapıcılık öğretmenimiz bulunuyordu.Bu yaratıcı insanlar bizleri incitmeden çalıştırıp hemen hemen tüm gereksinimlerimizi tamamlamıştık. Tuvatlerimizi; Lavabomuzu, Banyomuzu kısa zamanda tamamladık. Bu çalışmalarımızda bizi yalnız bırakmayan bir beşinci kişi Md. Yardımcımız Ömer Uzgil olmuştu. Çok şık giyiniyordu ama inşaata gelince kolları sıvayıp tuğla örüyordu. Marangozluk atölyesinde 3. Marangozluk öğretmenimiz olarak onu sayıyorduk. Lüleburgaz’da kaldığımızda bizim her bakımdan rehberimizdi. Ders yapmadığımız için salt işlerde çalışıyor, paydoslarda kendi kendimize kalıyorduk. İşte o zamanlar Ömer Uzgil Öğretmen gelir, kitap okumamızı önerir, voleybol oyunu kurar, satranç oyunlarımızı düzenlerdi.3803 sayılı yasa çıkınca Ömer Uzgil Öğretmen Isparta/Gönen Köy Enstitüsü’nün kurucu Müdürü oldu. Gönen Köy Enstitüsü’ne gittiğimizde hepimiz gördük, tertemiz bir okul, giyim kuşamı düzgün öğrenciler. Okul Müdürü, tıpkı 5 yıl önce Kepirtepe’ nin şık giyinen Ömer Uzgil’ idi. Gene Kravatlı, gene cebinde mendili duruyordu. Geçen yıl bizimle konuşma yaptığında da öyleydi. Giyim konusunda duyarlı olan Nihat Şengül güldü:
-Öyle olacak tabii, bizim Hamdi Kalas gibi olacak değil ya! Konuşmamı sürdürdüm:
-Ömer Uzgil, ilk mezunlarını buraya gönderdi, onlarla konuştum, hepsi müdürlerini çok seviyor....
Bu üç değerli insanı öne çıkarıp bize tanıtan Nejat İdil ise makamından indirilip adeta kovuldu. Tıpkı,(Onun kendi söylemine göre)Emin Soysal ya da Kayseri /Pazarören Köy Enstitüsü Müdürü Sabri Kolçak gibi....Buna karşın o, herhangi bir dırıltıya tenezzül etmedi....
Müdürümüz Nejat İdil bize Kızılçullu’ dan gelmişti, arkadaşlar anımsadılar. Özellikle tiyatro severliği ilgilerini çekti. Kızılçullu’ da da bu konuda girişimde bulunmuşmuş. Kepirtepe’ de bir girişim bulunup bulunmadığını kesin olarak bilmiyoruz ancak kimi konuşmalarda şöyle sözler söylediğini anımsıyorum. Örneğin, ara ara sinema için izin istediğimizde bize:
-Bir süre buna katlanacaksınız, ancak bir gün kendi sinemamızda gönlümüzce seçeceğimiz filmlerimi izleyeceğiz, o zaman da Lüleburgazlılar bize gelecekler, ya da Lüleburgaz Halkevi Sahnesine bir iki yıl daha muhtacız, en kısa zamanda kendi sahnemiz olacak, o zaman rahata kavuşacağız! derdi. Bir kez de Namık Ergin Öğretmen, Kepirtepe Köy Enstitüsü genel plânı tamamlanınca yol üstündeki büyük bina için:
-Müdür Beyin öteden beri bir plânı var, belki de orasını oyun, eğlence, dinlenme yeri için tasarlıyor! demişti. Bizim bölümün çalışmalarına neredeyse sırt çeviren, yaptığımız tüm başarılı çalışmaları görmezden gelen ara sıra değinmek zorunda kalınca da yarım ağızla geçiştiren Müdür Rauf İnan yerine Nejat İdil’i koyup, bizim bölüm ’ün gereksinimlerinin yapılacağını anlatınca arkadaşlar, sanki ben atayacakmışım gibi “Hadi şu işi yapıver!” dercesine yüzüme bakışlarını fırsat sayıp geçen yaz Hasan Ali Yücel’in bizim bölüm
için anlattıklarını tekrarladım. Özellikle Hasan Ali Yücel’in anlattıkları ile Nejat İdil’in Kepirtepe’ de geliştirmeyi tasarladığı salt tiyatro değil güzel sanatları içerecek ünite arasında benzerliği bağlaştırmaya çalıştım. Hasan Ali Yücel:
- Sizin bölümü, Okul projesine ben eklettim, bunu bilin! Bu bölüm olmadan buradan köye fazla bir şey gitmeyecekti. Tarımda yenilikleri iyi fena Ziraat kurumları, ziraat okulları, inşaat işlerinde Yapı-Usta okulları, ev aletleri, küçük sanat, ev-el işleri konusunda Kız-Erkek Sanat Okulları oldukça başarılı çalışmakta, halkımıza küçümsenmeyecek yenilikler götürmektedir. Peki, nerde güzel sanatlar? Asırlardır müzminleşmiş saray Müziği ki onu, Padişah 2. Abdülhamit bile Sarayından kovmuştu. Devletin radyolarından verilmeye çalışılan müziği, öteki gerçek güzel sanatları, kim anlatacak köylerde soranlara? Hiç değilse kahve radyolarının düğmeleri kapatılmadan konu, müzik, resim, tiyatro, sinema, uygar ülkelerin öteki çalışmalarından söz edildiğinde bir iki söz ekleyerek halka açıklayıp sevdirecek öğretmen nasıl yetişecekti? diye sormuştu. Hasan Ali Yücel ayrıca:
-Bir gün gelip sizlere bunu ayrıntılarıyla anlatacağım. Ben, o şikayetçi olduğum müzik içinde yetiştim, şarkı da yazdım. Ancak o benim çaresiz bir kişisel tercihimdi. Oysa sizler, kişisel tercihlerden sıyrılıp uygarlığa ulaştırılması gereken Türk Halkını yönlendirmek için görev üsleniyorsunuz, bu çok önemli bir görevdir; bunu tartışmalıyız! Bunu sizinle etraflıca konuşarak sizlerin bu konuda bana karşı güvenini pekiştireceğim? demişti. Sanıyorum, son sınıflar ayrılmadan, bir gün gelip bu konuyu konuşacaktır. Çünkü o gün benimle konuştuktan sonra grupça gelen Köy Enstitü Müdürlerine de aynı sözleri söylemiş, onlara da bu konuda sorular sormuştu. Hatta Samsun/Ladik Köy Enstitüsü Müdürü Enver Kartekin tanık olduğu bir olayı anlatmıştı:
Ara sıra uğradığı bir halk kahvesinde bir gün çevresindeki insanlarla konuşurken konuşmaları gölgeleyecek ölçüde bağır bağır alaturka şarkılar söylenirken insanların karşı tepelere ses gönderirce yüksek sesle konuşmasına karşın hiç kimse kahveciden radyoyu biraz kısması için bir istekte bulunmamış. Ancak o program bitince çok sakin, ritmik bir müzik başlamış, arkasından da programın adı verilmiş: Saksofonist Nihat Esengin, (*) programına başlıyor! Bu denir denmez, deminden beri karşı peykede oyun oynayanlar birden bağırmışlar:
-Kapatın şu zırıltıyı, kafamızı ütülemesin!
Hasan Ali Yücel, yüksek sesle güldükten sonra:
-İşte arkadaşlar, bu ütülenmekten korkanlar, hakikatte anasından doğunca daha kafaları ütülenmeye başlıyor. Bu ütülenmiş kafalarla cebelleşecek öğretmeni yetiştirmek bizim asli görevimiz. Bu amaçla çıktığımız yolda duraksama yapmayacağız, yapmamalıyız da! İşin en zor tarafı da bizim için bu işte. Bunun için de önce Güzel Sanatlara inanan elemanları yetiştirmeliyiz. İnanmış kimseler her alanda önce kendi nefsini korur. Buna bir de görev duygusu eklenince, başarı yolları açılır! Benim kesin düşüncem budur, yanıldığımı da hiç aklımdan geçirmiyorum.
Ben bunları anlatınca arkadaşlar Bölüm Başkanımızın konuşmaları anımsadılar. Konserleri izlememin yararlarını anlatırken sık sık Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün hemen hemen her konsere geliş nedenlerini müzik sevgisi olduğu kadar Türk Halkı’nın dikkatini çekmek olduğunu. Atatürk’ün de Konservatuvar açtırmakla birlikte Avrupa’dan ünlü sanatçıların getirilip Türk gençlerine örneklik etmelerin istemesini buna bağlıyordu. Bunlar arasında da Milli Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel’in her konserde Cumhurbaşkanı gibi hazır bulunduğuna tanık olduğumuzu anımsadık. Bu arada anımsadığım bir olayı da tekrarladım:
-Geçen Cumhuriyet Bayramında İzmir’den gelen Lise İzcileri’ ne törenden sonra Halkevinde Satılmış Nişanlı Operası özel olarak gösterilmişti. Hüseyin Çakar’la ben de davetliydim. Bir ara liseliler Satılmış Nişanlı oynanırken yüksek seslerle konuştular. O zaman Bakanımız Hasan Ali Yücel’in bakan olarak değil bir öğretmen yumuşaklığı ile liselilere opera hakkında bilgi vermesi dinlemeye değerdi.
*
Arkadaşlardan ayrılınca Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin ödevine başladım.
Şinasi Özden’in Edebiyatçılara sorduğu sorular:
Edebi Anketimiz:
-Millî edebiyat tâbiri, son günlerde ticarî endişelerle çıkarılan kitapların üzerinde kullanılan bir klişe olmakta devam ediyor. Edebiyatımızda böyle bir vasfa ve tefrike lüzum var mıdır?
Ve bu tâbir (*) sizce hangi şartlardan doğmuştur?
-- Sizce sanatçı, kendisini sanat dışı bir teze, bir davaya kaptırıp ta, sanatını bu fikrin emrine vermeli mi, yoksa mücerret bir halde, sanatın müstakil havasında çile mi çekmeli?
-Tercüme faaliyetlerini nasıl karşılıyorsunuz?
-Hümanizmadan ne anlıyorsunuz? Daha doğrusu, herkesin türlü türlü manalar verdiği bu tâbirden sizce ne anlamak lâzımdır?
-Şekil meselesi... Sanatta şekle taraftar mısınız?
-Genç sanat neslinin faaliyetlerini ve arayışlarınız nasıl buluyorsunuz?
-Genç nesil arasından bir kaç isim sayabilir misiniz?
(*)Tabir-Deyim...
Genç şair Şinasi Özden’in, hiç değilse Osmanlıca-Türkçe Cep Kılavuzuna bakmasını beklerdim, üzüldüm. Osmanlıca’ da da doğrusu ta’bir! olarak yazılır. Şinasi Özden için düşündüklerimi arkadaşlara çevirdim. Elimde gördüğü Varlık Dergisi’ni için:-Varlık Mecmuasını ara sıra ben de okurum! diyenler oluyor. Kapağında Varlık Dergisi yazarken ona mecmua demenin çarpıklığını da ben anlamıyorum. Bunlardan birine sordum:
- Dergiye neden Mecmua diyorsun? ”Alıştık bir kere!” İşte buna da ben alışamıyorum; Varlık Dergisi, okunuyorsa o Varlık Dergisi’dir, sen onu neden mecmuaya çeviriyorsun? Bu vurdumduymazlığı yapmamağa alışsana! diyesim geliyor. Bunu dediklerim de oluyor.
Bunu Rahim Ünüvar’a söylediğimde “Alışmışık bi kere!” demişti. Alışmışız değil, alışmışık, bir kere değil bi kere! Nesini düzelteceksin? En yakın arkadaşım Halil Dere sık sık “Talebe Milleti!” diyor. Oysa konuşmalarında hep öğrenci der. O da alıştığı deyimden geçemiyor.
Yanlışını bile bile düzeltmemek bir alışkanlık olur mu? Belki de onlara göre o da bir alışkanlık!
Köydekileri anımsadım, kendi adlarının doğrusunu duydukları olur, zaman zaman da buna gülerler:
-Onun doğru olduğunu kim söylemiş? Ya o yanlışsa? Kızın adı Fatma, okula gidiyor. Öğretmeni bu adı tekrar tekrar söyletir. Çocuk buna alışmıştır. Arkadaşları da Fatma diye çağırır. Ne var ki Fatma’nın ailesindeki büyükler bunlara kulaklarını tıkayıp “Fatme!” demekte diretirler. Zeliha olur Zalle, Hanife olur Anfe.Hatice olur atçe,(H, Trakyalıların tümden dışladığı harftir)Hasan olur Asan, Hüseyin olur Üseyin,Mahmut olur Mamut,İbrahim olur İbram kimi kez de İrbam ,Rıza olur Irza kimi de Irıza. Okula ilk geldiğimiz yıl, Fikret Madaralı Öğretmen bu konuda bizimle de bir süre uğraşmıştı. Hasan, paltosunu askıya astı, cümlesini; Asan, paltosunu haskıya hastı! şekline dönüştüren arkadaşımız olmuştu. Bütün sebzelerin adlarını defalarca yazmıştık. Karpuz, karpız-kavun, kavın-armut,armıt-fasulye,fasille-gömlek,göynek-yemek,yimek-yürümek,yörümek-geleceğim,gelcem-gideceğim,gitçem-yedi,yidim.Bunları düşünürken, kendimin de bunları sonradan düzelttiğimi anımsayıp, güldüm. Ancak ben bu işe ilkokul 4. Sınıfta başlamıştım. Kendisi de bir köylü çocuğu olan öğretmenim Ahmet Korkut bu konuda çok titizdi. Onu saygıyla adım.
Ünlü Saksofonist Nihat Esengin
(*) Nihat Esengin, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası kıdemli sanatçılarından biri. Cumhurbaşkanlığı Orkestra üyelerinin son yükselme basamağı(Barem) 80 olduğu süreçte kendisiyle konuşmuştum. Nihat Esengin kendisinin,70 barem basamağında olduğunu, emekliliğini beklediğini söylemişti. Salt saksofon değil, öteki üflemeli çalgıları da çalıyordu. Radyo programını da gençlere saksofonu sevdirmek için yaptığını anlatmıştı.
*
Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin kitap ödevini tüm arkadaşlar önemsemiş durumda, herkesin elinde bir kitap. Bizim bölümdekiler Sofokles’ in üç kitabını bir türlü paylaşamıyorlar. Kral Oidipus’ u üç, Antigone ile Oidipus Kolonos’ ta’ yı ikişer kişi seçmiş. Hemşerim Kadir Pekgöz’le Abdullah Erçetin ufuldanıp duruyorlar. Onlara ,Titus Macciusa Plautus’tan Çömlek’i önerdim. Kadir, şaka ettiğimi söyleyip isteğinden geri döndü. Abdullah ise benim okuyup okumadığımı sordu. Son derste öğretmenle konuştuğum Plautus’un kitapları arasında onun da olduğunu anımsatınca yardım etmem koşuluyla razı oldu. Abdullah’ın Çömlek’i seçtiğini görünce işin ciddi olduğuna inanan Kadir geri dönüş yaparak, özür dileyince ona da Aiskhilos’ tan Agamemnon’ u önerdim. Mahir Canova Öğretme de Agamemnon’ dan söz etmişti. Kadir, sanırım onu da anımsayınca Agamennon’a razı oldu. Bizi dinleyen öteki arkadaşlardan Nihat Şengül, Kamil Yıldırım, Halil Yıldırım bana takıldı:
-Bize de birer kitap seç! Ancak seçeceğin kitaplar Tiyatro türü olsun! Kamil Yıldırım’a hemen Edmond Rostand’dan Cyreno de Bergerag’ını önerdim. Ancak kitap Klâsikler dizisinden değildir. Bizim kitaplıkta da yoktur. Milli Eğitim Bakanlığı Kitaplığında belki bulunabilir. Bunu söyleyince arkadaşlar hemen “Ohoo!” dediler. O zaman ben de bir “Ohoooo!” çektim. Ne demişler:
-Armut piş, ağzıma düş!”
Gene de arkadaşlara kolay tarafından birer ad verdim. Nihat için Faruk Nafiz Çamlıbel’in Akın piyesini, Halil Yıldırım’a da Reşat Nuri Güntekin’in İstiklâl Piyesi’ni önerdim.
Yemekte de kitap konuştuk. Yemekten sonra da hep birlikte Büyük Salona gittik. Arkadaşların bir bölümümün ellerinde kitaplar var. Ancak konuşmalar kitap üstüne değil savaş ya da savaş sonrası Avrupa kıtasında kurulacak devletler üzerine. Genellikle, Almanya’nın geleceği ilgi konusu...Almanya savaşı kaybederse bu kez 19.Y.Yıl öncesi gibi küçük devletlere bölünür, bir daha da toparlanıp savaşa kalkışamaz!
Bir süredir gazetelere bakmamıştım, yoksa Almanya, gerçekten yeniliyor mu? Yenilir de Rusya ile Fransa arasında bölünür mü? Amerika Birleşik Devletleri’nin gelip Almanya’dan toprak alacağını düşünmüyorum. İngiltere belki Fransa’nın önünü kesmek için bir miktar toprak alabilir. Napolyon filmini anımsadım, o da yendi yendi sonunda yenildi. Hitler, Napolyon gibi bir adaya sürülür mü? Bir adada yaşamak(!) Robenson Crusoe bunu yapmıştı ama o bir roman kahramanıydı, Daniel Defoe onu var etmişti. O tür bir yaşam gerçek olur mu? Napolyon, onca debdebeli yaşamdan sonra o ıssız adada nasıl yaşadı? Hem de az değil 5 yıl.!5 yıllık görkemli bir saltanattan sonra 5 yıl ıssız bir adada tutuklu yaşa(!)Napolyon o günlerini yazdıysa bulup okumak isterim. Bizim tarihimizde de böyle acıklı olaylar var. Yıldırım Bayazıt, Timur’un tutulusu olarak bir yıla yakın onun yanında demir kafes içinde gezdirilmiş. Hadi o savaş kaybetti, ya bizim padişahımız Deli İbrahim 8 yıl Padişahlık yaptıktan sonra dört duvar arasına kapatılmasına ne denir? Diri diri mezara gömülmek. Suçu nedir? İşin ilginci Padişah İbrahim tahttan indirilip penceresiz dört duvar arasına ölüme bırakılınca yerine 8 yaşındaki oğlu 4. Mehmet adıyla padişah yapılıyor.4.Mehmet tamı tamına 37 yıl padişahlık ettiği gibi 1683 yılında Viyana Kuşatmasına da kalkışıp Osmanlı imparatorluğunun kaderini değiştirir. Olay bununla da bitmez. Savaşı kaybeden 4. Mehmet tahttan indirilip yerine gene Deli İbrahim’in bir başka oğlu 2. Süleyman Padişah yapılıyor. Bu da başarılı olamayınca indirilip yerine Süleyman’ın kardeşi, yani Deli İbrahim’in 3. Oğlu,2. Ahmet padişah oluyor. Böylece Deli diye 1648 yılında tahttan indirilen delinin üç oğlu ile babaları tam altmış yıl Osmanlı Ülkesini yönetiyorlar. Şaşırtıcı bir durum, Üç kuşak önce ise 3.Mehmet 19 kardeşini bir gün içinde boğdurup tahta oturmuştu. Nedense delinin oğlu kardeşlerini 37 yıl yaşatmış .Şaşırdım doğrusu, bunların hangisi deli, hangisi akıllı? Bunları düşünürken uykum kaçtı, bu kez de arkadaşlarda gördüğüm kitaplara takıldım.
Dale Carnegie: Dost Kazanmak ve İnsanlar üzerinde Tesir Yapmak Sanatı-Söz Söylemek ve İş Başarmak Sanatı, Meşhur Adamların Meçhul Tarafları,
İnsanlar bunları okuyunca ne öğrenecek ki; o öğrendiklerinden yararlansın? İnsan nasıl dost kazanır? Dostluk denilen olay arkadaşlıksa, bu da karşılıklı olur. En iyi arkadaşım olan Halil Dere ile fazla bir yakınlık göstermeden arkadaş oldum. Biraz ben ona yaklaştım, biraz da o bana yakın geldi kısa bir süre içinde bir birimizi arar olduk .Buna karşın ben, Ekrem Ula’ya geçtiğimiz yaz üç ay süresince çok yakınlaşıp iyi arkadaş olmak istedim ama Ekrem, sanırım benim bazı davranışlarımı beğenmediği için benden uzak durdu. Dost Kazanmak kitabını okusaydım Ekrem Ula ile daha mı yakın olacaktım? Şaka mı ediyorum kendimle? Ben o kitabı okudum. Adam, başkalarının davranışlarını anlatarak dolaylı olarak ders vermeye kalkışıyor. Söz Söylemek ve iş Başarmak Sanatı da fazla bir şey öğretmiyor. Türkçe derslerinde Ortaokul kitaplarını okurken bir parça üstünde öğretmenimiz Fikret Madaralı çok durmuştu,
Yan yana kurulmuş iki dükkan sahibi de dükkanlarında bal satıyormuş. Ancak bunlardan birisi çok daha temiz, kaliteli, öteki ise değişik yerlerden toplama, birinciye nispetle kalitesiz bal satıyormuş. Ancak kalitesiz satan arada balının güzelliğinden falan söz ediyormuş. Kaliteli satan ise kendi kendine konuşarak” Benim balım kalitelidir!” deyip susuyormuş. Bir süre sonra kalitesiz bal satanın müşterisi o kadar çoğalmış ki dükkancı bal yetiştiremez olmuş. Bunu gören kaliteli balcı bir Bilgeye danışmış. Bilge:
-Sen iyi bal satıyorsun ama yüzün sanki sirke satıyor gibi, önce bir yüzüne şekil ver, sözlerin de yüzün gibi yumuşayıp sözlerin tatlılaşsın, o zaman balın satılır! demiş. Ziya Gökalp’in yazdığı bu yazıyı okuyunca salt bal satanın değil her insanın karşındaki ile konuşurken olabildiğince yumuşak konuşması gerektiğini öğrenmiştik. Fikret Madaralı Öğretmen o zaman bir de Demostenes öyküsü anlatmıştı. Demostenes, Eski Yunanistan’da yaşamış bir filosof. O zamanın geleneklerine uyarak Agoralarda halka bir şeyler anlatmaya kalkışmış. Başkaları konuşurken durup dinleyen halk, Demostenes konuşurken yürüyüp gidiyormuş. Demostenes, söylediği sözleri halkın doğru anlamadığı kanısına vararak, sözleri daha düzgün söyleme çalışmaları yapmış. Yaptığı çalışmalar arasında ağzına çakıl taşı alıp konuşma da varmış. Deniz kıyılarına inip ağzına çakıl taşı alan Demostenes sonunda tarihin en ünlü hatibi sıfatını kazanmış.
3 Ocak 1945 Çarşamba
doç.İbrahim Yasa gelmiyor, bilinen bir durum. doç.Halil Demircioğlu da gelmemiş. Sözü edilince sevinçli sözler arasında “Erkek Adam!” türü övgüler de yapıldı. ”Erkek Adam!” sözü değişik yönlerden eleştirildi. ”Adam, zaten erkek anlamını içerir. Sesler yükseldi:
-Buradaki erkek sözü, sizin anladığınız erkek değil! İhsan Güvenç’in bu itirazına karşılık verildi:
-Erkek erkektir başka anlamı mı olurmuş? Var,var sesleri arasında Enver Ötnü ile Rüstem Gündüz adları ortaya atıldı. Rüstem Gündüz kestirdi attı:
-Bu sabah kimse kaşınmasın, keyfim yerinde değil, paylarım! Enver Ötnü için de “O gitti! denince takılmalar durdu. Bu kez de soran oldu:
-Önemli bir konu ortaya atılmıştı, neden susuldu ki, öğreneceklerimiz olacaktı! Süleyman Karagöz:
-Bizim Afyon’da Erkek Adam! der demez Orhan Doğan sordu:
-Sizin Afyon’a Konya’dan çok göç oluyor mu? Süleyman Karagöz sustu. Ancak İhsan Güvenç karşılık verdi. Konya’dan Afyon’a kimse gelmez anacığım, giderse Afyon’dan Konya’ya giden olur. ”Erkek Adam’a örnek vereceksen onlardan birini gösteriver!
Eğitimbaşı Hürrem Arman’ın akşam toplantı yapacağı duyuruldu. Ne konuşacağı üstüne varsayımlar üretildi. İnandırıcı bir konu bulunamayınca “Yeni Yıl Konuşması Yapacaktır!” dendi. Hasan Gülel buna karşı koydu:
-Bilemediniz, Eğitimbaşımız, 1945 yılına girdiğimizi muştulayacak!
*
Kahvaltıda arkadaşlar, Eğitimbaşı’nın toplantısını konu ettiler. Ayrılan Eğitimbaşı Tahsin Türkbay her hafta konuşma yapardı, gibi bir söz söylendi. Sahiden her hafta toplanır mıydık? Sorusu soruldu, bir süre bu tartışıldı. Tahsin Türkbay’ın her hafta taptığı söylenilen toplantılardan kimsenin aklında bir şey kalmadığı söylenince ben ekledim:
-Stalin’le ilgili bir öyküsü var, ”Stalin’in soyguncu arkadaşı!” deyince Ekrem bir “Hı!” çekti. Bu kez de olayı anımsatmam istendi. Tren soygunu falan deyince anımsandı...Başka başka? Bir de Çifteler Köy Enstitüsü çıkışlıların ona “Baba!” deyişleri anıldı.... Hürrem Arman ayrılırsa nasıl anılacağı konu oldu. ”Az Konuşan adam!” böyle denince “Söz gümüş ise sükût altındır! Atasözünün anımsattım. Ancak, önce sözün Atasözü olup olmadığı tartışıldı. Arkasından da çıkarılması gereken ders üstünde duruldu. Sonuçta ikircil bir noktada anlaştık. Ben olaya olumsuz bir açıdan baktım. Susmayı konuşmaktan öne çıkaran bir anlayış, kendi dilini sınırlar savını öne sürdüm. Anne çocuğunu böyle bir anlayışla yetiştirirse o çocuk yaşam boyu az konuşur. Öğretmen öğrencilerini susmaya yönlendirirse, öğrenciler suskun yetişir. Suskun insanların oluşturduğu bir toplum acaba derin düşüncelere dalıp keşifler yapabilir mi? Öteki arkadaşlar bana katıldı ancak Ekrem:
-Ben böyle yorumlamıyorum, Atasözleri, eski insanların söylediği sözler olduğuna göre onlar böyle şeyler düşünmemişlerdir. Onlar, çok konuşanın ağzından yanlış söz kaçırır, başına dert açar, iyisi mi susarak belâdan kaçmayı düşünmüşlerdir. Kızılsultan 2. Abdülhamit dönemini de örnek verdi:
-Burun diyen bile sürgün ediliyormuş! Önce güldük ama, ben içimden Ekrem’e hak verdim. Söylediği, sözün tam karşılığı olmayabilir ama, yersiz de denemez. Atasözlerinin bir çoğu yanlış yorumlanacak türden. Bit, yiğitte bulunur! Bu sözü bile Fikret Madaralı Öğretmen doğru bulmuş, nedenini açıklamıştı:
-Bit, canlıların(İnsanların) kanını emerek yaşar. İyi, besleyici kan, genç, sağlıklı insanlarda bulunur. Öyleyse bu tür insanlar bitlerin düşkün olduğu insanlardır. Tıpkı ot yiyen hayvanlar gibi, onlar da kıraçlarda değil, yeşil çimenli yerlerde ot buldukları için oralara üşüşürler.
Öyleyse biz de:
-Et-Obur hayvanlar, çayırlarda dolaşır! sözünü anımsar, söz konusu Atasözünün gerçek anlamını unutmayız! diyerek gülmüştü.
*
Bölüm Başkanı, derslerimizin boş olduğunu duymamış ya da duymazdan gelmiş olacak yüksek sesle konuşarak geldi:
-Vay insafsızlar vay, insan derslerimiz boş! diye bir haber iletirdi! Birlikte çalışmaktan bu denli bıktınız mı? diyerek salona girdi. İlk karşılığı Muttalip Çardak verdi:
-Hoşgörün Öğretmenim, bu kadar büyüğümüz, Proflar, doçentler habersiz dersleri bırakıyor. Merak ettik, bunda bir hayır var ki bunu yapıyorlar, biz de bir deneyelim! dedik. Öztekin Öğretmen Muttalip’e dönerek. Muttalip, doğru söyle benim dediklerimi duyduktan sonra mı karşılık hazırlıyorsun yoksa ne söyleyeceğimi tahmin edim onlara mı karşılık hazırlıyorsun? Muttalip alttan alarak:
-Öğretmenim, doğru söylemek gerekirse ikisini de deniyorum, sizin hoşgörünüze güvendiğimden tutsa da tutmasa da konuşuyorum. Öztekin Öğretmen güldü, Nasrettin Hoca gibi! deyince bu kez Muttalip:
-O da biraz olsun Öğretmenim, müsaadenizle yakın hemşeriyiz. Öztekin Öğretmen bu kez ya ya, Hoca da Konyalı sayılır, Akşehir-Konya deyip sözü noktaladı.
Öztekin Öğretmen kemancılarla öğleden sonra yapacağı keman çalışmalarını öne alıp öğleden sonrayı plâk dinlemeye ayıralım; önerisinde bulundu. Arkadaşlar buna sevindiler. Onlar kemanlara sarıldı, ben de notalarımı alıp alt odaya indim. Hanon çalıştıktan sonra 6 Chopin,2 Schumann, İncinin Kitabındaki parçaları bir kaç kez tekrarladım. Öztekin Öğretmen çalışma sonunda ayrılırken bana:
-Yemekten hemen sonra Don Juan Opera plâklarını hazırlamamı söyledi. Ayrılırken de Don Juan dinleyeceğimizi kimseye söyleme, belki fikir değiştiririm! deyip ayrıldı.
Arkadaşlar yemekte önce biraz bozuk çalmalarına karşın sonra sonra müzik dinlemenin gerçekte dinlendirici yönlerini irdelediler. Plâk dinlemenin konser dinlemekten daha rahat olduğu üstüne yorumlar yapıldı. Dahası, gidecekleri Köy Enstitülerinde bu olanağı bulamayınca çekecekleri sıkıntılar üstüne yorumlar yapıldı. Pikap sağlama konusunda bize pikap bağışlayan Sivas Milletvekili Reşat Şemsettin Sirer’den söz ettim. O, pikabını Almanya’dan getirtmiş, bize devrettiği eskisiymiş. Orada öğrenim gördüğü için tanıdığı varmış. Kısacası Avrupa’dan bu tür alet- edevat ancak tanıdıklar arasıyla sağlanabilirmiş. Böyle birileri nasıl bulunur? Bunu konuştuk. Sonunda da gene umutsuzluğa kapılıp “Kader! Yakınmalarına kapıldık!
Salona döndüğümüzde Bölüm Başkanı gelmişti, önce hazırladığım Don Juan plâklarını elden geçirdi. Bize plâk bağışlayan Sivas Milletvekili Reşat Şemsettin Sirerden söz etti:
-Nede olsa serde öğretmenlik var; o bir süre öğretmenlik yaptı sonra müfettiş oldu. Daha sonra da İlköğretim Genel Müdürlü yaptı. Milletvekili olmadan önce ise Yüksek Öğretim Genel Müdürü idi. Sonra da, bir zaman bize plâk bağışlayacağı söylenen Cumhurbaşkanlığı Senfoni orkestra üyesi Alman Koplinger’i andı. Koplinger, memleketini kurtarmak için gönüllü askere gitmiş. Bir süre onu anlattı. Almanların vatanseverliğini övdü.
Bu konuşmalardan sonra Mozart’tan söz etti. Ardından da Don Juan operasının özetledi.
Don Juan:
Don Juan, tıpkı Cervantes’in Don Kişot’u gibi bir Burjuva tipidir. Don Kişot’ta gördüğümüz kabadayıca tavırlar burada biraz daha usturuplu olarak hovardalığa yamanmıştır. Bir Burjuva hovardası kadınları kandırmak için ortaya atılmış, işsiz güçsüz olduğu gibi asaletten gelen dokunulmazlığı da vardır, istediği gibi ortalıkta dolaşır. Her burjuva genci gibi onun da yanında bir kölesi vardır. Onunla halka yaklaşıp hovardalığını sürdürmeye çalışır. Orta Çağ Avrupa’sında çok geçerli olan bu ahlak dışı tavırlar Yeni Çağ’a yaklaştıkça alay konusuna dönüşür. İşte Mozart bu süreçte (1785) Don Juan konusunu operaya aktarmıştır. Mozart’ın 25 kadar operası arasında en başarılılarından biri olan Don Juan’ın acıklı biter. Ancak bu acıklı bitiş kişinin ölümünden çok o çirkin anlayışın son bulduğunu muştuladığı gibi bundan böyle bu tavırlara kalkışacak olanlara güzel bir ders verir.
Öğretmen, ilk plâğı alıp yarı bakarak açıkladı:
-Operanın sözleri, Figaro’nun Düğünü Operasının yazarı Lorenzo da Ponte’ indir. Opera iki perdeliktir. Ancak sahne değişmeleri olduğundan izleyenler perde değişmesi yanılgısına düşerler. Operada zaman zaman kalabalıkla karşılaşılırsa da rol alan sekiz kişidir..
Don Juan-Bariton
On Pedro ,Sevilla kentinin komutanı,
Donna Anna, komutanın kızı-Soprano,
Don Ottavio, Donna Anna’nın nişanlısı-Tenor,
Donna Elvira, Don Juan’ın sevgililerinden biri-soprano,
Leporelllo, Don Juan’n uşağı- Bas
, Zerlina, bir köylü kızı-Soprano,
Masetto, Zerlina’nın nişanlısı-Bas...
Olay, İspanya’nın Sevilla kentinde geçmektedir. Sahnelerde yer değişmeleri olduğundan anlatmak oldukça zordur. Yakın zamanda oynanacağı söylendiğine göre o bilgileri o zaman hep birlikte alırız. Olayı kısaca şöyle özetleyebiliriz:
-Çapkın Don Juan, bir çok bayana yaptığı gibi komutanın kızını da yalan dolanla kandırmıştır. Kız, Don Juan’a bağlandığından ayrılmak istememekte, Don Juan’ıın kendisine dönmesini beklemektedir. Ancak Çapkın Don Juan bunu umursamaz. Kızının durumuna üzülen Komutan Don Juan’ la düello eder, ancak kaybeder. Çapkın Don Juan bu kez katil de olmuştur. Ancak o, asilzade olduğundan onu bu cinayetten kimse sorumlu tutmaz. Ne var ki Komutanın kızı ile nişanlısı Don Juan’ ın peşini bırakmazlar. Komutanın kızı Donna Anna hem katil peşindedir, hem de Don juan’ın kendisine dönmesi bekler durumdadır. Don Juan ise başka sevdalar arkasında gününün gün etmeye devam eder. Bu arada başka olaylara karışır. Varlıklıdır, şölenler verir, gezer, gezdiği yerleri sayar döker. Uşağı Leporello, halktan biridir ama o da Don Juan’ın yanında pişmiştir, dalaverede Don Juan’ dan geri karmaz. Zaman zaman Efendisine çıkıştığı bile olur. Don Juan bir ara bir köy düğününe rastlar, gelin olacak kızı beğendiğini söyleyerek sahiplenmek ister. Türlü entrikalar döndürür. Emeline nail olamaz. Kendisinden habersiz olarak komutanın kızı ile damat adayı Don Juan’ı izlerler. Karşılaştıklarında da eski defterler bir daha açılır, Don Juan bu ara düello ettiği Komutanın öldüğünü öğrenir, belli etmeden bir vicdan sorgulaması yapmış gibi hareketlerinde durgunlaşır. Kendi kendine yaptığı konuşmalarda bu açıkça sezilir. Gene de Kişizade tarafı ağır basar, kendi kendine övünür. Büyük bir şölen hazırlamayı tasarlarken düş mü görür ,gerçek ,midir anlayamaz, öldürdüğü Komutan Don Pedro karşısına çıkar. Don Juan şaşkındır, hayalete karşı direnmeye kalkışır ama, ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı içinde sahneden yok olur.
Öztekin Öğretmen operayı kendisinin de görmediğini, okuduklarını, dinlediklerini harman edip bize naklettiğini anlattı. Don Juan konusunun tiyatrosu da olduğunu, Batı sahnelerinde çok tutulan bir konu olduğundan değişik yazarların konuya el attığını anlattıktan sonra işaret verince plâğı koydum. uvertür başlar başlamaz Zerlina’nın aryası aklıma takıldı. Ben, birinci, ikinci plâkta çıkmayacağını bilmeme karşın böyle bir beklentiye saplanmamı düşünürken operanın birinci perdesi bitti. Bu kadar gerilere gitmemesi gerektiğini düşünürken bu kez Don Juan’ın aryası (Mandolinli Serenadı) başladı. Sevindim, aryaları, arada konuşulanları hiç anlamadığımdan Mandolin sesine uyandım, bir süre sonra da Zerlina’ nın, arkasından da ona katılan Don Juan’ın aryalarını dinlemiş oldum. Bunların piyano düzenlemelerini çok çaldığımdan arkadaşlardan da anımsayanlar oldu, dönüp bana gülümsediler. Ne bilsinler ki ben ilk plâktan beri onu bekliyorum. Çalınacak plâklar bir bölümü önümde durmasına karşın bana göre Don Juan Operası bitmiş gibiydi. Ben böyle değişken bir durumda canlı canlı dinler görünürken arkadaşların uyur gibi durgunlaştıklarına şaştım. Yoksa gözleri açık açık uyuyorlar mı? Gülesim geldi. Babam sık sık söyler:
-İnsanların bazıları gözleri açık uyur. Onlar, buna bir de başka ad koymuşlar; ”Bakar-kör! ”Bakar-kör,düpedüz gözü açık uyumaktır.
Bir yılı aşkın bir zamandır plâk dinliyoruz, hiç bu kadar uzun dinleme olmamıştı. Don Juan operası 23 plâk. Bir de Johann Sebastiyan Bach’ın 17 plâklık BWV 232 si minör Mess’ini dinlemiştik.
Son plâk bitince Öztekin Öğretmen:
-Gerçekten çok uzunmuş, sabrınız tükendi, değil mi? diye sorunca Mehmet Yelaldı gülümseyerek:
-Sizin tükenmedi mi? diye sorması, birden arkadaşların bakışlarını Öztekin Öğretmene çevirdi:
-Ne diyecek? Öztekin Öğretmen gayet sakin:
-Benim sizden ne farkım var? Hepimiz insanız, hepimizin sabrı sınırlıdır!
Öğretmen ayrılınca ben plâkları topladım, Doğan bana yardım etti. Daha önce de söylediği akrabası şair Mehmet Faruk Gürtunca’nın pikabı, plâkları varmış, şimdiye dek onlarla hiç ilgilenmemiş. Onun pişmanlığı anlattı. İlgilenseymiş, belki buradaki eserlerden bazılarını bilmiş olacakmış. Plâk listesini verdim:
-Bir kaç kez okusan öğrenirsin. Bizim kahvede de yüze yakın plâk var ama onlar bambaşka şeyler. Akrabanın bu plâkları dinlediğini ne biliyorsun? Doğan şaşırdı:
-Nasıl olur? Adam şair, şarkıları var, sen de biliyorsun!
Gezsen Anadolu’yu
Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu’yu!
Dertlerden kurtulursun gezsen Anadolu’yu.”
Billûr ırmakları var, buzdan kaynakları var
Ne hoş toprakları var, gezsen Anadolu’yu
İçince bir tas ayran, geçer varsa her yaran
Bulunur halin soran gezsen Anadolu’yu.
Orda hayat baştadır, kışlar yazlar başkadır,
Ah, bu diyar başkadır, gezsen Anadolu’yu
Mehmet Faruk Gürtunca
Doğan daha çocuksu tavırlı, herkesi bir modelmiş gibi düşünüyor. Kendi Bölüm Başkanımız da Müzik Öğretmeni, daha önce Cumhurbaşkanlığı Orkestrasında da çalışmış. Öyleyken bir pikabı yok. İyi bir pikap Avrupa’dan getirtiliyormuş. Savaş nedeniyle bu kapı da kapanmış. Pikap iğneleri bile ortalıkta yok. Yok ama aranınca bulunuyor. Mithat Kurfalı Öğretmene göre piyano bile getirtiliyormuş ama öyle gelen piyano, gerçek fiyatının üç katına geliyormuş. Kurfalı Öğretmen:
-Aradaki simsarlar, bundan nemalanıyor! deyip gülmüştü.
*
Yemekte konumuz Opera idi. Don Juan operası değil, genel olarak opera. Olay, tiyatroda olduğu gibi anlatılsa daha iyi olmaz mı?
-O zaman tiyatro olur?
-Olsun!
-Zaten öyleyken, insanlara o yetmemiş, operayı geliştirmişler. Nihat Şengül sinirlendi:
-Ne konuşuyoruz biz yahu? Zaten dedikleriniz bizde var. Ekrem bekliyormuş hemen sordu:
-Bizde ne var? Nihat Ekrem’e dönerek:
-Kusur buldun! Var dediklerimin yok olduğunu biliyorsun işte! Ellerde sanat var bizde de zanaat. Sanat,Zanaat!...Benim köyümde de sanat yok, zanaata sanat diyorlar. Oysa anlattıkları zanaat! Ekrem, kendi kendine konuştu:
-Sahi, bizde de ziraat, zanaat (Zenaat,Zeneat,Zaneat) deyip dururlar. Arkadaşların konuşmaların, biraz yadırgayarak dinledim; Malik Aksel Öğretmen daha ilk derslerde Sanat-Zanaat karşılaştırması yapmış sonra da hemen hemen her konuda bunu örnekleriyle tekrarlamıştı. En büyük fark da sanat, duyguları devindiren, kendine özgü, yoktan var edilmiş bir ürün. Zanaat ise, benzerlerini tekrarlamak ya da ona yakın, yeniliklerle donatılan el ürünüdür. Atölyelerde yaptıklarımız birer zanaat eseridir. Çalışırken kullandığımız alet edevat birer zanaat ürünüdür. Savaşlarda kullanılan öldürücü tüfekler, içinde oturduğumuz binalar, binaları donatan el işleri, hep zanaatçıların ürettiği ürünlerdir. Malik Aksel Öğretmen Camiler üstünde dururken dikkatimizi çekmişti. Süleymaniye ya da Selimiye Camileri birçok zanaatkârın ortak ürünüdür. Ancak, onların benzersiz plânı bir sanat ürünüdür. Bu nedenle onlar anılırken bilek gücüyle çalışanlar değil de mimarın adıyla anılmaktadır. Bu demek değil, zanaatçıların yaptıkları değersizdir. Elbette Selimiye’yi Selimiye yapan yazılar, sütunlar, kemerler, kapılar tüm yazılar üstün ürünlerdir, usta ellerden çıkmıştır. Ancak onları yapanlar, Selimiye’den sonra benzerlerini olmasa da andıranlarını Sultan Ahmet, ya da Yeni Cami’de de yapmıştır. Bu nedenle onlar usta zanaatçı elinden çıkmıştır ama tekrarlanabilen ustalıklar alanına girer. Sanat:
- Tekrarı kabul edilmeyen özgün ürünlerin çalışma alanıdır.
Bu konuda koyduğu kuramlar günümüze dek gelen Aristotales’e göre sanat:
-Akıl tarafından belirlenen amaçların, ereklerin oluşmasını sağlayan yaratma yetisidir.(Gücüdür.)
Sanatsal edimde(Sanatla ilgili uğraşlarda) ise doğa –sanat bileşim estetiği yoluyla zihinde imgeler oluşturup bunlardan seçimler yapılarak ürünler üretilir.
Bunlara:
- Duygular aracılığıyla doğurulan beyin ürünleri de diyebiliriz. Mimarlık, resim, müzik ,edebiyat alanlarında çalışanların özgün ustalarına sanatçı sıfatı verilir. Yahya Kemal Beyatlı Faruk Nafiz Çamlıbel birer sanatçıdır. Dilimize güzel şiirler kazandırmıştı. Mimar Sinan, Mimar Kemâl birer sanatçıdır, çünkü benzersiz plân çizmişlerdir. Malik Aksel-Veysel Erüstün birer sanatçıdır. Kendi ürünleri olan resimler tablolar üretmişlerdir. Ahmet Adnan Saygun, Faik Canselen sanatçıdır. Daha önce olmayan marşlar bestelemişler, tüm yurtta onların marşları söylenmektedir.
Hemşerim Kadir, konuşmamdan oldukça tedirgin olmuş sanırım, kolumu çekerek saate baktı. Gerçekten sözü uzatmışız, büyük salona koştuk. Tam yerleştik ki, Eğitimbaşı Hürrem Arman, yanında Öğrenci Başkanımız Hüseyin Atmaca ile geldiler.
Hürrem Arman, bir iki ıhı mıhı, öhe möhe yaptıktan sonra toplantının amacını açıkladı:
-Geçen yıl, sık sık toplanıp önemli konularımızı tartışıyorduk. Bu yıl bunu öyle sık yapmadık. İhtiyaç olmadığından değil, yeni arkadaşlarımızın azıcık okula ısınmaları bekledik. İstedik ki onlar yabancı kalıp tartışmalarımızın dışında olmasınlar. Eeeee, üç aya yakın bir zamandır aramızdalar. Bizi tanımış olmaları lâzım! Umarım geçmiş yılların ahenkli çalışmalarına ayak uyduracaklar, bizin duyduğumuz huzuru onlar da duyacaklardır! deyip gözlerini yüzlerimize bakarak tarama yaptı. Belli ki birilerini arıyordu. Bir nokta da durur gibi yaptıktan sonra gülümseyerek:
-Çok da geç kalmış sayılmayız! değil mi? deyip Hüseyin Atmaca’ya döndü. Hüseyin Atmaca, başını oynattı.
Eğitimbaşı bunları söyledikten sonra Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’la görüştüğünü, her soruşunda bizlerden olumlu haber verdiğini, bundan böyle de bu tür hayırlı haberleri kendisine ileteceğini umduğunu söyledi. Sonra da bu toplantına konuşulmak üzere bazı notları olduğunu, ancak bu notlar sıralanmaya başlanırsa toplantının çok uzayabileceğini düşünerek, önce bizlerden gelecek ivedi tekliflerin görüşülmesini uygun bulduğunu, bu nedenle tüm arkadaşların açık yürekle düşüncelerini açıklamasını istedi. Büyük bir grup el kaldırdı. Hemen önünde oturan Mestan Yapıcı’ya söz verdi. Mestan Yapıcı:
-Benim kişisel olarak söyleyeceğim yok. Ancak, önce sizleri dinleseydik belki arkadaşların soracaklarının cevapları orada olacaktır. Böylece zaman kazanırdık! El kaldıranlar ellerini hep indirmişti. Şükrü Koç el kaldırdı. Eğitimbaşı konuşmasını isteyince Şükrü:
-Ben de arkadaşın düşüncesindeyim, kendi aramızdaki konuşmalarda Okul yönetiminden öğrenmek istediğimiz bazı konular var, o konular hakkında yöneticilerimiz ne düşünüyor, hep sormak istiyoruz. Eğitimbaşı Hüseyin Atmaca’ya baktı. Hüseyin Atmaca:
-Okul yönetimi, yönetimle ilgili işler, kimi yeni oluşumlar hakkında duyurular yapacak, bunların sizin sorularınızla fazla bir ilgisi olmayacaktır. Bu nedenle siz kendi sorunlarınızı ortaya dökebilirsiniz. Bu kez büyük bir kalabalık el kaldırdı. Eğitimbaşı, Hüseyin Atmaca’ya takıldı:
-Sorusu olanlar çokmuş, toplantı çok uzarsa başka bir güne uzatabiliriz, o nedenle söz isteyenlerin adlarını yazalım. Hüseyin Atmaca, adları değil de numaraları sordu. Numaralar söylenirken birinin numarası tekrar edildi. Tekrar edilirken numara sahibi adını da söyledi:
-Cesarettgin Ateş! Eğitimbaşı gülümsedi. Demin gözü takılan Cesarettin Ateş’miş, besbelli Eğitimbaşı’nın gözü onu tuttu ama adını anımsayamadığı için söz atamadı. Cesarettin Ateş, Trabzon/Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nden gelmişti. Eğitimbaşı da o Enstitünün müdürlüğünden gelmişti.
Parmak kaldıranların numaraları yazılınca söz verildi. İlk sözü alan Arif Işılak çıkan dergi üstüne konuştu, soru sordu:
- Dergide çıkan ya da çıkacak yazılardan okul yönetiminin bir sorumluluğu olup olmadığını sordu. Eğitimbaşı dergi konusunda fazla bir bilgisi olmadığını, ancak çıkan dergiyi çok beğendiğini söyleyince gene parmaklar kalktı. Ancak Arif Işılak ayakta elini kaldırarak:
-Sorumun karşılığını alamadım! deyince Eğitimbaşı, oturduğu yerde doğruldu ,Arif Işılak’a bakarak:
-Sen ne demek istiyorsun, benim anlayacağım şekilde sor, yazıları önce ben mi okuyayım? Arif bir Estafrullah! Çektikten sonra amacını açıkladı:
-Sizi şahıs olarak sorumlu tutmuyorum, ancak dergide çok öğrenci çok değişik konularda yazı yazdı, yazacak! Akçadağ Köy Enstitüsü öğrencilerinden biri istenmeyen bir yazı yazarsa, o yazı da dergide çıkarsa bu yazıya karşı hangi okul sorumlu olacak? Eğitimbaşı Hüseyin Atmaca’ya baktı. Hüseyin Atmaca Arif’e dönerek:
-O endişene ben de katılıyorum, dilerim öyle bir şey olmaz! Bu kez da Hasan Özden parmak falan kaldırmadan ayağa kalkarak konuştu:
-Hepimizin dileği bu ama basılı yazılar sansürden geçiyor, hep okuyoruz, yazanlar tutuklanıyorlar. Görmezden gelsek de bunlar oluyor, şiiri için hapislerde yatanları duyuyoruz. Maşallah dergimiz baştan sona şiir dergisi. Harun Özçelik el kaldırdı. Eğitimbaşı Harun Özçelik’i tanıyor, adıyla:
-Harun Özçelik !dedi. Harun doğrudan, çıkan dergideki Durmuş Ali Uğur’un yazısından söz etti.9 aydır hastanelerde acı çeken arkadaşımın durumu gözümün önündeyken ben o dergiye nasıl ”Benim Dergim?” diye sordu. Salonda bir uğultu koptu. Eğitimbaşı, besbelli olaydan iyice habersiz, başını kaldırdı, yüzlerimize baktı. İlgiyle Atmaca’ya sordu:
-Bu olay nedir? Niçin benim bundan haberim yok? diye sesli olarak sordu. Sorusu Hüseyin Atmaca’ya gibi başladı ama başını çevirerek Harun Özçelik’ dönerek olayı bir da ha anlatmasını istedi. Harun Özçelik duygulandırıcı bir dille Yusuf Asıl olayını anlattı. Ara ara Çifteler grubundan homurdananlar olduysa da onlar da dahil herkes dikkatle dinledi. Eğitimbaşı bu kez Dergi Kolu sorumlusu Bekir Semerci’ye sordu. Bekir Semerci olayın açılacağını bildiği için hazırlıklıymış, yazının, bilinmeden konduğunu, gerçekte olayın nasıl olup nasıl bir sonuca bağlandığını bilmediklerini tekrarladıktan sonra basında geçerli olan bir sonraki sayıda yanlışların düzeltildiğini, onların da öyle yapacaklarını anlattı. Bu kez Muzaffer Kayhan sordu:
-Olay anlaşılmadı, İkinci Dergide ne yazacaklar? Bu yazıyı yazanın hırsızlık yapması nedeniyle okuldan kovulduğunu mu yazacaklar? deyince salon birden sesle doldu:
-Ne demek istiyorsun?
-Nasıl ispat edeceksin?
-İspata gerek var mı?
-O yazının sahibi şimdi burada mı?
-Neden burada değil?
Eğitimbaşı, elini kaldırdı:
-Arkadaşlar, olayı anlar gibiyim. Ancak, biliyorsunuz, bu dergi olayına Genel Müdürümüz çok umut bağlamıştı. Böyle bir çatışma ile bu girişimi gölgelersek çok üzülecektir. İzin verirseniz bu işi ben üsleneyim, olayı bir daha irdeleyelim. Olayın faili cezasın çekmişse yapılacak bir durup yok. Yazısı da geçmiş dergide onun bir kara lekesi olarak kalır. Bunu uzatmayalım!
Herkeste bir suskunluk, öylece bakarken Eğitimbaşı, yeni bir konu gibi, son sınıfların Bakanlıktaki aylık stajlarını açtı. Bir süre o konuda konuştu, amacın ne olduğunu anlattı. Bu kez sözü, ”Yeni arkadaşlar dediği,1.Sınıflara çevirdi. Cesarettin Ateş’e sorular sordu. Cesarettin arkadaşı Raşit Özdemir’i gösterdi. Onlar için:
-Eski Göz ağıları! deyimini kullandı.
Vaktin geçtiği öne sürülerek toplantı son buldu.
Eğitimbaşı gidince, özellikle Harun Özçelik’e sataşacaklar olabileceği kaygısıyla çoğunluğu Kepir çıkışlı arkadaşları olarak biz bir grup birlikte oturduk. Kimseden bir sataşma hatta küçük bir sitem olmadı. Bekir Semerci geldi, Yusuf Asıl için, ilk günden daha üzüldüğünü üzüntüsünün sürdüğünü, yazının kendi deneyimsizliği nedeniyle gözden kaçırdığını, ilk sayıda Bahçe Ziraatçılarının çok yazısı olduğundan adlar üzerinde duramadığını anlattı.
Olayın büyümediğini ancak taşında tam anlamıyla gediğine oturduğuna sevinerek dağıldık.
Yatınca, toplantıyı bir daha yaşar gibi oldum. Eğitimbaşı, düpedüz yalan söyledi; geçen yıl okulun Müdürü idi. Müdür olarak çok değil hiç toplantı yapmadı. Ahmet Emin Yalman geldiğinde onun yanında bulundu. Yaptık dediği toplantılar da belki Köy Enstitüleri müdürleri gelmiş,(On dolayında Müdür) kendi okullarını anlatmıştı. O da okulun Müdürü olarak onların yanında oturmuştu. Onları, kendi toplantısı mı saydı acaba? Üç aylık yaz stajımız süresince yöneticimiz olarak bizimle (Ekrem Ula, Hüsnü Yalçın, ben) hiç ilgilenmedi diyebilirim. Bir ya da iki kez ben gitmek zorunda kalınca da:
-Neredesin hemşerim, görüşemiyoruz! demiş olmasına karşın görüşmek için bir fırsat hazırlamamıştır. Hemşeriliğimizin de bir yanı hikâyedir. Kırklareli de doğmuş, Edirne Öğretmen Okulunu bitirdikten sonra Gazi Terbiye Enstitüsü Pedagoji Bölümünü bitirmiş, 1940 yılında Beşikdüzü Köy Enstitüsü’ne müdür olarak atanmıştır. 1942 yılında Yüksek Köy Enstitüsü açılınca oraya atanarak Yüksek Köy Enstitüsünü de kapsayan Hasanoğlan Köy Enstitüsü Müdürü olmuştur.1944 yılında müdürlükten inip Yüksek Köy Enstitüsü Eğitimbaşı görevini üslenmiştir. Belli ki elinden bir tutanı vardır.
4 Ocak 1945 Perşembe
Hamdi Keskin Öğretmen gelmiş, ”Son derste ne okuduk?” soruları soruldu.
Bunu bile unutanların derste ne dinlediklerini hep merak ediyorum. Oysa geçen derste Reşat Nuri Güntekin’le başlayıp onunla bitirmiştik. Üstelik Düriye Çalıkuşu romanını anlatmıştı. Dü-
riye’ nin yumuşak anlatışı, Hamdi Keskin Öğretmen’in onu Feride’ye benzetmesi bizim derslik için pek unutulmayacak değişik bir olaydı. Belki de onları anımsatmak için soruyorlar. Hele Yeşil Gece’nin yok sayılması tuhafıma gitti. Öğretmen Şahin’in başına gelenleri anlatınca:
-B izler de böyle olaylarla karşılaşacağız! Diyenler bir hafta geçmeden Yeşil Gece gibi Şahin Öğretmeni de unuttular. Oysa geçen yıl Ahmet Emin Yalman’a neler anlatmışlar, kimlerle uğraşacaklarını sayıp dökmüşlerdi .Bunlardan biri olan Veli Demiröz, söylediklerini unutmuş gibi Yeşil Gece’nin bir hayal ürünü olduğunu söylemesi tuhafıma gitti. Oysa kendisi, Eğitmen olan Ağabeyi ile işbirliği yapıpa beyleri, ağaları dize getirmekten, kooperatifler kurarak çıkarcıları ortalıktan kaldırmaktan söz açıyordu. Yeşil Gece doğal olarak bir hayal ürünü, bir roman. Ancak yazarı Reşat Nuri Güntekin, bir öğretmen-yazar, çok deneyimli bir romancı olduğu için kesinlikle canlı öğreklerden yararlanmıştır.
Kahvaltıda Almanca öğretmeni doç. Niyazi Çitakoğlu’ nun gelmediğini öğrendik. Hemşerim Kadir’le Abdullah çok sevindiler. Gerçekte ben onlardan daha çok sevindim ama anlamsız bulduğum için onların sevinç gösterilerine katılmadım. Ekrem Bilgin’le İbrahim Şen yabancı dile özel olarak ilgi duyuyorlar. Kadir Pekgöz’e sordular:
-Yabancı dile neden bu denli karşısın? Kadir, karşı olmadığını ancak dr. Niyazi Çitakoğlu’nun Almancayı öğretemediğini anlattı. Arkadaşlar bu kez benden sordular. Ben:
-Kendim öğrenemediğim için kabahati kendimde buluyorum! Deyince konu herkesi ilgilendirdi. Konuşa konuşa Büyük Salona gittik.
Hamdi Keskin Öğretmen elinde kitaplarla geldi. ”Günaydın!” dedikten sonra:
-“Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Araba bir dakika altımda durakladı,
Neden sonra altımda sarsıldı çelik yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar! deyip baktı. Soru soracak sandığımız için dikkat kesildik. Bu kez de:
Bin gemle bağlanan yağız at şaha kalkıyor,
Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor! deyip durdu. Gülümseyerek:
-Anımsayamadık mı? diye sorunca kalabalık bir karşılık verildi Han Duvarları! Hamdi Keskin Öğretmen gene baktı:
-Sonraki sonraki? diye sorunca yalnız ben:
At! dedim. Hamdi Keskin Öğretmen başını salladıktan sonra:
-Faruk Nafiz Çamlıbel de bir öğretmendir. Sevgili şair sanırım atların yağızını sevmiş, iki şiirde de yağız atlar var. At severlerin bir tekerlemesi vardır:
-Alma Al’ı, satma Kır’ı, besle Yağız’ı, bin Doru’ya. Böyle şakalı sözlere halk arasında tekerleme dendiğini bilirsiniz. Burada, dört at rengi seçilmiştir. Atlar genellikle bu renklerle anılır. Denmek isteniyor ki, Al renkli atı satın alma! Niçin? bunu bilmiyoruz. Demek ki böyle bir inanış var, besbelli. Kır atı da satma, iyi para getirmez. Belli ki kır at, halk arasında çok yaygın olarak sevilmiyor. Besle yağızı!... Burası önemli; Yağız ata sahip ol, Yağız at daha gösterişlidir! Ancak atlar içinde binmeye en elverişlisi Doru denilen at türüdür. Doru, al rengin kahve rengine yaklaşan koyuluktadır. dedikten sonra At şiirini okudu.
At
Bin gemle bağlanan yağız at, şaha kalkıyor,
Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor
Son macerasını dinlememiş varsa anlatın,
Zaptedilmek istenen o mağrur, asil atın,
Beyhudedir her uzvunda bir halka bulunsa da,
Boştur köpüklü ağzına gemler vurulsa da.
Coştukça böyle sel gibi bağrındaki hisleri,
Bir gün kalmayacaktır başındaki seyisleri.
Son şanlı macerasını tarihe anlatın,
Zincirler içinde bağlı duran kahraman atın,
Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor,
Asrın baş eğdi sandığı at şaha kalkıyor!
Faruk Nafiz Çamlıbel
Öğretmen şiiri bitirdikten sonra bir süre okuduğu şiire bakar gibi yaptı. Bize dönünce de:
Kurtuluş Savaşı’mızı şairlerimiz dile getirmiştir. Hepsi değilse bile azımsanmayacak sayıdaki şairlerimiz bu konuyu ele almış, hâlâ da almaktadır. Ancak Faruk Nafiz’in buradaki bakışı bir başka türlü. At, köylü, kentli hepimizin yakından tanıdığı bir canlı. Ancak, onun öteden beri bir farklı yanı var, savaşlarda kahramanların can yoldaşı olmak. Orduların zaferlerinde atın payı daima vardır. Bu nedenle at, adeta bir güç timsalidir. Kurtuluş Savaşı’mızı anlatması bakımından Faruk Nafiz bu simgeyi iyi kullanmış. Böyle düşündüğüm için ben bu şiiri severim. Bakalım sizler neler diyeceksiniz?
Öğretmen böyle söyleyince sorular beklerken öğretmen soru sormadı. Şiirin şekli üzerinde durdu. Faruk Nafiz’in ilk şiirlerini aruz veznini kullandığını, sonra heceye geçtiğini anlattı. At şiirinin aruz veznine uyduğunu, şekil olarak da göze gazel görüntüsü verdiğini, ancak çok rahat olarak hece kalıbına da dönebileceğini anlattı. Öğretmen daha sonra Faruk Nafiz Çamlıbel’in Cumhuriyet Döneminde doruk notasına çıkan Hece şiirinin en başarı şairi sıfatını kazandı dedikten sonra Önce Çoban Çeşmesini, sonra da Sanat şiirlerini okudu. Çoban Çeşmesini okuyan yada duyan çok arkadaş çıktı. Sanat şiiri için konuşan olmadı. Hamdi Kekin Öğretmen daha sonra Faruk Nafiz’in manzum tiyatroları olduğunu anlattı. Akın Piyesi’ nden söz edince az ilerimde oturan arkadaşım Halil Basutçu’ya “Konuş!” işareti verirken Hamdi Keskin Öğretmen gördü:
-Zorlama, belki arkadaşın konuşmak istemiyordur! deyince ben:
-Arkadaş o kadar başarılı olmuştu ki, onu size kendisinin duyurmasını istemiştim! Öğretmen bu kez Halil Basutçu’ya:
-Böyle bir candan dileğe de karşı durulmaz, durulmamalı! deyince Halil Basutçu kalktı,Akın Piyesini özetledi. Halil Basutçu:
-Bilindiği gibi Akın piyesi çok uzun manzum bir piyes, İstemi Han’ın sözlerinden bölümleri okuyabilirim! Öğretmen işaret edince, Halil Basutçu İstemi Han’ın Eski Türklerin deniz severliği üstüne söylediklerinden deyip:
“Böyle uzaklaşınca ağır ağır o bizden
Biz ayrı düşmemeyi tasarladık denizden
Bizde uğultularla denizin ardı sıra
Başka bir deniz gibi dağdan aktık bayıra.
O gitti biz yürüdük, o sallandı biz sorduk,
Deniz geriledikçe bizler ilerliyorduk.
O kaça biz yaklaşa, biz yürüye, o gide,
Bıraktık dünya değer ülkeleri geride.....” bölümünü okudu.
Ardından da gene İstemi Han’ın kuraklık üstüne söylediği:
“Toprak suyu ,susuzluk bizleri kemirmede;
Gitgide engin deniz bir çanağa girmede.
Dün bize öğretirken aslanca köpürmeyi
Bugün o da huy etmiş yerlere yüz sürmeyi.
Hani yüksek dağlarla boy ölçüşen dalgalar,
Kartalı gökten alıp yere düşen dalgalar.
Görülmemiş denizin böyle köpekleştiği,
Başını sokmak işin bir çukuru eştiği... deyip duraklayınca Hamdi Keskin Öğretmen çok güzel !Arkadaşın istemeseydi, senin bu başarılı tarafını bilemeyecektik, ya! dedikten sonra Akın Piyesi, tarihteki göç olaylarını kavramaları için öğrencilere çok yaralı bir Eser. Hasan Gülün parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince:
-Akın Piyesini okuduğunu, ancak manzum olmasının, onun değerini düşürdüğünü söyleyince öğretmen gülümseyerek:
-Sen Akın’ı okurken onu eleştirenleri de okumuşa benziyorsun. Akın gerçekte o önemli konuyu bestelenmesi için manzum yazılmıştır. O göç konusu bizim tarihimizi aydınlatacak bir konudur. Anavatan neden terkedilmiştir? İnsanlarımız bunu hep soracaktır. Atatürk bu konuya çok önem vermişti. Onun isteği doğrultusunda Faruk Nafiz Çamlıbel, bu önemli konuyu manzum olarak yazdı. Başka ulusların da böyle önemli olayları vardır, onları destanlaştırıp gelecek kuşaklara bırakırlar. Almanların Nibelungen,Finlerin Kalevala, Yunanlıların İlyada Destanları gibi. Bunlar opera olarak da düzenlenip halka sunulur. Faruk Nafiz bunu daha önce denedi, başarılı da oldu. Özyurt adlı bir opera denemesi bu yolda bir ilk adım oldu. Akın da neden bestelenmesin? Hamdi keskin Öğretmen Halil Basutçu’ya baktı.
Halil’in sesi gür, şiiri de güzel okudu. Öğretmen Halil’e bakarken tüm arkadaşlar ilgiyle başlarını çevirdiler. Arkadaş Yapıcılık Kolunda. Yapıcılık kolunda olanlara biraz da kolun işlevi bakımından kültür derslerinde değişik bakılmaktadır. Halil de çok çekingen olduğu için geçmiş günlerde kimsenin dikkatini çekmemiş.
Hamdi Keskin Öğretmen takıldı:
-Yeni tanıştık değil mi? diye sordu. Halil başını dimdik tutarak baktı. Sanırım diyecek bir söz seçemedi. Hamdi Keskin Öğretmen bu kez:
-Önemli olan er ya da geç tanışmış olmak! değil mi diye gene sözü soruya çevirdi. Hamdi Keskin Öğretmen:
-Akın’dan başka bir de Canavar tiyatro eseri vardır, elinize geçince okuyun şairi orada daha iyi tanıyacaksınız. Şairimiz sadece duysal değil bir de düşünce tarafı vardır, bakın! dedikten sonra, Hayat şiirini okudu
Hayat
Ağzında şarkılıktan çıkmış iniltilerle
Dağ, taş deme arkadaş, gün batmadan ilerle!
Yara açsın kayalar ayaklarında, varsın,
Varsın omuz başların kamçılardan kızarsın.
Bu ağrılar duyurmaz sana yalnızlığını,
Kızıl dudaklarından bırakma ıslığını.
Ağzında şarkılıktan çıkmış iniltilerle
Dağ taş deme arkadaş, gün batmadan ilerle!
Sırtında bir tüy gibi taşı taştan yükünü
Görmesinler belinin, sakın büküldüğünü...
Başında şakladıkça atlıların kırbacı
Anla ki her gün sana hız veriyor bir acı!!
Yara açsın kayalar ayaklarında varsın,
Varsın omuz başların kamçılardan kızarsın.
Haydâ, sarıl yollara...ardına bakma haydâ!
Sen yük altında haykır, yatsın eller sarayda.
İnce bir iz bırakır yere sızdıkça kanlar,
Seni ulur izinden ıslığını duyanlar...
Bu ağrılar duyurmaz sana yalnızlığını,
Kızıl dudaklarından bırakma ıslığını,
Fırtına, yağmur, soğuk... ne varsa üstüne çek!
Bu çetin yolculuğun sonunda gün gelecek,
Sırma saçlar saracak her kan akan yerini,
Gül dudaklar öpecek o kırbaç izleri...
Ağzında şarkılıktan çıkmış iniltilerle,
Dağ taş deme, arkadaş, gün batmadan ilerle!
Hamdi Keskin Öğretmen:
-Bir de bunu okuyalım! dedikten sonra Mağara şiirini okudu.
Mağara
En uzun ölümü günlerce tatmış,
Son demi yaklaşan bir kurt var inde:
Mağranın ağzını bir taş kapatmış,
Açlıktan ölüyor bir kurt içinde.
Çığ gibi tepeden inen kayanın
Farkı yok gitgide mezar taşından.
Kan sızıyor bu kana doymayanın
Duvardan duvara vuran başından...
Gözünde karanlık ecelleşirken,
Az daha yaşatmak için canını
Her gün el kanıyla ziyafet çeken
Koca kurt yalıyor kendi kanını.
At, çoban postunu omuzlarına,
Koy artık meydana bütün varını:
Ya çıkar ya çıkmaz o kurt yarına,
Yaylaya zararsız sal davarı.
Şakıyor mağranın önünde sesin.
Geç, atlım,blki ruhun kanatlı.
Atının nalları taşa değmesin,
O zaman canından oluşun atlı!
Ey çimen gözleri, papatya başı
Bahâra benzeyen, yazı andıran!
Bir kımıldatırsan eğer o taşı,
Andolsun ölüme gelmiştir sıran.
Kalbime benzetin çırpınan kurdu,
Kapanan mağrayı göğsüm sayınız:
Bu açlık boğmadan ininde kurdu,
Yolcular, bu taşa dokunmayınız!
Hamdi Keskin Öğretmen şiirlerin, şairin Bir Ömür Böyle Geçti kitabında bulunduğunu söyledi. Mestan Yapıcı:
-Şiirlerini okuduğumuz şairlerin hayatlarından sorumlu muyuz? diye sordu. Hamdi Keskin Öğretmen bu sorudan hoşlanmamışçasına Mestan’a bakarak:
-Sizler öğretmensiniz, ben, öğretmen sıfatını kazanmış gençlerle konuşuyorum. Sizler biraz farklı öğrencilerle, henüz sizin kazandığınız sıfatı kazanamamış ancak kazanmak için çalışan öğrencilerle ders yapacaksınız. Bu nedenle siz benden farklı davranacaksınız, buna da zorunlusunuz. Ben, sözünü ettiğimiz değerli şair Faruk Nafiz’i yakından tanırım, karşılıklı konuşmuşuzdur. Onun şiir konusunda düşündüklerinin bir bölümüne katılmamışımdır, bu yüzden tartışmışızdır da. Şimdi burada gerek gördüğüm için size söylüyorum. Bu söylediklerim dersimizin konusu dışındadır. Ancak ben; az önce de söylediğim gibi bir öğretmen kitlesiyle karşı karşıyayım. Ben böyle yaptım diye siz de benzer durumları tekrar edemezsiniz. Etmemelisiniz. Ettiğinizi düşünelim, onlar bir süre sonra öğretmen olup öğrencileriyle baş başa kalacaklardır. Onlar da sizden aldıklarını orada tekrarlarsa nasıl bir sonuç ortaya çıkar? Korkunç bir taklit! İşte eğitimde sakınılan da budur. Taklit, sadece taklittir. Taklide bulaşan kişi, kişiliksizdir. Kişiliksiz insanların oluşturduğu toplumlar da kişiliksizdir. Aman dikkatli olalım!...
Sözün kısası,öğrencilere verilecek bilgileri kendiniz seçeceksiniz. İsterseniz, yazarların hayatlarını yazan kitaplar vardır. Bu konuda oldukça nam kazanmış İsmail Hiabip, liseler için bir düziye kitap yazdı. Liselerde bunlar okunuyor. İstediğiniz bilgileri oralardan bulabilirsiniz. Sizler, Yüksek okul öğrencisisiniz, Öğrenmeniz gereken bilgilerin sınırını kendiniz seçecek durumdasınız, öyle olmanız gerekir. Falan yazarın anası Fatma, felân yazarın yaşı geçmiş, türü konuşmaları benden beklemeyin. Bakın Faruk Nafiz Çamlıbel için Öğretmen Şair sözünden başka bir söz söylemedim. Ancak siz bu denli başarılı bir öğretmen şairi daha yakından tanımalısınız. Bana gelince Ben Faruk Nafiz’i çok yakından tanırım, onun hakkında dedikoduları da eklersem günlerce konuşurum. Ama onlar benim takdirlerimdir, sizleri belki hiç ilgilendirmeyeceklerdir.
Hamdi Keskin Öğretmen, Hececiler üstünde biraz duralım! deyip ayrıldı.
*
Doç. Niyazi Çitakoğlu’nun gelmediğini bile bile Kitaplık’a gittik. Kepirliler biz bize olduğumuz için konuşacak konu buluruz! düşüncesi hepimizde vardır. Sami Akıncı gene rahatsız, bize katılamadı. Mehmet Başaran’ın da olmadığını gördük. Oysa ondan dergi konusunda bilgi almak istiyorduk. Onun Tarla Bahçe Bölüm’ü arkadaşlarından Hüseyin Orhan:
-Az önce dersteydi, gelecek her halde, deyince bekledik. Mehmet Başaran’ın gelmediğini görünce diller altındaki baklalar çıkmaya başladı. En sert tavrı Harun Özçelik koydu. Dergiyi açarak Mehmet Başaran’ın şiirlerini gösterdi. Vay canına:
-Daha ilk sayıda 5 şiir. bunların 3’ü Mehmet Başaran’ın. Şiirler de şiir olsa bari! “Yağmur yağdı, çaktı şimşek, sen de mi şair oldun.....?” Mustafa Saatçi ile Halil Basutçu Harun’u yatıştırmaya çalıştılar:
-Suç varsa tüm Dergi Kolunun olur. Tek kişiye suç yüklemek haksızlıktır! Harun Özçelik:
-Ben arkadaşı niçin suçluyorum? Önce onu iyi anlayalım! O, hiç değilse bize dergiye girecek yazılar seçildiğinde haber verebilirdi. Hâlâ neden susuyor? Konuşmalar tatsızlaşınca ilgiler de dağıldı, Hüsnü Yalçın bir kitap alıp okudu.
“Eşin var aşiyanın var ki beklerdin!
Arkasında da”Benim neyim var ki bekleyeyim? Arkadaşlar birden:
-Senin de olacak, neden acele ediyorsun? Hasan Üner:
-Bak, Mustafa Saatçi bile bekliyor! Mustafa Saatçi’nin yaşlı olduğu ima edildiğinden:
-Kendiniz gelişemiyorsunuz oğlum, hepiniz köse kalacaksınız, kızlar sizi beğenmeyecek! deyince Mustafa Saatçi’nin yeni sevgilisinden söz edildi. Mustafa Saatçi daha Kepirtepe’ deyken okulun elektrikçisi idi, burada da Mustafa Güneri aracılığıyla elektrik işlerine el atmış. Bir elektrik sorunu çıktığında Biçki-Dikiş Atölyesi’nin elektriklerini onarmış. Atöylede bulunan on kadar kızdan yalnız birisi Mustafa Saatçi ile ilgilenmiş. O da bunu arkadaşlara anlatmış. Arkadaşlar sormuş, soruşturmuş bunun Kayseri/Pazarören çıkışlı Hatun Efe olduğunu öğrenmişler. Hatun Efe, güzel yüzlü bir arkadaş. Mustafa Saatçi takılmakta haklı. Çünkü Hatun, bizim Kepirli SS’yi çok andırıyor. Arkadaşlar da hemen onu SS yerine oturtmuşlar.(SS, Sevim Saatçi,yani geleceğin Bayan Saatçi’si, hemen değişikilik yapılmış HS.Hatun saatçi)Konuşmalar giderek tatsızlaşınca bir kenara çekilip derste konu olan At şiirinin taktiğini yaptım. Yaptım, diyorum ama doğru yaptığımdan oldukça da kuşkuluyum. Çünkü Faruk Nafiz Çamlıbel’in başka bir aruz kalıplı şiiri üzerinde şimdiye dek hiç durmadım. Şairler nedense belli kalıpları kullanıyorlar, o kalıpların bıraktığı izler takti sırasında işe yarıyor.
Aruz vezin takti:
Bin gem le bağ la nan ya ğı zat şah a kal kı yor
- - . / - . - . / . - - . / - . -
Git tik çe yük se len ba şı Al lah a kal kı yor
- - . / - . - . / . - - . / - . -
Mef û lü Fa i lâ tü me fa î lû fa i lün
Şiir, Sembol ya da simge üzerine kurulmuş bir kahramanlık (Destansı) şiir örneğidir. Burada, Seferberlik olarak halk arasında anılagelen Büyük Savaştan sonra esaret altına alınan Türk Halkı, direnerek olayı Kurtuluş Savaşına dönüştürüp, işgal güçlerini yurttan kovmuştur. Asalak olarak omuzlarına sıçrayan düşmanları sırtında atan bir at örneği bağımsızlığını kazanmıştır. Şair bunu bilmeyen ya da küçümseyenlere bir daha anımsatıyor:
-Bu olayı, düşmanlar gibi Tarih de unutmamalıdır! diyor.Şiir ilk bakışta hece ölçüsüne uyar gibi bir görüntü veriyor:
“Bin gemle bağlanan yağız /at şaha kalkıyor,
Gittikçe yükselen başı / Allah’a kalkıyor. Ya da:
“Beyhudedir her uzvunda bir /halka bulunsa da
“Boştur köpüklü ağzına /gemler vurulsa da... dizeleri sanki 8+6 duygusunu uyandırıyorsa da:
“Coştukça böyle sel gibi /bağrındaki hisleri .
Bir gün kalmayacaktır /başında seyisleri. dizeleri 7+7 oluveriyor.
Yemeğe dek Kitaplık’ ta kalmayı başardım. Öğleden sonra yorucu bir piyano çalışması yapacağım.
*
Yemekte arkadaşım Halil Basutçu’nun şiir okuyuşu, konuşması üzerine değerlendirmeler yapıldı. Kızılçullu grubunun bir Mustafa Parlar’ı var, okuma denince hep o ortaya çıkıyor. Gerçekten Mustafa Parlar, tok sesiyle dersliği dolduruyor. Kadir Pekgöz, Halil Basutçu’ yu hemen onun yanına koydu. Tartışmada başka adlar da öne sürüldü, Hasan Özden, Şükrü Koç, Faik Demir, Mehmet Toydemir’in adları geçti. Ben de Çifteler grubundan Veli Demiröz’ü, Fakı Yörük’ü Süleyman Karagöz’ü ortaya getirdim. Ekrem Bilgin konuya bir başka açıdan girdi:
-Siz arkadaşları derslikteki görünür durumda önemsiyorsunuz. Oysa asıl değerler sessiz, sakin çalışıp kendilerini geliştiriyor. Bakın, bugün tanıdığımız geçmiş derslerde hep yanımızdaydı. Ben size başka birinden söz edeceğim ,Sami Akıncı. Sami Akıncı’yı ben tanımıyordum, şimdi onu çok iyi tanıyorum. Çıkan dergide en güzel çalışmayı onun yaptığını gördüm. Sordum, rahatsızmış, üzüldüm. Kadir Pekgöz söze karışıp Sami Akıncı’yı övdü. Ekrem Kadir’i susturdu:
-Bana kendi ölçülerini benimsetmeye kalkışma, sen dergideki Sami Akıncı’nın çalışmasını
okudun mu? diye sorunca Kadir sustu. Doğrusu ben de drgi için ileri geri sözler ettim ama sınırlı yazılar okumuştum. Ekrem’in bilinçli olarak bir yazı seçim savunmasına şaştım. Az önce konuştuğumuz Halil Basutçu için söylenenler Ekrem için de geçerli. Biz, kendi aramızda konuşup duruyoruz ama gerçek olarak kendi iç dünyalarımız gibi başkalarının da bir başka iç dünyaları olduğundan habersiziz.
*
Öztekin Öğretmen gelir gelmez ellerini şaplatarak toplanmamızı işaret etti. Kemancılar kutularına sarılıp kemanlarını yerleştirdiler. Öztekin Öğretmen dirseğini kaldırarak saatine baktıktan sonra:
-Çok çalışıyoruz falan diye zaman zaman övünüyoruz ama biz gerçekte plânlı çalışmıyoruz. Köy Enstitüleri’ndeki eğitimin bu tarafı haklı olarak eleştiriliyor. Ne derseler desinler, öğrenci için kitap gerekli. Kitap, öğrenci için ister istemez bir çalışma disiplini kazandırıyor. Disiplin bir irade işidir. Bunu, avamî olarak (Halk anlayışı) düşünmeyelim. Bakın sizde bile bunu deneyebiliriz ;okuduğunuz derslerin kitabı yok. Hiç yok demeyelim, örneğin Tiyatro Tarihi var. Okuduğunuz dersler içinde en güvenli ders olarak hangisini buluyorsunuz? Soruyu önce tam anlayamadığımız için sustuk. Öztekin Öğretmen açıklayınca hepimiz, gerçekten en güvenli ders olarak Tiyatro Tarihini seçtik. Çünkü, işlenen konular kitapta var. Gerçi öğretmen kitaba bağlı kalmıyor ama, anlatılanlar kitaba yaklaşık olaylar olduğundan, dinlediklerimizle okuduklarımız arasında bağ kurabiliyoruz. Öğretmenimiz ayrıca Pedagoji öğrenimi yaptığından uzun uzun öğrenme olayı üzerinde durdu. Kendisi, her dersin kendine özgü yolu yordamı var, Ana Dili öğretme yöntemleriyle matematik öğretme yöntemlerinin başkalıklarından söz etti. Psikoloji Derslerimizde değinip geçilen terimlerden söz etti, Çağrışım, Algılama, Bellek, Kavrama, Analiz, Sentez terimleri yanında yorgunluk, bıkkınlık, kaytarma kavramlarının nedenlerini anlattı. Sonunda sözü bize getirdi:
-Bir örnek! deyip sözü bizim Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası konserlerine getirdi. Parmaklarını sayarak 7 ay konserlere gittiğimizi, yuvarlak olarak ayda üç konser izlediğimizi böylece konser sayısının en az 20 olduğunu, bu yirmi konserin kaçının bizim müzik darımızda yer ettiğini sordu. Birden içimde bir kabarma oldu. Çoğunu not ettiğim için sevindim ama okuma olanağı bulmadan ne söyleyeceğimi düşünmeye çalıştım. Bir çok olay belleğimden geldi geçti de hiç birini duraksatıp anlatacak duruma getiremedim. Yavaş yavaş içim yatıştı, arkadaşların susuşuna ben de katıldım. Neyse ki öğretmen soru sormadı, kendinden örnekler verdi; sonra da:
-Gelin birlikte bir hafıza denemesi yapalım! deyip ilk gittiğimiz konseri sordu. İlk gittiğimiz konseri çok konuşmuştuk. Bizde plâkları olduğu için de çok dinlemiştik. Birkaç arkadaş birden: :
-Hector Berlioz, Fantastic Senfoni! deyiverdi. Baktım, arkadaşlar oldukça canlı konuşuyorlar, hemen hemen benim bildiklerimi söylediler. Buna çok sevindim; demek oturup ciddi ciddi konuşsak, başka konularda da bir birimize destek olacağız! Öztekin Öğretmen Hector Berioz’u incelemiş, ayrıntılı bilgi verdi. Hector Berlioz’u Robert Schuman’la karşılaştırdı. İkisi de bestecilikleri dışında orkestra oluşturma alanında düzenlemeler yapmış. Orkestra düzenlemeleri üstünde hiç durmamıştık. Kulaktan duyma bir iki söz biliyorduk ama bu da orkestradaki insan sayısına dayanıyordu. Öztekin Öğretmen güldü:
-Orkestrayı insanlar değil çalgılar oluşturur, orkestra şefi dışında insanlar değil çalgılar esastır!’ diyerek bir de kural söyledi. Bundan sonra da ses dağılımına dikkatimizi çekti:
- Bir kemanla bir viyola yan yana gelip dengeli ses sürdürebilir, ancak bir kemanla bir viyolensel sürekli ses dengesinde çalınamaz, viyolenselin sesi kemanı gölgeleyebilir. Bunu düşünerek öteki çalgıları yan yana koyabiliriz. Ancak bizim tüm çalgıların ses şiddeti hakkında tını gücü bilgimiz eksik olduğundan yapacağımız dengelemeler afakî olur. Çünkü özellikle üflemeli çalgıların ses frekanslarını bilmiyoruz. Ancak olayın bu açıdan ele alındığını bilmemiz açısından kurcalamış oluyoruz. Bir viyolensel için sözgelimi dört keman, iki viyola ya da bir kontrbas için iki viyolensel, dört viyola, sekiz keman, iki kontrbas için bakıyorsunuz ortaya 25 ilâ 30 çalgı çıkıveriyor. İşte bunların çok ince bir hesabı var. Orkestrada çalışanlar bu konuda bilgilendirilir. Bu nedenler günümüz orkestraları, belli kişilerin öne sürdüğü esaslara göre kurulmuştur. İşte bu konuda çok benimsenen bir düzenlemeyi Hector Berlioz yapmıştır. Bu sayıları ancak bestecilerin istekleri özel durumlarda değişir. Söz gelimi konçertolarda kendiliğinden değişme olduğu gibi kimi senfonilerde de besteci kendisi deneme için özel çalgı eklemiştir. Josef Haydn’ da bunu görmekteyiz. Saat senfonisinde saat gibi bir aygıt kullanılabilir. Leopold Mozart’ın Çocuk Senfonisi’nde oyuncak çalgılar kullanıldığı gibi. Böylece, artık tiryakisi olarak dinlediğimiz Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nın nasıl oluştuğu hakkında bir fikrimiz var! diyebiliriz. Ancak olay bu kadarla kalmıyor. Orkestra tarihinde çok değişik kuruluşlar vardır. Oda Müzikleri için mekân sorunlarından dolayı 20 kişilik orkestralar olduğu gibi bazı besteciler senfonilerini Bin kişilik orkestra için bestelediğini yazmıştır. Anton Brukner’ le Güstav Mahler’in senfonileri böyledir. Ancak onlar da konserlerde bu denli kalabalık orkestralarla çalınmazlar. Sembolik konserler dışında onlar da normal orkestra ile çalınır. Müzik Tarihinde adı geçen başka orkestra düzenleyenler de vardır. Örneğin Richard Wagner kendi eserleri için orkestra kurmuş, çalgı dizisini değişik kullanmıştır. Çok önemli bir olay da Fransız İhtilali’nden sonra Fransa’da, özellikle de Napolyon Bonapart’ ın zaferleri gölgesinde yaşanmıştır. O günlerin ünlü besteci-orkestra şefi Gossec, bin kişilik orkestra kurmuş, on bin kişilik korolarla Paris konserleri düzenlemiştir. İstisnalar kaideyi bozmazmış, biz normal olanı öğrenelim. Bundan böyle orkestrada değişiklik olursa dikkat edin yeter.
Öğretmen gülerek:
-Berlioz büyüsüne kapılarak senfoninin özelliğini atladık. Asıl konuşmamız gereken oydu.Bu şanslı konser girişinde özelliği olan bir eser dinlemişiz. Bunu da konuşalım! Ben bunun karşılığını vermeyi kurarken Yusuf Demirçin parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince Yusuf:
-Senfoni 5 bölümlüdür.1.Bölümde besteci, aşık bir gencin hayallerini, aşkını, kıskançlıklarını, dinsel uyumsuzluğunu anlatmak istemiştir. Gerçekte genç iyi yetişmemiş, başıboş bir gençlik geçirmekte esrar türü zararlı maddeler almaktadır. Sevgili olarak seçtiği güzel de onun seçtiği düşle gerçek arası bir kimsedir.2.Bölümde bir balona sevgilisiyle karşılaşır. Ya da karşılaştığını düşleyerek duygularını anlatır.3.Bölümde aşık delikanlı kırlara çıkmıştır. İki çobanın kaval çaldığını duyar, içi rahatlar gibi olmuştur. Birden sevgilisini görür gibi olur. Sevgilisinin onu aldattığı duygusuna kapılır. Bu duygu onu, sevgilisini öldürmeye dek sürükler: 4.Artık bir katildir. Burada sık sık melodi değişir; Sevgi ile bunalım temaları yan yana duyulur.5. Bu bölümde katil idam edildiğini düşler, duygusuzdur ama gene de kahkahalar, acayip sesler, uzaktan gelen gürültüler duymaktadır. Senfoni, sonunda bir dinsel ya da ilahî etki bırakan , halka halka akor öbeklerinden oluşan görkemli bir ses uyumu içinde biter. Yusuf Demirçin ayrıntılı bir şekilde anlatınca söyleyecek bir söz kalmamıştı. Gene de söze karışmak istedim. Hector Berioz’ un bizde bir plâğı var ,Rakoçi Marşı. Rakoçi olayını Kepirtepe’deyken Tekirdağ’a gittiğimizde öğrenmiştim. Bir Macar Kralı ya da kral ailesinden biri, Osmanlılara esir düşmüş, göz hapsine alınıp Tekirdağ’da yaşamasına izin verilmiş. İşte o Rakoçi ,Tekirdağ’da 30 yıl yaşamış. Konağı sonradan müze yapılmış, o müzeyi gezmiştik. Öğretmenimiz Asım Kavaller, (Müzik öğretmeni değildi ama müzik derslerimize giriyordu) Rakoçi Marşı’ndan söz etmişti. Plâklar arasında görünce defalarca dinlemiştim. Bunu söylemeden duramadım. İyi ki söylemişim öğretmen sözü alarak açıkladı:
-Macaristan bizden ayrılınca Avusturya’nın boyunduruğuna girmiş. Ancak Avusturya boyunduruğundan kurtulmak için sürekli direnmiş. Büyük Fransız Devriminden sonra başta Fransa olmak üzere öteki Avrupa Devletleri, Macarların bağımsızlığı için yardımcı olmuşlar. Özellikle Büyük piyanist Franz List’in etkisiyle Macar Müziğinin Avrupa’da sevilmesi öteki bestecileri de harekete geçirmiş. İşte Berlioz da onlardan biriymiş. Macaristan da çalınan Rakoçi Marşını orkestraya uyarlayarak konser salonlarına Berlioz kazandırmış.
Öztekin öğretmen, bundan sonra:
-Bir gün de orkestrayı oluşturan enstrümanlar üzerinde duralım! dedi, besbelli bunları bize de soracaktır. Keman, viyola, viyolensel, kontrbas, Flüt, klarnet,(Ara sıra piyano) sonra? Öteki çalgılarda duraksadım. Trompet, trombon, saksafon adlarını duyuyorum ama hangisi hangisidir, ayırmakta zorluk çekiyorum. Filmlerde gördüğüm Harry James’in çaldığı trompeti anımsadım. Bunları topluca sıralayıp öğrenmeyi kurdum.
Öztekin Öğretmen, enstrüman çalışması yapmak üzere bizi serbest bıraktı.
Hanon’u alıp alt odaya indim.50’li parçaya dek çalıştığımı sanıp özellikle 55. Parçada tökezleyince sil yeni baştan ilk sayfalara döndüm. Bu kez çok daha dikkatli, kulaklarımı açarak çalışıyorum. Yüzük parmaklarımın ötekilerden ağır devindiğini gördükçe üzülüyorum. Faik Öğretmen bana Robert Schumann’ı örnek vermişti. Robert Schumann parmaklarının uzaması için önlem alırken bir yanlış hareket yüzünden bir parmağını iyice sakatlamış, sonra da işi besteciliğe çevirmiş. Onu düşünerek parmaklarımla fazla oynamıyorum. Kendimi Schumann’la bir arada düşündüğüm için güldüm. Parmağımı kırarsam ne yaparım? Parmağı kırık bir öğretmen olurum, bestecilik yapacak gücüm mü var ki?
Yemekte konu gene orkestra çalgıları oldu. Oydu buydu tartışması yapılırken ansiklopedi aklıma geldi.Ansiklopedide orkestra neden olmasın? Bulmuş gibi sevindim. Arkadaşlar üzerinde kuşku uyandırmamak için de boş boş yapılan konuşmalara katılır göründüm. Bir yandan da bulacağımı umduğum kaynağın hiç değilse bir süre başkasının öğrenmesini istemedim:
-Onlara kaynakları, neden ben öğreteyim?
Kitaplıktaki ansiklopediyi açar açmaz buldum. Hem de çalgılar resimleriyle gösteriliyor.
1.Kemanlar,2.Kemanlar-Viyolalar.Viyolenseller-Kontrbaslar-Obualar-Flütler-Fagotlar-Klarnetler-Trompetler-Trombonlar-Kornolar-Harp-Tuba-Trampet-Timpanum-Davul(Büyük-Küçük)Dikkatimi çekti,orke3strada saksafon yok. Nihat Esengin, orkestrada başka çalgı çalıyor olmalı! Ansiklopedi saksafonu mu atladı yoksa Nihat Esengin orkestrada başka çalgı mı çalıyor? Bir bilinmeyenle daha karşılaştım.
Ansiklopediden ayrıca kısaca Orkestra Bilgisi aldım;
Çeşitli sazların bir araya gelmesiyle kurulan topluluğa orkestra denir.(Yazıyorum ama bu tarife katılmıyorum. Ortaya konmuş bir kurala göre bir araya getirilen çalgı topluluğu, denmesi gerekirdi) Orkestra sözünün anlamı eski Yunanca’ dan gelmektedir, Yunan tiyatrosunda belli aralıklar vardı, bu aralıkların birine orkestra dendiğinden bu ad sonraları, özellikle opera oyunları başladığında çalgı topluluğu sahne önüne alınınca orkestra öne çıkmıştır. Orkestralar, büyük, küçük sıfatlarıyla anılır. Büyük orkestralar Romantik Besteciler döneminde gelişmiştir. Özellikle orkestra oluşturmada önde gelen isimlerden Hector Berlioz bir orkestranın 827 kişi olmasında direnmiştir. Orkestrada bulunan sazlar genellikle tür olarak bir arada bulunur. Yaylı sazlar, nefesli sazlar, vurmalı sazlar v.b...Salon konserleri orkestralarında yaylı, vurmalı, ağaç üflemeli, metal üflemeli, yerine göre tuşlu, telli çalgılar bulunur. Salon dışı orkestra sayılan bandolarda ise yaylı çalgılar kullanılmaz. Yeni bir kararla fikrimi değiştirmezsem sınav tezimi Cumhurbaşkanlığı Orkestrası için alacağımdan orkestra ile ilgili bilgileri şimdiden toplamak istiyorum. Olaya sarılmam biraz da bundan.
Yatınca bunu düşündüm, Mahmut Ragıp Öğretmen beni orkestra üyeleriyle buluşturacak, onlara sorular sorarak genel bir bilgi oluşturacağım. Kısa kısa da onları tanıtacağım. Yapmış ya da sanki yazmaya başlamış gibi sevinerek gözlerimi kapadım. Bu kez de yeni bir cinlik alkıma takıldı. İnsanlarla konuşmak bu denli kolaysa neden orkestrayı alıyorum, operayı alsam daha iyi olmaz mı? Ruhi Su ile konuşmak kolay, karşılaştığımızda o kendisi bize selâm veriyor. Sorulsa sorulara neden karşılık vermesin? Hilmi Girginkoç, Aydın Gün kendi öğretmenlerim. Nurullah Şevket Taşkıran kral gibi adam, ancak Mahmut Ragıp Öğretmenin yakın dostu; ya ötekiler? Bir Orhan Günek’i uzaktan gördüm. Mesude Çağlayan’la konuştum ama sanırım o zaman bile ürperdim. Bir daha karşılaşırsam nasıl bir durum takınırım? Semiha Berksoy’la konuşacağım; işte bu, aklımın almayacağı bir durum! Saadet İkesus’ un yanına nasıl giderim? Rabia Erler’ i düşünürken Muazzez Ünal’ı anımsadım. Kolaymış gibi geliyor ama , ona bile opera ile ilgili bir soru soramam! Ne diyeceğim; ”Ben Opera üstüne bir tez hazırlıyorum! ”Güldüm!
En iyisi gene orkestra!.......
Çalgılarının gruplaşmasına göre orkestraların genel yerleşimi
5 Ocak 1945 Cuma
Kar başladı, asıl kış şimdi geliyor! Kânun Sani’de olduğumuzu unutmayalım! Ne kânun Sani’si oğlum, ağzını alıştır; ”Ocak ,ocak! Türü konuşmalar arasında kalktım. Malik Aksel Öğretmeni üşütmemek görevim. Kahvaltıdan önce salona koştum. Neyse ki nöbetçi öğrenciler görevlerini yapmış, odunlar hazır. Ateşleyip kahvaltıya döndüm.
Kahvaltıda, sanki kış yeni başlamış gibi kaygılı bir hava estirildi. Oysa bir aydır yollar değilse bile yerler hele karşı tepeler karlı. Salonda sobanın yandığını söyleyince beni kahramanlaşırdılar. Karşılığında da yaz gelince bana dondurma ısmarlayacaklar. Yaz ne zaman gelecek? Ağustosta! O zaman ben memleketimde olacağım.Konu,2.Sınıfların stajlarına kaydı; herkes kendi iline gidecek. Biz üç Kepirli üçümüz de Kırklareli ilindeniz. Kadir Pekgöz’le ben Lüleburgazlı, kesinlikle gene birlikte olacağız. Halil Yıldırım, Kadir’i göstererek bana:
-Sen bunu bir türlü yakandan atamayacaksın! deyince tartışma başladı:
-Yakadan atmak! Ne demek? Ben, ne anlama geldiğini değil de deyim olduğu üzerinde durdum. Kadir bir iki yan çıkış yapmak istedi ama deyimin yakınlarını, zıtlarını soruşturarak sözü saptırdık. Kapı dışarı atmak, Kapı önüne koymak, dışlamak ya da sineye çekmek, kucaklamak, kollarına almak! Derken iş sevgililerin sarılmasına dek gitti. Yahya Kemal Beyatlı’nın bir gazelinde:
“Aguuş-ı nev-bahârda hab-î dedir cihân,
Sürsün sabâh-ı haşre kadar hâb uyanmasın! deyişi ile “Yakadan atma!” deyimini, Cihan’ın, ilkbaharın kollarındaki hoşnutluğu ile gölgeleyerek Salona döndük.
Öztekin Öğretmen üşümüş olarak geldi, gelir gelmez sobayı yokladı. Sobanın iyi yandığını görünce :
-Malik Öğretmeni üşütmeyelim! dedi. Talip Apaydın:
-Biz de öğretmenlerimiz içinde en çok onun üşümemesine dikkat ediyoruz! deyince Öztekin Öğretmen Malik Aksel Öğretmen için övücü sözler söyledi. Özellikle Malik Aksel Öğretmen için “Yurdumuzun sayılı ressamlarındandır. Ayrıca Sanat Tarihi konusunda Batı ülkelerinde de tanınır! deyince azıcık duraladık. Yurdumuzun sayılı ressamlarındandır!”Hımmm! Sayılı ressamlar! Bunlar kimler? Ressam deyince, Hidayet Gülen Öğretmen’in anlattığı bir olayı anımsarım. Okullarda üç resim yan yana asılıdır. Atatürk, İsmet İnönü, Hasan Ali Yücel.İsmet İnönü resmini yaptırmak için iki ressam seçmiş. İbrahim Çallı ile Feyhaman Duran. Bu iki ressam İsmet İnönü’nün koltukta otururken resmini yapmışlar. Resimler bir birine çok benzemiş. Ancak İsmet İnönü okullara asılmak için birini beğenecekmiş. İkisi arasında küçük bir fark görülmüş. Koltuk kollarında dayalı duran ellerin biri azıcık yumuk gibiymiş. İsmet İnönü bu resme çok dikkatle bakmış, ancak bir şey dememiş. İlgililer ressamın adını da vermemişier, ressam kimse söz konusu eli hemen açıp parmakları sarkıtmış. Daha sonra ressamların adları açıklanmış.İki ressamın resimleri de resmi dairelere asılmış. Ressam olarak önce bu iki adı öğrenmiştim. Daha sonra müzik Öğretmenimiz Süheyla Başokçu gelince babasını bize ressam olarak tanıttı;” Ressam Refet Başokçu!”Refet Başokçu’nun İstasyon tarafında atölyesi vardı, bir kez gitmiştim.Bizim, sürekli ressamımız da arkadaşımız Harun Özçelik’ti. Bunlar, canlı ressamlar, kitaplardan tanıdığım ressamlar var. Alfred de Musset’in Andre del Sarto’ sunu okudum. Leonardo Da Vince, Fatih Sultan Mehmet’in resmini yapan Bellini’yi, Napolyon Bonapart’ın Arcol Köprüsü üstünde resmini yapan Antoine-Jean Gros’u biliyorum. Ancak bunlar kitap bilgilerimdi. Bu nedenle biz, Malik Öğretmeni resimden çok, camiler üstünde bilgisi olan biri gibi değerlendiriyorduk .Geçen derslerin birinde arkadaşların:
-Biz hep cami mimarisini mi okuyacağız? gibisine soru sorması bundandı. İyi insan sözünün üstüne gelirmiş. Biz konuşurken Malik Öğretmen geldi. Sanki kendisi için konuştuğumuzu duymuş gibi:
-Geciktiğimi tespit ettiniz mi? Kaç dakika borçlandım size? diye sordu. Sobaya yaklaşıp gözlerini gezdirdi. Yerine geçip çantasını koydu. Öztekin Öğretmen iyi dersler dileyip ayrılınca Malik Aksel Öğretmen.
-Bugün biraz konuşma dinleyeceksiniz; Sanat Tarihi’nin kaderi bu;” Geçmişi konuşmak!” Sanat insan gibidir. İnsanı anlatırken de doğumundan başlanır. Çocukluk, gençlik derken bakarsın insanın hayatı ortaya çıkar. Ancak Sanat Tarihi deyince bir başka önemli nokta da Sanat Tarihi’nin alışageldiğiniz tarihten farklı oluşudur. Bildiğiniz, size özenle öğretilen genel Tarihle ilgisi olmakla birlikte onda geçen olaylara ters düşen bir tarafı vardır. Tarih geçmiş olayların haşmeti ya da burukluğu içinde sürer, olay son bulunca da biter. Bizim Sanat tarihimiz ise tam orada başlayıp hiç bir haşmeti olmayan ancak haşmeti bir geşmişi önümüze getirir. Genel Tarih, ilk bakışta bir hoyratlık bir vahşet tarihidir.Büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibi:
“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!...”
Dev gibi ordunun kuşkusuz bir yurdu vardı. O yurt ne oldu? Romalıların Kartaca’ya yaptığını yaptı mı? Sormaya ne hacet? Yaktı yıktı. Biraz tarih karıştırabiliriz. Genel Tarih biliminin babası, yani ilk tarihçi olarak Eski Yunanlı Herodotos(Heredot) gösterilir. Milattan önce 484-425 yılları arasında yaşamıştır. Söz konusu tarihten önceki olaylar efsaneler olarak anılır. Heredot’tan sonra önemli olaylar belgelere geçmiştir. Bu belgelere göre Akdeniz’in doğusunda, şimdiki Suriye’nin Akdeniz kıyılarında Fenikeliler yaşamıştır. Denizci bir millet olan Fenikeliler çok gezdiklerinden kendileri dışındaki uygarlıklardan yararlanmış ,kendilerine özgü bir uygarlık kurmuşlardır. Küçük bir topluluk olduklarından doğularından gelip onları sürekli rahatsız eden Med ya da sonraki adlarıyla Perslerin akınlarından yıldıklarında onlardan uzak olan Kuzey Afrika’nın Akdeniz kıyısında yeni bir ülke edinip geliştirmişlerdir. Denizci olduklarından Akdeniz onların ticaret alanıdır. Kuzeyde güçlü bir devlet kuran Roma Kartacalıları düşman sayıp sürekli savaş çıkarır. Okumuşsunuzdur, bu savaşlar yüz yıldan fazla sürmüştür .Sonunda üstün gelen Roma, Kartaca’yı tuzla buz etmiştir. İşte bir tarih olayı; Roma Kartaca’yı tuzla buz etti, Kartaca ortadan kalktı! Burada Genel Tarihin görevi de biter, ya da işin sadece lâf tarafı sürer. Ne var ki iki bin yıl önce olan bu olayın geçtiği yerde o günlere göre önemli bir uygarlık gelişmişti. İşte Sanat Tarihi burada kendini gösterir;
-Kartaca uygarlığı nelerdir, onların kalıntılarından günümüzde yaşayan neler vardır? Bunlar Sanat Tarihi’nin konularıdır. Bakın burada bir başka önemli olay da Genel Tarih’in, demin hoyratça dediğim vurucu kırıcı olaylara övgü yağdırmasına karşın Sanat Tarihi bu olayı görmezden gelip hoyratça harcanan eserlerin kalıntılarını gün yüzüne çıkarır. İki olay yani Tarih arasındaki zıtlık buradadır. İkisi de Tarih adını taşır ama ikisi arasında bir zıtlık ı vardır. Sanat Tarihi, Genel Tarih’in övdüğü kahramanları övmek şöyle dursun anmaz bile. Tarih derslerinde Eski Yunan uygarlığını okudunuz. Atina kentinde İsa’dan önce yapılan bir anıt vardır, Parthenon(Partenon) Tarihçi Heredot’un yaşadığı günlerde yapılmıştır. İ.Ö.440 yılları. O anıt orada dururken Eski Yunanistan, Persler, Makedonyalılar, Romalılar, Osmanlılar tarafından işgal edilmiştir. Sanat Tarihçiler bu işgalleri dikkate almadan Partenon’un sanat değeri üzerinde durur. Oradaki değerler ölçüsünde fikirler oluşturup hem geçmişin gerçek uygarlık boyutunu ortaya getirir hem de günümüz sanatı için ışık tutar. Bu arada bir olay da ortaya tüm çıplaklığı ile ortaya çıkar:
-O muhteşem zaferlerin altınki cehalet! Cehaletin gücü, sanatın zarafetini uzun süre sektelemiştir. Roma Kartaca’yı yaktığında kesinlikle Kartaca’ dan uygar değildi. Salt Roma’mı? Fenikelileri yerlerinden eden Persler, Fenikelilere göre gelişmemiş bir uygarlık düzeyindeydiler. Ramalılar da öyle, onlar da Eski Yunanistan’dan geride idiler.Bu faraziyeyi destekleyen bir şairimiz Abdülhak Hamit Tarhan, Tarık Kitabı’nda Muzaffer Komutan Tarık’ı konuşturur. Okunuzsa bilirsiniz; Tarık bir ilkel Arap kabilesinden orduya girmiş, başarılı bir komutan olmuştur. Emevî Ordusu başında Endülüs’ü işgal ettiğinde Kral Dodrik’in sarayına girince şaşırır. Çünkü bir Arap gencinin düşünemeyeceği ölçüde donanmış bir saray çıkmıştır karşısına. Şairimiz, kendi düşleri içinde Tarık’ı bir söylevle geçiştirir. Oysa geçmişte yüzlerce benzer olay olmuş, bir o kadar memleket yakıp yıkışmış yağmalarla yok edilmiştir. Acı ama gerçek, atalarımız Anadolu’ya girdiğinde, onların geldiği yerlere göre daha uygar yerleşim birimleri vardı. Antalya yöresine giren Türkmen boyları, oralardaki Roma tiyatrolarını görmedi mi? Gördü görmesine de La Fontaine ‘in horoz gibi işine yarayacağını düşünemedi. Hani horoz, inciyi alıp bakkala bir avuç buğday için verir ya, işte öyle! .Bakın, Fatih Sultan Mehmet Bizans’ı işgal edince bir takım kesin emirler verdi. Çünkü Fatih, farklı bir düşüncede olan uyanık bir yöneticiydi.(1453) 15.y.yıl bir uyanma çağıydı; Genç Fatih bunu sezmişti. Osmanlı Devleti de kurulurken sağlam ilkeler üstüne kurulmuştu. Vahşi bir yağma olayına kesinlikle hiç bir zaman meydan verilmedi. Ayasofya Müzesi’ni konuştuk; kilise camiye çevrildi ama bu şekilsel bir değişimdi. Bu bile o zaman vahşi bir işgal düşünülmediğini kanıtlamaktadır. İstanbul’un işgali ile İskender’in Persepolis’i işgali ya da Nabukadnazar’ ın Kudüs’ün işgali ile bir tutabilir miyiz? Birileri yaktı yıktı, Fatih Sultan Mehmet ise geçti, ortadan kaldırdığı devletin sarayına oturdu. Bakın, bundan 490 yıl önce işgal edilmiş Bizans’ın değerli bir eserini bütünüyle bugün inceleyebiliyoruz. Bir biriyle zıttır dediğim Sanat Tarihi ile Genel Tarih bu olayda el ele görülmektedir. Anlayacağınızı umduğum için ben sözü, özellikle bu konuya getirdim! Buradan ötesine peyderpey devam edeceğiz!
Malik Öğretmen saatine bakıp çantasını toplarken:
-Ayasofya biz de ama onu andıran genç Ayasofyalar Avrupa’nın bin bir yerinde başka kılıklarla çoğaldı, onları da seçerek gözden geçireceğiz. Onlar bize gerçek güzel sanatların gelişmesinde çok yardımcı oldu. İşte asıl Rönesans o zaman başladı: Sanatta Uyanma!
Veysel Öğretmen geldi, kısa bir konuşmadan sonra Malik Öğretmen ayrıldı.
Veysel Öğretmen V’li kağıtlar dağıttı. Kağıtların köşesinde V.E. harfleri var. Öğretmenin adlarının ilk harfleri olduğunu bilmemize karşın arkadaşlar ad taktılar:
-V.E’ li Kağıtlar. Yazı çalışması yaptık. Çok gereksinim duymamıza karşın aklımıza gelmeyen bir öneri, Ali Kuş arkadaşımız Veysel Öğretmene:
-Biz, nota yazmasını da beceremiyoruz! deyiverdi. Veysel Öğretmen:
-Nota adı geçmemekle birlikte programımızda yazı olduğuna göre, isterseniz çalışabiliriz! deyince herkesi bir sevinç sardı. Veysel Öğretmen,19.Y.Yıl ortalarına dek nota baskısı yeterince gelişemediği için notaların elle yazıldığını, nota yazan özel uzmanlar yetiştiğini anlattı. Özellikle bestecilerin, nota yazanlarla ilişkilerini, arada çıkan kavgaları ya da anlaşmazlıkları anlattı. Kimi kurumların, bestecilerin notalarını başkalarına sattığını, b unu önlemek için devletlerin hukuk düzenlemeleri yaptığını anlattı. Veysel Öğretmen nota yazmak için özel uçlar önerdi ancak nerede bulacağımızı söylemedi. Buna karşın kızılcık ya da gürgen uçlarından yapılacakların da satılanlar kadar güzel yazdığını anlattı.Veysel Öğretmen az duraladıktan sonra:
-En ideali de kamıştır, ancak kamışı, bizim derelerdeki kamışlar değil, ender bulunan bir kamış türü! deyince Ekrem Bilgin:
-Şeker kamışı! deyiverdi.
Veysel Öğretmen gülümseyerek:
-Nerede o günler? İnsanlar şeker kamışı bulca öylece yerler, kahve şeker ortadan kalktı, tiryakiler çayı bile kuru üzümle içiyor! Neyse, o bari memleketimizde yetişiyor! diyerek sabır diledi:
Müttefikler Almanya sınırlarına dayandı. Almanya düşman sınırlarına dayanınca ,Birinci Savaş sonunda teslim olmuştu; gene öyle yaparsa savaş yakın zamanda bitebilir. İnşallah, minşallah sözleri arasında Veysel Öğretmen kağıtları topladı. Veysel Öğretmen çıkınca arkadaşlar savaş üstüne konuşmalar yapılar. Talip Apaydın, acıyası bir sesle:
-Vay be, bunca memleketi yakıp yıkan Almanya şimdi ne yapacak? Nihat Şengül:
-Durun arkadaşlar, Almanların gizli planları olabilir; bakarsınız, kazandık diye şımaran düşmanlarına yeni buluşlarıyla karşılık verip yüz geri edebilirler. Böyle bir durum olsa düşmanı sınırlarına gelene dek neden sussunlar?
Yemekte de Almanya konu oldu.Çok konuşulan savaş ünlüleri anıldı.Adolf Hitler, Adol Hess, Himler, Rommel, Paulus, Runsted, Göbbels derken Konservatuvardaki Almanlar sıralandı;Rejisör Prof.Karl Ebert, Şef, Ernst Praeterius, Piyanist Çaçkez,prof. Eduard Zukmayer.Başka başka?Benim de aklıma Koplinger geldi. Arkadaşalar onu bilmiyorlardı, bize plak vereceği söylendiğini anlattım. Almanya savaşta kaybetmeye başlayınca gönüllü olarak orduya katıldığını anlatınca arkadaşlar olayı çok önemseyip, Almanların vatanseverliği üstüne duyduklarını anlattılar. Söz bu kez de müzik alanındaki ünlü Alman besteciler üstüne döndü. İlk Akla gelenler, Johann Sebastiyan Bach. George Friedrich Haendell, George Philipp Telemann, Gluck,Josef Haydn,Carl Stamits, Mozart, Beethoven, Schubert, Weber, Schumann, Mendelsshon, Wagner, Brahms, Max Bruch, Strauss....Arkadaşlardan gülenler oldu:
-Başka kim kaldı ki? Kaldı kaldı:
Grieg, Dvor’ak, Tschaikovsky, Musorgsky, Borodin, Eduard Lalo, Georg Bizet, Hector Berlioz, Bela Bartok, Vivaldi, Verdi, Rossini, Smetana, Sibelius!.... Başka başka? Ekrem direterek;
-Başka başka? deyince gene geriye dönüldü, konserlerde dinlenen eserler bir bir sayıldı. Sonunda Ekrem de anımsayamadı ancak, öyle bir besteciden eser dinlediğimiz ortaya çıkınca olay, sonunda bana yüklendi:
-Hani sen yazıyordun?, anımsayamadım ama notlarımda olduğunu biliyordum,hemen baktım...Paul Dukas!........Bu arada Friedrik Chopin’le Franz List’i unuttuğumuza hepimiz şaştık!
*
Öztekin Öğretmen önce vokal çalışma yapacağımızı söyledi, koro düzeninde toplandık. Öğretmen elindeki notlardan karışık olarak söylenecek eserleri okuyup, yönetecekleri kendisi seçti. Ben pek beklemiyordum, tahminim doğru çıktı, Ali Kuş, İbrahim Şen, Kamil Yıldırım, Talip Apaydın, Azmi Erdoğan, Kadir Pekgöz bugün şeflik yaptı. Koro çalışması sonunda enstrüman çalışması yapıldı. Bu kez salondaki piyanoda çalıştım. Biraz da gösteriş olsun diye geçmiş parçaları tekrarladım. Bach Wachet auf’ u çalarken kemanlar sustu. Ben de bunu bekliyordum; Talip Apaydın, bu parçada çok duygulandığını söyledikten sonra sordu:
-Bu parça kimin? Johann Sebastiyan Bach’ın büyük bestelerinden birinden piyano için kısaltılıp sadeleştirilmiş olduğunu anlattım. Kemancı arkadaşlar bir kez daha, kemanda, böylesi güzel parçaları çalma zevkinden yoksun olarak okulu bitirip ayrılacaklarına üzüldüler. Gene de teselli buldular:
-Savaş yakında bitecek, pikap, plak bollaşınca biz de onlara sahip olur, dinleriz! dediler. Muttalip Çardak dayanamadı:
-Ölme eşşeğim ölme! Halil Yıldırım Muttalip’ e çıkıştı:
-Şunu söyleyeceksen bari “Eşeğim! “de! Ne o öyle “Eşşeğim!” diye perçinliyorsun? Muttalip muzip, hemen karşılık verdi:
-Af edersin, sana “Eşeğim!” demek benim için ayrı bir zevk olacak, bundan sonra öyle derim, yeter ki sen söylediğimden memnun kal! Halil Yıldırım beklenmedik bir hoşgörüyle Muttalip’e:
-Konuş konuş, içimizde komedyen olarak başarılı sen varsınİ Senin daha başarılı olman için yapacağın şakalara, “Eşek Şakası da olsa katlanacağız!” dedikten sonra arkadaşlara dönerek:
-değil mi arkadaşlar? Arkadaşlar hem güldü, hem de hepsi “Öyle, öyle!” dediler.
Akşam yemeğinde yeni bir duyuru yapıld.”Büyük Salonda toplantı var, tüm arkadaşların katılması rica ediliyor!” Niçin? Arka masadan Azmi Erdoğan açıkladı:
-Daha önce karar alınan,” Kitap Tanıtma !” programının uygulanması için karar alınacakmış! “Kitap tanıtma nasıl olur?” Arkadaşlar sordu:
-Siz bilmiyor musunuz? Biz Kepirtepeli üç arkadaş, bilmediğimizi, söyledik. Kızılçullu grubu biliyormuş, anlattılar:
-Bir arkadaş, gerekli gördüğü bir kitabı arkadaşlara anlatılıyormuş. Kitabı okuyan başkaları varsa, konuşanın eksiklerini ekliyormuş. Tanıtılan kitap üstünde tartışılıyormuş, böylece çoğunluğun bilmediği bir kitap öğrenilmiş oluyormuş. Çevremdekilere göre oldukça çok kitap okuduğumu bildiğimden fazla bir yarar ummamakla birlikte toplantıya katılmaya karar verdim. Arkadaşların anlattığını ya ben yanlış anladım ya da onların kitap tanıtmaları başka türlüymüş, toplantı başlar başlamaz bunu farkettim. Bir kez tanıtılacak kitap, öyle roman falan olmayacakmış, bilimsel öğretisi olan kitaplar seçilecekmiş. Önce bunu anlamadım. Öyleyse kitap değil de konu seçilecek. Toplantı başlayınca olayı daha iyi anladım. Bu olay daha çok Tarım Ekonomi Bölümü arkadaşların istedikleri bir olay. Toplantı, Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca yönetiminde başladı. Hüseyin Atmaca açıklama yaptı. Çalışmanın adı “Kitap Tanıtma olmakla birlikte aslında bunun bir kitabın sınırları içinde kalmayıp daha geniş alanlarda karşılıklı tartışma olacağını belirtti. Örnekler verdi. Tarımda Makineleşme, Kooperatifçilik, kooperatifçiliğin yurt çapında yaygınlaşması, Yönetim Şekilleri, İmparatorluk, Krallık, Meşrutiyet ,Cumhuriyet. Otoriter Yönetimler. Kapitalizm, Sosyalizm. Manda ya da Dominyon yönetimleri. Milletler Cemiyeti, Cumhuriyet Devrimleri, Harf Devrimi, Kılık Kıyafet Devrimi, Sanatta, Zanaatta değişimler. Sanatta değişime hemen takıldım; tek seslilikten çok sesliliğe geçişi alabilirim. Zaten bunu Mezuniyet Tezi olarak tasarlamaktaydım, çalışmama çok yararı olacaktır. Kendi düşünceme dalıp kuruntulanırken karşılıklı tartışmalar alevlendi .Büyükçe bir arkadaş grubu, benim aklımdan geçenleri düşünmüş olacak, genel başlığın Kitap Tanıtma olmamasını önerdi. Dergi Kolu Başkanı Bekir Semerci, söz konusu başlığın. Genel Müdür Hakkı Tonguç tarafından konulduğunu söyledi. Sanırım bu etkiledi, oylama sonunda ad olduğu gibi kaldı. Geçen yıl, okul teftişleri stajı yapan son sınıflardan kimileri, önümüzdeki yıllarda bizleri bekleyen karşıtlarımız konusunda tartışılması önerildi. Buna da toplantıyı yöneten Hüseyin Atmaca karşı durdu. Atmaca ,anlatılmak isteneni kendisi de yaşadığı için çok iyi anladığını ancak bunun burada konuşulmasının bir yararı olmayacağını, çünkü ortaya dökeceğimiz dertlerimizi kendimiz dinleyeceğimizi, bunu da maneviyatımızı bozacağını anlattı .Öneri sahipleri diretmeyince konu geçildi. Söz konusu Kitap Tanıtma Saati çalışmalarını düzenleyecek bir grup önerildi. Buna da yönetici Hüseyin Atmaca karşı durdu:
-Bu konuştuğumuz çalışmalar ,sözlü olduğu kadar, yazıya da çevrilmiş olacak. Hazır bir Dergi Kolumuz var, Konuşmacılar hazırladıkları konuşmanın yazısını Dergi Koluna verecek. Dergi Kolu, bu konuşmayı uygun bulursa dergiye koyacak. Olay böyle süreceğine göre bence başka bir grup oluşturmaya gerek kalmayacak. Hüseyin Atmaca, yapılan önerileri okudu, eklemek isteyenler olursa yazılı olarak her zaman verebilirler. Görev alacaklar da adlarını yazılı olarak bana verebileceklerdir! deyip toplantıyı kapattı.
Toplantıdan sonra gruplar oluştu. Kızılçulluların bir bölümü, çok sevdikleri Hüseyin Atmaca’yı eleştirdiler:
-Kimden yanasın sen be birader?!Halil Dere’nin bu sözü bir çokları tarafından tekrarlandı:
-Sen, kimden yanasın be birader?
En sakinlerinden biri olan Şükrü Koç:
-Hüseyin Atmaca hep kendinden yanadır, bunu böyle bilelim. Bunu bilerek onunla işbirliği yapılırsa ondan zarar gelmez. Çünkü onun istekleri çok sınırlıdır; alabildiğine hayal peşinde koşmaz. Bu olayda beklediği de kendisinin dışarda bırakılmamasıdır.
Konuşuldukça sakinleşildi, ikinci toplantı için varsayımlar öne sürüldü. Faik Demir, besbelli daha önce konuşulmuş bir soruyu tekrarladı:
-Emin Soysal’ın söyledikleri ne olacak? Emin Soysal ne söylemişti? Bunu merakla bekledim. Ancak Hasan Özden, Faik Demir’e:
-Hemşerim, onu burada açıklarsak davayı baştan kaybederiz.
Kızılçullulu arkadaşların eski müdürleri Emin Soysal’la konuştuklarını hep duyuyordum ama gerçekte neler konuşulduğunu bilmiyordum. Ancak, benim çok sınırlı olarak saptayabildiğim Köy Enstitüsü, Köy Öğretmen Okulu arasındaki ayrılığı Emin soysal nasıl değerlendiriyordu? Kepirtepe ile öteki Köy Enstitüleri arasında gözle görülen ayrılıklar bir tesadüf olabilir mi? Müdürümüz Nejat İdil görevden alınınca yerine gelen İhsan Kalabay ilk konuşmasında bizim Lüleburgaz’a gitmemizi önlemek istemişti. Uzun süre izin verilmedi. İzin de gezmek için değil, öğrencilerin ailelerinden gelen oluyordu. Gelenler için okulda kalmak şöyle dursun, onları oturtacak bir yer yoktu. Eski Müdür bu durumlarda öğrenciyi izinli sayıyor, öğrenci gelenlerle Lüleburgaz’da görüşüyordu. Oysa yeni yönetim bunu sakıncalı bulmuştu. Diş sorunu olanlar dişçiye çağrılı günlerde giderken bu kez kimi koşullar getirildi. Diş doktoru anlaşmasını bozdu. Doktora gitme de aksadı. Lüleburgaz Hükümet Doktoru olan Sezai Feray haftada bir gün okula gelirdi. İvedi durumlarda rahatsız olanları hemşire ya da şoför Kazım Usta götürüyordu. Bu kaldırıldı. Hastalar, doktor Sezai Feray’ı beklemeye başladılar. Bu durum büyük sızlanmalara neden oldu. Sonunda gene eski düzene dönüldü. Bunlar neden yapılmıştı? Ben bunları anımsarken arkadaşlar kalktılar. Soracaklarımı sormadım, ancak bunları her zaman sorabilirim, rahatlığı içinde yattım. Ne var ki yatınca da aklımdan geçenler oldu. Bizim okul, Edirne/Karaağaç’tan kaldırılınca daha uygun bir yere taşınamaz mı idi. Neden Alpullu İlkokulu? Daha sonra Lüleburgaz İlkokulu? Bir ilkokulla sorun çözülüyorsa böyle bir okul nerde olsa bulunur? Bunu , o zaman müdürümüze söylediğimizde(Müdürümüze ben söylemiştim) Müdürümüz:
-Ne diyeceksin evlât, başımızdaki büyükler böyle düşünmüşler, bizler onların emrindeyiz! demişti.Yıllar sonra tanık olduğum bir başka olayı anımsadım. Edirne/Karaağaç’tan nakledilince vagonlar dolusu eşya Sinanlı Köyü’nde bir depoya konmuştu. Kepirtepe’ye yerleşince de o eşyalar oradan okula getirilmedi. Zaman zaman gidip oradan eşya alındığı oluyordu. Taşıyıcılıkta ustaymışım sanırım, sık sık da o depoya giden grupta olurdum. Bir defasında Namık Ergin Öğretmen bana takıldı:
-İbrahim, yol arkadaşlığında kader birliğimiz var, ben ne zaman buraya gelsem, sen de oluyorsun! Öğretmen ne demek istemişti, fazla düşünmeden ben, aklımdan geçeni söylemiştim:
-Öğretmenim, okulumuzda boş yer var, bunları oraya taşıyalım! Namık Öğretmen gülmüştü:
-Bana kalsa hemen, ancak unlar henüz bizim değil, bu deponun bir anahtarı Ankara’da birilerinin elinde! demişti.
O eşyalar nelerdi? Anımsamaya çalıştım, İki piyano, bir yığın keman, mandolin, ud denilen yuvarlak karınlı telsiz çalgılar.Yaylı karyolalar, yığınlarla hanım giysileri, sayısız süslü dolaplar, kutular dolusu resimler. O resimlerin arasında Padişah Vahdettin’in bile resmi vardı. Resimleri sinema gibi gösteren adını sonradan öğrendiğimiz Projeksiyon, bin bir çeşit porselen tabak, büyük ,duvar boyu dolaplar, sayısız denecek kadar yığına kitap. Arkadaşlar sık sık anımsayıp tartışırdı:
- 60 vagon yüklemiştik! Ne altmışı, 80 vagondu. Vagon sayısını 90 olarak söyleyen de vardı. Ben hep merak ettim, o yaylı karyolalar, Sinanlı deposunda da yoktu. Vagonlarda mı kaldı acaba?
6 Ocak 1945 Cumartesi
Akşam, kendi kendimi kurarken gecikmiş olacağım, kalkınca bir kaç kez esnedim. Yatak komşum Hasan Üner uyardı:
-Yeterince uyumamışsın, dikkat et konserde uyursun! Konserde uyumak! Ürperir gibi oldum. Bir toplu iğne almayı düşündüm. Nerede bulurum? Pikap iğnesini anımsadım. Bir tane cebimde bulunsun! Sanki uyumuşum gibi kahırlandım. Uyumuşum, Mahmut Ragıp Öğretmen görmüş, gördüğünü anlayıp utanmışım. Daha neler? deyip salona gittim.
Kahvaltıda yeni varsayımlar; Bach, Brahms, Beethoven! Hep B’liler mi olacak? Kadir Pekgöz’ün sorusuna Ekrem karşılık verdi:(Kendi soyadı Bilgin)
-Sen de K’lileri söyle! K’li adlar arandı. Kadir önce bulacağını sandı, arar gibi yaptı gözlerini açtı kapadı. Benim de nasılsa aklıma geldi, Şehrazat bestecisi Korçakov, Karl Emanuel Bach, Şehrazat müziğini dinlediğimiz için Kadir’in anımsaması gerekir, sustum. Kadir diretmedi:
-Vay anasını, yok galiba! Kamil Yıldırım:
-Daha iyi işte, o boşluğu sen dolduracaksın! Kamil bunu özellikle söylemişti .Kadir algılayamadı, Kamil’e çıkıştı:
-Sen dalga mı geçiyorsun sabah sabah benimle? Nihat Şengül araya girdi:
-Ne dalgası, arkadaş sırada, sen vazgeçersen kendisi dolduracak!
Hepimiz güldük. En çok da Kam,il Yıldırım güldü, gülüşünü de açıkladı:
-Kadir’e takıldığı anda kendi adını aklına bile getirmemişmiş. İnanamadık. Bu denli dalgınlık olmaz! Herkes kendi ad, soyad ilk harfleriyle başlayan besteci adları sıraladı.
Abdullah Erçetin-Kadir Pekgöz-Ekrem Bilgin-İbrahim Şen-Nihat Şengül-Kamil Yıldırım-Halil Yıldırım.
Kar yağmıyor ama hava soğuk yola çıkınca besteci falan kalmadı. Koşarak tren durağına indik.
Öztekin Öğretmen eşiyle geldi. O eşiyle gelince daha rahatız. Kızlar da yanlarında ötgeki bölümlerden arkadaş almışlar. Ayrı olmak istediklerini düşünerek uzak durduk. Doğanla birlikteyiz. Asım Kaveller’i konuştuk. Doğan onunla konuşmak istiyor ama bir bakıma da çekiniyor. Doğan’ın müzik durumu iyiydi ama Asım Öğretmen onların sınıflarıyla pek yakınlaşmamıştı. Benim yakınlaşmam da biraz benim ataklığımdandı. Zaman zaman, istemese de sokulup soru sormam, öteki öğretmenlerle aramın iyi olması Asım Öğretmeni de etkilemişti. Ankara’da tekrar buluşunca eski dost gibi karşılıklı ilişki kurduk. Doğan benim gibi düşünmediğinden çekiniyor.
Cebeci de inip Konservatuvara girdik. Kapıcı:
- Faik Öğretmen sizi yokarı odada bekliyo! deyince merdivenlere tırmandık. Merdivenleri çıkınca arkaya dönüp bakacağım tuttu, iyi ki bakmışım. Nebahat beni bekliyormuş, eliyle bekleme odasını gösterdi. Birden başım alabora oldu. Nebahat, yeğenini gene getirmeye başlamış. Bunu söylemişti. Acaba ben çıkana dek bekleyecek mi? Kuruntularla odaya girdim. Faik Öğretmen neşeli, hemen konser açıklamalara başladı:
- Konserlerin iki başlangıcı vardır, biri mevsim başlangıcı, ikincisi de yeni yıl başlangıcı...Bu başlangıçlar, orkestra şeflerini biraz daha titiz program yapmaya zorlar.Daha doğrusu bu zorlama dinleyicilerin beğenisi için olur. Bu da aslında konserlerin sınırlı besteciler üstüne yıkılmasına yol açar. Konser salonlarında çoğunlukla yeni besteciler aranmaz, bilinen en seçkinleri makbul sayılır. İşte bir örnek, Josef Haydn, Mozart, Beethoven. Üç Viyana Klasiği. Ama güzel eserler. Önce Beethoven’den bir Uvertür, Egmond, arkasından Haydn, çello konçertosu. Mozart’tan senfoni, ünlü senfonilerinden biri, sıra numarası 38. Adı da var, Prag. Bestecileri için az çok bir ön bilgimiz var; isterseniz çalınacak eserler için bir kaç bilgi kırıntısı kırpıştıralım. Önce Egmond Üvertürü. Üvertür, Ludwig Van Beethoven tarafından ünlü Alman şairi Johann Wolfgang von Gothe’ nin aynı adlı bir eseri için bestelenmiştir. Konusu, tıpkı Coriolanus üvertürü gibi bir kahramanlık üstünedir. Bu kahramanlık da Coriolanus’ taki gibi acı sonuçlanır.O konuya girmek istemiyorum, oldukça karışık bir konudur.Öteki kahramanlıklar gibi burada da başarılar, şanlar, şöhretler varsa da o ölçüde ihanetler vardır. İşte Beethoven bunları müziğiyle ifade etmeğe çalışmış, başarılı da olmuştur. Konusunu isterseniz bulup okursunuz. Egmond, Beethoven’in öteki üvertürleri,Leonora(Fidelio), Coriolanus üvertürleri gibi konser salonlarında çalınır.
Üvertürden sonda Josef Haydn’ın 2 konçertosundan biri olan Sol majör 1.Viyolensel Konçertosunu dinleyeceğiz. Solist genç bir arkadamızdır. Beğeneceğinizi umarım .Gelelim 3. Esere, bu da Mozart’tan. Kv.sayısı 504, senfoni sırası 38 olduğuna göre Mozart’ın ustalık dönemi senfonilerindendir. Senfoninin adı da vardır Prag senfonisi....Mozart da Haydn gibi bazı eserlerine ad vermiştir. Bu da onlardan biri .Ancak bunu bir de hikayesi vardır. Bu, öteki besteciler üstüne uydurulanlar gibi değil bizzat Mozrt’ın yaşadığı bir olaydır. Olayın kitabı da yayınlanmıştır. Bir ara dilimize çevrildi ya da çevriliyor haberleri yayılmıştı. Belki de kitabı çıkmıştır. İsterseniz soruşturursunuz. Prag, Çekoslavakya’nın başkentidir. Çekoslavakya devleti kurulmadan önce Prag, Avusturya İmparatorluğu’nun saygın kentlerinden biridir. İmparatorluk başkenti olan Viyana gibi Prag da önemli müzik merkezlerinden sayılırmış.Öteki besteciler gibi Mozart da Prag’gitmiş. Praglılarca çok sevilen Mozart bir operasının ilk oynanışına Prag’a davet edilmiş. O zamanlar yolculuklar çaresiz at arabalarıyla yapıldığından Mozart da bir at arabasıyla Prag yoluna çıkmıştır. Viyana- Prag arası yolu Mozart için oldukça yorucu olmuş olacak Mozart bir ara arabacıdan durmasını istemiş. Araba, bağlık-bahçelik bir yerde durmuş. Durulan yer,Mozart’ın özlediği bir yermiş, yeşillik, güzellik bir yana olağan üstü meyvelerin dallardan döküldüğü bir bahçe yakınındaymış.Dallarda olgun meyveleri görünce Mozart girmek için bahçenin çevresinde izin siteyecek sorumlu aramış, kimseyi göremeyince de girip meyve ağaçlarına el atmaya başlamış. Ancak ,ortalıkta olmayan bekçi bu kez Mozart’ın yakasına yapışmış. Mozart suçlu! Borç ödemek yok, bahçe sahibi Prag Kontudur,ancak o affeder. Bekçiler birden bire çoğalır. Mozart der dest Prag Kontu Duçek karşısına çıkarılır.Mozart’ın”Ben Mozart’ım!” demesinden başka savunacak sözü yoktur, bahçeye izinsiz girmiş,meyve koparmıştır. Kendini tanıtır,konser için geldiğini, eseri çalınacağını söyler ama Kont kuşkuludur. Gene de Mozart konusundu duydukları vardır,özellikle de kızı durmadan piyanoda Mozart müzikleri çamaktadır.Kont kızını istetir.Kız, Mozart’tan eser çalacak, Mozart o eseri bilir ya da oturup piyanoda çalarsa kendini kanıtlamış olacaktır. Kız gelir Mozart’tan ne çalarsa Mozart oturup eserin tamamını çalar. Meçhul kişinin Mozart olduğu anlaşılınca durum değişir, Kont Duçek özür diler; bununla da kalmaz, konserden sonra Mozart kontun zorunlu konuğudur. Mozart operasının sahnelenişini görür, mutlu bir duygu içinde Prag Kontu Duçek’in sarayına dönünce el üstünde tutulur. Olağanüstü bir salonda yeni geliştirilmiş piyanolardan biri hazırlanmıştır. Piyanoda ilk çalacak kişi Mozart olacaktır. Nitekim öyle de olur .Mozart geliş yorgunluğunu unutmuş, mutlu bir olay yaşamıştır. Güzel Kontes mutluluktan uçar, eserlerini çaldığı Mozart’ı yakından tanımıştır. Mozart, olağanüstü bir ilgi ile karşılandığı gibi aynı dozda ilgiyle uğurlanır.Kont, kızının mutluğuna katılma duygusu içinde kızından, hemen piyano çalmasını ister. Kızı piyano çalar ama ,gene eski piyanoya oturmuştur. Kontun ilgisini çeker:
-Neden yeni piyanoda çalmıyorsun? Cevap şaşırtıcıdır:
-Mozart’ın el sürdüğü piyanoya ben dokunamam, bu Mozart’a karşı bir ihanet olur. O piyanoya kimse dokunmayacak, o öylece müzelik kalacak!
Faik Öğretmen gene:
- İnanılmayacak derecede olağanüstülüğüne karşın yine de gönülden inanılmak istenecek bir olay! Kitapları yazanlar da insan olduğuna göre bu da bir yakıştırma diye, düşünülebir. Ancak bir de tarihin gerçekleri var. Mozart Viyana’dan kalkıp Prag’a gitmiş. Figaro’nun Düğünü operasını orada sahneye konuluşunu izlemiş. Hepsi bir ya bırakılsa bile bugün dinleyeceğimiz 38. Senfoni’yi Prag için bestelemiş. Bu da bir yakıştırma diyemeyiz. Hadi size zevkle, dikkatle dinlemeler!
Faik Öğretmen, az duraksayarak:
-Gelir gelmez, konuşmaya başladım, Öztekin Öğretmen gelmedi mi ?Rahatsız mı yoksa?
Arkadaşlar olayı anlattılar, Faik Öğretmen ayrıldı.
Aklım Nebahat’ta; bekliyor mu? Gruptan ayrılmak için geri kaldım, aklımca numaralar düşündüm, ayakkabımı yokladım, bağlar gibi yaptım. Baktım ilgilenen yok, ağırdan ağırdan indim. Nebahat Bekleme Odası’nda yalnızdı. Sevindim. Yeğeni, iyi olmuş, bu kez bir başka öğretmen bulmuşlar, Mithat Akaltan adlı öğrenci Konservatuvarda okuyormuş. Her zaman ders için eve gelecekmiş, geçici olarak şimdi çocuğu Konservatuvara o getiriyormuş. Az sonra çocuk geldi, ders vereni de şöyle bir gördüm, tatar yüzlü biri. İlk duyduğum kuşku aklımdan dağıldı, benim yaşımda olabilir ama yakışıklı falan değil, kamburumsu bir görünüşü var. Konservatıvar öğrencilerinden gösterişli olanları biliyordum, içim rahat. Sarınıp sarmalanıp Cebeci Durağı’na indik. Benim bu gün belli hiç bir programım yoktu. Nebahat’ı bırakmak üzere Etimesgut’a gidebilirdim. Bunu aklımdan geçirirken Nebahat kendisi teklif edince rahatlıkla onlara katıldım. Önce. öğrencilerin kaldığı derslik bölümüne gittik. Orası daha değişik bir duruma getirilmiş; bir bayan aşçıları, dış işleri kotarıcı bir bay görevli var. Öğrenciler beni tanıdıklarından derse geldiğimi sandılar. Buna sevindim ama yalan söylemek zorunda kaldım:
-Ders için sonra geleceğim!
Yeğen gelip bizi çağırdı, annesi göndermiş, gittik. Nebahat rahat, bense oldukça tedirgin durumdayım; teyzeden değilse de enişteden utanır bir çekinikliğim var. Meğer enişte uzun teftişlerden birindeymiş. Teyze bir yere gitmek için hazırlıklıymış, kızını beklemiş. Kızının yakın bir arkadaşının Yaş Günü kutlanacakmış. Zaten tedirgin girmiştim, eğreti olarak pardösümü çıkarmadan bir sandalyeye oturdum. Teyze bana:
-Sizi artık tanıdık sayıyoruz, rahat olun! deyince gerçekten rahatlar gibi oldum. Nebahat’la kalacağımızı düşledim. ”İyi mi, kötü mü?”
Nebahat pardösümü aldı, piyanoyu göstererek:
-Otur çalış işte! deyince piyanoya yaklaştım. Beyer Piyano Metodu, İncini’nin Kitabı, Lapaloma, la Komparsita notaları var. İnci’nin Kitabını açıp çaldım. Yeğen ilgiyle sokularak:
-Bunları öğretmenim de çalıyor! dedi. Bir şey demiş olmak için:
-Elbette çalacak, öğretmen olmuş ! diyecek oldum, annesi düzeltme yaptı:
-A, o daha öğrenci, ama iyi piyano çalıyormuş, tanıdık, başka öğrencileri de var! dedi. Böylece ben de Konservatuvar öğrencilerinin evlere giderek piyano dersi verdiklerini öğrenmiş oldum.
Ev sahipleri gidince kısa bir arkadaş dedikodusundan sonra Nebahat’la ortak düş kurmaya çalıştık. Çalıştık ama bence bunda başarılı olamadık. Nebahat hep böyle bir ortam düşlüyor. Gülerek:
-Ben seni hep böyle piyano başında oturtmam! diyor. Gülüyorum, oysa ben piyanoyu bulacağımı bile umut etmiyorum. Tek umudum, askerlikten sonra Hasanoğlan’a gelebilirsem bu gerçekleşebilir. Oysa Nebahat, Hasanoğlan’dan ayrılmayı aklından bile geçirmiyor. Söylemiyor ama ayrılırsa kesinlikle Ankara içinde yaşayacağını düşlüyor. Fazla zıtlaşmadan Nebahat’ın düşlerine katıldım. Ne iyi, özverili gibi görünüp, dediğini yaptırmak! Köyümü anlattım. Nebahat, gidip dönüleceğine göre köye gitmeye katlanacağını söylüyor. Nebahat konuşurken ona bakıyorum .O kendisini süzdüğümü sanıyor. Oysa benim aklımdan Atiye Yengem geçiyor. Köyden 20 km. uzaktaki Kırklareli’de oturuyorlar. Hasan Amcam ara ara köye gelir. Yalnız geldiğinde sevgiyle karşılanır sevgiyle uğurlanır. Atiye Yengeyle geldiğinde kesinlikle asabi bir ortam oluşur. Çünkü Atiye Yenge kendini sürekli Kasabalı, bir bakıma temiz, her şeyi bilen olarak ortada dolaşır. Bu tavrı köydekileri üzer. En ufak bir anlaşmazlık birden büyür. Babamın deyişiyle “Pire, deve yapılır! Gelişte:
-Hoş geldiniz, safa getirdiniz! candan sözleri, ayrılışta sadece birer kuru “Güle güle!” dileği, olur. Nebahat, Atiye Yengem gibi değil, bunu kesinlikle biliyorum ama Atiye Yenge’min de hakkını yemek istemiyorum, olaydan salt sorumlu o mu? Az da olsa köydekilerin bir sorumluluğu yok mu? Şu,şu,şu diyemesem bile tavırlarından çıkardığıma göre içten içe bir zıtlığı onlar da sürdürüyorlar.
Konser saati yaklaşırken istemeyerek ayrıldım. Nebahat haklı, böyle bir ortamda yaşayanlar, bundan daha yoksun duruma niçin razı olsunlar?
Cebeci Durağı’ nı kaçırmamak için dikkatle durakları izledim. Doğru olarak inip zamanında konser salon balkonuna çıktım. Doğan telaşlı telaşlı sordu:
-Nerdesin?
Doğan’a doğruyu söyledim:
-Oradaki görevli öğretmenle arkadaş olduğumuzu, yazın öğrencileriyle çalışma yaptığımı, burada karşılaşınca, onunla birlikte gidip öğrencileri gördüğümü anlattım.
Mahmut Ragıp Öğretmen yerinde yalnızdı. selâm verip oturdum. O söz etmeyince her zamanki gibi kendi içimden kendi sorunlarımı aklımdan geçirerek oyalandım.
Uvertürü içerek dinledim. Gerçekten neşeli yerleri var, giderek karamsarlaşan sesler de seziliyor. Daha önce çok dinlediğim Coriolanus Uvertürüne yer yer benzettiğim sesler oldu. Gerçekten benziyor mu yoksa ben mi yakıştırıyorum.
Viyolensel konçertosunu çok sevdim. Çalan genç biri, benim yaşlarımda gibi. Faik Öğretmen:
-Genç bir arkadaşımız dedi. Öyleyse benden büyük olmalı.
Arada Mahmut Ragıp Öğretmen dönerek :
-Güzel bir senfonidir, çok severim, Mozart’ın büyük senfonilerinden biridir. Tam anlamıyla konser senfonisidir, idealdir! dedi. Arka yanımda oturan biri:
-Hocam, bu senfoniye Prag adını sahiden Mozart mı vermiş? diye sorunca Mahmut Ragıp:
-Mozart çok titiz bir bestecidir. Bestelerini disiplinli bir şekilde kaydetmiştir. Babası da ünlü bir besteci olduğundan kayıtlar sağlam tutulmuş, geleceğe bırakılmıştır. Senfoninin orijinalinde Mozart’ın Prag adı vardır. Alkışlar başlayınca bana soru sorma fırsatı kalmadı.
Senfoni kuvvetli akorlarla başladı. Ara ara sakin sesler duyulmasına karşın bir süre akorlarla sakin müzik arasında karşılıklı çekişme sürdü. Sonra sonra sesler uzaktan uzağa konuşmaya başladı. Kendimi biraz toparlayıp dikkatle dinledim. Gene de seslerin gidip gidip gelmesini ablamın dokuduğu düzen (Tezgâh) mekiğine benzettim. Ablam elindeki iplikli mekiği iki sıra iplik arasından geçirdikçe önünde oluşan ürün (Dokuma kumaş) gibi ses grupları da sanki örgü oluşturuyormuşçasına ortaya çıkıyor. Seslerden örülen ince bir tülü havada uçar gibi düşlüyorum. Besteciler de böyle şeyler mi düşlüyorlar acaba ?derken alkışlardan duraksadım.
Sol önümdekiler alt salonu daha iyi görüyor; konuştular:
-Cumhurbaşkanı da alkışlıyor! deyip ellerini olabildiğince şaplattılar.
Sabahki gibi yalnız yalnız çıkmayı düşlerken Abdülkadir Ariç:
-Abi nerdesin, Doğan seni arıyor! deyince durdum. Doğan yetişti, Kızılırmak Kıraathanesinde Asım Kaveller öğretmeni görmüş, bir grupla oturuyormuş, çekindiğinden gidip konuşamamış:
-Sen olsaydın konuşacaktık! deyip hayıflandı. Kalabalık arasındaysa ben de konuşamazdım! Deyince sakinleşti. Azıcık abartılı konuştum:
-Asım Kaveller bu, belli olmaz başını öte tarafa çeviriverir! Gülüştük. Kepirtepe’ deyken okulun Md.Yardımcısı Talat Tarkan’ın oğlu Aydın’a akordiyonu vermemişti:
-Okulun demirbaşını ancak okul öğrencileri kullanabilir. Kimin oğlu olursa olsun, akordiyon benim zimmetimde oldukça vermem! demişti. Gerçekten vermemişti. Doğan’lar Yeni Sinema’ya girmişler, Filmi övdüler. Afişine baktım, sevmediğim filmlerden. İçimden iyi ki kaçmışım, birlikte olsaydık nasıl atlatacaktım? diye düşündüm.
Afişi bile garip, kimler oynuyor, kimlere şarkı söylüyor? Mısır filmi bile değil galiba. Mısır filmlerinde oynayanlar, şarkıcılar gösterilir. Yusuf Vehbi, Ümmügülsüm. Bunda ise kimsecikler yok.
Ankara’ya gelince Kızılırmak Kıraathanesi,’ne uğramamak olmaz; doğrulup girdik. Doğ
an aklından çıkaramamış, Asım Öğretmenin oturduğu yeri gösterdi:
-Şurada oturuyordu, baktı ama beni tanıyamadı herhalde, tanısaydı seslenirdi! Tekrarladım:
-Asım Kaveller bu, görür de görmezden de gelebilir. Kepirtedpe’de bir öğretmenin ona aşık olduğunu anımsattım. Öğretmen yandı yakıldı ama Asım Kaveller hiç umursamadı. Doğan’ın bundan haberi yokmuş ya da unutmuş; ”Kimdi o?” diye tutturdu. Bir süre Asım Öğretmenin Kepirtepe’ deki davranışlarını konuştuk. Özellikle akordiyon çalışı görülmeye değerdi. Hele o Akın Piyesi’ nde Suna için bestelediğini “Gün yaklaştı yurduna-Hazır ol güzel Suna! Şarkısını çalarken takındığı tavırlar! Güldük! ikimiz de gülümseyerek:
-Gene de çok iyi bir öğretmendi. Hiç değilse kendisini bize sevdirmişti. Bak bunları bir başka öğretmen için söylemiyoruz. Abdülkadir söze karıştı:
-Genç olduğu içindir. Gerçekten gençti(Benden bir yaş büyük)Doğan, Asım Kaveller’in öğrettiği şarkıları sıraladı; Tarlalarda Altın başaklar, Avcılar.....derken gelenler oldu. Doğan’ın heyecanla anlattığını merak etmişler. Müzik öğretmeni, öğrettiği şarkılar! deyince “Hııı!” çekip:
-Gene mi müzik,gene mi şarkı? diyenler oldu. Arkasından da:
-Ya ne olacaktı? sorusu soruldu.”Fakirin derdi, ekmekle su!” karşı olanlar çıktı:
-Onun doğrusu:
- Dervişin derdi, bir lokma; bir hırka!” olacaktır. Atasözü böyledir.Böyle bir Atasözü var mı?
-Yoksa bile biz var edelim! Hep güldük; Kızılırmak Kıraathanesinde(Ben kahvesi diyorum) Atasözü üretmek.Biz gülüşürken Mehmet Yelaldı geldi.
-Neşeniz bol olsun! dileğinde bulundu. Atasözü ürettiğimizi söyleyince:
-Hadi oradan! diyeceğini beklerken, nazik Yelaldı:
-Ne var bunda? Bitişikte gün boyu oturan Falih Rıfkı Atay, Ulus gazetesinde her gün çıkan makalelerini nerede üretiyor sanıyorsunuz? Adam nargilelerini fokurdatırken düşünüyor, evine dönünce de yazıya geçiriyor! Mehmet Yelaldı bunu söyledikten sonra da bir “Yaaa!”deyince bu kez de ya’ sına karşılık topluca bir “Yaşaaasa! çekildi. Öteki masalardaki arkadaşlar hep bizim masaya dönüp baktı. Yazık ki tren vakti yaklaşmıştı, koşar adımlarla İstasyona yollandık.
Trene binince Yıldız geldi:
-Müjde Abla’nın selamı var, seni unutmamış! dedi. Biden sarsıldım; şaka mı bu? Yıldız arkadaşlarının yanına döndüğü için soramadım. Tüm gün boyu, olan biten duygusal kazanımlarım silindi.
Yemek mas asında konserden söz edilmezken Tyrone Power’le Cornel Wilde karşılaştırılması yapıldı. Arkasından da Esther Wiliams’la Betty Grable karşılaştırıldı.
Yemekten sonra soğuk moğuk demedim piyanoya koştum. Konservatuvar öğrencisi piyano öğretmenliği yapıyor. Nasıl çalıyor acaba? Konservatuvarın son sınıf öğrencileriyle yeni bitirenleri dinledim ki onlar olağanüstü çalıyordu. Selçuk Evrenozoğlu da Bedia Dölener de öyleydi. Bu Mithat Akaltan da son sınıfta falan olabilir. Bir gün karşılaşırsam zor durumda kalabilirim. Kendimi toparladım:
-Niçin? Ben kimseyle yarışmıyorum ki?
Cornel Wilder Tyrone Power
Kendimi yokladım, birisiyle karşılaşsam sözgelimi Mithat Akaltan karşıma çıkıp piyano çalsa ne yaparım? Sen de çal! “deseneler ne çalarım? Çaldığım parçaları zihnimden geçirdim. Çalacağımı sandıklarım Mozart sonatlar. Yarım saatlik sonatlar çalınır mı? Chopin’ leri anımsadım; kısa kısa ne iyi. İyi ama ben onları şimdiye dek umursamadım. Toparlanıp Chopin’leri sıraladım. Schubert Moment Müzikal’i, Beethoven Für Elise ile Menuet’i, Mozart Marşalaturka’sını tekrarladım. Chopin’leri Faik Öğretmen’in istediği gibi duygulu çalıp çalmadığımda kararsızım. Kendi kendimle didişerek yatakhaneye gittim. Herkes uyumuş. Bu kez de Yıldız’ın sözü aklıma takıldı: ”Müjde Abla’nın selamı var,o, seni unutmamış! Müjde! C. A. Röslein, Nebahat, Müjde! Gene köye uçtum. Son mektupta en önemli saydığım saydığım Küçük Ablamın bebek beklemesiydi. Saim’in bir kardeşi olacak.6 yaş aralıklı kardeşler. Küçük Ablamla benim aramda 7 yaş var. Onlar bir yaş daha yakın olacaklar. Şu işe bak, Küçük ablam, 1912-13 yıllasrı arası Balkan Savaşı Bozgunun’da Trakya halkı Anadolu’ya kaçınca Balıkesir/Şamlı’da doğmuş. Bense 1920-21 yılları arası Trakya’nın Yunan İşgali sırasında doğmuşum. İkimizin de kaderi işgal dönemlerinde yaşama gözlerimizi açmak olmuş. Biz şimdi Savaş Çocuğu mu sayılırız, yoksa bozgun çocuğu mu?
7 Ocak 1945 Pazar
Rüstem Gündüz yakınındakilere önce kalkın sonra da “Kalk artık sabah oldu!” çocuk şarkısını söyledi. Enver Ötnü hemen karşılık verdi:
-O bet sesinle sen insanları kaldırmak yerine kaçırırsın! Rüstem sordu:
-E, ne yapalım, kalkmıyorlar baksana! Sen de yatıyorsun! diye sesler geldi. Biri de bırak da şarkıyı müzikçiler söylesin! Abdullah Ön:
-Müzikçiler söylerse çocuk şarkısı değil aşk şarkı söyler! dedikten sonra:
-Sabah oldu, uyansanaaaa! deyip kesti. Söyle söyle, devamını da isteriz! uyarıları yapıldı. Fahri Yücel tamamladı:
-Devam edemez ki; arkasından “Gül yastık!” gelecekti; hani nerde gül yastık? “İşte!” diye yastık kaldıran oldu. Gülüşmeler arasında Rahmi Özdemir:
-O saman torbası! deyince, kahkahalar yükseldi. Birisi de:
-”İnsaf yahu; bari ot yastık! deyin, uyarıları yapıldı.
İlgimi çekti, sabah şenliği daha çok son sınıflarca oluşturuluyor. Rüstem Gündüz’ün başlatıcı olması yanında, o başlangıcı iyi tarafa yönlendirenler de hep onlardan. Üstelik, konuşanlar olayı taraf tutmadan sürdürüyor. Bizim sınıfta bu nedense yapılamıyor. Son sınıflar daha mı kaynaşmış durumda?
Kahvaltıda bunu konu ettim. Bizim masada Çiftelerli kimse yok, rahat konuşuyoruz. Kızılçullu çıkışlı arkadaşlar bunu, belli arkadaşların yaptığını, özellikle Nihat Şengül:
-Gerçek ayrılıkçılık yapanların son sınıflar olduğunu, onların bu konuşmalara hiç katılmadığını, konuşanların zaten taraf tutmadıklarını örneklerle anlattı.
Biz kalkmak üzereyken Bekir Semerci geldi beni, uygun bir zamanda Dergi Kolu odasına çağırdı.” En uygun zamanım!” deyip ona katıldım. Dergide çıkan Rıza Dönmez’ in yazısındaki yanlışları yazmıştım. Onu okumuşlar. Rıza Dönmez onlara da:
-Bana bu ilgiyi Kepirtepeli Mehmet Başaran verdi! demiş.Mehmet Başaran’ı çağırdılar, gelmedi. Ben son olarak şöyle bir savunma yaptım:
-Hasanoğlan’a geldi diye yazılan öğretmenlerden Fikret Madaralı,Samsun/Akpınar Köy Enstitüsü’nde,Salih Ziya Büyükaksoy, Konya/İvriz Köy Ernstitüsü’nde, Faik Bakır,Seyhan/Haruniye Köy Enstitüsü’ünde öğretmenler. Bu dergi oralara gidecek. Bu öğretmenler bu dergiyi okuyacak. Bu yanlışları görünce nasıl güvenip de öğrencilerine önereceklerdir. Öteki öğretmenleri saymıyorum, örneğin Hasanoğlan’a gelmeyen marangozluk öğretmeni İrfan Evren, Bergüzar Güvenç, Latif Yurdçu, Naci Birkök Öğretmenler bu dergiyi karıştırınca ne diyecekler? Hepsi bir yana, şimdilerde burada çalışan Sıtkı Şanoğlu, o zaman Eğitimbaşı olarak gösteriliyor Bu, bence ona karşı bir ayıptır .O olsaydı, o zaman sadece bir bedeneğitimi öğretmeni olacaktı. Şimdi bile Eğitimbaşı değil. Öğrencileri ona:
-Öğretmenim, burasını kuranlardan biri olduğunuzu bilmiyorduk, kutlarız! deseler, ne diyecek? Diyeceği belli:
-Yanlış yazılmış, o zaman ben burada yoktum! Belki de o zaman henüz öğrenciydi. Dahası, Behire Bil ,Süheyla Başokçu öğretmenlere de Kepirtepe soruları sorulacaktır. Onlar ne diyecekler acaba? Ne diyecekleri belli; onlar da soranlara soracaklardır:
-Kepirtepe nerede?
Sonunda anlaştık. Rıza Dönmez, yazısında düzeltme yaparak ikinci dergiye bir not ekleyecek.
Konuşmamız uzun sürdü, Bekir Semerci Mehmet Başaran’ı arattı, bulduramadı. Anladım ki Mehmet Başaran kaçıyor. Niçin? Onun huyudur, kaçarsa yarattığı olayın unutulacağını düşünür. Unutulunca, o gene huyunu, çıkarı doğrultusunda sürdürür. Babam sık sık söyler:
-Can çıkar, huy çıkmaz(Değişmez anlamında)Huy canın yongasıdır. Huysuzun huyu, değirmenin suyu. Değirmenin suya gereksinimi gibi huysuza da huysuzluğu gereli!
Bekir Semerci ile anlaştık ama gerçekte öfkem de arttı. Ben niçin uğraşıyorum, yanlışsa yanlış. Doğru bildiğimi söyledim, yetmez mi? Söylenerek Kitaplık’a geçtim .Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen’in ödevini tamamlamaya karar verdim. Şinasi Özden soruşturmasının beş sorusuna beş ünlü kişi tarafından verilen karşılıklar alınacaktı. Ancak, verilen karşılıklar kişilere göre değişmekte. Kimisi birinci soruyu önemseyip uzun uzun cevaplamakta, kimi soruyu ise geçiştirmektedir. Ben, geçiştirmişleri değil sorulara cuk oturan cevapları seçmeye dikkat edeceğim.
İlk seçimim Behçet Kemal Çağlar oldu.
1.Soru;
-Bizde edebiyat tâbiri, umumiyetle memleketi ve milli hususiyeti aksettiren edebiyat anlamında kullanılmaktadır. Bazıları buna gerçek edebiyat diyorlar; bazıları da sınırları daha geniş tutarak Türk diliyle yazılan bütün eserleri kastediyorlar. Bu hususta sizin fikirleriniz nedir?
-Eğer aydınlar- Türk dilini yazan aydınlar-tam bir Türk harsından ve medeniyetinden doğan bir düşünme ve yaratma havası içinde olsalardı, bütün eserler doğrudan doğruya millî olurdu.Ve ayrıca, millî edebiyat diye bir tâbir icat ve tasrihine lüzum kalmazdı.Halbuki;4-5 asırdan beri, Türk münevveri, başka medeniyet ve kültürlerin tesiri altında kalmış, düşünce ve duygusunu, milliyet ve şahsiyetini kaybetmiş; bu suretle eserinin bir çok unsurlarıyla birlikte, dili bile Türklükten yarı yarıya mahrum kalmıştır. Bizce millî edebiyat demek, Türk münevverinin kendi millî havasına döndükten, kendi ve lisanına kavuştuktan sonra vereceği bütün mahsulleri demektir.
-Millî lisandan ne kastediyorsunuz?
-İzah edeyim:
Buna ulusal dil demem daha doğru olurdu. Türkçe yazdığımız zaman;
Tabii beş on ahbabımız değil, en az onbeş milyona söylenecek bir şeyinizi veriyorsunuz, demektir.Yunus ilahilerini bilen milyonlarca halktan, Tevfik Fikret’in Sis’ini anlamış bulunan binleri geçmiyor.İşte Türk halkının duygu ve düşüncesini dile getirmek için asırlar boyunca işlenip geliştirdiği dilin adına ulusal dil diyorum. Ve bu hiç bir zaman Osmanlıca değildir.
-Demek ki sizce dil; kütlece ne nisbetle müşterek ve yaygın olursa, o nisbetle millî olur.
-Evet...Şiirde; yazan, mevzu, dil gibi önemli üç unsur vardır: Bunlardan üçü de Türkçe(Türk’ has) olursa, şiir kayıtsız şartsız Türk şiiri olur. Halbuki, meselâ, Hugo’nun Waterloo’ su...Burada üç unsur da Türk’e has değildir. Mevlâna’nın Mesnevîsi’ni alalım: Bakınız yalnız yazan Türk. Diğer iki unsur, Türk’e has değil. Bunun gibi,. Sis şiirini yazan Tevfik Fikret Türk, mevzuu Türk fakat dili Türk değil. Ve nihayet Han Duvarları...Yazan Türk, mevzu Türk, dil Türk...İşte bence ulusal edebiyat!...Yanlış anlaşılmasın, mevzuun muhakkak memleketten alınması şart değil: Bir çok halk türküleri var ki, mevzuu sadece aşktır. Bunlar Türkçedir. Yani Türk’e has bir hususiyet gösterir. Türk, sevince böyle sever ve sevdiğini böyle anlatır. Bu, divanlardaki ejderha kâküllü, keman kaşlı, acaip, Acem çıkartması güzel değildir. Ve hisler, kuru teşbihlerle mübalağalardan da ibret değildir. Daha ileri gidelim: Eğer bir kimse Fransız bourgeois neşriyatının tesiriyle ve Osmanlıca dille bir takım vatanî ihtilâl şiirleri yazsa, bunlar millî edebiyat mahsulü sayılamaz. Buna mukabil; yalnız bu halkın derdi ve perişanlığı ile sapıtarak, komünistçe ve öz Türkçe yazılmış bir şiir, dalâlete sapmış olmakla beraber, Türk’e hastır, bize aittir...............Sanırım, yeter derecede aydınlatmaya çalıştım!......
Behçet Kemal Çağlar.1908 Erzincan’da doğmuş, Kayseri Lisesinde okumuş, Faruk Nafiz Çamlıbel’in öğrencisi. Öğretmeni Faruk Nafiz Çamlıbel’le birlikte Onuncu Yıl Marşı’nı yazmış. Erciyes’ten kopan Çığ adlı kitabı vardır. Mesleği Maden Mühendisliğidir. Ankara Radyosu’nda sürekli şiir okur.
Behçet Kemal Çağlar
2.seçim. Prof. Fuat Köprülü. Sanat için.....
“Sanatkâr ,sizce, sanatını, cemiyetin, hayatın temayülleri ,icapları, eline vermeli midir?
-Hayatı en güzel, en karışık köşelerine kadar göstermeyen, ruhlarımızın yükselme hamlelerini anlamayan, duygularımızı tıpkı hayatta olduğu gibi saf ve derin surette duymayan; elemlerimizi, felâketlerimizi, ahlâkî yaralarımızı aksettirmeyen bir edebiyat, hayat ile rabıtasız ve sahte bir edebiyattır. Böyle bir edebiyat, kelimeleri dizip işlemek hususunda belki pek mahir kuyumcular çıkarabilir. Fakat onlar çok süslü, çok göze çarpan şeyler yapabilirler. Fakat ne yazık ki, bütün bu sahte mahsuller, muntazam kış bahçelerinde yetişen iri yapraklı, parlak renkli çiçeklere benzerler.
Prof.Fuat Köprülü.1890 İstanbul doğumlu .Köprülü Mehmet Paşa soyundandır. Araştırmacı, şair, yazar. Tarih, edebiyat üzerine kitapları vardır. Sık sık açıp yararlandığım “Eski şairlerimiz Divan Edebiyatı Antolojisi onun yazdığı kitaplardan biridir.
Ad olarak başkaca, adlı kitapları vardır. Osmanlı İmparatorluğu kuruluşu,Divan Edebiyatı,Türk Edebiyatı,Türkiye tarihi kitapları vardır.Unvan olarak da Ordinaryüs Profesörlük payesi kazanmıştır.(Çok bilgili anlamında)
Prof. Fuat Köprülü
3. seçim...Hasan Ali Yücel. Tercüme işi.
Bu teşebbüsün başında bulunmanız hasebiyle ne düşünüyorsunuz?
-Tercüme hareketi, Milli Eğitim Bakanlığının önayak olmasıyla bir asırdan bedi geçirdiği düzensizliği bırakıp, şöyle böyle ir sisteme girmiştir. Gençlerin bu tercümeleri okuyarak, okuyucu olma bakımından kendi fikir değerlerini yükselttikleri muhakkaktır. Müşterilerin zevki yükselen yerde dükkâncıların daha aşağı zevkte kalmaları çok sürmeyecektir. Bu hareket dikkatli yazıcılar elinde ii ve yerli eserlerin ir müddet sonra doğmasına sebep olacak8tır. Tercümeleri edebiyatımızın tekâmülünde zarurî bir merhale görüyorum.
Hasan Ali Yücel . 1897 İstanbul. Darülfünun Edebiyat Bölümünü bitirdi.Öğretmen,şair, yazar.(Şimdi Milli Eğitim Bakanı) Fransa’da Orta Öğretim inceleme, Bir Dehanın Romanı- Goethe. Adlı kitapları vardır. Şiirlerinin bir bölümü şarkılaştırılmıştır.(Atalarım gökten yere... gibi)Kendi ikiz çocukları için yazdığı bir de şarkısı vardır.(Bir hadise var Can ile Canan arasında... Can kendi oğlu, Canan da kendi kızıdır.Oğlu, Dil-Tarih Coğrafya Fakültesinde, kızı da Konservatuvar’da öğrencidir.
Hasan Ali Yücel
4.Seçim..Suut Kemal Yetkin.. Hümanizm...
Hümanizmadan ne anlıyorsunuz? Daha doğrusu, herkesin türlü türlü manalar verdiği bu tâbirden sizce ne anlamak lâzım?
-Hümanizma, insanlığın geçmişteki ölmez değerlerini, bugünkü verimleri değerlendirecek şekilde canlandırılmak, devam ettirmek hareketidir. Geçmişin ölmez değerleri arasında, kendi değerlerimiz de vardır. Kendi değerlerimizin kaynaştığı yere, milletimizin duyuşunu, düşünüşünü ve görüşünü aksettiren halk kaynağına, .bu kaynağın mahsulü olan eserlerin havasına gitmek zorundayız. Böyle köklü bir edebiyat yaratmaya çalışmak hümanizma anlatışının en sağlam ifadesidir.
Suut Kemal Yetkin.1903-Urfa.Profesör.Galatasaray lisesinden sonra Paris Sorbon Üniversitesinde okumuş, edebiyat öğretmenliği Milli Eğitim Bakanlığı Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğü yapmış, daha sonra üniversite profesörü olmuş eski bir öğretmen
Prof.Suut Kemal Yetkin
5.Seçim. Agâh Sırrı Levend.Genç sanat neslinin değeri hakkında neler düşünüyorsunuz?
-Gençler içinde çok beğendiğim ve takdir ettiğim imzalar mevcuttur. Edebiyat tarihi ile uğraşan bir insan sıfatıyla, bunları daima okudum. Fakat burada bir kaç isim
zikretme aleyhime olur. Çünkü, er-geç, bugünkü edebiyattan bahsederken, kendilerini zikretmiş olacağım.
Agâh Sırrı Levend.1894-Rodos doğumlu.Öğretmen,Edebiyat öğreytmeni Edebiyat tarihi yazarı.Yazılmış okul kitapları liselerde okutulmaktadır.Benim yararlandığım Lise Kitapları Edebiyat tarihi de bu yazarrndır.Edebiyat tarihçisi olduğunu kendisi ne verdiği cevapta yazmış.Gençlerin şiirlerini okuduğunu, çoğunu beğendiğini öylüyor.Hiç kimsenin adını vermemesine şaştım.Güzel buşlduklarını söyleseydi,onları yazanlar onur duyacaklardı,bunu onlardan neden esirgediğini anlayamadım.
Agâh Sırrı Levend
Bu, beş yazarın görüşlerini nasıl toparlayıp özetleyebilirim? Bunu uzun uzun düşündüm.
Sonunda da özetlemekten vazgeçtim. İyisi mi, soruları dikkate alıp falanca kişi su soruya şöyle filanca kişi de bu soruya böyle karşılık vermişti! gibi bir kısa not tutmaya karar verdim. Sabahattin Öğretmen isterse ona veririm.....
Yemeğe yetiştim. Arkadaşlar keman çalıştıklarından söz ettiler. Ekrem Bilgin viyolensel sesini çok sevmiş, plâk sordu. Boccherini’nin viyolensel konçertosunu çaldığımızda Ekrem ilgilenmemişti. Onu anımsatınca sordu:
-İlgilenmediğimi nereden biliyorsun? Ben de ona ilgilenmenin ne olduğunu sordum. ilgilenseydin, şimdiye dek bir kez olsun çalınmasını isterdin! Ekrem:
-Bundan sonra sık sık çalınmasını isteyeceğini söyleyince ben de:
-Bundan sonra çok ilgilendiğini söylerim!
Boccherini ,yabancımız sayılmaz; onun ünlü menueti kemancı arkadaşlar çok yakından tanıyor. Hemen hemen herkes kendini deneyip boyunun ölçüsünü alıyor. Ankara Radyosu’nun demirbaş ara müziklerinden biri, sık sık tekrarlanan Boccherini’nin Menuet’i, dinlerken kolay gibi görünmekle birlikte özellikle ilk girişi oldukça çetin bir ceviz olarak çalışanların karşısına çıkıyor.”lalala-laa-laa-la- la-la-laa,lalala laa-laa-la-la-laaaa.. demek kolay ama o sesleri parmaklara pürüzsüz çıkartmak kolay değil.....Piyanoda kolay oluyorsa da, piyano sesi, keman sesi tadını vermiyor.
Yatınca bir süre Radyoda çalınan ara müzikleri anımsamaya çalıştım. Schubert Serenad. Haydn Serenad,Toselli Serenad, Mozart Kv.334 Divertemento’dan menuet bölümü, keman solo. (No: 17 olarak da anılır.) Schumann Rüya, Beethoven Menuet, Boccherini Menuet, Brahms Macar Dansı no 5. Başka başka?.....