3803 Sayılı Yasa Çıkalı Beri Tartışılan Konu Noktalandı
(2. Üniversite Kampındayız)
20 Mayıs 1945 Pazar
Kalk borusu! tatara titiri sözleriyle uyandım. Çok arkadaş hazırlanmış. Son sınıflar bizlere şans diliyor:
-Dikkat edin, Horoz yakınınızda, hepinizi yegân yegân gözetleyecektir. (Horoz, sert hareketlerinden, birden çıkışlarından dolayı, Yüzbaşı Sıtkı Ulay için takılan sıfat. Yegân sözü de o, sık sık söylediğinden adı yerine kullanılmaktadır.)
Trenle gidenler ayrıldıktan sonra sıkıntılı olarak bir süre ortalıkta dolaştık. Bizim sınıfın çoğu gitmiş. Kampa ilk katılanlar sık sık soru soruyor. Ne diyeyim, ben de:
-Az sonra ne olacağını göreceksiniz! deyip geçiştiriyorum. Bir süre de kamyon bekledik. Telaşlananlar oldu, Süleyman Alkan bizi teselli etti:
-Kamyon bozuk falan değil, sürücü hesaplı biri, Ankara’yı da çok iyi biliyor.
Gerçekten dediği oldu, kamyon geldi, oldukça üzgün bir hava içinde kamyona doluştuk. Enstitü Bölümü öğrencileri de uğurlama gelmişler. Bizim kızlar da başarılar dilediler.
Kamyon Lalahan önlerine çıkarken geriye baktım:
- Bir yıl sonra da böyle ayrılacağım. 1941 yılında ayrılırken kış kıyametti, geriye bile bakmamıştım ama bu kez oldukça duygulanıyorum.
Sürücümüz gerçekten Ankara’yı biliyormuş, bizi kenardan köşeden dönerek Sarıkışla önüne çıkardı. Kamyondan inince topluca bir köşede durduk. Başka gruplar da gelmiş, Asker kamyonlarıyla ayrıldılar. Birden telaşlandım, Cumartesi izinli çıkınca Ankara’da gezeceğimi düşünerek en iyi giysilerimi giymiştim. Giysileri Yusuf Demirçin’in akrabasına bırakacaktık. Bizi de cemselerle gönderirlerse giysiler çuvallara doldurulacak! Ürperdim. Böyle düşünürken Yüzbaşı Sıtkı Ulay geldi, tamam olup olmadığımızı sordu. Az sonra da kamyon geldi. Yüzbaşı sürücüye beklemesini, bizi kamp yerine onun götüreceğini söyledi. Birden sevindim, ikinci kamyona kalır giysilerimi böylece kurtarırım. Dediğim gibi oldu; ölçülerim normal olduğu için ilk verilen giysiler bana uydu. Kendi giysilerimi paketleyip hazırladım. Yusuf da işini çabuk görmüş çıkınca benim paketi de alıp gitti. Soru sual etmeden paketi verişimden az kuşkulandım, Yusuf bunları ne yapacak? Az sonra Yusuf gülerek döndü:
-Tamam, eniştem geldi, öyle sözleşmiştik, paketler yerine gitti! Sevindim, bu kez karar değiştirip, akordiyonu bahane ederek ilk kamyonla kamp yerine gittim. Kamp gene eski yerinde. Ancak çadırlar daha derli toplu. Bize gösterilen çadırlar da öyle. Hemen bitişiğimizde Hukuk Fakültesi. Çadırlara bakınca neredeyse bizim kadar çadırları var. Besbelli öğrenci sayısı çok. Az sonra ikinci kamyon geldi. Sıtkı Ulay Yüzbaşı bir üst çavuşla iki çavuşu görevlendirdi, onlar bizi çadırlara dağıttılar. İki sıralı çadırın en uçtaki birine düştüm. Hem iyi hem kötü. İyi, girip çıkmak rahat, kötü, gelen geçenin ayağı altında. Üstelik akordiyon çadırda kalacak. Kimse karıştırmaz ama gene de bende kaygı var.
Geçen yıl da benim çadırım en öndeydi. Hemen karşısında da Cumhurbaşkanının oğlu Erdal kalıyordu. Bu yıl oralarda böyle bir çadır yok. Yemek çıkmış, yemeğe gittik. Başka masalarda insanlar var ama seyrek seyrek. Az sayılı okulların kamp adayları parça buçuk geliyormuş. Yemekleri bildiğimiz gibi. Akşam, tekmil toplantısına dek rahat bırakıldık. Geçen yıl burada olanlar, fazla yadırgamadı, ancak ilk gelenler merak içinde. Tevfik Uğurlu oldukça kaygılı:
-Ben bu düzene nasıl uyacağım? Tevfik’i iyi tanırım, böyle der ama benden daha uyumlu olduğunu da biliyorum. Zaten telaşı da bu uyumluluğundan ileri gelmektedir.
İlk “Tii!” çekildi, gösterilen yerde toplandık. Açıklamalar yapıldı, gruplar gösterilen yerlerde toplanıp kendi iş bölümlerini yaptılar. Tüfeksiz olarak nöbetler başladı. Boru çaldı, yemeğe gittik. Yemekhane de yukarı çıkarılmış. Geçen yıl iyice çukurdaydı. Yemek masamıza yakın masalardan biri Konservatuvarlıların. Hemen tanıdım, birisi Suat Taşer. Geçen yaz Faik Öğretmene gittiğimde karşılaşmıştım. Faik Öğretmenin öğrencisi değil ama “Ağabey” deyip çok yakınlık gösteriyordu. Masadan kalkarken yakınıma gelince takıldım:
-Tanışıyoruz, hiç değilse ben seni tanıyorum! deyince güldü:
-Sen beni tanıyabildinse buna sevindim! Giysilerini göstererek:
-Bunların içinde, annemin bile tanıyamayacağını sanıyordum! dedi.
Suat Taşer’le konuşmam arkadaşların ilgisi çekti. Sordular:
-Nerden tanıyorsun? Bir yerden falan tanıdığım yok, Konservatuvar’da görüyordum. Burada görünce yakınlık duydum. Tiyatrocu mu? Yusuf Demirçin hemşerisi Nuri Altınok’u görmüş. Tiyatroculardan bir grup varmış. Ben de Ragıp Haykır’ı merak ediyordum. Tanımıyorum ama Kahvehane’de oynamıştı. Hakkında övücü bir yazı okumuştum.
Yat borusu çaldı, Karabiberler Çiftliği sessizliğe büründü. İlk nöbetim şanslı başladı, tam kalk borusuna bir saat kala başlayacak. Nöbet bitiminde kalk borusu çalacak!
21 Mayıs 1945 Pazartesi
Gece bir iki kez uyandım. Bir ara kendimi köyde sandım. Sivrisinekler dolaşıyor
Nöbeti Kemal Karadeniz’den aldım. Saatim kolumda bakmaktan usandım. Bir saat ne bitmez zamanmış! Bir ara saatin durduğunu sandım. Az ileriden sesler geldi, az sonrada kalk borusu çaldı. Tschaikovski’ nin İtalyan Kapriccio’sunu anımsadım. Az sonra kapriçiyo falan kalmadı, bağırış çığırış ortalığı bastı.
Başçavuş (Osman olduğunu öğrendik!) çavuşlara sıkı tembihatlar verdi, iki sınıf da ayrı ayrı boy sırası yapıp otuzar kişilik iki gruba ayrıldı. Ayrıca kendi aramızda da boy sırası olduk. Halil Dere ile gene birlikteyiz, Kemal Karadeniz, Mehmet Kocaefe, Mustafa Yüksel, Kemal Güngör, Burhan Güvenir, Mustafa Parlar. Halil Basutçu, Mehmet Toydemir, çadır arkadaşlarım. Halil Dere ile özellikle de eski arkadaşım Halil Basutçu ile bir arada olduğuma sevindim. Grubumuz da fena sayılmaz, genellikle iyi konuştuğum arkadaşlar bizim grupta.
İlk toplu dikkat çekildi. Kamp Komutanı Albay Şükrü Kızıltuğ konuşma yaptı. Kısa, özlü konuştu:
-Sizler, bilgi yolunu seçmiş insanlarsınız, size burada yeni bilgiler verecek değiliz. Ancak bilgi alanlarının dışında da çalışmak zorunda kalınan durumlar olur. Düşmanla savaşmak bunlardan biridir. Böyle durumlarda birbirimize daha yakın sokulup iş birliği yapabilmemiz için de öğreneceklerimiz vardır. İşte askerlik bunu sağlamaya çalışır. Biliyorsunuz bir büyük savaş yaşandı. Bittiğini sevinerek karşıladığımız bu savaşla tüm savaşların bittiği söylenemez. Bu savaşın başladığından çok değil 20 yıl, çoğunuzun yaşından az bir zaman önce de böyle bir kanlı savaş yaşanmıştı. Bu kanlı savaşın sonu bizim Kurtuluş Savaşımıza yol açmıştı. Bakın savaşlar biterken bakıyorsunuz yenisi başlıyor. Bunun için diyoruz ki:
-Savaş bitmez arkadaş, savaş istemiyorsan savaşa iyi hazırlanmalısın!
İşte biz de savaşa öyle hazırlanıyoruz. Silah kullanmıyoruz ama silaha sarılmayı, silahla yakınlaşmayı öğreniyoruz. Biliyoruz, buradaki çalışmalar sizler için kolay, sizler bunları pek önemsemiyorsunuz. Unutmayın ki, bu önemsemediğiniz yakınlaşmalar askerliğin en önemli yanıdır. Bu yanı öğrenenler, yarın daha ciddi olaylarda kolayca işbirliği yapar. İşte bunun yararı nedeniyle burada toplanıp tanışıyoruz. Eksik bulduklarınızı yarın kıtaya çıktığınızda gönlünüzce tamamlayacaksınız. Burada görevinize ne denli sarılırsanız kıtaya çıkınca o denli daha çok bilgi sahibi olacaksınız. İşte barışta savaşa hazırlık budur! Sizden yapılması istenenleri önemseyerek yaparsanız siz de kazanacaksınız biz de. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olanın sizi bizi olmaz, olamaz. Ne demiş şair:
-Sen ben yok, biz var. Biz demek birlik demektir. Böyle düşünün, görevinize böyle sarılın. Sizlerin başarılı bir çalışma dönemi geçirmenizi dilerim!
Sert, yüksek bir Sağol! sesi yankılandı.
Arkasından gruplar ayrı yerlere çekilip, kendilerine göre bölündüler. Bizim grubun başında Sıtkı Ulay Yüzbaşı durdu, az sonra ayrıldı. Bir başgedikli, ile dört çavuş dört grubu ayrı yöne götürdüler. Yolda bir süre serbestlik verildi konuştuk. Bizim çavuşun adı Remzi. Remzi Örs. Remzi adı benim için yabancı ancak Örs olarak saygın bir ad biliyorum. Hayrullah Örs. Bunu söyleyince başta Mehmet Kocaefe olmak üzere Kızılçullu çıkışlı arkadaşlar ekşidiler:
-Nesi saygın onun? Bizim Müdürümüz Emin Soysal’ın başını yiyen iki gafilden biri de o! Kavakla Kabak! (Emin Soysal onları öyle sıfatlandırmış)
Hikmet Türk, Hayrullah Örs. Yavaştan yavaştan biraz direndim. Hayrullah Örs Nejat İdil’in en yakını. Kepirtepe’ye müfettiş olarak değil Nejat İdil’in konuğu olarak gelirdi. Röslein şiiri olayını anlattım. Kimse önemsemedi. Remzi Örs Çavuş bir yerde durdurup çalıştırdı. Sağa dön, sola dön! Mola verilince arkadaşlar bu kez de çavuşun memleketini sordular. Keşanlı olduğunu söyledi. Ben de Sırınsıllı, İbriktepe köylerini sordum. Sırınsıllı köyüne gitmiş. Ancak daha önce gittiğini söylediğinden, oraya yeni atanan arkadaşımız Hilmi’yi sormadım.
Kısa kısa dinlenmeler dışında uygun adım, serbest adım yürüyüşleri yaptık.
Öğle yemeğinde genel durumu daha rahat gözetledik. Önümüzdeki masaların tamamına yakını Hukuk Fakültesi doldurmuş, yan tarafımızda Konservatuvar, Dil, Tarih-Coğrafya fakültesi. Davulcu Salahattin var, onu tanıdım. Hasan Ali Yücel’in oğlu da varmış, onu merak ettim. Daha önce görmediğim için birinden sormam gerekecek. Geçen yıl Hukuk Fakültesi grubunda oturan şair Bülent Ecevit bu yıl Davulcu Selahattin’le birlikte Dil, Tarih-Coğrafya grubunda oturuyor. Fakülte değiştirmiş. Hukuk Fakültesi grubunda birisinden söz ediliyor. Başbakan Saraçoğlu’nun oğlu Aydın Saraçoğlu. Meraklı arkadaşlar adları öğrenmişler ama daha kimse kimin kim olduğunu tam olarak ayıramıyor. Hemşerim Kadir Pekgöz de İsmet Akın’ı bulmuş, seviniyor, geldi bana söyledi, ayrıca tembihledi:
-Konuş onunla! Tanıyorum, karşılaşırsam neden konuşmayayım?
Yemekten sonra kısa bir mola verildi. Remzi Çavuş geldi. Eğitim borusu çaldı. Bu da bir yenilik; talim yerine eğitim deniyor. Söğütözü’ne dek yürüyüş yaptık. Halil Dere’nin postalı ayağını vurmuş, sızlanmaya başladı. Çare düşündük. Yedek postal yok. Vurmaya devam ederse ne olacak? Çare bulduk; gece yattığında postalı ıslatarak içine sert nesneler doldurup sıkıştıracağız. Mehmet Kocaefe daha iyisini önerdi, alıp giydi, kendininkileri de Halil Dere’ye verdi.
Akşam paydosunda, gruplar arasında bir kaynaşma oldu. Tanıdıklar buluştu. Orta alan geçen yıla göre daraldığından nöbetçi üsteğmen düdük çalarak dağılmalarını istedi. Konuşanlar oldu, üsteğmen geçici olarak izin verince gruplar küçülerek bir süre konuşmalar sürdü. Bizden de konuşmalara katılan olmuş, Can Yücel bizim
Can Yücel Bülent Ecevit Aydın Saraçoğlu
arkadaşları sormuş, orada bulunanlarla konuşmuş. Konuşanlar arasında Hasan Gülün, Şükrü Koç, Hasan Özden varmış, onlardan bilgi aldık. Can Yücel Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesindeymiş. Bunu ben biliyordum. Daha geçen yaz babası:
-Oğlum, Hukuk Fakültesi ile Dil, Tarih-Coğrafya arasında bocalıyor demişti. Daha sonra bunu anlattığımda Öztekin Öğretmen:
-Can, Dil, Tarih- Coğrafya’yı seçti! demişti. Ben daha çok, Bülent Ecevit’i merak ettim. O, geçen yıl Hukuk Fakültesi grubundaydı, bu yıl nasıl oldu da Dil, Tarih-Coğrafya fakültesine geçti? Hasan Özden:
-Onun babası İsmet İnönü’nün en yakınlarında Prof. dr Fahri Ecevit’tir. Onun oğlu olduğunu, bu nedenle de şimdiden Ulus Gazetesi’nde değişik imza ile yazı yazdığını anlattı anlattı. 20 yaşındaymış, Robert Koleji (Amerikan Koleji) bitirmiş, iyi İngilizce biliyormuş, kitap çeviriyormuş…
Akşam yemeğinden sonra bizim gruplar toplandık. Üsteğmen geldi, gece baskınları üstüne geniş bilgi verdi. İlkel devirlerde gece baskınları çok önemliymiş. Bu baskınları önlenmesi için ışıklı önlemler alınıyormuş. Işık yerlerinin uzaklardan görülmesi için yükseltiler hazırlanırmış, höyük denilen tepeler bunlar için yapılmışmış. Oysa ben daha önce höyüklerin başka amaçla yapıldığını öğrenmiştim. Lüleburgaz yakınındaki Omurca höyüklerini uzmanlar açtılar, içlerinden o döneme ait değerli kalıntılar çıktı. Onları Arkeoloji Müzesi’ne gönderdiler. Üsteğmen onlardan söz etmedi.
Dersten sonra kısa bir toplu yürüyüş yaptık. Gene gruplara ayrılıp çadırların yakınlarına döndük. Yat borusu Ti, Ti, çalınca yorgun argın yerlerimize serildik. Az kalsın yataklarımıza diyecektim. Ne yatağı, düpedüz kuru yerde bir battaniye üstünde yatıyoruz.
Bu gece bana nöbet gelmedi. Buna çok sevindim. Yarın akşam ilk nöbeti tutacağım.
22 Mayıs 1945 Salı
Tiiiii, Ti, Tiiiiiii ! Arkası gelmedi. Tschaikovski İtalyan Kapriccio’su! Trammm, trararam, trararammm yok. Öyleyse Tschaikovski de yok! Bir itiş kakış. Remzi Çavuş bizi bekliyor. Selama durduk.
Geçen yıla göre bir hareket farkı seziliyor. Remzi Çavuş çok yumuşak. Oysa Yüzbaşı Sıtkı Ulay’dan çok sertlik bekliyorduk.
Geçen yıla göre tüm kampta bir değişiklik var, bunu arkadaşlara da anımsattım. Onlar bunu, savaşın bittiğine yoruyorlar. Öğrencilerde de bu var. Geçen yıl daha ilk günlerde subaylara ad takılmıştı. Von Bok, bom bok! (Bir Alman Generalinin adı) gibi yakıştırmalar yapılıyordu. Bu yılki değişikliklerden biri de komutanların oturduğu çadırların, öğrenci çadırlarının tam ortalarında, yakın kurulmuş olması. Önleri açık olduğundan etrafı sürekli gözetleyebilirler. Orası, hemen hemen hiç boş kalmıyor. Ayrıca su sorunu da çözülmüş gibi, büyük bir tankere sürekli su dolduruluyor. Geçen yıl ise tanker suya gidip geliyordu. Tanker suya gidince susayanlar bekliyordu.
Benzer çalışmaları yaptığımız için yazmaya gerek görmedim. Uygun adım, sağa, sola dönmeler, kendi kendimize komut denemeleri yaptık. Remzi Çavuş benim komutlarımı beğenmedi. Ben de ayırdındayım, sert ses çıkaramıyorum.
Akşam dinlenmesinde bir grup top oynadı. Top oynayanlar içindeki birini Başbakanın oğlu olarak gösterdiler. Mıymıntı değil, herkesten çok koşuyor. Yarın için bizimkiler de Milli Oyun kararını aldı:
-Biz de numaramızı yaparız!
Kısa bir gece yürüyüşü yaptık. Üsteğmen geldi, ışıklara göre Ankara yönlerini sordu. Denetleme için geldiği belliydi.
Uygun adımla gece yürüyüşü yaptık.
Tedirginlik çektim. İlk nöbetimi şans saymıştım. İkinci nöbetim işkence gibi geldi. Herkes yatınca ben de yattım ama bir saat sonra kalkacağımı düşünerek kendimi sıktım. İşin ilginci okuldaki yatağımdaki gibi rahat düşünemiyorum. Nice kuruntularım olur saatlerce oyalanırken burada hiçbir konu beni iki dakika bile oyalamıyor. Üstelik nöbete kalkınca daha da fena, sanki boş yere, ceza çekiliyor. İnadına da uykum geldi.
Mustafa Parlar’dan nöbeti devraldım. Nöbet devirlerinde vukuat olup olmadığından söz edilir. Mustafa Parlar yavaşça:
-Uykudan başka hiçbir şey yok komutanım! deyince nedense güldüm. O da bana iyi geldi. Aynı sözü söylemeye karar verdim. Sessizlik bazen insanı etkiliyor, ayakta dururken köyü düşündüm. Köyde böyle törensel olmamakla birlikte nice geceler uykusuz kalmıştım. Bağı beklediğim zamanlar kimi kez korkuya kapılır, sanki birilerini bekler gibi gözlerimi dört açardım. Bunları düşünürken biri çıktı geldi. Gelişinden bir denetçi olabileceğini düşünüp tavır aldım. Dimdik dururken gelen az ilerimde durdu:
-Nöbetçi, tekmil vermeyecek misin! deyince:
-Grubum uykuda komutanım! dedim. Gelen:
-Devam! deyip döndü. Öteki gruplardan birinin Başçavuşu olabilirdi. Sonraki zamanım sıkıntısız geçti. Mehmet Toydemir’i zor kaldırdım. Söyleyeceğim şaka söz aklımdan uçmuştu, yatınca aklıma geldi ama gözlerimi kaparken uyuduğumu sanıyorum. Uyurken daha rüya gördüm. Kuzuları kıra götürmüşüm. Sürü, ekili tarlaya giriyor, nedense ben yerimden onları görüyorum da durdurmak için kımıldayamıyorum.
23 Mayıs 1945 Çarşamba
Halil Basutçu biraz hızlı dürtükleyince kuzulara bağırmak için hazırlanırken konuşmalardan kendime geldim.
3. günümüzdeyiz; kaldı 17 gün. Mustafa Parlar sinirlendi:
-Haksızlığa katlanamam, 16 günümüz kaldı!
Remzi Çavuş yer gösterdi:
-Birlik, sıra ol! Dikkatimi çekti, eskiden buna da içtima derlerdi. Sabah jimnastiği. Bizim grupta benden haylazları var.
Kahvaltıda başka gruplarla daha yakından bakıştıklarımız oluyor. Geçen yıl gördüklerimizin yüzleri yavaş yavaş tanışa dönüşüyor. Davulcu Selahattin’i tanıdım. Dikkatli bakınca o da tanımış olacak, gülümseyerek “Merhaba!” deyip ellerini birbirine doğru birkaç kez yaklaştırdı. Bu akordeon işaretiydi. Gözlerim Konservatuvar masasında ama onlar biraz uzağa düşüyor. Ancak Suat Taşer’i seçebiliyorum.
Bizim gruplar gene birleşip Başçavuş gözetiminde yürüyüşe çıktık. Yürüyüş, bu kez, Rasathane denilen bir bina yönüne doğru oldu. Binaya yaklaşınca oradaki geniş alana ayrılarak dağıldık. Tek tek ikişer ikişer komutlar vererek yürüdük, durduk, çöktük, koştuk. Dönüşte Yüzbaşı Sıtkı Ulay geldi. Güzel bir atı var. Beklenmeyen bir gülümseme ile sordu:
-Hani sizin marşlarınız vardı, söyleyin bakalım! Bizim bölümün yenileri daha hevesliymiş, Bayram Bayrak, Naci Ön başta olmak üzere önce Ziraat marşı arkasından Harp Okulu, daha sonra Mülkiye marşlarını söyledik. Yüzbaşı Sıtkı Ulay bir sınır gösterdi, oraya dek yürüyüşten dönüşlerde marş söyleyebilirmişiz.
Öğle yemeğinde daha bir ısınıklık kazandık. Aramızdaki konuşmalarda Yüzbaşı Sıtkı Ulay’da bir değişik yakınlaşma sezilmeye başlandı. Ben bile bir zaman:
-Olsa ne olur, olmasa ne olur? gibisine düşünürken bugünkü tavrı onun olmasının kazancı demeye başladım.
Öğle paydosu diye bir zaman ayrılmamış. Ancak yemekten sonra su içiliyor, ortalıkta geziliyor, ayrı birliklerde tanışları olanlar buluşup ayaküstü konuşabiliyor. Kadir Pekgöz, hemşerisi İsmet Akın’ı bulmuş, beni çağırdı. Ayaküstü konuştuk. Ben hemen Bülent Ecevit’in fakülte değişimini sordum. Olabiliyormuş. Onun gibi başkaları da varmış. Baktım, İsmet eskisi gibi gururlu değil ya da o tür tavırlar takınmıyor. Konuşmaya karar verdim; zaman zaman buluşacağız.
Öğleden sonra tüm Kamp Taburu yürüyüşe çıktı. İstikamet Tosun Oturtan Sırtı. Karabiberler Çiftliğinin tam batısında Gazi Çiftliğinin arkasına düşen kırlıklar.
Oraya geçen yıl da gitmiştik. Gidişimiz iyi oldu ama dönüşte oldukça yorgun düştük. Gene bir ara serbest yürüyüşte marşlar söyleyerek tepeleri çınlattık.
Yokuşu çıkınca Çadırlara yaklaşırken de marş söyledik. Marş söylemek bizim grubu canlandırdı.
Akşam dinlenmesinde Konservatuvar grubundan birileri gelip bizimle konuşmak istedi. Suat Taşer de aralarındaydı. Suat Taşer bir öneride bulundu:
-Bir Kamp Gecesi yapalım! Bizim arkadaşların arayıp da bulamadığı bir öneriydi hemen benimsendi. Suat Taşer’in yanındakilerden biri bana sordu, Taşer’le nereden tanışıyorsun? Faik Canselen Öğretmen deyince konuşan bir “Aaa!” çekti: “Faik Abi, bir akşam bize gelecek.” Meğer o kişi Faik Öğretmenle çok yakından tanışıyormuş. Kendisi üflemeli Sazlar bölümünde Yüksek İhtisas yapıyormuş, Aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Orkestra sınavını kazanmış gelecek yıl orkestrada çalacakmış. Çok candan konuşan bir kimseydi, Antalyalı olduğunu bile söyledi.
Onlar gidince bizim arkadaşlar yeni bir karar aldılar:
-Biz de onlara gidelim, hal hatır soralım! gruplar oluşturuldu. Özellikle bizim piyesçiler, Konservatuvar’a, ötekiler de diğer okullara birer grup seçip ilgi kurmayı deneyecekler. Suat Taşer bize güzel bir yol göstermiş oldu. Faik Canselen Öğretmenin gelişine hem şaştım hem de sevindim. Faik öğretmenin ruhu genç, daha öğrenci durumdaki gençlerle arkadaşlık değilse bile yakın ilgi kuruyor. Tevekkele ona Hilmi Girginkoç, Aydın Gün, Mahir Canova “Ağabey!” demiyor!
Bu gece benim nöbetim yok. Halil Dere sinirlendi:
-Bu nasıl olur? Parmak hesabı yaptı, doğru çıktı, Haftaya da her gece birer saat arayla nöbetçiyim
24 Mayıs 1945 Perşembe
Gece boyu uyudum. Rüya falan da görmedim. Dünkü sevindirici olayları bir kez daha konuştuk. Bu arada geçen yıl ile karşılaştırma yaptık. Halil Dere geçen sene için övücü olaylar öne sürdü. O dönemdekiler daha şenmiş, subaylara takılmaları, günlük olaylara renk katıyormuş. Özellikle de Aşkale cezaları eğlendiriciymiş. Aşkale dediği ilginç bir yakıştırma. Aşkale, Erzurum ili ilçelerinden biri. Bizimle ne ilgisi var? Birkaç yıl önce çıkan bir yasa ile ün kazanmış. Daha doğrusu sürgün yeri olarak anılır olmuş. Uzun savaş yılları boyunca kuralları çiğneyerek halkın haklarını yediği düşünülen savaş zenginleri saptanmış, onlara belli bir bedel ödemeleri için vergi çıkarılmış. Ancak kural tanımaz takımı bu vergileri vermemekte direnmişler. Bu kez de Hükümet onlara sürgün cezası vermiş. Bu sürgün yeri de Erzurum’un küçük bir ilçesi olan Aşkale imiş. Böylece Aşkale, sürgün yeri simgesi olmuş. Üniversiteliler Kampında kusurlu davrananlara da ceza verilirmiş. Bu cezaların başında tuvalet çukuru kazmak gelirmiş. Kusur işleyeni ilgili komutan:
-“Cezan çukur kazmak” dediğinde arkadaşları bunu, Aşkale’ye sürgün şekline çevirmişler. Geçmiş yıllarda olan bu olay günümüzde de anılmaktadır. Ancak bu yıl henüz böyle bir ceza verilmedi.
Sabah jimnastiği yerine koştuk. Kahvaltıdan sonra tüfekler verildi. Tüfekleri sildik. Silmek oldukça zor oldu. Silmek için özel bir yumak (iplik bez karışımı bir nesne) veriliyor. Herkese birer tane düşmediğinden sırayla kullandık.
Komutla tüfek aldık, tüfek tuttuk, tüfek çattık.
Öğleden sonra tüfeğin parçalarını öğrendik. (Bunları biliyoruz ama, Remzi Çavuş tekrarlatıyor. Tüfek tutmasını bile tekrar tekrar yaptık. Tüfek omuzdan ele nasıl alınır, yere nasıl konur, “Tüfek as!” komutu verilince hangi hareketler yapılır, bunları tekrarladık. Tüfek çatmayı öğrendik.
Bu yılın yeniliklerinden biri de konuk komutanların konuşma yapması. Yarın ilk konuşmayı Kurmay Binbaşı Muharrem Kızıloğlu yapacak.
Benim de buna aklım takıldı. Birileri komünistlere “Kızıl! diyor. Oysa Kamp Komutanın soyadı Kızıltuğ, konuşacağı söylenen binbaşınınsa Kızıloğlu imiş. Almanca öğretmenimiz, doç. Niyazi Çitakoğlu, kırmızı kravat takanlara kızanlar bulunduğunu söylemişti. Onlar subayları hoş mu görüyorlar, yoksa çekiniyorlar mı?
Akşam paydosunda bir grup arkadaş Bakanımız Hasan Ali Yücel’in oğlu Can Yücel’le konuşmuş. Can Yücel bizim okulu görmeye geleceğine söz vermiş. Çıkan dergimizi okumuş, şiirleri beğendiğini söylemiş. Buna şaştım ama bir karşılık vermedim.
Tüfekler verilince nöbet işleri uzadı. Tüfek çattıktan sonra sürekli nöbet başladı.
Bu gece saat 04:00 ile 05:00 arasında nöbetçiyim.
Yatar yatmaz uyudum. Kemal Güngör uyandırdı. Bir de numara yaptı:
-Çok uykun varsa, yerine nöbet tutabilirim! Aslan arkadaşım, oysa kendisi uykusuzluktan ayakta duramıyordu.
Tüfekli nöbet farklı oluyor. Ancak ne işe yarıyor ki? Kimse gelmeyecek biliyorum ama gelse ne olacak? Söz gelimi bir kuduz köpek gelse (kuduz köpekleri seçebilirim) kendimi nasıl koruyacağım? Bunun aklıma gelmesine sevindim, yarın Remzi Çavuş’a soracağım.
25 Mayıs 1945 Cuma
Tiiii, ti, tiiiii... kulaklarımız alıştı. İlk günkü gibi arkasından Trararam, tam, tam, trararararmlar beklemiyorum.
Remzi Çavuş düdüğe sarılınca hazır oluyoruz. Bizim çadır en önde olduğu için ilk göze batan biziz. İlginçtir, ilk hazır olan da biz oluyoruz. Her zamanki tartışma arkadaşım Ekrem bir arkadaki çadırda, bakıyorum hep arkalarda çıkıyor. Bunu ona söylesem biliyorum vereceği karşılığı:
-Senin çadırın önde olduğu için erken çıkıyorsun! diyecektir.
Tüfek aldık, tüfekli yürüyüp tüfekli hareketler yaptık. Bunun adı da “Tüfekli jimnastik!” oldu.
Kurmay Binbaşı Muharrem Kızıloğlu’nun konuşması öğle dinlenmesindeymiş, tekrar duyuruldu.
Tüfek başı yapıp tüfek takındık, tüfekli yürüyüşe geçtik, istikamet Çiftlik yokuşu. Yokuştan aşağı serbest yürüyüşle indik. Dereye ulaşınca gene uygun adıma geçtik. Tüm Kamp birlikleri dere çukuruna indi. Osman Çavuş vardı, ancak bizim gruba hiç gelmemişti. Bugün bizim gruba geldi. Benim omzuma vurdu:
-Doğru, dik dur! Halil Dere’yi payladı:
-Gülme! Osman Çavuş’un bu ilgisini Yüzbaşı Sıtkı Ulay’a yaranma olarak fısıldaşırken gerçekten karşıdan Sıtkı Ulay’ın geldiğini gördük. Ancak Sıtkı Ulay genellikle tek atlı olarak geziyordu bu kez çift atlı vardı. Az sonra gerçek anlaşıldı. Gelenler geçen yıl hemen hemen her gün gelen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile eşi Mevhibe İnönü imiş. Hemen yakınımızdan geçti. Yolun kıyısındaki grupla konuştu. Sonradan öğrendik. Bir yurt gezisine çıktığından atlı gezilerine ara vermişmiş, bundan sonra gene her gün bizleri görmeye gelecekmiş.
İsmet İnönü’yü görmek nedense bizleri rahatlattı. Geçen yıl her gün gelirken bu yıl gelmemesini oğlunun olmadığına yorduğumuzdan, bir bakıma doğru bulmuyorduk. Neden? İşte bunu hiç düşünmüyorduk. Neden gelsin?
Oldukça yorgun olmamıza karşın marşlar söyleyerek kamp alanına döndük. Komutanların oturduğu çadır önünden geçerken Yüzbaşı Sıtkı Ulay’a gözlerim takıldı. Yüzbaşı sahiden gülümseyerek bakıyordu. Bir an belleğimdeki o asık yüz silindi, bu yumuşak bakışı yerine oturdu.
Yemekte, merak ettiğimiz konu açıklığa kavuştu. Cumartesi gene izinli gidip Pazar günü dönülecek!
Yemekten sonra genel toplantı alanında toplanıldı. Toplanma, okul gruplarına göre oldu. En kalabalık grup bizim grup, belki bir iki farkla Hukuk Fakültesi. Siyasal Bilgiler Okulu, Yüksek Ziraat Enstitüsü, Gazi Eğitim Enstitüsü, Konservatuvar.
Bir subay, Kurmay Binbaşı Muharrem Kızıloğlu’nu tanıttı. Harp Okulu ile Kurmay Okulunu birincilikle bitirmiş, Almanya’da staj görmüş olarak sıfatlandırdı.
Binbaşı, yıllardır süren savaşın bittiğini söyledikten sonra birden:
-Hayır savaş bitmedi, savaş şekil değiştirdi. Değişen yeni şekle göre savaşa hazırlanmak için buradayız! deyip sözü bize getirerek, yeni bir sivil savunma yöntemi geliştirip, topyekün savaş hazırlığı içinde olacağımızı anlattı. Bu söylediklerini vaktiyle Atatürk’ün ayrıntılarıyla salt bize değil tüm insanlığa duyurduğunu söyledikten sonra, Atatürk’ün sözlerinden yaptığı seçkileri okudu.
Gecikmeli olarak Eğitim borusu çalınca gene küçük gruplarımıza dönerek tüfeklerimizi donandık. Bir süre tüfekli yürüyüşten sonra, tek tek tüfek tutmalarımız, rahata geçmelerimiz Remzi Çavuş tarafından denetlendi.
İkişerli çalışmalar yaptık, birbirimize komutlar verdik. Ansızın Yüzbaşı Sıtkı Ulay geldi. Bizim önümüzde durdu. Tam da ben:
-Hazırol, tüfek as, sağa, sola dön! diyordum. Yüzbaşı, birden bağırdı:
-Ne o, komut mu veriyorsun, lütfen merhameti mi gösteriyorsun? Halil Dere ile ikimize birden komut verdi:
-Hazrol! Yere çök! Tüfekli yere çök duymamıştık, ikimiz de ayakta durunca, Yüzbaşı Remzi Çavuş’a sordu;
-Bunlar çökemiyorlar mı? Remzi Çavuş, açıklama yaptı. Yüzbaşı gülümsedi, sonra da:
-Bunlara çökmeyi de öğret! deyip ayrıldı.
Akşam dinlenmesinde akordeonu çıkardım. Bizim arkadaşlardan büyük bir grup zeybek oynadı. Tüm kamp grubu arkadaşların çevresine halka oldu. Öteki okullardan da katılan oldu. Katılanlardan birinin Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun oğlu Aydın Saraçoğlu olduğu söylendi. Alkışlandı.
Yemek borusuna dek oyun sürdü. Subaylar, uzaktan da olsa baktılar. Bizim arkadaşların beklediği de buydu. Önümüzdeki hafta her akşam bunu tekrarlama kararı alındı.
Yemekte konu Aydın Saraçoğlu idi. Hukuk Fakültesi 3. sınıftaymış. “Öyleyse bizim İsmet Akın’ın sınıfında” dedim.
Bizim arkadaşlar oldukça iyimserleştiler.
Bu geceki nöbetim sırasında, bir gece sonra rahat uyuyacağımı düşünerek üzülmedim. Başbakanın oğlu zeybekleri nasıl öğrendi acaba? Dedim ama karşılığını kendim buldum; geçen yıl İzmir’den 300 öğrenci gelip Cumhuriyet Bayramı’nda zeybek oynamıştı. İzmir’de okuduysa öğrenmiştir.
Uyku gözlerimden akarken Mehmet Toydemir’e nöbeti devrettim.
26 Mayıs 1945 Cumartesi
Uyudum mu uyumadım mı az sonra Ti, tiler başladı. İzinli gitme sevinci arkadaşları neşelendirmiş, uyanır uyanmaz ben de o sevince katıldım. Ortak istek:
-Ankara’ya inince birlikte yemek yiyelim!
Remzi Çavuş uyarınca toparlandık. Cezalı olmak da var. Tüfeksiz jimnastik yaptık. Takla atma, atlama, sırt sırta birbirimizi kaldırmalar.
Kahvaltı da neşeli geçti.
Tüfekli eğitim, yat-kalk, yatarak nişan alma! Eğitimden erken dönüldü. Binbaşı Fikret Esen, kısa bir konuşma yaptı:
- Buradan izinli ayrılma, kamp düzeninin dışına çıkma anlamı taşımamalıdır. Buradaki disiplin ruhunun serbest kalınca da sürmesi gerekir, bunu sizlerden bekliyoruz! dedikten sonra insan iradesinden, iradeli insandan, iradeli yurttaştan, sonunda da iradeli yöneticilerden, iradeli yönetimlerin başarılarından söz etti. Bizlerden de iradeli davranışlar beklediklerini sözlerine ekledi.
Konuşmadan sonra gruplar yerlerini aldı, bizim grubu Osman Çavuş gözden geçirdikten sonra serbest bıraktı. Arkadaşlar yürüdüler ama ben biraz kaygılandım, akordeon çadırda öylece kalıyordu. Osman Çavuş halimden sezmiş olacak geldi sordu. Akordeonu gösterince o da bana tüfekleri gösterdi:
-Bunca Beylik malzeme var, bunlar nöbetçisiz değildir, merak etme! deyince koşarak arkadaşlara yetiştim.
Güle oynaya Yedek Subay Okulu yolundan Ankara’ya indik. Yusuf Demirçin’ le Akköprü’ye geçip kılık değiştirdik. Toplantı yeri olarak Aile Bahçesi seçilmişti. Döndüğümüzde kimseyi bulamadık. Meğer polisler, asker kılıklı olanların orada oturmasına izin vermiyormuş. Gülerek oturup çay içtik. Kızılırmak Kıraathanesi’nde birileriyle karşılaştık. Büyük bir grubun Gençlik Parkı bahçesinde olduğunu söylediler. Oraya indik. Arkadaşlar sevinç içinde. Çay üstüne çay içiyorlar. Bize takılanlar oldu:
-Çıkıp neden gezmiyorsunuz? Bilmiyorlar ki onlar gibi biz de ne yapacağımızı kestiremiyoruz… Saat dolmadan İstasyona indik. Tıpkı konserden dönerken taşıdığımız neşeyle Hasanoğlan’a döndük. Geleceğimiz bilindiği için masalarımız hazırlanmış.
Yemekte masalarımıza gelenler oldu. Yemekte banyo işleri konuşuldu. Ben banyo işimi sabaha bıraktım. Koşa koşa kendi salonumuza indim. Arkadaşların çoğu benim gibi banyo işini sabaha bırakmış yayları çekiyordu. Küçük odaya geçip Hanon’u açtım. Fazla bir unutma yok, buna sevindim. Normal zamanda yattım. Yatar yatmaz da uyudum.
27 Mayıs 1945 Pazar.
Halil Dere geldi:
-İradeli asker, yatıyor musun? diye sordu. Kalkıp hazırlandım, kahvaltıya indik. Kahvaltıdan sonra iradeli olup olmadığımızı konuşa konuşa Hasanoğlan’a gittik. Hava güzel. Böyle güzel günlerde buralarda Sili Usta’nın kutusunu taşıdığımı anımsadım. Kutu dediğim koskoca bir ayaklı sandıktı. Üstelik de ağırdı. Ancak o zaman nasıl bir istekse arkadaşlar içinde o kutuyu ben taşıdığım için mutluydum. Konuşa konuşa banyomuzu yapıp döndük. Saat 17:00 töreninden önce kampta olacağız. Saat birde (13:00) tren var. Ancak tren bizim durakta durmuyor ya Lalabel ya da Lalahan’da olmak gerekiyor. Lalabel’e karar verdik.
Halil Dere bu konuda iradeli. Daha doğrusu telaşlı. Ben Yusuf Demirçin’i kolluyorum, onsuz gitmem anlamsız. Neyse Yusuf’u bulup hazırladım, birlikte trene rahatça yetiştik.
Ankara içinde rahat dolaşmak da mutluluk. Arkadaşlar, bu rahatlığı tadamadılar; Kızılırmak’a tıkılıp kaldılar. Yusuf’la Akköprü’ye gidip kılık değiştirdik. Ulus’ta Atatürk Heykeli önünde iki polis bizi uyardı:
-Biliyoruz talebesiniz ama, biz de emir kuluyuz!
Büyükçe bir grup oluşturup güle oynaya Karabiberler Çiftliğine ulaştık.
Saat 17:00’de toplantı borusu çaldı. Kısa bir kargaşadan sonra herkes yerini aldı. Komutla İstiklâl Marşı söylendi. Marş beğenilmemiş, tekrarı istendi. Biz arkalardaydık duyamadık, bir öğrenci tekrar ettirdi. O öğrencinin Suat Taşer olduğunu sonradan öğrendik.
Suat Taşer çok girgin, bize geldi, marşları güzel söylediğimizi, törende de önde durmamızı önerdi. Buna çok sevindik. Komutanlara o teklif edecekmiş. Dediği olursa bizim yüzümüz gülecek.
Yemekten sonra gece dersi başladı. Bir doktor Yüzbaşı, (Reşat Tekin) sağlık hakkında genel bilgiler verdi, bir askerin kendisine ya da arkadaşlarına yapabileceği sağlık yardımlarını anlattı. Çok tatlı dilli bir insan, avcılık dönemlerinde insanların yaralandığında bile tedavi yöntemleri bulduğunu, günümüz insanının da çaresizlikler içinde bile çare bulabilecek bilgilere ulaştığını anlattı. Hayvanlardan da örnekler verdi; sincapların, fındık, ceviz taşımasını, sudan geçmesini, farelerin yumurta ya da yuvarlak yiyeceklerini nasıl taşıdıklarını anlattı. Hayvanlarda bile bulunan bu icat özelliğinin tüm insanlarda olduğunu, ancak bu özelliğin biraz çabayla kendini göstereceğini, bunun da o kişiye kaldığını anlattı. Farelerin yumurta taşımasını duymuştum. Sincap bilmediğim için öyle dinledim. Ancak Doktorun anlattıkların bütün yüreğimle inandım.
Kısa bir yürüyüş sonunda çadırlara döndük. Akordeonum koyduğum gibi yerindeydi.
Bu gece 3. nöbetçiyim, en istenmeyen süreç. Gene de yakınmıyorum. Faik Öğretmenin geleceği aklıma takıldı, Niçin? Askerliğini çoktan yapmış. 34 yaşında olduğunu söylüyor. Suat Taşer olsa olsa benim yaşımda. Korno çaldığını söyleyen Antalyalı (adını karıştırdım, Cihat, Cahit ya da C’li bir şey) da öyle.
Kemal Güngör kaldırdı. Kemal’cik gene aynı numarayı yaptı:
-İstersen yat, ben devam ederim! Uykum birden açıldı!
Saatim var, baka baka vakit geçirdim. Benden sonra, arkadaşım Halil Basutçu, ben de ona aynı sözü söyledim. Arkadaşın şakası yok hemen:
-Ne münasebet! Yat uyu! dedi.
28 Mayıs 1945 Pazartesi
2. haftamıza başlıyoruz. Alışmış durumdayız. Gene de önümüzde sanki çok uzun bir zaman var. Arkadaşlar işi şakaya döktü:
-Göreceğiz bakalım İsmet İnönü sözünde duracak mı? Ben de buna şaşıyorum, durmasa ne olacak? Ya da dursa bile önemli bir işi nedeniyle çıkıp gezmeyebilir.
Remzi Çavuş dikkatimizi çekti:
-Düdüdüdüt, Sabah Jimnastiği...
-Hazırol, tek sıra, ileri, sola dön! Dur, İkişerli sıra, ileri, geri, diyerek bizi soluk soluğa getirdi.,
Kahvaltı borusu çalınca yemekhane ye yöneldik.
Herkeste bir gerginlik olsa gerek sanki. Cuma günü konuştuğumuz insanlar yok gibi bir yabancılık havası esti!
Osman Başçavuş geldi, 2. haftamıza başladığımızı, karargâh havasına alıştığımızı söyledi, eğitimin daha ciddiye alınmasını istedi. Remzi Çavuş tüfek başına komutu verdi, tüfeklerimizi aldık. Bizim dört grup gene birleşip yürüyüşe çıktık. Bu kez istikamet Harp Okulu tarafıydı. Neredeyse Harp okulu önüne dek gittik. Harp okulu yanında da bir küçük bina var, yakınından döndük. İstikamet Yedek Subay Okulu. Yedek Subay okulu yanında mola verildi. Tam yanımızda da Yedek Subay Okulu öğrencileri vardı. Onlarla konuştuk. İçlerinde birkaç yıl önce aynı kampta kalmış olanlar varmış, ilgiyle sordular. Biz de Yedek Subay Okulu hakkında yüzeysel de olsa bilgilendik. Bu yıl 24. dönemmiş, her yıl bir dönem sayılıyormuş. Gerçekte dönem Gelibolu’da iki ay gerçek askerlikle başlıyormuş ama bizim kampa katılanlar Gelibolu’ ya gitmeden doğrudan okula katılıyormuş. Buna çok sevindik.
Oldukça yorulmuştuk ama aldığımız bilgiler bizi iyice umutlandırdı, günden güne askerliği Yedek Subay olarak yapacağımıza inanmaya başladık.
Dönüşte, Kamp yerine daha gür seslerle marş söyleyerek girdik.
Belki ilk günün yorgunluğu, beklediğimiz canlılık olmadı. Bir grup top oynadı. Ortaya top çıkınca alanın yarısı kaplanıyor, bu nedenle biz de oyun tasarımızdan vazgeçtik. Kendi aramızda konuşmalarla yetindik. Köy Enstitüsü bitirenlerden Yedek Subay olarak çalışanlar vardı biliyordum. Kızılçullu çıkışlı Yaşar Özgüç, 1943-1944 yılbaşı gecesi eğlencemize Yedek Subay giysileriyle katılmıştı. Buna karşın gene de bir kuşkum vardı. Ancak bugün bu kuşkum dağıldı. Kitle olarak Yedek Subay olacağız. Bu demek, herkes olacak değil, Yedek Subaylık hakkını almak başka, o okula gidip subay olmak başka. Hidayet Gülen Öğretmeni çok dinlemiştik. Onun bu konuda çok bilgisi vardır. Örneğin Fizikçi Hayri olayını anlatır. Fizikçi Hayri fizik dersleri okuturmuş, Liselerde okunan Fizik ders kitabını da o yazmış. Yedek Subay Okuluna gidince o da öteki öğrenciler gibi fizik derslerine giriyormuş. Ders veren öğretmen bir konuyu yanlış anlatmış. Fizikçi Hayri kalkıp doğrusunu söylemiş. Ders veren subay kalkıp doğrusunu söyleyene çıkışmış:
-Bunu Fizikçi Hayri benim söylediğim gibi yazıyor! deyince Fizikçi Hayrı dayanamamış:
-Fizikçi Hayri benim, bense asla böyle bir şey demedim! deyince ders veren susmuş. Susmuş ama Fizikçi Hayri’nin doğrulayışını kendisi için hakaret saydığından Fizikçi Hayri Yedek Subay olamamış. Hidayet Öğretmenin anlattıkları arasında bir de Heykeltıraş vardır. Heykeltıraş Hadi. Konu Atatürk’tür. Atatürk’ün bir sözü yanlış söylenir. Heykeltıraş Hadi, bir Atatürk hayranıdır. Atatürk’ün Harbiye’deki heykelini yaptığı sıralardır. Yedek Subay Okuluna devam eder. Atatürk’ün yanlış söylediği sözün doğrusunu söylediğinden Atatürk düşmanı gibi algılanıp Yedek Subay hakkından yoksun bırakılır. Böylesi olaylar her zaman olur. Ancak bunlar kişisel durumlardır. Yedek Subay hakkı ise yasal bir haktır. Bizim beklediğimiz de işte bu haktır.
Kısa bir gece yürüyüşü yaptık. Dikmen yolu tarafına çıkıp yıldızları gözledik. Remzi Çavuş’un olağanüstü yıldız bilgisine şaştım. Bana bizim bir yıldız tartışmamızı anımsattı:
Kepirtepe’den Hasanoğlan’a gelince ders falan yapılmıyordu. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in geleceği duyulunca ders yapılmak üzere hazırlık yapıldı. Sınıfımız ikiye bölünüp yarısı işe gitti yarısı da ders yapmak üzere hazırlandı. Derslik için de bir çadır kuruldu. İlkokuldan taşınan sıralara oturup Hasan Ali Yücel’i beklemeye başladık. Önlerimize de okuduğumuz romanları falan koyup bekledik. Bir de ders yapacak öğretmen seçildi: Reşat Tekinay. Bizim öğretmenimiz değildi. Ancak okulun öğretmeni olduğundan saygımız vardı. Reşat Tekinay kendisi de konuşkan, şakacı bir öğretmendi, ara ara bizim dersliğe gelir öğrencilik anılarını anlatırdı Hasan Ali Yücel’i beklerken dersin adını coğrafya koyduk, konu da Hasanoğlan çevresinin iklimi, doğal durumu oldu. Öğretmen bir süre bunları anlattı. Hasan Ali Yücel de beklenen saatten çok sonra gelmişti. Dersin Coğrafya olduğunu öğrenince bize coğrafya üzerine sorular sordu. Enlemler, boylamlar. Uzaklık ölçümleri v.b. Bu konudaki sorulara doğru cevaplar verilmişti. Örneğin ben İngiltere ile Japonya’nın Türkiye’ye uzaklıklarını boylam sayısına, bu sayıların da boylamlar arası 111 ile çarpılmasını söylemiştim. Söz, gemilerin yol bulmasına gelince Kutup Yıldızı ortaya geldi. Hasan Ali Yücel, Kutup Yıldızını nasıl bulacağımızı sordu. Onu da Büyükayı, Küçükayı takım yıldızları aracılığı ile bulacağımızı söyledik ama Hasan Ali Yücel illa bizim bir yerde durmamızı bekler gibiydi. Bu kez Küçükayı takım yıldızlarıyla Kutup yıldızı arasındaki açıklığı sordu. Küçükayı takımyıldızı son ikisinin kaç katı aralıkla kutup yıldızının bulunacağını bilemedik. Gene de bir sayı verdik:
-Beş katı! Bunu kafadan atmıştık. En çalışkanımız Sami Akıncı öyle deyince biz de ona uyduk “Beş kat! deyip direndik. Hasan Ali Yücel ise yedi kat dedi. Sonra da bize, “bunda direnirseniz bir gece gelir size bunun kanıtlarım” deyip ayrılmıştı. Remzi Çavuş’un bunu bilmesini bu açıdan önemsedim.
Bu gece gene son nöbete düştüm.
29 Mayıs 1945 Salı
Kampı yarıladık sevinci var. İnanamadım. Önemli değil ama sevinmek güzel. Parmakla saydım. Ancak geldiğimiz Pazar günü de sayılıyor. Halil Dere sinirlendi:
-Sen negatiflik ediyorsun! Sordum:
-Ne demek o? Olaya ters bakıyormuşum. O da pazar günü geldiğimizi biliyormuş
Sabah jimnastiği, önce kısa kısa koşu sonra yerimizde zıplamalar. Biz bunları kendimiz neden yapmıyoruz? Arkadaşlar hep düşünmüş, Mustafa Parlar:
-Gittiğim enstitüde, kendime bir yer seçip bunları düzenli yapacağım! dedi. Öteki arkadaşlardan sızlananlar oldu. Gördükleri Enstitülerde böyle bir yerin bulunmadığını anlattılar. Mustafa Parlar sinirlendi:
-Canımı sıkmayın, bu canına ettiğim yerler hep dar köşelerde mi kurulmuş? Çıkar tepeler arkasına giderim!
Remzi Çavuş damladı:
-Düüüüüt, dütt! Sabah jimnastiği… Tek sıra! İkişerli… Sağa dön, sola dön, çök, kalk! Sağ kol, sol kol. Kollar dik, Kollar yukarı, Kollar yere, Bel doksan derece...Sağa bak, sola bak, esas duruş, rahat! sağa dön, sola dön. Rahat! Yürüyüş kolu, istikamet çadır!
Kahvaltıya neşeli gittik.
Kahvaltıdan sonra “Silah başı, tüfek al, esas duruş komutları verildi. Bizim gruplar gene birleştik. Başçavuşa tekmil verildi. Uzunca bir süre rahatta bekledik. Karşıdan birinin geldiğini gördük. Subay bize doğrulunca anladık. Subay yaklaşınca Başçavuş dikkat çekti. Hazırolda bekledik. Gelen genç bir teğmen. Yakınımıza geldi. Kendisine bakmamızı söyledi. Boy sırası olmuştuk. Öndeki sırada küçük boylulardı. Teğmen onlardan birilerine bakarak komutlar verdi:
-Karnını içeri çek, başını dik tut, omuzlarını bırakma!
Başçavuş yürüyüş koluna geçirdi. Kamp alanından dışarı çıkınca durduk. Teğmen de geldi. Gene esas duruşa geçtik. Teğmen birilerini göstererek öne çıkardı. Komutlar verip sağa, sola döndürdü, bedenlerin dik durmasını istedi. Daha sonra askerliğin, birliktelikli bir görev olduğu kadar bireysel görevleri de bulunduğunu anlattı:
-Süklüm püklüm bir bedenle askerlik uyuşmaz! Hele subaylığa bu hiç yakışmaz! dedi. Arkasında da ikişerli sıra olmamızı istedi. Tüfek çatıldı. Tek sıra olduk. Teğmenin önünden düzgün adımlarla geçtik. Teğmen zaman zaman kendisi öne bakarak bacaklarını gerdirip nasıl yürüneceğini gösterdi. Önce tek tek, sonra ikişer daha sonra dörder en sonunda da Teğmen’in önünden merasim adımlarıyla geçtik.
Teğmen ayrılınca tüfekleri alıp, bir süre tüfeklere hareketler yaptık:
-Tüfekler omuzda, tüfekler el-tüfekler göğüste (kucakta) yürüdük. Oldukça sıkıntılı bir çalışma oldu. Gene de marşları söyleyerek döndük. Teğmen’in adını öğrendik, İsmet Tetikaslan.
Yemekte, işaretleşmeler oldu. Egeliler, oyunlar için tetikteler. Daha çok İzmirliler (Ödemişli, Ekrem Bilgin) Başbakan’ın oğlu ile ilişki kurmak istiyorlar. Geçen gün oyuna girmesi onları cesaretlendirdi. Mehmet Gönül bana işaret etti, “Akordeonu hazırla!”
Tüm arkadaşlar, öteki gruplarla kaynaşmak istediğinden oynamayanlar da oynayacakmış gibi böyle bir durumu bekliyorlar. Akşam dinlenmesinde hep birlikte meydanda olacağız.
Remzi Çavuş, hazır. Genel uyarı, boru çalmadan düdüğünü üflüyor: Türt, türt… Tüfek başına. İyice alıştık. Halil Basutçu bana takıldı:
-Sen dik durmayı bilirdin ama gene de komutan karnını yokladı! dedi. Gerçekten Teğmen İsmet Tetikaslan benim de karnımı yumrukladı. (Yumruklama şaka olarak söyleniyor. Teğmen, karın bölgesinin içeri çekilmesini söylemişti)
Söğütözü tarafına yürüyüşe çıktık. Tüfekler omuzda, tüfekler elde, tüfekler göğüste yürüyüş yaptık. Tüfekler, ne zaman göğüste olur? Bunun Remzi Çavuş önemseyerek anlattı. En tehlikeli durumlarda bu yapılırmış. Tüfek göğüsteyken her an atışa hazır durulurmuş. Böyle durumlarda dört yandan da tehlike gelirmiş. Her yana göre nasıl tüfek çevrilir öğrendik. Öğrendik diyorum ama yapmış değiliz. Remzi Çavuş’un yapışını gördük. Remzi Çavuş gerçekten tam asker olmuş. Meraklı arkadaşlar gene Cumhurbaşkanını dile doladılar:
-Hani her gün gelirdi? Sabah gelmiştir! Buna en çok Mustafa Parlar kızıyor:
-Allah Allah! Adam, size görünmek için buraya mı taşınacak?
Başka grupların Söğütözü’ndeki Atatürk köşesine dek gittiklerini görünce biz de gitmek istedik. Remzi Çavuş kırmadı oraya dek gittik. Değişen bir durum yok, Atatürk’ün oturduğu söylenen hasır koltuklar, masalar öyle duruyor.
Öteki grupları uzaktan izliyoruz. Onlar dönmeye başlayınca biz de döndük. Karargâha girerken marşlar çok canlı olarak söylendi. Rahata geçip tüfekleri çatınca benim nöbetim başladı. Bunu beklemiyordum ama yanılmışım. Oyun oynanacaksa arkadaşlar değişeceklerini söylediler. Az sonra da bizim tüm grup toplantı yerine gitti. Zekeriya Kayhan, işaret edince Kemal Güngör, nöbeti aldı, ben de oyun yerine gittim. Meydanda içimden geldi, bildiğim uzun soluklu melodileri sıraladım. Çardaşlardan İzmir Marşına dek aklıma gelen sesler havalarda uçtu. Dinleyenler hepsi uyanık takımı ama gene de suskunlaştılar. Zekeriya Kayhan işaret verince önce harmandalıyı çaldım. Harmandalı halkasına yabancılardan giren oldu. Arkasında Bengi başlayınca yabancılar ayrıldı. Arpazlı Zeybeğine katılacakların çoğalacağını biliyordum, başlar başlamaz, yabancılar da girdi. Aydın Saraçoğlu da girmiş.
Oyunlar durunca kendini öteki gruplara kabul ettirmiş olan Suat Taşer, her akşam, akşam dinlenmelerinde buraya davet etti, bana da çok teşekkür etti. “Faik Abi de Perşembe akşamı burada olacak” dedi. Faik Öğretmenin gelişine sevindim. Ancak gelse bile ne kadar konuşabiliriz ki?
Dinlenme saatinin bittiği borusu çaldı, yerlerimize döndük. Bizim efeler çok mutlu. Oyunları öğrenmek isteyenler çokmuş. Komutanlıktan özel izin istenecekmiş. Oldukça heyecanlananlar var. Yüksek okullarla iyi ilişkileri hep istiyorduk.
Yemeklerde her grup kendi arasında takaza ediyor ama öteki masalara yansımıyor. En sakin masalar Dil, Tarih-Coğrafya masaları. Oysa bu fakültenin geçen yılki öğrencileri en atak, en gürültücüydü. Bunun nedeni fısıltılarla açıklandı. Bunlar birbirine zıt iki grup oluşturmuş, birbirlerini yemeğe çalışıyormuş. Bir grubun lideri de Selâhattin Ertürk’müş. O nedenle bu yıl pek ortaya çıkmıyormuş.
Oldukça iyimser konuşmalar arasında çadıra çekildik. Bir günümüz daha eksildi.
Olukça yorgunmuşum, yatar yatmaz uyudum.
Saat 04:00-05:00 arası nöbete kalktım. Dikmen tarafları daha aydınlık gibi, belli ki güneş oradan çıkacak. Dikmen Yıldızı diye bir kitap okumuştum. Ne kadar üzülmüştüm o kitabı okurken. Aka Gündüz’ü bir şiiri nedeniyle öğrenmiştim. Sonra da Bu Toprağın Kızları romanını okudum. Ancak Dikmen Yıldızı kitabını okuyunca biraz bozulmuştum. Pek inandırıcı gelmemişti. Sevgilisini kaybeden Yıldız ruhsal bunalım geçirir. Ruhsal bunalım geçiren zamanla iyileşebilir. Yazar bunu yaptırmıyor, Yıldızı bir bakıma oynatıyor. Sevgilisi öldü mü, ölmedi mi? Hele son olarak bir çuvaldan eşyalarının çıkarılması, arkasından da sevgilinin gösterilmesi inanılacak gibi değil. Bunları düşünürken Dikmen tepelerinden Ülker yıldız kümesi yükseldi. Bu yıldızları da tanırım. Bektaş Ağabeyimle pancar taşıdığımız zamanlar bu saatte yola çıkardık. 4 saatte Kavaklı’ya gider pancarları tarttırıp, boşaltır, bir 4 saat daha yol alır eve dönerdik. Bir gün ara ile bu yolculuklar her yıl on ile yirmi gün arası sürerdi. Aylar da Kasım -Aralık aylarına rastlardı (O zaman bu aylara, teşrinevvel- teşrinsani denirdi).
Mehmet Toydemir kendisi kalkmış, beni uyardı:
-Ayakta mı uyuyorsun?
Yıkılırca yattım.
Rüya gördüm, Dikmen tarafına gitmişim, yol bulamadığım için mahalle arasında dolaşıyorum. İnsanlar bana bakınca utanıyor sanki birini arıyormuşum gibi bir numara düşünüyorum ama aklıma da bir insan adı gelmiyor. Aka Gündüz’ü söylemeye niyetlenirken Halil Dere tartaklayarak uyandırdı.
30 Mayıs 1945 Çarşamba
Kampı yarı ettim, ilk kez sabah kalk borusunu duymadım. Koşar adımla alana çıktık. Karınlar içerde, omuzlar gergin, bel dik, küçük adımlarla koşma! Önce Osman Çavuş, arkasından Teğmen İsmet geldiler, yan yan bakarak öteki gruplara geçtiler.
Kahvaltıda bir haber:
-Tanklar gelecek! Ne tankı falan demeye kalmadı bir gürültü koptu, Tanklar, Karargâhın doğusundan Söğütözü’ne indi. Çadırlara dönünce Remzi Çavuş komutu verdi:
-Tüfek al! Tüfekleri aldık, komutla, birkaç kez aldık bıraktık. El değiştirdik. El değiştirirken denetlendik. Hangi el değişirken nasıl şekil alıyor, tüfek nasıl tutuluyor. Az da olsa avcılık yapışımdan mı ne, tüfek tutuşta başarılıyım. Geçen yıl atışta 12’den vuruşumu, Kepirtepe kampında da bir kez de olsa 12’den vuruşumu (başka kimse bu başarıyı gösterememişti) ona bağlıyorum. Tüm birlikler yürüyüşe kalktı. Komutanların yerine göre biz en uzaktayız. Öteki gruplar gidince biz de arkalarından Söğütözü’ne yöneldik. Yokuştan tankların dere düzlüğünde ayrı yerlerde durduğunu gördük. Biz ilgiyle tanklara bakarken öndeki gruplar tanklara yöneldiler. Son grup olarak son tankın yanına gidip durduk. Tüfekler çatıldı. Tanktan bir teğmen bizi tekmille teslim aldı, tankın çevresine dizdi.
Tankın, son savaşta gördüğü önemli işleri anlattı. Özellikle Almanların savaş başlarındaki başarılarını tanklara bağladı. Bu arada:
-Hitler Rommel’i dinleseydi bu savaşı kaybetmezdi, gibisine de bir söz söyledi. Sözde Rommel: “Kazandıklarımız, tankların eseri, tankları uçaklarla Moskova’ya yaklaştıramazsak savaşı kazanamayız!” demişmiş. Ancak Hitler bunu kavrayamamış. Teğmen bundan sonra tankların motor gücünü, ileri-geri gidiş hızlarını, devrilme derecelerini, yakıt tüketimlerini, depolama kapasitelerini anlattı. Tank için iki kişiye işaret verdi, tankın namluları aşağı, yukarı, yanlara döndü. Yürütme komutu verdi. Tank bir gürültüyle kalktı. Bir süre gittikten sonra ses çıkarmadan yerine döndü. Tankın kapakları açıldı, meraklı arkadaşlar bindiler, içlerine baktılar. Teğmen, Yedek Subayların tank birliklerine gelme şansı az olmakla birlikte bundan sonra olacağını söyleyerek bizlere başarı diledi. Tüfek al! komutuyla esas duruşa geçip tankı selâmladık. Öteki tanklar da hareket etti, geldikleri gibi gittiler. Bir süre durduğumuz alanda diz çökerek nişan aldık. Daha doğrusu nişan almak için bedenimizi şekillendirmeye çalıştık. Sıtkı Yüzbaşı geldi, attan inmeden bir süre bizi gözetledi.
Ötedeki gruplar dönmeye başlayınca biz de yola çıktık. Yokuşu çıkınca marşları tekrarladık.
Yemekte fısıltılar oldu:
-Geçen yıl tank geldi mi? Gelmedi! Niçin? Ben karşılık verdim:
-Geçen yıl tanklar cephelerdeydi. Bu yıl savaş tehlikesi olmadığından tanklar geri hizmete çekildi!
Öğlede su tankeri yanında Suat Taşer’le gene karşılaştım. Yanında gene Cihat dediği Antalyalı vardı. Merhabalaştık. Canselen öğretmen gelirse onunla rahat konuşup konuşamayacağımızı sordum. Suat Taşer şimdiden izin almış, nöbetçi subayın göstereceği bir yerde vereceği sürece rahat konuşacakmışız. Faik Öğretmenin subaylar arasında yakın bir tanıdığı da varmış, onunla da görüşecekmiş. Sevindim. Gelir de görüşemezsek, sanki ona karşı bir borç ödeyememe duygusuna kapılır gibi oluyordum.
Öğleden sonra nişan alma çalışmaları yaptık, yatarak, dizde, ayakta deneme. Osman Çavuş geldi, her birimizle uzun uzun ilgilendi. Bu denemeyi de ucuz atlattım. Osman Çavuş, sıra bana gelince:
-Seni gözetledim! deyip geçti
Akşam dinlenmesinde belli yerlerde kümeleşmeler oldu, Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesi ile Konservatuvar öbeklerinden oluşan bir grup şiir tartışması yaptı. Selahattin Ertürk şiir okudu:
Zeybek Coşturuyor içimi erkekçe, tok bir sedaZeybeklerin zeybeği haykırıyor ortada:-Haydaaa! Nasıl bir nağra atış, nasıl bir haykırış bu!Nasıl vecde yükseliş, nasıl ruha varış bu! Bunu bütün varlığım dil olup söylemeli.Böyle dikilmelidir Mehmetçiğin heykeli! Kim bu alnı göklere değecek gibi duran?Bir gençlik mi ayakta, bir millet mi haykıran? Alevlenmiş gönüller kükreşir: - varol, yaşa!İçerde sevgi dolu, eğilmeyen bu başa. Bu duruşla bu zeybek, bir devri andırıyor,Bu akşam tâ yürekten yanıyor, yandırıyor.
Selahattin Ertürk kendi şiirini okudu.
Suat Taşer, Necip Fazıl Kısakürek’ten okuduğunu söyledi.
Ben Yer yüzünde yalnız benim serseri,Yer yüzünde yalnız ben derbederim.Dünyada herkesin varsa bir yeri,Ben de bütün dünya benimdir, derim. Ne anamı gördüm ne kardaşımı,Yıllarca gezdirdim bu dik başımı.Ölsem kimse koymaz mezar taşımı;Kendime ben bile lânet ederim. Gönlüm ne dertlidir, ne de bahtiyar,Ne başkasına yar, ne de kendime yar.Canım isteyince, ben diyar diyarGölgemin peşinden yürür giderim. Necip Fazıl Kısakürek
Bir grup Selahattin Ertürk’ten başka şiir istedi. Selâhattin Ertürk hazırmış, Davul-Zurna Dinlerken diye başladı
Vurun vurun davula vurduğun artık yetsinHeyecan kasırgası durakları tüketsinAçın açın meydanı yiğitler halkalansınEfem meydan okusun dört bir yana dolansınAlsın usu başımdan bir kasırga ordusu,İçimi yıkayamaz bu kadar kükreyen suDavul zurna sesleri ne muazzam bir besteTürkün büyüklüğünün heybeti var bu sesteBu havada yiğitler tutuşuyor güreşeBu havada Mehmetçik atılıyor ateşeBu havada aslanlar kükrüyor iki yandanBu havada korkaklar çekiliyor meydandanBu havada en korkunç nağralar atılıyorBu havada ölüme ölümle çatılıyorBu havada devleri titretecek heybet varBu havada bir millet kockoca bir millet var.Taşıyor ordu ordu ruhların kükremesi,Duyuyorum içimde en tok, en erkek sesi.Köroğlu, Zeybek Dadaş bu seste devleşiyorYanıyor dalga dalda kanım alevleşiyorSığmıyorum şu anda Yedi kat kavramınaÇıkıyor duygularım sınırsız bir akınaDinliyorum ırkımı cihangir günlerindeKorkunç nağralarıyla Viyana önlerindeGözümde şimdi Mohaç, Sakarya canlanıyorİçimde bin bir âlem, tutuşmuş gök yanıyorSesime kaba diyen yüreksiz göreyim kim?Ben Türk’ün öz evlâdı, işte bu benim sesim.Bu seste Attila’yı, Timur’u görüyorum,Bu seste ben Allah’a Allah’a eriyorum. Selahattin Ertürk
Nedense, bir süre aralarında tartıştılar. Suat Taşer bizim tarafa doğru dönerek:
-Herkes şiir yazmaz, yazamaz ama herkes şiir okur. Şiir okumak kimsenin tekelinde değildir. Üstelik şiir okumak şarkı söylemek gibi zor da değildir. Ben şiiri böyle bilirim, ben şiiri bence severim, ben, ben ben! Alın size bir de başkasından Ben! dedikten sonra gerçekten “Ben!” adlı bir şiir okudu.
BEN Hep aynı gümüşten ellerle beniSessiz okşayacak güneş bahardaBöyle yaşayacağım yel değirmeniİşletenler gibi sade hovarda. Havuz kenarında sonbahar günüYapraktan kayıklar yüzerken sudaGöreceğim gülün döküldüğünüGölgeye uzanmış, yarı uykuda, Ocağın başında, kışın, geçecekİskambil falıyla uzun geceler.Ne var dökülürse, saksıda çiçek?Ne olur ölürse karda serçeler? Varsın dokunmasın kapıma kimse!Bilmesinler burda ömür süren kim?Ben de kulak verip, her uzak seseHer sabah sütçüyü bekleyeceğim. Hayatım bir kuşun hayatı gibi,Ne yeni bir sevinç, ne de bir elem;İşlemez bir konsol saati gibiHep aynı noktada duracak ibrem! Zamanın verdiği derin bir hazla;Alnım çizgilerle öpüşmeyecek.Karlar yığılsa da etrafa, aslaBenim saçlarıma ak düşmeyecek! Sabri Esat Siyavuşgil
Suat Taşer, alıngan bir tavırla:
-Birileri ben demek için şiir yazar, birileri de “Ben!” diyenlerin şiirlerini okur! Ama okuyana o “BEN’ lerden bir pay çıkarılamaz!
Suat Taşer hızını alamamış olacak, “Alın size beğeneceğinizi umduğum bir şiir, benim şair müdürümün şiiri” deyip bir başka şiir okudu.
Bu Vatan Kimin Bu vatan toprağın kara bağrındaSıra dağlar gibi duranlarındır.Bir tarih boyunca onun uğrundaKendini tarihe verenlerindir. Tutuşup kül olan ocaklarından,Şahlanıp köpüren ırmaklarından,Hudutta gaza bayraklarındanAlnına ışıklar vuranlarındır. Ardına bakmadan yollara düşen,Şimşek gibi çakan, sel olup coşan,Huduttan hududa yol bulup koşanCepheden cepheyi soranlarındır. İleri atılıp sellercesine,Göğsünden vurulup tam ercesine,Bir gül bahçesine girercesineŞu kara toprağa girenlerindir. Tarihin dilinden düşmez bu destan,Nehirler gazidir, dağlar kahraman,Her taşı yakut olan bu vatanCan verme sırrına erenlerindir. Gökyay'ım ne desem ziyade değil,Bu sevgi bir kuru ifade değil,Sencileyin hasmını rüyada değilTopun namlusundan görenlerindir. Orhan Şaik Gökyay
Bir grup da, geçen yıldan tanıdığımız Bülent Ecevit’ten şiir istedi. Geçen yılki tavrının aksine Bülent Ecevit hiç naz etmedi. Herkes susmuştu:
-Benim şiirlerim meydanlarda okunacak türden değil! deyince birisi:
-Meydana değil bize oku! Dinliyoruz!
Bülent Ecevit gülümsedi:
Şiirin başlığı bile yok, Uyanış ya da direnç diyebilirsiniz! dedikten sonra:
Ölmek istemeyenin, şekillendi arzusuVe mermere sığındı vücut, ölüme karşı.Ölmeden bulabilmeyi isteyipMermerin sükûnunda dondurdum sandı yaşı. Değişmeleri mağrur seyretmeyi kurarken,Hayran kaldı, heyhat her mevsimin geçişine;Ağlamak özlemiyle gözyaşları yanarken,Yapraklar damladı her güz, mermerden tenine. Mezar dolu topraktan göğe yükselen vücut,Mermerde donakalmış bir isyandı Allah’a...Ey, ölmemek uğrunda sen, yaşamayı unut!Bu taşın beyazı en yakındır siyaha!
Birileri alkışlarken, bir başka grup “Atatürk!” diye seslendi.
Bülent Ecevit, gülümseyerek:
-Öyle mi? dedikten sonra:
Atatürk! Sen yıkılmış bir dövüşçüyeGöklerden uzanan eldin.Sen bir Tanrı kanıydın, akıp bedenimizden içeri,Kollarımızın gerinişinde kırarak zincirleriArtık duyulmaz denilen sesimizdeBir destanla yükseldin. Üzülmüyoruz öldün diye;Sen göklerdesin!Bundan böyle dövüş meydanı bir topraktır,Ve kanları sana adaktırŞehitlerimizin. Bulutlarla gölgelenirse eğer,Kan armalı bayrağımızın estiği yer;Üstümüzde yanacak bir nurun olsun! Senin altın sudurun olsunBizden doğan nesiller!
Şiiri okuyunca gene özür diledi:
-Benim şiirlerim, Üstatların şiirleri yanında anılmaya bile değmez! deyince Suat Taşer söz verdi:
- Yarın akşam senin şiirleri bağıra çağıra bu meydanda ben okuyacağım! Göreceksin herkes dinleyecek! Can Yücel, sanki fırsat kolluyormuş, bizim dergiden söz etti:
-O dergide şiir yazanlardan burada bulunanlar var, onlardan da şiir dinleyelim! Bekir Semerci, Veli Demiröz Mehmet Başaran’ı gösterip gelmesi için yol açtılar. Mehmet Başaran, krize tutulmuş gibi kaskatı oldu, gerilerek yerinden kımıldamadan, adını söyleyenlere dik dik baktı. Suat Taşer:
-Zorla güzellik olmaz, güzellik gönülden gelince güzel olur! Deyip Orhan Seyfi Orhon’dan okudu:
Gözlerde Seyahat Çıktım bugün güzellerin gözlerinde seyahateBu yolculuk bilmem nasıl erecektir nihayeteMavi gözler pek asabi, dalgalı bir deniz gibiYeşil gözler en ziyade mütemayil hıyanete.Sarışınlar, Yorgun bir yaz semasını andırıyorİlk bûsede başlayacak talihinden şikâyeteElâ gözler, Akşam gibi gölge dolu hicran doluBu gözlerde hiç tesadüf etmedim ben saadeteGece oldu, En sonunda siyah gözler geldi, durdumBu karanlık yolda artık imkân yoktu seyahate…..
Akşam yemeğinde birileri masaları gezerek fiskoslara neden oldu:
-Komutanlardan izin alınıp bir kamp gecesi yapmak! Önümüzdeki hafta için düşünülen bu gece için şimdiden program taslağı hazırlanmaya başlanmış. Bizden millî oyunlarla şarkı, türkü marşlar isteniyor. Mehmet Gönül’le Zekeriya Kayhan’a arkadaşlar yetki vermişler. Ancak onlar da müzikler için bizden yardım bekliyormuş. Ben, kesin bir görevim olduğundan başımı sallayarak “Hayır!” dedim. Bizim sınıftaki arkadaşlar, bu tür olaylara karşı hep çekiniktirler. Bu konuda gönüllü çalışabilecek arkadaşlar 1. sınıftan Bayram Bayrak’la Ahmet Yol’u öne sürdüm. Ahmet Yol severek katılabileceğini, üstelik şarkı da söyleyebileceğini de ekledi.
Tüm arkadaşlar genelde, böyle bir gösteri yapılmasını hep istiyordu. Bunu konuşarak, yat borusunu bekledik. Nöbet işleri düzeninde gidiyor. Nöbete kalkmaya, yatmaya da alışmış durumdayız. İyi etkiler bırakarak ayrılma da hepimizin dileği... İyi duygularla yattım.
31 Mayıs 1945 Perşembe
Tii,ti, tiii, tiii,ti,tiiii... Tram mram yok, Tschaikovski değil. Düşündüm, beni kaldıran olmadı. Yoksa kaldırdılar da dönüp yattım mı?
Baktım Halil Dere kıs kıs gülüyor. Meğer o sabahın sondan ikincisiymiş, ben de son nöbetçiymişim. Beni kaldırmamış. Buna da sevindim. Akşam Faik öğretmen gelecek. Faik öğretmenin gelişini şu bakımdan da şans sayıyorum, beni Konservatuvarlılara iyi tanıtacak. Suat Taşer’e iyi takıldım ama gene de sınırlı bir ilişki. Bakıyorum bana bir şeyler sorarak ilişkiyi derinleştirmeye niyeti yok. Yanındaki arkadaşlarına dönüp tanıtmayı aklından geçirmiyor. Oysa ben, özellikle Ragıp Haykır’ı Nahit Sırrı Örik’in yazısından tanıyorum; oyununu da gördüm. Onlar üstüne konuşabilirim.
Remzi Çavuş, kuruntularımı bozdu. Ayaklarıyla yeri tepikleyerek çabuk olmamızı söyledi. Düdük de ağzında. Toparlanıp sabah jimnastiği yaptık. Geçen yaz okulda üç aydan fazla, her sabah oyun sahasına çıktım. Burada öyle değil, adamı sıkıyorlar:
-Yerinde adım at, tek ayak yürü, eğilerek yürü, baş dik, adımlar kalçadan! Eğilerek sağa, eğilerek sola dönmeleri hiç beceremiyorum. Remzi Çavuş bunları nasıl öğrenmiş? Bir ara bunu düşündüm. Ali Eniştem de çavuşluk yaptı. Bunları o da yaptı mı ki?
Kahvaltıda komutan Albay Şükrü Kızıltuğ yemekhaneyi gezdi. Elinde ucu çatallı bir kırbaç. Yanında üç subay. Bizim masaların yanından girdi, Konservatuvarlıların masasında durdu. Suat Taşer ayağa kalkarak cevap verdi. Demek Suat Taşer’in girginliği, tanındığını bilmekten, güzel konuşmaktan! Arkadaşları dinledim:
-Ne farkı var onun bizden? Onun bizden farkı yok, yok olmasına ama bizim ondan farkımız var:
-Konuşmasını bilmemek! Böyle düşündüm ama bunu kimseye söylemedim. Söylesem ne fark eder?
Parmaklarla kaç gün kaldığı hesaplanırken Remzi Çavuş geldi. Tırt, tırt, “Tüfek başına!”
Birkaç kez tüfek alıp bıraktıktan sonra yola çıktık. Bizim öteki gruplarda bize takıldı, dereye inince dört grup bir bütün olarak yürüyüşe geçtik. İki yanımızda iki çavuş oldukça disiplin altında gidiyoruz...
İstikamet Söğütözü! Biz öyle sanmışız. Söğütözü’nü gerilerde bıraktık. Remzi Çavuş yörenin adlarını soruyor, sorularını kendisi karşılıyor. Uzaktan bakınca sahipsiz, kırlık diye düşündüm. Tüm bu tepelerin, çukurların hep adı varmış.
Kendi köyümü anımsadım, adsız bir yer yok. Çeşmedere, Sayadere, Kurudere, Üsküpdere, Kuştepe, Kepir, Kocagöl, Şarapyolu, Kınalıbayır, Ardıçlı, Göksu.....
Buraları da öyle demek. Bizim köye gelen biri de bu saydığım yerlerden öyle bakıp geçer.
Sallanarak yürüyorduk. Remzi Çavuş, ardından da öteki çavuşlar birden dikkat çektiler, toparlandık. Uygun adım emri verildi. Arkamızdan bir atlı geldi, Yüzbaşı Sıtkı Ulay. Yüzbaşı’dan dön emri beklerken tersine bize karşı tepeyi gösterdi: “Zorunlu yürüyüş! O tepenin bir saat içinde alınması emredildi!”, kendisi sürdü atı gitti. Tepeye varmadık ama iyice yorulduk. Remzi Çavuş ara ara uzaklaşınca “Donuma işedim!” gibi sözler söylenmeye başlandı. Gülmeden edemedik. Olay Remzi Çavuş’a duyuruldu. Tam bu sıra Yüzbaşı Sıtkı Ulay geri geldi. Çavuş mu söyledi kendisi mi sezdi? Birden komut verdi:
-Takım dur! Sola dön! bir adım ileri! tek sıra ol! Takım çıkar! dedi. Hepimiz bocaladık. “Takım çıkar!” komutu niçindi? Anlayanlar olmuş, kıkırdaşarak çişlerini yaptılar. Birileri nazlanır gibi, çekingenlik edince Remzi Çavuş:
-Siz bilirsiniz deyip yürüyüşe kaldırdı. Konuşma konusu çıktı, yol boyunca fısıltı olarak:
-Takım çıkar! Takım kaldır (!) komutları edildi.
Pestil gibi karargâha döndük. Kampa geleli ilk kez terledim. Paydosta olayı eleştirenler oldu:
-Saçma, falan! Mustafa Parlar anımsatma yaptı. Doç. Halil Demircioğlu olayı anlatırken gözleri yaşarmıştı. “Çiğiltepe denilen yeri emredildiği saatte alamayan albay kendini vurmuş. Oysa iki saat sonra tepe alınmış!” Olayı ben de anımsadım.
Arkadaşlar sözlerini geri aldı, birden Kurtuluş Savaşı sahnelerini anımsadık, konuyu değiştirdik.
Faik Canselen öğretmeni bekliyorum, ama nerede? Nasıl karşılayacağımı da bilemiyorum. Başkalarının yanında Faik Öğretmene karşı nasıl tavır alacağımı da kestiremiyorum. İlk günden beri Faik Öğretmenle ya yalnız ya da kendi arkadaşlarımızla birlikte konuştuk. Bir üçüncü kişi varken konuştuğumuzu anımsamıyorum. Hele buradaki (tam olarak tanımadığım) kimselerle birlikte olunca nasıl bir tavır takınmam gerekecek? Onlar senli benli olursa ben her zamanki saygılı durumumu koruyabilir miyim?
Yemekte bunları düşündüm.
Yemekten az sonra da uzaktan, Faik Öğretmenin geldiğini gördüm. Antalyalı da yanındaydı. Biraz çekingen olmakla birlikte sokulup:
-Hoşgeldin! diye bildim. Faik Öğretmen yüksek sesle:
-Seni burada gördüğüme sevindim. Bak işte bu da bir adımdır. Her zaman sözlerim yaşam merdivenlerine adım adım çıkılır. Antalyalıyı göstererek:
-Benim öğrencim. Çok çalışkandır. Bando okulundaydı, sınavları verip Konservatuvara geçti. Arkadaşları askerliğini er olarak yaparken o yedek subaylığı garantiledi!
Biz konuşurken bir yüzbaşı, Faik Öğretmeni selamlayıp bir çadıra götürdü. Selâm verip ayrılırken:
-Burada rahatça konuşabilirsiniz, giderken size haber vereceğiz! dedi. Faik Öğretmen açıklama yaptı:
-Benim burada subay arkadaşlarım var, başka zaman da geldiğim oldu. Onlarla Bando okulundan tanışırız. Benim öğretmenim olan İhsan Künçer’in Bando Okulu, bir Milli Savunma kurumudur. İhsan Künçer de bir Albaydır! deyip güldü. Bana bakarak:
-Ya, İbrahim, nereden nereye! Sağ oldukça daha bakalım nerelerde karşılaşacağız!
Suat Taşer, yanındakilerle geldi; sarmaş dolaş oldular, senli benli konuştular. Ben biraz şaşkın biraz da ilgiyle konuşmalarını dinledim. Daha çok Konservatuvar üstünde durdular. Sabahattin Ali adı geçti. Sabahattin Ali’yi zaman zaman Nurettin Sevin’in odasında görüyordum. Bir ya da iki kez de konuşmuştum. Kuyucaklı Yusuf kitabını okumuştum. Ayrıca geçen yılbaşı bizim okula geldiğinde de görmüştüm. İlgiyle dinledim. Meğer Sabahattin Ali için komünist diyorlarmış. Bu yüzden mahkemelere düşmüş, konservatuvardaki birileri onu okulda istemiyormuş. Hasan Ali Yücel’e duyurmuşlar, nedense bir türlü oradan alınmamış. İşte bu bardağı taşırmış. Bunları şaşarak dinledim. Komünist sözünü duymuştum ama bu sıfatı taşıyan bir insan görmemiştim. Sabahattin Ali, ağzında piposuyla gözümün önüne geldi. Hiç de sevimsiz değildi. Zaten konuşmacılar da Sabahattin Ali için kötü bir söz söylemediler. Ancak orada kalmasının sakıncaları üstüne konuştular. Derken konuşmalar başka yöne kaydı, evlenenler, ayrılanlar, karı-koca geçimsizlikleri. Kişileri tanımadığımdan öyle dinledim ancak biri, biraz bilmeme karşın beni şaşırttı. Soprano (bizim kınalı kaçlı güzel) Ayhan Aydan, Orkestra şef yardımcısı Hasan Ferit Alnar’la evlenmiş ya da evlenmek üzereymiş. Suat Taşer gülerek:
-Bu olmaz abi, olmaz! Adam elli yaşında! deyince Faik öğretmen gülerek:
-Olmaz demeyelim, belki de olur. Bu gönül meselesi! deyince dinleyenler birden:
-Öyleyse sizi de x’le evlendirelim! dediler. X’in yaşını söylediler, Faik Öğretmenin yaşını söylediler. Aralarında on dört yaş fark varmış. Faik Öğretmen bunu çok görünce bu kez evlenenler arasındaki yaş farkını söylediler:
-Tamı tamına 20 yaş fark var!
Sözler şakaya dönüştü. Kamp yaşamı anlatıldı. Antalyalı daha öğrenci olmasına karşın orkestra sınavını kazanmış, girmek için kadro bekliyormuş, Faik Öğretmen onu haber verdi. Üfleme çalgılardan bir kadro açılmış. Alman Koplinger, geçici olarak ayrılmışmış. Ancak Almanya’ya gidince asker olmuş, savaşta ölmüş. Geriye dönüşü söz konusu olmayınca kadrosu boşalmış. Önce Koplinger’ den söz edildi sonra da kadrosu için sevinildi. Ben de Koplinger’i başka bir nedenle öğrenmiştim. Almanya’ya dönmeden önce onun plaklarını alacaktık. Nedense bu gerçekleşmedi ama adamın adı belleğimde kaldı. Hatta plak olayını duyunca sevinmiş, bir konser sonrası onu görmüş, çat pat konuşmuştum. Üzüldüm, vatanı için ölmüş!
Bize çadırı gösteren Yüzbaşı geldi, Faik Öğretmene:
-Cip hazır! dedi. Faik Öğretmen hepimize başarılar dileyip ayrıldı. Biz de sessizce çadırlarımıza döndük. Mehmet Kocaefe nöbetçi. Beni görünce şaşırdı. Meğer akşam ayrıldığımı duymamış. Tam da nöbet değişim sırasıymış, Burhan Güvenir’le nöbet değişti, birlikte çadıra girip yattık. Yatınca birden içimden gülmek geldi. Halil Dere mışıl mışıl uyuyor:
-Kalk seninki evlenmiş! diyesim geldi. Bir yandan da esnedim. Uyumuşum…
1 Haziran 1945 Cuma
Tiiii, Ti, Tiiiiii... Ne kadar uzaktan geliyor. Tekrarlayınca yakınlaştı, sanki kulağımın dibinde. Kalkınca söylenenler oldu; akşam olmayışım, nöbet düzenini bozmuş. Akşam iki saat nöbet tutma sözü verdim; patırtı kesildi...
Sabah jimnastiğinde fundalık yürüyüşü yaptık. Eğilerek yürüme. Burhan Güvenir buna ad koydu:
-Nene yürüyüşü! Hemen sordular:
-Senin nenen öyle mi yürüyor? Giderek söz şekil değiştirdi:
- Doç’un nenesi.
Söz orada da kalmadı:
-İnsanlar yaşlanınca neden kamburlaşır? Sorunun karşılığını verme yerine herkes spor yapmaya heveslendi. Soru:
-Yaşlı, kamburlaşmış subay gördünüz mü? İş ciddileşti; köyde subay olmadığına göre doğal olarak görmedik. Gene de ortak bir sonuç çıkardık:
-Bayanlar, evlerinde hep kapalı kaldıklarından, hatta rahat rahat çıkıp dolaşamadıklarından spordan yoksun kalıyorlar. Bu nedenle de yaşlanınca kamburlaşıyorlar.
Düzgün adımla Söğütözü istikametinde yürürken Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile eşi Mevhibe İnönü, atları rahvan sürerek geçtiler. Atın rahvan gidişini bilmeyen çokmuş, söyleyince şaştılar.
Düzlüğe inince bir süre atış çöküşleri, yatışları yaptık. Son hafta atış yapılacağını biliyoruz.
Marşları söyleyerek karargâha döndük.
Ortak karar verilmiş, önümüzdeki Çarşamba akşamı Kamp Şenliği yapılacakmış.
Halil Dere’ye Kınalı’nın gittiğini anlattım. Hiç de umduğum tepkiyi göstermedi:
-Bana ne yahu! Konserde görünce hoşuma gidiyordu ama, olay orada kalıyordu. Biz kendimiz o işi abarttık. Şefle evlendiğine göre konserlere gene gelir sen görürsün! dedi. Halil Dere’ye çıkıştım:
-Vefasız! Kızçağız, uzun zaman seni bekledi, bana bakışlarından bunu anladım! deyince Halil Dere güldü:
-Çocuk mu avutuyorsun? Koskoca Cumhurbaşkanlığı Orkestra Şefi ile evlenen biri bana bakar mı? Sen bu kadar saf mısın?
Öğleden sonraki eğitimde tümüyle atış çalışması yaptık:
-Göz-gez-arpacı, tetik hedef! Bütün hedef Tosun Oturtan sırtındaki düşmanlar (!) Remzi Çavuş’a arada söylediler:
-Orada düşman falan kalmadı! Remzi Çavuş ne anladıysa, hemen cevapladı:
-Kahpe Yunanlı o tepelere dek gelmiş!
Düne nazaran daha dinlenik olarak Kamp yerine gene marş söyleyerek döndük.
Akşam dinlencesinde küçük topluluklar kendi aralarında eğlendiler. Birileri top çıkardı, Osman Çavuş da katıldı.
Yemekte Suat Taşer masaları gezerek önümüzdeki hafta yapacağımız Kamp Şöleni için hazırlıklı olmamızı söyledi. O gidince bir süre konuşuldu:
-Ne var bunda? Bizim masada benden başka bizim bölümden kimse yok, tiyatrocuların bu tür olaylara bakışını anlattım:
-Onlar kendi heyecanlarını, kendilerinin paylaşmasını beklediklerinden olaya o nedenle çok candan hazırlanırlar. Başka insanlar bu heyecanı anlamazlar. Tiyatro derslerimizde yaptığımız hareketleri anlattım. Bu kez de Halil Dere:
-Bu nedenle arkadaş, kızlara çok başka türlü yaklaşıyor! deyince Burhan Güvenir’ le Mustafa Parlar oldukça şaştılar:
-Biz arkadaşı böyle tanımazdık. Halil Dere aramızdaki şakalaşmaları, olmuş gibi anlatınca arkadaşlar hep benden aşk hikayesi istediler. Ben de dün gece anımsadığım Dikmen Yıldızı ile Beyaz Gecelerdeki hikâyeyi anlattım. Hikâye anlatışım beğenildi, benim iki saate çıkarılan nöbetim gene bir saate indirildi. Saat 01:00-02:00 arası nöbet tuttum.
2 Haziran 1945 Cumartesi
Tiiiiii, ti, tiiii... Sanki daha güzel öttü. Artık Tschaikovski anımsamıyorum, bu ti’ler özellikle bu sabah, Hasanoğlan! der gibi geldi.
Remzi Çavuş, sektirmiyor Sabah Sporu! Talim sözü eğitime dönmüş, spor sözü edilmiyordu o da sık sık ediliyor. Bir süre koştuk, ikişer olup eş tuttuk, karşılıklı çekiştik, tek elle, çift elle birbirimizi çektik. Çekmek için çekiştik. Bu tür spor savaşlarda çok işe yararmış, çukura düşen arkadaşı çekmek tekniği öğreniliyormuş.
Kahvaltıda herkes neşeli. Geçen yıl bize pek ilgi göstermeyen şair Selahattin Ertürk, masalarımızı gezerek iyi hafta tatili diledi. Bunu iyiye yoranlar olduğu gibi tersini söyleyenler de çıktı:
-Suat Taşer’i kıskanıyor. Bu ara gene şiir, şair sözleri dile dolandı:
Suat Taşer
-Bizim dergide sayfalar dolduranlar neden meydanlara çıkmıyorlar? En çok da Mehmet Kocaefe sinirlendi:
-Söylediklerinin şiir olmadığı onlar da biliyorlar! Kocaefe’yi kızdırmak isteyen Mehmet Toydemir kasnağına kasnağına vurdu:
-Biliyorlar da neden dergiye koyuyorlar? Kocaefe, sözünü esirgemedi (!): Bizim hödüklüğümüzden!
Halil Dere yeni bir konu getirdi:
-Siz, dergideki şiirler için kimleri kastediyorsunuz bilmem ama birisinin, Osman Darıcı’nın şiirini çok sevdim. O şiir neden okutulmasın?
Osman Darıcı birden öne çıktı:
- Sahi, ona okutalım!
Remzi Çavuş tartışmayı dururdu ama, kökten kestirmediği anlaşılmıştı. Belli ki bu tartışma okula dek sürecekti.
Tüfekli eğitime devam edildi. Omuzda tüfek, elde tüfek, namlılar arkada, avcı yürüyüşü yaparak Rasat Tepe’ye dek gittik geldik. Komutlara uyuyoruz ama aklımı fikrimiz paydos borusunda.
“Sabreden derviş muradına ermiş!” Eğitimin bittiği duyuruldu. Çok dikkatli olarak tüfekleri çattık. Bu kez nöbetçi erler erken geldi, Tüfek çatılacak yeri değiştirdik. Gene aynı yerde ama sıralar eskisinin tersine dizildi. Erin birini tanımıştım, geçen hafta akordiyon için bana söz vermişti, gülümseyerek, eliyle işaret etti, gözleriyle de “Merak etme!” dediğini anlamışça rahatladım.
Yemekte gürültü oldukça arttı. Oldukça yüksek bir taklama işitildi. Uzaktan gördüğümüz Topçu Yüzbaşı, Enver Eralp (çok sinirli, kırıcı sözler söylediği anlatılıyordu) “Tatile çıkacağınız şu saatte sus diye bağıralım mı size?” dedi. Sesler birden kesildi.
Tören borusu çaldı. Esas duruşa geçildi, İstiklâl Marşı oldukça canlı söylendi. Az önce yemekhanede konuşan yüzbaşı, sert bir dille, geçen hafta beklenmeyen bazı durumlar saptadıklarını, askerliğin şerefi olduğunu, askerlerin, köyden gelen bilgisiz gençlerin asker kılığıyla çarşılara neden bırakılmadığını anlattı. Sözü bize getirerek:
-Sizleri, evlerinize kadar gidesiniz diye asker kılığıyla bırakıyorsak bu size güvendiğimizdendir. Yoksa, sizi kapı önünde soyar, gidin istediğiniz gibi dalaşın diyebiliriz! Düşünün ki yaptıracağınız eziyetli iş, bundan sonraki kardeşleriniz için de sürecektir. Askerliğin belli bir disiplin kuralı vardır. Buna çoğunuzun uyduğunu sevinerek gözlüyoruz. İçinizde, onlar kimlerse, azıcık düşünerek hareket etsinler, unutmasınlar ki halkımız onlar gibileri dikkatle gözlüyor.
Enver Yüzbaşı “İyi haftalar” deyince paydos borusu çaldı.
Dağıldık ama kargaşa olmadı. Ancak kamp alanından çıkınca yola dizilmiş otomobiller bu kez çoktu. Yanımızdan tozutup geçenler oldu. Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun oğlu da yanımızdan tozuttu geçti. Bakanlıkların araba numaralarını bilenler var. 9 numaranın da geldiğini söylediler. Bir süre bunu tartıştık:
-Doğru mu yanlış mı? Ben yanlış bulmadığımı söyledim. Gerekçem de şuydu:
-O araba o kişinin o makamda kaldığı sürece emrine verilmiş. Kendine güvendiği bir sürücü sürüyor. Gönderip oğlunu neden aldırmasın? Karşı duran olmadı.
Yusuf Demirçin’le buluşup, Akköprü’ye otobüsle geçtik. Teyzesi bizi bekliyormuş, giyinip çıktık.
Ne olursa olsun bir filme gireceğiz. Ulus’a dek yürüdük. Arkadaşlar gene Gençlik Parkında öbekleşmişler. Bir bölümü de Kayseri trenine binmek üzere istasyona gitmiş. Kayseri treni Lalabel’de duruyor, oradan yürümeyi göze almışlar.
En yakın sinema Ulus’taki Yeni Sinema. Biz Yusuf’la ağır aksak sinemaya yönelirken Halil Dere’nin de içinde bulunduğu bir grup, bizi durdurdu. Onlar toplu bir karar vermişler. Anafartalar’da bir park var, biraz yana düşüyor ama gelip geçerken görüyorduk. Orası açılmış, Cumartesi günleri de şarkılar türküler söyleniyormuş. Gönüllerince gezemedikleri için orada oturmaya karar vermişler. Halil Dere bize:
-Şımarıklık etmeyin, gelin! dedi. Yusuf zaten pek sinema taraftarı değildi, bana katılmak için geliyordu. Aslında Yusuf Hasanoğlan’a da dönmek istemiyormuş, yarın gene Kızılırmak’ta buluşmak üzere ayrıldık.
Gittiğimiz Bahçenin adı da varmış:
-Esentepe! Sahiden (benim sık sık eleştirdiğim türden) müzik çalınıyor, şarkılar söyleniyor. Genç, güzel yüzlü şarkıcılar. Türkü söyleyen de var, o uzatılan alaturka şarkıları söyleyenler de var. Bahçede çay veriliyor ama, isteyen simit falan da yiyebiliyor. Ben öyle sanıyordum bizim arkadaşlar hazırlık yapmış, düpedüz (masa altından) içki de içtiler. En kalabalık bizim grup olduğundan Bahçe sanki bizim gözetimimizdeydi. Bahçenin geleneğiymiş, isteyenler şarkıcılardan istediği şarkıyı da dinleyebilirmiş. Arkadaşlar benim de bir şarkı istememde direndiler. Bir Rumeli şarkısı olan “Havada uçan turna sesi kanadı burma!” diye Mahmut Ağabeyimden dinlediğim bir türküyü, söyleneceğini ummadığımdan kâğıda yazdım. Her gönderilen söylenmiyor, şarkıcılardan isteneni söyleyen varsa benimsenip söyleniyormuş. Benim isteğimden bir haber çıkmayınca arkadaşlar da gır geçmeye başlamak üzereyken kanuncu birden türkünün girişini yaptı. Şarkıcıların biri kalktı, şarkıyı bildiğini, ama ortaya hiç söylemediğini, şarkıyı sevdiği için ilk kez söyleyeceğini duyurdu. Şarkıcı da, grubun en genci, en güzeliydi. Öyle demesine karşın çok güzel söyledi, özellikle kanun çalan (kanun çalgısını, Hasan Ferit Alnar’ın Kanun Konçertosunda dinlemiştim. Ancak orada kanun sınırlı ses çıkarıyordu) dikkatimi çekti, sanki beni memnun etmek için bütün gücüyle telleri seslendirdi. Şarkıcının adını sorduk. Esen, dediler. Bahçenin adı da Esen; inanmadık. Ancak az sonra birisi kalktı, baylı bayanlı büyükçe bir grubun içindeydi, benim türküyü çok seviyormuş, onu söylediği için Bayan Esen Altan’a teşekkür etti. Böylece şarkıcının adını da öğrendik.
Olay bize, yeni bir konu açtı. Bir süre şarkıcı Bayan Esen, aramızda anıldı. Özellikle Halil Dere, bunun bir rastlantı olmadığında, benim çok kapalı bir yanım olduğunda, o yanlarımı fırsat çıkınca iyi kullandığımda direndi. Hasanoğlan’a varana dek bu konuşuldu. Halil Dere ile iyi arkadaş olduğumuzu bilenler ona inandıklarından, ben onların nazarında Esen Altan’ı tanıyor gözüyle görüldüm.
Hasanoğlan bildiğimiz gibi, yemek yedik, sanki kamp silinmiş gibi, kendi sorunlarımızı ortaya getirip sıraladık:
-Ezberlenen roller unutulmuş, çalınan parçalar ne durumda? Parça, değince benim de içim cızladı... Parça marça değil ama parmaklar nasıl ağırlaştı! Kalkar kalmaz alt odaya girip Hanon’u açtım. Uzunca bir süre çalıştım. Sabaha dek çalışsam ne olur? Yarın akşam nöbet var. Kalkıp yatakhaneye gittim. Yatakhanenin her köşesinde kamptan bir olay anlatılıyor. Uyudum.
3 Haziran 1945 Pazar
Hemşerim Kadir Pekgöz:
-Abi burada mısın özledim seni! Bir süre gülüştük. Evden mektubu gelmiş, ağabeyi Hüseyin askerden dönmüş, babası bizim köyden iyi haberler göndermiş. Ağabeyi Hüseyin, arkadaşlar arasında Kara Hüseyin, ilkokul arkadaşım. Güçlü kuvvetli idi. Babasının bizim köyle ilgisinden dolayı bana yakınlık duyuyordu. Ayrı köylülük nedeniyle kimi çatışmalarda benim karşıma bir değil iki üç kişi birden çıkıyordu. O durumlarda Kara Hüseyin hep benim yanımda olurdu. Kadir bunu bildiği için onunla zıtlaştığımız zaman hemen ağabeyinden söz eder.
Kahvaltıda bir süre kamptan söz edildi. Anladığım kadarıyla herkes memnun. Ekrem Bilgin’e takılanlar oldu:
-Sizin Ödemiş, neymiş be ağabey, baksana Başbakan çıkardığı gibi bir de nur topu gibi oğul çıkarmış! Bakın Zeybek oyunları onuyor. Halil Yıldırım:
-Ödemişliler doğuştan efedir! Kadir Ekrem’e sordu:
-Sen doğma büyüme Ödemişli misin? Ekrem, yorgun olduğunu, kamp bitene dek tartışmayacağını söyledi.
Halil Dere geldi, banyo için Hasanoğlan’a gittik. Hasanoğlan çevresinin en güzel zamanı, her yan yeşillik. Hemen tepesinde de İdris dağı karlı. Hasan Dağları’nda, karşıda Elma Dağları’nda da kar var ama, onlar uzakta olduğu için sanki kireçli tepe gibi görülüyor. Oysa İdris Dağı’nın karı elinle alacak kadar yakında görülüyor. 1941 yılında ilgiyle görünen karlara çıktığımızı anlattım. Halil Dere heveslendi:
-Bir gün çıkalım mı? Söz verdim ancak zamanımızı gözden geçirdik, kamp sonu geziler, gezi sonu stajları derken sonbahar. Kar kalırsa sonbahar için karar verdik. “Kar kalırsa!” demek yok, kar her zaman var; ancak buralardan görülmeyebilir.
Banyodan dönünce bir süre piyano çalıştım. Arkadaşlarla bir grup oluşturduk, yemekten sonra Lalabel’e yürüyeceğiz. Bizim tüm Kepirliler yürümek istedi. 1941 yılında o yolu yürümüştük. Köye tepeden bir kez daha topluca bakacağız. Patika yol kıyıları koyun postu gibi kekiktir. Şimdilerde de iyice çiçek açtıklarından koklayarak gideriz.
Yemekte hepimiz gülümser gibiyiz ama pek inandırıcı değil, sıkılan bir yanımız var. Gene de kamptaki Konservatuvarlıları andık. Bu arada ben de Şef yardımcısı Ferit Alnar’ın soprano Ayhan Aydan’la evlendiğini anlattım. Faik Öğretmenin kampa geldiğini duymayan varmış. Bana çıkıştılar: “Niye söylemedin?”
Durumu anlattım:
-Bana gelmiş değil, Suat Taşer söylemeseydi ben de göremeyecektim.
Yıldız geldi, özlediğini söyledi, bölümde yalnız kalmış. Yalnız olmadığını söyledim. Bana daha çok yük olacakmış. Avutucu özler söyledim. 3 ay staj, arkasından yeni arkadaşlar, aralarında kesinlikler bayanlar olacağını anlattım. “Kepirtepe’ye gidince hiç değilse bir bayanı kandıracağım!” deyince bana inanarak sevindi. O da Arifiye’den birini bekliyormuş. Annesi bu işle ilgileniyormuş. Annesini övdüm:
-Çok girgin bir anne, onun kıymetini bil! dedim. Sonra da kendimin annesiz büyüdüğümden annelere büyük bir saygı beslediğimi anlattım. Yıldız, buna karşılık:
-Ben de bunu seziyorum! dedi.
Ayrılınca bunu düşündüm, hangi tavrımdan bunu seziyor? Lalabel’e varana dek bu aklımdan çıkmadı. Benim anne sevgimi, ya da anne özlemimi Yıldız, hangi tavrımdan sezebilir?
Durakta trenin gecikeceği söylenince telaşa kapıldık:
-Çok mu? Yahşihan yakınında bir kaza olmuş, bizim tren yola çıkmış. Yahşihan hesapları yapıldı. Biz, of, puf yaparken tren geldi. Bir saat gecikmeyle Ulus’a ulaştık. Yusuf Demirçin kaygılanmış, buluşur buluşmaz Akköprü’ye koştuk. Akköprü’den doğrudan istasyona indik. Orada başka okullardan araba bekleyenler vardı onlarla buluşup kampa döndük. Geç kalmaktan korkarken yarım saat erken döndük. Kamp yerinin belli köşelerinde öbek öbek toplananlar var. Böyle bakınca kamp yeri pek bir anlam taşımıyor. Kırklareli’ye giderken kışlaların yakınından geçerdim. Orada da böyle yığınla askerler vardı. Onlar bana hiç bir etki yapmıyordu. Ancak askerler yürüyüşe geçince görkemli bir durum ortaya çıkıyordu. Burada da öyle. Paydoslar bir kargaşa, eğitim durumunda büyük bir düzen. Bunları düşünürken boru çaldı. Meydan doldu. Bin insanın bulunduğu bir topluluk. Dikkat çekildi İstiklâl Marşı söylendi. Çok sinirli olduğu söylenen topçu Önyüzbaşısı Enver Eralp, son haftaya daha dikkatli girmemizi, kazandığımız iyi durumumuzu zedelemememizi tembihledi.
Gruplar yerlerine döndü, Remzi Çavuş gülerek tüfek başına komutu verdi. Böylece tüfeklerimize kavuştuk. Bizim yerimiz kamp çıkış kapısına çok yanın olduğunda hemen dışarı çıktık. Ankara yolu doğrultusunda bir süre yürüyüp döndük. Sanki izin yapmamış gibi gene tüfek çatıp, spor durumuna geçtik. İlk nöbet benimmiş, herkes yemeğe gitti, bir yemek sorunum yok. Çok tokum, nedenini araştırdım. Geçirdiğimiz değişikliğe yordum. Gene de Halil Dere’nin getirdiği içi etli çeyrek ekmeği yuttum. Tüfekli yürüyüşte nöbetler de kalkıyor. Kısa bir alıştırma yürüyüşünden sonra Kamp alanına döndük. Paydos borusu neredeyse konuşma gürültü borusu yerine geçiyor çalar çalmaz Karabiberler Çiftliği ses alanına dönüyor. Yat borusuyla ses dalgası Söğütözü’ne doğru uzaklaşıyor. Nöbetimi savdım, rahatım, öylece yattım. Kadir Pekgöz’ün mektubu beni düşündürdü. Ben de mektup yazmıştım, neden karşılık gelmedi? Dünkü şarkı konusu nedeniyle Mahmut Ağabeyimi anmıştım. Hepsi nasıllar acaba?
4 Haziran 1945 Pazartesi
Tiiii, ti, tiiiii, ti, ti, tiiiii! Bu sesleri bir süre anımsayacağım. Hele köyde kalınca bu sesleri özleyeceğim bile. Orada bunların yerine “Kukurikuuuu”lar alacak. Ne ilginç, horozların öttüğü saatte uyanınca tüm köy horozlarının seslerini duyuyorum. Köpekler de öyle. Zaman zaman da bir meraka kapıldığım olmuştur; bu, çok özel bir sesle havlayan kimin köpeğidir? Zaman zaman bunu saptamayı bile düşündüm. Ne var ki köpeklerin gündüz havlamasıyla gece havlamaları farklı, gece havlama değil ulumaya dönük ses çıkarıyorlar. Bu belki de gecenin verdiği bir değişik durum. Gündüz, öfkeli öfkeli “Hav, hav!” diyen köpek, geceleri uzun uzun ses çıkarıyor.
Remzi Çavuş’un düdüğü düşlerimi bozdu. Defterimi kapatıp akordiyonun kutusuna koydum. Akordiyon benim bir bakıma sığınağım. Param olsa onu bile güvenerek koyabilirim. Koskoca Üniversiteliler Kampında tek akordiyon çalanım; bu bir rastlantıdır, biliyorum ama bu rastlantının benim için olmasını bir şans sayıyorum. Remzi Çavuş’un bile bana karşı tavırlarında bir başkalık seziyorum. Burhan Güvenir tüfeği düşürdüğünde bir yığın söz söylemesine karşılık aynı hatayı ben yaptığımda sadece:
-Aman dikkat et, Yüzbaşı görürse söylemediği kalmaz! demişti.
İsmet İnönü’nün yolu üstünde atışa hazırlık çalışmaları yaptık. Göz, gez, arpacık!
Avcılar da bunu yapıyorlar ama hiçbir zaman bu sözleri söylemiyorlar. Deveçataklı Çorbacı Veli ile bizim köylü Poyraz Mehmet’i anımsadım, ikisi için de “Attığı boşa gitmez” diyorlardı; onlar da “Göz, gez, arpacık” yapıyor ama bizim gibi işi patırtıya boğmuyorlar.
İsmet İnönü geçmedi. Mehmet Kocaefe eleştiride önder;
-İşi çıkmıştır (!) deyip bir de burnundan soluyunca Burhan Güvenir dayanamadı:
-Ne var oğlum, işi çıkamaz mı! diye sordu. Bu kez de:
-Senin Kocaefe kadar oğlun var mı? sorusunun soran oldu. Burhan Güvenir:
-Söz temsili... Olmadığı için, olmasını istediğim için söyledim! deyince:
-Doç, şimdi de baba oldu dediler. Ben de:
-Doç, zaten baba anlamında kullanılmaktadır! dedim. Mehmet Toydemir ise doç’un profesör yardımcısı olduğunu söyledi. Halil Dere:
-İki bilgiç (!) karşı karşıya deyince ben:
-Bilgiçlik değil azıcık tarih bilgisi, benimki. Venedik yöneticilerine Doç. dendiğini, bunun anlamının da baba olduğunu biliyorum! deyince Halil Dere bu kez:
-Biz tarih okumadık, sadece tarih olaylarını dinledik; arkadaş dört gözle dinlemiş! deyince düzelme yapıldı: Dört gözle değil dört kulakla!
Öğle yemeğinde masaları gezerek çarşamba akşamı Kamp Gecesi yapılacağı, salı akşamı dinlenmesinde de programın deneneceğini duyuruldu.
Yakın grubumuzda bulunan Zekeriya Kayhan’la Mehmet Gönül geldi, Oynanacak zeybeklerin adlarını söylediler; Bengi; Dağlı, Arpazlı, Harmandalı, İzmir (Ödemiş sekmesi) beş oyun düşünmüşler. Bizim bölümden olan arkadaşlar da iki marş, iki şarkı, üç türkü seçmişler. Ahmet Yol iki şarkı söyleyecekmiş. Osman Darıcı şiir okuyacakmış.
Osman Darıcı’nın şiir okumasına sevindik. Öteki gruplardan şiir okuyacaklar çıkacak, bizden neden olmasın! Saat 04:00-05:00 arası nöbet tuttum. Yıldızları izledim. Büyük Ayı, Küçük ayı gözlerimin önünde, Küçük ayının iki arka yıldızı ayan beyan gözlerimin önünde. Bu iki yıldız arasındaki aralık yediye katlanırsa Kutup yıldızına ulaşılır. Belki on kez katladım. Biz bunu bilmeden bir zaman Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’le tartışmıştık:
-Beş kat mı, yedi kat mı? Ülker yıldız kümesi ile Kervankıran Yıldızını biliyordum. Kervankıran yıldızını Bektaş ağabeyim gene gene anlatırdı: Kervancı başı, onu sabah yıldızı sanıp yola çıkmış. Oysa gecenin yarısıymış, haramiler kervana baskın yapıp tümüyle kırmışlar (öldürmüşler). Bu nedenle de yıldızın adı Kervankıran olmuş. Buna da bir kulp buldum:
-Yıldızın bunda ne sorumluluğu var ki onun adı değiştiriliyor? Hem de kervanı o kırmış gibi “Kervan kıran” oluyor. Bari Kervan kırdıran denseydi!
Kemal Karadeniz’le değiştik. İlk kez karşılaşıyoruz. Neden?
5 Haziran Salı 1945
“Tiiiii, tii tiiiii, ti, ti, ti tiiiii! Tram tramı yok! dedim, Kocaefe sordu:
-Nesi yok dostum? Halil Dere karşılık verdi:
-Mızıkçı, aklınca taklit yapıyor! Halil Dere’ye takıldım:
-Sizi nasıl kandırdım, şarkıcı kızı ben tanıyordum. Bile bile de o şarkıyı istedim.
Kızı nerden tanıyorsun? Kızın Gazi Eğitim Enstitüsü Müdürü Esat Altan’ın kızı olduğunu söyledim. Esat Altan’ı daha önce duymuştum. Zekeriya Kayhan’ın ağabeyi Hasanoğlan’a geldiğinde okulunu anlatırken sık sık okul müdürü Esat Altan’dan söz etmişti. Hemen Zekeriya Kayhan’ı tanık gösterdim. Tanığa gerek kalmadı, Halil Dere inandı, bana:
-Vallahi sen yılan gibisin! Arkadaşlar benzetmeyi yanlış buldular:
-Yılan gibi benzetmesi başka anlama gelir! dediler.
“Tüfek başına!” emri konuşmalarımızı kesti, Tüfekli yürüyüş yaptık. Tüm kamp birliklerinin bir yerde toplandığını gördük. Bize de işaret verildi, Söğütözü tarafına uygun adımla gittik. Az sonra motorla çekilen üç top geldi. Oldukça aralıklı yerlere toplar bırakıldı. Öbek öbek önce top çekerlerin başlarına gidip, özelliklerini dinledik. Arabalar top çektiği gibi, eklenirse yük arabası da çekermiş.
Top başında bekleyen yüzbaşı kendini tanıttı. Kurman Topçu sınıfından Yüzbaşı Remzi Aslan. (*) Gerçekten aslan gibi güçlü, çevik bir yüzbaşı. Bizim Yüzbaşı onun yanında oldukça hantal kalıyor. Remzi Aslan Yüzbaşı, çevresini sardığımız topun özellikleri saydı. Obüs tipi top öğrendik, en büyük özelliği tepe arkalarına mermi göndermesi. Bizim bildiğimiz, mermiler düz olarak gider. Oysa bu kavis çiziyor. Yani bizim iki yıldır ezber söylediğimiz göz-gez, arpacık kuralına uymuyor. Remzi Aslan yüzbaşı, söylediğimiz kuralın bozulmadığını, top başındaki görevlinin aynı yöntemi kullandığını ancak bir süreden sonra top göndericisinin özelliği olarak eğilim sağlandığını anlattı. Böylece tepeler arkasına saklanan düşman birliklerini vurduğunu söyleyince Mehmet Toydemir:
-Aman, ha, düşman eline geçmesin! deyince yüzbaşı:
-Dilekle milekle olmuyor bu işler! Biz bunları o düşman gözüyle baktıklarımızdan alıyoruz. Sizler çok çalışacaksınız, bunların alâsını yapacaksınız, o zaman düşmanlar bizim elimizdekilerden habersiz olacak!
(*)Yüzbaşı Remzi Aslan, Teğmen İsmet Tetikaslan, iki yıl sonra 26. Dönem Yedek Subay Okulu öğrenciliğimde topçu taburumda benim komutanım olmuştu. Üsteğmen İsmet Tetikaslan, Yedeksubay Okulundan sonra kıtaya çıktığımda Balıkesir, 5. Topçu Alayındaki bataryamda da benim komutanım oldu. Terhis olmaya yakın bir zamanda teğmen yıldızımı (sembolik olarak) o takmıştı. Güleç yüzlü bir insandı. Hiç unutmadım yıldızı takarken de “Benim elim uğurludur, annem hep öyle derdi, dilerim sana da uğurlu gelir bir yıldız daha takarsın!” demişti. Kurmaylık sınavlarına hazırlanıyordu. Ben de ona generallik dilemiştim. O gün benim için olanaksız gibi gördüğüm bu dilek sahiden gerçekleşti. 1956 yılında, uzun süren savaş düzenli Kars-Ağrı yöresindeki Alacakurt Tatbikatı sonunda SS subayı olarak 2. yıldızı da takmıştım. Yıllar sonra ben de İsmet Tetikaslan’ın general olduğunu öğrendim…
*
Akşam dinlenmesinde, önce oyunlar sonra da öteki etkinlikler gözden geçirildi. Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun oğlu Aydın Saraçoğlu da zeybeklere katılacakmış. Arkadaşlar buna çok sevindiler. Hemen karşılık verdim:
-Katılacakmış değil, katılıyor.
Konu, hemen geçen yıl kampta bulunan İsmet İnönü’nün oğlu Erdal İnönü’ye kaydı:
- O da katılsaydı ne olurdu? Bunu diyenlerden birinin arkadaşım Halil Basutçu olduğunu görünce çıkıştım:
-Sana yıllardır yalvardım, bir kez olsun kollarını kaldırıp katıldın mı? Konu tümüyle yarın geceki eğlenceye kaydı. Bu türlü bir toplantı geçen yıl yapılmadı. Bu yıl yapılması bizim işimize yarayacak ama yapılmasına önayak olan Konservatuvarlılar, özellikle de Suat Taşer. Suat Taşer, tiyatrocuymuş (!) Bizimkiler tiyatrocu, sözüne gülümsediler. Sözleri dinledim ama katılmadım. Gerçekten ben de, gittiğim tiyatrolarda ya da tiyatro üstüne yazılmış yazılarda Suat Taşer diye bir adla karşılaşmadım. Bunları düşünerek ben de suskunlaştım. Ancak neden olursa olsun Suat Taşer bu yıl bizim kampın yıldızı. Geçen yılın yıldızlarından biri olan Davulcu Selahattin Ertürk bile onun karşısında sindi kaldı.
Bu geceyi de nöbetçi olmadan geçireceğim. Yatınca bir süre uyuyamadım. Erdal İnönü nasıl biriydi, gözümde şekillendirmeye çalıştım. Kız kardeşini geçen yıl Bir Mayıs şenliğinde Mamak Çayırı’nda görmüştüm. Hiçbir belirgin iz kalmamış anımsayamadım. Ne ilginç, o zaman Hasan Ali Yücel’in kızı da vardı. O, bu yıl Konservatuvar’da okudu, ilgilenip görebilirdim. Kardeşi, düzgün yüzlü, oldukça yakışıklı. Canan da güzel olmalı! İkiz kardeşler benzer olurmuş! Böyle bir söz duydum ama düşündüm de sanırım ben çocuk olarak ikiz kardeş görmedim. İkiz kardeş biliyorum ama onlar kocaman adamdı. Dağlı Kardeşler; Lüleburgaz’da Manifaturacı, Hasan-Hüseyin kardeşler... Belki de gördüm de unuttum!
Köydekileri birer birer anımsadım. Ayrıca akrabaları sıraladım. Çok önemliymiş gibi arkadaşlar mışıl mışıl uyurken ben ikiz insanları düşünüyordum. Kemal Güngör söylenerek nöbete kalktı:
-Bana yazık değil mi? Ben de:
- Bana yazık değil mi? dedim içimden.
6 Haziran 1945 Çarşamba
Bizim grupta biz iki Kepirtepeli 6 Haziran gününü anımsayıp arkadaşlara anlattık. 1941 yılında bugün bizimle görüşmeye geleceğini duyduğumuz Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’le konuşmak üzere neler söyleyeceğimizi tartışmıştık. Başımıza Müdür olarak getirilen kişiden yakınıyorduk. Bunu Hasan Ali Yücel’e nasıl söyleyecektik? Halil benden daha koyu şikayetçiydi. Çünkü o müdür, Halil’i elebaşı olarak bellemişti. Bütün tasarılarımıza, kuruntularımıza karşın o gün müdürü şikâyet edememiştik ama, müdür, başka bir olay nedeniyle kendi kuyusunu kendisi kazdığından birkaç gün sonra ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu olayı anımsadıkça 6 Haziran bizim için Milat sayılıyordu. Bunu, bugün de andık.
Tüfeksiz sabah sporu yaptık. Uzun eşek atladık. Atlamada grubun en sonuncusu oldum. Mehmet Toydemir Remzi Çavuş’a benim bu gruptan alınmamı istedi. Mehmet Toydemir gülmeden söylediği için Remzi Çavuş ciddi sandığından beni savundu.
-O, başka sahalarda hepinizden önde, sizin için öyle konuşmadı! deyince arkadaşlar güldüler:
-Keşanlı hemşeri koruyor!
Kahvaltıda birileri geldi gitti, işi kotaran salt Suat Taşer değil oldukça kalabalık bir grup. Arifiyeli Hasan Ayaz, Gölköylü Cemal Türkmen, Aksulu Fahri Özçelik ortalarda dolaşıyor. İçimden seviniyorum. Geçen yıl da iyi izlenimlerle ayrıldık. Son gün kamptan ayrılırken elimde akordiyon yol kenarında duruyordum, bir otomobil geldi, içindekiler beni de çağırdı. İçerde bir öğrenci ile annesi vardı. Konuşmadığım tanımadığım bir öğrenci, öyle candan davranmıştı ki, aynı tavrı annesi de göstermişti. Bize neden herkes öyle davranmasın?
Kahvaltıdan sonra tüfekli olarak gene yürüyüşe çıktık. İstikamet Söğütözü. Tam dereye indik ki, on kadar cemse, bizi izledi. Sanki bizimle ilgisi yokmuş gibi derenin düzlüğüne dağıldılar. Bir süre sonra öteki grupların toplandığını gördük. Bizim grup da bir cemse yakınına yaklaştı. Makineli tüfek kurulmuş. Geçen yıl da makineli tüfek tanımıştık. Sanki biliyormuş gibi, kuruntulanmamıza karşın durum hiç de öyle değilmiş. Bir üstçavuş, bize makineli tüfeğin yedi seceresini (o böyle dedi) anlattı. İlk makineli, gelişmeleri, nasıl işlediği, nasıl kullanıldığı, tek kişinin kullanması, yürüyen araçta kullanılması, uçakta kullanılmasına dek ayrıntılı olarak anlattı. Makineli tüfekleri yeni bir silah sanıyorduk. Oysa en az yüz yıllık bir geçmişi varmış. Üstelik bu ordudaki tarihiymiş. Genelleşmeden önceki zamanı daha da eskiymiş. Makineli tüfekler hakkında çok şey öğrendik daha doğrusu çok söz duyduk ama, taşınması, mermilerin sağlanması konusunda bilgilerimiz pek yerine oturmadı. Üsteğmen anlatırken bile yanında bir erle bir çavuş hazır duruyor. Konuşmanın en can alıcı sırasında İsmet İnönü geçti. Bakanlar oldu. Üsteğmen hiç beklemediğimiz yanıt verdi:
-Siz Köy Enstitülülerin hamisi, elbette seveceksiniz!
Önce Mehmet Kocaefe sordu:
-Bizim Köy Enstitülü olduğumuzu biliyor musunuz? Üsteğmen bir kardeşinin Düziçi Köy Enstitüsü’nde okuduğunu, onun çalışmalarını adım adım izlediğini, ancak geleceğinin pek iyi olamayacağından kaygı duyduğunu söyledi. Kemal Güngör’le Burhan Güvenir ise kendilerinin öyle düşünmediğini öne sürdü. Üsteğmen konuşmayı uzatmamak için olacak:
-Umarım yanılan ben olurum!
Bir asker olarak ben de İsmet Paşa’yı severim. Ancak “Kafaları kuma gömme diye bir söz vardır. Bazen koskoca bir millet kafayı kuma gömüyor. Geçen yıl Afrika’da savaşan Almanya bugün tümden teslim olmuş durumda, Sovyetler, Berlin Brandenburg kapısında. O kapı ki 2. Friedrich’in, Moltke’nin eseridir. Hitler onu kafası kumda savaşa kalktığı için lekeledi.
Konuşma yarım kaldı, Yüzbaşı Sıtkı Ulay gelince toparlandık. Üsteğmen Sıkı Ulay’la çok senli benli konuşunca anladık ki Sıtkı Ulay’ın tanıdığı. Bilgileri de ondan almış olabilir. Keşke Üsteğmenden Düziçi’deki kardeşinin adını alsaydık. Olayı ters çevirdim:
-Ona ne gerek var, üsteğmenin soyadından kardeşinin adını buluruz.
Remzi Çavuş komut verince konu da orada kaldı, Yüzbaşı Sıtkı Ulay yakın birliklere gidince biz de yola çıktık.
Tüm kamp birlikleri Kamp alanına marş söyleyerek girdik.
Tüfek çatıp rahata geçerek dağıldık. Herkesin sorusu:
-Akşam ne olacak? Tek bildiğim:
-Ben, akşam oradaki meydanda akordiyon çalacağım.
Öğle yemeğinde de masaları gezenler, fısıldaşmalar oldu. İşin ilginç yanı bugün Suat Taşer ortalıkta dolaşmadı. Sanki tasarlanan olaydan vazgeçilmişti. Zekeriya Kayhan’a sordum. Zekeriya Kayhan gülümseyerek.
-Tamam arkedeş, konuştuğumuz gibi... (Zekeriya, arkadaş’ı biraz incelterek arkedeş olarak söyler)
İçim rahat, sırt üstü yatıp bir süre dinlendim. Halil Dere geldi, Esen Altan’ı, Ayhan Aydan’ı andık. Halil Dere Esen Altan kandırmacasına iyice inanmış. Söylediklerimin tümünün kandırmaca olduğunu, kendisine şaka olarak öyle kurguladığımı, öyle bir şarkıcı olduğunu ilk kez orada gördüğümü tekrarladım. Ancak Ayhan Aydan’ın bundan sonra Ayhan Alnar olduğunun gerçek olduğunu vurguladım. Bir daha konserlerde onu göremeyeceğimizi de ekledim.
Öğleden sonra tüfekli eğitim yaptık. Yatarak, dizde ayakta atış duruşlarını tekrarladık. Remzi Çavuş yarınki atışlar için açıklama yaptı. 3 mermi atılacak. Üçü de 12 vurursa o kişiye üç mermi daha verilecek. 11-12-12 vurana ise iki mermi, 11,11,12 vurana bir mermi verilecek. Bu yöntem geçen yıl uygulanmamıştı. Uygulansaydı, Halil Dere iki mermi ben de bir mermi fazla atacaktım.
Yatarak atış yapılacak, daha dikkatli bakmaya çalıştım. Üstünde durdukça bocalamaya başladım. Bir ara da namluya eğilince başım döndü. Remzi Çavuş’a söyledim, bir süre bakmamamı tembihledi. Son kez dikkatli bakman yeterli olur! deyip beni rahatlattı.
Uygun adımla Kamp alanına döndük.
Tüfek çatınca ortalıkta gerçek askerleri gördük, temizlik için geldikleri söylendi.
Akşam yemeği erkene alındı. Biz yemekteyken askerler komutanların yerinde değişiklik yapmışlar, otuz kırk kişi alacak bir alana sandalye sıralanmış. Sandalyelere neredeyse teğet geçen bir daire çizilmiş, oyunlar o çizgi içinde oynanacakmış.
Yemekten sonra tüm Kamp taburu, bizim çadır önünde toplandı. Grup çavuşları da vardı ama sanki onlar bizim konuklarımızdı. Görevliler öne çağırıldı. Görevli olduğumu bildiğim için geri dönüp akordiyonu aldım, öndekilere katıldım.
Komutanlardan da yerlerini alanlar oldu. Biz, salt kamp komutanlarının katılacağını sanıyorduk, dört beş araba geldi, içlerinden birinin ordu komutanı Asım Gündüz olduğu fısıltısı yayıldı. Az sonra Suat Taşer kısa bir konuşma yaptı. İşaret etti Harp Okulu Marşı söylendi. Suat Taşer izin istedi, bir dilekte bulundu hepimiz adına da söz verdi:
-Türk Ordusunun, geleceğin mülki yöneticilerini yetiştirmek için kurduğu bu kamp olayının ebedileşmesini bir marşla simgeleyeceğiz, aramızda besteciler var, şairler var, bu kısa zamanda bu meydanda çınlayacak! dedi. Tam bu sıra, sanki beklenmeyen konuklar geldi. Komutanlarda yer değiştirmeler oldu. Ben yakınlarındayım bakıyorum ama biraz da ışıkların yüzleri değiştirmesinden kişileri ayıramıyorum. On kadar sivil belli yerlere oturdu. Suat Taşer muştuladı:
- Değerli Başbakanımız, Şükrü Saraçoğlu gecemizi onurlandırdı.
Büyük bir alkış koptu. Siyasal Bilgiler Okulu Mülkiye Marşına başlayınca tüm kamp katıldı.
Selahattin Ertürk Mehmetçiğin İsyanı adlı şiirini okudu. Oldukça uzun olmasına karşın çok coşkulu okuduğu için dinlendi. Konuklar da dahil uzun uzun alkışlandı. Bana işaret verildi. Öyle konuşulmuştu. Önce uzun uzun baslara basıp ses verdim. Sonra da İzmir’in Kavakları, şarkısının başını çaldım. Ancak bir grup bunu bilmediği için devam edecek sanıp söylemeye başladı. Oysa ben kısa bir değinmeden sonra Harmandalıya geçtim. Söylemeye kalkanlar sustu ama azıcık kargaşa oldu. Ben, aldırmadan tüm gücümle Harmandalı çaldım. Bu oyunu çok bilen var, yüz kadar oyuncu kalktı. Zekeriya Kayhan el kaldırınca Bengiye döndüm. Alanda yirmi kadar oyuncu kaldı, Zekeriya Kayhan el kaldırınca Dağlı’ya geçtim; bu kez de ortada on kişi kaldı. Arkasından İzmir Zeybeğini çaldım, oldukça kalabalık bir grup katıldı. Oyun tam kızışırken konuklardan biri de kalktı, önce halkaya katıldı. Az sonra da ortaya çıkarak oynamaya başladı. Ben tam olarak anlamadım, kişinin oyunu bıraktığını sanmıştım. Dikkatli bakınca, gerçekten ritme uyarak oynadığını anladım. Gözlerim konuklara takıldı, General de dahil herkes alkışlıyordu. Bir öğrencinin de ortadaki oyuncuya katıldığını gördüm. (Sonradan öğrendiğime göre bu da Başbakanın kamptaki oğlu Aydın Saraçoğlu’ymuş) Az sonra ortadaki oyuncu doğrulunca Başbakan olduğunu anladım. Başbakan yerine dönünce oturanlar ağaya kalktılar. Sıra Arpazlı’ya gelmişti. En az yüz arkadaş kalktı. Oyun sonunda gene Selahattin Ertürk, Zeybek adlı bir şiir okudu. Bu kez konukların arasından biri kalkınca alkışlar göğe yükseldi. Bu, radyolardan çok duyduğumuz bir sesti, Behçet Kemal Çağlar. Hemen söze başladı
-Amacım dinlenmekti: Nasıl durabilirim ki, Atatürk’ün gençliği Atatürk’çe coşarken sen nasıl oturursun Kemal! dedim, kalktım işte! deyip Güzelleme şiirini okudu. Arkasından da:
-Bugün, sizlerle daha karşılaşmadan sizlerle birlikteymişçesine kendi kendime söylendim. Söylendim ya söylediklerim beynimde dizildi: Komutanlarımızın yılmadan söyledikleri bir komut, bu kez de benim ağzımdan çıktı: İleri! Emekli bir yedek teğmen olarak ben de size diyorum; İleri!
İleri! Hepimiz aynı safın, aynı yolun neferi,Kalemi kılıç yapan insanların seferi.Önünü görmek için elbette gözün feriİleri, biraz daha, biraz daha ileri!... Dudak büksün faniler, İlahlar imrenecek;Sevgini bayrak gibi göğsünün burcuna çek,İlerdedir ne varsa güzel, iyi ve gerçek...Durmayalım düşeriz, durmayalım, ileri! Kalplerdeki dertleri güneşler dağlayacakAyakların ucunda ırmaklar çağlayacak,Belki arkandan anan, yavuklun ağlayacak,Sen gitme, onlar gelsin, sen ileri, ileri! Bir ıslak mendil gibi baş ucunda her bulut,Mehtabı öp uzan da, elinle güneşi tut.Çürümüş kıymetleri geride bırak, unut;İleri, biraz daha, biraz daha ileri Avunma, yerinme yok, umutla dilek senin, “Olan,,” olmuş,, ellerin, ”olabilecek,, seninMadem ki bu baş, bu göz, bu ruh, bu bilek senin;Haydi bir hamle daha, biraz daha ileri!..Ayakta gömülmekten farksız yaşama, yürü,Yılma ki düzlük yakın, sonu yokuşun; yürü...Ayağının dibinde vızlasın kurşun, yürüİleri, biraz daha, biraz daha ileri!...
Uzun uzun alkışlandı….
Arkasından Mülkiyeliler kendi marşlarını söylemeye başladı, onlara tüm gruplar katıldı. Gazi Eğitimliler de kendi marşlarını söyledi onlara da bizim arkadaşlar katıldı. Ahmet Yol şarkılarını söyledi. Topluca Harp Okulu Marşı söylendi. Marş sonunda Suat Taşer, kısaca konuklara, tüm komutanlara teşekkür etti. Bu gecenin duygularını yaşam boyu sürdüreceğimiz üstüne söz verdi.
Konuklar ayaklanınca bizler hep durduk. Konukların arabaları arkada, geçen yılki yemek çadırının düzlüğündeydi. Arabalar ayrılınca biz de yerlerimize döndük.
Yatarken Halil Dere’nin nöbette kaldığını, eğlenceye katılamadığını öğrenince üzüldüm. İki saat sonra benim de nöbetim vardı. Yarınki atışları düşünerek yattık. Yatınca günün tarihi aklıma takıldı. Bir başka 6 Haziran tarihi de belleğimde vardı. 6 Haziran 194. Dört yıl sonra gene bir 6 Haziran. İyi mi kötü mü? Benim için iyi.
Başbakan oyuna kalkınca daha yakınına gitseydim! gibilerde kuruntular kurarken uyumuşum. Az sonra dürterek Burhan Güvenir kaldırdı. Kaldırınca bir de gösteri numarası yaptı:
-Çok yorgunsun biliyorum kaldırmamayı düşündüm ama, baktım ki uyku gözlerimden akıyor, uyur da başımı derde sokarım korkusuyla seni kaldırdım! dedi. Gerçekten ben de yorgunmuşum, dişlerimi sıkarak bir saat dayanabildim. Nöbeti devredince hemen uyudum
7 Haziran 1945 Perşembe
Tiiiiii, ti, ti, tiiii..... Çoook uzaklardan geliyordu. Benzer sesleri, Lüleburgaz’da kaldığımız yaz zaman zaman duyuyorduk. Orada salt çalışma yapıldığı için erken kalkma yoktu. Binanın üst katında bol pencereli bir odada yatıyorduk. Sabah güneşi yüzümüze vururken yattığımız olurdu. İşte o yaz oldukça uzaktan bu ti sesleri geliyordu. Gene öyle bir sanıya kapıldım. Halil Dere dürtükleyince toparlandım.
-Son sabah sporu! Neden son, yarın yok mu? Söz gelişi...
Spora çıkınca açıldım, birdir bir, uzun eşek, atlama, düz koşu, sütre ya da fundalık yürüyüşleri yaptık.
Kahvaltıda konu Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun oyunu. Oyunun gerçeğini de öğrendik. İzmir Zeybeği dendiği gibi ona Ödemiş Sekmesi ya da çökmesi de deniyormuş. Halka olarak oynayanlar arasından ustalığına güvenen efeler, ortaya çıkıp hünerini bu oyunda gösteriyormuş. Önemli diz vurmalar, dönmeler, çökmeler yapılıyormuş. Başbakan Şükrü Saraçoğlu bunları göstermiş.
Kahvaltıdan sonra tüfekli yürüyüş yaptık. Dereye indik, Söğütözü’ne yakın gittik, döndük. İsmet İnönü ile karşılaştık. Başındaki sivil kasket de sırtındaki ceketin kumaşından. Buna şaşanlar oldu. Şaşanlara da şaşanlar oldu:
-Ne var yani, koskoca Cumhurbaşkanı istediği gibi giyinemez mi? Ceketteki kumaştan kasket bulma tartışması yapıldı. En doğru sözü Burhan Güvenir söyledi:
-Sen, ben gibi çıkıp çarşıda arayacak değil, kumaşı seçip ceketi de kasketi de yaptırır!
Burhan Güvenir’in doç. luğu tartışıldı. Burhan Güvenir beni eleştirdi. Geçen gün ben. Doç. için Venedik yöneticisi, baba anlamına kullanılır, demiştim. Onu soruşturmuş, o, Doç değil, Dog olarak yazılırmış.
Savunmamı yaptım:
-G, harfi değişik dillerde c, k, g değişik seslendiriliyor. Almancada da öyle! Ben Almancasını söyledim! Gerçekte ben bunu bir kitapta okumuştum, yazıda Venedikliler başlarındaki Doç’u baba olarak tanırlar deniyordu.
Öğle yemeğinde herkes neşeliydi. Akşamın sevinci mi yoksa başka nedenler mi var? Bizimkiler Selahattin Ertürk’ü eleştirdiler. Çok bencil, “Hep ben, hep ben” dermiş. Ben de tersini düşündüğümü söyledim. O geçen yıl bencildi bu yıl olgunlaşmış. Şiir okumak onun hakkı. Başka çıkan olsa belki çıkmayacak. Bizim de şairlerimiz varmış ama onların şiirleri buralarda okunmazmış. Birden sinirlendim:
-Onların şiirleri nerelerde okunacak? Okulda okunmuyor, kampta okunmuyor, onlara şiir okuyacak yer mi arayacağız? Mehmet Kocaefe söze karıştı:
-Ben biliyorum bir yer, orada okusunlar (!) Mustafa Parlar tartışmayı durdurdu.
Sözümüzün üstüne Selahattin Ertürk geldi, kendisinin de bir köylü çocuğu olduğunu cefferkalem (rastlantı sonu) liselerde okuduğunu, Üniversiteden sonra bir süre Köy Enstitüleri’nde çalışmayı düşündüğünü (*) söyledi.
Eğitim borusu çalınca tüfek başı yapıp hazırlandık. Düzgün adımla istikamet Tosun Oturtan tepesine doğru uzun yürüyüş yaptık. Tosun Oturtan tepesinden çok adı arkadaşların ilgisini çekiyor. Ne demek Tosun Oturtan? Tosunu herkes biliyor, erkek sığırların yavruluktan sonraki dönemleri. İşte bu dönemde genç danalar kimi zaman boyunduruğa koşulur. Daha gençtir, zora gelince kurtulmaya çalışır, kurtulamaz. Yükü de çekemezse yıkılır kalır. Ben böylesini gördüm. İşte bu yıkılmaya oturma demiş olabilirler. Görülen bayır da oldukça dik. Mehmet Toydemir işi şakaya çekiyor:
-Oranın adı Tosun oturtan değil, tosun osurtan deyip diretince ben gene bildiğimi anlattım: Hayvan onu yaptıysa onu demişlerdir. Ancak halk sözü çevirdiğine göre bizim öyle dememizin bir anlamı olmaz.
Tozutarak bir atlı geldi, Yüzbaşı Sıtkı Ulay. Gelir gelmez de tepenin adını anlattı. Yüzbaşı çok kalmadı, uzunca bir dinlenme verdi, ayrıldı. Kamp yokuşunu tırmanıncaya dek rahatta yürüdük. Kamp girişte hazırola geçip marş söyledik. Düzgün yürüyüşümüzden olacak subaylar her geçişimizde bizimle ilgileniyorlar ya da bize öyle geliyor. Bu duygu hepimizi rahatlatıyor. Geçen yıl bu rahatlığı pek duyamamıştık.
Akşam dinlenmesinde sık sık kümeler oluştu. Olabildiğince değişik okullular karşılıklı konuştu. Buna karşın ben konservatuvar grubu ile bir araya gelemedim. Onları saran büyük bir grup soru yağmuruna tutuyordu. Soruların çoğuna da karşılığı Suat Taşer veriyordu. Böylece Suat Taşer’le de konuşamamış oldum. “Yarın konuşurum” umudu içinde çadıra döndüm. Nedense bazıları gibi Başbakan’ın ya da Milli Eğitim Bakanı’nın oğlu ile konuşma fırsatı kollamadım. Arkadaşlardan böylesi yakınlıkları kuranlar olmuş. Bense ilkokul arkadaşım İsmet Akın’ı bile aramadım. Aramadığıma da üzüldümse de:
-Daha iki günümüz var, ararım! diye bile düşünmediğimin ayırdındayım. Nedense kimi zaman böyle düşünüyorum.
Gene de kendime sevinecek bir şeyler buluyorum. Sabah kalk borusundan bir saat önce nöbete kalkmak beni mutlu etti. Arkadaşlar adlar sayarak konuşurken uyudum. Kaldıran Kemal Karadeniz, kıyamadığını söyledi, ancak töre gereği duyarlığı bir yana itip kaldırdığını ekledi. Gerçekten inandırıcı bir tavır, karşıma oturdu, çevreyi gözeterek konuştuk. Buradan dönünce gezilere çıkacağız. Gezilerden sonra da yaz boyu staj. Kemal Karadeniz’in planları var. Benim bir planım yok. Bölüm başkanı çağıracağını söylüyor, gidersem çağırmasını dört gözle bekleyeceğim. Niçin? Piyano çalışmak için...
8 Haziran 1945 Cuma
Tiiii, ti, ti, tiiii bu kez uyanıkken geldi, cılız bir tii… Ses merdiveninde bu ti, nerde? Do’dan do’ya sıraladım, hiç birisine uymadı. Nasıl olur? Kulaklar duyarsızlaşmış. Üzüldüm... Neyse ki Remzi Çavuş’un sesi yerinde. Sabah sporu için hazırlandık. Son çabalarımız. Su yüzüne çıkarmıyoruz ama hepimiz birbirimizle yarış durumundayız. Halil Dere ile Mehmet Kocaefe dışındakileri hemen hemen eledim. Kocaefe yüksek atlamada geçilir gibi değil, onu sildim. Halil Dere birçok bakımlardan önde. Halil Basutçu’nun benim ardımda olmasına şaştım. Ben onu daha canlı sanıyordum. Gerçek yarış da atıcılıkta. Geçen yılın rekoru Halil Dere’de idi, ben ikinciydim Atışa güveniyorum. Bir terslik olmazsa gene kazanırım.
*
Bu sabah daha gayretli, dikkatli oldum, Remzi Çavuş’tan da aferin aldım. Uzun eşekte hiç düşmedim, olabildiğince dik durdum, doğru takla attım.
*
Kahvaltıda herkes neşeli, karşılıklı selâmlar, “Ne haber”ler… Bakıyorum da en suskun bizim taraf; öteki masalardan kalkıp kalkıp bizim masalarda birilerine söz atan var, bizim taraftan kimse kalıp öteki masalara gitmediği gibi çevirip başını bakmadı bile. Hepsi benim gibi, doğma büyüme köylü! Ne var ki ben bu huyumu beğenmesem de biliyorum, onların çoğu bunun ayırdında değil. Düzeltmek için en küçük bir çaba göstermek niyetinde değiller.
*
Tüm birlikler komutanlık önündeki meydan da toplandı. Komutan Albay Şükrü Kızıltuğ konuştu. Komutan, bu dönem kampa katılanlardan beklediği olgunluğu gördüğünden başlayarak birçok geçmiş dönemlerin çalışmalarını anlattı. Askerliğin zorluğundan ancak zaruretinden söz etti. Topyekün savaştan, asker-halk sentezinin başarısından söz etti. Almanya’nın son başarısızlığında asker-sivil barışıksızlığının önemli rolünden söz etti. Almanya’da Nazı tugaylarının, SS gruplarının, İtalya’da halktan kopuk Kara gömleklilerin halkı kendilerinden uzaklaştırarak güç kaybettiklerine değindi. Tekrar “topyekün harp” demenin aslında barış için yapılan tüm ülke birliği olduğunu, bu yıl burada bunun küçük bir denemesini yaptıklarını, bunda da başarılı olduklarını anlattı. Bir grup alkışladı. Komutanlardan biri “Alkış yok!” deyince komutan güleç bir sesle:
-Bırakın alkışlasınlar, alkış bizim disiplinimizi bozmaz! deyince ben de dahil herkes ellerimiz kızarasıya alkışladık..
*
Gruplar, komutlarla yerlerine döndüler, Tüfekli eğitim yapmak üzere öbekleştik. Remzi Çavuş Harp Okulunu istikamet verip bizi bir süre yürüttü. Rahata geçtik. Yüksekçe bir yerde oturup görünen Ankara’nın semtlerini seçtik. Ankara’nın merkez nüfusunu, çevre nüfusunu birbirimizi destekleyerek tamamladık.
Dönüşü rahatta yürüdük, konuştuk adeta Remzi Çavuş yoktu.
Yemekte büyük bir sessizlik vardı. Sessizlik, belli ki atış öncesinin sessizliğiydi. Kime sorsan atışı bir yarış olarak düşünmediğini söyler. Gene de bir dikkat yarışı, bir beceri yarışıydı.
Yemekten sonra “Tüfek başına”! komutu hepimizi etkiledi. İki er gelmişti, bunların niçin geldiğini biliyorduk, mermileri verecekler, boş kovanları toplayacaklar. Osman Çavuşta ortalardaydı. Önemli olan Yüzbaşı Sıtkı Ulay’ın gelip sinir bozmamasıydı.
Düzgün adımla subayların kantini önünden geçip Söğütözü tarafına yöneldik. Serbest yürüyüşe geçince rahatladık. Söğütözü’ne değil de tam tersi Dikmen tarafına döndük. Geçen yıl atış yaptığımız alandı. Atış noktaları sıralanmış, karşıdan görülüyor. Remzi Çavuş boş tüfeklerle nişan aldırdı. Sevindik. Besbelli ilk atışı biz yapacaktık. Acele etmişiz, uygun adımla Söğütözü’ne yöneldik. Yaptığımız bir alıştırmaymış.
Söğütözü’ne indik, Atatürk’ün oturduğu hasır sandalyelere oturdum. Tüfek sesleri atış yerinden sürekli geldi. Sesler geldikçe de sıkıldık, gevşedik. Umursamaz bir havaya girdiğimiz bir sırada silah başı yaptık. Daha önce gittiğimiz yere tekrar girdik. Öteki gruplar kampa dönmüş. Tek sıra dizildik, her birimize üç mermi verildi. Sıra ile atış yaptık. Üç atışın üçü de 12’den olursa üç mermi, 11-12-12, olursa 2 mermi, 10-11-12 olursa bir mermi verileceği, onları da atma hakkımız olduğu söylendi. Bizim grubun ilk atıcısı ben oldum, üç mermiyi de attım. Gülmeler oldu, henüz kalmamıştım, bir mermi kazanmışım, onunla da 12 vurmuşum. Kalkınca Osman Çavuş:
-Bak bu düşünülmemiş, sen şimdi haksızlığa uğradın! dedi. Heyecandan ne dendiğini anlamadım. Benim için kamp bile gerilerde kalmıştı. Halil Dere’yi heyecanla bekledim. Halil Dere iki mermi aldı. O, gene iki 12 yapmıştı. Keskin nişancı! Geçen yıldan farkımız, benim son attığımın 12 olması. Halil Dere son ikiyi karavana attı. Ancak o bunu zevk için havaya atmışmış. Remzi Çavuş Halil Dere ile beni kutladı. Nişanları izleyenler evrak doldurup kamp komutanlığına sunuyormuş. Kendi olayımı ancak kavradım. Ben bir 12 vurduğum için bir mermi daha verilmiş. Onu atınca o da 12’den vurmuş! İçimden güldüm bu gerçekten bir rastlantıdır!
Atıştan sonra Kampın bittiğini varsayıp sevinçle marş söyleyerek Kamp yerine döndük. Herkeste bir neşe. Subayların kantininde de insanlar azalmış gibi, birileri ayak topu oynuyor. Akşam yemeğinde Suat Taşer’le yanındakiler tüm masaları gezdiler, birlikteliğimizden mutlu olduklarını söylediler.
Hepsiyle konuşmak istememe karşın kimseyle konuşmamamı kendime bile açıklayamadım. Kime ne diyeceğim? Çok yakınlık kurmak istediğim Suat Taşer bile “Ben, Konservatuvara arada bir uğrarım, rastlaşırsak merhabalaşırız!” dediğine göre ötekilerden ne beklerim?
Son nöbetlerimiz, benim nöbetim yat borusundan bir saat sonra. Nöbetçi Halil Basutçu. Uykusu varsa yatmasını söyledim. Halil gülerek:
-Sen neysen ben de oyum, hiç uykum yok, konuşamasak bile bakışırız! dedi. Gerçekten pek konuşmadık ama bakıştık, işaretleştik. İlgi odağımız da Kutup yıldızı ile büyük, küçük ayılardı. İki saat çabuk geçti. Meğer öteki saatler daha çabuk geçermiş, yattığımdan az sonra kulağımda ti, tiler titremeye başladı. Kalan saatler ne çabuk geçti!
9 Haziran 1945 Cumartesi
Tiii, ti, ti, tiii. Son nöbetçi Burhan Güvenir, davudî sesiyle:
- Kalkın arkadaşlar, komutan bizi Ankara’ya marş marşla gönderecekmiş, geç kalanınsa kampı devam edecekmiş!
-Doç’lar yalan söylemez! Burhan Güvenir:
-Kim demiş onu, onlar da insan olduğuna göre, insanların hep yaptığını onlar da yapar! Doç. haklıydı ama söylediği de doğru değildi. Bence güzel bir şakaydı. Komutan bizi marş marşla Ankara’ya gönderecek! Remzi Çavuş neredeyse üzgün ama belli etmiyor. Kim bilir neler düşünüyor? Belki de bizim aramızda olamamanın acısını duyuyor.
Bu sabah düdük çalışı bile bir başkaydı. Sabah sporunu daha gönülden yaptık. Koşmalarımız da canlıydı. Gerçi Remzi Çavuş bazı uyarılar yaptı ama sanki, “Siz gene bildiğinizi yapın!” der gibi uyarılardı bunlar. Halil Dere ile bana:
-İyi nişancısınız, avcılık yaptınız mı? diye sordu. Ben yaptığımı, Halil Dere ise eline tüfek bile almadığını, okulu bitirince bir tüfek edinip avcılık yapacağını söyledi. Remzi Çavuş, iyi avcılık diledi, “av vurdukça bizi anımsa” diye de dilekte bulundu. Halil Dere iyiden iyiye söz verdi.(*)
(*) Bilgisayar, eklenti notu: Arkadaşım Halil Dere bu şakalaşmalar etkisiyle olacak, avcılığa ilgi duydu. Okulu bitirdiğinde Hakkâri bölgesinde çalışırken gerçekten avcılığa başlamış. Uzun süre görüşememiştik. Sonradan duyduğuma göre avcılık, onun bir el parmağının kopmasına neden olmuş. Olayı duyunca, bunda benim övgülerimin payı olabileceğini düşünerek üzüntü duydum.
*
Kahvaltıda oldukça gürültü oldu. Ancak kimse sus pus demedi. Tam bir sivil havası esiyordu. Birisi “Enver Yüzbaşı geliyor!” dedi. Birisi de “Enver Yüzbaşı gitti, gelen başkasıdır” dedi. Gülüşler arasında yemekhaneden çıktık. Gruplar önce kendi dar alanlarında toplandı. Esas duruşa geçildi, tüfekler gene askerlere teslim edildi. Halil Dere nereden aklına geldiyse tüfeğini verirken öptü. Bunu gören Osman Çavuş Halil Dere’ye övücü sözler söyledi:
-Tüfek sevmek ayrı bir gönül işidir! gibisine güzel sözlerdi bunlar. Tüfeklerden sonra, çadırlar boşaltıldı, herkes kendi eşyasını alıp düzenli bir sıra yapıldı. Gene geçici nöbet sıralaması yapıldı. Kamyon geldi silahlar alındı. Uzunca bir beklentiden sonra Komutanlık önünde sıraya girildi. İstiklâl Marşı söylendi, komutan adına bir binbaşı uğurlama konuşması yaptı. Binbaşı çok güzel konuştu Çok uzun konuştu ama dikkatle dinlendi. Bitmekte olan savaşın asker işi olmadığını, savaş gerçeğini bilmeyen sivillerin beceriksiz yönetimleri yüzünden insanların savaşlarda öldüğünü anlattı. “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanını okumayanlara hemen okumalarını söyledi. Bu savaşın daha yıkıcı geçtiğini söyleyerek “Öylesi romanların daha çok yazılacaklarını göreceksiniz!” dedi. Binbaşının konuşmasından sonra yemek borusu çaldı. Sessizce yemeğe gittik. Binbaşı sanki bize yeni bir şey söylemişti. Yemekte duyuruldu, Bayrak Töreni yapıldıktan sonra isteyen ayrılabilecek. Konuşan Binbaşıyı merak etmiştim, adını öğrendim, Kurmay Binbaşı Yahya Ok! (*) Bir süre sessizlik içinde beklendi. Boru çaldı. Komutlar verildi. Çok canlı olarak İstiklâl Marşı söylendi. Marş bitince içimde bir cızırtımsı kıpırdanma oldu. Çok güzel bir olayın bitiğini duyar gibi oldum. Halil Dere’ye baktım, gözleri yaşlı. Bana bakarak sordu:
-Yahu bana ne oldu böyle biraz aptallaştım galiba!
(*) Bilgisayara geçerken eklenti: Kurmay Binbaşı Yahya Ok, 2 yıl sonra Yedek Subay Okulu 26. Dönem Topçu taburuna katıldığımda Yedek Subay Okulu Kurmay Başkanıydı. Yedek Subay okulunda Devrim Tarihi Dersimize giriyordu. Ondan çok bilgi aldım. Mesleğine yakışan subaylığı yanında aynı zamanda çok değerli bir öğreticiydi.
*
Giriş kapısının belli bir yerine kadar arabalar gelmeye başladı. Üçer beşer insanlar Ankara’ya yöneldiler. Benim ayak bağım akordeon, Yusuf Demirçin’i gözetledim, Yusuf kasıtlı yapmaz ama dalgınlıkla giderse ortalıkta kalırım. Yusuf geldi, birlikte kapıya kadar gittik. Otomobiller gelip 5 kişi alıp götürüyor. Bir kişi arayan çok ama biz iki kişiyiz uzunca bir zaman bekledik. Geçen sene de böyle olmuştu, onu konuşurken bir araba gelip bizi aldı. Gene bir hayır sahibi bu kez bir bay, oğlunu almaya gelmiş. Bizi, Gençlik parkının kıyısındaki otobüs durağında bıraktı. Oradan Akköprü’ye otobüs var. Rahatça gidip üstümüzü değiştirdik, paketlerimizi alıp Sarıkışla’ya gittik. Bizden önce gelenler beklemiş, kapılar açıldı, paketleri teslim edip Ulus’a çıktık. Akordeonu Berber Sabri’ye bırakıp arkadaşlara katıldım. Berber Sabri saçlarımı taradı, yapıştırır gibi bir şeyler sürdü. Arkadaşlar bunun nasıl yaptırdığımı sordu, durdu.
Topluca Cihan Lokantasına girdik. Bir otelin altında kocaman bir bahçe. İçki vermediler. Birileri, içki içmek istedi. Topluca kalkıp başka yer aradık. PTT yakınında lokantalara dağıldık. Arkadaşların plânı tutmamıştı. Bir grup gene Esen Tepe’ye gittik. Şarkılar söyleniyor, insanlar açık havada neşeli. Esen Altan gene çıktı şarkı söyledi. Halil Dere gene beni kışkırttı: “Bir şarkı iste!” Gene bir şarkı istedim. Çubuğum yok aman yol üstüne uzatam! Bu kez bestecisini de yazdım.
Tren saati gelene dek Esen Tepe’de oturduk. Vakit gelince Berber Sabri’den akordeonla eşyaları alıp trene geçtim. Bu kez Ankara yolu daha sevimli geldi, bir engeli atlamıştık. Üstelik iyi de atış yapmıştık!
Biraz geç kalmakla birlikte yemeklere yetiştik. Masadakiler birbirini özlemiş, o o mu? Bu, bu mu? diyerek yemek yedik. Yemekten sonra gidip bir süre piyano çekiçledim. Eller biraz tembel ama kızamıyorum, o eller beni kampta da mahcup etmedi. Tüfek kullanabilecek gözüm olduğuna ben de inanmaya başladım.
Erkenden yattım. Beynimde çok kaynaşma oldu ama belli bir olaya saplanmadan uyumuşum.