Derslerin Daha Bilinçli İzlenmesi, Yüksek Öğrenim Düşleri
3 Nisan 1942 Cuma
Ahmet Gürsel Öğretmen gelmeyecekmiş, diye bir söylenti çıktı. Pek inanmadım ama, “Olabilir!” deyip hazırlandım. Gülüşüp sevinenler var. “ Bir postülat, bir aksiyom, bir hüküm sözünü öğrenip rahatlamıyorlar da, öğretmen gelmeyince bayram etmeye kalkıyorlar!” diyerek dersliğe gittim. Yusuf Asıl’la karşılaştım, Yusuf gülerek:
-Sen Gürsel öğretmenin gelmemesine üzülürsün, doğruyu öğren, bu Bir Nisan Şakası! “ dedi. Gerçekten sevindim. Az önceki gerginliğim geçti. Kitaplığı açtım, Fikret Madaralı Öğretmen geçerken kapının açık olması istiyorum. Tevfik geldi, onların ilk dersleri boşmuş, ona bırakıp dersliğe döndüm. Kahvaltı zili çaldı, dönüp kahvaltıya gittim. Kahvaltıda herkes bir yalan atıyor. Bir ara: “ Böyle zırvalıklara nasıl inanıyorsunuz?” diyecek oldum, Yusuf Asıl: “ Sen az önce inanmıştın ama!” diye güldü. Ben gerçekten inanmıştım. Çünkü benim belleğimde Bir Nisan Şakası diye bir anlayış yok. Ben bu okula gelinceye dek böyle bir şaka duymadım. Evvelki yıl böyle bir hava esmişt. O geride kaldı. Geçen yıl göç nedeniyle şaka kaldıracak durumda olmadığımızdan Bir Nisan sanırım şakasız geçmişti. Ya da büyüklerimizin bize yaptığı Nisan Şakasını tam on ay çözmeye çalıştık. Ya da çözemeyip sustuk. Arkadaşlar, daha çocuk olduklarından ben ne dersem diyeyim gülmelerini sürdürdüler. Deresliğe girdikten az sonra Ahmet Gürsel Öğretmen geldi, size söylemiş olmalıyım, birer kağıt çıkarın! “ dedi. Herkes, ekşimiz yüzlerini takındı, kağıt hışırtısından başka ses kalmadı. Ahmet Gürsel Öğretmen biraz yüksek sesle bira canlanalım, nedir bu cansızlık, kendinden geçmişlik, siz ayları da unutmuşa benziyorsunuz! “ deyince herkeste bir canlanma oldu. Öğretmen: “ Biz derslerde öğretmenleri şaşırtıyorduk. Aynı durum başımıza gelmesin diye tetikte duruyoruz. Ne var ki siz, bizim öğretmenlerimiz gibi bu konularda biraz ağırsınız! “ deyip güldü. Sonra da ilk bakışta bunlar anlamsız gibi gelir ama belli yaşlarda insanlar için geçmişin anılarını donatıp güzelleştirirler. Siz bu konuda mazursunuz, yuvanızda ağız tadıyla oturup bir gelenek kuramadınız. Savaş madurları gibi oradan oraya göçerken bayramdan seyrandan geçtiniz. Bunu düşündüğümden sizi uyarmak amacıyla bu Nisdan Şakasını yaptım. Kağıtlarınızı saklayın, bugün ençok gereksinim duyduğunuz konuları tekrarlayalım. Bugün çekinmeyin, yapamadıklarınızı Bir Nisan Şakası deyip çekilin bilen arkadaşlarınız da Bir Nisan şakası olarak kalkıp eksiklikleri tamamlasın! “ Hepimizde bir rahatlama oldu. İsmet Yanar son cebir ödevlerinden örnekler yapalım! “ dedi. Öğretmen İsmet’e “ Senin takıldıklarınla başlarsak arkadaşlarıbnızın bazılarına haksızlık etmiş oluruz! “ dedi. 6 Ali Güleren parmak kaldırdı. Öğretmen: “ Arkadaşınızı dinleyelim! “ deyip Ali Gülerene söz verdi. Ali de İsmet’in istedikleri önerdi: “Son yaptığımız harfli. sayıları toplayıp çıkaramıyorum!” dedi. Öğretmen Ali’yi kaldırdı: “Şu yapamadığın harfli sayıları yaz bakalım da görelim!” dedi. Ali dfteriyle kalkıp geçen hafta öğretmenin yazdurdıklarını tahtaya yazdı. Öğretmen gülümsedi ama: “ Arkadaşınıza söz verdik, “Bu gün Bir Nisan, neşeli olmak istiyor insan!” dedi. güldü. Bakın ben şairler gibi konuşuyorum: dedi. Ali çıkarma denklemini yazdı, geri çekildi. Sami hemen el kaldı. Öğretmen Sami’ye otur işareti yaptı. Öğretmen hepimizin üstünden gözlerini geçirdi. Bana bakarken elimi kaldırdım. “ İndir! “ işareti verdi. Kimseden ses çıkmadı. Bu kez öğretmen: “ Siz bu ödevleri yapmadınız mı? diye sordu. Sami Akıncı: Öğretmenim siz bu ödevleri Salı günü için vermiştiniz, arkadaş çalışmış yapamamış, onuniçin sordu! “ deyince. Öğretmen: “ Anladım benim verdiğim ödevi açık göz, bana yaptıracak! “ dedi. Ali’nin yazdığını sildirdi, çok benzerlerini yazdırdı. Öğretmen sözünd durdu, sabırla Ali Güleren’e bir çıkarma denkleini çözdürdü. Bu kez Gene Ali Gülerene, harfsiz sayılardan bir denklem kurdurdu. Parantezli sayıları olan bu denklemi Ali çözemedi. Öğretmen gülerek: “ Dostum, Bir nisan şakası yılda bir gündür, Şakasız günlrse 364-365 gündür. Bu nedenle şakasız günlerde esas olan bu ihmal edilmiş problemleri halledelim, gelecek yılın bir sisanında daha neşeli derr yaparız! “ dedi. Yusuf Asıl kalktı, Ali Güleren’in yapamadığını yaptı. . Bu kez Yusuf’a daha önce Ali için yazılan harfli denklemi çözmesini söyledi. Yusuf, üst sırfayı yazarken zil çaldı. Öğretmen Yusuf’a sordu: “ Sen bunu yapacak mısın, kendine güvenin var mı, bekleyeyim mi? “ diye sordu. Yusuf, ödevlerini yaptığını söyledi. Öğretmen, “ Ödevlerine sonra bakacağım, önemli olan mekanizmayı kavraman, teşekkür ederim! “ deyip Yusuf’u oturttu. Ahmet Gürsel Öğretmenin hemen ardından Müdür Bey geldi. Her zaman, değişik sözler söyleyrek derse giren Müdür Bey bu kez doğrudan “ Pestalozzi gerçekte bir İsviçreli ya da İsviçreye yerleşmiş bir eski Fransız aileden gelir ama, o, daha çok Almanya’da çalışmış, orada tanınmıştır. Dahası Alman pedagoglarını etkilemiştir! “ diyerek Pestalozzi’nin yaptıklarını, açtığı okulları, dimn adamlarıyla çatışmalarını anlattı. Sonra da çocuğu eğitirken dikkat edilmesi gereken ilkeleri, anna-babanın görevleri, öğretmenlerin çacuklara karşı tavırları için öne sürdüğü ilkeleri sıraladı. Müdür Beyin ezberflemiş gibi konuşarak anlattıklarını sanırım hiç birimiz kavrayamıyoruz. Ancak ben kitaptan okuduğum için tam söyleyemesem bile bazı sayfaları anımsayıp yakınlık kurabiliyorum. ugün Fröbel’i okudum. Onu okurken uzun uzun Pestalözzi’nın yaptıkları anıldı. Sanırım ilerde öteki pedagoglr okununca daha iyi anlayacağız. Şimdilerde Müdür Bey birimizi kaldırıp” Ben ne anlattım? “ diye sorsa doğru dürüst bir yanıt alamayacak. . Müdür Bey derslşikten ayrılınca herkeste bir şaşkınlık, “ Öğretmenliği biz böyle mi öğreneceğiz? Mehmet Yücel her zaman güzel sorular buluyor. Öğretmenliği biz böyle mi öğreneceğiz ? diyenlere: Ne sanıyorsunuz? Askerliği okuyarak öğrendiğinizi mi sanıyosunuz? Bunları derslerde öğrenemediğinizi anlayınca oturup okuyarak öğreneceksiniz. Öğretmenler bize eksikliklerimizi gösteriyor. Onlar bizim eklsikliklerimizi göstermese odun gibi burada dolaşıp geldiğimiz gibi geri gideceğiz. Adamlar bize: “ Bakın biz de öğretmeniz siz de öğretmen olacaklsınız. Ancak bizdeki bilgi sizde olmayacaksa siz bizim kadar rahat öğretmenlik yapamazsınız! “ demek istiyorlar. Biz işte bunu iyi anlamak zorundayız: “ Pestalozzi’yi anlayamadık! “ diyoruz. Adamın yaptıklarını kitaplar yazıyor; o yazıları birkaç kez okuyup öğrenebiliriz! “ Mehmet Yücel söyledi ama kime? Müdür Bey ikinci derse gelmedi. Bir bahane uydurup İlhan Görkey Öğretmene gittim: “ Biz yarın öğleden sonra 20 kişilik bir grupla oyunlara başlıyoruz! “ dedim. İlhan Görkey Öğretmen çok memnun oldu, ileriki günlerde oğlu ile kızını da getireceğini söyledi. Kızı sözünü duyunca hemen bir plan düşündüm, kızlardan küçük bir grup yaparız, Gül de kastılacağına göre, o bahaneyle daha sık konuşabiliriz Buna hiç kimse başka bir anlam veremez. Bu arada Müdür Beye konuk gelerceğini de öğrendim. Konuk, Kırklareli Valisiymiş; bu gelenler de onu duyurmaya gelmişler. Dersliğe dönmedim. Kitaplığa gidip Pestalozzi’yi bir daha okudum. İlginç kitap, Müdür Beyin anlattığı gibi sık sık tekrarlayarak anlatıyor. Tekrarlanınca anlamak da zorlaşıyor. Özet çıkarmaya karar verdim. Pedagoji defteri tutacağım. Kırklareli valisi temel atmaya gelen vali değil. Temel için gelen İhsan Aksoy’du; Alpulla’ya gelense Hasip Koylan. Şimdi gelecek Kazım Demirer’miş. (bunu, Asaf Amca söyledi) Vali Beyin gekeceğini tüm çocuklar duymuş. Nöbetçi çocuklardan Ramazan Kormaz yanıma sokuldu, yavaşça: “ Abi, Vali geliyormuş, bizi gene bir yere gönderirler mi? “ dedi. Ramazan 8. sınıfta ama küçük takımından. “ Geçen yıl bizi göndermeye vali mi gelmişti? “ diye sordum. Ramazan’ın beyaz yüzü azıcık kızardı: “ Bilmiyorum abi, gitmekten korkuyorum! “ dedi. Öteki nöbetçiler de toplandı. Arkadaşlar da söze karıştı, Valilerin okulları sık sık gezdiğini anlattılar. Çocuklardan ayrılınca bu kez de biz kuşkulandıkGeçen yıl tam bu günler bize bir hafta izin verdiler; izinden döner dönmez de yola çıkmıştık. Ancak göç tevatürlerie çok önce başlamıştı. Şimdi öyle bir söylenti yok. Savaş geçen yıldan farklı bir duruma girdi: “ Alman orduları bir çok yerde gerilemeye başlamış.
Zil çalınca atölyeye gittim. Hamdi Bağ Öğretmen sordu: “ Bu kez de oradan mı kaçtın? Önce anlamadım, baktım. Arkadaşlar açıkladı. Oradan kaçtığımı söyledim. İrfan Öğretmen beni savundu: İbrahim, çalışaya geldi, iş yapılan yere gelen kimse işten kaçar mı? “ sonra da beni yanına çağırdı: “ Gel biz birlikte çalışalım! “ dedi. Daha önce kesilecek kalaslar hazırlanmış, onlardan 4x10 kuşaklar çıkardık. Yeni yapılacak binaların çatılarına başlanacakmış. Arada arkadaşlar: “ Vali geliyor! “ dediler. Hamdi Öğretmen : “ Kırklareli Vali. Yarın gelecek, öyle bildirdiler! “ dedi. Arkadaşların yüzleri azıcık ekşidi: “ Öğleden sonra gelecekse gene işbaşı yapılır! “ Paydosa dek yorumlar yapıldı. Paydosta kitaplığa gidip döndüm. Cavit’le Tevfik çalışıyor. Cavit Fevzi Üner’i de yardıma çağırmış. Benim işime yaradı. Uzun süre akordiyon çalıştım. Yarın Bayrak Törenine çıkmaya karar verdim. Bayrağı Hasan Gülümser indirecek. Akordiyonu da kitaplığa götürdüm. Dersliğe gittiğimde arkadaşların: “ Üsteğmen gelse de işe gitmesek dileğinde bulunuklarını gördüm. Üç haftadır üsteğmen gelmedi. Bu sürteçte üsteğmeni kimse anmamıştı. İnadım tuttu: “ Üstyeğmen gelmez, Almanlar, Rusya’da, Afrika’da yeniliyormuş, sanırım o şimi üzülüyordur! “ Birkaç kişi birden: “ Haksızlık etme, üsteğmen taraf tutmuyor, doğruyu konuşuyor; Almanların yenilmesine neden üzülsün? “ Böyle diyenler oldu ama bu kez de arkadaşlar arasında tartışma başladı: “ Kim yensin? “ Ben, Almanların Avrupa’da, Japonların da Asya’da yenmelerini istediğimi söyledim. Düğüm çözüldü, herkes kendi fikrinden çok isteğini söyledi6 arkadaş salt Almanya’nın ynilmesini, 6 arkadaş da kimse yenilmeden savaştan vazgeçilmesini 13 arkadaş benim gibi Almanya ile Japonya’nın yenmesini istedi. Sami Akıncı. “ Savaşta insanlar ölüyor, ben savaşı sevmiyorum, böyle bir dilekte de bulunmak istemiyorum! “ deyip sustu. Üç arkadaımız revirde. Böylce çoğunluk, Almanya’yla Japonya’nın savaşı kazanacak demiş oldu. İsmet: “ İşte şimdi üsteğmenin gelmesini bekleyebiliriz. Bunu söyleyince bakalım ne diyecek? “ Yat zili çalınca birden aklım yarına takıldı; bizimoyunlar gene kalacağa benziyor. Vali öğleden sonra gelirse, öğrencileri belki de toplayıp konuşma yapacaklar. Öyle olacak, böyle olacak derken uyudum.
4 Nisan 1942 Cumartesi
Vali geldi, seni bekliyor şakalaşmaları arasından sıyrılıp yatakhaneden çıktım. Tam kapıdan çıkarken Faik Bakır Öğretmen: “ Hala yatanlar var mı? “ diye sordu. Benden önce başkaları yanıt verdi:
-Yok öğretmenim, herkesler derslikte!
Derslikte Vali geliyor, gelmiyor çekiştirmesi yaparken Yusuf Asıl:
-Ne yapacağız, ne zaman toplanacağız? heyecanı içinde soru yağmuruna tuttu. Birlikte kahvaltıya giderken bu kez de oyunları öğrenmek isteyenler etrafımızı sardı “ . Vali gelecek! “ söylemi bizin de işimize yaradı. Soranlara:
-Vali Bey, gelip gidince! yanıtını verdik.
Kahvaltıda çay peynir oluşu da Vali Beyin gelişine yoruldu. “ Vali Bey, her gün gel! “ dilekleri içinde dersliğe gittik. Besim İyitanır Öğretmen Mustafa Saatçı’ya, arkadaşların bahçeye gelmesini söylemiş. Mustafa Saatçı yemin ediyor: “ Öğretmen çağırdı! “ diyor ama, her zamanki şakalarını bilenler inanmadılar. Gözler üsteğmenin motosikletinde. Ancak motosiklet gelmedi; 8. sınıf öğrencilerinden Rafet Kurşun geldi haber verdi, gitti. Herkes kös kös bakışırken, Mustafa Saatçı kapıya durdu:
-Çıkamazsınız; bana inanmadınız da o yamuk ağızlı çocuğa mı inandınız? diye tutturdu. Mehmet Yücel’le İsmet Yanar:
-Ne varmış o çocuğun ağzında, neresi yamuk, pekala dosdoğru söyledi, kendine inandırdı. Sen kendi ağzına bak, deyip Mustafa Saatçı'yı itekleyip dışarı çıktılar. Arkadaşlar gidince ben kitaplığı açtım. Vali Bey gelirse uğrar, diye düşünerek ortalığı topladım. Cavit’le Tevfik de geldi. Cavit’i Fikret Madaralı Öğretmen göndermiş, onun dersi varmış. Tevfik’n de müzik dersi boşmuş. Üçümüz de Vali beklemeye başladık. Ben ansiklopediyi açıp birkaç madde okudum. Daha sonra Tötonlar diye bir kitap buldum. Töton sözü ilgimi çekti. Daha önce de tarih kitabında buna benzer bir ad çok garibime gitmiş, uzun süre unutamamıştım: Topalar. Çok araştırdım ama onları tanıyacak bilgi bulamamıştım. Birden onları düşündüm. Tötonlar onlar olabilir mi? Bir süre okudum, bunlar onlar değil ama bunlar da ilginç, belli bir yerleri yok galiba, akın ediyorlar, savaş yapıyorlar, iyi at biniyorlar da bu atları nereden alıyorlar? diye sorular sordum. Tötonlar. Bunlar da tıpkı Topalar gibi yok olmuşlar ya da ad değiştirmişler. Selçukluların Osmanlı, Osmanlıların Türk oldukları gibi. Cavit baktı, Töton sözüne o da takıldı. Takıldı ama böyle hiç bilmediği bir konuda yazılan kitapları okuyamadığını söyledi. Bu kez de Tevfik söze karıştı, Cavit’in tersini söyledi:
-Ben de Abi gibi çoğunlukla kitapların ya da yazı başlıklarının etkisinde kalırım; işin ilginç yanı öyle okuduklarımın da çok etkisinde kalırım! “ Tevfik iki de örnek verdi Don Kişot’la Dorien Gray’in Portresini hiç kimseden duymadan salt adlarının ilgisini çektiği için okumaya başladığını sonra da çok beğendiğini anlattı. 7. sınıflar serbest kalmış, onlardan gelenler oldu. Necmiye, Feride, Melahat geldi. Feride’yle Melahat oyunlara ne zaman başlayacağımızı sordu. “ Bugün! “ deyince Necmiya biraz şaşırarak:
-Aaaa, benim haberim yok, kim söyledi? “ diyerek, telaşlı bir tavır takındı. Numarasını (! ) bildiğim için:
-Nasıl bilmezsin? Daha Hasanoğlan’dayken birlikte kararlaştırmıştık! “ dedim. “ Şaka erdiyorsun: “ deyip sustu. Kızları, ayrı bir grup yapıp çalışacağımızı, belki onlarla okul içinde bir yer seçeceğimizi, o kararı ise İlhan Görkey Öğretmenin vereceğini, onun kızının da katılacağını anlattım. Bugün başlayacakaların atölyeler arasında çalışacağını, ekledim. Ayrılırken Necmiye sordu:
-Bana neden öyle dedin? Necmiye'nın sorusunu Melahat yanıtladı:
-Nedenini sen biliyorsun, katılmak istedin istedin caydın; hem dse kasç kez! Necmiye’nin bembeyaz yüzü al al oldu. . Bir süre yan yan baktı. Sordum:
-Neden öyle yan yan bakıyorsun? Cavit güldü:
-Abi sen bilmiyor musun? Onun soyadı Yangöz’dür. Bir yangöz soyadı duydum ama kimin olduğunuı bilmiyordum, öğrenmiş oldum!
Zil çaldı, akordiyonu alıp çıktım. Geçen yıl Hidayet Gülen Öğretmenin komutları arasında çok çıkmıştım ama bu kez komutu da ben verecektim. Ses verdim, “ Dikkat! “ dedikten sonra işaret verdiğimde arkamızdan arabalar geldi, sessizce insanlar indi, selama durdu. Rahat deyince bir telaş başladı. Namık, Hamdi, Faik öğretmenler arkadaşları geri çektiler. Konuklar şapkalarını selam için sallayarak içeri girdiler. Vali ile yanındkiler gelmişti. Yemeğe girdik, İsmet geldi, Dayı senin deden de gelmiş yanına neden gitmedin? “ diye sordu. Şaşırdım:
-Gitmez olur muyum, geldiğini görmedim! “ dedim ama içim rahat etmedi. Lokmalarımı atıştırıp okul binasına gittim. Vahit Dede çocuklarla konuşuyordu. Beni görünce “ Sana bakıyordum, gördüm, müziği ilerletmişsin, buna memnun oldum deyip koluma girdi. Bana güvendiğini söyledi güzel güzel sözler söyledi. Müdür odasından çıkan biri “ Sayın Salcı! “ deyince Vahit Dede içeri gitti. Bir süre bekledim. Müdür odasındaki 7-8 kişi hep birlikte çıktılar, arabalara yürüdüler. Arabaların ikisi gitti biri kaldı. Biz derslik penceresinden izledik. Kalan arabanıon yanındaki üç kişi gene okul döndü. Üç kişinin bir Vahit Dedeydi. Kapıya çıktım; beni görünce az sonra seni çağıracağım, kısa bir görüşmemiz olacak, bekle! “ dedi. Dersliğin kapısı önüne gidip dikildim. Tam bir saat kimse çıkmadı. Sıkılmaya başlamıştım, Vahit Dede çıktı, bana işaret etti. “ Ko9nuşacak bir yer yok mu? diye yüksek sesle sorarken Faik Bakır Öğretmen duymuş” Var var efendim, buyurun öğretmen odasına, rahatsız edecek kimse yok” dedi. Öğrertmen odasına girdik. Az sonra Namık Ergin Öğretmen geldi: Bana konuklarımızı yemeğe çağırıyoruz, yemekten sonra görüşmenizi sürdürürsünüz! “ dedi. Ben kalktım, bir şey söylemedim ama söyler gibi öğretmene baktım. Namık Öğretmen anladı: “ Salcı Dede bir iki, saat burada kalacak, konuşursunuz! “ dedi. Onlar Müdür odasına gittiler. Ben dersliğe gidip durumu Yusuf Asıl’la Ahmet Güner’e anlattım, oyunları geç saate aldık. İki saat sonra Vahit Dede beni çağırdı gene öğretmen odasına gittik. Köyden kırklareli’den konuştuk. O beni övdü. Müzikl ilgime çok sevindi. Tek akordiyonla oyalanma birkaç enstroman dene! “ dedi. Piyano isteğimi söyleyince biraz düşündü, “ Piyano yerdeğişmezse iyi olur, öğretmenelrin bir yerde kalması zor, iyi düşün, enstromanun yanında olacak türden olsun, n olur ne olmaz, sonra müziğinden ayrı kalırsın! “ dedi. Edirne! de bizim okula gelecieğisözü edilmişti, onu sordum. O zaman bizim okula yasal öğretmen diplomalılar atanıyormuşMilli Eğitim Bakanlığı Vahit Lütfü Salcı’nın diplomasını yeterli bulmamışO da buna gücenip o istekten vaz geçmiş. Yeni yasa çıkınca Vali Bey tekrar istemiş ama bu kez de Vahit Dede beğenmemiş. Atanacağı kadro Ustaöğreticiymiş. Gülerek benden sordu: “ Nedir bu usta öğreticilik? Bilmediğimi söyledim. Vali Beyin dileği okujlda güzel bir bando kurulmasıymış. O bundan henüz vazgeçmemiş. Bandop için gerekli parayı sağlayınca gene bir girişimde bulunacakmış. Sonra da: “ Biraz da kendim yan çiziyorum, küçük öğrencilerle uğraşacak yaşı geride bıraktım! “ deyip yazı yazıp yazmadığımı sordu. Fikret Öğretmni, n yazılarımı okuyup okumadığını sordu. Biraz utanarak: “ Okuyor! “ dedim. Bunu dememem grekirdi, bir iki kez aldı baktı. sonraları da devam etmemi tembihledi. Şimdilerde ise pek sormuyor bile. Vahit Dedenin arkadaşları kalktılar, o da bana sarılarak ayrıldı, Kamberf Amcama selam söyledi, kılağıma eğilerek: “ Sakın byraya geldiğimi söyleme, Lüleburgaz’da gördüm, çok selam söyledi! “ dersin, diye tembihledi. Vali Bey geldi, gitti. İyi oldu, Vahit Dede’mi gördüm. Arkadaşlar hazırmış sözleştiğimiz yere çıktık. Hazırlanan listedekilerle Kepirtepe’de ilk zeybek oyun arına başladık. Önce Ahmet’le Yusuf Harmandalıyı, Bengiyi oynadılar. Sonra da Harmandalı ile çalışmaya başladık. İlk günde kimi pürüzleri oldu. Çocuklar kurallarımızı bilmediği için görünce koşup halkaya katılmak istediler. . 8-10 kişi böyle yapınca tanıdıklardan güvendiklerimizi bekçi koyduk. Kimisi oynamayı bir hak sayıp halkadan çıkmamakta diretti. kısa kısa kesilmeler oldu. Gene de başladığımız işin yürüyeceğine güvenimiz kırılmak şöyle dursun, oldukça arttı. Cumartesi yerine bir başka güne alıp kalabalık toplanmasını önleme çareleri konuşarak bu günlük kısa kestik. Akordiyonu gene kitaplığa bıraktım. Pazar töreninden sonra. atölyeye götürürüm. N ile karşılaştım, üzüldüğünü söyledi. Hasanoğlan’da o güzenli katılmış, ben unutmuşum; Süheyla Öğretmen gidince ise Nahide Öğretmen oyuna çıkmalarını önlemişmiş. Sözümü geri alıp özür diledim. Bu kez de çok üzüldüğü gibi bir süre de ağlamış. Haksız söz iişitmeye dayanamaz hemen ağlarmış. Neyse arkadaşları biraz teselli etmiş. Melahat Erkan: “ Ağlama. İbrahim Ağabey o sözü kötü anlamda söylemedi, şaka etti; sen yanlış anladın! “ demiş. İşte bundan biraz teselli bulmuş. Bunları bir çırpıda söyledi ama bakışı hiç de inandırıcı değildi. Ben de onun gibi yaptım; inanmış görünüp ayrıldım. Kitaplıkta oturdum. Tevfik’le Cavit’in son günleri, beni dinlendirdiler. Tötonları okudum. Bunlar Topalar gibi yalnız, benim düşündüğüm gibi zavallı değilmiş; Baltık Denizi yanlarından tüm Avrupa’ya yayılmışlar. Almanya, İngilyere, Polonya, Danimarka, Holanda, Avusturya, İsviçre ülkelerinde yaşayanların bir çoğu onları kendi ataları sayıyormuş. Ata binicilikte çok ustalarmış. Bu denli hünrli, savaşçı olduklarına göre bu gün nrdrn bir Tötonya ülkesi yok? Bizim osmanlılar gibi ülkeleri parçalanmış bir çok devlet değişik adlar alıp onları unutmuşlar. Kitaptan sayfalar düşmüş sayfa numaeası 48’den 64’e geçti. Ayırdında olmadan iki üç sayfa okumuşum. . Varlıklı bir ülkeyi soyuyorlardı. Bir de baktım denizlere açılan savaşçılardan söz ediyor. Zaten yorulmuştum, bıraktım. Dersliğe gidince sorularla karşılaştım. Eski valiyi tanıyor musun? “ Eski vali dediğiniz hangisi? Valiler sık sık değişiyor. Ben Kırklareli valisi olarak Faik Üstün’ü yakından gördüm. O da 1934-36 yılarındaydı. Bizim köye gelirken oğlunu da getiriyordu. Oğlu Emin benim yaşımdaydı. Valinin şoförlüğünü de Hasan Amcam yapuyordu. O nedenle yakından tanıdım. O ayrıldıktan sonra bir daha Kırklareli valisi olarak Alpullu’ya geldiğinde Hasip Koylan’ı gördüm, Onu siz de gördünüz. Kısacası eski vali olarak başkalarını tanımıyorum, bunu ise sizin gibi ben de bugün gördüm. Adlarını nasıl unutmadığımı soran oldu. Benden önce yanıt verildi” O, önemli gördüklerini yazıyor. Yazdığımı söyledim. Çıkarıp yazdığımı okudum: “ Sayın Kazım Demirer/Kırklareli Valisi Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü onurlandırdı: 2/4/ 1942 Cumartesi -Tam öğlede İstiklal Marşı söylenirken geldi, 2 saat kalıp Tekirdağ’a geçti…Arkadaşlar yazdığımı hep biliyorlar ama bu kez çok dikkatle dinlediler. “ Çok iyi yapıyor! “ diyenler arasında ağzını yaya yaya: “ Ne olacak yazınca? Deyip kaşlarını kaldıranlar da oldu. Fazla önemsemedim ama bunlara azıcık çıkıştı: “ Ben salt gelen valileri değil, gelen bakanları, genel müdürleri, çalıştığım işleri de not ediyorum. Hasanoğlan’a gelen müdürleri, yaptıkları konuşmaların özetlerini benden öğrenebilirsiniz. Nurettin Biriz dense açar okurum. Nurettin Biriz konuştuğu zaman hepimiz “ Yaşa! “ diye bağırmıştık. Siz bir gün kesinlikle kimdi o biizi coşturan müdür diye düşüneceksiniz ama ben, açıp bakacağım: “ O Samsun/Ladik Köy Enstitüsü Müdürü Nurettin Biriz’di! “ diyeceğim. Arkadaşlar giderek sessizleşti, sakin sakin sorular sordular. Vahit Lütfü Salcı’nın görevini sordular. Kırklareli’de Bucak Müdürü olarak çalışıyor. Doğrudan doğruya Vali emrinde olduğu için gezilerinde valilerle dolaşıyor. Lüleburgaz’da çok tanıdıkları var, onlarla görüşmek için validen izin alıp kaldı. Val bu gece Tekirdağ’da kalacak, yarın dönerken Vahit Dede’yi Lüleburgaz’dan alıp gidecek. Vahit Dede’nin bizim okula neden atanmadığını da anlattım. Ustaöğretici sözüne bir çok arkadaş sinirlendi: “ Öğretmen bulamadıkları için işi ustalara döküyorlar! “ türü konuşmalar oldu. Önce biraz sinerlendiğim konuşmalar sonra sonra benim üstümden sıyrılarak arkadaşların derdine dönüştü. Gene notlarıma bakıp sordum: “ Seyhan/Haruniye Köy Enstitüsü ekibinin başında gelen öğretmen Vahdet Kayık’ın sanat öğretmeni olup olmadığını biliyor musunuz? Ya Trabzon/Beşikdüzü öğretmeninin asıl branşı neydi? Gelen ekiplerin hiç birinin başında Namık Ergin Öğretmen gibi inşaat işlerinde yoğrulmuş kimse yoktu. Bunu kaç kez Sili Usta ile Mustafa Güneri Öğretmen yanımızda açık açık konuştu. Kızılçullu dışındakilerin rende kullandığından bile kuşkuluyum. Sili Ustanın beni Çiftelere öğretmen olarak göndereceğini söylemesi şakaydı ama o şakanın altın da söylenmek istenen birşeyler olsa gerek. Çiftelerden önce Abdullah Özkucur adlı öğrenci gelmişti. Bizim marangozluk bölümü arkadaşları anımsar. Abdullah Özkucur, biz çalışırken bir hafta bir kenara çekilip kitap okudu. Kitap okumayı bize karşı bir üstünlükmüş gibi satmaya kalkıştı. Kitabı alıp biz de okuduk. İşte Hasan Üner tanık, Abdullah Özkucur’un bir hafta okumaya çalıştığı kitabı; biz ikimiz bir haftadan önce bitirdik. (Pearl Back-Ana)Yan çizdiğini Mustafa Güneri Güneri Öğretmen de saptayınca bizim yanımızdan aldılar. Böyleyken temel atma töreninde Feerit Oğuz Bayır’ın burnu dibinde dolandı, resim çekilirken pozlar verdi. Çifteler Ekibi gelince daha iyi tanıdık. Meğer arkadaş, “ İşlerde çalışmayı değil, bir kenara çekilip kitap okumayı seviyormuş. Daha sonraki süreçte, kendisinden bir sınıf küçük Mustafa Atavcı yanında çalışırken gördüğümde hiç şaşmadım. Bu nedenle Eskişehir/Çifteler Köy Enstitüsü’nü denk olmasına karşın İzmir/Kızılçullu yanında saymadım!” Beni sessizce dinleyen arkadaşların da gözlemleri varmış; bir süre onlar da konuştu. Onların konuşmaları daha çok, öteki Enstitülerden gelenlerin yaşları ya da öğrencilerin çok yaşlı görünmeleri üstüne oldu. Yusuf Asıl: “ Eskişehir/ Çiftelerden gelen beş altı tanesinin Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmenden yaşlı olduğunu söylemesi arkadaşları güldürdü. Salt Çifteler değil, Pazarören, Gölköy, Akçadağ, Cilavuz öğrencilerinin de yaşları üzerinde duruldu. Konuşmalar yaş üzerine dönünce Mustafa Saatçı ile Sefer Tunca azıcık alındılar. “ Sefer Tunca: “ Onlar da şimdi bizi konuşuyorsa yaşımızdan mı söz ediyorlar acaba? “ diye sordu. Yaş konusunda yaşlı olmama karşın susuşumu ise sarışın olduğumdan yaşımı göstermeyişime yordular. Güldüm: “ Benim yaşımı ben saklamıyorm, her zaman söylüyorum. Kendi sınıfımdaki en az 10 arkadaştan beş yaş büyüküm. Bunu okula ilşk geldiğimde de söyledim. İşte yeğenim aranızda, ben ondan 4 yaş büyüğüm. Başkasını bilmiyorum ama Mustafa Saatçı da benim yaşımda. Öyleyse ben yaşımı saklamıyorum; sdaklamak için de bir neden görmüyorum! “ . Hasanoğlan anıları, öteki enstitülüler falan derken iyice dalmışız. Zil çalınca uyanır gibi birden yüksek sesle konuşmalar başladı. Sami Akıncı teşekkür etti. “ Her zaman böyle konuşun, ne güzel oluyor. Böyle olunca ben de dinliyorum! “ dedi. Bu kez de Sami’ye takılmalar başladı; “ Peki Abi, emredersin öğretmenim, dayı, amca sözleri arka arkaya geldi. Sami gülerek: “ Ne derseniz deyin, ama böyle sakin sakin konuşalım, bir birimizi dinleyelim. Büyüdük artık Abiler! “ dedi. Aynı dileklerle yataklara yollandık. Yatınca iyice Hasanoğlan’a gittim. Konuşurken, sanki Hasanoğlan’a biz de ekip olarak gitmişiz, ötekiler gibi bir süre kalmışız gibi konuşuluyor. Oysa biz oraya yerleşmiş gibiydik. Gelen ekipler bize ev sahibi olarak bakıyordu. Onlar gelmeden üç ay önce gitmiş dört ay sonra dönmüştük. Onlar 18-20 gün kaldı, biz 8 ay kaldık. Onların da Hasanoğlan’ı bizim gibi algılamasını bekliyoruz. Hasanoğlan deyince eşdeğer anıları olabileceğini düşlüyoruz. Gerçekte biz gelen ekipleri daha Hasanoğlan’dayken unutmuştuk. Şimdi unutmakta olduğumuz Hasanoğlan’ onlarla birlikte anımsamamız, biraz da olaylara eğreti bakışımızdandır. Oysa gelen ekipler temmuz-ağustos aylarının sıcak günlerinde, toz toprak içinde bile olsa oynayıp eğlenebildiğimiz süreçti. Oysa bir daha sonra oyun, eğlence bir yana yağmur, kar altında can derdine düşmüştük. Kepirtepe’ye dönüş nedenlerini tam olarak bilmiyoruz. Ancak dönüş için yaşamsal tehlikeleri göze alan insanlar oldu. Bunlar türlü planlar kurdu, tuttu tutmadı bilinmez ama gönüşü tek çare sayıp direttiler. Ayrıca bizim, Hasanoğlan dönüşü uzun süre köylerimize gönderilmemiz; bizde, ayırdında olmadığımız bir unutma süreci yaşattı. Bir yıla yaklaşan bir okul özlemi, geçmişin iyi-kötü anılarını unutturmasa bile gündemden uzaklaştırdı. Sanırım bu nedenle zamanlamayı fazla önemsemeden Hasanoğlan anılarını yuvarlak olarak anıp geçiyoruz. Bir olayın daha ayırdına vardım; arkadaşlar Hasanoğlan dendiğinde benden daha az olay anımsıyor. Beşikdüzü sözü geçince, onların oyunlarını, şarkılarını söyleyip gülümsüyorlar, o kadar. 20 kişilik ekipte yirmi arkadaş vardı; bir çoklarıyla konuşuldu, oyunlara katılan, masalarımıza gelip konuşanlar oldu. Onların hiç birinden söz eden yok. Hele ekip öğretmenlerinden biriinin şakacıklığı o günler herkesin dilindeydi. Yolda karşılaşınca selamlıyorduk. Her karşılaşmada öğrtemen güldürücü sözler söylüyordu. Bunların hepsi unutulmuş. Pazarörenli Veli bile (Veli Dalak) bile anılmadı. Oysa Veli tatli diliyle tanınmıştı; kendisinden küçüklere bile- adını bilmeyince- “ Abi” deyişi onu herkese tanıtıp, sevdirmişti. Hele mandolin çalışmalarına katılanların Süheyla Öğretmeni anmamasını bir türlü anlamıyorum. Yoksa anımsıyorlar da söylemiyorlar mı? Belki onlar da anımsıyor da benim gibi, söylemekten çekiniyorlar; ben nasıl söylemiyorsam, onlar da söylemiyorlardır. Gizli düşünceler salt bende olacak değil ya! “ Herkesin bir gizli tarafı vardır. Ner ilginç şimdi benim en gizli tarafım C ile olan durumum m? !
5 Nisan 1942 Pazar
Bugün çalışma yokmuş. Doğruysa hepimiz sevineceğiz. Gerçekte ben daha bir hafta kitaplıktayım, bir kaygım yok ama arkadaşların telaşına kapılıyorum. İsmet, çalışma yoksa Yeni Bedir’e gidelim! “ dedi. Bence bir sakınca yok. Cavit’le Tevfik gönüllü olarak kitaplıkta kalıyorlar. Onların yerine gelecekler belli oldu. İkisi de pek kitapsever değilmiş ama nedense onlar ayrılmışlar. Zeynel Yalçın, Mehmet Ak. Mehmet Ak‘ın biraz kaytarıcı olduğunu biliyorum. Sanırım geçen yıldan bu yana daha anlayışlı olmuştur. Yoksa tutup kolundan dişarı atarım. Gelince, söyleyeceklerimi söyleyeceğim, herkes kendine düşeni yapacak! Kahvaltıda, bu hafta dinlenme olduğu duyuruldu. Arkadaşlar hemen nedenini buldular: Kırklareli Valisi Tekirdağ’a geçti, dönüşte gene uğrar, düşüncesiyle işbaşı yapılmıyormuş. Sordum: “ Kırklareli Valisi işlere, çalışmalara karşı mı? “ Yanıt yok. Onun yerine, öğretmenlerin de dinlenme hakkı olduğunu düşünmemizi önerdim. Mehmet Aygün nöbetçilere bakmamızı söyledi. Mukaddes nöbetçi. , bayan öğretmenlere kahvaltı getirdi. İki öğretmenden de şışman, ya da öyle gözüküyor. Siyah noktalı beyaz bir giysi giymiş. Belki o da biraz şişman gösteriyor. Hilmi konuşmadan duramadı. Bu da hep bunu giyiyor, başka giyeceği yok mu? “ Bir ağızdan yanıtını aldı, : “ Anne-babası yoksul, ne yapsın? Sen biraz yardım da bulunsana! “ Arkasından gülmeler. Yusuf Asıl sordu: “ Nasıl yardım edecek? “ Herkes bir yol söyledi: “ Alır beş metre basma getirir! Beşmetre basma ile çok değişiklik olmaz en az beş çeşit beş metrelik olmalı! “ Arkasından da gelecek nöbet Sazan’ın değişik çıkacağı söylendi. Bu görüntüler karşısında Hilmi Altınsöy’un çok gururlanacağı anlatılmaya başlanınca Hilmi biraz yüksek sesle sordu: “ Sizin benimle ne zorunuz var Allah aşkına? Bir söz söyledim, tandır tangır boş tenekeler gibi ses çıkarmaya başladınız! “ Boş Fıçı şarkısını anımsattım: “ Boş fıçıdan bilmem neden bu kadar, gürültülü, anlamsız sesler çıkar. Boşluk onu böyle söyletir. Boş konuşan insanlar da işte böyledi! “ Şarkıını Abdullah Erçetin güzel söylüyor, ondan dinleyelim! “ dedim. Sözümü, kimse üstüne almadı. Mehmet Ak geldi, ne zaman gelmeleri gerektiğini sordu. . Hafta bugün bitiyor ama yeni hafta yarın başlıyor, yarın sabah gelin! “ dedim. Hilmi sordu: “ Bunu kitaplığa kim seçmiş? Meğer Hilmi Altınsoy arkadaşı pek sevmniyormuş. Konuşmayı durdurdum: “ Ben daha önce arkadaşla çalıştım, biraz çok soru sorar ama verilen işi yapar. Ötesi de beni fazla ilgilndirmez! “ Ben kitaplığa gittim. Tevfik kitaplıkta kalmaktan mutlulu duyuyor. “ Abi, daha bir hafta buradayım, bu da yeter! “ dedi. Okumaktan vazgeçmiştim amaTötonları gene aldım. . Bu kez sayfalar atladım, arkalardan okudum. İyice şaşırdım; Tötonlar da bizim atalarımız gibi sürekli, yer değiştirmişler. Sonunda yok olmuşlar ama uzun süre de egemen güçlerle savaşmışlar. Gemicilikte, ticarette çok ilerlemişler. Onları önce Fenikelilere, sonra Kartacalılara benzettim. Fenikeliler, Afrikanın kuzeyine geçip Kartaca’yı kutmuşlardı. Kartacalılşar Romamılarla 100 yıl savaştı, sonunda yok oldu. Tötonlar böyle bir devlet kurmamış ama Fenikelilerin eski yurtlarına dek gitmişler, Akdeniz’in doğusunda ticaret yapmışlar. Buralardan kazandıkları paralarka Avrupa’da günümüze dek ayakta kalan kentler kurmuşlar. Gelenler oldu, aralarında Gül de vardı, başımı kitaptan kaldırmadım, bir süre bekledim, doğru dürüst söz söyleyip konuşursa yanıtmalayı düşündüm. Yanında Sakine vardı, Özbek. Tatar değil Özbekmiş. Özbek diye de bir ulus varmış. Ne çok ulus var. Tarih kitabındaki haritaya bakarken İskitler, Avarlar, Hunlar, Uygurlar derken bir de Topalar gözüme ilişti. Nedense Topalar bana acuıklı bir duygu verdi. “ Varmışlar, yok olmuşlar. Oysa varken yok olmuş daha nice insan toplulukları varken neden onlara takıldım, ben de anlayamadım. Onlar hakkında kitap bulsam okuyacağım. Tötonlarara o nedenle sarıldım. Onlar da yok olmuş gibi ama izleri sürüyor. Hem de dört beş devlet onları ataları sayıyormuş. En başta Almanlar geliyormuş. Zayen Alman imparatoruyla anlaşmalar yaparak yayılıp deryalara açılmışlar. Hem buımnları düşünüyorum hem de göz ucuyla Gül’ü izliyorum. Benimle konuşmaya pek niyeti yok gibi. Dişimi sıktım, okumaya devam ettim. Kitap ayırdılar, kitaplara bakıp konuşurken Gül, “ Bir de İbrahim Abi’ye soralım o okumuştur! “ diyerek benim beklentimi karşıladı. Umursamazmış gibi baktım, “ Bana mı? “ diye sordum. Pastoral Senfoni, Akdeniz, Hayyar Hamza. Hayyar Hamza’yı bilmiyordum. Ötekileri okuduğumu, güzel olduklarını söyledim. Güğl mdaha önce sorsduğunda ben İzlanda Balıkçısı’nı salık vermiştim. Onu henüz okumamış, bir arkadaşı okuyormuş. Arkadaşı kitabı çok beğenmiş. Ona benzer kitapları istiyormuş. Ona da Thais’i önerdim. Gittiler. Beklediğim oldu mu? Bir süre düşündüm, “ Çocuk bana: İbrahim Abi! “ diyor, ben aklımca düşler kurmaya kalkıyorum. Gece yatarken bunları çok yaptım ama bugün güpegündüz yapmaya kalktım. Bu olacak iş değil! “ deyip kalktım. Dışarı çıktım. Dfersliğe gittim. Derslikte Sami Akıoncı ile Mustafa Saatçı var. Mustafa Saatçı gazete okuyordu. Gazeteyi otobüsten atmışlar. Köroğlu gazetesi. Kocaman başlık: “ Almanlar şaşırtma harekatlarını sürdürüyor! “ Aldıkları kentlerin bir bölümünü boşaltıp sonradan ani baskınlarla Rusları avlayacaklarmış. Afrika’da Rommel İngilizleri böyle yakalamış! “ türü yazılar var. Ben bu gazeteyi çok okdum, bizim köyklüledr bunu çok okurlar. Hem ucuz hem de kısa yazar. Bizim köylüler gazetede geçen sözleri daha iyi anladıklarıni söylerler. Bir de Karagöz gazetesi vardır. Sami Akıncı, onların köyünde bu gazeteleri görmediğini söyleyince şaşırdım: “ Nasıl olur? Sonra düşündüm, nasıl oluru var mı? Ben bu gazeteleri, kahveye geldiği için biliyorum. Kahveye gelmese nereden bileceğim? Sami kahvelere gitmediğine göre bilmemesi doğal. Yarınki Türkçe dersini düşünerek defteri çıkardım. Öğretmen yazılı yapınca soracağını söylediği konular arasın da yazı türleri de vardı . Masal, Fabl, fıkra, Makale roman, şarklı türleri de vardı. Onlara baktım. Şaheserler Antolojisini, Agah Sırrı Levend’in Edebiyat Tarihi ile İsmail Habip Sevük’ün Edebi Bilgilerimiz adlı kitaplarını karıştırdım. Arkadaşlar hep top sahasına gitmişler. Birer ikişer gelmeye başladılar. İsmet geldi: “ Sıkıldım Yeni Bedir’e gidelim, köye girmek istemiyorsan köyün ötesine dek yürüyelim! “ dedi. Güldüm: “ Olur mu? beni oralarda gezerken amcam görürse bir daha onun yüzüne bakamam. Gidersek önce onlara uğrar sonra istediğin yere dek yürürüz! “ Anlaştık, arkadaşlardan kimseye haber vermiyoruz. Yemekten sonra ayrı ayrı bahçe aralığından köprü yanına çıkacağız. Artezyene gidiyormuş gibi yapıp uzaklaşacağız. İyi anlaştık. İsmet gitti. Ben Orhan Seyfi Orhon’un bir şiirini buldum. Bu şairin daha Edirnye! ye gittiğim ilk günlerinde bir şiirini okumuştum. Daha doğrusu ben okumadım; Fikret Madaralı Öğretmen okumuştu. Çok etkilnmiştik. Atatürk’ün ölümü üzerine yazmış.
GİDİYOR
Gidiyor, rastgelemez bir daha tarih eşine;
Gidiyor, on yedi milyon kişi takmış peşine!
Gidiyor; sonsuz olan kudreti sığmaz akla;
Gidiyor; göğsünü çep çevre saran bayrakla!
Gidiyor; izleri üstümnde birikmiş yaşlar;
Gidiyor; yerde kılıçlarla eğilmiş başlar!
Tamamı eski Türkçe defterimde yazılı…Orhan Seyfi Orhon’dan geçen yıl bir de Fırtına ve Kar okumuştuk. Çok uzun bir şiirle anlatılmış öyküydü. Fırftına ayrı kar ayrı konuşuyordu…. Başka parçasını anımsamıyorum. Buradaki şiiri daha değişik:
Gözler
Çıktım bugün güzellerin gözlerinde seyahate;
Bu yolculuk bilmem nasıl erecektir nihayete.
Mavi gözler pek asabi dalgalı bir deniz gibi,
Yeşil gözler en ziyade mütemail ihanete.
Sarışınlar yogun bir yaz semasını andıorıyor,
İlk busede başlayacak taliinden şikayete.
Ela gözler, akşam gibi, gölge dolu, hicran dolu,
Bu gözlerde hiç tesadüf etmedim ben saadete.
Gece oldu, en sonunda siyah gözler geldi, durdum:
Bu karalık yolda artık imkan yoktu seyahate.
Orhan Seyfi Orhon/Edebi Yeniliğimiz-İsmail Habip
Şiiri yazdım, yazarken daha ezberledim ama bunu kolay kolay okuyamam. Arkadaşlar arasında makbule geçecektir. Bizim kızlara okusam N çok mutlu olur. Simsiyah gözleri var, zeytin tanesi gibi. Yemek zili çaldı bizden gelen olmadı; sanırım doğrudan yemeğe girecekler. Orhan’la Kadir geldi, onlar da oynamışlar. Birlikte yemeğe döndük. Yemekte takımların arttığı göller kadar atamadıkları da önemsenip yorumlar yapılıyor: “ Bizim o iki gol de olsaydı biz yenmiş olacaktık! “ Boş bulundum: “ Ne anlamsız söz; boşa gidemn iki top gol olsaydı, demenin ne anlamı var. Olmamış, siz de yenilmişsiniz! “ Hep birden bana: “ Sen anlamazsın, onu oyun oynayanlar anlar !” dediler. Dediler ama bu söze benimle birlikte onlar da güldüler. Hasan Üner dayanamadı: “ Abi, sen bizim konuşmalarımıza aldırma, biz oynarken kendimizden geçiyoruz. Öyle ki, sahadaki durumumuz bir süre devam ediyor!” Kusura bakacak bir şey yok. Sizin duygularınıza ben katılamıyorum. Gerçekte ben, sözlerinize karışmamalıyım. Dinlemek de güzel. Ama ben de sabırsızım. Oyun dışındaki beraberliğimizi düşünerek arada söze giriyorum. Kusursa hepimiz kusurluyuz. Hoş gorülecekse gene hepimiz hoş görmeliyiz! “ Öyle yaptık. Banyo saatimiz, törenden sonraya alınmış; bu çok sevindim. Gözlr şiirini küçük bir kağıda yazdım cebime tıkıştırdım. Arif Kalkan gördü; hip yapmadığı bir gevezelik yaptı: “ Bakın bakın birisine pusula yazdı, gözetleyin kime verecek? “ Birden sinirlendim: “ Ne diyorsun arkadaş? Çocuk muyum ben, birisine pusula atacağım! Senin şaka dediğini birileri dünyaya yayar! “ deyip şiiri çıkardım. Ezberlemek için yanıma aldığımı söyledim. Arif söyledi, ğine pişman oldu, özür diledi, konu kapandı. Ancak ben bir süre konuştum. Benim yapmadığım şakaları bana yapmayın. Hele iftira ya da suça yönelik olayları şaka olarak dile dolamayın! “ dedim, pusula atmanın nerelere dek gidebileceğini örnekle anlattım. “ Burada biz konuşurken başka sınıflar duyar. Başka sınıflardan biri bizim konuştuğumuzu yapar, bizim konuşmalarımızla o iş karışır. Sonunda bir gün yolumuz okul müdürlüğüne dek gider. Böyle bir durumdan ben kurtulurum, bana inanırlar ama olaydan utanırım, adımın böyle anlamsız bir işe karışmasından yalan bile olsa utanç duyarım! “ . Bir süre oturduk. İsmetle sözleştiğimiz gibi o meyve bahçesini kenarında dere tarafına indi. Ben hiç sakınmadan asfalta çıkıp yürüdüm. Saklıyacak bir durum kalmadı; şiiri gösterince Yeni Bedir’e giderken okumak için yanıma aldım! “ dedim. Benim yalnız olarak hep gittiğimi bildiklerinden bakan bile olmadı. İsmet’in katılmasını ise başka arkadaşlar da isterse: “ Gelme diyememe sıkıntımızdan gizliyoruz. İsmet az beklemiş yola çıktık. Hava çok güzel. İsmet derin derin soluyarak: “ İki yazla bir kışımız kaldı, ondan sonra elvbeda Kepirtepe! “ dedi. Sevinçli. Ne yapacağını sormuyorum, durumunu çok iyi biliyorum: Evlenecek, köyünde öğretmenliğe başlayım yaşamını ona göre sürdürecek. Zühre Teyzemin isteği bu. Bana göre yanlış ama İsmet annesini üzmek istemiyor. İsmet’e söylemiyorum ama annem sağ olsaydı Zühre Teyzem gibi o da bana okulu bitir gel deseydi koşa koşa giderdim. Annesiz büyümek giderek bana çok acı veriyor. Öyle ki annesizliğim salt beni değil babamı da iki kat üzüyor. O zaten annemin yokluğundan derinliğine acı duydu. Benim de sürekli acı duyduğumu biliyor. Böylece babacığımın acısı katlanıyor. Bunu bildiğimden benim acım da katlanmış oluyor. İsmet konuşuyor, ben hı, hı hıi, diyorum ama içim ağlıyor. İsmet birden: “ Sahi dayı, bu konuda sen ne düşünüyorsun? “ dedi. Hangi konu olduğunu çok iyi biliyorum ama belli etmeden, -sanki başka şeyler düşünürmüşüm gibi, - hangi konuda? diye sordum. İsmet” Okulu bitirince kendi köyüne ya da başka bir köye gitme, evlenme konularında bekleyecek misin? “ dedi. Evlenmeyi düşünmediğimi, kendi köyüme ise kesinlikle gitmeyeceğimi, bunda çok kararlı olduğumu söyledim. Kendi köyüme gitmeyiş nedenlerimin başında C ile olan ilişkimi, sürekli karşılaşma beni üzeceğini, onu ise sürekli rahatsız edeceğini anlattım. Ayrıca köyümüzün küçüklüğünü, tek öğretmenli bir yerde çalışmaktan çok hiç değilse birkaç öğretmen bir arada çalışmak istediğimi söyledim. Babamın niyetitinin ise benim köy yaşamımdan iyice kopup daha rahat koşullar içinde yaşama yolarını denemem olduğunu anlattım. Hiç birini beceremezsem, askerde kalacağımı söyledim. Ayrıca okulu bitirene dek aynı tempo ile çalışacağımı, yasadaki haklardan yararlanırsam koşarak gideceğimi, bundan da umutlu oladuğu ekledim. Şimdiki durumda iki kişi seçseler biriinin ben olacağımı adım gibi biliyorum. Bizim öğretmenler(Eski öğretmenler, okul müdürü) Sami Askıncı’dan kolay kolay vazgeçmeyecekler. Eğer bir kişi seçilecekse Sami olacaktır. Buna üzüleceğim. Ama olursa en az iki kişi seçerler diye de umutluyum. İsmet bana güven verdi. Öğretmenler seçerse beni daha şanslı gösterdi. Sanat –tarım öğretmenleri Sami Akıncı’yı asla seçmez, özelliklle Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin, benden vazgeçemeyeceğini tekrarladı. Sözlerimiz bitmeden Kamber Amcamın kapısına dayandık. Kamber Amcam bahçede ekilmemiş yerleri belliyormuş, bizi görünce “ Yollarınızı gözlüyordum, nerde kaldı bunlar? diyordum” deyip gülerek elindeki beli bana verdi. Şaka olduğunu biliyorum ama ben de şaka olarak alıp bellemeye başladım. . Amcam bahçeye iiki portakal sandığı koyup üstlerine minder koydu, oturduk. Amcam: “ Bahçenin en rahat oturulacak zamanı, bir süre sonra yoldan toz gelmeye başlar. Şimdi toz moz yok! “ dedikten sonra, açlık tokluk durumlarımızı sordu. Yemek yediğimizi söyleyince sözünü değiştirip, “ Rekmek durumları değişmedi değil mi? diye düzelterek, sorusunu tekrarladı. Alıştığımızı söyledik, “ Pilavlar daha çok veriliyor, doyuyoruz! “ dedik. Yengem bize kabak getirdi, dilim dilim pişmiş kabak. Ben bu tür pişmiş kabakları çok severdim. Hele tencere altına sıralanıp biraz yanıklaşmış ama tüm şerbeti çekmiş dilimlerine bayılırdım. Ablam bunu bildiği için alt dilimleri hep bana ayırırdı. İsmet benden önce aynı durumu anlatınca yengem kabak çok, iki tencereye koyarım, doya dola yersiniz, haftaya yemek yemeden gelin! “ dedi. Bahçenin kalan bölümünü itiş kakış ede ede belledik. Amcam razı değil, İsmet çocuk gibi:
-Yediğimizi helal ettirelim! deyip belledi. Gene gelmek üzere ayrıldık. İsmet çok sevindi, bir ara koştu, taş attı. okula dönerken gene küçük köprü yanında biraz dere içinden yürüyüp yatakhane arkasından çıktık. Ben doğrudan okula girip kitaplığa çıktım. Zeynel Yalçın gelmiş, kitap karıştırıyordu. . Beni görünce kalktı. Anladım, yanına gidip konuştum. “ Yapılacak işleri benden çok, ayrılan arkadaşlardan sor, benim görevim, kitaplığı düzenli tutturmak, öteki işleri siz kendi becerinizle yürüteceksiniz! “ dedim. Çok hoşnut oldu. Okumak için kitap sordu. Okuduğu kitapları öğrendim. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı sevdiğini söyledi. Ondan benim okuduğum tek kitap Mürebbiye, ben de onu önerdim, okumamış, okuyacağını söyledi. Tören zili çalınca dikkatle akordiyonu alıp indim. Aklıma merdivenlerden inerken takılıp düşmek geldi. Çok dikkatle indim. İndim ama bir daha böyle inmemeye kesin karar verdim. Akordiyonu elimde sallayarak götürsem bir başka sakıncası var, boynuma taksam önümü göremiyorum. En isini öteki kapıdan dolanıp merdivenin ilk basamağına çıkmak. Neyse bir aksaklık olmadan töreni yaptık. Akordiyonu gene atölyeye dolabına koydum. Arif üzülmüş geldi, bir daha özür diledi. Şiiri ezberledin mi? “ diye sordu. Ezberlediğimi söyledim, ilk dört dizeyi okudum. Arif çok beğendi, verdim o da yazdı. Kitaplığa gittim. Tevfik’le Cavit’in son dakikaları. Her gece geleceklerini söylediler. Mehmet Ak onların gelmelerine çoktan razı. Onların kitap severliğini baştan kabul etmiş. Ben gene Tötonları karıştırdım. Tötonların ilk vatanlarını da öğrendim. Baltık kıyılarıymış. Estonya Letonya oraları, sonra sonra güneye inmişler, Almanya içlerine karışmışlar. Birbirlerini kaybetmemek için de tarikatlar kurmuşlar. Tarikatların askerleri varmış, zaman zaman savaş yapıp varlıklarını giderek arttırmışlar. İtalya, İspanya, Fransa, Almanya, Holanda, Danimarka, Almanya, Almanya’dan Finlandiya’ya dek Töton kökenli insanlar varmış. Yemekte, kitaplıkta ne yaptığım soruldu. Kitap okuduğumu söyledim. Hilmi, okuduğum kitabı sordu. Tötonlar! dedim. Gülgü:
-Şakanın sırası mı? öyle kitap olur mu? toton moton, neymiş o? Söyleyeceksen bari inandırıcı bir şey söyle! Anlattım, Tarih kitabındaki Topalar beni duygulandırdı. Ne biçim ulusmuş? Hepten tarihten silinmişler. Adları Topa! Hilmi, buna da inanmadı:
-Ben tarihte öyle bir şey okumadım! dedi. Ben de okumadım, haritada öyle bir ulus adı gördüm. Karadeniz kuzeyinde İskikler, Slavlar, Avarlar, Bulgarlar, Gotlar, Hunlar yanında bir de Topalar vardı. Bildiğim bu kadar. Nedense ötekileri değil de bunlara ilgi duydum, aradım bulamadım. Bu kez de Tötonlar karşıma çıktı. Tötonlar bir kitap adıydı, okudum, karşıma kalabalık bir ulus çıktı. Hilmi’ye okumasını önerdim. Hilmi yüksek sesle “ Çingeneleri okurum da onları okumam! “ Bu kez Hasan Üner söze karıştı:
-Hemşerim sen Çingeneleri de okumazsın! “ Hilmi, öyle bir kitap olursa kesinlikle okuyacağını söyleyince hep güldük. Hilmi azıcık kuşkulandı:
-Ne o, öyle bir kitap mı var, yoksa? “ diye sordu. Hilmi unutmuış, geçen yıl Hasan Üner, Osman Cemal Kaygılı’nın kitabını okurken kitabı Hilmi de istemiş, almış da. Ancak birkaç gün sonra kitabı geri vermiş. Çindeneler. Bunu söyleyinc Hilmi altınsoy:
-Benim üstüme o denli çok geliyorsunuz ki bazı zamanlar adımı bile unutuyorum! deyip kalktı. Bize dönerek:
-Şimdi söz veriyorum o Çıngeneler kitabını okuyacağım! Kapıdan çıkarken bana sordu:
-Abi sen okudun mu, o kitap neden söz ediyor? Çingenelerin yaşamlarını anlattığını söyledim. Bu kez de:
-Ne adamlar var şu dünyada, hiç mi işleri yok bunların? Çingenelerin yaşamının nesini anlatıyorlar? Onların belli bir yaşamı mı var sanki? Dilenip duruyorlar işte!
Bir süre kitaplığa uğradım, Çingeneler kitabını aradım. Hasan Üner, olduğunu söyledi ama ben bulamadım. Cavit deftere baktı, buldu. “ Romanlar arasındaymış! “ dedi. “ Şimdi kalsın, sonra alırım! “ deyip geçtim. Orhan Seyfi Orhun’un toplu şiirleri Gönülden Sesler adı ile kitap olmuş. Cavit ona da defterden baktı. Ancak o bizde yokmuş. “ Bir haftalık ortak çalışmamış burada bitti, ama gelecek çalışmamız olacak! “ diyerek kitaplığı kapattık. Dersliğe gittim. Derslikte aynı konuşmalar, sen ben tartışmaları. Soru:
-Bu yıl yaz tatili var mı? Dersliğe dönünce bana sordular:
-Sence tatil var mı? “ Var! “ deyince bu kez de “ Sen nereden biliyorsun? “ dendi. “ Ben bilmiyorum ama konuşmalardan olacağını anladım. Çünkü İrfan Öğretmen:
-Yeni yapılacak binaların hiç değilse çatılarını tatilden önce tamamlayalım! “ dedi, buna dikkat ettim. “ Tatil olacağını bilmese öyle bir söz söylemez! “ deyince:
-Ohoooo, o sözden tatil olacağı çıkarılmaz! diyen olunca bu kez ben de :
-Ondan anlaşılmaz, siz burada koca karılar gibi akşam sabah aynı sözleri tekrarlarsanız o zaman tatil olur! Yanıtını verdim. Gülenler oldu. Bekledim, içlerinden biri ağzını açsaydı tam yapacaktım. Neyse ki konuşanlar sustu. İşin ilginç yanı konuşanlar arasında bu kez Mehmet Aygün’le Hüseyin Orhan da vardı. Oysa benim söylediğim sözü İrfan Evren Öğretmen söylerken onlar da oradaydı. Bir daha anladım ki, bizim arkadaşlar, hepsi birbirine benziyor. Konuşulanlara hemen katılmak, karşı ya da azıcık değişiklik sezdiler mi susmak! Böylece karşılarındakilerin gölgesinde kalıp inanmasalar bile o anda taraf görünmek. Mehmet Aygün’e sordum:
-Sen İrfan Öğretmenin dediğini duymadın mı? Yanıt:
-Duydum ama ben ondan kesin bir sonuç çıkacağını düşünmedim! “ Kesin sonucu kim çıkarıyor ki? şimdi konuştuklarımız kesin sonuç mu oluyor? Her akşam on kez aynı sözler konuşulunca bunlar kesin mi oluyor? Var mı, yok mu? sorusunun karşılığı olarak İrfan Öğretmenin sözü, var olabileceği umudunu veriyor. Böylece düpe düz demeye gerek kalmıyor! “ Kadir Pekgöz söze karıştı:
-Hemşerim, sen bizim ağabeyimizsin, biz senin kadar derin düşünemiyoruz! Mehmet Yücel:
-Ah şöyle, bir de küçükler, Ağabeyleri karşısında konuşmamayı öğrenseler! Birkaç kişi birden: “
-Onu da öğrenecekler, uzun sürmez, paylana paylana onu da öğrenecekler! Baktım, konuşan Sefer Tunca. Bu hoşuma gitti. Çünkü konuşanların başında onun koruduğu Ali Önol bulunuyordu. Ali Önol’a seslendim:
-Hemşerine de bir yanıt ver! Yat zili bu tartışmayı da kesti. Yaz tatili olacağı anlaşılmış oldu. Nereden İrfan Öğretmenin sözünden. Peki, o sözü bilerek tatil üstüne yapılan varsayımlarda susanlar şimdi ne düşünüyorlar? Bu da benim sorunum. Sanki bilmiyormuş gibi soruyorum. Öteki konularda olduğu gibi insanların bazıları susa susa susmayı öğreniyorlar. Bu suskunluk onlara ilerde yararlı olacaklar. Gördüklerini, bildiklerini başkalarına söylemeyecekler. Sır vermez, kapalı kutu olacaklar. Gördükleri gerçekleri beyinlerinde saklayıp mezarlarına götürecekler. Oysa saklanması gereken bir çok sözü yerli yersiz ortaya döküyorlar. Belli ki saklanacak sözle saklanmasına gerek görülmeyen sözleri onlar hesaplı kitaplı kullanıyorlar. İşte önemli olan bu. Tıpkı Yaban romanındaki Salih Ağa, Mehmet Ali, bizim köydeki Kaba Ali, Kara Veli, Küçük Ahmet. Tek ölçekleri kendi çıkarlarıdır. Çıkarları onlara öylesi büyük gelir ki, onlar için dağları verirler. Oysa o büyük sandıkları çıkarları, bir başkasına göre dahası insanlık çizgisinde yalınkat, sıfır denecek ölçüde küçük şeylerdir:
6 Nisan 1942 Pazartesi
Zilden önce uyandım. Logaritma cedvelini bitiremedim. Daha doğrusu çizdiklerimi beğenmedim. Daha düzgün, az da büyükçe karelere bölmeyi düşündüm, sonra da ara verdim. Kendi kendime mız mızlanarak dersliğe gittim. Asfalttan gene askerler geçiyor. Çoktandır Üsteğmen gelmiyor. Biz de savaş mavaş sözü etmiyoruz. Askerleri görünce yüreğim cız etti. Benim ağabeylerim ne oldu acaba? Binbaşının dediğinden bir haber çıktı mı? Ya da çıkacak mı. Hiç değilse biri köye dönse! Arkadaşlar geldikçe pencere önlerine diziliyor. Çoğu çocuk, gene çocukça konuşmaya başladılar. Askerleri filmlerdeki insan suretleri gibi düşünüyorlar. “ Şu çok yorulmuş, bu biraz sonra oturacak! “ türü sözde şaka sözler söylüyorlar ama şakalarına kendileri gülüyorlar. Bir ara bu askerler yaya gittiğine göre yakın yere konacağı söylendi. Belki de Çorlu’ya dek yürüyecekler. Çorlu buraya 50 km. Saatte 5 km. hesabına göre 10 saat yürüyecekler. Bunu söyleyince herkes “ Sahi mi? “ diye sordu. Hesaplar yapıldı: “ Lülebujrgaz-Kepirtepe arasının on katı! “ Çok değilmiş, diyen oldu. Böyle diyenlere: “ Çüş! “ diyen oldu. Yorgun yorgun yürüyen askerciklere sevgiyle bakmayanların bulunması beni üzdü. Bir ara konuşmayı düşündüm, sonra sustum. Kahvaltıda gene askerler anılınca bu kez susturdum, içimdekileri de döktüm. “ Okulun penceresinden bakarak yolda kimbilir kaç saattir yürüyen askerlerle gönül eylemenin ayıp olduğunu belirttim. Velimeşeli Fahrettin Şen’in köylüleri ya da tanıdıkları sütçüleri anlattım. Buradan gelip geçerken bizi işbaşında çalışırken gördüklerince acıyorlarmış. Kahvelerde bizim sözümüz ediliyormuş. Biz de onlardak farksızız. Konuşan köylüler bizden çok mu rahatlar? Rahatlıklarından değil cahilliklerinden böyle konuşuyorlar. Sütçüler, bizim kahvede de konuşmuş. Onları dinleyen babam, benim bulunduğum günlerde konuyu açtı, ben de sorular sordum. Adamlar bir kez olsun okula inmemişler, geçerken görmüşler. Ben konuşunca da susup özür dilediler. Arkadaşlar, askerlere gülerken onları düşündüm. “Askerler, yurt görevi yaptıklarına inanıyorlar. Bu inançları doğrultusunda düşmanın süngüsü üstüne bile kendini atıyorlar. Bu inançta olan insanlara Çorlu’ya yaya gitmek zor olur mu? Yürürken yıkılsa bile yürüdüğüne değil yürüyemeyecek oluşuna üzülür. Tarım dersinden kaytarmaya çalışanların, atölyelerde arkadaşlarını işleri arasında zaman geçirmeye alışmış olanlar bunları anlayamazlar. Babası, ağabeyi askerde olanların, yoldan geçen askerleri görünce onları anımsayıp duygulanması gerekirken, onların yürüyüşlerine takılmak, yorgunlukları üstüne varsayımlar yürütmek, bana göre duygusuzluk daha çoğu da terbiyesizliktir. “ Yusuf Asıl, yaşının küçüklüğünü öne sürerek savunma yaptı. Yusuf Zaten konuşanların arasında yoktu. Biraz da bu nedenle savunma gereğini duydu. Bu kez ben, “ Her olayı başımıza bir durum geldiğinde mi öğreneceğiz? Askerliği askere gidince, öğretmenliği öğretmen olunca öğreneceksek neden bizi buralarda yıllarca bekletiyorlar? Babalarımızın özlemle anlattıkları askerlik anılarını, öğretmenlerin anlattığı savaş günlerini, romanlarda, öykülerde okuduklarımız bize birşeyler anlatmadı mı? Türkçe dersinde okuduğumuz Plevneden Geçerken, Güvercinlerime Dokunmayın, Bir Çocuk Aleko, Himmet Çocuk öyküleri, Yaban romanı bize hiçbir şey öğretmedi mi? Hasan Üner: “ Şiirleri de sayabilirsin! “ dedi. Hasan bunu niçin dedi, tam anlamadım! Anımsattığı iyi oldu, İstiklal Marşı ile Atatürk’ün Gençiğe Beyannamesi’ni de ekledim. Öyle kalktık. Öğretmenlr geldi. Ahmet Gürsel Öğretmeni görünce hepimiz toparlandık. Hilmi hemen panikledi, ötekiler sustu. Ben, içimden “ Bugün Aritmetik yaptırsa da azıcık kendimi aritmetikte de kanıtlasam! “ diye düşündüm. Kitaplığı açtım, az sonra Zeynel geldi. Mehmet’in dersi varmış. Bir ders sonra da Mehmet boşmuş. “ Ondan sonra da ben gelirim! “ deyip ayrıldım. Öğretmenden az önce dersliğe yetiştim. İstediğim gibi oldu. Öğretmen, 8. Sınıflarda da sizin gibi genel durum biraz dalgalı, yelkenler bir sağa bir sola dönüyor! “ deyip güldü. “ Gene de onlarla size yetiştik! “ dedi. Her zamanki gibi ceketinin kollarını geriye sıyırarak tebeşir alıp tahtaya önce x’lı onra da x2’li denklemler yazdı. Not defterini açtı, önce işaretlileri yoklayalım, ne olur ne olmaz , onlar gene bulunmayabilir! “ dedikyen sonra:
-Bakın, konuşmama dikkat edin, “ Kaçabilir! “ demiyorum. çünkü okul yaşamlarında derslerden özellikle de matematik derslerinden kaçmak, hep vardır. Kaçmak! kim nereden kaçıyorsa, ben buna hep şaştım. Okumak için okula geliyorsun, kendi ayağınla geldiğin okulda okutulan dersten kaçıyorsun. Anlaşılır gibi değil! “ Deftere bakarak 75 numarayı okudu. Yakup Tanrıkulu. Geçen derslerin birinde de aramıştı. Arkadaş o zaman revirdeydi. Yakup kalttı. Arif Kalkan öğretmene anımsattı. “ Arkadaş o derste revirdeydi! “ dedi. Öğretmen o zaman işaret koymamışım, neyse şimdi anlaşırız! “ deyip 2x+58-9=100-19…. 3x+39=2x+66 denklemlerini yazdı. Yakup, önce 2x+49=81 sonra da 2x=81-49=32, x=16 çıkardı. Öğretmen güldü:
-Tam dişine gör mısır! dedi sonra da . “ Bilirsiniz, dişine göre ne derler? “ diye sordu. Değşik sözler söylendi. Ceviz, üzüm, fıstık, gibi yiyecekler sıralandı. Bu arada Ali Güleren. “ Kemik! “ dedi. Ahmet Gürsel Öğretmen Ali’ye baktı. Öğretmenin yüzü değişti, başını kaldırır gibi yaptı, Söyleyeceğini söylemekten vazgeçtiği belli oluyordu. Değişik bir sesle:
-Yok, o dediğin insanlar için söylenmez! deyip Yakup’a dönerek ikinci denklemi gösterdi “ Onu da bul, otur! “ dedi. 3x+39=2x+66’yı 3x-2x=66-39 yapınca öğretmen tamam tamam bunlar sana lokum geldi. Gelecek defa üslülerin, karelilerini soracağım. Biraz daha çalışırsın! “ Öğretmen, Kadir’lerin sırasına baktı. Kadir Pekgöz, Hüseyin Orhan. İkisi de kalkar gibi tavır takındı. Öğretmen onlara güldü:
-Hem istekli hem isteksiz. Bu kararsızlıktır bence, daha cesur davranırsanız matematik size teslim olur. Yoksa öcü olarak hep üstünüze gelir! deyip. İbrahim Ertur’a işaret ertti. Arkadaş biraz ağır hareket edince öğretmen uyardı:
-Daha birinci dersteyiz, yorgunum diyemezsin, biraz canlanalım! “ derken zil çaldı. Öğretmen :
-İşte bak, zaman geçiyor, zil benim sözümü bile kesiyor! dedikten sonra hepimize:
-Arkadaşınız için az öncekiler düzeyinde soru hazırlayın! deyip gitti. Nasıl olsa bana sormaz düşüncesiyle 20x-(2x-12)-22=100 yazdım bıraktım. İbrahim Ertur arkadaşın başına üşüştüler, her kafan bir ses çıkarken öğretmen döndü. Herkes yerine oturdu ama, kapıdan girince yerimden kalkmayanlardan biri olarak beni gördüğünden olacak bana, arkadaşına sen sor! “ dedi20x-(2x-12)-22=100 yazdım. Öğretmen:
-Bak bak arkadaşını kayırmak istemişsin, ama olsun şansına, bizim ikinci soru şansımız var! “ deyip devamını istedi. İbrahim, parantezi açmadan düz sayılar gibi karşıya geçirdi. 20x=100-(2x-12)-22 yazdı durdu. Parantezi aç, sesi işitildi. İbrahim parantezi kaldırdı ama işaretlere dokunmadı. Öylece kısaltma yaptı. 20x= 100-2x-12-22. Gene fısıltı olunca öğretmen:
-Olmaaaaaaz! “ çekti. 22x=64, sonuç 11x=32x= 11/32 oldu. Öğretmen bana sordu. X=5 olacak dedim, Sami yetişti: “ 5” dedi.
Öğrertmen beni çağırdı, “ Gel, arkadaşına kurduğun tuzağı kaldır! “ dedi. Kalkıp eksi parantez açmalarda eksilerin artıya dönüşme koşulunu söyleyip x’ leri topladım, artı 12’yi eksi 22’den eksiltip kalan 10’ karşıdaki 100’e ekledim. 22x=110 oldu . Sayıları kısalttım, x=5 çıktı. İbrahim’in paratez açamayışı öğretmenin ilgisini çekti, bu kez on kadar eksili artılı parantezli denklemler yazıp teker teker arkadaşa kaldırıp çözdürdü. Bana da teşekkür etti:
-8. sınıflara verdiğin ders çok hoşuma gitti, harıl harır kare kök alıyorlar. Öğrencilik budur işte! Öğretmen defaetle anlatır anlamazlar da yumurta kapıya gelince onları bir öğrenci bile ateşler! “ dedi. Güldü bir daha teşekkür etti. Arkadaşlar öğretmenin söylediklerinden pek bir şey anlamadılar, salt bakıştılar. Ders bitince de etrafımda toplanıp sordular. “ Öğretmen ne söyledi? “ Gülerek onların beklemediği bir şaşırtmaca söyledim:
-Nöbet günü kızlar, kare kökü alma yöntemini sordular. Ben de onlara dilim döndüğnce kare kökü almayı öğrettim. Arasıra soruyorlar, öğretmene de söylemişler herhalde! “ dedim. Hiç önemsemez bir tavırla dudak büktüm. Sami Akıncı duramadı:
-Onlar benden de hep soruyorlar! dedi. Derslerimiz kimya, geometri defterimi alıp kitaplığa gidip logaritme cedvelimi yeni baştan çizdimBu kez yazarken acele etmemeye kadar verdim. Logaritme tam olarak ne anlama geliyor? Bunu nereden öğrenirim? Öğretmen konuşurken “ Yabancı kökenli bir söz, tüm uluslar bu sözü kullanıyor! “ demişti. Almanca Büyük Lügat aklıma geldi, ona baktım. Logarithmentafel var, logaritme cedvel var da kendisi yok. Olsun, ben kendisini öğreniyorum. On sayısını taban alıp, onun üstüne kurulan bir matematik dizgesi. Grafik çizimlerinde , mimarlık plan çizimlerinin ince hasaplarda kullanılırmış. Söylemleri içinde bir de Log sözü geçiyor. . Üstünde durulan sayının bir altındaki taban sayısı: Log! Logaritme adı bundan çıkmış sanırım: Log –aritmetike. . Böyle diyorum ama bunu ben uydurmuş olabilirim. Bir de artış sayısı için söylenen Mantis sözü geçiyeyor bunu tam anlaqamadım. Zaten cedveli tamamlamadan daha fazla karıştırmayacağım. Öğretmen:
-Bu, biraz bellek gücüne dayanarak sürdürülen bir matematik yöntemi, bu yıl az değinip geçeceğiz, asıl porogramız gelecek yıla alınmış, o zaman daha ayrıntılı işleyeceğiz! diye dikkatimizi çekti.
Öğle yemeğimizde uzun süredir yemediğimiz tulumba tatlısı verildi. Mercimek, bulgur pilavı sık sık veriliyor; her keresinde de :
-Gene miiii? “ denirken tulumba tatlısı bu geleneği bozdu; hiç kimse öyle bir söz söylemedi. Halil Basutçu’nun görüşü:
-Aşçı başı kurnaz, “ Gene miiiii? “ denmesini istemediğinden bugün tatlıyı eklemiş! “ dedi. Yemek adlarını, aşçıbaşının yapmadığını hep biliyoruz ama nedense arkadaşın sözüne inanarak güldük. Özellikle ben yemeklerin, haftalık olarak İlhan Görkey Öğretmenle Ahmet Kökay Ağabeyin hazırladığını biliyorum. Arada zorunlu değişiklikleri de gene onlar yapıp aşçıbaşına bildiriyorlar. Öğleden sonra Mehmet Ak’ın sınıfı ya da grubu Besim İyitanır Öğretmen’ın Sebze bahçesine gitmiş. Besim İyitanır dersine gelmeyenleri cezalandırıyormuş. Revirde yatmıyorsa hiç kimsenin başka yerde kalmasına göz yummuyormuş. Bunu duydum, hoşuma gitti. Keşke bizim sınıfa da derse gelseydi:
-Sami Akıncı bakalım gene kaytaracak mıydı? Zeynel kitap aldı, kapının yakınındaki köşeye çekilip okudu. Konuşmayı sevmeyen biri de olabilir, benden çekinmiş de olabilir; deyip sustum. . Zaten çok yakından tanıdığım biri olmadığından doğal karşıladım. Bir bakıma işime de geldi, Logaritme cedvelimi çizdim. Log-aritme-Mantis…diye diye çalıştım. Kızlardan bir grup geldi. Zeynel daha yakın olduğu için önce:
-Girebilir miyiz? “ diye sordular. Aralarında Gül de vardı. Kendi aralarında bir süre konuştular. Zeynel onlara kitaplar gösterdi. Arada baktım ama bir yandan da işimi sürdürdüm. Gül geldi, ne yaptığımı sordu. Anlattım. “ Eyvah bunları biz de mi yapacağız? “ diye tepki gösterdi. . “ İsterseniz yapmaz satın alırsınız, bunlar parayla satılıyormuş. Ama ben hesaplamayı daha kısa süreçte bellemek için çalışıyorum! “ dedim. Gül, Abi sen, hep zoru seçiyorsun! “ dedi. Gene, “ Abi” deyişini bir uyarı sayıp, ona göre konuştum. “ Öyle yapmam gerektiğine inanıyorum. Kendime göre yapmak istediğimi yapabilmek için zorlu sınavların olduğunu biliyorum. Bunları aşmak için de zorlarla zorlanıp, kendimi daha büyük zorluklara alıştırmak istiyorum! “ Konuşurken Gül'ün yüzüne baktım, her sözüm Gül’ün yüzünde renk değiştirir gibi oluyor, gözleri de öyle can lı canlı gülüyor. İlgiyle dinlediğini anlıyorum ama bu ilginin, benim beklentilerimle bir bağlantısı olmadığını gün günden iyice anlıyorum” Zorlu çalışmalara hazırlanmak zorundayım! “ dediğim zaman, beni alkışlaması kesinlikle bir beraberlik düşünmediğinin kesin kanıtı. Alkışlaması bir tanıdık, ağabey, arkadaş, hemşeri başarısı için neden olmasın? “ Bunlar da güzel duygular. Bunları düşünmeden yanlış bir çıkış yapmak kuşkuz hepsini silecektir. Bunu göze almak bence insanın kendisine yapacağı en büyük kötülüktür. Neden geldiklerini sordum:
-İki saat üstüste çalışıyoruz, ara dinlenmemiz 20 dakika ! dediler. Fikret Madaralı Öğretmeni sordular. En sevdiğim öğretmenim olduğunu söyledim. Biraz duraksadılar:
-Fikret Madaralı Öğretmen dersine çalışanları sever. “ yaşamı için seçmiş olduğu yola saygı duyanlar olarak anlar. “ Böyleleri başarılı olur. Çalışmayanlarsa, ne yapıp yapmadığınının bilincinde olmayanlardır. Bunlarn kafalarını biraz tartaklamak gerekir. Bu tartaklama dövmek anlamına gelmez. Ne var ki kimi çocukklar daha küçüklüklerinde dayaha koşullandırıldıklarından, onları ancak böylesi etkiler. Atalarımız:
-Nusg ile uslanmayanı etmeli tekdir. tekdir ile uslanmayanı hakkı kötektir! “ sözü doğrultusunda davranmak zorunda kalınır! “ der. Fikret Madaralı Öğretmen kesinlikle kavgacı değildir. Dersini yapanları, yapmaya çalışanları, sever, korur elinden gelen yardımı yapar. Bunları söyleyince Gül çok sevindi. “ Ben bir kötülüğünü görmedim ama erkekarkadaşlar, çok korkuyorlar, onların etkisinde kaldığım için ben de çekiniyorum. Bundan sonra daha rahat olacağım! “ deyişi hoşuma gitti. Bana inanmış görünmesine ayrıca sevindim; bu da açıkça bana güven duyduğunu gösteriyor. Eğer benim düşündüğüm gibi bir duygu taşısaydı bu denli yaklaşmazdı. Son kararımın doğruluğuna bu da açık açık bir destektir. Yalnız kalınca Zeynel bana Gül için, “ Bu seni nerden tanıyor? O, kimseyle böyle konuşmaz! “ dedi. . Zeynel’in sözünden birşeyler anladım, hemen “ Hemşeriyiz, köylerimiz yanyana, bizim köyün bağlı karakol onların köyündedirAynı zamanda bizim köyün ilçesi Lüleburgaz’la köy arasının kış yolu onların köyünden geçer. Ailesinden gelenler oldukça hep buluşur, konuşuruz! “ dedim. Zeynel bir “ Hııı! “ çekip sustu. Az sonra düşündüm:
-Al sana bir dedikodu olayı. Zeynel hiç sormayabilirdi; sorduğunu görmüş olarak anlatabilirdi. Anlattıkları abartılarak dilden dile geçerdi. Fikret Madaralı Öğretmenin dedikodu konusunda söylediği söz:
-Sırrını söyleme dostuna, dostunun da dostu vardır, dostu söyler dostuna!
Büyük kitaplar arasında bir Almanca dergi var Bilden –Soldaden Daha doğrusu başka yazılar da var ama renkli. Bild yukarda Soldaden altta aynı renk olduları için ben onların anlarımdan bu adı yakıştırdım. Avusturya Almanya içinde gösteriliyor. Ama koca harflerle ÖSTERREİCH yazılmış. Tötonları okurken, onların kuzeyden Almanya’ya, Avusturya’ya indiklerini görmüştüm. Demek Almanya ile Avusturya eskilerde de ayrı toplumlarmış. Benim kaybolduğunu yazdığım toplumlar arsında Vizigotlar’la Ostrgotlar da var; Avusturyalılar onların soyundan olabilir mi? Östen sözünün doğu anlamına da geldiğini biliyorum . Ancak belki de onlar doğu sözünü Ostrogotları anlatmak için kullanmışlardır. Selçuk Korol Öğretmeni güldürecek bir soru. Güleceğini biliyorum da o gülüşün arakasında bir sevinç olacağını da çok iyi biliyorum. Yanıtlamasa bile hiç değilse, “ 66, bunu sonra birlikte araştıralım, benim için de merak uyandıran bir soru bu! “ der. Bu da benim için yanıt kadar geçerli bir değerlendime sayılır. Aklıma takılmışken çekinip sormamaktan böylesi de olsa iyi bir sonuç sayılır bence.
Not: Geçen yıl bugün, yıllar sonra A’yı görmüştüm. Beni görünce gülümseyeceğini hiç ummuyordum. Oysa görür görmez gülümsedi. Sandığım gibi dargın falan olmasa gerek. Öyle olsaydı ya hiç bakmaz ya da başını çeviriverirdi. Oysa uzun uzun arkamdan baktı, çocuğunun yüzünü kaldırdı. Neredeyse uzaktan uzağa konuştu benimle. Ankara’ya gitmeden önc son kez köylerimize gönderilmiştik. Oldukça üzgüngündüm. O gün A’yı görünce tüm üzüntülerim dağıldı. Ne olduysa oldu, A benim için bir daha üzüntüye neden olmadı. Onu çocuklu görüşüm belki beni rahatlattı. Aradan tam bir yıl geçti, çocuğu şimdi bir yaş daha büyüdü. Bir daha görsem belki bundandan sonra o da benim için herkes gibi biri olacaktır.
7 Nisan 1942 Salı
Akşam çok rahat yattığımı sanıyordum. Nedense uyanınca azıcık sıkıntılı olduğumu anladım. Böyle olduğum zamanlar oldukça durgun oluyorum. Üstüme gelenler olunca da çabuk kızıyorum. Bu huyumu bildiğimden olabildiğince yalnız kalmaya çalışıyorum. Özellikle Matematik dersleri olduğu günler böyle olmak istemiyorum. Gene de kendimi toplayıp arkadaşların konuşmalarına katılmaya çalışıyorum. . İnşaatçılar bir bakıma sevinçliler. Öğretmen evlerinin yapımına başlanacakmış. Mehmet Yücel takılıyor:
-Önce okul Müdürümüze bir ev yapalım, böylece Müdürümüzün kalacağı bir evi olsun! diyor. Arkasdından da kahkalarla gülüyor. Dilinin altındakini hep biliyoruz ama açıklamaya kimse yanaşmıyor:
-Evi olan evlenir!
Ahmet Gürsel Öğretmen beyaza yakın gri giysileriyle geldi. Öğretmen dersliğe çok neşeli girdi. Bu yaz uzun tatil yapmayacağını söyledi. Eksik kalacak konuları zaman zaman gelip tekrarlayacağımızı, bu nedenle gelecek yılımızın daha rahat olacağını anlattı. Tahtaya üçgenler çizdi. Değişik arkadaşlara tekrar tekrar üçgenler üstüne sorular sordu. Benzer üçgenlerin benzerlik özelliklerini birkaç kez tekrarladı, tekrarlattı. Tales’in İsadan önce 6. yy’da Mısır Piramitlerinin boylarını nasıl ölçtüğünü anlattı. Bizim de boylarımızı, güneş-gölge durumumuza göre ölçebileceğimizi söyledi, örnekler yaptırdı. Ancak arkadaşların çoğu konuyu tam kavrayamadığı için öğretmen konuştukça onlar sustu. Susmalarına da öğretmen giderek, kızdı; sorular tekrarlandıkça konuşmalar azarlamaya dönüştü. . Birinci dersin sonunda oldukça üzgün bir durum yaşandı. 2. Derste aritmetik yaptık. Öğretmen Sami Akıncı’yı tahtaya kaldırdı. Kendisi sorduktan sonra bana da soru sordurdu. Sami benim sorumu çabuk yaptı. Öğretmen özellikle kökü bilinen sayıların kök almalarını önerdi. 27889, 53361, 474721 türü sayıların kökleri bulundu. Konuşa konuşa yapılan kare kök almalarda arkadaşlar oldukça canlandılar. Öğretmen, hafta içinde de bilerek kökleri belli sayılar üstünde çalışmalara izin verdi. Bir ara da, “ Malumu ilanda mahirsiniz! “ deyip güldü. . Sonuç olarak ikinci dersimiz oldukça iyi geçti. Öğretmenden sonra arkadaşlardan dertlenenler oldu. “ Öğretmen tatil boyunca gelip yetiştirme dersi yapacakmış! “ Ben buna sevinirken birilerinin kızması beni gene üzdü. Dersimiz boş geçince kitaplığa gittim. Logaritme cedvelimi tamamladım. Çok güzel oldu. Bu kez de oturup Salih Ziya Öğretmenin verdiği ödevleri tamamladım. Köyde İlkyaz ya da Bahar ekimleri. Bizim evde bunlara ne deniyorsa öylece anılacak. Pancar, tütün, pamuk, haşhaş, gündöndü, mısır, süpürge, kabak, kavun, karpuz, biber, patlıcan, domates, lahana, pırasa, turp, soğan, sarımsak, patates. Bunları sıraladım ama biz burada çoğunu ekmedik. . Öğretmen nasıl ekildiğini bilmemizi istediği için tekrarlatıyor. Biz bu yıl, mısır, gündöndü, Kaavun, karpuz, kabak, biber, patlıcan, domates, soğan, sarımsak, patates, maydonoz, havuç ektik. Ektiklerimizin hepsi çıktı. Bir yandan da seyreltip kazılıyor. Kitaplık nöbetimden sıkılmaya başladım. Bu bir iki günü geçirirsem bir süre böyle nöbetlere yaklaşmamaya çalışacağım. İnşaatlar başladığığına göre en iyisi arkadaşlarla çatılarda çalışmak olacak. Selçuk Korol Öğeretmene soru hazırlarken Roma Tarihi ile karşılaştım: Pön Savaşları. Kartacalılarla Romalılar arasında geçen üç büyük savaş. Bunlar nasıl savaş böyle, en 20 yıl sürmüş. Uzun süre sonra bir daha savaşıyorlar gene en az bir o kadar sürüyor. Bir yüz yıl geçiyor 3. kez savaşıyorlar. Bu kez ölüm kalım savaşı oluyor. Romalılar Kartacalıları yendiğiyle kalmıyor, yerlerini yurtlarını yok ediyorlar. Kartaca kenti tarla gibi sürülüp yer yüzünden kaldırılıyor. Okudum, kendi kendime üzüldüm. Yeni olmuş gibi bir duyguya kapıldım. Oysa yüzyıllar önce olmuş olaylar. Gelen giden olmadı, kalkıp dersliğe gittim. Pencerelerden izledim; yeni öğretmen evleri, bizim dersliğin altındaki bahçeye yapılıcakmış. 8. Sınıflar temel yerlerini düzenlemeye başlamışlar. Öğretmen evleri tam da meyve bahçesi içinde olacakmış. Ben bakarken Harun Özçelik geldi. Çoktandır revirde yatıyordu. İyileşmiş. O da benim gibi sıkılmış, “ Atölyede çalışmayı özledim! “ dedi. Sürekli bir öksürüğü varmış. Sık sık da ateşi çıkıyormuş. “ Gizli ateş denilen bir hastalıkmış. Paydos zili çalınca kitaplığa döndüm. Harun’u düşündüm. Çok çalışkan bir arkadaşımız. Marangozluk işlerinde onun üstüne kimse yok. Resim çizimleri makineden çıkma gibi. Öyleyleyken arada işten kaçtığı söylenmektedir. Sözde revire gidişi bir tür kaçmakmış. Bir de hemşirenin kızı Hadiye için söz uydurdurmuşlar. Sözde salt Hadiye’yi görmek için gidiyormuş. Okulu bitirir bitirmez evleneceklermiş.
Hasan Üner’le akrabası Fevzi Üner yardıma geldiler. Fevzi bu haftanın nöbetçisi olacakmış. Bizim sınıf nöbetçisini sordu. “ Fevzi çok dikkatli, “ Ben öyle herkesle işbirliği yapmam, kendimi ezdirmem! “ diyor. Yat zili çalınca oldukça sevindim. Bugün nedense sıkıntı üstüne sıkıntı geldi. Yarın bahçe çalışması yapılacaksa arkadaşlara katılacağım. Kimseyle konuşmadan yattım. Geçen yıl bu günlerim karma karışıktı. Ankara’ya gidiyorduk sözde ama kesin bilgimiz yoktu, kendi kendimize uydurduğumuz yerlere gitme sevinci gösteriyorduk. Bir yandan da ailelerimizi arkada bırakıp gitmenin acısını duyuyorduk. Gittik, geldikŞimdi çok iyi olmamız gerekirken gereksiz sorunlar uydurup gene sıkıntı yaratıyoruz. “ Sırtıstü dönüp uzandım, güldüm: “ Çok olma İbrahim, bir yıl sonra bu günler okulun bitmiş olacak. Hasanoğlan’ı anımsadım. Süheyla Öğretmen keman çaldı, 29 Ekim Bayramını düşledim. Hızlı bir tren geçti. Şerif Baykurt el salladı. Beni tanıdığına sevindim. Trenle nereye gidiyor acaba? Baktım köydeyim. Bizim köyde tren ne gezer? Köylüler anlattılar. Bu yıl pancar çok olmuş, Pancar şirketi kolay taşınsın diye geçici tren yolu yaptırmış. Şerif Baykurt’un ne işi var buralarda? Yoksa karar değiştirip buralarda bir yerlere mi atandı? Rüya giderek beni köye götürdü. Üsküpdere adı verilen bizim köyün deresi Istranca eteklerindeki Üsküp Bucağı eteklerinden çıkıp tam Alpullu Şeker Fabrikasının kurulduğu yerden Ergene’ye dökülüyor. İstasyondan bir kol ayırsalar Üsküp Bucağına dek trenle gidilir. Alpullu, Pancarköy, Kırıkköy, Çeşmekolu, Deveçatağı, Bayramdere, Üsküpdere, Üsküp olmak üzere sekiz köy aynı dere içinde. Bitişik yamaçlardaki köyler de sayılınca, Hamitabat, Ayvalı, MüsellimKumrular, Kavakdere, Karıncak olmak üzere tam 15 köy bu demir yolundan yararlanacak. Demiryoluna o denli inandım ki, İstasyon yerleri düşlerken uyumuşum.
8 Nisan 1942 Çarşamba
Arkadaşlar bana umut bağlamış, “ Neler hazırladın? “ diye sordular. “ Salih Ziya Öğretmen bahçeye çıkarmazsa, öğleye dek anlatacak hazırlığım var! “ dedim. Büyük bir çoğunluk “ Yaşa! “ diye bağırdı. Ad olarak da sıraladım, tütün, pancar, mısır, süpürge, darı, dikenli mısır, Gündöndü, haşhaş, Hardal, pamuk, susam, nohut, kendir, kavun, karpuz, yazlık kabak, kışlık kabak, lahana, pırasa, turp, havuç, ispanak, Maydonoz, patates, şalgam, biber, domates, patlıcan. Yazdıklarımı sıralayınca arkadaşlar çevremde toplandı, çoğu inanamamış durumdalar, gene gene sordular: “ Sahiden bunları sizin köyde ekiyor musunuz? “ Bunların hep ekildiğini biliyorlar ama hepsini bir arada sayınca şaşırdılar. Bizim su altında yerlerimizin olduğunu, ailemiz kalabalık olduğu için değişik tür ekimlere yöneldiğimizi anlattım. Kahvaltıda da tarım konuştuk. Salih Ziya Öğretmen gelince şenlik arttı. Çünkü Salih Öğretmen derslik kılığıyla gelmişti. Çok rahat olarak dersliğe gittik. Zil çaldıktan sonra bir süre öğretmen bekledik. Neredeyse planlarımızın bozulduğunu konuşmaya başlamıştık. Salih Ziya Öğretmen gülerek geldi. “ Dersliklteki son dersimizi yapmış olabiliririz! “ diye konuşmaya başladı. Bizim sınıfın bu yaz yapacağı özel çalışmaları sıraladı. Onbeş günlük bir Edirne Fidanlığı incelememiz olacakmış. Bu arada 20 günlük bir zorunlu Askerlik Kampımız varmış. Ayrıca 20 günlük yaz tatilimiz kesinlikle bu yıl uygulanacakmış. Arkadaşlar önce Edirne Fidanlığı sözünü açıklattılar. Kesinlikle haziran başında olacak. Dönüşte Askerlik Kampı, onu izleyen günlerde de tatil. “ Nisan, mayıs, haziran, temmuz, ağustos! “ Öğretmen güldü” Ohoooo, siz yazı bitirdiniz. Durun bakalım, başlanmak üzere olan inşaatlarınızı kim yapacak? “ diye sordu. Birinci dersi konuşmalarla doldurduk. 2. Derste arkadaşlar bemin ödevimi anımsattılar. Nedense Salih Ziya Öğretmen biraz isteksiz:
-Hadi söyleyse özet olarak konuşalım! “ deyip beni kaldırdı. Pancar ekiminden başladım. Pancar ekimini, Pancar Şirketinin yaptığını, özel araçları olduğunu, hava durumlarına göre mart ayları sonu ile nisan başlarında makinelerin köylere gelip ekimleri yaptığını anlattım. Bunu Alpullullu’da kaldığımızda görmüştük. Arkadaşlar onu anımsadılar. İkinci ekim olarak tütünü seçtim. Arkadaşlar arasında tütün ekimi bilen yokmuş. Dikkatle dinlediler. Tütünlerin fide olarak ekildiğini anlattım. Mısır gibi aralıklı büyüdüklerini, büyüdükçe mısırlar gibi yaprak çıkardıklarrını, toprakran yükselince kazıldığını, yapraklar büyüüyüp sararmaya yüz tutunca koparıldıklarını, koparılan yaprakların iplere dizildiğini, dizilerin güneşte kurutulduğunu, kuruyanların özel çuvallara ya da sandıklara sıralandığını, kırım, kuruma işi bitince tütünleri Tütün Alım merkezlerine teslim edildiklerini anlattım. Tütün konusunda ekicilerin başından geçen olaylardan neler bildiğimi soran öğretmene kolcuların yaptığı baskınlardan örnekler verdim. Arkadaşların çoğu anlattıklarıma inanmamış gibi gülümseyerek baktı. “ Hem kendileri ekiyor hem de ceza alıyorlar! “ türü konuşmalar olunca Salih Ziya Öğretmen İnhisarlar (Tekel) kurumlarını anlattı. Aynı durumlar pancar ekimlerinde de olmaktadır. Çiftçiler biraz zorlanmazsa verdikleri sözleri yerine getirmez. Böylece kurulan fabrikalar zarar eder, işin içinde biraz zorlama bundandır! “ diye konuştu. Öğretmen bu kez haşhaşı sordu. Haşhaşların da mısır ekimi zamanlarında ekildiğini, haşhaş yerimizin kahvenin bahçesinde olduğunu, bir dönüm olarak anıldığını anlattım. Gelincik çiçeklerine benzeyen çiçek açtıklarını, çiçekleri genellikle beyz, mavi olduğunu, çiçek dökünce kozalaklar oluştutuğunu, kozalaklarıın üstünden çizgiler çizildiğini, çizgilerden çıkan sütlerin kuruduğunu, kuruyunca onları babamın kendisi topladığını, kutularda sakladığını, kozalaklar kırılarak içinden çıkan tohumların saklandığını anlattım. Öğretmen uyarıda bulundu. “ Arkadaşınız, geçmiş yıllardan kalan bilgilerini anlatıyor. Trakya’da iki yıldır, haşhaş ile anason ekimleri yasaklandı! “ dedi. Sonra da gerekçelerıni anlattı. Öğretmen, az duraksadı, gene gülerek:
-Sizin çevre gezileriniz var, bence bunlar sizler için çok önemli, niçin susuyorsunuz? Arkadaşınızın anlattıklarını benim bildiğim bu yakın çevrelerde hep ekiyorlar. Bir cumartesi ya da pazar günü gözden çıkarsak bir kaçını birden görebiliriz. Biz en iyisi kendimizce bir proğram yapalım, birer ikişer görülecek yerleri görelim! Birden hepimizi bir sevinç sardı. Mehmet Yücel kendi köy taraflarının bahçelerini saydı döktü. Lüleburgaz, Tatarköy, Celaliye, Osmancık, Ceylanköy, Turgutbey, Büyük , Küçük Taşlılar, Umurca, Deveçatak, Bayramdere, Karıncak, Üsküpdere, Üsküp, Kaynarca, Pınarhisar sayıldı döküldü. İlk durak olarak Lüleburgaz bahçeliği ile Tatarköy, Celaliye saptandı. Bu iki köy birer saat arayla, Lüleburgaz deresi kıyısındaki köyler. Öğretmen ayrılırken “ Evdeki hesap çarşıya uyarsa yapacaklarımız bizim için çok öğretici olacaktır! “ diyerek ayrıldı. Öğretmenin arkasından arkadaşlar birer ikişer derslikten çıktılar. Arkadaşların kimileri ilk gezileri kendi köylerine kaydırmak için gösterdikleri çabalar gözümden kaçmadı. Benim köyüm ilk gidilece3 yakınlardan değil ama gene de ben arkadaşların “ Önce orasını görelim! “ demelerini beklerdim. Benim köyüm tamı tamına Lüleburgaz’a üç, Kepirteperye 4 saat. Sanırım ilerki proğramların birinde Hamitabat, Çeşmekolu, Kırıkköy üçü bir arada görülecektir. Kitaplığa gittim. Geri gelen kitapları yerlerine koyarken Fikret Madaralı Öğretmenin okumamızı övütlediği Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece adlı kitabını gördüm. Çalı Kuşu kadar kalın değil ama küçük de sayılmaz. Önce bir kurcaladım. Besbelli bu da bir öğretmen kitabı. Fikret Madaralı Öğretmen bize öğretmen olarak çalışırkennelerle karşılaşacağımızı kendi yaşamından örnekler vererek anlatmıştı. Bu arada Yeşil Gece sık sık geçer. Birlikte okuyacağımız kitaplardan biri olduğu için, okumayı geciktirmiştim. İkinci kitap Halide Edip Adıvar’ın “ Urun Kahpeye(Vurun Kahpeye) adlı romanıdır. Yeşil Gece, 250 sayfa olduğuna göre kitaplık nöbetimin bitiminde biteceğini düşündüm. Kitabın baş tarafındaki konuşmalar pek hoşuma gitmedi. Ancak Atanmak için gelen genç öğretmenle yetkili oldukları söylenen kişiler arasındaki anlaşmazlık olayı eğlenceli bir duruma getirmeye başladın. Öğretmen adayı Şahin Efendi İstanbul’a yakın bir yere atanmış, oysa uzak yörelere gitmek istiyor. Yetkili kişi bunu bir türlü anlayamamaktadır. Sonunda anlaşma sağlanır, öğretmen adayı bilmediği bir yöredeki görevine gitmek üzrere yola çıkar. Bilmediği bir yer demek yeterli olamaktadır. Gitmek için seçtiği yer, İzmir’yöresininin en yobaz, azınlıklıklarla iş ilişkilerini doruğa çıkarmış takımının yaşadığı Sarıova’dır. Daha önce Sarıova’yı kurada çekmiş olan arkadaşı, yeterli bilgiler almış, gidecek olan arkadaşına uyarılarda bulunmuştur. Söylenenlerin neler olduğuğunu çok iyi bilen Sarıova yeni öğretmeni Şahin Efendi, yolculuk hazırlıklarını tamamlayıp, yıllar önce okumak için geldiği İstanbul’u son kez doya doya gözler. Anımsadığı kadarıyla o İstanbul’a öğretmen olmak için değil daha büyük dava adamı olmak için gelmişti. Giderek bozulan dinsel inançların yoluna konması için canla başla çalışacak, küfre karışan Tanrı’nın kullarını doğru yola sokacaktı. Şahin Efendi, yarın bineceği vapuru gördü. Birden 12 yıl öncelere gitti. Yoksul bir aile çocuğdu. Babasını kandırıp okutmak üzere İstanbul’a getirmişlerdi. Benzer yaştaki arkadaşlarıyla bir yerlere sıkıştırılmışlar, ne anlama gerldiğini bir türlü anlamadıkları konuşmalar dinleyip tekrarlıyorlardı. Bu arada Şahin Efendi’nin babası öldü. Bir süre anasına yardım etmek için çobanlık yaptı. Geriye dönüşü zor bir yola çıkmıştı. Geçinmek için bir yol bulmuştu, işte. Küçük yaşına karşın benzerleri gibi cübbeli, sarıklı insanlar arasına alınmış, “ Dur! “ dediklerinde durmuş, “ Git! “ dediklerinde de gitmiş. Ancak yaptıklarının nedenlerini hiçbir zaman anlayamamıştı. İçinden kimi zaman bu anlaşılmazlığı hayra yormuş, kendini bulmakta bunun işine yaradığını şükrederek anımsamıştı. İçinde de bulunduğu gerçeği bilmesine karşın vapura baktıkça 12 yıl öncesine uçup yırtık pırtık yeşilimsi giysiler içinde, şaşkın şaşkın çevresindekilere bakan çocuğu görüyordu. Köyünden ayrılan bu çocuk, üçgün üç gece, sözün tam anlamıyla yaya yapıldak yol yürümüş, hayvanlar arasında vapur yolculuğu yapmıştı. İnsanların eziyet çekmesi gerektiğini çok duymuştu. Sakallı hocalar, sık sık cehennemden söz ederlerdi. Onlar söylediğine göre onun başına gelenin de önünde sonunda böyle bir şey olduğunu düşünmüş, dişlerini sıkıp katlanmıştı. İşte 12 koskoca yıl böylece geçmişti. Şahin Öğretmen, geçmişi anımsayıp acılı günleri düşünmek istemiyordu. Ancak içinde bulunduğu şu andaki mutlu durumunu yaşamak için elinde olmayarak geçmişle içinde bulunduğu gün arasında gitti, geldi. Köyü, bakımsız, mutsuz insanların çaresizlik içinde kıvrandıkları bir yerdi. Yüz yıllardır Tanrı ile yollarını yakınlaştırmak için gelenek kuralları koyup uygulamış olmalarına karşın bekledikleri yaklaşım olmamış, tarlalar bereketini giderek kaybetmiş, dış düşmanlar daha güçlenerek savaş açıp yengi üstüne yengi kazanmış, savaşlarda yiritiren insanların aileleri sürekli sorun olup yaşayanları karamsar duruma sokmuşlardı. İstanbul’u gören çocuk Şahin, o yorgun durumu içinde aklınca yorumlar yapmıştı. O büyük Molla Efendilerin söylediği o Mahşer günleri burada mı yaşanıyor? Sokaklar öyle kalabalık ki, bu ancak Mahşer’de olabilir. Arkadaşlarıyla konuşmaya başlayınca İstanbul’un kendi köyünden farklı olduğunu sezmeye başladı. Dağ yamaçlarına, tepelere asılan görkemli binaların, gülen insanlarla dolu olduğunu gördükçe değerlendirmelerini daha tititzlikle gözden geçiriyordu. Şahin Öğretmen vapura yerleşince, son bir veda için eski arkadaşlarına, uğradı. Beş yıl birlikte kaldıkları Somuncuzade Medresesi’ne gitti. Bir arada kalmışlardı ama düşüncelerinde uyuştukları pek sözlenemezdi. Şahin Öğretmenin kılığı oradakileri biraz şaşırttı. Onlar Medrese insanıydı, yeni anlayış içinde kılık değiştirmeleri doğru olamazdı. Hemen bunu söylediler. Bu arada Medresenin dişli geçinen eski softa takımı Şahin Öğretmeni çekinmeden eleştirdiler. Şahin Öğretmen’in İstanbul’da kalabileceğini, buna karşın onun bunu istemeyip gönüllü olarak Sarıova’ya gittiğini duyunca dilini yutanlar oldu. Görünüşte hepsi insanlar için çalışıyordu, ya da onlar öyle demeye çalışordu ama bıraksalar İstanbul’un orta yerine düzenlerini kurup çıkarlarını yürüteceklerdi. Şahin Öğretmen Nuruosmaniye’ de kendisini pek sevmediğini bildiği Zeynel Hoca ile karşılaştı. Zeynel Hoca 31 Mart ayaklanmasından gizli bir çok kundaklamaya katılmış, kılpayı idamdan kaçarak kurtulmuş ayınlardan biriydi. Yaşlı, etkisiz bir duruma düşmüş olmasına karşın, alışkanlıklarını sürdüren özellikle yenilikçilere iğrenç iftiralar atan kişi olarak tanınıyordu. Şahin Öğretmeni görünce duygusuz, sert gemilerin bağ sincirlerini andıran bir sesle konuştu. Önce yeni giysilerini göstererek “ Evleniyor musun? “ diye sordu. Arkasından, “ Zamparalığa çıkmış olabileceğini ekledi. Oysa gerçeği çok iyi biliyordu; Şahin Öğretmenin yenilikçi, dürüst bir genç olduğunu ilk günlerden sezmişti. Ancak içindeki şeytan onu tam anlamıyla Şeytanca oynatmaktaydı. Şahin Öğretmen, nezaket kuralları içinde yanıtlarını yılmadan verdi. Bir süre dinledikten sonra Zeynel Hoca sabredemedi:
-Hepsi tamam hocam, bir şapkan eksik kalmış, deyip sinsi sinsi güldü. Bu da o günler için yobazların en büyük küfrü sayılırdı. Şahin Öğretmen bu tür olumsuzlukları hesaba katmış, bunlardan yılmayacağını, yaşamını bu inançlar üstüne kurmaya karar vermişti. Gene de geçmişinde kalan acı-tatlı anıları eşelemeden edemiyordu. Zeynel Hoca’nın yüzüne bakarak:
-O da olur inşallah, dedi. Sözününü, bastıra bastıra sürdürdü:
-Anadolu’dan sarıklı geldim fesle gidiyorum, bir zaman belki şapkayı da giyerim ama sen bunu göremezsin. “ Sen bunu göremezsin! “ sözü Zeynel Hoca’yı duraksattı:
-Neden göremeyecek mişim? Şahin Öğretmen duraksamadan:
-Belki o zamana dek asılmış olacaksın! Zeynel Hoca beklemediği bu sert tepkiyi alınca sertleşme yerine yumuşamış gibi görünerek “ Tanrıya emanet ol! “ deyip eliyle de gök yüzüne bir kavis çizip gülümser bir yüzle ayrıldı. Şahin Öğretmen İstanbul’dan ayrılmak üzereyken istemediği sayısız anı uyanıyor, neredeyse onun son mutluluğunu karartıyordu. İşte son ayrıldığı sözüm ona bilgili insanmışçasına ortalıkta dolaşan Zeynel Hoca. Salt o değil sayıları binlere, milyonlara uzayan softa takımı. Bir durakladı “ Neden duraklıyorum, onların ellerinde diledikleri gibi oynattıkları halife de onlardan biri değil mi? “ diye sordu. Kendi kendine-Medreselerin yeşil gecesi yalnız kendi içlerini karanlığa boğmakla kalmamış; memleketin her yanına yayılmış, her köşesini kaplamış. Zaten bunun başka türlü olmasına da imkan yoktu. Akıllara, vicdanlara şimdiye kadar hep bu medreseden yetişenler rehberlik ediyorlardı. Bu adamlar, memlekete karanlıktan gayrı ne götürebilirlerdi ki? . . Üç Aylar gelince omuzlarında heybeleriyle Anadolu yollarına dökülen cer hocalarını kimi beyaz, kimi yeşil başlı baykuşlara benzetiyordu. Evet, zavallı memleket, asırlardan beri yeşil bir gece içinde yaşıyordu. Halk dünyayı hep bu karanlığın arasından görüyordu. Anadolu’da fikirlerin geri, insanların sefil kalması, işlerin fena gitmesi hep bu yüzdendi. İçlerine girdikten sonra gerçeği gördüğü inancıyla medrese softalarından nasıl ayrılmıştı. Somuncuoğlu Medresesine son kez bakarken en taze anıları depreşti. Belki en tazeleri değildi ama bir dönem açan anılardı. Medrese çıkmazında sürünürken hep bir kurtuluş düşlemişti. Elindeki olanaksızlıklar bir karar vermesini önlediği için düşleri sürdü gitti. Ancak çalışkan bir insandı. Çalışmayı ibadet olarak algılıyordu. Bir gün Somuncuoğlu Medresesinde sınav açılmıştı. İsteyenler sınava girer. Girip kazananlar isterlersen yeni açılmakta okullarda öğretmenlik yapabileceklerdir. Şahin Öğretmenin bir isteği depreşti. Çocukları seviyordu, onların yetişmesine neden yardımcı olmamalıydı? Koştu sınava girdi. Umutsuzdu. Çünkü sınava çok kerli ferli insanlar girmiş, allameliklerini çevreye yaymışlardı. Umutsuz olmakla birlikte utana çekile bir gün sınav sonuçları sordu. Şahin Öğretmen sınavı 2. olarak kazanmıştı. Hemen kayıtlar yapıldı. Şahin Molla öğretmen adayı olarak yan değiştirdi. Mollalar içinde yetişmiş, molla olmayan bir öğretmen. Şahin Öğretmen vapur düdüğünü çalınca, sanki geçmişi burada bitmiş, bundan sonya yeni bir yaşam başlayacakmışçasına etrafına baktı. Az önce rastgele oturmuş olduğu bir yerden kalkıp daha rahat bir yer seçerek Sarıova yolculuğuna başladı. Kitabın ¼’ünü okudum. Bir yerde tarih geçti: 1325. Babam hep bu tarihi konuşur. Eski tevellütler bu tarihle yazıldığından önemser. Ağabeylerimizi, daha doğrusdu evdekilerin doğumlarını bu tarihe göre söyler. Ali: 1315, Ahmet: 1317, Havva: 1320, Mahmut: 1322, Bektaş: 1324, Şerife: 1328, benim için 1337 tarihini söyler. Şahin Öğretmen bir yerde 1325 tarihini tekrarladı. Babamın tarihlerine göre o tarih Balkan Savaşı öncesine düşüyor. Balkan Savaşı kesin olarak 1328 ya da yeni tarihle 1912. Ben Balkan Savaşından 9 yıl sonra doğmuşum. 1912+9=1921…. . Fikrtet Madaralı Öğretmen sorarsa onun önerdiği kitabı okuduğumu söyleyeceğım. Ancak kitapta geçen bir çok sözden doğru bilgi aldığımı sanmıyorum. Cer Hacaları bölümünü Müderris Amcamın anlattıklarıyla karşılaştırınca kitaba güvenim arttı. Ayrıca Pestalozzi’yi okuyorum, orada söylenenlerle Şahin Öğretmenin anlattıkları insanı çok farklı sonuçlara götürüyor. Pestalozzi yüz yıl önce öğrenciler için yararlı olacak bilgilerin nasıl verileceğini anlatmış. Ondan yararlanan öteki bilginlerin de yardımıyla yeni yöntemler gelişmiş. Bunlar Atatürk’ün çocukluğunda bizim ülkemizin kimi yerlerinde uygulanmış. Ataürk’ün babası da oğlu Mustafa’yı annesini razı ederek böyle bir okula vermişmiş. Durum böyleyken Medrese takımı çocukları ölesiye niçin zorlamaktadır? Bunu anlamakta zorluk çekiyorum. Ben böyle bir zorlanma görmedim. Zaten ben ilk olarak yeni yazı zamanında okula gittim. Çok kolay öğrendiğim için zorlanma sözü aklımdan bile geçmedi. Ancak kahvedeki konuşmalarda hep dinledim, eski dönemlerde bizim köydeki hocalar da işi sopaya dökerlermiş. Tek ayak üstünde uzun süre durmak, bacakları çatal sopalara bağlanıp ayak altlarına vurmak çok yapılıyormuş. Ömer Seyfettin’in öykülerinde gülerek okuduğumuz olaylar Şahin Öğretmenin dilinde gülmek şöyle dursun kara kara düşündürmektedir. Medresede ölen gencin bir lokma dilemesi, o isteği yerine getiremeyenin kahrolarak anlatmasına karşın ölenin arkasından dereler dolusu şerbetten, erken ölmüş olmasının mutluluğundan söz etmek insanlık dışı bir durum. Peki ölmek o denli hayırlı bir olaysa o lanetli herifler o medreselerin çöplüklerinde neden dolaşıyorlar? Bir kitap okuyorum, bu kitabı bir yazar yazmış. Bu kitabın dışındaki insanların hepsi bu acıları çekmemiştir, bunu biliyorum ama gene de sanki tüm insanlar, burada adları geçen mollaların zararını görmüş gibi üzülüyorum. Fikret Madaralı Öğrtetmen bu kitabı okumamızı önerirken: “ İsterseniz Yeşil Gece’yi önce birlikte okuyalım! “ demişti. Belki de onu ayrıca açıklayacağı bilgiler vardı. Söylemek zorunda kalmazsam okuduğumu öğretmenden bir süre saklayacağım. Yatınca bir ara, Şahin Öğretmenin gittiği yerde nelerle karşılaşacağını düşünmeye çalıştım. Onun yerine , bizim köye gelen öğretmenlerin ilk günlerini anımsamaya çalıştım. İlk anımsadığım öğretmen Fahri Bey dedikleri bıyıklı bir öğretmendi. O gelince gece-gündüz dersleri açılmıştı. Ağabeylerim gece ablalarım da gündüz gidiyorlardı. Önceleri ben, kahvedeki konuşmaları, kimseye çaktırmadan dinliyordum. Fahri Öğretmen çok az konuşuyordu. Bir keresinde babamla benim için konuştuğunu dinledim. “ Çocuk kahvede kendinden yaşlılarla konuşa konuşa akranlarını yadırgar, onlarla arkadaş olmakta zorluk çeker! “ demişti. Sözü doğru duydum ama özünün doğru olmadığını düşündüm. Çünkü ben arkadaşlarımla çok iyi oyun kurup oynuyordum. Fahri Öğretmen zaman içinde beni daha yakından izlemeye başladı. Yıl ortalarında da gündüz okuluna giden Şerife Ablamın yanında oturmama izin verdi. Yıl sonunda da köyde ilk okur-yazar çocuk belgesini ben kazandım. O yıl esas köy okulu açıldı. Yeni öğretmen geldi. Ahmet Bey. Ahmet Öğretmen, yakın köyümüz Kavakdere köyündendi. Bizim köye atanınca haber vermiş, köye geleceği zaman Ali Ağabeyim at arabamızla almaya gittiğinde beni de yanında götürmüştü. Ahmet Öğretmen nedense arabada bana hiç söz söylemedi. . Biraz alındım, öyle suskun dururken uyumuşum. Kahvenin önünde araba durunca kendime geldim. Ahmet Öğretmen kahve önündeki asma çardakları gözlüyordu. Durdum baktım, gülümser gibi olunca bunu fırsat sayıp sondum:
-Senin adın ne? “ Ahmet Öğretmen gülümserliğini sürdürerek:
-Durmuş! “ dedi. Bizim köyde Durmuş var ama daha çok ad yerine aile adı, Örneğin Durmuş Hamza, Durmuş Şerif, Durmuş Mustafa! “ Bilgiç bilgiç direttim: Durmuş ama ne durmuş? Ali, mi? Veli mi? Mustafa mı? “ Ali Ağabeyim geldi, sözümüze karıştı. Ahmet Öğretmen sonunda elini başıma koyarak” Haklısın, benim adım Durmuş falan değil. Öyle demek gerekeydi Durmuş Ahmet olacaktı. Sen onu unut, benim adım bundan böyle senin için salt Ahmet Öğretmen olacak. Ahmet Öğretmen bizi bir yıl okutup ayrıldı. Bu kez Hasan Öğretmen geldi. Hasan Öğretmenin de ilk günlerini anımsıyorum. Hasan Öğretmen okul açılmak üzereyken gelmişti. Okul binası değişmişti. İlk günler okulu düzenledikÖğretmene böylece alıştık. Hasan Öğretmen beni iki yıl okuttu, 3. sınıfı bitirmiş oldum. Köyümüz bir süre daha 3. sınıf olarak sürdü. 3. yıl sonra en yakın 4. 5. sınıf Hamithabat okulunda açılınca oraya devam edip 5. sınıf diploması aldım. Bunları anımsarken tüm öğretmenlerimin bizim köye gelişlerinde bir sıkıntı ile karşılaşmadığını bilir gibiyim. Okul saatleri dışında bizim kahveye geldiklerini , neşeli konuşmalar yaptıklarını, halkın onlara karşı sevgisi olduğunu hep gördüm. Ayrılan öğretmenlerin genellikle kendi istekleri doğrulusunda ayrılmalarına karşın köyde üzüntü olduğunu da çok duydum. Şahin Öğretmenin dönemi ile sonraki dönemin farkı var mı yoksa Anadolu’da hala Şahin Öğretmenin anlattıkları sürdürülüyor mu? Öğretmenlerimizin arada bizi uyarmaları yoksa bundan mı? Bizim Köy eğitmeni Mustafa Ağabey, arada Muhtar Amcaya teşekkür ediyor: “ Çavuş Amca sayesinde işlerimi yürütüp gidiyorum, bir çok arkadaşın başına gelenler benim uzağımdan geçti! “ gibi sözler oluyor. Bunların bir anlamı olsa gerek!
9 Nisan 1942 Perşembe
Zille uyandım. Rahat kalkabilirim. Böyle düşünürken Bekir Temuçin geldi. “ Sen akşam yoktun, biz bir karar verdik, tarım gezi günleriyle yerlerini Recep Kocaman arkadaş yapacak. Bu karara katılıyor musun? Hiç duraksamadan: “ Aaaa. Ne kadar doğru bir karar, Recep bu konuda benden bile çok daha güzel şeyler düşünür! “ dedim. Meğer sorulan son kişi benmişim, ben de katılınca bundan sonra bu konu ortaya getirilmeyecek, ötesini Recep Kocaman düzenleyecek! Birden neşelendim. Şahin Öğretmenin Sarıova’sı uzaklaştı benden. Akşam kitaplıktan erken ayrılmıştım. Fikret Madaralı Öğretmen sabahleyin uğrar, gözüne bir olumsuluk takılmasın, düşüncesiyle Kitaplığa gittim. Mehmet Ak gelmiş. Benimle birlikte Zeynel de geldi. Kahvaltıya birlikte gittik. Çay-peynir, Çay-zeytin, pekmezli su sözleri arasında kapıdan girdik. Hiç birimiz bilememiş, bulgur çorbası. Hayır o da değil, “ Bulgurlu su! “ Bu da yanlış, “ Bulgurlu ılık su! “ Masaya oturdum, bizim masa da aynı sözleri konuşa konuşa gelmiş, gülüştük. Bu ara öğretmenler geldi. Fikret Madaralı Öğretmeni görünce hepimiz gülümsedik. ACABA Fikret Madaralı Öğretmen oturup bulgur çorbasıyla kahvaltı yapar mı? Biz, yaptı, yapacak derken öğretmen oturdu, gerçekten kahvaltı yaptı. Biz kalkmak üzereyken de bir nöbetçiyi bana gönderdi “ Kitaplık açılsın! “ Mehmet Ak’la Zeynel Yalçın bana gelen haberciyi görmüşler, ben kalkınca onlar da kalktı. Kitaplığı açtık. Az sonra Fikret Madaralı Öğretmen geldi, gülerek günaydın! “ dedi, “ Garip kuşun yuvasını Allah yapar! “ diye sözler vardır. Doğru mudur, yanlış mıdır bilmem ama bazan benzer işler oluyor. Bakın bugün bizim de başımıza bir devlet Kuşu kondu. Lüleburgaz Belediye Başkanı, aynı zamanda Halkevi Başkanı olan Kemal Çerman bize , yararlanacağımızı umduğu kitap göndereceğini söyledi. Az sonra kamyon onun için özel olarak Lüleburgaz’a gidecek. Fikret Madaralı Öğretmen: “ Kitapların, yazılı listesi verilecek. Ne var ki bizim işlerimizin bir titiz yanı vardır, kendi işimizi kendimiz görürüz. Siz, paketleri açıp çıkan kitapların listelerini hazırlayın! “ . Hemen işe koyulduk. Önceden o kitapları alın gelin! “ Hemen yatakhaneye gidip kılıklarımızı değiştirip kamyona bindik. Bu tür gidip gelmeleer benim için çok önemli olmamakla birlikte yanımdaki arkadaşlar için büyük sevinç nedeni oldu. Halkevi önünde indik. İndik ama önce Halkevi açılmamış, açılması için biraz koşuşturduk. Belediye Başkanı Kemal Çerman için “ Öğleye dek makamına gelmez, çarşı-pazar dolaşır! “ diyenler oldu. Şansımız yardım etti, Çal Eczanesi önünde Pazar alanına girerken karşılaştık, gezme işini bırakıp bizimle Halkevine geldi, hazırlanmış paketleri verdi. Paketleri Halkevi bahçesinin İstanbul yolu tarafına yığıp beklemeye başladık. Kaz gelen kitapların neler olduğunu öğrenmek isteğiyle bir harmanladık. Kitapların çok çeşitli olmalarına önce şaştık, sonra da Halkevlerinin etkimnliklerini kavramaya çalıştık. Halkevleri, halkın okuması için kitaplar hazırlatıyormuş. Kitaplar hazırlanınca tüm yurtta açılmış olan Halkevleri kitaplıklarına dağıtılıyormuş. Halkevleri, büüyük kentlerde, illerde ilçelerde oluyormuş. Ayrıca bucak ya da köylerde Halkodaları açılmış, oralara da bu tür kitaplar gönderiliyormuş. At bakıcılıktan, arıcılığa, köstebek, ya da dana burnu zararlarını önlemeden karga, saksağan türü kuşların zararlarını önlemelere dek kitaplarla karşılaştık. Ben ayrıca okunacak kitaplara baktım, sayısız roman türü kitap var. Hemen hemen hepsi Türk yazarlarının, Akagüngündüz, Peyami Safa, Mahmut Yesari, Esat Mahmut Karakurt, Etem İzzet Benice, Selami İzzet Sedes, Hüseyin Cahit Yalçın(Oğlumun kitapları)İsmail Habip Sevük, İsmail Hami Danişmend, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin( 6 kitabı var)Ömer Seyfettin(9 kitabı var)Sadri Ertem, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Enis Behiç Koryürek, Falih Rıfkı Atay, Behçet Kemal Çağlar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Haşim, Bir de ince ama büyükçe ölçekli Tevfik Bıyıklı diye birirn kitabını gördüm. Balkan Türkleri. Hemen karıştırdım. Vahit Dede’nin anlattıklarına benzer bilgiler var. Çok ince, ek notlar var; iyi anlayamıyorum ama, gerekli bilgilerin olacağına da inanıyorum. Hele babamın sık sık anlattığı bir Lüleburgaz toplantısı vardır (Balkan Savaşı’nın başladığı günlerde) o toplantının o kitapta da olması ilgimi çekti.
Zeynel’in gayretinden kuşkum yoktu ama Mehmet Ak da az inatçı değilmiş. Listeleri tamamladık. Bu akşam kitaplığı açmayacağız. Kitap verme yarın başlayacak. Sözleşip dersliklere dağıldık. Bizim sınıf benim yokluğuma iyice alışmış. Ben gidince “ Neredesin? “ diye soran bile olmuyor. Yerime oturdum. Okul Müdürümüz bugün derse gelmemiş, yarın geleceği besbelli. Biraz Pedagojiden biraz da Pedagoji Tarihinde Pestalozzi’yı okuyacağım. Pedagoji kitabında bir öğretmende bulunması gereken özellikler ilgimi çekti: 1-Öğretmen , okutuğu dersin konularını iyi bilmelidir. Anlatmaya kalkıştığı konuda bocalarsa, öğrenciler bunu çabuk anlar, güvenleri sarsılır. 2-Öğretmen, çalışkan öğrencilerle çalışmayanları iyi seçmemli, çalışkanların haklarını vermelidir. 3-Öğretmen öğrencileriyle alay etmememli ya da benzer konuşmalara yer vermemelidir. 4-Öğretmen not değerlendirmelerinde ço adil olm alı, hak etmeyenlere, hakkı olmadığı notları vermemelidir. 5-Öğretmen, verdiği ödevleri titizlikle izlemeli, adil değerlendirmeler yaparak çalışkan öğrencilerin emeklerini boşa çıkarmamalıdır. 6-Öğretmen, giyimiyle, tavırlarıyla, temizlik konusunda titizliğiyle öğrenciye örnek olmalıdır. 7-Öğretmen kindar olmamalı, böyle olmadığını da kendiliğinden çocuklara duyurmalıdır. Öğretnciler, küçük kusurlarının öğretmence hoşgörüleceği duydusunu taşımalıdır. Daha bir çok madde var ama ben bunları aldım. Pedagoji Tarihi kitabından da Pestalozzi’nin öne sürdüğü düşünceleri özetlemeye çalıştım. Ne var ki, o fikirleri kendim bir yere yazmazsam, yazdıklarımı okumazsam anlatacağım kanısında değilim. Onlar eskiden söylenmiş, belki de bir bölümü uygulanmış olduğundan bugün zaten varmış kanısı uyanıyor, bu da konuşana bir engel çıkarıyor. Örneğin öğretmen olarak yetişmiş olan Şahin Öğretmenİn çevresindekiler için söylediklerini düşününce Pestalozzi çok yeni, bizim okulda karşılaştıklarımızla karşılaştıncaysa Pestalozzi çooook çok eskilerde kalıyor. Ben kendimle tartışırken zil çaldı. Arkadaşlar Recep Kocaman arkadaşın çevresini sarmış tembihler yapıyor: “ Kimsenin etkisinde kalmadan köy saptamalıymış. Arkadaş Halil Basutsu güldü: “ Önce siz çekilin, arkadaş rahat kalsın! “ Güldüm ama kimseye bulaşmadan yatağı boyladım. Kendimi kaptırmadan uyumak niyetindeyim.
10 Nisan 1942 Cuma
Geçen derslerin birinde benim söylediğim bir sözü eleştirenler olmuş. Kadir Pekgöz hemşerim de beni savunmuş: “ O oyle söylediyse doğrudur, neden yalan söylesin? Üstelik o matematikte hepimizden daha başarılı. Demek sözünde doğruluk payı var! “ demiş. Bunu gülerek kendisi anlattı. Olay da karekök, küp kök almak üzerine. Ben, 100’e dek sayıların karelerini 5O’2ye dek de küpleri ezberliyorum, ötesi kolay demiştim. Ancak ben bunu matematik dersinde Ahmet Gürsel Öğretmenin kendisine söylemiştim. Ahmet Gürsel Öğretmen gülereek “ Bakın arkadaşınız bir özgün çalışmadan söz ediyor, matematık biraz bellek işidir, ezbertlemek onun doğal bir sonucudur! “ demişti. Arkadaşlar kareler için bir şey demiyormuş ama küp işin içine dirince “ Olmaz! “ diyorlarmış. 5x5x5=125, 9x9x9=729 olur ama 45x45x45=91125 ezberlenemez, diyorlarmış. Güldüm, “ Ezberlenmez değil ezberlenemez ama ben bellil basamakların kimi özelliklerinden yararlanıp sınırlı da olsa bir çok sayıyı belleyebilmekteyim. 10, 15, 20, 25, 30, 40, 45 gibi sayılar bunlar arasından. İyi ki Kadır bu konuyu açtı, ben de çalışmalarımı daha iyi açıklar, yaptıklarımı arkadaşlara gösterebilirim, diye düşünerek Kadir, İdris, Orhan arkadaşlarla dersliğe gittik. Kitaplık nöbetim bir bakıma iyi oldu ama dersikten de iyice kopmuş gibi olmuştum. DerslikteYeni Günlük Çalışma Çizelgesi ile karşılaştık: saat0, 6 Kalk. , 6’20, Spor-Oyun, 6’45-7’30 Derslik Çalışmaları, 7’30-7’50 Kahvaltı. 7’55 Hazırlık 08-12 Dersler. 12’10 ara. 12’10-12’40 Öğle yemeği. 12’40-13’30 Öğle arası(Cumartesi, Bayrak Töreni) 13’30-17’30 Sanat çalışmaları. 17’30-18’30 Özel çalışmalar. 18’30-19’30 Serbest Okuma. 19’30-1950 Akşam yemeği. 20’oo21’30 derslik çalışmaları. 21’30-21’50 yatmaya hazırlık. 22’00 Uyku. Bir sürü tartışmadan sonra gepçen proğramla arasında fazla bir ayrulık olmadığı anlaşıldı. Yalnız bizim oyuncu arkadaşlar sevindi: Sonunda oyunlar başlayacak! “ Sabahları 20 dakika Spor-Oyun yeter de artyar bile. Ne zalam uygulanıyor? Yarın bayrak töreninde açıklandıktan sonra…Yusuf’la Ahmet Güner gelip bana sarıldılar. Uzun zamandır bunu bekliyorduk. Ben çok önemsemedim, nedense bu oyun işinden soğumuş durumdayım. Gene de onların sevincine katıldım. Tüm sınıflar haber almışlar kahvaltıya giderkenidönüşte konu oyunlar, nasıl olacak, kimler katılacak? Bu konuda birkaç kez çalışma yaptık, öteki sınıflara da duyurduk ama, çalışma günü geldiğinde başka engeller çıktığından geri kalmıştı. Yağmurler, sabah serinlikleri, erkenden öğretmenlerin gelmemiş olmaları hep bizim çalışmalarımızı geri itmişti. Öğretmenlerin oldukça neşeli gelişleri ilgimizi çekti. Bizim arkadaşlar biraz çekimserler. Matematik dersi var. Ahmet Gürsel Öğretmen ne denli neşeli olursa olsun derste sorduğu soruya doğru yanıt alamayınca gülerken ısırır gibi konuşur. Bu nedenle arkadaşlar, bakışlarıyla iç durgunluklarını ortaya döküyorlar. Hilmi Altınsoy, “ Adamların işleri yolunda, kahkahayı basıyorlar, umurlarında mı 63 Hilmi‘nin sınıfta kalması? “ Hasan Üner hemşerisine yanıt verdi. “ Haklısın hemşerim, onları beni düşünmekten bu aralar seni unuttular! “ herkeste bir gülme. Gene de havanın güzelliği, yeni proğram falan diyerek dersliğe neşeyle girdik. Az sonra Ahmet Gürsel Öğretmen gerçekten çok neşeli girdi. Genel olarak, durumlarımızı sordu. “ Hadi gene, iisiniz iyisiniz, diyerek birden bana “ Söyle bakayım geçen yıl bugün neredeydin, ne yapıyordun? “ diye sordu. İki gün önce konuştuğumuz , söyleştiklerimiz, aklımdaydı. Beklemeden, geçen yıl bugün köyde izinli olduğumu, birkaç gün sonra Ankara’ya gitme sevinci ile ailemden uzaklaşma üzüntülerini yaşıyordum! “ dedim aklıma geldi ekledim, bir de size son mektubumu yazmıştım! “ dedim. Öğretmen “ Aaa, evet! “ dedi. Sanırım mektup sözünden pek hoşlanmadı ama, sözü hemen değiştirip, arkadaşlara bakın, gördünümüz mü? Bu yıl bunlar yok, hep bir aradayız, bundan daha büyük mutluluk olur mu? Gelin buna bir iki kare kökü ile birkaç Öklit teoremi ekleyelim, hak etmiş olarak bütün neşeli şarkıları söyleyelim! “ dedi, kollarını az geri çekip tebeşir aldı. 2 üssü 4+1= x, 3 üssü 6-2=x, 2 üssü 4 +5=x, 2 üssü 4+7=x türü sayılarla 25, 76, 72, 28, 26 sayılarını sıraladı. Kare kökler ile sayı üslerini karşılaştırdı. Birinci ders bir baştan bir sondan numaraların tahtaya kalkışlarıyla sürdü. 2. derste geometri yaptık. Öğretmen gerçekten bugün neşeliymiş, bir iki tattız durum oldu, onları bile um umursamadıİki olay da iki Ali’den çıktı 6 Ali, 53 Ali. Kaz Ali, Baba Ali diye takılan arkadaşlar haklıymış Öğretmen , “ Bu konuda sormak istediğiniz sorlar varsa geçmeden sorun, sıcağı sıcağına sorunu çözelim! “ deyince 6 Ali parmak kaldırdı. “ Öğretmenin: “ 2 üssü 4 yerine 4 altı 2 diyemez miyiz? Öğretmen güldü, “ Yok yok, matematikte Alicengiz oyunlarına yer yoktur, herkes hanki köprüden hangi koşullarla geçiyorsa biz de oradan geçelim! “ deyip sözü değiştirdi. 6 Ali için söylene Alicengiz oyunu sözü fısıltılara neden oldu. Bu kez 53 Ali kendisinin de adı olduğu için söylenen sözden incinmiş gibi konuşma yapmış. Ben duymadım ama öğretmen duymuş, “ Sordu: “ Arkadaşınız kendi kendine konuşuyor, sorun nedir ben derslerimde bu tür durumlardan hoşlanmam, arkadaşı dinleyelim bakalım sorunu neymiş! dedi. 53 Ali önce “ Şey öğretmenim, gibi sözler geveledi. Öğretmen biraz sertçe: “ Söyleyeceğin bir söz varsa söyle! “ deyince bu kez 53 Ali: “ Sizinle ilgili değil öğretmenin! “ deyince Ahmet Gürsel Öğretmen iyice sinirlendi. “ Benimle konuşuyorsun be oğul, söyleyeceğini bana söyle, söyleyeceğin bir şey yoksa sus! “ dedi. 53 Ali yerine oturdu. . Öğretmen, “ Geçmişte üstünde durduğumuz benzer çalışmaları ödev defretlerimiizinden izlememiizi önererek dersten ayrıldı. Müdür Bey için “ Gelmez, gelir tartışması yapılırken Müdür Bey geldi. İlk sözü yeni gelecek sanat öğretmenleri oldu. Öğretmen dedikleri de başarılı çalışmalarıyla tanınmış ustaların Ustaöğretici olarak alınmalarıymış. Sami Akıncı hemen sordu: “ Külür dersleri için de böyle atamalar yapılacak mı? “ Müdür Bey güldü, Sami’ye: “ Senden bu soruyu bekliyordum! “ deyince Sami kıpkırmızı oldu, “ Özür dilerim! “ deyince Müdür Bey, “ Özür dileyecek bir durum yok, herkes kendi gereksinimini düşünür. Bak öteki arkadaşların için böyle bir sorun yok. Dersler fisabillah boş geçse kılları bile kıpırdamayacaktır! “ dedi durdu: “ Ama çocuklar, buraya gelmeden önce kitabı bir kez daha karıştırdım. Bu meslekte başarılı olmanız bilgil insan olmanıza bağlı. Bu işin lamı cımı yok. Bilgisiz öğretmenin başarılı olması söz konusu bile değil, Öğretmen demek bilgili insan demektir! “ dedi, benden pedagoji kitabını istedi. İyi bir öğretmenin nitelikleriyle ilgili bölümü, önce Bekir Temuçin’e arkasından Halil Basutçu’ya onun arkasından da İsmet Yanar’a arka rakaya okuttu. Bu dinlediklerinizi lütfen defterlerinize yazın, birgün sınav yaparsam yazılısında da sözlüsünde de bunları soracağım! “ dedi Zil çaldı. Müdür Bey güldü” Devam edeceğiz deyip ayrıldı. Ancak Müdür Bey gelemedi. Müdür Beyin konuşması benim çok hoşuma gitti. Öyle ki, karşı olarak biri çıkar tartışırım düşüncesiyle hemen kitaplığa gittim. . Kimse olmadığı için bir süre öylece durup sabah oyunlarını tasarladım. Hasanoğlan’da yaşadığımız çok doğal bir durum. Bizim arkadaşlar nedense çok önemsiyorlar. Oynamak isteyen çıkar ortaya, öğretene ayak uydurarak bir süre çalışır, sonra da bilerek, bilenlerin grubu ile ortaya çıkıp oynar. Yemek zili çalınca arkadaşlara katıldım. Derslikte Kaz Ali, Baba Ali kavgası bir süre ortalığı karıştırmış. Sonunda tatlıya bağlamışlar. Hep aynı numaralar, işin ilginci hemen hemen aynı kişiler nöbetleşe yapar gibi olay çıkarıyorlar. Kitaplık nöbetimin son öğleden sonra atölyeden uazak kalmam olacak. Bir ara düşündüm; gitsem özellikle İrfan Öğretmen memnun kalacak ama benim de okum hakkım kısalacak, nasıl olsa bubdan sonra hep orada olacağım! “ deyip kitaplığa dönmeye karar verdim. İlhan Görkey Öğretmenle karşılaştım, oğlu yakında tatile çıkacakmış. Sık sık buraya gelmeye, oyunlara, müzik çalışmalarına katılmaya hevesliymiş. Ben daha çok büyük kızını bekliyordum: Sevim çok güzel bir kız, yakında öğretmen çıkacakmış. Belki de öğretmen olarak buraya gelir. Önce dersliğe gittim Yeşil Gece’yi alıp kitaplığa döndüm. Bir süre pncereden uzaklara baktım. Yeni Bedir, çevresindeki tarlalıklarda insanlar. İstanbul-Edirne yolunda sayısız arabalar geliyor-gidiyor. Uzaklarda Umurca höyükleri, hemen yakınında Umurca köyü. O köyde de akrabalarımız var ama ben onları çok yakından tanımıyorum. Köye gelince kahveye geldiklerinde konuştuklarım olmuştu. İki yıl önce de bir gün Ali Ağabeyimle gitmiştik. Istrancalara baktım; Aynı tepeleri kendi kahvevizde otuururken pencereden izliyordum. Hemen hemen aynı uzaklıkta olmalı. Kitabı karıştırdım. Baş taraflarında oldukça sıkıcı olaylar anlatılmıştı. Onları anımsayıp anlatmak oldukça zor. Sanırım bu, biraz da gereksizDerken
Şahin Öğretmenin anlattığı bir çocukluk anısını anımsadım; hem üzüldüm hem de güldüm. Öğretmen okulu döneminden önce okumaya ilgi duymuş, benim gibi, eline gelen kitabı okumaya başlamış. Ancak eline gelellikle hep, cennet-cehennem olaylarını anlatan kitaplar çıkıyormuş. Benim de daha çok Hazret Ali Cenkleri, Hazreti Hamza ya da Kesikbaş öyküleri çıkıyordu. )Bunların dışında kitaplar da olduğunu sezince Şahin Öğremmen, değişik alanlarda kitaplara da ilgi duymuş. Daha çok dünya işlerine el atan bu kitaplardan yeterince yararlanamadığını anlayan öğrenci Şahin, o günlerin çok ünlü yazarlarından birisi ile konuşmak istemiş. Yazara mektuplar yazmış. Uzun uğraşlardan sonra ünlü(! ) yazar öğrenci Şahin’le görüşebileceğini duyurunca Öğrenci Şahin adresi alr almaz yazarın adresine yollanmış. Yazar, Beykoz’da oturuyormuş. Nuruosmaniye Beykoz arası o zamanlar çok uzak, bir günlük yolmuş. Öğrenci Şahin her türlü eziyete katlanıp Beykoz’a ulaşmış. Sorulardan sorgulardan sonra bir alış veriş yerinde ünlü yazarı bulmuş, kendini tanıtmış. Öğrenci Şahin’in tasarladığı yazar daha da gösterişli, çevresini yüksek sesle sindirerek yükseklerde uçan biriymiş. Tanıdıklarına oldukça neşeli sözler söyleyen, sözleri dinlenen iyi yarı bu kişiyi öğrenci Şahin saatlerce orada beklemiş, her dakika çağırılıp konuşacağı heyacanı duyarak kendi dışındaki olayları sabırla izlemiş. Yüksek perdelerden konuşan yazarın anlattıkları hiç de öyle önemli şeyler değilmiş. “ Bugün hangi balık, yenmeli, Bu yıl palamut olacak mı? Yunus Balıkları en çok hangi balıkları avluyor? Köpek balıkları en çok hangi balıkları sever? türü sözlermiş. Öğle olmuş, konuşkan yazarın çevresindekiler birer ikişer çekilip gidince bu kez yazar, Öğrenci Şahin’e” Gel bakalım çocuk, sen ne istiyordun? “ diye sormuş. Yorgunluktan bitkin olan Şahin, kekeleyerek, kitaplarını severek okuduğunu, ama güvenilir bir bilgi edinemediğini, bunun kendi kusuru olabileceğini de düşünüp konuşmak istediğini anlatmış. Yazar doğrudan, kendisinin okuyucuya bilgi vermediğini, anlattıklarını da başkalarının kitaplarından aldıklarını, çoğuna kendisinin de inanmadığını, inananlar bulunur düşüncesiyle yazdıklarını anlatmış. İyice şaşrarn Öğrenci Şahin söyleyecek söz bulamamış. Bunu anlayan yazar: “ Acıktık, gel şuranın yemekleri nefistir, önce nefsimizi doyuralım, Yaşamımızda en büyük zevk, nefirleri birhakkın doyurmaktır. Sefisler doyup köreldikçe zihinler rahat çalışır! “ demiş, yemeklerini çok iyi bildiği bir yerde, gerçekten göz doyuracak türden yemekler söylemiş. Yazarın kitapları üstüne soru soramayan öğrenci Şahin bundan sonra yazarın anlattıklarının hiç biri de tam olarak anlayamamış. Tek anladığı, onun okuduğu kitapları gerçekten bu adam mı yazdı? Gerçekten bu yazdı ise kitap olayı da öğrenci Şahin’in kafasındakileri karmaşık soruları gidermeyecektir. Şimdi ne yapacak? Yazar, Şahin öğrenciye ayrılırken kısa da olsa güzel, gerçekçi sözler söyler. İşte bu sözler Öğrenci Şahin’i gene kendi konumu içine sokar. O bir Anadolu çocuğudur. Tüm Anadolu çocukları gibi geçmişinden gelen bir akıntının içine girmiştir. Bu akıntıdan isterse kurtulabilir. Bu yazar da bu akıntının ürünüdür. Yazdığı kitaplarla öğrenci Şahin’e dek el attığı gibi, Beykoz meydanlarında sesini en çok duyuran kişi de olmuştur. İşin ilginci, bu Nuruosmani Medrese Mollaları gibi sahte tavır takınmamakta, yaşamı maddi olaylara bağlayıp, mollaların gizlediği bir gerçeği de ortaya dökmektedir. Mollalar, gerçekte dünyalıkları için yani Maddiyun peşinde koşmaktadırlar ama onlar bunu halktan gizlemek için kurdukları taassup cehennemimde koruyacaklarına inandıklarından bu cehennem işkencelerine katlanmaktadırlar. Öğrenci Şahin, yazarın : “ Gene görüşelim! “ , demesine karşın bir daha görüşülmemiştir ama sonuç belli olmuştur. Somuncuoğlu Medresesi bir süre sonra elinden bir çalışkan öğrencisini kaçırmış, Şahin Öğretmen İrfan Ordusundaki yerini almıştır. Bu notu ekleyince dayanamadım. Şahin Öğretmen Sarıova’ya vardı. Bu bölüme girişe baktım. Sarıova, Gavur İzmir’i denilen bir büyük Osmanlı kentine bağlı büyükçe bir belde. İlk bakışta öğretmen açısınsan ilginç bir ortamı var. İdadi bulunmakta, daha önce başka yerlerde okuyup yetişmiş andınlar bol, denecek sayılarda. Mühendisler, doktorlar yetişip gelmiş. Halk ise daha da karışık, özellikle Balkan göçmenleri dönem dönem gelip yerleşmiş. Kimis tam anlamıyla kayvaşmış, kimisi hala Rumeli hayali kurmaktadır. Yeni kurulmuş bulunan 2. Meşrutiyet ise hemen hemen herkes için, onların çıkarlarını koruması gereken bir tür çıkar düzeni. Seçimlerden söz ediliyor ama konuşanlar; , yapılacak seçimlerin, onların kazandığının duyurulması biçiminde düşleniyor. Yönetim kadroları daha ilginç. Görevliler, açıkta kalmamak için tüm çevresindekileri atama amiri gibi görüp dalkavukluklarını ona göre yapıyorlar. Şahin Öğretmen böyle bir süreçte Sarova’ya girdi. Girgi diyorum ama o gelmeden, verilmesi gereken bilgiler özel bağlantılarla Sarıova’ya çoktan ulaşmıştı. . Bir rastlantı, Şahin Öğretmen ilk gece, Sarıova’da bir şölenle karşılaştı. Şölen, Şahin Öğretmen için bir ayna oldu. Bu aynada Şahin Öğretmen Sarıova yönetim birimlerindeki tüm sırıtkanlıkları gördü. İçlerinde” Ben görevimi yapıyorum, görev benim için kutsaldır, ötesi boş! “ diyecek insanla karşılaşmadı. Hoşuna giden tavırlı kimselerin, henüz söz sahibi olmadığını anladı, buna sevindi. Bu da bir umuttu. Buna karşın Somuncuoğlu Medresesindeki Mollaları aratmayacak denli çok mollanın Sarıova’da görev sürdürmesine şaştı. Bunların bir bölümü hala sarıkların bağlanmasını tartışıyor, yeni okul öğrncilerinin fes giymesini eleştiriyordu. Çevre gazeteleri, türbelerin, onarımı, mezarlıkların adları üstüne tartışma açıyor, sık sık evliyaları rüyalarında görenlerin acayıp yorumlarını yapıyordu. Son balkan göçmenlerine verileceği yerlerin onlara verilmemesini, zira onların en kısa zamanda Halife ordusunca geri alınancak Rumeliye yerleşecekleri üzerine Hazreti Muhammet’in rüyada görültüğü duyuruluyordu. Şahin Öğretmen Milli Eğitim Müdürünce iyi karşılandı. Ancak Müdür odasında sürekli oturan özürlü bir Mollanın bulunması dikkatinden kaçmadı. Öyle ki Molla Şahin Öğretmenin yedi seceresini saydı, döktü. Buna sevinmesi gereken Şahin Öğretmenin Sarova’da ilk kez yüreği cız etti. . Bu Molla burada neden oturuyordu? Şölende de bu özürlü Molla, görünüşte kendi isteğiyle bu genç, uyanık, yeni bilgilerle donanmış Şahin Öğretmenle konuşmaktan hoşlanıyordu. Görünüşte yenilikleri kışkırtan bir yanı da gözden kaçmıyordu. Ancak Şahin Öğretmen kendi kendine sorusunu sormadan edemedi. “ Niçin? “ Oysa niçini besbelliydi: “ Sağ gösterip soldan vurmak için! “ Şahin Öğretmen bu tür olumsuz etkilenmelere karşın Sarıova’ya gelişinden pişmanlık duymamıştı. Bina olarak metruk, yıkılmak üzere bulunan bir okula verilmişti. Adı Emir Dede. Halk çocukları geliyordu. Görünürde böyle dense de mollalar her yandan sarmış kendi dediklerine uymayanları derhal gözden düşürüyorlardı. Şahin Öğretmen hyeni yöntemlerle halk çocuklarının uyanması dışında bie hesap kitap gütmediğinden hakkında yapılalan dedi kodulara da kulaklarını tıkamıştı. Tek emeli vardı Emir Dede okulunu yeni bir binaya taşımakİlk günden başlayarak bunun düşlerini kurmaya başladı. Gün geçtikçe de bunun da mollalarca önlenmekte olduğunu anlayacaktı. Sarıova dışındaki olaylar bir süre orasını da kendi çarkına aldı. Sarıova dışında yurt gelişmeleri Şahin Öğretmen için üüüzücü olmakla birlikte kesinlikle umutsuzluk vermiyordu. Onun küçük gibi görünen ancak Anadolu insanının kaderiyle ilgili düşleri geniş çevrelerce de gündeme getiriliyordu. Emir Dede okulunda uyanan çocuklar, Somuncuoğlu Medreselerinde mollaların gazabına uğramadan, dendi düşünceleri doğrultusunda yetişsin, öğretmen olsun, idadilerde okusun, doktor, mühendis olsun, Sarıova’ya gelip bu Molla tezgahlarını bozsunlar. Bu düşünceleri uğruna eski okulunda da çalışmaya razıydı. Gene de el altından okulunun yenilenmesine yardımcı olacakları araştırıyordu. Şahin Öğretmenin çok çekindiği olaylardan biri, çalışkan öğrencilerin gözetilerek mollalarca avlanmaları numarasıydı. Kendisi için oynanacak en iğrenç olaylardan biri bu olacaktı. Bunu neredeyse bekliyordu. İşte günün birinde bu başına geldi. En sağlıklı gelişen öğrencilerinden biri birgün okuldan ayrılmaya kalktı. Şahin Öğretmen üzüldü ama yapacak bir işi yoktu. Salt yanlıştan dönlmesi için uyarılarda bulundu. Ne var ki uyarıları kılıçtan keskindi. Çocuğun babası da bir molla çıkmıştı. Çocuğuna vermese ekmeğinden olacaktı. Şahin Öğretmene yalvardı. Şahin Öğretmen son kez olacakları anlattı! Çünkü çocuk hafız olacak yaşa gelmemişti; öte yandan onu yetiştirecek hoca insaf yoksunu salt katı molla düşüncelerinin ayakta durması için körü körüne direten biriydi. Babası çocuğu aldı gaddar mollaya teslim etti. Olay bitmiş gibi kapandığı sanılırken Emir Dede okulu taşlanmaya başladı. Yapılan araştırmalar, Şahin Öğretmenin küçük hafız’a engel olmak istemiş, Allah’ın dinine baş koyanları önlemeye kalkmıştı. Uzunca sessiz direnişten sonra durum yatışır gibi olduysa da Emir Dede yobazların hedefi olmuştu. Oysa halk gerçekte Emir Dede okulundan memnundu. Şahin Öğretmen de kendine uyan sayısız arkadaş edinmiş, işbirli yaparak işlerin yoluna konmasını sağlamıştı. Belediye mühendisi, güvenlik kuvvetler, özellikle kendi okulundaki genç öğretmenler, İdadi öğretmenleri Şahin Öğretmenle iyi ilişkiler kurmaktaydı. Bir süre sonra hafız olmak üzere ayrılan öğrencinin önce rahatsız olduğu duyulmuştu. Hafız Remzi, dillere destan bir ün kazanmış gibi abartılarak anılıyordu. Çocuk, bellek gücünü kalbetmiş, giderek eriyip bir deri kalmıştı. Büyük bir gösteri ile ortaya getirmeye çalışırken Hafız Remzi önce bayılıp düştü, ağzından kan geldiği görüldü. Dişi kanadığı öne sürüldüyse de çocuk son nefesini oracıkta verdi. . Mollalar Allah’ın takdirine yordular, şehit saydılar. Çocuğun babası sustu. Ancak Şahin Öğretmen susmadı, “ : Bile bile, çocuğu ölüme attnız! “ diye bildi. Şahin Öğretmen bunu dedi ama içindeki bir kuşku kendini birden titretti: “ Ölen çocuğun bir kardeşi henüz Emir Dede okulundaydı. Bunu da alabileceklerini duyumsayıp dişlerini sıktı. Çünkü ölen çocuğun babası çocuktan çok mollaların kendisine bağışladıkları sadakaları düşünüyordu. Bir süre sonras Şahin Öğretmenin korktuğu başına gelmişti. Kardeş Bedri bir süre okulu bırakır gibi yapmış sonunda ağabeyi gibi hafız olmak istediğini söylemişti. Vurulmuşa dönen Şahin Öğrtetmen bu kez olayı daha geniş bir tabana yayarakbn uzatma başarısını gösterdi. Onu seven çevresindeki aydın insanların sayfalarca süren karışık savunmaları sonunda Bedri’nin annesinin de araya girmesiyle önlenebildi. Daha doğrusu tam olarak önlendiği de söylenememekle birlikte iş uzatıldı. Çünkü bu kez çocuğu koruyan tıp insanları karmaşık yolları öne sürüp işin hızını kestiler. Sarıova bu arada başka daha önemli olaylarla çalkandı, durdu. Türbeler yakıldı. Türbeleri yakanların yenilik taraftarları olduğu öne sürüldü. Türbeler soyuldu, ele geçen değerli kalıtlar gene Mollaların sevmediklerine yamanmaya çalışıldı. Qancak bu karmaşık, karmaşık olduğu ölçüde utanç verici yobaz çatışmalarında Şahin Öğretmen yalnız kalmadı, yönetimde söz sahibi iyi insanlar onu koruyup kolladılar. Şahin Öğretmen, akıllı, genç oldukça da bilgili bir erkek olmasına karşın bu çok acımasızca yakıştırmalar yapılan ortamda kadın konusunda çok duyarlıydı. Önce oğlu Hafız Remzi’yi kaybeden sonrfa da küçük oğlu Bedriye tebelleş olununca ortalığa kdan anne dışında kimse ile bir ilişki kurmamıştı. Onunla da ilişkisi yüreği yanık annenin gelip ağlaması şeklinde olmuştu. Bu nedenle Şahin Öğretmen kendini kadın erkek ilişkilerinde yara almaz biri olarak düşünüyordu. Oysa bir akşam bir kadın geldi, kendisiyle dolaylı olarak illişki kurdu. Ancak kadın, uzun süreli bir plan hazırladığından Şahin Öğretmen durumu anladı, olay açığa çıktı. Bunu da Mollaların hazırladığın saptandı. Bu konuda Şahin Öğretmenin en büyük yardımcısı ise Komiser Kazım oldu. Komiser Kazım aslında Şahin Öğretmeni, oğlunu okutuğu içimn tanımıştır. Komiser Kazım, bir işe yaramaz diye küüçümsediği oğlunu okur, okulunu sever görünce önce şaşırır, sonra da bunda Şahin Öğretmenin büyük payını görüp kendisiyle tanışır. Sonra da bir daha ayrılamaz. Molla kakımının korktuğu da budur: Güvenlik açısından Komiser Kazım’ı bir türlü aşamazlar. Tüm hırsızlıklar, yangınlar gerçekte Şahin Öğretmen için planlanmaktadır ama bağlantı kurulamamaktadır. Derken İzmir yöresi Yunan güçlerince teslim alınmaya başmamış, durum Sarıova’da da bomba etkisi yapmıştır. Halkın ilk şaşkınlıkları, yerlerini terketmeler, devlet işlerini oldukça bozmuştur. Okullar kapanınca öğretmenler de yapabilecekleri öteki işlerde çalışmalara başlamıştir. Sarıova’da yerli Rumlar az değildir. Öteki azınlıkların yardımıyla özellikle de Mollaların işbirliğiyle çevre düzeni Rum düzenine dönüşmüştür. İlk şaşkınlıktan sonra kendini görevli saymaya başlar gibi Şahin Öğretmen de güvenilir kimselerle ilişkilr kurarak Türklerin yolun bulunduğu bölgelerde görevler yüklenir. Ege bölgesi birkaç kez el değiştirir. Halk pek ayırdına varmaz ama duyarlı kesimler bunu bilirler. Şahin Öğretmen bu arada İtalya buyruğundaki adalardan güç toplayıp Anadolu’ya gönderme işlerinde çalışır. Yunanlıların son işgalinde ise bu İtalya kesiminde tutuklu kalmış sayılır. Böylece Şahin Öğretmen benzesi yurtseverler gibi Ege Adalarında anayurttan uzak kalmıştır. Yunan ordusu bozulup Ege Özgür kalınca İtalya buyruğundaki tutuklular yerlerine dönerler. Şahin Öğretmenin yurdu Sarıova’dır. Hatta Sarıova da değil, salt Emir Dede okuludur. Özlemle koşar. İlk Milli Eğitim Müdürüne uğramak olur. Aradan geçen zamanda kişilerin değişmiş olacağını düşler. Gerçekten Milli Etiğitim Müdürü değişmiş 25-26 yaşlarında bir gençtir. Yanındaki ise yeni giysiler içinde sakalını kazıtmış Mollaların en yobazı Eyup Mollaydı. Milli Eğitim Müdürü ile Eyup Molla göz kaş ettiler. Eyup Molla birden Şahin Öğretmene “ Siz de nereden çıktınız? “ diye sordu. Milli Eğitim müdürü ekledi: “ Siz, şu düşmanla işbirliği yapıp kaçan Emir Dede eski öğretmeni olmalısınız. Bundan böyle burada çalışmak için bizden görev istemezsin herhalde? “ deyip yürüdü. Şahin Öğretmen hiç karşılık vermedi. , . Anadolu’dan gelmişti, Anadolu’nun her yeri onun için Emir Dede idi. . Hepsi iyi ama ne olmuştu ki? Şahin Öğretmen bunları tam olarak öğrenemedi, sadece sezinledi. Bir zamanlar Sarıova’yı ellerinde tutanlar hiç beklemedikleri birimla karşılaşmışlardı. O kortktukları dönem başlamıştı. : Yenileşme. Molla tgakımı durur mu? Molla Zühtü Medreselerin yenileşme zamanının geldiğini çoktandır Sarıova gazetesinde döktürüyordu. Hacı Emin günlerdir Öğretmen Şahin’î arıyordu. Onarım işlerine başlayan Cabir Bey bile Şahin Öğretmenin gecikmesini kötüye yormaya başlamıştı: Ülkenin en muhtaç olduğu günlerde neden gelip çalışmıyordu? Bir akşam, ortalık karardıktan sonra bir elinde bohçasıyle birkaç kitabını, bir eline de toprak destisini aldı, mezarlık yolunu tuttu. Dağlar arasında bir saatten fazla yürüdüktenten sonra bir dörtyol ağzına geldi. Bu yol süresinc kendini tutamayıp ağladı. Gözlük camlarını silmek için duırdu. Hava iyice kararmıştı. Kaybolmakta olan Sarıova’ya bir daha baktı. Kendi kendine konuştu: “ Çok doğru söylemişler, DEVRİM DENİLEN OLAY bir günde olmuyor. Yol burada dörde ayrılıyordu. Daha önce kararlaştırmamıştı. Az duraksadı, “ Hangisinden gitmeli? İçinden bir ses: “ Şu ortadan gidersen Zaferin getireceği Değişimi bulursun! “ dedi. O da öyle yaptı…. Kitabı kapattım. İçimde bir acı duyar gibi oldum. Bu acı Şahin Öğretmenin başına gelenden ilerri gelmedi. Tüm kitapları bitirdiğimde duyduğuma benze bir duygu oldu. En mutlu sonuçla bile bağlansa benze r bir duygu beni bir süre üzüyor, bunu iyiic anladım. Nedeninin de iyice sezmeye başladım ama kesin karar veremedeğim için buraya yazmayacağım. Yeşil Gece’yi Reşat Nuri Güntekin’in öteki 12 kitabı arasına koydumk Çalıkuşu, Damga, Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi, Bir Kadın Düşmanı(Homongolos)Yeşil Gece, Acımak, Yaprak Dökümü, Kızılcık Dalları, Gökyüzü, Eski Hastalık. Bir daha yazaraların adlarına göre en çok kitabı olan Reşat Nuri Güntekin. Onun kısa ma güzel bir oyununu da oynamıştık, İstiklal. Sanırım o da kitap……Paydostan önce Zeynel’le Mehmet geldi. , onlar benden daha zok üzülüyorlar. Nöbetlerin sık sık geldiğini söyledim. Okumak istiyorsanız her zaman okursunuz! deyip kendimi örnek verdim. “ Tuttuğum listeyi görünce “ Ayyyy! “ diye ses çıkardılar. Ancak Hasanoğlan’a gitmeden önce verdiğim okuma kararımı Hasanoğlan’da aksatmadan sürdürdüğümü, orada okuduklarımı ayrıca anlattım. Bunların kimilerini ekiplerle gelenlerin verdiğini(Abdullah Özkucur: Pearl Buck-Ana, Dost Toprak)anlattım. Söz verdiler, onlar da okumalarını sürdürecekler. Yeni kitapları duyanlar üşüştü. Olabildiğince önlem alarak kimseleri gücendirmeden 3O kadar kitap dağıttık. Okuma zili çalınca birden aklıma geldi, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bölümünde daha çok kitap var. Ondan Mürebiye’yi okumuştum. Utanmaz Aadamı okumadım ama yeryer karıştırmıştımUygun bir zamanda onun da birkaç kitabını okumaya karar verdim. Yemekten sonra derslikte kaldım. Kitaplığa Fevzi, Cavit, gelmişti, bunu fırsat sayıp ayrıldım. Derslikte, ilk pati gidilecek köyler, tahtaya yazılmış. Baktım bizim köy yok. İlgilenmedim. Recep Kocaman haklı . Öncer bildiği yerleri saptamış. Sevindiğimi söyledim. Ben de “ Daha iyi olmuş bizim köye karpuz zamanında gideriz, karpuz, üzüm yeriz! “ dedim. Bu akşam Şaheserler Antolojisini açık bir çok parçayı ikinci üçüncü kez okudum. A. Çehof. : Dilenci, A. Puşkin: Petrsburg, V. Hugo: Vaterlo, Noay: İstanbul, Sabahın Tatlılığı, Sevginin şiiri. . . A. Çehov’un dilencisini bu üçüncü kez okuyorum. . Öteki okumaları başka kitaplardan, örneğin Maske’de okumuştum. Zil çalınca hemen yattım. Kadir geldi, konuşmak istedi. Yorgunluğumu öne sürüp sustum, darılmadı, “ Tarın görüşürüz hemşerim! “ deyip ayrıldı. Kısa bir süre gene Sarfıova’yı anımsadım ama çabuk geçti. Kendi kendime teselli buldum” Ölüm yokya sonunda, Şahin Öğretmen de gitsin biraz da başka yerde çalışsın. Şahin Öğretmenin baktığı karanlık yerden Sarıova’yı görür gibi oldum. Sarıova denilen yer gerçekte Asılbeyli köyüymüş. Benim baktığım yer de Kanlı Geçit denilen eski eşkıya çukurluklarıymış. Gene at arabasıyla oradan geçiyormuşuz. Arabada sönük gemici fenerimiz var, ben feneri yakmala çalışırken az kalsın arabadan düşüyordum. Baktım ranzadayım. Gördüğüm de bir anlamsız yolculuk rüyası. Alt katta Hilmi hafif, az ilerde sanırım Baba Ali oldukça yüksek soluk sesi çıkarıyor. Baba Ali zaten konuşurtken de burnundan konuşur gibi ses çıkarmaktadır. Gündüzkü matematik dersini anımsarken uudum.
11 Nisan 1942 Cumartesi
Kadir unutmamış, geldi, akşam niçin geldiğini ne söyleyeceğini açıklayarak konuya girdi. Konuşa konuşa hazırlanıp dersliğe çıktık. Daha doğrusu Kadir benimle konuşmadan kendiliğinden düşünüp bizim köylere gidişi erteletmiş. Sonra da bundan benim alınacağımı düşünüp konuşmak istemiş. Ben bunları aklımdan bile geçirmemiştim, önemsemediğimi tekrarladım, Kadir’in gönlünü aldım. Kadir buna sevindi. Konuyu eski tanıdıklara getirip kapattık. Nedense tüm arkadaşlar köy gezilerini giderek önemsemeye başladılar. Belli etmemekle birlikte gidecekleri günler için bir tür hazırlıklar yapmayı amaçlıyorlar. Kadir’in konuşmasından da bunu anladım. Bir süre düşündüm; bizim köye gidince ne yapabilirim ki? Gittiğimizde varsa, olgunlaşmışsa karpuz kesebilirim. Armut, erik türü meyveler olmuşsa toplatabilirim. Böyl düşünüyorum ama bu bile olmayabilir; başımızda öğretmen olduğuna göre, onun belirleyeceği işler yapılacaktır. Örneğin bizim köyün sebze bahçeleri köyün altındaki derededir. Kamyon oraya çekikilir, oradan dönülürse ben hiç yardımda bulunamam. Çünkü ev oldukça uzakta kalıyor. Ayrıca bizim köyler birlikte daha iki köy, Hamitabat’la Kırıkköy görülecek. Bunlasrı düşünerek konuyu kapattım. Hele ilk günler gidilecek yerlere gidilecek yerlere gidilmeye başlansın! Kahvaltıda da aynı konuşmalar sürdü. Yemekhaneden çıkarken Üsteğmen motosikleti tam önümüzde durdurdu. Gülerek: “ Beklemiyordunuz değil mi? “ diye sordu arkasından “ Ben böyle yoklamalar yaparım bazen! “ deyip kahvaltı masasına öğretmenlerin yanına girdi. Üsteğmenin “ Yoklama” yaparım sözü yazılı yoklama olarak algılandı, tüm arkadaşlar, “ Eyvah yandık! “ diyerek dersliğe koştu. Birden değişen bu durumdan etkilendim. Ancak Üsteğmen, “Ben böyle yoklama yaparım!” sözüyle yazılı yapacağını mı söyledi? Sorusunu pek anlayamadım. Gene de olabildiğimce sakin davranıp herkes gibi kağıt hazırlayıp beklemeye başladım. Az sonra Üsteğmen geldi, neşeli bir yüzle bakarak “ Rap ruplu hareketlerle selamımızı karşıladı. Sıra üstünde kağıtları görünce biraz gerilerek” Bunlar ne? “ diye kağıtları gösterdi. Bekir Temuçin açıklama yaparken susturdu. “ Sizin yoklamanız haziran ayında yapacağınız bedensel eğitiminizden sonra yapılacaktır. ! “ deyip yapılacak kamp hakkında bilgi verdi. Yapılacak eğitimin gerçekte zor olmadığını ancak birçok lise öğrencisinin bunu küçümseyip gönülsüz yaptığından olumsuz sonuçlar aldığını anlattı. Bizim için, “ Siz iş içinde yetiştiğinizden bu tür hatalara düşmeyeceksiniz! “ deyip bizi onurlandırdı. Böyle dedi ana ne düşündüyse numara sırasıyla kaldırıp sağa, sola döndürdü, yürüttü, durdurdu. Sıra bana gelmek üzereyken zil çaldı. İçimden kurtulduğumu düşlerken bu kez Üsteğmen, “ 2. Dersi dışarda yapalım, sizi dışarda bekleyeceğim! “ deyip çıktı. 2. Derste tören yerinde toplamdık. Derslikte güler yüzlü, şakacı Üsteğmen bu kez çok sert, ileri geri konuşan bir tavır takındı. Başta Bekir Temuçin, Sami Akıncı gibi sınıfta saygınlığı olan arkadaşları, beklenmedik sözlerle payladı. 6 Ali, 7 Fettah, 77 Emrullah, 78 Hüsnü dik durmadıkları için sırtlarından yumrukları yediler. Her an adımın ya da numaramın söyleneceğini daha doğrusu kesinlikle paylanacağımı beklerken böyle bir durum olmadı. Tören alanına dönünce Üsteğmen, en beğendikleri olarak 16 Sefer Tunca ile 70 Halil Basutçu’yu gösterdi. Kamburlarına vurduğu dört arkadaşı sıra önüne çıkarak(6 Ali, 7 Fettah, 77 Emrullah, 78 Hüsnü) bir kez daha sıradakilere baktıktan sonra 79 Ahmet Güner’i de onlara ekledi. Hepimiz tek sıra olduk. Üsteğmen önümüzde durarak komut verdi: “ Rahat, hazırol, sağa dön, sola dön! “ Sıra bana gelince oldukça tedirgindim. Üsteğmenin dediklerini yarı duyar yarı duymaz duyar gibi oldum ama kendimi bırakmadım. Üsteğmenin “ Aferin! “ dediğini duyunca gülümser gibi oldum; Üsteğmen bana mı dedi yoksa bir başkasına mı? İçimden gülmek geçti ama kendimi tuttum. Üsteğmen, Kamp sürecin dek gelmeyeceğini, kampta birlikte olacağımızı söyleyip ayrıldı. Dersliğe çıkınca hepimiz pestil olmuştuk. Mustafa Saatçı elini sıraya vurdu: “ Arkadaşlar sizden rica ediyorum, kampa kadar sakın benim yanımda arkerlikten, Üsteğmenden sakın söz etmeyin! “ Öteki arkadaşlar da aynı sözleri tekrarladılar. Abdullah Erçetin hazırladığı yazılı kağıdını katlamış kuş gibi yapıp kutuya doğru attı. Aynı durum başkalarınca da denenmeye başlayınca karşı koyanlar oldu. Kısa bir tartışmadan sonra kağıt atmalar önlendi. Yusuf Asıl neşeli, paylanmadan son askerlik dersini atlattığına seviniyor. Ahmet Güner çok üzgün, “ Ben ne yaptım da adam beni son anda cezalandırdı? “ diye soruyor. Öğleden sonra oyunlara başlıyoruz, sözü oraya getirdik. Marangozluk atölyesi yanındaki aralıkta çalışacağız. Ekmeklerin gelmesi geciktiği için yemek, törenden sonraya kalmış. Törene çıktık. Ben akordiyonla çıkınca Üsteğmen dikkatle baktı. Nedense Üsteğmenin gülümseyerek bakışı beni cesaretlendirdi. Akordiyonun görüğünü zorlarca gerdirip seslere bastım. Akor baslarını da çok iyi kullandım. Namık Öğretmen “ Rahat! “ deyince, İlhan Görkey Öğretmen, günlük saatlerdeki değişikliği, yeni başlayacak spor oyunlarında islenecek yöntemleri anlattı. 20 dakikalık etkinliklere katılmak zorunlu ancak, beden hareketleri ile oyunları seçmek herkesin kendi isteğine göre olacak! “ dedi. En önemlisi de sabah ders yerlerindeki değişiklikler oldu. Ders öğretmeni olan dersler belli günlere alınmıştır. O günler öğretmenler gelip derslerini yapacaklar. Öğretmeni olmayan derslerle geçen günler ise sınıflar sanat dallarına göre atölyelere gideceklerdir. Burasını pek anlayamadık ama besbelli bizim Perşembe-Cuma-cumartesi günlerimiz atölyelerde geçecek. 3 Türkç-3 Matematik, 1 Tarih, 1 Coğrafya, 1 Tabiat Bilgisi, 2 Öğretmenlik Bilgisi, 2 Askerlik toplam 13 saat dersimiz olduğuna göre bunları 3 güne toplayıp öteki günleri açacaklardır. Askerlik de bittiğine göre işler kolaylacaktır. Yemekte de bunları tartıştık. Neyse ki bizim Yusuf Asıl’la çok önceden beri istediğimiz oyunları yayma olayı rahat bir şekilde önümüze gelmiş durumdadır. Hiç telaş etmeden bir grubu iyi yetiştirip, onların da yardımıyla tüm okuldakilerin doğal olarak isteklilerine oyunları öğreteceğiz. Yusuf arada gülüyor, bnimd dilimin altında olan bir şeyi işaret der gibi ama buna açıok açık ikimiz de cesaret edemiyoruz. Neredeyse bir yıldan beri kurduğumuz planlar bir türlü gerçekleşmiyor. Yusuf bunu bana açık açık söylemiyor ama çok iyi sezinliyorum. O bir gelip açıklayacak, bunu da biliyorum. Ne var ki ben onu da yapamayacağım. Çünkü giderek iyiden iyiye anlıyorum ki benim açıklayacak bir gizli yanım yok. Varmış gibi görünmeye çalışmanın da hiçbir anlamı olmadığını çok iyi anlamaya başladım. Röslein bir şiirin adı, onu da benden başka anımsayan kalmadı. Röslein kendisi anımsasa da derinliği nedir, kuşkulu. Benim ki böyle düzeysel bir şey. Yusuf öyle değil, o benim yıllar önce A için duyduğum duyguları sıcağı sıcağına taşıyor. Oysa ben , A’yı da C’yi de kucaklarında bebekleriyle gördüm. Kitaplık için Fikret Madaralı Öğretmen benim yerime Harun Özçelik’i seçmiş. Beni çağırıp tembihlerde bulundu. Sıkışık zamanlarında Harun Özçelik’in yanında olacağım” Cumartesi-pazar günleri göz-kulak olursun! “ dedi ama bunu anlamını iyi biliyorum, kalabalık zamanlarda yanında olmam gerekecek. Harun Özçelik arkadaşlar konuştum. Yusuf Asıl da yanımızdaydı. Yusuf’la Harun iki yakın hemşeri-arkadaş; o da söz verdi. Biz saat 16’oo17’oo oyunlarından sonra her zaman kitaplığa gelebiliriz. Harun teşekkür etti. Zaten onun nöbeti pazartesi günü başlıyor. Bugün dinlenecekmiş. Ahmet Güner de bize katıldı derslikte bir süre İsmet, Mustafa Saatçı, Mehmet Yücel tartışmalarını dinledik. İsmet tüm sınıfı 20 Mayıs Kırklareli-Şeytanderesi Kakavalarına götürecekti, onu anımsattık. “ Şaka mı ediyorsun dayı? Bizim arkadaşlar, kendilerine karşı yapılacak her türlü çabayı küçümser, yapanı binkez pişman ederle. Bu nedenle ben o düşünceyi çoktan bıraktım. İzin alabirirsem belki bir iki arkadaş götürürüm. Kalanı beni ilgilendirmiyor! “ dedi. Konuştuğumuz saat gelince(16’oo olunca Marangozluk atölyesine gittik. Akordiyonu çıkarıp bir süre aklıma geleni çaldım. Dışarı çıkınca en az yüz öğrenci toplandı. Öğrencilerin öyle bakmaları bir bakıma tuhafıma gitti. Ben olsam bii ortalıkta akordiyon çalarken öyle bakar mıyım? Yusuf’la Ahmet’in ayırdığı grup oluşunca oyuna başladık. Önc Harmandalı ele alındı. Harmandalı tam bilinmemekle birlikte yarım yarım bilenlerin sayısı çok. O neden baştan tekraralayarak bir grup beraberliği sağlanma yolu tutuldu. Onlarca kez tekrarlanmasına karşın usanmadan herkes Ahmet Güner’in sözlerine uydu. Ara vrdik ben bu kez Timurağa’yı çaldım. Bunu bildiğini sanan daha çokmuş, coşarak ortaya çıktılar ama yapılan uyarılarla bozanlar ayıklandı. Hamdi Bağ, Namık Ergin, İlhan Görkey, Faik Bakır Öğretmenler geldi. Onlar gelince durduk. Öğretmenler başta ben olmak üzere hepimizi gayretlerimizden ötürü kutladılar. Hamdi Bağ öğretmen Yusuf’un öğreticiliğine çok sevindiğini söyledi. İlhan Görkey Öğretmense hepimize güveni olduğunu söyleyerek ayrıldılar. Kararlaştığımız saatte oyunu bıraktık. 30’dan çok arkadaş, oyunları sürdüreceklerine söz verdi. Sabah spor saatinde de oynamak üzere karar alındı. Arkadaşlar ayrılınca ben uzun süre akordiyon çaldım. Neredeyse onbeş gündür böyle istekle akordiyonu elime almamıştım. Bırakmak üzereyken bir grup kız geldi, onların neden çağırılmadığını sordu. Gül de aralarında olan 7-8 tanesini iyi tanıyorum, Melahat, Feride, Gülsüm, Sakine, Safinaz. “ Oyunlara yeni başlıyoruz, daha ne yapacağımızı biz de bilmiyoruz. Bu oyunlar, aylarca sürecek, daha çok şekil değiştireceğiz. Ancak bir yetkili öğretici değiliz. Öğrettiklerimizi doğru bildiğimizi biliyoruz ama biz de öğrenciyiz. Öğrenci arkadaşlarımıkza öğretmen gibi davranamayız. Bu nedenle biz öğrenmek isteyenlerin istekleri doğrultusunda yardımcı olabiliriz. Siz de aranızda iyi bi anlaşma yapın, belli saatlerde biz gelelim, bildiklerimizi öğretelim. Ben İlhan Görkey Öğretmenin kızı Semim’in yakında geleceğini anımsattım. Onunla birlikte başlanırsa, sonra o düzen üzere öteki oyunları da sürdürürüz! “ dedim. Gül d ivedi isteklilerden biri, “ Bizim arkadaşlarımızla çıksak olmaz mı? “ diy sordu. “ Niçin olmasın, sizin sımıfınız karar alır, listenizi yaparsınız, o sıraya göre oyuna başlar, o sıraya göre sürdürürüz. Bizim istediğimiz, oyuna gireceklerin dizisi bozulmadan sonunun alınmasıdır. Canı isteyen girer çıkarsa biz, öyle bir çalışmada başarılı olamayız! “ Gelenlerle anlaştık. Kendi sınıflarının listelerine girecekler, sabahları da öyle katılacaklar. Zaten oyunlarımızda kız-erkek ayırımı diye bir ayırım yok. Arifiyelilerin kaşık ounu ile bir iki yöresel kız oyunları var ama biz zaten onları tam bilmiyoruz, ya da bildiğimizi söylemiyoruz. Onları biz de gelen ekiplerde gördük ama bildiklerimiz gibi yazıp kitabına uygun öğrenmedik. Sadece ben kulaktan melodilerini alıp akordiyonda çaldım. Çaldığımı da daha o zaman kanıtladım. Çünkü ekiplerin gösterilerinde çoğunlukla ben çaldım. (Beşikdüzü kemençe gıygıyları dışında) Atölyeden sonra bir süre kitaplıkta kaldım. Fevzi Üner’le Hasan Üner geldi. Hasan Üner için bizim arkadaşlar, “ Kitap Kurdu! “ adını yakıştırmışlar. Gerçekten Hasan yakın zamana dek en çok okuyanlardandı. Özellikle Hasanoğlan’da Halkodası kitaplarını taramıştı. Ama nedense yerli yazarların kitaplarına bağlandı, Benim Üniversiteleim, İki Şehrin Hikayesi, Kırmızı ve Siyah gibi kitaplara pek hoş bakmadı. Maske için tartışma bile yaptık. “ O benim zevkim, kimse karışamaz! gibi bir çıkış yapınca bir daha da bu konuda Hasan’la tartışmadım. Bir ara yalnız, “ Yabancı kitaplardaki o yabancı ad azılışları olayları izlemekte bebi çok zorluyor, bu nedenle yerli yazarları seçiyorum! “ demişti. Verdiği örnek de H. Balzac’ın İki Yeni gelinin Hatıraları’ydı. “ Renee de Maocombe’dan Louse de Chaulieui’ye, Baronne de Macumer’den Kontes de L’Estorade’a bu örneklerle Hasan beni susturmuştu. Belki haklıydı ama onların adlarının akılda kalmaması olayları önleyemiyor belki de daha önemsetiyordu. Hasan şimdilerde çok iyi bir yerli yazarları tanıtıcı ağabey durumunda. Yeni gelen Aksaçlı Genç Kızı, Çölde Bir İstanbul Kızı’nı, Yakılacak Kıtabı, Dikmen Yıldızı’nı, Gulyabani’yi, Utanmaz Adamı, Çingeneleri yeni okuyuculara övütlüyor. Yeğeni Fevzi de hemen hemen aynı görüşte” Oku da, ne okursan oku! “ Kitaplığın düzenli olarak sürmesi benim için birinci görevdi, bunu 15 gündür sürdürdüğüm için mutluyum. Öte yandan hiçbir terslik çıkmaması, Fikret Madaralı Öğretmenin bana güvenini sarsıcı bir durumda doğmadığı için sevindiğim gibi ayrıca gururlandım da. Geç vakit dersliğe gittim. “ Geçen yıl bugün neredeydik? “ sorusuyla karşılaştım. “ Geçen yıl bugün ben kendi köyümdeydim. İki gün sonra okula gelmk üzere son hazırlıkları yapıyorduk. Cumartesi gecesi babamla, Ali Ağabeyimle, yanımda neler götürebileceğimi, para durumunu konuşmuştuk. Ben ne kadar çok param olursa o kadar sevineceğimi düşünmeme karşın kesinlikle bu konuda söz etmiyordum. Bunu söyleyince Mehmet Yücel İsmet’in dikkatini çekti” Bak bak bak, dayın ne kurnazlıklar yapıyor! “ diye bağırdı. Ötesini zaten herkes anımsadı. İki gün sonra okulda toplandık, bir gün sonra da yola çıktık. Söz olarak yola çıktık dedik ama herkeste başka başka olaylar anımsandı. Kimisi İstanbul Yedikule’de askerlerin treni dudurmasını nımsadı, kimisi Haydarapaşa önünde istasyona girmeden bekletilmemizi, kibisi Haydarpaşa önündeki gemileri önemseyerek anlatmaya başladı. Ondan sonrası ise hepimiz için biraz karanlıktı. Çünkü uyuduk uyandık hep gece hep bir istasyondayız. Sorup sorup yazmasaydım ben de Bilecik, Eskişehir, Polatlı dışında bir şey anımsayamayacaktım. Polatlıda da gene askerler nedeniyle çok beklemiştik. Üstelik bekleme değil vagonumuz birkaç kez bir yerlere gitti geldiydi. “ Sonra Ankara! “ demeye kalmadı oradan ötesini herkes biliyormuş gibi konuşmalar sürdü. Oysa Ankara İstasyonunda en uzun bekleyişi yapmıştık. Sabah saat 10’3o girdiğimiz istasyondan akşam tam 19’oo da ayrılmışız. “ Ya! Sahi mi? Sesleri arasında bir süre güldük. Yat zili çalınca sanırım hepimizin belleğinde Hasanoğlan’la ilgili anılar vardı. Ben kndimi yokladım, köyle, yaptığımız binalarla ilgili pek bir anı uyanmadı. Nedense Reşat Tekinay Öğretmenle yaptığıız köyün batı tarafındaki gezide Hasan Dağları üstüne bir köylüden öyküler dinlemiştik. Hasan Dağlarının en doruğunda bir yol varmış. O yolda bir gün bir düğün alayı giderken, gelini karçırmak üzere bir başka katşıt gup gelmiş, silahlı çatışma başlamış. Böyle bir tatışmaya neden oluğuna üzülen gelin, gelinliği il yüksek bir kaya üzerinden kendini bırakmış. Böylece uzaktan bi bömü görülen gerçekte güneş ışınlarıyla gelinlik gibi beyaz görünen beyazlık, Gelin Taşı olarak anılıyormuş. Köylülünün anlattığını ilgiyle izledik. Ancak görünürde o dağların üstünden yol gidebileceğini bir türlü düşünememiştik. Daha sonra da o taraflara baktığımda hep bunu düşündüm ama üzülmeme karşın, gelinin ölümüne üzülmekten öte fazla bir duygu sarmalı kuramadım. Gelin olayını daha önceleri de değişik yerlerde duymuştum. Babamın gençliğinde, köylerinin ortasından geçen büyük dere üstündeki köpru bir taşkında birden çökmüş. Çöken köprüde bulunanlar arasında bir de gelin varmış. Havanın karardığı sıralara rastladığından düşenler karanlık sulara dağılmış. . Sulara kapılanlar arasındaki gelin için türkü yakılmış. Gelinin adı Zeynep, damat olacağın da Hasan’mış. Türküde şu sözleri amnımsıyorum. Hasan’ın elinde fener, Zeynep su üstünde döner. Büüyk ablamnedense bunu bana küçüklüğümde bir kez anlatmıştı. Türtünün orasını bellemiş, melodisinin duyar duymaz ağlamaya başlıyordum. Annemin ölmüş olması benı bu konuda duyarlı yapmıştı. Bir süre sonra bir bir gelin plağı çıktı geldi, plaklarımız arasında yerini aldı: Kızılırmak Parça Parça Olaldın_Aldın Allı Pullu Gelini…Plak, o denli çalınıp dinleniordu ki, sanırım bıktım, ya da üzülecek duyarlığım kalmadı, aldırmaz olmuştum. Nedense Hasanoğlan’ın Hasan Dağlarındaki çok uzaklardan gördüğüm beyaz taş benim duyarlığımı depreştırdi. Eskisi gibi ağlamasam da gene de kavuşamayanlara sınırlı da olsa üzülüyorum. C’yi anımsadım. Gelinlik gerçekten seven insanlar için bir simge galiba. Taştan kendini atanın, sulara kapılıp giden gelinlikler bir bakıma bu simgeler olsa gerek…Hilmi ilk puflamasını yaptı. Yan dönüp sağ kulağımı kapattım.
12 Nisan 1942 Pazar
Arkadaşlar olasılıklar öne sürüyor. Bu son pazarımız olabilir. Namık Öğretmenin konuşmalarından bunu sezmişler. üç öğretmen evi ile üç atölyenin inşaatleri hemen bitirilecekmiş. Kahvaltıya bunları konuşarak gittik. Bir de gördük ki, tarım öğretmenleri kahvaltı masasından. Benim bi günüm daha var fazla üzülmedim ama arkadaşlar bakıştılar. Neyse durum anlaşıldı. Tarım çalışmalarında sulama işleri nedeniyle yeni bir yöntem uygulanacakmış. Her pazar günü bir sınıf nöbet tutacakmış. Bu pazar 7. sınıflar. Ondan sonra 4 8. sınıf en sonunda da bizim sınıf. Hilmi Altınsoy bir “ Oh! “ çekti Bizim ınıfın nöbeti askerlik pampına rastladığından kaynıyormuş. Bir süre parmak hesabı yaptıktan sonra Hilmi’nin yanıldığı anlaşıldı. Arkadaş fena halde sinirlendi, söylendi. “ Siz arkadaş mısınız, düşman mısınız? Kırk yılda bir sevinç bulmuştum, karşımda matematikçi kesildiniz! “ Hilmi’yi teselli için sevindirici değişik olasıllıklar aradıkYemekhanedn çıkarken yarıya yakını kız olan 7. sınıflar Tarım binasına doğru yollandılarBiraz suskun duran Hilmi Altınsay gülerek. Besim İyitanır Öğretmen için, . “ Bu adam bu kızların bugün canını çıkarır! “ dedi. Mehmet Aygün hazırmış, “ Dayanamadın, sevgilini düşünüyorsun, değil mi? “ diye Hilmi’yı gıdıkladı. Dersliğe döndük. Deslikte geçmiş dersler konuşulurken Selçuk Korol Öğretmenin bana verdiği ödev anımsatıldı. Balkan Savaşı. Balkan Savaşı konuşulurken” Eğer ikinci Balkan Savaşını kazanmasaydık, şimdi bizim okulun yeri Bulgaristan’da kalacaktı demiştim. Selçuk Öğretmen gülerek” Sen şu Balkan Savaşı maceramızı iyi biliyorsun, bunu bir ödev olarak hazırla da arkadaşlarına anlat! “ demişti. “ Selçuk Korol Öğretmenin dersi şimdi perşembeden öne alındı! “ dedim, durdum. Oysa ben hiçbir hazırlık yapmamıştım. “ İyi biliyorsun! “ sözleri ise bence doğru değil, tarih olarak salt savaşların kapsadığı 1912-1913 yıllarını biliyorum. Annem ailesi iki küçük kızı ile savaş nedeniyle Balıkesir/Şamlı Bucağına gitmiş. Küçük ablam orada doğmuş. Ali amcam Tekirdağ/Ereğli yolcu gemisi battığında sularda kaybolanlar arasındaymış, ailece gitmişler. Duyduklarım bunlar. Oysa Selçuk Öğretmen benden başka bilgiler de isteyecek. Hemen kitaplığa döndüm. Hayat Ansiklopedisini karıştırdım. Oradaki bilgilerden notlar aldım. Balkan Savaşı. Babam bu savaşın tarihini söyler. Tam olarak bilmiyorum ama babam 1328 der. ekler: “ Senin doğumundan 9 yıl önce. Benim doğumumu da 1337 olarak söyler. Gene babamın hesaplarına göre Balkan Savaşı, savaş olarak iki yıldan biraz fazla sürmüş. Savaşın öyküsü 1877-1878 Rusya-Osmanlı, gene babamın deyimiyle ünlü 93 Plevne savaşına dayanmaktadır. Rusya Osmanlı Ordusunu yenip İstanbul Yeşilköy’e (Ayastefanos) dek giderek tüm Osmanlı Rumelisini alınca Yeşilköy’e bir de zafer anıtı yaptırır. Batı Devletlerinin erkisiyle sonradan geri çekilse bile belli yerlerde kendisi için gelecekte kullanılarak güçler bırakmıştır. Bu güçleri şöyle sıralayabiliriz. 1-. Yunanistan. Yunanistan Osmanlıdan özgürlüğünü kurtarmuştır ama, aldıklarında daha çoğunu almak için fırsat kollamaktadır. Yunan Yarınası kuzeyinde hak iddia etmektedir. 1900 yıllarında da bir el çabukluğu ile Girit Aadsı’nı Osmanlı’dan almıştır. 2: Bulgaristan. Bulgaristan da birkaç yıl önce özgürlüğünü kazanmıştır. Aldığı topraklarla yetinmemektedir. Amacı karadeniz gibi Ege Denizi’ne de açılmaktır. Açık açık Tüm Trakya’yı hatta İstanbul’u istemektedir. Bu iki Osmanlı topraklarında gözü olan Balkan Devletini öteki Balkan Devletleri de dikkatle izlemektedirler. Bunlar da yakın zamana dek Osmanlı yönetimneyken birer ikişer ayrılmışlardır. Oamanlıya hınçları olmasa bile Avrupa Devletleri bunları rahat bırakmamaktadır. Bunlar, Sırbistam-Karadağ-Romanya adlarıyla Osmanlı sınırlarına dizilmiştir. Her biri de kendi yakınındaki toprakları istemektedir. Önce Sırbistan_Bulgaristan bir anlaşma uyaparak, birlikte savaşıp Osmanlıdan toprak isteğinde bulunurlar. İçlerinde Rusya’dan en çok yardım gören Bulgaristan en ateşli Osmanlı düşmanıdır. Bulgaristan-Sırbistan anlaşmasını gören Yunanistan ortaya atılır. O da Bulgaristan’la bir andlaşma yapıp Osmanlıdan isteklerini bildirir. Karadağ ise kimseyle andlaşma falan yapmadan doğrudan doğruya Osmanlı Devletine ultimotom verip savaşı başlatır. Osmanlı İmparatorluğu seferbrlik hazırlıkları yaparken Karadağ ordusu Makedonya kuzeyindeki topraklarını Karadağ’a kaptırır. Arkadan öteki andlaşmalı devletler sınırlarında hazırlık yaparken Bulgaristan Kırklaeli üzerinden İstanbul/Çatalca’ya dek tüm Doğu Rumeli’yi alır. Alması dışında bunu Osmanlı Devletine de kabul ettirir. Enez-Midye hattı denilen bir çizgiyle Osmanlı-Bulgaristan sınıtı çizilmiş, bu iki tarafça da imzalanmıştır. Böylece Osmanlı Devleti Balkan Savaşı diye anılan savaşta Bulgaristan’a yenilmiş, Edirne, Kırklareli, Keşan, Malkara, Hayrabolu, Babaeski, Lüleburgaz gibi belli beldeleri elden çıkarmıştır. Ummadığı bir başarı kazanan Bulgaristan, o zamanki söylemlerle Doğu Umeli gibi Batı Rumaliyi de almak, özllikle Selanik’i ülkesine katıp Ege denizine inmek için önlemlerini alır. Oysa buraları için ortaya çıkmış olan Yunanistan gibi bir de Sırbistan vardır. Sırbistan da güneye inerek Arnavutluk, dolaylı olarak Makedonya üzerinde emeller beslemktedir. Bulgarista-Yunanistan, BulgaristanİSırbistan andlaşmaları bozulur Osmanlı dışında gibi görünen bir Balkan savaşı başlar. İşte tarihte 2. Balkan Savaşı budur. Bu savaşta Bulgaristan yenilip ortadan çekilir. Bu çekilme sırasında Osmanlı Ordusunda görevli genç subaylar yeni girişimde bulunurlar. Gerçekte çok karmaşık gibi görüğnen bu süreçte bir grup gönüllü Edirneyi Bulgaristan kuvvetleri elinden alı, Enez_Midye anlaşması ortadan kaldırılır, Bulgaristan. Osmanlı andlaşması yapılarakGünümüzdeki hudutlar çizilir. Bulgaristan’la olan sınır çizimi öteki ülkelerle o denli kolay olmaz. Bulgaristan Ege denizine inince Osmanlı Devletinin bir parçası olan Arnavutluk ülkeden kopmuştur. Zaten Avrupa Devletlerinin kışkırtmasıyla 1o yıldır başkaldırmış bulunan Arnavutlar doğrudan bağımsızlık istemektedirler. Üstüne üslük Arnavutluk Savunması için atanmış olan bir Ormanlı Paşası (Hurşit Paşa)Arnavutluk Kralı olarak ortaya sürülür. Sırbistan-Bulgaristan anlaşmazlığı Rusya ile Avusturya-Macaristan devletlerini karşı karşıya getirmiştir. Öteyandan, uzun süredir Bulgaristan il anlaşmazlıkta olan Romanya, Bulgaristan’ın son yenilgisinden yararlanıp Tuna güneyindeki Dobruca’ya inip payını almıştır. Durum iyice karışınca Tüm Avrupa devletlerini ilgilendiren karmaşık bir durum ortaya çıkmıştır. Ayrıca Balkan Savaşından önce beklenmedik bir hızla ortaya çıkan İtalya’nın Trabluz kuşatması ege denizine sıçramış, 12 Aadalar olarak anılan adalar grubu işin içine girince Avurturya-Macaristan-Rusya-Almanya-Fransa-İngiltere devletlerini bir araya getirmiştir. Önce ayrı ayrı sonra da topluca andlaşmalarla ortak istekleri dengelenmeye çalışılan bu uluslar arası konu tam olarak çözülmeden 1. Dünya savaşı başlamıştır. Dört yılsüren sdavaş sonunda ise yepyeni bir durum ortaya çıkmış, İmparatorluklar(Osmanlı, Rusya-Avurturya-Macarıstan-Almanya) yok olmuş, Karadapğ-Sırbistan birleşmiş, Arnavutluk krallık olmuş. Yunanistan Bulgaristan topraklarında büyümüş. Balkan savaşı sonunda çizilen Trakya(Karaağaç eklenerek)Türkiye sınırları içinde kalmıştır. İtalyanların gaspettiği 12 Adalar Yunanistan’a bırakılmıştır. Ödevi tamamladım kalkarken İsmet’le Yusuf geldi. Yeni Bedir’ê gidelim mi? “ Gidelim! Yola çıkarken katılanlar oldu. Orhan, Kadir, Recep, Ahmet, Abdullah, Ali Önol. Bir süre yürüdük. Artezyen yanında durduk, orada ustalar çalışıyor, ek depo ile yakın bahçelere su verilecekmiş. Nedense arkadaşların bir bölümü orada kalmak istedi. Tam köye yaklaşırken bu kez de Kadir’le Orhan, onlara Salih de eklendi. İstanbul tarafına yürümek istediler. Amcamların bahçesine baktım kimse yoktu. Sevindim, yokuş aşağı bir süre koştuık. Yokuş aşağı koşmak güzel ama dönüş insanı terletiyor. Köye uğramadan geri döndük. Okunun önüne dönünce zil çaldı, Bayrak Töreni. Koşarak akordiyonu aldım. Törenden sonra Mehmet Ak’la Zeynel Yalçın’a görev kağıtlarını imzalattım. Onlar da defteri imzaladılar. Fevzi geldi, kendisine arkadaş seçmiş, Hasan Arabacı. Bizden de Harun Özçelik’in olduğunu söyleyince sevindiler. Üçü de Tekirdaplılar grubundanmış. Onlara görev fişleri il nöbt defterini anlattım, sayfayı gösterdim. Sayfayı özellikle Fikret Madaralı Öğretmen çizmiş, “ Bu olduğu gibi kalsın! “ demişti. Bunları hep anlattım. Okuma saatinde çok gelen oldu. Gelenler azalınca daha önce aklıma gelen bir özel ilgiyi anımsadım. 15 gündür buradayım, kızların hangi kitapları okuduğunu bir ölçüde öğrenebilirdim! “ diy düşünmüştüm, şimdi anımsadım. Kitap alanların adları defterd yazılı, Kadın Kalbi, 26 Erkk Bir Kız, Aşk Rüyası, Sıkıntı, Çalıkuşu, Ana, Hayat Yoldaşı, Teklif, 6 Numaralı Koğuş, Andersen Hikayeler, Kibritçi Kız, Küçük Deniz Perisi, Madam Bovary, Anna Karenina, Dikmen Yıldızı, Dağları Bekleyen Kız, Robenson, Arı Maya. Mary Antuvanet, La dam O Kamelya…Gelen oldu, olayı başka zamana bıraktım. İlginç, okumadığım kitaplar var. Zil çalınca her Pazar akşamı gibi kapatıp dersliğe döndük. Derslikte değişen bir şey yok. Herkes sabahleyin ne yapacağını soruyor. Doğruyu bilen yok. Mustaf Saatçı salt konuşmuş olmak için bana sordu, “ Sen ne yapacaksın? “ Ben de anlattım, “ Ben akordiyonu sırtlayıp okulun önüne çıkacağım, önce Trakya Horonunu(Bir Hora diyorduk, Hidayet Gülen Öğretmen bize Hasanoğlan’da öteki ekiplerin bu tür oyunlara Horon dediklerini görünce uyardı, “ Siz de bu oyuna Trakya Horonu deyin! “ demişti) çalacağım. Oynayanlar olursa duruncaya dek çalacağım, yeni bir oyun havası istenirse onu çalacağım. Onlar bana bırakırsa, arkadaşlarla sözleştiğimiz havalar var, örneğin önce Harmandfalı, arkasından Mezifon Halayı, Timurağa, Arpazlı Zeybeği gibi bildiklerijmnizi sıralayacağım. Zaten bunların tümün çalmaya gerek yok üç tanesi en az yarım saat sürüyor. Mehmet Yücel, İsmet Yanar, Sefer Tunca, Arif Kalkan, Sami Akıncı gibi arkadaşlar şaka da olsa çıkıp oynayacaklarını söylerden Ali Aga öğretmen olacakların meydanlarda oynamasını doğru görmediğini söyledi. Kaz Ali’yi gerçekte kimse ciddiye almadı. Ne var ki söz sözü açtı, aynı düşümncede olanlar birer ikişer ortaya döküldü. İşin kötüsü kimisi kızların çıkıp oynamasını ayıpladı, “ Bunların anne babaları, kızlarının oynadığını duyunca çıldıracaklardır! “ diyenler oldu. Konuşmalar birden tartışmaya dönüştü. Geçe n yıl İsmail Hakkı Tonguç’un önünde oynanırken alkışkalan kızlar, Kepirtepe’de oynayınca neden kötü gözle görülsün? sorusu ortaya atıldı. Sonunda Kadir Pekgöz’le İsmet karşı karşıya geldi. İsmet Kadir’e “ İmam Kafalı! “ deyince, Mustafa Saatçı işi iyice gırgıra aldı. “ En sağlam İmam Kafası kendisinde olduğunu, SS’nin oynamasına engel olmayacağını söyledi. Konu susularak kapandı ama, kesin bir durum ortaya çıktı. Bizim sınıfta bir grup çevrelerindeki tüm etkinli, kleri kni çıkarları doğrultusunda değerlendirmeye çalışıyor. Kollarını kaldırıp oyunlara katılmayanlar, oyunların oynanmasını istemiyor. İsteyenlere de düşman kesiliyor. Kız rkek ilişkilerinde de öyle. Kızlara kimse yaklaşmazssa onlarn çok rahat. Birileri herhangi bir nedenle(Bizim sınıftan) kızlarla bir bağ kurarsa hemen hesabı soruluyor. Bir süredir kızlar konuşulmuyodu. Hasanoğlan’dan döndüğümüzden beri kızlara takılmalar da azalmıştı. Havalar ısındı, şimdi de oyun sözleri edilmeye başlandı. Olay önemsenir oldu. Kimileri bu konuda susuyor. Onlar susunca sanılıyor ki bu susan arkadaşlar tarafsız. Bir de görülüyor ki, o arkadaşlar da” Yahu, siz de bırakın şu kızları, nerde oynarsa oynasın! “ İşte bu zaman ben kendimi ortada buluyorum. “ Arkadaşım sen geçen yıl, Hasanoğlan’in serin ağaçları altında sırtüstü yatarken ben ter topran içinde yirmi tane oyun öğrendim. Bu yirmi oyunun da melodilerini öğrendiğimi öğretenlerin önünde kanıtladım. Şimdi bir çok arkadaşım gelip. “ Ağabey bize hiç değilse bildiklerinin bir kaçını öğret! “ diyor. Niçin öğretmeyeyim? Öğrenmeye gelen olunca öğreteceğim, bu benim içim bir onur olacak. Madem ki, Köy Enstitülerinin bu özelliği seviliyor, bu uğurda özendiriliyor. Bu etkinliklere katılmayı bir onur sayıyoruz. Yarın sabah başlayacağımız bu meydan etkinlikleri bundan sonra kimsenin olumsuz etkisiyle durmayacaktır. Bunu birkaç arkadaş başlatacak ama arkasından 10-20-50-100’ler gelerek zincir büyüyecektir. Derslikte derin bir sessizlik oldu. Yat zili çalınca Mustafa Saatçı” Haydi arkadfaşlar, sabahleyin okul önünde toplanmak üzere! “ deyip yürüdü. Bunu kimse beklemiyordu. İdris Destan” Yaşa İmam, İmam dediğin böyle olur, Müslümanım diyenler, İmamınızı izleyin! “ deyince, İmamdan sonra kim konuşur? “ İhtiyarlar. İdris’e arada “ Moruk! “ diye takılan Mustafa Saatçı’dır. Ancvak bu kez Mustafa Saatyçı böyl bir şey demedi, tersne” İmama inanan herkes onun yaptığına uyar! “ deyip çıktı. Olabildiğince kimseyle konuşmadan yattım. Yatar yatmaz da uyudum.
13 Nisan 1942 Pazartesi
“ İnsaf, günde dört saat üst üste ders yapılır mı? Soruları arasında kalktık. Fikret Madaralı-Ahmet Gürsel Öğretmenler arka arkaya gelir mi? Sami Akıncı” Gelmez, öteki sınıflara dersleri vardır! “ dedi. Mhmet Yücel arkadaş bir öneride bulundu “ Gelin okul Müdürlüğüne başvuralım, biz hangi öğretmenin ne zaman geleceği için tartışırken çok zaman harcıyoruz, lütfen tüm dersleri kaldırın, onların yerine biz tarlalarda çalışmaya razıyız! “ diyelim. Bir çok arkadaş Mehmet Yücel’i sardı, “ Yaşa İslelet, çoktandır susmuştun! “ derken Namık Ergin Öğretmen “ Saat 6’20, spor alanı sizi bekliyor! “ Akordiyonum hazırdı hemen okulun Yemekhane tarafındaki sözleştiğimiz yere gidip Trakya Horonunu çalmaya başladım. Yakup Tanrılulu ile 8-10 arkadaş zincirlerini kurup oynamaya başladılar. Çoğunluk asfalt tarafına gittiğnden biz tenha olarak oyunumuzu oynadık. Timurağa çekilirken Zil çalı durduk. Namık Öğretmen geldi, “ Bu ayrılık ne? “ diye sordu. Yusuf’la Ahmet Güner durumu anlattı. Namık Öğretmen “ Öyleyse ilk günümüzde daha başarılı olduk! demektir. Bundan sonra aynı tempoyu sürdüreceğiz! “ deyip ayrıldı. İlk uygulama bizim için fazla bir değişiklik etkisi yapmadı. 150 dolayında öğrenci okulun asfalt tarafında el kol hareketleri yaptı. aramızda bina olduğu için biz onları görmeden her zamanki gibi oyunları sürdürdük. 50 dolayında öğrenci ilk gün olması nedeniyle kenarda durdu. Zaten kenarda duracakların olacağını biliyorduk, bu da hoşgörüldü. Kahvaltıdan önceki çalışma saatini yadırgadık. Oyundan sonra kahvaltı verilse konuşmaları oldu. Fikret Madaralı Öğretmen mi, yoksa Ahmet Gürsel Öğretmen mi? derken kamyon geldi; tüm öğretmenler indi. Beklediğimiz iki öğretmen dışında tüm öğretmenler kahvaltıya da katıldı. Ben, Fikret Madaralı Öğretmen gelmiştir düşüncesiyle kitaplığı açtım. Az sonra öğretmen geldi. İlk sözü, ders proğramımız değişmiş, size 3. 4. saatlar geleceğim! “ dedi. Çantasını açık bir şeyler yazdı. O sıra Harun Özçelik geldi. , . ben ayrıldım. Derslikte Türkçe dersimizin 3. 4. . saatler olduğunu söylerken Selçuk Korol Öğretmen derse girdi. Gülerek “ Beklemiyordunuz değil mi? “ dedi, değişiklik gerekçelerini anlattı. Bu arada, “ Bu okulların kaderi işe bağlı, iş varsa o işler yapılacaktır. Bunu böyle bilmek, buna inanmak gerekir. Bu nedenle tarımın başladığı bugünlerde de düzenli ders yapmak zorlaşmaktadır! “ dedi. Yüksek sesle, “ Yaptıklarımızla tetineceğiz, eksikliklerimnizi olanak buldukça tamamlayacağız! “ dedikten sonra bana baktı. Çok mutlu olduğum bir yaşıyordum, ne söylese gülecek gibiygim. Öyle ki, dün bana birisi gelip “ Yarın Selçuk Korol Öğretmen derse kaldıracak deseydi, kesinlikle inanmazdım. Oysa içimden bir ses bana “ Kalk Selçuk öğretmenin ödevini tamamla! dediğinde kalktım, biriki anlaşma tarihi dışında tümünü tamamlamıştım. İşte öğretmen şimdi beni kaldıracak derken Selçuk Öğretmen, “ 66, şu senin karmaşık Balkan savaşını bir de senden dinleyelim. “ Eski Rumeli, günümüz Trakya insanın bir hicran yarası olan bu konuyu tarih bilgisi dağarımıza geçelim. Unutup geçecek değiliz. Radyolarımız, garamofonlarımız, şarkıcılarımız, çobanlarımızın kavalları, okul çocuklarımızın billur sesleri, Alişimi, Sinanı, Drama Köprüsü’nü, Masastırı, Vidin’i, Plevne’yi çalıp söyledikçe unutmamız olası değil! “ deyip yanıma geldi, hazırladığım notlara baktı. “ “ Uzatmamışsın, iyi, ! “ deyip beni tahtaya indırdı. Elindeki kağıtları masaya koyarak:
-İstersen yazdıklarını oku! “ deyince okuyacağımı söyleyip, yazdıklarımı yüksek sesle ama, oldukça ağır, konuşur gibi okudum. Ders zili çalınca yarı bile olmadığını gördüm. Öğretmen dönünce, bir süre kensisi tekrarlar yaptı, Dış ülkelerin çıkarlarını özellikle İngilizlerin, Mısır, Kıbrıs, Yunanistan, Arabistan üstüne emellerini ekledi. Kalan bölümü biraz daha hızlı okudum. Zil çalmadan bitirdim. Öğretmen teşekkür etti. Tatil aralarında olanak buldukça bu tür çalışmalar yapacağımızı anımsattı. Coğrafya dersi için Sami Akıncı’ya Trakya’da köylerin kasabaların dağılımı, dağılım özelliklri, gelir kaynakları üstüne görev vermişti. Sami de haftaya hazırlayacvağını söyledi. Öğretmen öyleyse haftaya bugünkü tarihi coğrafya yapacağız! “ deyip ayrıldı. Benim tarih ödevim, susmalarına karşın bir çok arkadaş tarafından çok olumlu karşılandı. Özellikle de Sami Akıncı’nın coğrafya ödevini henüz hazırlayamamış olmasına karşın benim zamanında yetiştirmem bir çok olumsuzu susturdu.
Fikret Madaralı Öğretmen yeni gelen kitapların listesini istedi. Yazarların adlarını okuyarak sorular sordu. Yazar adlarına göre kitaplarını tekrarladık. . Reşat Nuri Gündekin adı geçince Yeşil Gece kitabını okuduğumu söyledim. Öğretmen baktı, “ Gülerek Nihayet okudun mu onu? “ dedi. Sonra da olsun, o benim listemde var birlikte de okuyacağız! “ diye ekledi. Sonra da nasıl buldun? Şahin Öğretmeni nasıl karşıladın? “ diye sordu. Falih Rıfkı Atay’ın Roman'ıı ile karşılaştırdığımı söyleyince Fikret Madaralı Öğretmen birden “ Yapma, bu çok güzel işte, benim listemdeki kitaplardan biri de odur. Çok güzel bir ilişki kurmuşsun! “ dedi arkadaşlara açıklama yaptı. Yeni kitapların çoğunu isterseniz zevkle okuyabilirsiniz! “ dedi. Yakup Kadrı Karaosmanoğlu’dan Ankara-Bir Sürgün, Refik Halit Karay’dan Memleket Hikayeleri, Bir İçim Su, Sürgün, Peyami Safa: 9. Hariciye Koğuşu, Attila, Reşat Nuri Güntekin’dn Kızılcık Dallarını, Yaprak Dökümünü, Gök Yüzü, kitaplarını önerdi. Reşar Nuri Güntekin’in Yaprak dökümü kitabından Bir kişinin anlatımını örnek okarak okudu. Portre-Ali Rıza Bey. 2. Derste öğretmen bir şiir kitabıyla geldi. Önce kısa kısa şiirler okudu. Ahmet Haşim’den okuduğunu ilk şiirlerden anladık. Öğretmen kitabı kapatarak, güldü. “ Bu kadar da olsa bir şairi dinleyip, kimliğini anlamak güzeldir. Bunu zamanlar çoğa çıkarmaya bakın! “ deyip, bu kez başka bir şairden okudu. . Şiirin birinde Slav kederi il Tamburi Cemil Bey geçince benden önce Sami Akıncı “ Yahya Kemal! “ diye bağırdı. . Şair olarak ilk şiirinde Faruk Nafiz Çamlıbel’i söyledik. Çoban Çeşmesi. Sanat, At, Hayat, Mağara şiirlerini okudu. Arkadaşlara ayrı ayrı şiirleri sordu. Herkes başka başka şiirleri sevdiğini söyledi Öğretmen bunu doğal buldu. Bana sorduğunda ben” At şirin sevdiğimi söyledim. Öğretmen sen işi hep bir yöne döküyorsun, içinde tarih olsun, istiyorsun! “ dedi. Çıkarken kitabı uzattı, şiiri yaz, kitabı sonra verirsin! “ dedi. Kitabı aldım, Kitap bildiğimiz Faruk Nafiz Çamlıbel’in Çoban Çeşmesi’ymiş. Aldım bir süre karıştırdım. Han Duvarları çıktı karşıma kendi kendim utandım. Giriş bölümü ile aralardaki üç dötlükten başka belleğimde doğru dürüst dize kalmamış. Kitabı utanarak sıraya soktum. İyi ki yemek zili çaldı. Silkinip kalktım. Dilerim “ At” öyle olmayacak, çünkü çok kısa 12 dize……
AT Bin gemle bağlanan yağız at şaha kalkıyor,Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor.Son macerasını dinlememiş varsa anlatın;Zaptedilmek istene o mağrur, asil atın,Beyhudedir her uzvuna bir halka bulunsa da,Boştur köpüklü ağzına gemler vurulsa da!Coştukça böyle sel gibi bağrındaki hisleri,Bir gün kalmayacaktır başındaki seyisleri.Son şanlı macerasını tarihe anlatın;Zincirler içinde bağlı duran kahraman atın,Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor,Asrın baş eğdi sandığı at şaha kalkıyor! .
Faruk Nafiz Çamlıbel
Kitabı karıştırırken Annesiz Ölü, adlı şiiriri okudum. Şiirden çok şiirin adı ilgimi çekti, yazdım:
Annesiz Ölü Dün bir cenaze gömdüm, bağrıma gizli gizli,Bu küçük bir çocuktur, sarışın, saz benizli:Taş kesildi yüreğim mezarının başında. Saz benizli bir öksüz, sarışın bir yetimdi,Bu gömdüğüm cenaze benim muhabbetimdi,Veda etti hayata doymadan üç yaşında. Dünden beri gençliğim yarım, kal bim yarımdır.Bu talihsiz mezarı benim damarlarımdırAsabi dallarıyla kucaklayan sarmaşık. Neş’eye hasret giden sevdamın arkasındanAğlasın, istiyorum, bir genç kadın yasından,Ömrünü damla damla terk ederken bu aşık… Bir genç kadın ki duysa bu vakitsiz ölümüMatemini tutmaya kafi görürr gönlünü,Gene hayata sevda ufukları ndan güler. Hiç can veriş var mıdır bundan daha önemli:Yaşarken gözü nemli, ölürken gözü nemli? . .Ah annesiz ölüler, sevgilisiz ölüler!
Faruk Nafiz Çamlıbel.
Bu şiiri okudum, başlığı ilgimi çekti. Çok üzüldüm. Ne anlattığını pek anlamadaım ama gene de üzüldüm. Annesi ölen çocukları düşünerek ağlamaklı oldum. Anneler gibi çocukların da öldüğünü düşündüm. Büyük ablamın oğlu doğumdan birkaç ay sonra, Ayşe yengmim bir oğlu da yaşına varmadan ölmüştü. Onları anımsatttığı için şiiri yazdım ama bir daha kolay kolay okuyacağımı sanmıyorum. Belki de bir gün silerim. Çünkü kimi zaman bunu da yapıyorum. Oldukça gorgun görünerek öğle yemeğine gittik.
Öğle yemekleri her günkünden az farklı. Tüm öğretmenler geldiği için mi? Yoksa yemekler iyi olduğu için mi öğretmenler geldi? Bunun yanıtını bizim masada Hilmi Altınsoy'dan başka kimse veremez. Hilmi az düşündü sustu. “ Önce karnımı doyurayım, sonra konuşurum. Mehmet Aygün konuyu sözde değiştirdi. “ Ay, Nachtigall gene nöbetçi, bu kız aşık mı ne ikide bir nöbetçi oluyor! “ Hilmi dik dik baktı, “ Ben sizi bilmem mi? Al işte bak! “ dedikten sonra Mehmet Aygün’e “ Bak oğlum Mehmet, geçen gün okulun en şişman kızını karşıma çıkardın, bugün de en tırtılını, bunların ikisi ortası yok mu? Onları kime saklıyorsun? “ dedikten sonra da birkaç kez “ Hı? , hı? Hı? diye sordu. Mehmet Aygün konuşmaları duymamış gibi, “ Yanılmışım, kızcağız nöbetçi değilmiş! “ deyip sustu. . Sustu ama az sonra bu kez Hilmi’ye hiç bir şey olmamış gibi sordu, “ Sahi sen demin bana bir şey mi demiştin? Hilmi “ Ananın örekesi! “ dedi. Mehmet Aygün “ Benim anam öreke kullanmıyor, yünleri Babaeski’deki makinelere veriyorlar! “ diyerek olayı iyice çıkmaza soktu. Ancak “ Ananın Örekesi! “ sözü ortada kaldı. Hilmi’yi uğurlayıp atölyeye gittik. İrfan Öğretmen gülerek, “ Çabuk döndün nöbetin bu kadar kısa mıydı? “ diye sordu. Hasan Üner, “ Kitaplıktaki kitapları okudu, okuyacak kitap kalmayınca geldi! “ dedi. İrfan Öğretmen ciddi ciddi baktı, Gerçekten çok mu kitap okuyorsun? “ diye sordu. En çok kitap okuyanın Hasan Üner olduğunu söyledim. Bu kez İrfan Öğretmen okuduğumuz kitapları sordu. Harp ve Sulh’u, Sefiller’i, Kırmızı ve Siyah’ı, Anna Karenin’i, Thais’i, Basu Badel Mevt deyince öğretmen “ Tamam tamam, oradan ötesinden ben zaten habersizim, bu kadarı yeter! “ dedi. Hepimize baktı:
-Çocuklar, ayırdında mısınız? Sizler çok iyi yetişiyorsunuz. Okulun kent dışında olması sizleri çalışmaya zorluyor. Bu da geleceğiniz için çok yararlı oluyor. Bu okulların kentlerden uzakta açılmasına karşı olanlar bu noktaları pek düşünmüyorlar! “ deyince arkadaşlar:
-Ama öğretmenim, Kepirtepe’ye döneli beri sinemaya bile hiç gitmedik! “ dediler. İrfan Öğretmen: “ Olsun, bu zaman için de ben de ancak bir kez sinemaya gittim. Eksiğiniz sinema ise, işte yaz geldi, sık sık sinemaya gideriz olur biter! “ Öğretmenin sözü sevinç yarattı. Öğretmen sevinmemizi bir süre gülerek izledi, yandaki masada rule olarak duran öğretmen evleri planlarını açıp gösterdi. İlk yapılacak üç öğretmen evi, biri biraz büyükçe, Okul Müdürü için, öteki ikisi iki makas küçük. Bunları daha önce görmüştük. Öğretmen, bunları gösterdiğini unutmuş olamaz, herhalde yeni söyleyecekleri var diye bir süre baktık. İrfan Öğretmen yeni bir şey söylemedi, büyük binanın çatısı ile ötekiler arasındaki önemli ayrılığa dikkatimizi çekti. . Salih Baydemir’le Recep Kocaman’a hazırlanacak kiriş sayısını, ölçülerini yazmalarını söyledi. Orhan’la Yusuf makaslıkları, babaları ölçtüler. Hasan’la ben, makineleri temizleyip çalışır duruma getirdik. İrfan Öğretmen durup dururken önce siz Ali’yle gerçekten akenkli çalıştınız mı? diye sordu. Ben çalışığımızı söyledim. Öğretmen bana “ Sen iyimsersin, herkes öyle mi düşünüyor acaba? “ deyince Salih, “ İlk günlerde biraz asabileşti ama sonraları çok anlayışlı davrandı, biz kendisini çok sevmiştik! “ dedi. İrfan Öğretmen ceplerini karıştırdı, Ali’den mektup aldım! “ deyip mektubu gösterdi. Hepimize selamları olduğunu söyledi. Yusuf, Hasan, Orhan, Recep anımsadıkları olayları anlattılar. İrfan Öğretmne bana da sordu, “ Senin anlatacakların vardır! “ dedi. Omuzlarımı kaldırarak, ayrıca yok, arkadaşların anlattıklarında ben de vardım! “ dedim ama arkadaşların bilmediği, hiçbir zaman da bilemeyecekleri bir olayı anımsadım. Akordiyonumu koyacak yer bulamayınsa Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmen üzülmüş, “ Getir, bizde kalsın! “ demişti. Uzun süre akordiyon onlarda kaldı, aldım, gene götürdüm. Bir keresinde almak için gittiğimde kapıdan girince eşi boynuma sarıldı, “ Bu beni övüyor, lütfen yardım et! “ diye ağlamaya başladı. Şaşırdım, ne yapacağımı bilemiyordum. Ali Öğretmen geldi, beni paylamaya kalktı. Eşinin kolundan çekerken birden “ Dokunma, git yerine otur! “ diye bağırdım. Niçin böyle dediğimi bilmiyordum. Ama Ali Yılmaz Öğretmen kendi kendine konuşarak” Peki, ben yerime otururum, ama sonrasını sen düşün! “ dedi. Sessiz bir süre geçti, Ali Yılmaz Öğretmen yumuşadı. Anlaşmazlığa neden olan eşinin Ankara’ya gitmesine izin verdi. Konuşmada bile kalsa anlaştılar ya da anlaşmış gibi göründüler. Bir kaç gün sonra Ali Öğretmen bizi, evlerinin önünden geçerken (İnşaattan dönerken kapısı önünden geçiyorduk) çay içmeye alakoydu. Yenge çok neşeliydi. Çıkınca arkadaşlar hep konuştu, Ali Yılmaz Öğretmen karısını çok seviyor! “ Buna ben de katıldığımı söyledim ama, olayı da hiç unutamadım. Biz makineleri çalıştırırken Hamdi Bağ Öğretmen bir grup 8. öğrencisi ile geldi. “ İşte size zinde kuvvetler! “ dedi. Biz öğretmen evleri çatılarını hazırlarken onlar da yeni plana uygun yapılacak dört atölyenin çatılarını hazırlayacakmış. Ancak makinedeki kesim işleri bir elden geçecekmiş. O el de İrfan Öğretmenin eliymiş. İrfan Öğretmen ellerini kaldırdı, “ Yabancınız değil, sizinkilerin aynısı! “ dedi. Gelenlere baktım, geçen yıl bizim grupta çalışanların bir bölümü, Süleyman Gege, Namık Yücel, Ahmet Baştürk, Hasan Akyol, Mehmet Özeren, Naci Aydın, Mürsel Dilek, İsmet Özcan, Hasan Gülümser, Vehpi Dinçer, Hasan Arabacı, Kamil Varlık, Hasan Bozkurt, İrfan Taşkın. Hasan Arabacı il İrfan Taşkın’ın adları geçti ama kendileri yok. Nöbetçiymişler. Ötekileriyle konuştuk. Ben sordum “ Kim seçti sizi? “ Hamdi Bağ Öğretmen çatılarda çalışanları sormuş, onlar da kendiliğinden ayrılmışlar. İrfan Öğretmen bu kez bana sordu “ Ne dersin, bizimle çalışırlar mı? Hasanoğlan ‘da çatılan çatıları bunların bunlasrn çattığını söyledim. İrfan Öğretmen de “ Her birini ayrı ayrı tanıyorum, grup çalışmaları hakkında bir fikrim yok, madem ki beraberiz gene elbirliği yapıp çalışacağız! “ Hamdi Bağ Öğretmen daha önce hazırlanmış olan Öğretmen evleri için keresteler vardı, değil mi çocuklar? “ diye bir anımsama yaptı. Herkes bana baktı. Hamdi Öğretmen “ Ağabeye bakmayın o çoktandır yoktu, bilmez deyince ben, “ Onları daha önce hazırladık, hepsi 2 nolu yığında, dedim. Arkadaşlar 2 nolu yığını hemen dağıttılar. Salih Baydemir’in aradığı kirişlikler oradan çıktı. Müdür Evinin parçalarını kesmeye başladık. Temel atılmadan çatıya başlanmış oldu. Bunu söyleyen 8. sınıflara İrfan Öğretmen, “ Bizde bu çok önemlidir. Bir bina sürekli olarak bir bütün algılanmalıdır, bunu kafamızın içinde yaparsak, ötesi kolay olur! “ Paydosta İrfan Taşkın benimle kaldı, birlikte çalışacağımıza sevindiğini söyledi. Babası Pehlivan amca kısa bir rahatsızlık geçirmiş, onu anlattı. İrfan büyüdükçe nedense ilişkilerimiz azalıyor. Ben mi büyüklük taslıyorum yoksa o büyüdükçe başka türlü mü düşünüyor? . Pek arayıp sormuyor. Biraz da bunları konuştuk. Pehlivan amca beni merak ediyormuş, “ Okulu bitirince kendi köyüne mi gelecek? “ Sözde ben köyüme gelirsem, İrfan da köyüne gelmeliymiş. Bu konuyu ben iyi incelemiş olabilir mişim. Güldüm. Ben bu konuyu siizin evde konuştuğumuzdan bu yana hiç düşünmedim. Kendi köyüm şöyle durdun, herhangi bir köye gitmeyi de düşünemiyorum. Daha doğrusu ne yapacağımı ben şimdilerde hiç bilmiyorum. İrfan’a bunları anlattım ama Pehlivan amcaya böyle söylememesini de tembihledim. İrfan'dan sonra bir süre akordiyon çaldım. Okuma saatinde sınıfta olmak zorunluğu var. Ben dersliğe girdim, arkamdan Mata Hari geldi. Hiç gülmeden sıralar arasında dolaştı. Okuduğumuz kitaplara baktı. Şaheserler Ansiklopedisi’ni açmıştım, Bayan Öğretmen kitabı alıp sayfalar çevirdi. Schiller’den Eldiven’i, Kefil’i , H. Sienkievicz’ten Rüya’yı gösterdi, “ Okumadıysan hemen oku! “ dedi. Yürüdü gitti. . Tüm arkadaşlar bana baktı. Mehmet Yücel, “ Dayı nereden buluyorsun böyle numaraları, hiç konuşmayaları konuşuruyorsun! “ İsmet geldi kitabı aldı” Bundan sonra benim sıramda duracak! “ dedi. Sami Akıncı uyarıda bulundu, “ Arkadaşlar kitap okusa, hiç değilse kitap okumuşlarla her zaman dostluk kuracaklardır! “ dedi. Sami Akıncı’ya takılanlar oldu “ Sen okuyor musun? “ Samı, “ Ben, kitap okuyorum, diye ortaya çıkmam ama okumam gereken kitapları oklurum, öğretmenlerin önerdiklerini kesinlikle kaçırmam! “ deyince bir çokları gibi ben de şaştım. Sami elinde bir liste okuduğu kitapları saydı. Kitaplarını okuduğu yazarlar arasında, V. Hugo, L, Tolstoy, M. Gorky, PearlBuck, PanaitIstratı, A. Gide, O. Wilde, . A. France, A. Çehov, K. Hamsun’la benim şimdiye dek hiç kitabını okumadığım Feodor Dostoyevsky de vardı. üstelik Sami okuduklarının hep özetlerini de çıkardığını söyledi. . Arkadaşlar “ Aaa, sahi mi? “ gibi sözlerle geçiştirdiler ama ben onlar gibi düşünmedim: Benden daha yararlı bir yöntemi mi var acaba? Yat zili çaldığında bunu düşünerek yatağa gittim. Acaba Sami Akıncı okuduğu kitapları mı özettiyor yoksa yazarlarını mı tanıtıyor? Konuşmasından böyle bir anlam da çıkardım. Sami bir kez daha gözümde büyüdü. Gerçekten sürekli çalışan bir arkadaş. İşlerde açık açık kaytarıyor ama öğretmenler de ona göz yumuyorlar. Hasanoğlan’da bile bir yolunu bulup Hüsnü Baykoca’nın işlerini yürüttü. Herkes “ Hasanoğlan’da benim de emeğim var! “ diyor. Sami Akıncı’nın ne emeği oldu acaba? Kepirtepe için de bunu sorabilirim. Sami Akıncı Kepirtepe kurulurken gerçekten eline bir çekiç alıp bir çivi bile çakmamıştır. Eğer çaktıysa öyle sanıyorum ki, yemekhanenin girişine, Doktor, Fuat Umay’n paltosunun takıldığı o garip çiviyi çakmıştır. Doktor Fuat Umay gösterince kimsenin sahiplenmediği gerçekte de anlamsız bir şekilde kapı kasasına çakılmış çivi. (Bence bunu Sami Akıncı, “Benim de bir çivim olsun!” deyip çakmıştır. Bu şakayı bir gün arkadaşlara anlatmak için buraya ekledim)