Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

30 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Staj İzlenimi Tartışmaları Giderek Özeleştiri Bilincimizi Geliştiriyor

 

 

4  Kasım  1944  Cumartesi

 

Hava serin olmakla birlikte yağmurun kesilmesine sevindik. Kahvaltıda, konserde dinleyeceğimiz eserler üstüne olasılıklar öne sürüldü. Ekrem Bilgin’e göre hangi bestecinin eseri çoksa onun eseri çalınabilir görüşünü savundu. Johann Sebastiyan Bach, Joseph Haydn, Mozart adlarını sıraladı. Geçen yıl izlediğimiz konserleri anımsamaya çalıştık. İzlediğimiz ilk konserlerde Paul Dukas, Hector  Berlioz gibi pek fazla eseri olmayanlar vardı. Ayrıca, Mahmut Ragıp Kösemihal’in söylediğine bakılırsa en çok bestesi olan Georg Philipp Telemann’mış. Geçen yıl biz en çok bestesi olan Johann Sebastiyan Bach (1100 adet) demiştik ama, Mahmut Ragıp Telemann’ın 3700 bestesinden söz etti. Oysa Telemann’dan geçen yıl ancak bir eser dinledik.

Konserlere gitmeye başlamanın sevinci içinde trene atladık. Kızlar ayrı bir grup olarak ayakta bekleşirken yanlarına gittim. Benim pantolonlarımı ütülemek için söz veren Yıldız’a takıldım:

-Hani pantolonum ütülenecekti? Yıldız, özür diledi:

-Ben sözümde duruyorum ama ne zaman nasıl alacağım için konuşmadık. Siz gönderirseniz ancak, belli zamanlarda yapabilirim. Takıldığımı söyleyip ayrılırken bu kez Yıldız:

-Biz ne yapacağımızı bilmiyoruz, biraz açıklar mısınız? deyince Doğan’ı gösterdim:

-Arkadaşınız Doğan’dan ayrılmayın.

Trenden inince azıcık ıslandık. Faik  Canselen Öğretmen bizi kapıda beklemiş, gireceğimiz odayı gösterdi. Biz yerlerimiz otururken öğretmenler bir süre konuştular.

Faik Canselen Öğretmen, ”Piyano seçen var mı?” diye sordu. Kimseden söz çıkmayınca ben açıkladım:

-Yardımcı olarak iki arkadaş  seçti! deyince Canselen Öğretmen:

-İyi, iki piyano için daha fazla öğrenci olmazdı zaten. Onlara da arada sen gösterirsin! deyip güldü. Faik Öğretmen şaka olarak söylemişti ama, ben kendi payıma bu şakaya sevindim. Bir çok arkadaş bunu ciddi sanıp, beni ona göre değerlendireceklerdir. Özellikle yeni gelenler, kemancıların  sinikliğini görünce bana çok değişik gözle  bakıyorlar. Kemancılar yalnız metot parçası çalarken benim radyoda ara ara çalınan parçaları seslendirmem, onlar için bir ölçüt oluyor.

Faik Öğretmen elindeki listeye bakarak konser programını okudu.

1-Mozart,Serenat, 2-Haydn,Senfoni, 3-Brahms,senfoni.Mozart’ın Serenadı için Mozart eserleri sıralamasında 525.K.V sıralamasında ise 13.Bu sayı, sol majör serenadın, aynı zamanda serenat sıralamasıdır. dedikten sonra açıkladı:

-Serenat, gençlerin sevgililerinin penceresine karşı söylenen  bir gece şarkı şeklidir.Bir çok besteci sonraları serenat bestelemiştir. Ancak Mozart bu geleneği yıkmış, neredeyse senfoni mertebesine çıkan bir beste türü yapmıştır.13 serenadı da konserlerde, orkestralarla çalınır.

Plâktan dinlememişseniz ,bugün dinleyince çok seveceğinizi umuyorum.

Faik Öğretmen daha sonra Haydn senfonileri üstüne konuştu:

- Yüzden fazla senfoni bestelemiş olan Joseph Haydn’ın senfonilerin bir bölümünün adı olduğunu  bugün dinleyeceğimiz senfoninin senfoni sıralamasında 85 numaradadır, Adı da Kraliçe Senfonisidir. Adı üstünde, Kraliçe Senfonisi

Haydn’in zarif müziğiyle  adına layık bir senfonidir. Faik Öğretmen:

-Dinleyeceğimiz son eser!dedikten sonra az durup; ”Bir de gümbür gümbür bir Brahms dinleyeceğiz, Brahms 4. Senfoni...Viyana Klasikleri arasında bir romantik eser! Böyle dediğime bakmayın, konu yüz yıldır tartışılmaktadır;” Brahms, romantik mi yoksa romantik çağda yaşamış bir klasik mi? Beethoven için de bu tartışılır. Biz öğretmen olarak bu tartışmaların dışında  kalacağız .Romantik tarafı ağır basan bir klasik. Klasik formlardan yararlanmış bir klasik....Sırası geldikçe bu konuları derslerimizde daha detaylı konuşacağız. Bunlar, dinleyeceğimiz eserlerin havasını koklama babında kısa bilgilerdir.

Konservatuvardan çıkınca yağmurla karşılaştık. Öztekin Öğretmen, Kızları durdurdu. Hepimize:

-İsteyen benimle kalsın, Konservatuvarda bir süre bekleriz! dedi. Koşanlar olmuştu. Pardesüme güvenerek ben de koştum. Anafartalar’da sinema önündeki kuytuluğa sığındık. Yağmur kesilir gibi olunca Kızılırmak Kıraathanesine girdik. Dora Abla ya da Bella olayı kaldı. Pardösümü çıkarıp boş bir sandalyeye taktım. Kıraathanenin müşterisi hemen hemen biziz. Bizim dışımızdaki bir kaç kişi de bizim aramızda kendilerini yabancı sayıyor. Uzun bir süre Konservatuvardakileri bekledik. Daha doğrusu merak ettik; ”Kızlar ne oldu?” Sonunda gelenler oldu, merakımızı giderildi:

-Öztekin Öğretmen onları, tanıdığı bir eczaneye götürmüş. Eczane sahibi bayan kızları alıkoymuş, kurunmalarını sağlamış.

Büyük Millet Meclisi Açıkmış, dinleyiciler girebiliyormuş. Arkadaşlar bunu fırsat sayıp gitmek istediler. Geçen yıl gitmiştim, pek isteğim yoktu ama  bakım Doğan istekli ben de katıldım.

Mecliste yapılan konuşmalar, tüm yurt düzeyinde çiftçilikle, çiftçilerin dertlerini yeniden düzenlemek üzerineydi. Dün başlayan konuşmalar bugüne taşmıştı. Balkonda ön sıralarda oturdum. Tanıdığım mebusları gözlerimle aradım.Arkaları bize dönüktü ama sık sık kalkıp gezindiklerinden kolayca tanıyacağımı sanıyordum. Arkadaşlara da tanıdığım  mebusları sıraladım:

-Zühtü Akın/ Kırklareli, komşu köylüm. Ahmet Kutsi Tecer/Sivas-şair Aşık Veysel için Hasanoğlan’a geldi, Reşat Şemsettin Sirer/Sivas, Hasanoğlan’a üç kez geldi, Prof.Selahattin Batu,/Çanakkale,iki kez geldi.Behçet  Kemal Çağlar/Erzincan, şair. Hasanoğlan’a  geldi. Reşat Nuri Güntekin/ Çanakkale, yazar. Hasanoğlan’a  geldi. Falih Rıfkı Atay/Ankara, yazar. Hasanoğlan’a geldi. Sözümü sürdürürken Zühtü akın adı geçti. Zühtü Akın kürsüye çıktı. Trakya çiftçileri adına konuştuğunu söyledi, Toprak Mahsulleri Ofisinin kusurlarını sıraladı. Özellikle ofisin topladığı ürünleri korumakta titiz davranılmadığı  örneklerle anlattı.

Meclis oldukça sıcakmış, hem kurunduk hem de  vakit geçirdik. Konsere bir saat kala Meclis dağılınca biz de çıktık. Ara ara çiselti olsa da aldırmadan yemek için i dağıldık. Saçak altında köfte ekmek yiyenler olduğu gibi özellikle ucuz aşevi sayılan Tavukçu tıka basa doldu. Stajdan dönenlerin parası var. Aile bahçesinin  köşesindeki şarapçıdan atıştıranlar bile olmuş.

Yemekten sonra Gene Kızılırmak Kıraathanesinde toplanıp Cebeci’ye döndük. Tam kapıdan girerken yağmur başladı. Şemsiyeli gelenleri görünce arkadaşlar bir birlerine şemsiye önerdiler.

Konser salonunda yerimiz balkon. Orkestra rahat göründüğü için bundan yakınmıyoruz. Benim  düşüm, Mahmut Ragıp Kösemihal’in köşesindeki yeri kapmak. Halil Dere’nin sahiplendiği samur saçlı güzel gelmezse hiç çekinmeden izin alıp oturacağım.

Şansım varmış, Mahmut Ragıp Kösemihal  boş sandalyeye sağ omuzu dönük sereserpe oturmuş, başında dikilip selâm verince toparlanır gibi yapıp;”Gel!” dedi. Sevinerek oturdum. Mahmut Ragıp, sanki az önce berabermiş gibicesine:

-Tam siz gençler için bir konser, Mozart, Haydn,  Brahms. Brahms için ağır mağır derler ama bu biraz da alışma meselesi. Müziğe alışmış kulağa müzik ağır gelir mi? Tembel insanların mazereti. Mazeret deyince bulmak da kolay! Hele bizden biri bunu söylemesin; tepem atıyor. Neden mi? Ayol sen anandan babandan müzik diye ne öğrendin ki? Onların zaten müziği davul, zurna. Davula alışkın kulak, efendime söyleyeyim; Brahms’ı, Tschaikovsky’yi  duyunca ağır oluyor!...

Alkışlar başlayınca sahneye baktım Şef,Praetorius yerine başka biri çıktı, daha genç. Ben sormadan komşum söyledi:

-Prof. Praetorius rahatsız, muavini çıkıyor. Arkasından da düzeltme yaptı:

-Praetorius, muavinini de iyi yetiştirdi, onu aratmayacak! Ferit Alnar, biraz alaturkaya kaçsa da iyidir!

Mozart serenad su akışı gibi başladı. Üflemeli çalgılar çok sessiz, yaylılar koşarca girdi. Dinledikçe kendi kendime sordum:

-Bu çalınanın senfoniden ne farkı var? Bitince sormayı tasarladım. Biraz da  konuşmuş olmak için konuşuyorum. Amacım, arkadaşlara farklı görünmek. Serenad bitince komşum:

 

 

 

          Şef. Ferit Alnar
                                               

-Bu bestenin bir de hikayesi vardır, bilmiyorsan arada anlatırım. Başımı sallayarak bilmediğimi belirttim.

Haydn senfoni de serenad kadar güzeldi. Ancak senfoni, bıçakla keser gibi bölümlere ayrıldığından son çalınan melodi, öncekini alıp götürdüğünden belli bir ses birliği kurulamıyor. Senfoni bittiğinde de belli bir bölümden en çarpıcı melodi  belleğe yerleşip o anımsanıyor. Beethoven’in 9.Senfonisi,Mozart’ın 40.senfonisi,Schubert’in 8. (Bitmemiş) senfonisinde olduğu gibi. Kime sorulsa bunları bildiğini söyler. Merak edip bir iki mezür ses sorsan hemen hemen herkes aynı melodileri tekrar. Çünkü senfonilerin en kolay bellenen melodileri oralarıdır. Oysa koskoca senfonilerin daha nice güzel  ses örümleri vardır.

Arada beklediğim hikayeyi dinledim:

-Mozart, hem çalışkan bir dahi, hem de eğlenceleri, eşi dostu seven, aranan bir insanmış. Şöhreti nedeniyle Burjuva tabakası arasına girmiş ama onların parasal durumlarına erişmesi söz konusu değilmiş. Dost toplantılarına herkes altınlı, gümüşlü hediyelerle katılırken Mozart o toplantı için yeni bir beste yapıp ilk kez çalıyor ya da çaldırıyormuş. Böyle bir toplantıyı neredeyse birkaç saat önce duymuş. Mozart bu, beste konusunda ne istemiş de yapamamıştır(!) Alır kağıdı kalemi “Küçük Şeylerden Bir Gece Müziği” serenadı böylece ortaya çıkar.

Eser,Mozart’ın ana dili Almanca’da da “Eine  Kleine Nacht Müzik!” olarak anılır. Küçük müçük olarak anılır ama büyük orkestraların ünlü konser salonlarının incisi olduğu gibi  Oda Müziklerinin ise gerçekten  baş tacıdır.

Eser, ilk dinlenince parça parça etkisi yaparsa da  dinlendikçe bütünleşir. Çünkü Mozart, çok sevdiği varyasyon uygulamasını burada da denemiştir. Özellikle piyano eserlerinde yaptığı melodi genişletme yöntemini burada orkestraya uygulamıştır.

Mozart’ın, kv.331 la majör varyasyonlu sonatını çaldığımı söyleyince Mahmut Ragıp Kösemihal yüzünü döndürüp bana baktı. Gülümsedi.:

-Bu, büyük bir başarı; varyasyonu biliyorsun. Öyleyse anlattıklarımı iyi anladın!

Brahms başlayınca sustuk. Daha dikkatle dinledim. Dinledim ama ne Mozart’tan ne de Haydn ’dan  aldığım zevki alamadım. Yer yer de seslerin benzeşikliğini sezerek varyasyon  var, sanısına kapıldım. Aslında tüm senfonilerin belli bir tema üstüne kurulduğunu daha önce öğrendiğimden düşündüğümün anlamsızlığına güldüm.

Konserden sonra gruplar olarak Ulus Meydanı’na  dek yürüdük. Hafif bir serinlik olsa da etrafın kalabalık oluşu bizim direncimizi  yükselttiğinden bir süre Büyük Postane ile Ulus Meydanı arasında dolaştık.

Giyimleri yetersiz olanlar Garda dolaşmayı yeğlediklerinden erkence istasyon yolunu tuttular. Böylece hava serinliği bizi iki gruba ayırmış oldu. Üşüyenler, üşümeyenler. Üşüyenleri incitmemek için arkadaşlar ad taktılar:

-İstanbul’a yolcu uğurlayanlar! Sözde onlar,  yolcu uğurlamak için  acele olarak istasyona gidiyormuş! Onlar da boş duracak değil ya Pardösülü gruba hemen:

-Uğurlayacak yolcusu olmayan garibanlar! deyiverdiler.

İlk konserimiz, üşüme, titreme dışında iyi geçti. Hiç değilse ben öyle algıladım.

Yemekte, hemşerim Kadir, aklımdan geçenleri okumuş gibi önce, köylüsü olan Kırklareli Millet Vekili Zühtü Akın’ın konuşmasını sordu. Çok iyi gördüğümü, Kırklareli halkının kendisi takdir ettiğini, bunda da haklı olduklarını söyledim. İkinci sorusu da beklediğim bir soruydu:

-Sen o ihtiyarla ne konuşuyorsun? Sor desem kimse sormaz sandığım bu soru, çok hoşuma gitti. Konuştuklarımızın yemekte konuşulamayacağını, konuların uzun ders konuları olduğunu anlattım. Varyasyonu örnek verdim. Piyanoda varyasyon geçtiği için kolay kavramıştım. Oysa kemancılarda böyle bir konu şimdilerde yok. İşte o ihtiyar dediğin Devlet Konservatuvarı Müzik Tarihi Profesörü Mahmut Ragıp Kösemihal bana böyle ilginç bilgileri veriyor. Şunu bil ki o ihtiyar değil, olgunluk çağında bilge bir insandır. Üstelik, bize ders veren, Faik Canselen’in, Hilmi Girginkoç’un, Mahir Canova’nın, Bölüm Başkanımız Mehmet Öztekin’in de öğretmenidir. Balkanlarda Müzik adlı kitabı vardır. Ayrıca, Padişah 2.Mahmut’un Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdığı zaman Mehter Takımı da dağıtınca onun yerini tutan Bandoların ilk kuruluşu ile geçirdiği evreleri, ayrıca yurdumuza konser vermek için gelen  Franz Liszt,  Henri Wieniawski gibi öteki ünlüleri de çok iyi bilmekte, bu konuda sürekli yazılar yazmaktadır. Özellikle de benim Vahit Dede’mi yakından tanıyıp ondan takdirle söz etmesi, sık sık benden onu sorması, beni ona yakınlaştırdı. Konserde dinlediğimiz eserleri için söyledikleri bir yana adı geçen bestecilerin tüm eserleri üstüne söylediklerini dinledikçe genel  bilgim artıyor. Bu nedenle ben o Bilge İhtiyar’ın (!) yanına koşarak gidiyorum. Çok merak ederseniz, Varlık Dergisi’nde yazıları çıkıyor. Geçmiş  Varlıklarda da yazıları var; onları kitaplıkta bulabilirsiniz. Son okuduğum Donizetti paşa ile Oğullarını siz de okursanız, o ihtiyar(!) dediğinizin yanına niçin gittiğimi daha iyi anlayacaksınız.

 

     Mahmut Ragıp Kösemihal

 

Beni dinleyen Kadir, Şaşkın şaşkın yüzüme bakarken öteki arkadaşlar da başlarını çevirdiler. Ekrem Bilgin sordu:

-Neden alt salonda oturmuyor? Soruyu ciddiye almadığım için karşılığı da öyle oldu:

-Ben alt salona inemediğim için o yukarı çıkıyor. Bu kez de konservatuvar müdürünü karıştırdım.(Konservatuvar müdürü Tevfik Ararat’ı  Cumhuriyet Bayramında yakından görüp tanımıştım.)Müdür Tevfik Ararat, benim için rica etmiş, biraz da onu kıramadığından oraya oturuyor. Kadir, inanıp inanmama arasında tereddütlü, ötekiler keyifli dinleyici olarak masadan kalkıldı.

Pazartesi günü Mahir Canova Öğretmenin kesinlikle soracağını bildiğim için Satılmış Nişanlı Operası üstüne yazılmış yazıyı buldum. Belki de öğretmen okutur, deyip yazıyı notlarıma ekledim.

 

                                                    Satılmış Nişanlı

Devlet Konservatuvarımızın opera kısmı Butterfly-Toska ve  Fidelio’dan sonra bize büyük Çek bestekârı Smetana’nın Satılmış Nişanlısını verdi. Halkevi sahnesinde ilk temsilini gördüğümüz bu güzel eser kulaklarımızı okşayan musikisi, gözlerimizi açan dekoruyla çoktan beri özlediğimiz opera temsillerine  bizi tekrar kavuşturdu.

       Bu sefer Konservatuvarımızın opera temsillerini idare edenler eser seçimin de büyük bir isabet göstermişler. Bu eserde vazife alan sanatkarlarımız da doğrusu iyi çalışmışlar. Temsil sırasında sık sık, son perde kapandıktan sonra da uzun uzun topladıkları alkışlar gerçek bir başarının mükafatı idi. Tiyatroda öyle kolay kolay hakedilmeyen bir mükafat. Satılmış Nişanlı, ilk temsilin seçkin seyircilerinden tam numara alarak opera repertuvarımıza girmiş bulunuyor. Bu operakomiğin ileride  repertuvarımızın en çok beğenilen, sevilen eserlerinden biri olacağından şüphe etmiyorum.

      Satılmış Nişanlı, Smetana’nın en güzel, en meşhur eseridir. Mevzuunun, musikinin, dekor ve kostümlerinin Çek  milli hayatını bütün renkleriyle canlandıran hususiliği, zengin melodisi, kuvvetli armonisi, sürükleyici ritmi ile hemen hemen her milletin operasında yeri olan bir eser.

   Konusunu bir kaç satırla hülasa edelim.

    Güzel bir köylü kız olan Marjenka, üvey anasının zarından, baba evini bırakmış, başkalarının yanına sığınmaya mecbur kalmış olan Yenik’i sevmektedir. Anası-babası kızlarını, kılavuz Ketsal’ın meziyetlerini, zenginliğini, anlata anlata bitiremediği, Miha’nın oğlu Vaşek’e vermek isterler. Ama  Marjenka Yenik’i sevdiğini, ondan başkasına varmayacağını söyler. Bunun üzerine bu işlerde becerikli ve kurnaz geçinen kılavuz Ketsal Yenik’i bulur, ona başka bir kızı peşkeş çeker ve Marjenka’yı almaktan vazgeçerse kendisine ayrıca üç yüz altın vermeyi de teklif eder. Yenik, Ketsal’ın bütün bu dolapları,Marjenka’yı üvey anasından olan aptal kardeşi Vaşek’e vermek için, çevirdiğini öğrenince ona güzel bir oyun  oynar: Nişanlısını üç yüz altına satmaya razı olur. Ama şu şartlarla: Marjenka ancak Miha’nın oğlu ile evlenecektir. Bu evlenme olunca Marjenka’nın babasının Miha’ya olan bütün borçları da ödenmiş olacaktır.Yenik’in de Miha’nın oğlu olduğunu bilmeyen köy halkı onu ayıplarlar, Marjenka’nın yüreğine de büyük bir acı çöker. Ama sonunda  tam Vaşek’e varmaya karar vereceği sırada Yenik babasının, üvey anasının karşısına çıkar. Babası: Uzun zamandır gurbette  dolaşan oğlunu tanır. Yenik babasına Marjenka’ı sevdiğini söyler. Böylelikle Yenik’in nişanlısını yine kendisinden başkasına satmadığı anlaşılır. Ketsal, bu işte faka basmıştır. Yenik, babasıyla, üvey anasıyla barışır, iki sevgili de nihayet evlenirler.

   Satılmış Nişanlı dilimize Halil Bedi Yönetken tarafından Çekçe aslından muvaffakiyetle çevrilmiş.İlk defa olarak sahnede söylenen her sözü anlamak kabil oluyordu. Bir opera metnini, hele tercümesini, müziği tatbik etmenin ne güç bir iş olduğu kolayca göz önüne getirilebilir. Hem metne sadık kalmak, hem de tercümeye sahnede müzikle söylendiği zaman anlaşılır bir şekil vermek doğrusu Türkçe’ye olduğu  kadar musiki tekniğine de gerçekten sahip olmak başarılacak işlerden değildir. Mütercimin muvaffakiyetini aynı zamanda müzisyen olmasında, bir de Nurullah Şevket Taşkıran gibi musiki vukufunu büyük bir opera aktörünün bütün meziyetleriyle mescetmiş bir sanatkarla işbirliği etmesinde aramalıyız. Yalnız, giderilmesi hiç de güç olmayan tek tük şivesizlikler var ki, temsilde kulağımıza çarptı. Bunlardan biri, birinci perdenin sonlarına doğru, Ketsal’ın şu sözleri arasındadır:

                                   

                                            O ne büyük  ve ne küçük.

                                            O ne semiz   ve ne zayıf,

                                            O ne topal     ve ne sağır,

                                             O ne mağrur ve ne aptal,

                                             O ne müsrif   ve ne hasis

                                             O bir numune insandır.

 

Bu parçada sırtı sıra dizilmiş “ve “leri “ne de” şeklinde değiştirmek, sahnede söylenirken kulağı büsbütün tırmalayan, bu şivesizliği gidermeğe yeterli sanırız.

  Temsile gelince, Köyün evlenme kılavuzu rolünde Nurullah Şevket Taşkıran güzel oyunu, kusursuz makyajı ile gençlere örnek olacak bir kompozisyon vücuda getirmiştir. Vokal kabiliyetine her zamanki müstesna  sahne kabiliyetini katarak Satılmış Nişanlının en karakteristik tipini unutulmayacak hatlarla canlandırdı. Bu olgun sanatkârdan yalnız  operada değil, tiyatro kısmında da istifade edilse iyi olurdu.

Marjenka rolünde soprano Mesude Çağlayan güzel sesinin yanı sıra sahne kabiliyetini de hayli inkişaf ettirmiş. Rolüne de sesi kadar hakimdi. Yalnız makyajının biraz daha itinaya ihtiyacı vardı.

   Yenik rolünde tenor Aydın Gün küçük fakat pürüzsüz sesi, çok tabii oyunu ile muvaffak oldu.  Yalnız, bize öyle geliyor ki, bu tabiiliği biraz daha canlı, ateşli olması lazımdı. Hele ikinci ve üçüncü perdelerde...

Tenor Esat Tamer kekeleme Vaşek rolünde, bir operakomikte hayli güç olan bu rolü, doğrusu hakkiyle başardı. Sesine, oyununa, kompozisyonuna, hele kekemeliliğine hiç diyecek yoktu. Bu genç sanatkârımızda büyük bir sahne kabiliyeti görerek sevindik. Vaşek, Ketsal’den sonra Satılmış Nişanlının en muvaffakiyetle temsil edilen rollerinden biri idi.

    Kruşina rolünde bariton Vedat Gürten, Ludmille rolünde soprano Saadet İkesus, Miha rolünde  Hilmi Girginkoç, Hata rolünde Necdet Demir, cambazhane müdürü rolünde tenor Nihat Kızıltan, rollerinin kısalığına rağmen bize bütün kabiliyetlerini yeniden takdir etmek fırsatını verdiler. Akrobatlar arasında yer alan Ragıp Haykır belli ki sahneden şöyle bir geçseler bile kendilerini tanıtan aktörlerin soyundan. Bu genç sanatkar ileride muhakkak ki kendisinden daha çok bahsettirecektir.

   Nihayet eserin musiki icaplarını tiyatro sanatına, ne de tiyatro icaplarını musiki sanatına feda etmeden muvaffakiyetle sahneye koymuş olan Profesör Carl Ebert’, eserin karakterini ve tam ritmini vermek bakımından biraz ağır, fakat kusursuz bulduğumuz orkestra ile genç şefi Hasan Ferit Alnar’ bütün koroyu ve sahnenin darlığına rağmen bize çok güzel Çek dansları gösteren konservatuvar talebelerimizle öğretmenlerini tebrik ederim.

   Satılmış Nişanlının muvaffakiyetinde mükemmel dekorları, göz alıcı kostümleriyle hissesi büyük olan genç sanatkarımız Tarık Sevener’i bir kere daha takdirle anmadan yazımızı bitiremeyeceğiz. Tarık Sevener güzel çizgileriyle, modern bir anlayışla esere havasını, mahalli rengini vermesini  bilmiştir. Yalnız ikinci perde de birahanenin masaları ve sıraları o kadar temiz, o kadar taze bir kırmızıya boyanmış ki duvarların yer yer kirli rengiyle biraz aykırı kaçıyor ve bir köy birahanesi için pek tabii olamıyor. Bunun haricinde dekor ve kostümlere diyecek yok.

  Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki Satılmış Nişanlı Opera temsillerimizin en muvaffakiyetlilerinden biri olmuş, dilimize de sahnemize de yüzümüzü ağartacak bir şekilde mal edilmiştir.

                                                                  Lütfi  Ay -Varlık

 

Yazımı geç meç demedim bitirdim. Pazar günümü, Pazartesi derslerimiz için  ayırdım. Mahir Canova Öğretmen Satılmış Nişanlı’yı ikinci seyredişimde gördü, sanırım soracaktır. O sormasa bile yeni şan öğretmenimiz Aydın Gün’ün orada rolü var, fırsat bulursam  konuyu açıp konuşma fırsatı yaratmaya çalışacağım. Faik Canselen Öğretmenle sorunum yok. Verdiği parçaları, onun deyimiyle pişirdim. Armoni dersimiz için akorları unutmamamızı tembihlemişti. Onları zaten her gün piyanoya oturup kalkarken canlı olarak tekrarlıyorum.

Gözlerimi yumarken haftabaşı, pazartesi günü hafta başı, o günün derslerini zihnimde sıralarken günün tarihi aklıma takıldı. 6 kasım. Altı kasım, bizim köylüler için önemli bir gündür. Altı aylık işçiler bu günde işlerini değiştirir ya da tazeler.Kış mevsimi başlangıcı altı kasımdır. İsteyen yıllık anlaşma da yapabilir. Yaz mevsimi için altı mayıs kış için altı kasım. Altı kasım günleri çobanlık  yaptığım olurdu. Çoban ayrılırsa o gün koyunlar bana kalır, sürüyü alıp ben götürürdüm. Bu kimi yıllar bir hafta kadar sürerdi. Ayrılan çobanın yerine uygun biri bulunmazsa çarıkları  giyip kırlarda dolaşırdım. Çok değil bu bir iki kez oldu ama bende unutulmaz izler bıraktı. Bir bakıma bunlar bana cesaret kazandırdı. Koyun, kuzu, keçi, oğlak, yün, kıl, koç, teke nedir? kırkma, kırıçma nedir az çok bir fikrim var. Kuzuların doğar doğmaz ayağa kalkmalarını, köpekler yaklaşınca  ayakta zor dururken ön ayaklarını yere vurmalarını görür gibiyim. Yunus Kazım Köni Öğretmen içgüdü deyinca kolay anlamam, bir daha da unutmamam da bunların payı vardır. Sürünün arkasından koyu kapan kurttan yaralı konuyu kurtaran Karaman adlı köpeğimizi nasıl unuturum. Çoban sürüyü köye getirirken sürünün önünde köye yaklaşırken arkadan gelen kurt koyunu kapıp çallar arasına çekmiş. Bunu gören Karaman kurdu kaçırıp koyunun  başında beklemiş. Sürü gelmesine karşın köpeğin gelmemesi, Bektaş Ağabeyimin dikkatinden kaçmamış. Evimiz köy kenarında olduğu için hemen yakınlar kır sayılmakta, olduğundan ağabeyimle çoban Karamanı aramaya çıkmışlar. Adı çağrılan Karaman havlamış. Sesine gidildiğinde kanlar içinde  yaralı koyunu görmüşler. Kahvede günlerce konu olmuştu.” Köpeğin sadakati, kedinin ihaneti, atın tekmesi, eşşeğin inadı” arkasından da insanların iyilik bilmezliği üstüne uzun uzun örnekler verilmişti. Karaman’a bu özveriyi yaptıran neydi. Yunus Kazım Köni Öğretmen buna İÇGÜDÜ diyor. Eğitilmiş canlının kendi kendine görev üslenmesi. Karaman, uzun zaman sürünün korunmasında görev yapmış. Kurt hakkında onun zaten doğuştan bir güdüsel  duyarlığı var.

Altı kasım bana neler neler anımsattı!

 

5  Kasım  1944  Pazar

 

Halil Dere başımda dikildi:

-Nerdesin? Hani beni konsere götürecektin? diye çıkışırken Kepirli arkadaşım Halil Basutçu Halil Dere’ye:

-Adaşım, sen onun yeni arkadaşı sayılırsın, bense altı yıllık, o beni bile götürmüyor; kendini buna alıştırmalısın! Halil Dere kendince savunma yaptı:

-Sen arkadaş olurken konser sorununuz yoktu, beni  konserlere kendisi götürüp alıştırdı. Aramızda böyle bir fark var, bu nedenle hak iddia ediyorum. Gelecek konser için ikisine de söz verdim. Bu kez de bizim bölümden arkadaşlar karşı çıktı:

-Biz zaten otuz kişilik büyük bir grup oluşturduk. Bu sayı artarsa bizi de konserden yoksun edersin, bırak şu eş dost davetlerini! Halil Basutçu benim yerime savunma yaptı:

-Biz eş dost değil adaşız. Adaşlar sıradan eş dosttan farklıdır! Duyanlar  söze karıştı:

-Öyle mi, değil mi?

Konu kahvaltıda da sürdü. Masada soyadları Yıldırım olan iki arkadaşla bir de benim ad arkadaşım İbrahim Şen var. Biz sorgulandık. İbrahim Şen’le arada bir adaş olarak konuşuyoruz ama ikimizin de daha yakın başka arkadaşlarımız var. Bundan da gocunmuyoruz. Halil Yıldırım’la Kamil yıldırım da soyadı adaşı. Onların da daha yakın başka arkadaşları var. Halil Yıldırım Ekrem Bilgin’le Kamil Yıldırım da Nihat Şengül’le daha yakın arkadaş. Sonunda arkadaşlar beni uyardı:

-Senin öne sürdüğün sav çürüdü. Arkadaşlık adaşlıktan önde geliyor! Kaçamak bulup yan çizmeye çalıştım:

-Ben söylediğinizin tersini söylemedim. Arkadaşı m Halil Basutçu, sizin  dediğiniz gibi can-ciğer arkadaşı değil sıradan eş-dostla adaşı karşılaştırmıştı! ”Çevir gazı yanmasın!” diyerek konu  kapatıldı.

Daha önce yaptığımı sözleşme gereği Halil Dere ile buluşup banyoya gittik. Az önceki konuşmamız gerçekte takılmaydı. Halil Dere konsere gelmek istememişti. Zaten onun konser ilişkisi sürekli değil, ara ara Ankara’da birlikte gezmek, sinemaya gitmek için bir bahanedir.

Yeni bir fısıltı, ortalıkta dolaşmaya başlamıştı. Sözde okul Müdürü Öğrenci Başkanımız Hüseyin Atmaca’dan hoşnut değilmiş. Bu nedenle bir çok sorunumuzu çözmeye yanaşmıyormuş. Onun istediği bir başkan seçilirse bizim sorunlarımıza daha istekle sarılacakmış. Bunu duyunca ürperdim. Nedense buna  kesinlikle inanmadım. Okul Müdürü Rauf İnan’ı sevemedim. Çünkü açık açık Çifteler grubunu tutuyor, o gruptan olanları  kayırdığı her tavrından anlaşılıyor. Böyleyken, öğrenci başkanlığı için bu tür bir girişime kalkışmaz. Çünkü  bunu yaparsa  seçimi Kızılçullu grubunun  kazanacağını bilir. Sayısal çoğunluk onlarda olduğuna göre buna girişmez. Bunu ancak  ilkbahara doğru yapmayı düşünebilir. Yeni gelenlere iyi davranıp kendi tarafına çektiğini anlamadan öğrenci seçimlerine kesinlikle karışmaz. Sevip sevmemek başka, adamı iyi tanımamak başka. Bu düşüncemi Halil Dereye söyledim. Halil Dere direnmeye çalıştı ama, bir ara o da:

-Hüseyin Atmaca çok kurnazdır. Bu dediklerini düşünebilir, demek gereğini duydu.

Kızılçullu grubu dediklerim aslında on, onbeş kadar kişinin oluşturduğu bir birim. Bunlar arasında Hüseyin Atmaca yoktur. Hatta Hüseyin Atmaca’nın sınıfından da pek insan yoktur. Ara ara Musa Eroğlu, Rahmi Özdemir, Enver Ötnü ortalıkta görünüyorsa da onlar, sanırım bağlantı kurmakla görevli. Esas kümede Hasan Özden,Kemal Karadeniz, Kemal Güngör, Niyazi Başkaya, Sabri Taşkın, Şükrü Koç, Halil Dere, Muzaffer Kayhan, Zekeriya Kayhan, Hasan Gülün, Mehmet Kocaefe, Faik Demir, Arif Işılak, Mestan Yapıcı, Hasan Gülel, Ahmet Özkan, Mehmet Gönül  bulunmaktadır. Bunlar ara ara sayısal olarak daha az, daha çok olarak toplanıp konuşurlar. Kitaplıkta toplanırlar, konuşmaları da gizli değildir, herkes katılabilir. Genellikle konuları Köy Enstitüleri ya da okunan, okunması gereken kitaplar üzerinedir. Özellikle Enstitü müdürlerinin çoğu Kızılçullu’dan gitme olduğu için onları rahatça överler ya da eleştirirler. Kitaplar da çoğunlukla derslerde geçen konuları içeren türdendir.Montaigne,Bacon,Eflatun,Rabelais,Cervantes,Diderot,Voltaire,Jean Jacques Rousseau, Montesquieu, Pestalozi v.b. Ayrıca yayınlanmış yerli-çeviri kitaplar da konuşulur. Bunların yazarları:

- Pitigrilli, Cronin, Gide, Pearl Buck,  Erich Maria  Remarque, Dale Carnegie, Honore de Balzac, Alphonse Daudet, Euripides, Aiskhilos, Sophokles, Rudyard Kipling, Upton Beall Singlair, Prosper Merime, Shakespeare, Schiller, Goethe, Montaigne, Francıs Bacon, Gogol, Gorki,Tolstoy, Hugo, Dostoyesky, Jules Verne, Çekov, Tagor, Ömer Seyfettin, Peyami Safa, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Reşat Nuri Güntekin, Sadri Ertem, Falih Rıfkı Atay, Esat Mahmut Karakurt v.b.

Yemekten sonra salona döndüğümde piyanoların boş olduğunu görünce az düşünüp seçim yapım. İkisinde de sıra öteki arkadaşların, alt piyanoya indim. Uzun bir süre çalıştım. Üst piyanodan  ses gelmeyince kuşkulandım; Yoksa toplantı falan mı var? Kalkmadan önce son bir hamle yaparken kapı açıldı. Bölümümüzü seçen, Arifiyeli bayan arkadaşlarımız Yıldız, Necmiye. Yıldız:

-Annem geldi, ona sizden söz ettim, çok memnun oldu sizinle tanışmak istedi. Başı sarılı bir anne geldi. Daha ilk sözünde onu tanıdım, Arifiye Köy Enstitüsü Müdürü Süleyman Edip Balkır’ın evinde bize güzel ziyafeti hazırlayan bayan. Bunu söyleyince başını açtı. Gülerek:

-Bilmem  bilir misin? Bir kahvenin kırk yıllık hatırı olurmuş. deyince hemen:

-Bilmez olur muyum? Benim babam  kırk yıllık kahvecidir. Kahve ile ilgili bir çok sözü bana öğretti. Ben hemen Hava Gözetleme Kalaycı Köy birliğinden söz ettim.

Salim Amcamı tarif edince daha iyi anlaştık. Bayan (Anne) açık açık kızına yardımcı olmamı istedi. Söz verdim. Annemi tam olarak anımsayamadığım için büyük ablamla yakınlık kurdum. Büyük ablamın da gözünün içine baktığı tek evladı, kızı Gülsüm. O  Gülsüm için ne düşünüyorsa Yıldız’ın annesi de öyle düşünecektir. Ablam, kızı gülsüm için ne yapıyorsa, Yıldız’ın annesi de onu yapacaktır. İnsan olarak bence aralarında bir fark yok:

- Biri benim ablam, öteki de Yıldız’ın annesi! deyince annecik, gözlerinin yaşını tutamadı, ellerime sarıldı. Çekmeseydim öpecekti sanırım. Arifiye’yi, Sapanca’yı, Sapanca  gölünü, Müdür Süleyman Edip Balkır’ı sorarak  konuyu dağıttım.

Annecik,çok çok teşekkür ederek ayrıldı. Ayrılırken de Yıldız’a:

-Bak o senin ağabeyin, onun  sözünden çıkarsan benim de gözümden düşersin; benim yüreğimi sızlatmak yok! dedi. Aramızda  böylesi bir açık yürekli konuşma geçti. Düşünseydim böylesi bir yaklaşımı kurabilir miydim?  Onlar ayrılınca biraz daha ciddi düşündüm. Konuştuğum sahiden bir anne. Kızı üstüne konuşuyor. ”Denize düşen yılana sarılır!” deniyor. Annecik, kendini denize düşmüş olarak düşünüyor. Ben bu olayda yılan mıyım yoksa güvenilen  bir insan mıyım? Öyleyse sürdüreceğimiz ilişkilerde  bunu kanıtlamam gerekir! Onlar ayrılınca bir başka insanmışım gibi  bir önceki halimden sıyrılmış gibi oldum. Piyanoya dokunuşlarım bile değişti. Salona çıktım, Bercstein hala boştu. Oturup Mozart,  KV.265 Varyasyonu(Maman)  pedallı olarak baştan sona çaldım. Kemancılar sustu kaldı. Ekrem Bilgin geldi, notayı alıp inceledi.  Ekrem Bilgin çok nazik bir arkadaşımız, aynı zamanda da açık yürekli:

Daha önce çaldığımda kendimden ekleme yaptığımı sanıyormuş:

-Bu şarkıyı bizim sanıyordum. Meğer çok eskiymiş, şaşırdım! dedi.

Hava gene yağmurlu, yemeğe koşarak gittik. Konu, öğretmenlerin gelip gelmemesi. Öğrenci başkanı muştuladı:

-Ankara’da yağmur yağmadığı için öğretmenler tam olarak geldi(!) Beni ilgilendiren bir başka olay var. Faik Canselen Öğretmen kimi kez benim piyano dersimi akşamdan geçiriyor. Bu yağmurda salona gelir mi? Gelse de gelmese de gitmek zorun dayım. Pardösümü almam gerekecek. İvedi yemek yiyip yatakhaneye gittim. Salona inmeden yağmur dindi. Uzun süre bekledim, gelen giden olmadı. Kavlimce Tiyatro Tarihini okuyacaktım. Piyano çaldığımı kâr satıp geç vakit yatakhaneye gittim.

Yatınca, piyanodan, armoniden hatta tiyatrodan çok şan dersini düşündüm. Yeni öğretmen Aydın Gün’le ilişkim nasıl olacak. Hilmi Girginkoç bana çok  yumuşak davranıyordu. Arkadaşlar horozlar gibi ötüşürken(Bu onların sözü) beni piyanoya geçirir ses verdirirdi.

Aydın Gün, ne güzel ad! Gün Aydın’ın çevrilmişi.....  Satılmış Nişanlıdaki rolü için övülüyor. Ancak bir kusuru  da ekleniyor. Rolünde gördüm ama gözümde canlandırmam olanaksız. Mesude Çağlayan’ı iyi tanımama karşın rolünde onu bile seçemedim. Seçtiğim tek kişi Nurullah Şevklet Taşkıran. Onu da uzun boyu, oldukça gösterişli durumundan tanıdım. Evlendirme kılavuzu Ketzal!

 

6  Kasım  1944  Pazartesi

 

Bizim bölümden arkadaşlar yakınımdan geçerken konuştular:

-Bizim dersler asıl bugün başlıyor. Adımız  her ne kadar Güzel Sanatlar ise de çevremizdekiler bizi Müzik Öğretmeni adayı olarak görüyor. On kadar Köy Enstitüsü’nde staj yapan arkadaşlara  okul müdürleri hep:

-Bir an önce gelmenizi bekliyoruz, yıllardır müzik derslerimiz boş geçiyor! diye yakınmış. Oysa resim dersleri tümden boşmuş.

Kahvaltıda ilgi  yeni şan öğretmenimiz Aydın Gün üzerine oldu. Salt Satılmış Nişanlıda değil Figaro’da da oynamış. Ancak kostümler içinde tanımak olası değil. Yakından tanıdığımız geçen yılki şan  öğretmenimiz Hilmi Girginkoç’u bile seçememiştik.

Öğretmenlerimiz topluca geldi. Bölüm Başkanımız gülümseyerek bize:

-Sizler bir yaş büyüdünüzse öğretmenleriniz de bir o kadar bilginleşti, olgunlaştı; bunu unutmayalım! dedikten sonra Aydın Güne bakarak:

-Operamızın  ünlü tenoru Aydın Gün’ün aramıza katılması bizi çok güçlendirdi. Umarım onun  öğütlerinden yararlanarak başarılı bir müzik öğretmeni için gerekli ses tekniğini kavrar öğrencilerinizi herhangi bir batı ülke öğrencisi düzeyinde yetiştirirsiniz! Faik Canselen Öğretmen gülerek sordu:

-Neden herhangi bir batı ülkesi olsun? Şunu artık rahatça söyleyebiliriz. Hiç değilse müzik alanında Atatürk’ümüzün özlediği “Muasır Milletler seviyesine çıktık. Çek gazeteleri, onların şaheser saydığı Satılmış Nişanlı operalarını, onlardan daha başarılı oynadığımızı yazdılar. Bunu küçümsemeyelim. Aydın Gün, aydın bir topluluğa katılacağıma inanıyordum. Yanılmamanın mutluluğunu yaşadım. Karınca kaderince sizlere yararlı olmaya çalışacağım. Elbirliği, ile bizden başarı bekleyenleri sevindireceğimize inanıyorum. Mahir Canova Öğretmen:

-Haydi bakalım, başaralım da görsünler. Bizim başarımızı görmek isteyenler sabırsız olabilir, elimizi çabuk tutalım. Bizim meslekte buna:

-Seyirci sabırsızdır derler. Alkışla bekleyenlerin sabrı tükenirse ıslıkla karşılık verirler ki, bu bizim için başarısızlıktır. Başarısızlığı kitaptan silelim arkadaşlar. Faik Canselen bize dönerek:

-Sildik değil mi? Öyleyse alkışlayalım! Uzunca bir alkıştan sonra öğretmenler çekildi. Aydın Gün öğretmenle baş başa kaldık. Öğretmen sınıf sınıf oturmamızı söyledi. Kendi yetişmesi üstüne kısa bir açıklama yaptı. Aydın Gün öğretmenin de bir göçmen ailenin çocuğu olduğunu öğrenince bir süre düşündüm:

- Faik Canselen göçmen çocuğu, Mahir Canova da öyle...Faik Canselen’le Mahir Canova Öğretmen,(Son sınıfların söylediğine göre ilk şan öğretmenleri Ruhi Su da öğretmenlikten geçmeymiş) öğretmen okullarında yetişip kişisel  çabalarıyla kendilerine yol açmışlar. Öyleyse öğretmenlerin bizim Köy Enstitüleri gibi önü kapatılmamış. Kendi kendime söylendim:

-Bizim, okuldaki işlerden kaçtıkları halde köylere gidince yapamayacağı işleri yapacaklarını şimdiden övünerek söyleyenler, Öğretmen okullarını bitirenlerin de  bizim gibi öğretmen olarak  yola çıkmasına karşın çalışırlarsa daha yüksek makamlara ya da sevdikleri mesleklere geçtiklerini neden görmezden geliyorlar? Öğretmen Okulu çıkışlıların durumunu irdeleyip, Kooperatifler kurdukları, Yollar yaptırdıkları, dokuma tezgâhları kurdukları (!) gibi,  kendileri geçmese bile yükselmek isteyen arkadaşları, daha sonra gelecek çalışkan kardeşleri için  yükselme yollarını düşünüp ilgililere duyursalar fena mı olur?

Aydın Gün Öğretmen kendi sesinden söze başladı Tenor! Sonra da ekledi:

-Tenor denilince genellikle ince erkek sesi olarak tarif yapılır. Ancak bu  eksik bir tariftir. Batı müzik sisteminde sesler frekanslarla sınırlıdır. Frekans ise fizik kurallarına göre değişmez titreşim sayısından oluşur. Armoni bilimi buna bir de renk eklemiştir. Kısaca söylemek gerekirse her ince erkek sesine tenor denmez. Öyleyse bir, tenor denince ince erkek sesine değil, Batı müziği kuralları içinde yüksek frekanslı sesleri söylemeye uygun  ses anlayacağız. Düşük frekanslı ya da kalın sesler için de bas sözü kullanılır. Bas denince de  aynı şartlar geçerlidir. İkisi arası sesler için de Bariton grubu bulunur. Korolarda, operalarda, konser salonlarında şarkı söyleyen erkekler ses renklerine, ses çıkardıkları frekans  ölçülerine göre  üç grupta toplanır. Bas, bariton, tenor. Ender olan bazı sesler de vardır ki, belirli frekans sınırını geçer. Söz gelimi bir bas, kendi frekans sınırını rahat geçip daha tiz sesleri çıkarıyorsa bunlara Bas-Bariton denir. Genellikle çok farklı erkek sesleri tenorla Bastır. Bunlar arasındaki  ses alanı, seslerin rengine göre bariton alanıdır. Bariton ses grubu da tenora yakın olanı bariton, Basa yakın olanına da bas bariton denir. Bakın böyle bir ayırım bizim müziğimizde yoktur. Elini kulağına atan avazı çıktığınca bağırır. Böyle olunca şarkılarımızı, türkülerimizi söyleyenlerin sesleri konuşulmaz. Ses konuşulmadığı gibi anlamı üzerinde de durulmaz. Söz gelimi, söylenen sözleri önümüze koyduğumuzda bir bayanın  ya da bayanları  yaktığı besbelli olan onlar söyleyince anlam taşıyan “Askerdeki Al  fesli şimdi aklımdan geçti! Şarkısını bir bayan söyleyince, eşini ya da sevgilisini bekleyen   bir bayanı düşler çok doğal olarak benimseyebiliriz. Ancak bunu radyoda ya da bir şarkılı toplantıda  bir erkek söylerse acaibimize gider. “Askerdeki Al fesli şimdi aklımdan geçti” ya da “Çifte yaşmakla bu Cuma seyre çık!” şarkısını bir bayan bağıra çağıra söylüyor. Oysa şarkıların, türkülerin güzelliği, dinleyenlerde yapacağı çağrışımlarla, anıları depreştirmesiyle önem kazanır. Talip Apaydın, biraz çekinerek de olsa sordu:

-Ruhi Su da bir opera sanatçısı, öyleyken  Çifteler Köy Enstitüsü’ne geldiğinde bize türler söylemişti. Siz de türkü söyler misiniz? Aydın Gün Öğretmen gülümsedi:

-Ruhi Su benim arkadaşım. O söyler de ben susar mıyım. Tabi i ki söylerim. Ancak ben Ruhi’nin söyledikleri tercih etmem. Ses kategorilerimiz farklı. Aydın Gün  Öğretmen Talip’e sordu:

-Ruhi Su neler söylemişti? Talip Apaydın, hatırlayamadığını söyleyince bu kez de:

-Az önce söylediklerim bizler arasında geçerlidir. Bir birimizin söylediğini hiç söylemeyiz diye bir kuralımız yok. Bizim  müziğimizde, siz de bilirsiniz bir ton değiştirme yöntemi var. Bir alt ya da bir üst tona kayarak söyleriz. Aydın Gün Öğretmen saatine bakıp:

-Acaba söylüyor mu? gibi bir soru  aklınıza takılmasın, gelecek derslerde zaten söyleyecektim. İlk derste başlamış olayım, dedikten sonra  sordu:

-Karacaoğlan’nı sever misiniz? Ona da ben karşılık verdim:

-Hem de çok! Aydın Gün Öğretmen gülümsedi:

-Öyleyse anlaştık! Aydın Öğretmen kısa bir açıklama yaptı:

-Söyleyeceğim Karacaoğlan şiirlerinin anonim  şarkılarıdır. Çok duymuşsunuzdur. Şarkıdan çok beni dinlemelisiniz.

 

 

                                                             Elif

       

                         İncecikten bir kar yağar   -  Tozar Elif Elif diye

                         Deli gönül abdal olmuş    - Gezer Elif Elif diye

 

                         Elif’in uğru nakışlı             - Yavru balaban bakışlı

                         Yayla çiçeği kokuşlu         - Kokar Elif Elif diye

 

                         Elif kaşlarını çatar            - Gamzesi sineme batar

                         Ak elleri kalem tutar       - Yazar Elif Elif diye

 

                          Evlerinin önü çardak       - Elif’in elinde bardak

                          Sanki  yeşil başlı ördek   - Yüzer Elif Elif diye

 

                          Karac’oğlan eğmelerin   -Gönül sevmez değmelerin

                          İliklenmiş düğmelerin     -Çözer Elif Elif diye

 

 

 

                                                                 Gözlerin

                                         Nasıl methedeyim sultanım seni

                                         Gürcistan ilini değer gözleri

                                         Bir bakışta eylen harap cihanı

                                         Cezayir Tunus’u değer gözlerin

 

                                         Darılma sevdiğim söylenen söze

                                         Ne hoşça yakışmış benlerin yüze

                                         Mısır Arap Arban’ı Yemen Anize

                                         Belh’i Buhara’yı değer gözlerin

 

                                         Eme idim ağzındaki ilini

                                         Dere idim koynundaki gülünü

                                         Bosna İstanbul’u Anadolu’nu

                                         Bütün Rumeli’ni değer gözlerin

 

                                         Ben sen severim ezel ezeli

                                         Bana cefa etme dünya güzeli

                                         Bağdat’ı Basra’yı Acem Şiraz’ı

                                         Bütün Hindistan’ı değer gözlerin

 

                                         Öpsem yanakların kurtulsam yastan

                                         Kimse kemlik görmez sevdiği dosttan

                                         Arnavut Çerkez’le Kürt Arabistan

                                         Bütün Türkistan’ı değer gözlerin

 

                                         Görmedim sen gibi dünyada canan

                                         Yoktur hiç sevdiğim ben gibi yanan

                                         İngiliz Fransız Moskof Alaman

                                         Çin ile Maçin’i değer gözlerin

 

                                         Karac’oğlan der ki hoş etti methin

                                         Al yanaktan buse olsa himmetin

                                         Yüz bin şehir saysam değmez kıymetin

                                         Hasılı cihanı değer gözlerin.

 

 

Sessiz soluksuz dinledik. Aydın Gün Öğretmen önce uyarmıştı:

-Söyleyeceğim şarkının sözlerine değil benim söyleyişime dikkat edin! demişti. Oysa bizi, söyleşi de değil su gibi akan sesi aldı götürdü.” Su gibi ses! diyenlere de  karşı çıkanlar oldu:

-Ne suyu? Süt, akan yağ! Türü yakıştırmalar yapıldı. Mahir Canova Öğretmen gelince hepimiz sustuk. Bu kez de Mahir Canova Öğretmen sordu:

-Nasıl buldunuz  yeni Şan Öğretmeninizi? Birbirimize bakışırken Muttalip Çardak tiyatro severliğini gösterdi. Ayağa kalkarak:

-Biz bulmadık efendim, Bakanlığımız bizi düşünüyor. Biliyor ki biz bu işi kendiliğimizden öğrenemeyeceğiz, bize yardımcı oluyor. Baksanıza, birinci yıl bir bir bas, ikinci yıl bir bariton, üçüncü yıl da bir tenor gönderdi. Böylece biz erkek seslerini ustalarından öğrenmiş olduk. Mahir Canova Öğretmen gülümsedi:

-Anladım, kadın seslerini nasıl olsa evlenince öğreneceksiniz. Onlar için de sesleri ayırımı yaparlar  ama genellikle onlar, ev  gereksinimleri arttıkça  tüm sesleri çıkarırlar. Ekrem Bilgin olaya değişik açıdan bakarak:

-Bizler Köy Enstitülerinde çalışacağımız için her türlü gereksinimimiz devlet tarafından karşılanacak efendim! Mahir Öğretmen Ekrem’e bakarak:

-Anlamadım, devlet size ev işlerini sihirli değnekle karşılayacak eşler mi bulacak? dedi. Arkasından da bir kahkaha attı. Sonra da sözü yeni yapılan açık hava tiyatrosuna getirerek:

-Yapanların eline sağlık. Bakalım bizler onlara karşı ne yapacağız? diye sorup staj süresince görülen Enstitülerin durumlarını dinledi. Azmi Erdoğan konuştu; gittiği yerde öğrenciler Köy Muhtarlığı üstüne bir temsil vermişler. Söz sözü açtı. Geçmiş yıllardaki temsillerden söz edilirken Azmi Erdoğan gene bir muhtar temsilinden söz etti. O temsilin konusunu kendi hazırladığını söyleyince Mahir Öğretmen sordu:

-Yani şimdi yapılan bu modern açık hava tiyatrosunda muhtarlarla mı cebelleşeceğiz? Dersin havası birden değişti. Mahir Canova Öğretmen Cumhuriyet Bayramı nedeniyle İzmirli İzci öğrencilere gösterilen Satılmış Nişanlı opera temsilini izlediğimde görmüş, konuşmuştuk. Birden bana:

-Temsilden sonra görüşemedik, nasıl buldun operayı? Bu ikinci görüşündü, bakalım seyir sayısı artınca kavrayışta bir fark oluyor mu? Öğretmene olan saygımdan yapma yakıştırma yollara sapmadan olayın doğrusunu anlattım:

- İkinci izleyişimden çok okuduğum bir yazıdan yararlandım. Operayı dikkatle izledim ama  oynayanları hep karıştırdım. Oysa yazıyı okuyunca çok daha iyi kavradım. Öğretmen bak bu  itiraf samimi. Yazıyı nerede okudun? Yazı yanımdaydı Aydın Gün Öğretmen için hazırlamıştım. Mahir Canova Öğretmene gösterince aldı. Bana:

-Önce bir seni dinleyelim, gerekirse yazıyı da okuruz. Satılmış Nişanlı operasını ayrıntılarıyla  anlattım. Öğretmen, yorulup yorulmadığımı sordu. Yorulmadığımı söyleyince, bu kez de yazıyı okuttu. Yazıyı hem dergiden okuduğum hem de yazdığım için iyice alışmıştım, çok rahat okudum. Ancak bir yerinde

atlama yaptım. Aydın Gün Öğretmeni önce öven yazar ikinci paragrafta” Ancak!” deyip daha canlı hareket etmesi öğütlüyordu; orasını atladım. Mahir öğretmenin dikkatinden kaçmamış.

Ders bitiminde ayrılırken bana:

-Bu inceliğini beğendim, Aydın’a da anlatacağım. Nezaketle zarafet ikiz kardeştir. İkisinin bir arada olması olanları  süsler! deyip göz kırptı. O an sevincimden uçar gibi oldum. Aydın Gün Öğretmene okumak için hazırladığım yazıyı ona okuyamadığıma üzülürken, beklemediğim bir şekilde bir başka yönden ulaşmam daha da iyi olmuştu. ”Bir taşla iki kuş!” sözünü anımsadım.

                                                  *         *         *

Yemekte, başka konularda  konuşulurken Nihat Şengül bana:

-Sen çok şanslısın arkadaş, bu biraz da çalışkanlığından ileri geliyor ama şansın da çok yardım ediyor. Konuyu sen  ben şekline dökmemek için, zaman zaman buna benim de inandığımı söyleyip Trakya Köy Öğretmen Okuluna girişimden başlayarak şans saydığım olayları sıraladım. Edirne’de okurken okulun, köyüme  yaya dört saat uzaklıktaki Alpullu’ya naklini birini şans, sekiz ay sonra bu kez gene köyüme on km. uzaklıktaki ilçem olan Lüleburgaz’a geçmemizi ikinci şans, hele Lüleburgaz’dan babamın ablasının dört km. Yakınındaki Yeni Bedir sınırı olan Kepirtepe’ye yerleşmemizi üçüncü, en büyük şan saydığımı, başarılı öğrenci oluşumu bunlara bağladığımı anlattım. Bu kez arkadaşlar hep birden:

-Buradakini neye borçlusun? deyince azıcık yan çizdim. Sözde 1941 yılında okulumuz buraya göçünce çalışmamı burada da sürdürmüşüm. Bizi buraya getiren öğretmenler burada kalmış, Mustafa Güneri, Hidayet Gülen, Bayan Nafıa Akalın Öğretmen, Sili Usta. Bunlar, buraya geldiğimde benimle ilgilenmişler. Üstelik şansın bir bakıma burada da beni unutmamış, eski müdürümüz Hürrem Arman Kırklarelili olduğu için onun manevi desteği beni rahatlatmış. Arkadaşlar bunlara inanıp:

-Ya ,ya, ya! dediler. Oysa onların bir yararı dokunmamıştı. Bu bölüme girdiğimde Bölüm Başkanından daha iyi akordiyon çalıyordum. Piyanoya da bir yakınlığım vardı. Bölüm Başkanı akordiyonu dinleyince ikinci enstrümana gerek görmedi. Böylece yalnız piyanoya sarıldım. Bir başka şansım, kahvemizde gramofon kullandığımdan pikabı görünce bir yakınlık duydum, Öztekin Öğretmene iğne takmakta, plâkları sıralamakta yardım ettim. Bölüm başkanı bu ilgimi görünce, onu bu dertten kurtaracağıma inandığı için pikabı bana emanet etti.

Hele Okul Müdürünün hemşeriliği düpedüz hikâyeydi. Gerçi Hürrem Arman Kırklareli doğumluydu ama, yıllar önce oradan kopmuş biridir. Benimle bir ilgi kurması kesinlikle söz konusu değildir. Layoş Sili’nin beni Yapı Bölümüne istemesi doğruydu. Ancak gitmedim. Böylece, karşılaştığımızda hal hatır sorma dışında ir ilişkimiz kalmamıştı. Hele Nafıa Akalın Öğretmenle merhabalaşmamız bile ancak  bu yaz staj sürecinde oldu.

Böyle düşünmeme karşın arkadaşların öyle düşünmelerini de kendim için yararlı buldum. Varsınlar öyle düşünsünler!...

Yemekten sonra Faik Canselen Öğretmen önce kendi çalışmaları dinletti. Bana da Honan çalıştırdı. Çaldığımı sandığım etütleri bir kaçını işaretledi. Gülerek:

-Gelecek çalışmalarda silgi getirirsen ve de hak edersen bu işaretleri sileriz. Yoksa bunlar uzun süre burada kalır! dedi. Bu hafta da bir Noctürn (nocturno) deneyelim deyip Op:15-no:5’i seçti. İki kez çaldı. Öztekin Öğretmen kemancılarla toplu olarak çalışıyordu. Faik Canselen Öğretmen bana:

-Bak seni erken bıraktım, bunun karşılığı benimle bizim lokale kadar gel! dedi. Birlikte gittik. Mahir Canova, Aydın Gün Öğretmenler oradaydı. Faik Canselen Öğretmen bu kez de saate bakarak:

-Daha zamanımız dolmadı! deyip beni oturttu. Ocakçıya işaret etti. Bir sür güldüler. Mahir Canova olaya  karşı oldu Faik Canselen Öğretmene çıkışırca:

-Tek kişiye bir çay içirip işin içinden sıyrılacaksın. Ya bizim kalabalık grup bizden de isterlese? Aydın Gün neşeli neşeli güldü. Aydın Gün Faik Canselen Öğretmene Faik Abi, dedi. Azıcık tuhafıma gitti. Oysa Faik Öğretmen onların ikisinden de yaşlı. Neden demesin? Çayımı içince ayrıldım. Çıkınca da  beni gülmek tuttu. Notalarımı almak için Alt odaya girdim. Piyanoyu boş görünce oturdum, sıcağı sıcağına  Nokturn (Nocturno)  çekiçlemeye başladım. İnanamadım, parça o denli kolay geldi ki, sanki daha önce çalmışım zannına kapıldım.

 

7   Kasım  1944  Salı

 

Hüseyin Atmaca, bana seslendi:

-Akşam aradım bulamadım, piyanocu öğretmenin geldi, haberin olsun!

Piyanocu öğretmen, deyince Faik Canselen Öğretmeni anladım; ”Olamaz!” diye karşı koydum. Faik Canselen Öğretmen akşam gitmişti! Ancak içimden de:

-Ya gitmemişse? Birden  bir kuşku beni kemirdi. Acaba bir rahatsızlık geçirdi  de o nedenle mi kaldı? Belki de kendisiyle Ankara’ya dek gelmemi isteyecek! Yağmur çamur demeden salona koştum. Oysa gelen piyano öğretmeni değil, piyanoları akort eden  Mithat Kurfalı Öğretmenmiş. Buna da çok sevindim. Piyanolar bir yıldır durmadan çekiçlendi. Mithat Kurfalı Öğretmenle Hoş-beş ettik. Erken başlayıp erken bitirmeye karar verdik. Kahvaltıya gidip hemen döndüm. Öztekin Öğretmen de geldi. Benim bugün izinli sayıldığımı söyledi. Öğleye kadar yukardaki piyanoyu bitirirsek (Aslında bitirmemiz istendi)burada ders yapılırken, bu kez biz, alt odadaki piyanoyu akort edeceğiz. Piyanolar eski olduğundan salt akort değil ara  ara yıpranan tuş çekiçlerinde keçe değişmesi yapılıyor. Öztekin Öğretmenden haftalık ders programını öğrendim; geçen yılki program uygulanıyormuş. Geçen yıl, Salı günleri Sabahattin Eyuboğlu, Metin İnceleme dersi ile Yunus Kazım Köni Öğretmenin Psikoloji dersine giriyorduk. İkisi de sevdiğim dersler olduğu için bunu şanssızlık saydığımı söyleyince Öztekin Öğretmen:

-Üzülme, öğretmenlerin ikisi de gelmedi. Sanıyorum Eğitimbaşı Hürrem Arman yeni dönem çalışmaları hakkında açıklamalar yapacak! dedi. Buna çok sevindim. Bugünkü işim, ses olarak piyano akordu yapılması ile keçe değişmesi ya da  palazlanan uçların temizlenmesini öğrenmek. Mithat Kurfalı Öğretmen yaptığı işin önemsenmesini istiyor. Haklı olarak da sık sık yapılan işin önemi üstüne örnek alınacak  olaylar anlatıyor. Bunu anladığım için ben de ona Kepirtepe’deki piyano olayını anlattım. Osmanlı Saraylarından Karaağaç’taki okula yıllarca önce gelen iki piyanonun, dört yıl da bir köy samanlığında bekletildikten sonra Kepirtepe’ye getirilişini, heyecanla temizlenip çalmaya kalkışımızı anlattım. Teller, iyice paslanmıştı! deyince Mithat Kurfalı Öğretmen birden sordu:

-Koptu mu? Kopmadığını söyleyince bu kez o:

-Aman ha, tel kopması önemli, bir telin direncini biliyor musun? deyip yüzüme baktı.Böyle bir olayı hiç düşünmemişim. Ben susunca o anlattı:

-Piyano tellerinin gerilme gücü ton ölçekleriyle söylenir. Piyano tellerinin her biri tonlarca ağırlığı sürükler.Mithat Kurfalı Öğretmen sözümü kestiğini anımsayınca sordu:

-Sonra ne oldu? Ben de:

Sonuçta piyano çalan Selahattin Yücesoy’a başvuruşumuzu, Selahattin Yücetürk’ün  büyük uğraşısına karşın başaramamasını, salık verdiği askeri  birliklerden usta akortçu bulup sonunda piyanoyu kullandığımızı anlattım. Bu uğraşta büyük payı olan Asım Öğretmenin adını verince Mithat Kurfalı Öğretmen bir kahkaha attı. Meğer Asım Öğretmeni o da tanımış. Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü piyanolarını da Mithat Kurfalı Öğretmen akort ediyormuş. Gülerek:

-Bak bak, demek Asım’ın başından böyle bir serencam geçmiş. Asım benim, senin bu okulda olduğun gibi  o da orada  en yakın yardımcımdır. Bundan sonra kimseye muhtaç olmadan piyanosunu akort edebilir! dedi.

Önce ele aldığımız piyano Bercstein, o denli yıpranık değil, yemek zilinden önce bitirdik. Mithat Kurfalı Öğretmen beni gururlandıracak sözler söyledi. Sanırım, bir  seçim yapmadan ,öylece söyleyiverdi:

-Hadi şimdi  Büyük Bach’la bir siftah et! dedi. Ben de bunu bekliyordum, Wachet auf’u çaldım. Mithat Kurfalı Öğretmen beni kutladı:

-Doğrusu senden beklerdim ama, ne yalan söyleyeyim, bu kadarını da ummazdım! diye yüzüme baktı.

 Kendisi de piyano çalarmış:

-Benimki, kendi zevkim çerçevesi içinde sınırlı bir repertuvardır, bağcının üzüm yemesi, bal tutanın parmak yalaması gibi bir şey! deyip güldü.

Yemekte arkadaşları dinledim. Benim aralarında olup olmadığımın kimse farkına varmamış. Bir süre söylemedim. Ancak az sonra nasıl olsa öğrenecekler, ayıp olur, düşüncesiyle olayı anlattım. Şaşanlar oldu.

Yemekten sonra kararlaştırdığımız gibi biz alt odadaki piyanoya indik. Mithat  Kurfalı Öğretmen neşeli insan, sanırım biraz da beni düşünerek, sürekli bir konu bulup anlatıyor. Anlattıkları da hep müzik üstüne. Piyano çalgısını genellikle Mozart’la onun çağına dayandırıyor. Daha önceleri org ile klavsen kullanılıyormuş. Kendisinin piyano akortçusu olması nedeniyle mesleğini Mozart çağı ile başlatıyor. Bana bakıp sordu:

-Mozart’ın yaşadığı dönemi, tarih olarak biliyor musun? Bildiğimi söyleyip 1756-1791 tarihlerini verdim. Mithat Kurfalı Öğretmen gülerek:

-İşte o tarihlerde yaşasaydım, bu mesleği seçmezdim! dedikten sonra anlattı:

-Akortçuluk için  çok hassas kulak gerekli. Hassas kulak ne demek? Hassas kulaklar arasında derece farkı olmaz mı? Olur tabi. Benim kulak hassasiyetimin bir ölçüsü var. Nice ünlü piyanistler, benim akordunu yaptığım piyanolarda çaldı. Şimdiye dek bir sızlanan görmedim. Görmedim ama her konserde bir kuşku duyarım. Bilirim ki benden daha hassas kulaklı biri muhakkak vardır. Bunları düşünürken bazen bestecileri düşünürüm. Piyano için en çok beste yapan Mozart. Adam ,piyanoyu öyle kullanmış ki, kendisinden sonra bir  eşi benzeri gelmemiş. Otuz piyano konçertosu yanında onlardan daha çok, piyano sonatları, Varyasyonları, sayısız piyanolu bestesi var. Çokluğu bir yana, kullandığı notalar öyle bir ses uyumu oluşturuyor ki, onu bir hassas piyanoda çalan piyanist, çaldığı tüm piyanoda o düzgün tınıları arar. Bulamazsa farkına varır. İşte bu olay, bizim mesleği seçenlerin korkulu rüyasıdır. Bunu düşündüğümden kimi kez düş kurar, derim ki:

-Mozart döneminde yaşasaydım, asla bu mesleği seçmezdim. Kurfalı Öğretmenin bu içtenlikli konuşmasından cesaretlenerek sordum:

-Bu söylediğiniz kaygıyı duyduğunuz piyanistler var mı? Kurfalı Öğretmen güldü:

-Bu soruyu bekliyordum. Ancak vereceğim karşılıktan sakın bir olumsuz sonuç çıkarma. Dış ülkelerden gelen piyanistlerden hep kaygı duyarım. Ama bu, onların bizimkilerden üstünlüğü anlamına gelmez. Onların akortçuları başkadır, onların akortçuları içinde benden üstünleri  her zaman olabilir. Akortçusuyla gezen piyanistler vardır. Oysa bizim piyanistlerin çaldığı piyanoları ben akort ettiğim için rahatım. Kaygılandığım Piyanistlerden  birkaçını sayabilirim. Alfred Cortot, Samson, Françoise,Walter Gieseking v.b.

 

 

Alfred Cortot  

     

 

Alfred Cortot’yu radyodan, Samson Françoise’yı geçen yıl konserde izlediğimi söyledim.                                 

Piyanoyu toplayıp kapatırken Öztekin Öğretmen geldi. Akortu  bozulmadan ilk benim çalmamı söyledi. Kendi başıma akort yapıp yapamayacağımı sordu. Mithat Kurfalı Öğretmen yapabileceğimi söylemesine karşın ben çekimser kalınca Öztekin Öğretmen bana:

-Seni ilk kez böyle çekimser görüyorum, Mithat Bey senin gözünü korkutacak bilmediğimiz mesleki  olumsuzluklardan mı söz etti? diye sordu. Tersine, çok güzel, çok olumlu ilgiler kazanmama karşın, bu iş için çok özel, hassas kulak gerektiğini anladığımdan kendimi iyice öğrenmeden ortaya çıkmak istemediğimi söyledim. Öztekin Öğretmen bu kez de bana gülümseyerek:

-Ohooo o, sen bizim yukardaki durumu unuttun mu, yirmi keman bir parçayı çalarken  en az on beş değişik ses çıkar. Oysa notada o tek sestir. Biz Mithat Beyin anlattıklarına uymaya kalkarsak buralarda bir gün bile durmamamız gerekir. Gene de olaya böylesine baktığına sevindim. Bu da senin seçtiğin mesleğin inceliklere inme çabanın bir belirtisidir. Karınca kaderince! diye bir söz vardır. Bulunduğun yerde bir piyano varsa çok anormalleşen sesleri düzeltecek kadar beceri kazanmak da bir başarıdır. Mithat Kurfalı gülerek benim anlattığım Kepirtepe’deki piyano hikayesini nakletti. Öztekin Öğretmen:

-İşte bu kadar!” Ustanın adı Hıdır, elinden gelen budur!” deyip  güldü.

Piyanoya oturunca özellikle Mozart,kv,331’in 1.3,4 bölümlerini,  kv.545!in Andante bölümünü çaldım. Mithat Kurfalı bana:

-Haklıyım, değil mi? Mozart, besteciliği bir yana olağanüstü duyarlı bir piyanist aynı zamanda. Bu kez Öztekin Öğretmene dönerek bana anlattıklarını ona da tekrarladı.

Öğretmenler ayrılınca bir süre Hanon çalıştım. Bu haftayı atlattım ama haftaya Faik Öğretmen gelecek; ilk sözü de:

-Gel bakalım İbrahim, piyanoyla anlaştın mı, yoksa o sana sırtını mı çevirdi? Piyano sık sık insana küser. O nedenle Piyano öğrencileri onu, genellikle nazlı sevgililere benzetir, elden kaçırmamak için onun kahrını çekerler!

Faik Canselen Öğretmenin güzel sözlerini hep belledim. Bu sözler, beni  hem uyarıyor, hem de konuşma alanımı zenginleştiriyor.

                                                            *       *      *

Yemekte, öğleden sonra ne yaptıklarını öğrendim. Öztekin Öğretmen,3.Sınıfları, serbest bırakmış,1. 2. Sınıflarla sohbet etmiş. O sohbet demiş ama gerçekte 2.sınıfların  staj süresince çalışmalarını,1. Sınıfların da genelde enstrüman durumlarını öğrenmeye çalışmış. Sonunda da bizim arkadaşları uyarmış:

-Köy Enstitüleri, şimdiki durumda müzik açısında yürekler acısı bir durumda, boş demektir. Kısacası sizleri bekliyor. Siz de yeterince bilgiyle gitmezseniz, oralarda arzu edilen müzik sittinsene canlanmayacaktır. Alaturkacılar pusu kurmuş bekliyor. Küçük bir bocalama sonunda, cümbüşüyle, darbukasıyla, davuluyla zurnasıyla karşınıza çıkacaklardır. Benden söylemesi! demiş.

Haftalık Ders programları değişmediğine göre yarınki dersler, Sosyoloji ile Devrim Tarihi. Müzik salonuna gittim. Odadaki piyano boştu, yat ziline dek çalıştım. Ne değişmişti ki? Sanki Mithat Kurfalı Öğretmenin anlattıkları beni etkilemişti. Alfred Cortot’yu Kepirtepe’de, daha doğrusu Kepirtepe’ye bir saat kadar uzakta konuşlanan asker çadırlarında dinlemiştik. Asım Öğretmenin bir  sdubay arkadaşı onu davet etmiş, o da benimle birlikte bir grup arkadaşı götürmüştü. Alfred Cortot’yu dinlemiştim ama konser olayını bir türlü gözümde canlandıramamıştım. Geçen yıl konserlere gidince, ara ara Alfred  Cortot’yu  gözümde canlandırmaya çalışmıştım. Samson François’nın konserine gittim. Başka, Mithat Fenmen’i Ferhunde Erkin’i, Roji Sabo’yu dinledim.

Mithat Fenmen, üçlü konserde, Beethoven’in Üçlü(Tripel-Piyano-Keman-Viyolonsel) konçertosunu piyano partisini çalmıştı. Ferhunde Erkin’le Roji Sabo ise  ayrı zamanlarda orkestra ile konçerto çalmışlardı.....Filmleri düşündüm, Mazurka filminde bir piyanist vardı ama, doğru dürüst bir eser çalmamıştı. Özellikle film aralarında tanıdığım Jose İturbi de piyano çalıyor.

Yatakhaneye, oldukça geç, şiddetli, bir yağmur altında  döndüm. Hasan Çaki Efe’yi anımsadım. Utanır gibi oldum, neden arayıp sormadım? Üzülerek gözlerimi kapadım.

 

8 Kasım 1944  Çarşamba

 

Bir Doç. sözüdür gidiyor. Biraz uzağımızda olduğu için tam anlayamadım. Burhan Güvenir’in sesini duyunca anladım. Ona sataşılıyor. Doç. İbrahim Yasa geçen ders yılı sonlarında Kızılcahamam taraflarında araştırma yapmış, o yöreden olduğunu söylediği için Burhan Güvenir’e de sorular sormuştu. Bu ilişkiyi takılma konusuna döndürenler o zaman Burhan Güvenir de doç. demişlerdi. Sözde Burhan Güvenir, Kızılcahamam’a giden doç. İbrahim Yasa’nın çantasını taşımışmış. Bu tür takılmaların başını çeken Sabri Taşkın, sözde Burhan Güvenir’i koruyormuş numarası yaparak takılanları kışkırtıyor. Yüksek sesle:

-Ne varmış çanta taşımakta? Vallahi beni kendine yardımcı seçse küfesini bile taşırım! Soranlar oldu:

-Sen kendini küfe taşıyacak güçte mi sanıyorsun? Bu kez de Sabri Taşkın sözde üzülürmüş numarası yapıyor:

-Nerde bende öyle şans? Doç. İbrahim Yasa işini biliyor, ne olur ne olmaz! deyip güçlü birini seçiyor. Kahkahalar atılıyor. Burhan Güvenir’in arada “Ya sabır!” dediği duyuluyor. Bu kez de Burhan Güver’in arkadaşları; Doç, İbrahim Yasa’nın hiç kızmadığı öne sürülüp, onun yanında sabretmeyi öğrenmesi övütleniyor.

Kahvaltıda bizim arkadaşlar da Burhan Güvenir’in doç’luk olayına takıldılar:

-Doçentin doçenti mi olurmuş? Ekrem Bilgin yorum yaptı:

-Belki doçent İbrahim Yasa yakında profesör olacaktır. Bizim okulda çalışanlar profesör olur mu? Sorusu soruldu. Derse gelen bir çok profesör var ama onlar olmuş da gelmiş. İbrahim Yasa’nın başka fakültelerde dersi yokmuş. Bu da bizim okul için bir olumsuzluk  notu getirdi. Soru:

-İbrahim Yasa doçent olduğuna göre fakültelerden birinde ders okutmuş olması gerekir. Okutmadığına göre onun doçentliği de Burhan Güvenir’in Doç’luğu gibidir! Sonucuna varıldı. Bir bölümümüz gülerken Nihat Şengül çıkıştı:

-Anacığım, bize ne elin doçentliğinden, profesörlüğünden? Başka konuşulacak konu mu yok? Kısa bir sessizlikten sonra Kadir Pekgöz Nihat Şengül’e:

-Sen bir konu aç da onu konuşalım. Nihat’ın yakın arkadaşı Kamil Yıldırım önce izin  istedi:

-Bir soru sorabilir miyim? Bunu arkasında bir incitici söz olacağı belliydi. Gene de: -Sor! dendi. Kamil Yıldırım.

-Niçin basketbol oynuyorlar? dedi. Birileri bakışırken Kadir Pekgöz:

-Bir soru da ben sorayım arkadaşlar! deyince ona da:

-Sor! dediler. Kadir Pekgöz:

-Boksörlerin burunları genellikte neden yassıdır? Konuşmaları duyuyordum ama aklım hala Doç. İbrahim Yasa’nın doçentliğindeydi. Ekrem Bilgin:

-Susalım arkadaşlar, ayıp oluyor! deyince toparlandım. Gerçekten arkadaşlar sustu, masadan sessizce kalkıldı ama ne olmuştu? Abdullah Erçetin açıkladı:

-Kamil Yıldırım’ın sorusu Kadir Pekgöz’ün kısa boyuna takılmış. Basket oynayanların boyu uzarmış. Kadir de Kamil Yıldırım’a senin burnunu kırarım, burnun suratına yapışır! demişmiş. Abdullah’a sordum:

-Bunları sen nereden biliyorsun? Abdullah güldü.

-Onlar bunları her gün bir kaç kez tekrarlıyorlar, duya duya ezberledik.

                                          *          *          *

Doç.İbrahim Yasa, yağmur nedeniyle başı külahlı olarak geldi. Kapıdan girince üstünü çıkardı, sağa sola asacak yer aradı. Pardösü elinde yaklaşırken yakınında  oturan Fatma bir boş sandalyeyi yan tarafa çekti. Fatma’ya teşekkür ettikten sonra İbrahim Yasa Öğretmen, işte size bir sosyoloji konusu! dedi. Böyle demesini Fatma’nın sandalye çekmesine yoranlar ki ben de öyle düşünmüştüm. Az durduktan sonra da:

-Neden? diye sordu. Parmak kaldıranlar oldu. Bekir Semerci, Niyazi Başkaya, Numan Köseoğlu, Mehmet Kocaefe, Mustafa Yüksel, Turan Aydoğan. Öğretmen, Turan Aydoğan’a söz verdi. Turan Aydoğan, Fatma’nın kalkıp  sandalye götürmesini bir toplumsal ahlak, bir gelenek! deyince öğretmen başını titretti. Parmaklar gene kalktı. Bu kez de öğretmen  Bekir Semerci’ye işaret etti. Bekir Semerci, Fatma’nın bayan oluşundan değil de oraya yakın oluşundan kalktığını, kendisin de aklından geçtiğini, kalkmak üzereyken Fatma’nın  kalktığını söyledi.

İbrahim Yasa gülerek:

-Bakın bu da bir sosyolojik olay, arkadaşınız Fatma’nın kalkışı sizi bir yere yöneltti. İkinci bir öğretmeniniz de benim gibi ıslanmış olarak geldiğinde bu kez kalkan  bay olursa dikkatler baylar üzerinde toplanacak. Oysa olay bay-bayan sorununa gelmeden bir mekân içinde oturanların günlük ihtiyaçları karşılama başlıca bir sorun, bir görevdir. Sayınızı tahmin ediyorum ama tam bilmiyorum; kaç kişisiniz? “Altmış!” diyenler oldu. Öğretmen gülerek:

-Altmış insanın oturduğu yerde bir askılığın bulunmaması, uygar ulusların üniversitelerinde olağanüstü bir toplumsal kusur sayılır. Bu, o denli önemsenir ki bu konuda doktora tezleri bile hazırlanır! dedi. Bu kez de arkadaşların yarıdan çoğu parmak kaldırdı. Öğretmen güldü:

-Kimse söz vereceğimi beklemesin, söylenecekleri biliyorum; okul yönetimi sorumlu gösterilecek. Zaten ben size:

-Neden buraya bir askılık yapmadınız? demedim. Ancak kalkan arkadaşlarınızın konuşmalarından anladım ki, bu ihtiyacı onlar da duymamışlar. İşte işin püf noktası, sosyolojik olay deyişim de budur. Bir toplumun ortak gereksinimlerini, toplumun yüzde yüzü yapmaz ,ancak yüzde ellinin üstündeki sayı pekala bir takım kuralları koyar ki, o toplum o kurallara göre şekil alır. Şöyle de söyleyebiliriz. Toplumsal kuralları baştaki yöneticiler koymaz. Onlar belki onaylarlar. Herkesin dilindedir; siz de duymuşsunuzdur; Medeni Kanun diye bir kanun vardır. Bu kanuna Napolyon Bonapart Kanunu diyenlerle karşılaşmış ya da karşılaşacaksınız. Oysa o kanunu, Fransız Meclisi yapmıştır. Napolyon Bonapart onaylayıp yürürlüğe koyduğundan onun adıyla anılır. İşte bu bile bizim için bir örnektir. Toplum istemezse kimse gelip ona hak vermez. Bir söz vardır, çok basit gibidir ama gerçeği yansıtır. ”Ağlamayan çocuğa  mama vermezler!

Öğretmen bundan sonra dikkat çekerek, derslerde konuştuğumuz bilgilerin ışığında Köy Enstitüleri’ndeki görülen toplumsal ilişkileri değerlendirip değerlendirmediğimizi sordu. Öğrenci-okul, okul-öğretmen, öğretmen-yönetim, yönetim-yasal uygulamalar, tüm bu ilişkiler doğrultusunda öğrencilerin geleceğe bakışları hakkında beliren kanaatlerimizi kısaca anlatmamızı istedi. Parmaklar kalktı. On kadar arkadaş parmak kaldırdı. Öğretmen Harun Özçelik’e söz verdi. Harun Özçelik, Samsun/Ladik Köy Enstitüsündeki durumu anlattı. Ancak Harun, söze başlarken, Samsun/Ladik yöresindeki büyük depreme değindi. Depremin yıkıntılarının verdiği maddi-manevi nedenlerle oradakilerin bir birlerine sarılışından söz etti. Öğretmen Harun’un anlatışını beğendi ancak oranın özel durumundan dolayı genel bir kanıya varmak eksik olur deyip konuşturmak için başka arkadaşlara bakarken zil çaldı. Mehmet Toydemir öğretmenden önce pardösüyü alıp öğretmene tuttu. Doç. İbrahim Yasa Fatma Ersan’a bakarak :

-Çağdaşlık budur işte, bay bayan ayırımı yok, işleri el birliğiyle yürütme, iş ortaklığı var! deyip ayrıldı.

                                                 *     *    *

Doç. Halil Demircioğlu kapıdan girerken pardösüsünü çıkarıp düzgünce katladı, Fatma Ersan’ın kenara çektiği sandalyeye yerleştirip masasına geçti. Çantasından kitapları çıkarıp, içlerinden birini seçer gibi yaptıktan sonra başını kaldırıp gözlerini üstümüzde gezdirerek:

- Dersimizin adı İnkılâp ya da Devrim Tarihidir. Ancak  gene de Genel Tarihin bir parçası sayılır. Genel Tarih, insanların evrimini kapsadığından, insanların, bölünerek oluşturduğu kendine özgü toplulukların karşılıklı ilişkilerini de ele alır. Örneğin, biz her ne kadar bir efsane, destan ya da mitoloji adını veriyorsak da Truva Savaşı bir tarih olayı olarak ele alınmaktadır. Gerçi, kronolojik sıralamada yeri olmadığı için biz onu iki ulus arasında bir savaş olarak ele almıyorsak da, sanki alıyormuş gibi anıyoruz. İsa’dan önce 1295 tarihi söylenince Kadeş  Anlaşması, dediğimiz gibi bir sınır çizemiyor ya da Kadeş gibi bir yer gösteremiyorsak da bir olay olarak bile, bir zamana yerleştiriyoruz. Milât ya da İsa Peygamberin doğuş tarihi bizim için bir sınır taşı. İki yüzü de işimize yarayan bir sınır taşıdır. Beri yüzünü rahat görüyoruz öteki yüzü biraz daha karanlık kalıyor. Bu süreçte insan kümleri, topluluklar, uluslar ya da az daha berilere geldikçe devlet dediğimiz daha bilinçli topluluklar, güçleri ölçüsünde bir yaşam yarışına girmişlerdir. Yazılı belge olarak az önce söylediğimiz Kadeş, Hitit-Mısır Devletleri gibi, daha sonra gelişen Babil-Sümer, Med, Pers-Yunan, Makedon-Pers, Roma-Kartaca, Roma-Mısır anlaşmazlıkları savaşlara neden olmuş, çıkan savaşlarda binlerce insan ölmüştür. İşte bu olayları tarafsız bir dille anlatılanlar Genel Tarih dediğimiz bilimin konusudur. Sıraladığımız savaşlardan sonrakileri de berilere, bize doğru kronolojik olarak sıralarsak, Roma’nın dağılmasından sonra Bizans, İslam ,daha sonra Frank-Şarlman, Osmanlı savaşları, Avrupalılar arasında çıkan yüz yıl,Otuz yıl din savaşları,daha sonra Napolyon adıyla anılan savaşlar nihayet birinci büyük savaş hakkında arayacağımız bilgileri Tarih dediğimiz bilimin belgelerinde buluyorum. Sözünü ettiğimiz tüm savaşların  en az iki güç arasında geçtiğini düşünmeliyiz. İşte bu iki gücün, ayrı ayrı savaşa girme nedenleri vardır. Bu nedenleri yazan Genel Tarihin içindeki özel Tarihler, bizim dersimizin benzerleridir. Bunlar, savaşan topluluğun niçin savaştığının birer belgesidir. Öyleyse bizim dersimiz, genel Tarihten vareste değildir. Bu ne demektir? Bu, şu demektir ki,

İçinde yaşadığımız zamanı en az beş yılını korkunç bir savaşın acı haberleri içinde geçirdik. Biz dolaylı olarak, savaşan ulusların bireyleri ise kan dökerek, anne-babalar evlatlarını yitirerek, gençler kan dökerek, organlarını savaş meydanlarında bırakıp elden ayaktan olarak, çocuklar babasız kalarak savaşın bedelini ödedik. Bunu, gelecek nesiller tıpkı geçmiş savaşlar gibi tarih denilen Genel Tarih biliminden okuyup öğrenecekler. Oysa bu olayı biz yaşadık. ”Yaşadık” diyoruz ama, yaşadığımızın ne kadarından etkilendik, neler bizim ilimizi çekti? Bize göre bu savaşın nerelerini Tarih Bilimi çekip alacak, torunlarımız, bu savaşın bizce nerelerini okuyup bilgilenecek!

Öğretmen, sözünü kesince büyük bir grup parmak kaldırdı. Parmak Kaldıranlar arasında Fatma Ersan’la arkadaşı Düriye Aran da vardı. Öğretmen Düriye Aran’a söz verdi. Düriye, Alman Fransız zıtlığının çok gerileri gittiğini, bunun Frank-Germen Orta Çağ dönemlerine dek götürülebileceğini kısaca anlattıktan sonra  1914-1918 arası yapılan Büyük Savaş sonunda Almanya’ya uygulanan haksızlıkların Alman Halkı üzerindeki olumuz etkilerini anlattı. Almanların da bizim Kurtuluş Savaşı sürecindeki öc alma düşüncemize benzer yolun tek çare olduğunu, bunu yapmak için çok çalıştıklarını, kendilerini güçlü görünce de haklarını(Öclerini de diyebiliriz) geri almak için savaşa kalktıklarını anlattı.

Öğretmen Düriye’ye teşekkür ederken Veli Demiröz parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince Veli Demiröz:

Almanya  ile Fransa’nın çok eskilere giden toprak zıtlaşmalarından söz etti. Din savaşları yaptıklarını, Fransa’nın Katolik olmasına karşın Almanya’nın Protestan oluşunu söyledi. Veli Demiröz sözünü bitirmeden Mehmet Toydemir parmak kaldırdı. Mehmet Toydemir parmak kaldırınca Veli Özdemir sinirlenir gibi bakıp konuşmasını kesti. Mehmet Toydemir:

-Arkadaşlar bu savaşı Alman-Fransız savaşı  olarak görüyorlar, Çin’de Filipinler’de  Alman, Fransız askerleri mi savaşıyor? diye sordu. Bu kez de öğretmen Mehmet Toydemir’e:

-Onları da sen anlat! deyince Mehmet Toydemir, 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldıran Almanya’dan söze başladı. Kadir Aytekin özür dileyip el kaldırdı. Öğretmen, Mehmet Toydemir’e işaret edip Kadir’e ne diyeceğini sordu. Kadir:

 

-Arkadaş Almanya ile Fransa arasındaki savaş için söz almıştı. Polonya’yı neden işin içine katıyor? diye sorunca doç. Halil Demircioğlu  gülümsedi. Tam söze başlarken  zil çaldı. Elini kaldırıp, arkadaşların oturması işaret etti. Kitaplarını toplarken:

-Bu konuyu, elbirliği ile etraflıca işleyelim. Bunu biz yaşadık, bizden sonraki gençlere doğru anlatmamız için önce kendimiz öğrenelim. ”Yaşam da bir kitaptır!”, hem de kitapların en hası! deyip ayrıldı.

                                                         *     *      *

 

      Yemekte, az önceki tartışma ele alındı. Kadir Aytekin’in kalkmasını, soru cevaplamak değil, Veli Demiröz’e, Mehmet Toydemir’in yaptığıma cevap olarak nitelendi. Düriye soruyu cevaplamıştı, Veli Demiröz neden kalktı? Veli Demiröz de doğru konuşmuştu, Mehmet Toydemir neden kalktı? Çünkü Düriye Kızılçullu, Veli Demiröz Çifteler çıkışlıydı. Mehmet Toydemir sözü Veli Demiröz’de bırakmamak için kalktı. Çünkü o bir Kızılçullulu idi. Kadir Aytekin de Çiftelerli, o da Veli Demirözü yalnız bırakmak istememişti. Yapılan bu yakıştırmalara inanamadım. Ben de sordum:

-Bu tür tartışmalar neden başka derslerde olmuyor? Karşılık verildi:

-Çiftelerliler sınırlı bilgi sahibi, öteki derslerde  dut yutmuş bülbül gibi susmaları bundan. Tarih dersinde de yayalar. Ancak bugünkü konu köy kahvelerinde bile konuşulan bir konu. Devlet adları, gazetelerden sık sık duyulduğundan akıllarında kalmış. Veli Demiröz, Katolik, protestan dedi; bunları bildiğinden değil, kulaktan dolma bilgi. Bu çatışmalar, hangi tarihlerde oldu? Dense kesinlikle işin içinden çıkamaz, Agop’un kazı gibi susar kalır.”Ohooo!” Lüther kim Veli Demiröz kim? Hele Rafaellolar, Danteler, Leonardo da Vinciler, Boccacıyolar, Mikelanjellolar onun duymadığı adlardır.Güldüm:

-O sıraladıklarınızı enstitü bölümündeyken kim duydu ki? Şimdi  biliyorsak, o bizim şansımızdan, buraya geldik, Malik Aksel Öğretmen bize fısıldadı da öğrendik. Veli Demiröz aramızda olmadığına göre nereden bilsin? Veli Demiröz’ü savunduğum öne sürüldü. Biraz gergince masadan kalktık.

Bizim masada yedi arkadaşız,4’ü Kızılçullu’dan, üçü Kepirtepe’den. Şimdiye dek böylesine bir zıtlık olmamıştı. Oysa gene bir ayrılık söz konusu değildi ama birden olur gibi oldu. “Olur gibi oldu!” diyorum. Gerçekte olmamıştı ya biz Kepirliler,bu kez anlamsız taraf tutmaya katılmamıştık. Nitekim Nihat Şengül sordu:

-Siz şimdi neyi tartışıyorsunuz? Ben de ona sordum:

-Sen şimdi ne soruyorsun? Konu ne Veli Demiröz ne de falan filan. Derslikte göze batan bir taraf tutmaya katılmama! Körü körüne taraf tutma, kim tutulursa tutulsun gene körü körüne olur. Böylesini, dosta değil karşısındakinin işine yarar. Konuşa konuşa salona döndük. Öztekin Öğretmen gelince dersimiz başladı. Konu; Staja gidenlerin karşılaştığı zorluklar, yaptıkları, yapamadıkları, yapmak istedikleri. Yapamadıklarında hepsi birleşti:

-Hiç birisi, belli bir programa göre müzik çalışması yapamamış. Yine hiç birisi tüm öğrencilerini müzik çalışmalarına alamamış. Müzik çalışmalarına belli sayıda öğrenciler katılmış. Sınıf öğretmenleri, müzik çalışmalarına katılan öğrencilerle ilgilenmemiş. Yöneticiler, müzik çalışmalarına yazılıp da düzenli katılmayanların devamsızlığı konusunda arkadaşları sorumlu tutmuş. Yeterli mandolin sağlanamamış. Çalışma yeri olarak da gönüllerince rahat bir yer sağlayamamışlar. Öztekin Öğretmen bir süre dinledikten sonra  aynı soruyu bana sordu. Ben de bizim durumumuzu olduğu gibi anlattım. Özellikle tüm küme öğretmenlerinin çalışma günlerinde öğrencileriyle geldiğini anlattım. Keza sabah oyunlarında da öğretmenlerin her sabah öğrencileriyle oyun alanında  bulunduğunu, oyundan sonra düzenli olarak yerlerine döndüklerini anlattım.

Öztekin Öğretmen arkadaşları dinledikten sonra eleştirme yapmadı, üzüldüğünü söyledi. Kendisi Çiftelerde çalışırken aynı acıları çektiğini, durumun düzelmesi için çareler aramamızı önerdi:

-Müzik bir sanatsa, biz bunu öyle benimseyip yaygınlaşmasını istiyorsak elbirliği ile şimdiden  çare bulup üst makamlardakileri ikna ederek çalışma alanımızın bir düzene girmesini kendimizin sağmamamızı öne sürdü. Bu nasıl olur? ”Bu nasıl olur?” sorusu iki üç kez tekrarlandıktan sonra Öztekin Öğretmen:

-Bunun tek bir cevabı var:

-Çalışmak, çalıştığımızı üst makamdakilere göstererek, onları harekete getirmek! dedikten sonra Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in çok yorgun olduğu bir günde başını dinlendirmek için Hasanoğlan’a geldiğini, dinlenmek için  yer olarak burasını seçtiğini, kendisini yönetim binasında bekleyen Köy Enstitüleri müdürlerini buraya çağırıp konuştuğunu.” Hasanoğlan!” deyip gelen tüm konukların uğrak yeri burası olduğunu, müzik dinleyip hoşnut kalanların plâk-pikap hediye ettiğini anlattı. Bu tür sevgiyi daha geniş bir çevreye yayabilirsek sevenlerimiz  çoğalır, itibarımız artar. Böyle bir geniş çevre içine girmiş olan  yetkililer, kendi istekleriyle ihtiyaçlarımızın karşılanması için yardımcı olurlar. Bunun bir başka yolu yok. ”Müzik!“dendiğinde davul-zurnadan başka bir şey düşünemeyen hödüklerle  çalışacağımızı hiç bir zaman unutmayalım. Onlara teslim olursak, bu mesleği zevk alarak sürdüremeyiz. Tekrarlayarak söyleyeceğimiz tek söz:

-Çalışmak,çalışmak,çalışmak! Çalışma sonunda kimimiz bu mesleği sürdürürken kimimiz yönetici olacaktır. Bizden birinin okul müdürü oluşunu düşünün, bizim çalışmalarımızı önler mi? Niçin önlesin? Şimdikiler de bunu kasıtlı yapmıyor, mantaliteleri almadığı için kafalarının dar çerçevesini zorlayamıyorlar.

Öztekin Öğretmen sözünü kesip kemancıları serbest bırakınca ben de alt odaya indim. Piyanoya oturunca nedense ilk aklıma gelen Mozart oluyor. Bunda sanırım ilk çalıştığım Beringer metodunun etkisi olduğunu sanıyorum. Beringer’de sayısız besteci yanında Mozart’ın vazgeçemediğim  dört parçası var.Don Juan operasından Zerlina’nın aryası ile Don Juan’ın mandolinli serenadı. İki parça da çok etkileyici, onları hiç unutmuyorum. Öteki ikisi doğrudan piyano için yazılmış, sonradan tamamını çaldığım kv.545 do majör sonatın Andante bölümünden, dördüncü ise doğrudan dört el için hazırlanmış bir sonatın son bölümü....Piyanoya oturunca onlardan biri kulağımda çınlar gibi oluyor. O zaman da elim, çınlayan sese uyup beni Mozart’la karşı karşıya getiriyor. En çok karşılaştığım ses de, yıllar önce radyodan kapıp akordiyonla çaldığım, sonradan gerçeğini  kv.331 la Major sonatın sonunda bulduğum Marş Allaturka; çok söylenen adıyla Türk Marşı oluyor. Bunun seçimi biraz da onların  arkadaşlarca çok istenmesinde kaynaklandığını sanıyorum. En çok istenen üç parça; Mozart Marş Allaturka, Beethoven Für Elise, Schubert, Moment Muzikal. Mandolin çalışmalarına katılan Enstitü Bölümü öğrencileri de bir dördüncü parça eklediler; o da Mozart Maman Varyasyonu.....Etkileme açısından bakılacak olursa bence, Beethoven Menuett, Mozart, kv.331 la majör sonat 1.3.4. bölümleriyle Schubert’in çok yaygınca bilinen serenadı. Serenad’ın sözlerini anımsadığım için etkisinde kaldığımı biliyorum. Tevfik Fikret’in bir şiirinden alınan sözlerini ilkokul yıllarımda duymuştum. ”Güzel Çoban, bir içim su, bir yutum su destinden!” Unutmadığım bir olaydır:

Münevver Öğretmen bu şarkıyı söyletirken birden durdurmuş, ilk sözleri bana söyletmişti. ”Güzel Çoban, bir içim su, bir yudum su! dediğimde bir daha söyletmişti. Meğer şiirde bir yudum değil “yutum!” deniyormuş. Aradaki farkı bir türlü kavrayamamıştım; yudum, yutum aynı anlamda değil mi? Daha sonraki dönemde koyun sürüsünü sürerken bunu  sık sık anımsamıştım. Şarkının tamamını unutsam da orası, ”Güzel Çoban!” söylemi dilime geliveriyordu. Şimdi  de Serenad’ı çaldıkça bunları anımsıyorum.

Chopin’den bu dördüncü parçam, hepsi güzel ama ne dinleyenler üstünde duruyor ne de ben benimsiyorum. Aklıma takıldı, Gerorg Sand nasıl dinlemiş bunları, Chopin’e nasıl tutulmuş. Hem de Alfred de Musset gibi bir şaire tercih etmiş. Çala çala belki alışacağım. İyi ki Faik Canselen Öğretmen uzun parçalar vermiyor. Chopin’n de Mozart, Beethoven gibi uzun piyano besteleri var; onlardan verse ne yapacağım? Belki de çala çala ona da alışırım. Chopin’in bir özelliği de bestelerine ayrı adlar vermesi. Vals dışındakilerin, görünüşe göre bir birinden pek farkı yok. Sanırım ben burada yanılıyorum. Faik Öğretmen parçaları verdiğinde beni uyarıyor:

-Chopin Etütler böyle çalınır, Chopin, Prelütlerin özelliği  budur! türü sözleri niçin söylüyor?

Kendi kendimle konuşa konuşa çalıştım. Mehmet Zeybek geldi, onun saatiymiş. Kalktım. Mehmet Zeybek daha Beringer’in (Birinci Beringer, Oskar Beringer’in ikinci kitap Beringer’i de var) ortalarında. Mehmet Zeybek piyanoya oturunca ilk söz olarak:

-Okulu bitirmeden şu meret kitabı bir bitirebilsem! dedi. Beringer bana göre sevimli bir kitap. Oysa Mehmet Zeybek ondan nefret ediyor. ”Meret Kitap!” ne demekse? Odadan çıkarken bölüm başkanımızın sözlerini anımsadım:

-Çalışmak, çalışmak  çalışmak!” Şu meret kitaplar varken insanlar nasıl çalışsın(!?)”

Yemekte Mahir Canova Öğretmenin sözü üstünde duruldu.” Klasik Dünya şaheserlerini oynamayı düşlediğimiz sahnede Köy Muhtarlarını konuşturacağız!” Tıpkı böyle değilse bile bu anlama geliyor. Bu söz yorumlanmaya çalışıldı. Bu, kendi denemelerimize hiç yer verilmeyecek anlamına gelir mi? Sözün nerden depreştirildiğini öğrenmek istedim. Dolaylı olarak Azmi Erdoğan’dan kaynaklanan bir olay. Azmi Erdoğan Çiftelerde bu tür bir oyun kotarmış. O zamanki Çifteler Köy Enstitüsü Müdürü Rauf İnan Azmi Erdoğan’ı  göklere çıkarmış. Rauf İnan burada Müdür olduğuna göre Azmi Erdoğan’ın yazdığı oyun burada neden  temsil edilmesin?

Bunu duyunca ben kestirip attım. Ortada bir iş bölümü vardır. Bu işbölümüne göre belli noktalara belli sorumlular konmuştur. Okulun para pul, düzenli çalışma işlerine Okul Müdürü bakar. Öteki önemli notlarda da  uzmanlar bulunur. Okul Müdürü çalışan uzmanın işine burnunu sokmaz. Tiyatro Derslerine gelen Mahir Canova’nın işine karışılırsa Mahir Canova öğretmen, dersleri kesinlikle bırakır. Bu bilindiği için Müdür Rauf İnan bu işe karışmaz. Müdür Rauf İnan, bilgiçlik taslar,”

hep ben!” der gibi davransa da yönetimi altında çalışanlarla dırıltıya kalkışmayacak derecede aklı başında bir yöneticidir. Örneğin, bir öğrenci olmama karşın sabah oyunlarına davul getirilmesini istemediğim için, çağırdığı davulcuları geri göndermiş, bir daha da bu konuda tek söz söylememiştir. Bu nedenle kesin olarak konuşuyorum, Mahir Canova  Öğretmen istemedikçe orada hiç kimse “Dışardan Gazel (okutamaz)okuyamaz!” Bu, arkadaşımız Azmi Erdoğan’ın düzenlediği oyunun önemsiz olduğu anlamına gelmemeli. Çifteler ya da öteki Köy Enstitülerinde öğrenciler kıt kanaat kendi olanakları içinde oyun üretebilirler. Bunların kimileri de başarılı olabilir. Hatta bunları izleyenler çok da  beğenebilirler. Örneğin Ahmet Emin Yalman, Yarınki Türkiye’ye Seyahat kitabıyla bize bu konuda örnekler vermiştir. Bunlardan bir örneğini birlikte okuyabiliriz. Arkadaşlar okumak istediklerini söyleyince yazıyı bulmaya söz verdim. İşte size okunmasını önerdiğim yazı! deyip kitaptan yazının o bölümünü aldım.

          Çifteler Köy Enstitüsü’nde  Haftanın Eğlentisi.

Çiftler Köy Enstitüsünün geniş toplantı salonundayız. Burada haftalık eğlenti var. Her sınıf, diğer arkadaşlarını ne öğretmenlerini eğlendirmek için kendine mahsus bir program hazırlamış, ortalıkta rahat ve neşeli bir hava hüküm sürüyor. Etrafımda göz gezdiriyorum. Hep munis, dürüst ifadeli, uyanık, zeki yüzler görüyorum. Programın başlamasını alâka ve heyecanla bekliyorlar.

  Bana öyle geliyor ki her biri ayrı bir köyden seçilen bu köylü gençler, memleket için yeni günlerin müjdecisidir. Takip edilen serbest ve insanca okutma ve terbiye usulü, hepsinin ruhunda hız ve teşebbüs uyandırmış, memleketin bir takım canlı enerji hazinelerini iyice işlemiş, ruhları ideal ateşiyle, feragatle yoğurulu yeni  tip bir takım vatandaşları meydana çıkarmış. Bunların şahsiyetine karşı gösterilen saygı ve emniyet  sayesinde tam verim temin edilmiş, tatbik edilen hürriyet ve müsavat sistemi zerre kadar şımarıklık yaratmamış. Disiplin mi? Burada zorbacası yok, fakat en ahenklisi, gönüllerden en kopanı var.

     Bu gençlere, bu enstitüde bundan evvel anlattığım usullerle bir takım dersler öğretiliyor, daha doğrusu öğretmenin rehberliği alın da kendi teşebbüs ve alâkalarıyla öğreniyorlar ve öğrendiklerini de kendilerine mal ediyorlar. Bütün faaliyetlerde hareket noktası daima ameli ihtiyaçtır. Yarın köy hocası olacakları için pedagoji dersi de bu serbest hava içinde ve en ameli bir şekilde görüyorlar.

Fakat şahsiyetlerinin gelişmesine hizmet eden vasıta, yalnız zihin faaliyetleri değildir. Bu mektepte ameli ziraattan başka yapıcılık ,marangozluk ve demircilik, kızlar da dokumacılık öğreniyorlar. Köy öğretmeni oldukları zaman kendilerine küçük bir maaş verilecek, fakat istimlak yoluyla sulak yerlerde yüz (1oo), kuru yerlerde iki yüz (200) dönüm tarla, pullukla ve diğer ziraat aletleri ve bir çift hayvana sahip olacaklar. Kısmen hayatlarını topraktan çıkaracaklar ve istihsal sahalarında öncü bir rol oynayacaklardır.

Her sene üç bin olgun  genç vasıtasıyla üç bin yeni köye dağılacak olan bu yeni ruh; umumi bünyede az bir zamanda ne  güzel değişiklikler yaratacak!

    Bütün bunları derin bir haz içinde düşünürken program başladı, Hayretle kulak verdim. Bu çocuklar, her yaptıklarını iyi yapıyorlar. On beş yirmi mandolinli bir grubu idare eden şef, kendinden emin bir tavırla şarkı okuyan arkadaşlarına işaretler veriyor ve mandolinlerin ahengini ve seslerin perdelerini ayarlıyor. Aşık Veysel’in yetiştirdiği sazcılar işi ele aldılar. On beş saz, ama Aşık tarafından hayret verici bir ahenkle idare edildi.........

Programda yedi sekiz şiir vardı. Bunlardan ancak  üçünü dinledim. O kadar hoşuma gitti ki,  üçünü de alıp bu sayfalara geçirmek istedim. Telaş arasında bunlardan ancak ikisini alabildim ve kitabın  son sayfasına geçirdim. Bunlar bir hakiki  feryat gibi yükseldi. Ve bir volkan feveranıyla ortalığı sardı. Bu genç şairin kükretici bol ifadeli ,bir  sesi var. Belki de yarının çok kıymetli bir edibi ve hatibi olacak.

  Zaten bende şu kanaat peyda oldu ki her sene  köy enstitülerinden çıkacak üç bin genç içinden bu memleketin en kıymetli ve orijinal şairleri,  edipleri, bestekarları, terbiyecileri ve hatta politikacılar çıkacaktır.

En istidatlılar, enstitü öğretmeni diye yetişmek üzere  Hasanoğlan enstitüsüne gidiyor ki, burası bir nevi köy üniversitesi halini alıyor. Buradan yetişenleri kollamak, çok istidatlılardan umumi hayatta istifade etmeye çalışmak doğru olur. Bunlar vasıtasıyla hayatımıza mutlaka yeni bir ruh ve yeni bir hava girecektir.......Ahmet Emin Yalman-Yarınki Türkiye’ye Seyahat (Sayfa 23,24,25)

 

                                            Toprak-Beyşehir 

 

                          Dolaşırken yurdumun ovasında dağında

                          Başım önüme iner, gözlerim görmez olur

                          Koşarken cani gibi, çıplak topraklarında,

                          Korkarım bu sefer de ta dizlerim tutulur

 

                          Görür gibi olurum ecdadımdan birinin

                          Kefeniyle doğrulup karşımda durduğunu

                          Ülkü aşkıyla içi yanarak gözlerinin

                          Yolunda can verdiği toprağı sorduğunu

 

                          Bakarım dört yanıma boş arazi ,boş toprak

                          Hiç havadis bulamam, bir an halsiz kalırım

                          Hatırlarım andımı, haykırırım, koşarak

                          Karşımdaki parlayan silahımı alırım.

 

                          Bizim için durmak yok ey arkadaş ,savaş var

                          Karşımızda kararan bu toprak karardıkça

                          Bizim için savaş var, ey arkadaş durmak yok,

                          Karşımızdaki toprak terle yoğrulmadıkça.

 

                          Bize hayat, bize can, bize kan veren toprak,

                          Bizden de alın teri, el nasırı istiyor.

                          Mahlukatı beşleyip, yetiştiren su toprak

                          Ona pek çok susamış, onu hemen istiyor

 

                          Bunca senedir toprak inim inim inliyor

                          Laftan bıkmış usanmış, o yalnız iş istiyor

                          Parlayan kılıç gibi, küreklere benzeyen

                          Makineler ardında çelikten diş istiyor

 

                          Toprak, toprak silahımı kuşandım

                          Can verinceye kadar seninle uğraşacağım.

                          Tanımadıysan tanı, enstitülüdür adım,

                          Şu sert dağları delip altın çıkaracağım.

 

                          Toprak, toprak hazır ol omuzumda parlayan

                          Kazmamla küreğimle kayalar yaracağım.

                          Ecdadımın üstüne şu çıplak yerde yatan,

                          Can verinceye kadar, bir cennet kuracağım.

 

                          Dolaşamazsam bir gün kolumu sallayarak

                          Bugünkü kuracağım, yarının cennetinde,

                          Yarınki Türk evladı işinde yorulacak,

                          Terlerini soğutur belki onun içinde.

 

                          Ey vatan, ey yurt inan, bir cennet olacaksın

                          Bir âlem yetişiyor dediğini yapacak.

                          Korkma, sevin yakında arzuna varacaksın,

                          Ey canlılar anası, mukaddes kara toprak!

                                                     Abdullah Özkucur (Beyşehir-Manastır köyünden-Eskişehir/Çifteler Köy Enstitüsü Öğrencisi 1942)

 

Ahmet Emin Yalman’ın notu:

-Öyle umarız ki bu kuvvetli, canlı şiirin yurtta akisleri olacak, parıldayan edebiyat yıldızı üzerine umumi alâkayı çekecektir. Böyle olduğu halde bunu ancak sahibinin rızasına aykırı olarak neşrediyoruz, çünkü neşirden kendimizi alamıyoruz!.......

Toprak şairinin azmini, nefsine hakimiyetini, deneme yoluyla kemâle varmak yolundaki emelini, yarına ait çok  ümit verici bir vaat sayarız!......

Yazıyı daha dikkatli okuyunca bir noktaya takıldım. Ahmet Emin Yalman, sanki cesaretle Köy Enstitülerini savunmaya kalkışmış pozu takınıyor ama. Bu konuda etraflı bir araştırma bile yapmamış. Özellikle İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’u övücü  sözler söylüyor da onun  gerçek amacının tersi dileklerde bulunabiliyor. Örneğin İsmail Hakkı Tonguç, Canlandırılacak Köy kitabıyla, yine kendisinin dikte ettirdiği söylenen Köy Enstitüleri Müfredat programının Türkçe açıklamalar bölümde şunları söylüyor:

-Türkçe öğretiminde edebi sanatları amaç tutmak tehlikeli bir yoldur. Maksat şair muharrir veya hatip yetiştirmek olmadığı gibi bunları yetiştirmek hiçbir öğretmenin elinde değildir. Enstitünün verebileceği şey, orta fakat sağlam bir anlayış ve anlatış kudretidir. Okumada yazmada ve konuşmada güzellikten çok doğruluk aranmalıdır; esasen güzelliğin ilk şartı doğruluktur; bunu temin etmek sanatkar yetiştirmenin de en emin yoludur. Öğrenci enstitüyü bitirirken yaşına

ve anlayış seviyesine  uygun bir metnin özünü, sözlerini ve değerini anlayabiliyorsa, dilek ve düşüncelerini imla ile şive ve dilbilgisi hatası yapmaksızın yazı ile veya sözle açık ve tam olarak anlatabiliyorsa, okuma, yazma ve konuşmada rastlayacağı zorlukları kendi kendine yenmenin yollarını öğrenmişse, gündelik hayatında okumayı ve yazmayı zevkli bir alışkanlık haline getirmişse, Türkçe  öğretimi amacına ulaşmıştır. Bundan ötesini öğrencinin kişisel kabiliyetine ve çalışmasına bırakmak lazımdır......

İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, Canlandırılacak Köy kitabının 18.sayfasında şunları yazmış:

-Bize sorarsanız Türk köylüsünün birinci dileği geçimini yoluna koymak, olabilirse biraz da varlıklı olmaktır. Köylünün geçimini yola koymadıktan sonra ne yapılsa boştur. Bu yapılmadıkça o cahil kalmağa, esir olmaya mahkumdur.

   Bizce iyi adam demek, iş gören, işi başarabilen adam demektir. İş yapmadan sadece söyleyen veya yazan insana biz iyi adam demeyiz, iş göremeyen bir insanın dürüst, akıllı olacağına da inanmayız. Böyle insanların bir milleti iyi yola götürdükleri görülmemiştir.

Beceriksiz insanalar, memleketlerini sevdiklerini söylerler amma bu boş ve havada bir sevgidir. Çalışan, iş gören insanalar böylelerini sevmezler. Bizce köylü ile iş göremeyen okur yazarlar arasındaki ayrılığın sebebi de budur.

  Memleket işleri yalnız yazıp çizmekle, nutuklar vermekle yürütülemez. Köyün içine girmeli, oradaki yoksulluklar giderilinceye kadar bizim gibi onlara katlanmalı, köylünün başına üşüşen dertleri elbirliği ile ortadan kaldırmalı. Bizimle hemdert, hem de sevinç ortağı olmalı.

    Bizim işlerimizi düzeltebilmek için bizim bildiklerimizi bilmeli, bizim yaptıklarımızı yapabilmeli. Halkın yapamadığını hiç kimse yapamaz, hele okur-yazarlığına güvenen hiç yapamaz! Bu lâflarımızı kitaplardan öğrenerek söylemiyoruz. Bize bunları içinde doğup büyüdüğümüz, kenarında dedelerimizle babalarımızın mezarları bulunan köy öğretiyor.........

İsmail Hakkı Tonguç’un, bu denli açık yazmasına karşın, Ahmet Emin Yalman’ın bunları  bilmezden ya da duymazdan gelerek, işe değil  işin  lâf tarafına ağırlık vermesi önemle irdelenecek bir konu. Gerçi, konuşmalarda işten, çalışmalardan ,başarılardan sık sık  söz ediliyor ama sözler muallakta kalıyor. Şu örnek bile öteki övücü sözlerin gerçekliği kuşkusunu uyandırmaktadır. Yukarda anlatılan Bir  Haftalık Eğlenti’de on beş kişilik bir bağlama grubu Aşık Veysel yönetiminde olağanüstü bir konser verir. Bu konseri Aşık Veysel, yazarı hayrete düşürecek bir ustalıkla yönetir. Aşık Veysel’i yakından tanımayanlar için bu inanılacak bir olaydır. Ancak  Aşık Veysel,saygın bir kişidir ama, bir başkasının kolunda gezmek zorunluluğunu duyan saygın bir kişidir. Kendi kurguladığı biçimde bağlama çalar, kendi  duygularını yansıtan şarkılarını çok özel bir üslupla söyler. O, bir başkasına uymak gereğini duymadığı gibi bir başkasının da ona uyması olanaksızdır. Saten Aşık Veysel’in olağanüstülüğünün gizi de  buradadır. Burada Ahmet Emin Yalman’a sorulacak bir soru da, o mükemmel on beş bağlamacının hiç birisi de başarılı  öğrenci değil miydi? Hiç değilse biri seçilerek Hasanoğlan’a gelseydi de bağlama özlemimizi giderseydik (!)Ahmet Emin Yalman’ı hayretler içinde bırakan o mandolin orkestrasını yöneten, yönetmek bir yana mandolinlerin tellerini, perdelerini ayarlayan(Perde ayarlaması neyse?) müzik severlerin  bari birileri aramıza katılsaydı. Dört aydır Aşık Veysel’le birlikte oldum; Hasan Çakı Efe tanıktır. Onunla birlikte sevgili Aşık’ın doyumsuz sazını, sözünü dinledik. Nedense bizim Aşık Veysel, Çifteler’deki o sihirli başarıyı Hasanoğlan’da gösteremedi. Yoksa Ahmet Emin Yalman’ın Aşık Veysel’i bir başkası mıdır(?)

 

Her ne  kadar adı geçiyorsa da niyetim Ahmet Emin Yalman ya da yazdığı Yarınki Türkiye’ye Seyahat kitabını eleştirmek değil ancak  göze çarpan çok açık zıtlıkları görmezden gelemediğimi belirtmek için arkadaşlarımın dikkatlerini çekmek istedim. Okulumuzca çıkarılacağı sözlenen dergi olayı gerçekleşirse o zaman bu konuya dönüp daha geniş bir açıdan ele almak niyetindeyim.

Yatınca yazdıklarımı bir daha düşündüm. Geçen yıl bu günler en önemli konumuz, bir kaç ay önce çıkmış çıkmış olan Köy Enstitüleri müfredat programının okunup okunmadığıydı. Sonunda anlaşıldı ki okunmak şöyle dursun, çoğunluğun  öyle bir Müfredat Programından haberleri bile yoktu.  4 Mayıs 1943 tarihinde  onaylanıp okullara dağıtılan bir program, eylül sonuna dek okullarda tutulan son sınıflara neden duyurulmamıştır? Buraya gelenlere duyuruldu; ya köye gidenler? Onlara kim duyuracak? Ne gereği var? deyip geçilecek mi? İşte bu vurdum duymazlık, İsmail Hakkı Tonguç’un Canlandırılacak Köy kitabında belirttiği “Bizden olamazlar!” diye nitelediği insan tipleridir. Bir nokta daha dikkatimi çekti. Son sınıflar illerine gidip, arkadaşlarını okullarında gördü. Arkadaşları, devletin onlara  özel yasaları gereği vereceklerini verip vermediğine değinmediler. Ben beklerdim ki, köylerine gidip çalışanlara verilen toprakların sulak-kurak durumuna göre verilmelerini saptasınlar. Ahmet Emin Yalman tüm ülkeye muştuladı sulak yerlerden her öğretmene yüz dönüm (100 dönüm) sulak olmayan  yerlerden iki yüz (200 dönüm) Bu olağan üstü bir müjde. Köye giden arkadaşlar iki üç yıl içinde köydeki ağaları sollamaları bir yana tefecileri de köylerden defedecekler. Yüz dönüm sulak tarla, iki yüz dönüm sulak olmayan tarla kaç köy ağasında vardır? Benim köyüm Lüleburgaz’a 15 km. uzaklıktadır. Oldukça kırsal sayılır. Buna karşın çok ağlanacak durumda sayılmazlar. Savaş nedeniyle zorunlu yaptırılan ikinci askerlik öncesi köyümün insanları yaşamlarından çok memnundu. Haneler, genellikle küçük aile sayılan  beş ile  altı nüfustur. Bu nüfusları besleyecek ölçüde ürün üretirler. Ortalama olarak her hanenin  yetmiş beş dönüm tarlası vardır. Köy kurulurken babamlar dört kardeşmiş. Dört kardeşe üç yüz dönüm toprak düşmüş. Amcalarımdan biri Balkan Savaşı’nda, biri Çanakkale Savaşı’nda şehit olunca toprakları babama intikal etmiş. Köy ölçülerine göre çok toprak sahibi olan babam doğal olarak köyün  varlıklı aileleri arasına girmiş. Oldukça çalışkan  aynı zamanda girişken olan babam çiftçilik yanında köy kahvesini işletmiş, ayrıca yirmi yıl kadar köyün muhtarlığını yapmış. Bu arada mirasçıları başka köyde olduğu için satılığa çıkarılan bir ailenin payını da satın alarak toprağını üç yüz dönüme çıkarmış. 1938 yılında ben okumak için köyden ayrılınca babam üç yüz dönüm toprağı biz dört kardeşe yetmiş beşer dönüm olarak ayırdı. Üç ağabeyim ayrı birer hane olarak yaşamlarını sürdürmektedir. Ben de kendi payım olan yetmiş beş dönüm tarlayı yıllık bir bedel karşılığı anlaştığımız birine verdim. Bunu şunun için anlatıyorum. Toprak, sulu tarla, susuz tarla konusunda bir bilgim var. Beş ile altı nüfusu besleyecek yetmiş beş dönüm tarlamın beş dönümü sulak tarladır. Salt benim değil tüm köyün öyledir. O beş dönüm tarlaya, köylüler sebze, pancar, bostan türü ekim ekerler. Benim beş dönüm olan tarlamı gözümün önüne getirip bunu bunu yirmi  kat arttırıp  yüz dönüm  olmasını düşleyince heyecanlanıp uçasım geliyor. Salt sulak yerden söz ettim, kurak yerler de becerikli işleyenlerce emeklerin karşılığımı veriyor. Köyümden çalışmak için dışarıya giden tek kişi yoktur. Lüleburgaz’ın pazartesi günleri pazarı vardır. Yakın köylülerin bazıları pazara ürün götürürler. Çok yakın olmasına karşın benim köylülerim  bunu yapmaya gerek görmediklerinde pazarın satış yerinde kimse görünmez. Kendi aralarında, yakın köylü tanıdıklarla gülmece konuşmalar yaparlar:

-Siz pazarın satış yanında biz alış yanında ya da “Beni bulmak için tüm pazarı zahmet edip dolaş, alış tarafında bulursun! Kısaca bizim köylüler ürünlerini pazara götürmeye gerek bile görmezler. Bunları anlatınca arkadaşlarım bana soruyor:

-Neden köyüne gidip tarlalarını iki yüz yetmiş beş dönüme çıkarmıyorsun? Ben de onlara soruyorum siz söyleyin, neden çıkarmıyorum? Çünkü köyüme yirmi km. Uzaklıktaki Kızılcıkdere köyüne giden yeğenim İsmet, ikinci öğretmenlik yılına baba evinde  konuk olarak başladı. Öğretmen evinin yetişmesini bekleme sürecinde askere gitme yollarını arıyor. Öte yandan, Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenlerin köye atanmalarını, çalışmaların, geçinmelerini düzenleyen 3803 sayılı yasada verilecek toprak için sadece geçimini sağlayacak kadar toprak  verilir  koşulu var. Ahmet Emin Yalman bu yüz hatta iki yüz dönüm kesin hükümlerini neye dayanarak veriyor? İşte bunun için bu konu üstünde duruyorum. Ahmet Emin Yalman buraya geldiğinde kalkıp  yağlı ballı konuşanlar, arkadaşlarının yüz dönüm sulak tarlaları mı yoksa iki yüz dönüm kurak  tarla mı? aldığını sorabilirlerdi. Diyelim ki o zaman bu konu açılmamıştı. Öyleyse o unu kitabında yazdı. Söz konusu kitapta adları yazılı arkadaşlar, bu yakınlığa dayanarak daha sonra yazılı olarak sorma hakkını kullanabilirdi. Neden sormadılar? Soramazlar; bilirler ki karşılığı:

-Hava cıva yani ikisi de değil!” olacaktır.”

Yatınca da bir süre düşündüm, arkadaşların çoğu görünüşte çok kitap okuyor pozlarını takınıyorlar. Açıp, 3803 sayılı yasayı neden okumazlar? Hele Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un yazdığı Canlandırılacak Köy kitabını ağızlarından düşürmezler. Orada kesin kesin işi, çalışmayı ön plânda tuttuğunu görmüyorlar mı? Ara ara birileri; ”Biz köy Enstitüsünde şunu şunu yaptık!” diyor. İnanayım mı?

“Halep orada ise arşın burada!” demişler. ”Hodri meydan!

 

9  Kasım  1944  Perşembe

 

Uyandığımda konuşmalar duydum. Yahya Kemal adı geçince ilgilendim. Süleyman Karagöz’le üçüncü sınıftan İhsan Güvenç konuşuyordu. Önce hemşerimli sözler edildi, arkasından dersler soruldu. Süleyman Karagöz:

-Hamdi Keskin! deyince İhsan Güvenç bir “Aaaa!” dedikten sonra:

- “Zil, şal ve gül,  raksın bu bahçede raksın bütün hızı...

    Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı.. dedikten sonra:

- Endülüs’te Raksı okumuştur, onu çok sever! Süleyman Karagöz şiirle pek ilgili değil, susunca bir başkası “Okumadı!” diye karşılık verdi. İhsan Güvenç:

-İsteyin onu çok güzel okur! Ali Bayrak şiirin adını tekrarlattı:

-Endülüste Raks!

Endülüste Raks’ı ben de okumuştum ama, nedense üstünde durmamıştım.Şiir defterimde var. Derste söz konusu olacağını düşünerek hemen defterimi karıştırdım.

 

 

                                     Endülüs’te Raks

 

                     Zil,şal ve gül.Bu bahçede raksın bütün hızı

                     Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı

 

                     Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir

                    İspanya neşesiyle bu akşam bu zildedir.

 

                    Yelpaze çevrilir gibi birden dönüşleri,

                    İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri...

 

                   Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır;

                   İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.

 

                   Alnında halka halkadır aşüfte kakülü,

                   Göğsünde yosma Gırnata’nın en güzel gülü...

 

                   Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir;

                   İspanya varlığıyla bu akşam bu  güldedir.

 

                   Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi;

                   Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi...

 

                   Gül renkli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli..

                   Şeytan diyor ki, sarmalı, yüz kerre öpmeli...

 

                   Gözler kamaştıran şala, meftun eden güle,

                   Her kalbi dolduran zile, her sineden “Ole!”

                                                                                 Yahya Kemal Beyatlı

 

Şiiri bulup okudum ama kendimi haklı buldum; ben bu şiiri sevememiştim. Öncelikle bunu okuyamıyorum. Mahurdan Gazel, Mehlika Sultan hatta Vuslat  gibi  akıcı gelmiyor bana!

Kahvaltıda da şiirden, şarkıdan söz edildi. Radyoda okunan şarkılarla bizim söylediğimiz şarkılar karşılaştırıldı. Bizim şarkılarımız okul şarkısı oysa radyoda söylenenler çocuk sesine uymayan uzun havalı alaturka şarkılar. Hamiyet Yüceses, Şahane Gözleri,Safiye Ayla Sarı Kurdelemi, öteki şarkıcıların da farklı söyledikleri alaturka şarkılar var. Onlar bunları değişmeyen bir kurala göre değil, kendi se durumlarına göre söylüyor. Oysa okul şarkıları değişmez kurallara bağlı. Değişmez kuralı notalar sağlıyor. Bizim için en önemli fark da biz onları öğrendiğimiz armoni kurallarına göre çok sesli yapamayız. Çünkü onları bildiğimiz gam sıralamasına  uydurmamız söz konusu değil.

 

***

 

Yağmur kesildi, ancak fırtına denecek türden bir esinti var. Bizim salonun önü rüzgara açık. Ne taraftan gelinse salona dönerken ters bir esinti oluyor. Bunu bilenler başları açıksa bu dönüşü yaparken ellerini başlarına götürüyor. Özellikle uzun saçlılar bunu yapmazsa saçlarının şekli değişiveriyor. Saçlarının dağılmaması için çaba gösterenlerin başında Hamdi Keskin öğretmen gelmektedir. Çünkü onun saçları omuzlarına dökülecek uzunluktadır. Öyleyken çok düzgün tarar, saçının bir teli bile  ayrılmaz. Kapıdan girerken   esintiye en çok dikkat edenlerden biri Hamdi Keskin Öğretmen, bir eli  parmakları açılmış olarak ensesinde, başı eğik olarak kapıdan girdi. Salona irince başını doğrultunca güldü.

Hamdi Keskin Öğretmenin gülümsemesi, kuşkusuz, o rüzgar alaborasından saçının bozulmadan kurtulması  sevincindendi. Geçen  hafta doç. İbrahim Yasa’nın sözünü anımsadım.

-Birden çok insanın gireceği bir mekanı yapanlar, bir askılık düşünmemişse burada bir eksiklik var demektir! Bu eksiklik nedenleri ya da bu eksikliği göremeyenler için uygar ülkelerin üniversitelerinde doktora tezi konusu yapılıp geleceğin mimarları, mühendisleri uyarılıyor! demişti. Bence askılık değil, burada mimarlık eksik. ”Neredesin Sili Usta!” diyesim geldi ama sonradan başka olaylar anımsayıp bu kez de ben güldüm. Sili Usta ne yapsın? Sili Usta tüm gücüyle mimarların  planlarını uyguladı. Şimdi o planlar rafa kaldırılıp plana uygun binaların arasına yeni binalar yapılıyor. Kim yaptırıyor? Kim yaptıracak? Milli Eğitim Bakanlığının Sili Ustanın  başına amir olarak gönderdiği Mualla Eyuboğlu. Kim soracak ki, Mualla Eyuboğlu, buraya gelmeden önce bir tavuk kümesi planı çizdi mi? Ne demişler:

-Acemi nalbant  çoban  eşeği nallayarak ustalaşırmış!”

   Hamdi Keskin Öğretmen:

- Yahya Kemal Beyatlı’dan söz edince yanına biri getirilir. Ahmet Haşim!  Ali Bayrak canlanır gibi oldu, çevresine bakındı. Sanırım, soru soracağını arkadaşlarına söylemişti. Bakınışı ondandı. Doğrusu ben de  dersin bugün de Yahya Kemal Beyatlı üstünde geçeceğini sanıyordum.

Öğretmen gülümseyerek:

-Yahya Kemal Beyatlı ile Ahmet Haşim’in birlikte anılmasının genel bir anlayış durumuna getirilmesinin nedenini şiir anlayışı benzerliğinden değil ustalık benzerliğinden kaynaklandığını öne sürdü. Ortak noktalarından birinin ikisinin de aruz kalıplarını kullanmasının olmasına karşın aruz kalıplarının değişik biçimlerini kullandıklarını söyledi. Yahya Kemal Beyatlı’nın Eren Köyünde Bahar şiirinden bir bölüm okudu:

 

                                 “Her nâğmede duyduğum adındı,

                                   Şirin gibi hüsn ü âne ünvan,

                                   Bir sahile hem şerefti hem şân

                                   Çok kerre hayalimizde cânân

                                   Bir şî’ri hatırlatan kadındı......”

                                                          *

                                   Akşam Musikîsi şiirinden

 

                                   Kandilli’de eski bahçelerde

                                   Akşam kapanınca perde perde

                                   Bir hâtıra zevki var kederde

                                   Artık ne gelen ne beklen var

                                   Tenha yolun ortasında rüzgâr

                                   Teşrin yapraklarıyla oynar....

 

Yahya Kemal Beyatlı’dan aldığımız bu iki örnekle

Ahmet Haşim’den aşağıya aldığımız örnekleri karşılaştıralım.

 

                                            Karanfil

 

                              Yarin dudağından getirilmiş

                              Bir katre alevdir bu karanfil

                              Ruhum acısından bunu bildi

                              Düştükçe vurulmuş gibi yer yer

                              Kızgın kokusundan kelebekler

                              Gönlüm ona pervâne kesildi.

 

İkisi de arûz kalıbıyla yazılmış, Yahya Kemal Beyatlı Mef û lü mefâılün feûlün

Ahmet Haşim ise, mef û lü mefâîlü feûlün demiş, aralarında bir ses farkı var. Ancak  şiirler okunup üzerinde duruluğunda büyük ayrılıklar görülebiliyor. Bu küçük örneklerden sonra  da (Tüm şiirlerini karşılaştırınca büyük farklara karşın)  iki usta şairi bir arada  düşünürsek fazla bir benzerlik olmadığını söyleyebiliriz. Tek ve en güçlü benzerlikleri ikisi de usta şairler. Benzerlik şiirlerin de değil ustalıklarından. Ben  ilk öğretmenliğimden başlayarak bu benzerlikleri çok yalın örneklerle açıklamaya çalıştım. O örnekleri size de söyleye bilirim. İki usta ele alalım, bunlardan biri kuyucu ustası olsun. Şu yer derinliğine kazılıp temiz su çekilen kuyu yapıcısı. Ne yapar, on, yirmi   belki de kimi yüksek ya da kurak yerlerde otuz metre derinliğe inerek su bulup, çekilerek  gereksinimi olanları suya kavuşturur. Kuyunun toprakla dolmaması için  taş örer. Örülen taşlar yıllar, yıllar değil, yüz yıllarca  yerinde kalır. Bu işi yapan çoktur ama biz bu işin en ustasını düşünelim. Buna benzer bir ustalık daha vardır, belki bunun tersidir ama bir benzerlik kurulabilir; minare yapmak. Kuyu ustası ile minare ustası arasında nasılbir benzerlik kurabiliriz? İkisi de taş işler; biri taşın  dışa kayıp düşmemesine öteki de içeriye düşmemesine dikkat eder.  Bunları düşünerek Yahya Kemal Beyatlı ile Ahmet Haşim arasında bir ilgi kurabiliriz. Ben örnekleri çoğaltırım. Kara hayvanlarını avlayan avcılarla balıkçıları karşılaştırırım. Ayrı işleri yaparlar ama bunu yapanların   bir beceri üstünlüğü vardır. Sonuç olarak başarı noktalarında üst tepeye çıkmışların bir ortak yanı olur. El attığı işte başarısını son uca dek götürmek. İşte Yahya Kemal Beyatlı ile Ahmet Haşim’i bir birine yaklaştıran bu

benzerlik kurulabilir; minare yapmak. Kuyu ustası ile minare ustası arasında nasıl bir benzerlik kurabiliriz? İkisi de taş işler; biri taşın  dışa kayıp düşmemesine öteki de içeriye düşmemesine dikkat eder.  Bunları düşünerek Yahya Kemal Beyatlı ile Ahmet Haşim arasında bir ilgi kurabiliriz. Ben örnekleri çoğaltırım. Kara hayvanlarını avlayan avcılarla balıkçıları karşılaştırırım. Ayrı işleri yaparlar ama

 

 

                                                                            

 

Yahya  Kemal Beyatlı                                                Ahmet  Haşim

 

başarılarıdır. Az yukarda değindiğimiz örneklerde bir ses fark gösterdik Ancak bu çok yaklaştıkları noktadır. Ansızın Hamdi Keskin Öğretmen bana dönüp iki  parmaklarını piyano çalar gibi oynatarak sordu:

Siz bestecileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Beethoven’le Mozart,ya da  Mendelsshon’la Schumann, Tschaikovski  ile Griek  bir birlerini çağrıştırır, bu benzerlikleri soran olunca ne diyorsunuz? Ben:

- Şimdiye dek bir kişinin Mozart’la Beethoven için bunu sorduğunu, ben de Mozart’ın daha çok nota kullanarak melodileri yumuşattığını, Beethoven’in ise akorlara ağırlık vererek melodiyi sertleştirdiğini söyledim! deyince  Hamdi keskin Öğretmen arkadaşlara dönerek:

-Bakın, tüm sanatlarda, sanatçılarda belirli yakınlaşma vardır ama  o derece de ayrılıklar görülür. Öyleyse gelin  biz de şimdi hep birlikte genel bir karşılaştırma yapmak için  Ahmet Haşim’den başka örnekler okuyalım!

Hamdi Keskin Öğretmen bundan sonra Ahmet Haşim’in gençlik şiirlerinden Çöller; Hazan, Sensiz adlı oldukça ağdalı şiirlerinden okudu. Anlamadığımızı görünce gülümsedi:

-Bu kez de Yaşlı Ahmet Haşim’di dinleyelim deyip. Merdiven, Bir Günün Sonunda Arzu ,Bahçe, Süvari, Merdiven, O Belde şiirlerini okudu.

           

                                           Bir Günü Sonunda Arzu

 

                                       Yorgun gözümün halkalarında

                                       Güller gibi fecr oldu nümayan

                                       Güller gibi..sonsuz iri güller,

                                       Güller ki kamıştan daha nalan,

                                       Gün doğdu yazık, arkalarında!

 

                                        Altın kulelerinde yine kuşlar,

                                        Tekrarını ömrün eder ilan,

                                        Kuşlar mıdır onlar ki her akşam,

                                        Alemlerimizden sefer eyler?

                                        Akşam, yine akşam, yine akşam,

                                        Bir sırma kemerdir suya baksam;

                                        Akşam, yine akşam, yine akşam,

                                        Göllerde bu dem bir kamış olsam!

 

Vezin(Ölçü) Mefûlü   mefaîlü feûlün

                        .    -   . /   .    - - .  /  .  -   -

 

                                                             Bahçe

 

                                        Bir Acem bahçesi, bir seccâde;

                                        Dolduran havzı ateşten bâde...

                                        Ne kadar gamlı bu akşam vakti..

                                        Bakışın benzemiyor mutâ’de

 

                                         Gök yeşil, yer sarı, mercân dallar..

                                         Dalmış üstündeki kuşlar yâda..

                                         Bir bir zevk-i tahattür kaldı

                                         Bu sönen gölgelenen dünyâda!

 

Vezin (Ölçü) Fâilâtun (Feilâtün)   feilâtün   fâ’lün(felün)

                        . .  -   - /   . .  -   -  /  -    -

                                                             Süvâri

                                          Şu bakır zirvelerin ardından

                                          Bir süvâri geliyor kan rengi.

                                          Başlıyor şimdi melül akşamda

                                          Son ışıklarla bulutlar cengi..

Vezi(Ölçü) Fâilâtün(feilâtün feilâtün fe’lün

 

                                                       Merdiven

                             Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,

                             Eteklerinde güneş rendi bir yığın yaprak,

                             Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...

 

                             Sular saradı...yüzün  perde perde solmakta,

                             Kızıl havaları seyr et ki akşam olmakta...

 

                             Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller,

                             Durur alev gibi dallarda k anlı bülbüller,

                             Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

 

                             Bir lisân-ı hafididir ki ruha dolmakta,

                             Kızıl havaları seyr et ki akşam olmakta...

 

Vezin (ölçü) Mefâilün feilâtun mefâilün fe’lün

 

 

                                             O Belde

 

                                     Denizlerden

                                     Esen bu ince havâ saçlarında eğlensin.

                                     Bilsen

                                     Melâl-ı hasret ü gurbetle ufk-ı şâma bakan

                                     Bu gözlerinle,bu hüznünle sen ne dilbersin!

                                     Ne sen,

                                     Ne ben,

                                     Ne de hüsnünde toplana bu mesâ

                                     Ne de âlâm-ı fikre bir mersâ,

                                    Olan bu mai  deniz,

                                    Melâli anlamayan bu nesle âşinâ değiliz.

                                    Sana yalnız  bir ince taze kadın,

                                    Ban yalnız  eski bir budala

                                    Diyen  bu günkü beşer,

                                    Bu sefil iştihâ, bu kirli nazar,

                                    Bulamaz sende bende bir  ma’nâ,

                                    Ne bu akşamda bir gam-ı nermin,

                                    Ne de durgun  denizde bir muğber

                                    Lerze-yi istitar ü istiğna.

 

                                    Sen  ve ben

                                    Ve deniz

                                    Ve bu akşam ki lerzesiz,sessiz,

                                    Topluyor bu-yi ruhunu güyâ

                                    Uzak

                                    Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak,

                                    Bu nefy ü hicre müebbed  bu yerde mahkümuz...

                                                    O belde

                                    Durur menâtık-ı düşize-yi tahgayyülde;

                                    Mâi bir akşam

                                    Eder üstünde dâima ârâm;

                                    Eteklerinde deniz

                                    Döker ervaha bir sükun-ı menâm

                                    Kadınlar orda güzel,ince,sâf,leylidir;

                                    Hepsinin gözlerinde hüznün var,

                                    Hepsi hemşiredir veyahut yâr;

                                    Dilde tenvim-i ızdırabı bilir

                                    Dudaklarındaki giryendde buseler,yahut,

                                    O gözlerindeki nili süküt-ı istifhâm.

                                    Onların ruhu şâm-ı muğberden

                                    Mütekâsif menekşelerdendir ki

                                    Mütemâdi sükun u samtı arar;

                                    Şu’le yi bi-ziya-yı hüzn-ı kamer

                                    Mülteci sanki sâd ellerine,

                                    O kadar nâtuvan ki,âh onlar,

                                    Onların hüzn-i lâl ü müştereki,

                                    Sonra dalın mesâ, o hata deniz,

                                    Hepsi benzer o yerde birbirine....

                                    O belde

                                    Hangi bir kıt’a-yı muhayyelde?

                                    Hangi bir nehr-i dÜr ile mahdûd?

                                    Bir yalan yer midir,veya mevcûd?

                                    Fakat bulunmayacak bir melâz-ı hülya mı?

                                    Bilmem... yalnız

                                    Bildiğim sen ve ben ve mâi deniz

                                    Ve bu akşam ki eyliyor tehziz

                                    Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı

                                    Uzak

                                    Ve mâi gölgeli bir beldeden cûdâ kalarak,

                                    Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...

 

Vezin (Ölçü) Mefûlü mefâîlü feûlün+ziyade...Dizilişte:

 

                    Mef û lü me fâ  î lü  fe û lün

                    Mef û lü  me fâ î lü

                    Fe û lü n

                    Fe’lün(ziyade) şeklindedir.

 

Ders bitiminde öğretmen bir uyarıda bulundu:

-Ahmet Haşim, şiirde  söz nekesidir(Az ve öz söyler) ama nesirde bülbül kesilir. Onun  nesirlerinden zevk alacağını umuyorum, bir deneyin! deyip ayrıldı.

 

Not: Dersten sonra her zaman olduğu gibi O Belde şiirini de kendi olanaklarım içinde (Sonradan anladığım göre) konuştuğumuz günlük dile çevirmiştim. Yıllar sonra bir şiir söyleşisinde bundan söz edince çok değerli usta şair ağabeyimiz Behçet Kemal Çağlar, kendi yaptığı, (Usta şair Ahmet Haşim ruhu önünde eğilerek) bir bakıma yepyeni  bir  (Çeviri-yorum) O Belde’ şiirini  imzalayarak beni onurlandırmıştı. Her iki usta şairleri saygıyla anarak notlarım arasına iki O Belde ’yi de aldım.

 

                                                   

                                          

 

                                                  O Belde

 

                                            Denizlerden

                                            Esen

                                            Bu

                                            İnce hava saçlarında eğlensin..

                                            Bilsen ki

                                            Ayrılığın, özlemin tasasıyla

                                            Batıya dalıp giden

                                            Bu tedirgin gözlerle

                                            Sen ne kadar güzelsin..

                                            İşte: ne sen

                                            Ne de ben

                                            Ne de güzelliğinde birikip  duran akşam

                                            Ne de can tasasına

                                            Liman olmuş bu deniz

                                            Melâli anlamayan bir nesli dost biliriz..

                                            Bu çağda sana ancak ”bir ince taze kadın”

                                            Bana  yalnız” bir eski budala” diyen kişi

                                            Bu donuk  kirli bakış kavrayamaz bu işi..

                                            Bir anlam, bir tek anlam bulamaz sende, bende,

                                            Ne akşamın kararan yüzün de bir ince dert

                                            Ne şu durgun denizde bir dargın, bir lacivert

                                            Örtünme çabasında nazlanma ürpertisi...

                                            Burada sen, ben ve deniz

                                            Bir de akşam ki, sessiz,

                                            Kokular toplamaya çıkmıştır Has bahçemden,

                                            Uzak, mavi gölgeli

                                            Bir yerden ayrı düşen

                                            Bir göçebe, bir sürgün yaşantı içindeyiz..

                                            O şehir, çiçekleri-surların ötesinde,

                                            Uyanıkken görülen düşlerin  ülkesinde..

                                            Üstüne gerilmiş dam

                                            Gibi mavi bir akşam,

                                            Eteklerinde deniz

                                            Bir uyku sessizliği döker cana tertemiz.

                                            Kadınlar orda güzel, duru, ince, büyülü:

                                            Hepsinin gözlerinde senden kalma bir dert var..

                                            Hepsi ya kardeş ya yâr..

                                            Gönüldeki sızıyı bir anda alır gider-

                                            Dudaklarında açan ağlamaklı gülüşler,

                                            Gözlerin de soruya çevrilen parıltılar..

                                            Bütün o kadınların ruhu, dargın akşamdan-

                                            Toplanmış menekşeler

                                            Ki derin durgunlukta soluvermek kaygısı..

                                            Ayın üzüntüsünün ışıksız parıltısı

                                            Sığınır ellerine.

                                            Onlar öyle halsiz ki,

                                            Öyle ortaklaşa ki şaşkın üzüntüleri..

                                            Ah hepsi, hepsi benzer o yerde birbirine..

                                            O şehir ah o şehir,

                                            Neredir kim bilir?

                                            Kim bilecek o ili?

                                            Hangi masal suyuyla dört bir yanı çevrili?

                                            Bir yalan yer mi, yoksa, aslında var falan da,

                                            Gidilip bulunamaz belirli bir zamanda?

                                            Geçilemez suları, aşılamaz surları?..

                                            Bilmem  bütün bunları..

                                            Bir bildiğim var ancak:

                                            Sazımın tellerini, titreten akşam ve sen

                                            Şu, durgun, dargın derin mırıltılı su ve ben

                                            O uzak

                                            Mavi yerden koparak

                                            Burada, çetin, sonsuz

                                            Bir sürgüne mahkûmuz..

                                                                (Çeviri-Yorum, Behçet Kemal Çağlar)

 

İlk Almanca dersimizi yaptık. Doç. Niyazi Çıtakoğlu, geçen yıldan çok farlı davrandı. Kendisinin  de bizim gibi köy kökenli olduğu için bizi iyi anladığını, insanların konuşa konuşa bir birleri daha iyi tanıdığını anlattı. ”Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır!” sözünün bir köylü sözü olabileceğini, gerçekte yoksul olan köylülerin değerlerinin de küçük ölçekli olduğunu; o nedenle bir fincan kahveden söz edildiğini söyleyip güldü:

Kentliler söyleseydi bunu ya içki sofrasına, ya da  daha büyük bayram şölenine çevirirlerdi! dedi. İçimizde Almanca bilen, o nedenle oldukça rahat olan Sami Akıncı sordu:

-Kentlilerin buna benzer bir sözü olup olmadığını sordu. Öğretmen:

-Onlar yemesini bilir, sözle sazla pek ilgilenmezler! dedi. Arkasında da:

-Yok yok, sazla ilgilenirler; yalnız sazı başkalarına çaldırırlar! deyip güldü. Halil Basutçu parmak kaldırdı:

-Bol keseden yemek!” sözü hangi tarafın  olabilir? Öğretmen:

-Güzel bir soru, isterseniz biz bu konuşmamızı dersimize çevirelim; ben sizden bu tür sözleri seçip Almanca’ya çevirmenizi isteyeyim. Hem söz bulur hem de çeviri yapmaya alışırsınız.

Öğretmen bundan sonra elindeki bir kitaptan özlü sözler, bilmeceler okudu.

                                 Übung mact den  Meister                    

                            Hilf  dir selbst,so hilft dir Gott!

                       Der Apfel fallt nicht weit von Stamm!

Mit dem Hute i,n der Hand-Kommst du durch das ganze Land.

                             Rate ,Kind,ver bin ich wohl?

                             Vorne bin ich breit und hohl,

                             Hinten bin ich lang und schmal,

                             Helfe dir beim Mittagsmahl.

 

                    Der Frühling kommt,und ich erfreue dich.

                    Der sommer kommt,und ichj kühle dich.

                    Der Herb kommt, und ich ernahre dich.

                    Der Winter kommt,und ich warme dich.

                                          Wer  bin ich?

Benim payıma, Der Apfel faltt nicht weit von Stamm! düştü. "Elma dalından ırağa düşmez" diye çevirdim. Türkçe anlamını sordu. Çocuklar, anne-babalarına benzer! diye karşılık verdim. Bu kez de, bu sözün doğru olup olmadığını sordu. "Anasına bak kızını al!” sözü ile ilişkilendirmemi istedi. Sözlerin anlamdaşlığı üstünde durdum. Bu kez arkadaşlara soru yöneltti. Sonunda da kendisi sorusunu açıkladı:

-Öğretmen olarak bu sözü doğru bulamayız.  Doğru bulursak, öğretmenliğin meziyetlerini zedeleriz; öğretmen, çocukları, anne-babalarını düşünmeden öğretim ilkeleri içinde yetiştirir! deyip ellerini bir birine vurarak yüzümüze bakarken ders bitti.

  Doç. Niyazi Çıtakoğlu, ayrılırken de ”İyi yeni öğretim yılı, dileklerini tekrarladı.

Arkadaşlar, bir süre bakıştılar:

-Bir değişiklik var mı? sorusu soruldu. Sami Akıncı gülümsedi:

-İnsanlar, hep değişir arkadaşlar! Biz de değiştik ama ayırdında değil gibiyiz. Uzun bir süre bir birimizden ayrıldık, gene toplandık. Ayrı olduğumuz süreçte hepimiz başka başka olaylara tanık olduk. Onlar bizi, eskiye göre değiştirdi. Halil Basutçu yorum yaptı:

-Sami aşık olmuş! Halil Basutçu’ya baktım, aşık olmadan söz ediyor. Haklı, kendisi bunu iyi bilir; bir yıl önce sırılsıklam aşıktı.

Öğleden sonra ilk iki saat,Yeni arkadaşlarımız,kendi yörelerindeki türküleri, oyunları tanıttılar.Kastamonu/Gölköy yöresi Çıtırdak, Sepetçioğlu oyunları ilgi çekti.Bayram Bayrak konuştu. Malatya/Akçadağ yöresini Abdülkadir Ariç, Kars/Cılavuz yöresini Halise Sarıkaya, Kocaeli/Arifiye yöresini Ahmet Yol Eskişehir/Çifteler yöresini Naci Ön, Trakya Yöresini Doğan Güney tanıttı.

Son iki saat enstrüman çalışması yapıldı.

Alt odadaki piyanoda Chopin parçalarını  çalıştım. Bir parçaymış gibi aralıksız çalmak için  uygun bir, birbirine ekleme yapmaya çalışıyorum. Birilerine çalarken kısa kısa çalmak istemiyorum. Öylesini, biraz çocukça buluyorum Mozart varyasyonları gibi onları da birbirine bağlı çalarsam daha etkili olacağını düşünüyorum.

Yarın On Kasım, Sanat Tarihi ile Resim derslerimizin yapılmayacağını bildiğimden yemekten sonra kitaplığa gittim. Kızılçullu’dan bir grup baş başa vermiş konuşuyordu. Konu; Öğrenci Başkanlığı...Hüseyin Atmaca başkanlığı bırakmamalı! Seçim yapılırsa sayısal çoğunluk nasıl sağlanır. Geçen yıl çoğunluk onlardaydı. Ancak yeni gelen öğrencilerin sayısı kabarık. Kayseri/Pazarören, Kastamonu/Gölköy gibi birkaç kalabalık grupların kazanılması gerekiyor. O ,ikisi kazanılmış, Arifiye, Savaştepe onlarınmış. Sabri Taşkın, Kızılçullu grubundan yeni gelen Haşim Kanar, Muzaffer Kayhan, Niyazi Başkaya bu işleri kotarıyormuş. Muzaffer Kayhan’la Niyazı Başkaya  Denizli’li hemşerileri Hüseyin Atmaca için  çalışıyormuş.

Hüseyin Atmaca’dan ben de  hoşnudum ama, böylesi seçimle gelmesini de istemiyorum. Süleyman Alkan, Çifteler’den diye neden seçilmesin? Bir yıl o yaptı, bir yıl da öteki yapsa ne değişir? Çifteler çıkışlılar bir birini kayırıyor diye yakınılıyor. Oysa onları eleştirenler kendileri de  yakındıkları durumu sürdürüyor.

Yatınca da bir süre bunu düşündüm. On  Kasım’ı anımsayınca bu karışık işten sıyrıldım. On Kasım, benim için çok önemli iki zıt anımın dürülmüş yumağıdır. Atatürk acısı ile Edirne/Karaağaç’a gidişim, Trakya Köy Öğretmen Okulu’na kabul edilişimin sevinci bir arada yüreğime işledi. Öyle ki, yıllar sonra bile biri diğerini çağrıştırdığından yüreğim buruklaşıyor. Doğal olarak büyük Yas, sevincimi giderek küçük bir anıya dönüştürdü. Ne ilginç, benim gibi ikircil bir duruma ilçem Lüleburgaz da düştü. On  Kasım, Lüleburgaz’ın da kurtuluş günüydü. Büyük Yas’tan sonra başka bir güne kaydırıldı. Tüm Lüleburgazlılar bir dönem, böyle bir çelişik duygu yaşadılar.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ