Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

25 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Karşımıza Gerçekler Değil, Gerçek Dışı Söylemler Çıkıyor

 

18 Ağustos 1945 Cumartesi

 

Rahat bir gece geçirdim. Gülsüm evde, ablam oldukça rahat. Kahvaltıda bulunmasını istediğim bir şeyler olup olmadığını sordu. Ablama gerçeği söyledim, biz kahvaltılarda, öyle ahım şahım yiyecekler yiyemeyiz. Örneğin yumurtanın adı bile anılmaz. Hele süt, yağ, bal sözleri bizim ancak söylem olarak dilimizdedir. Ara ara pekmez olursa da bu, evde yediğim pekmezin gölgesi bile olamayacak bir karışıktır. Ablam hemen bir şişe hazırlığına kalkıştı. Kepirtepe’de iken öyle destekler yapıyorduk. Şimdi bunun gerekli olmadığımı ara sıra yakında yiyecek satan bir yer olduğunu; oradan bir şeyler aldığımı söyledim. Gerçeği olduğu gibi söylesem kesinlikle ablam inanmayacak. Eğer inandırsam korkarım şaşıracak! Her sabah, ılık yal gibi çayımsı bir su içtiğimize nasıl inandırırım? Hele yediğimiz peynirleri ablam evde bile tutmaz. Kimi konuşmalarda arkadaşlardan da duyarım:

-Köylüler ne yiyorlar ki? Soğan, sarımsak! deyip geçerler. Öylesi de vardır belki! Ancak öyle olmayanları görmezden gelmek de yanıltıcı bence. Türkiye’de kırk bin köyden söz ediliyor, öylesi de bulunur böylesi de!

Ablam sormadan edemedi:

-Damadımızı gördün, bir şey demedin, Gülsüm’ün en yakını sensin, senin düşüncen bizim için önemli!

Ablamın tavrından pek hoşnut olmadığını sezdim. Ancak iş işten geçmiş, çocuk içerde, sesini duya duya, “Yanlış bir iş yapmışsınız!” mı diyeceğim? Ablam, babamın sessiz kaldığını, bu sessizliğinden hoşnut olmadığı anlamı çıkardıklarını anlattı. Sezdiğime göre ablam da hoşnut değil ama, Ali Ağabeyimin karşısına çıkamadığı belli; duramadı anlattı:

-Ahmet’in babası bizim köylüdür. Dedeahmetlerin büyük oğlu Ali Ağabeyinin çocukluk, delikanlılık arkadaşı. O evlendiğinde Ali Ağabeyin sağdıcı imiş. Ancak eşi evlendiğinden bir süre sonra ölmüş. Eşinin genç yaşında ölümüne üzülen Dedeahmet Veli, ikinci bir eş alma yerine iç güveyisi olarak Kızılcıkdere’ye gitmiş. Köyden ayrılmasına karşın Ali Ağabeyinle arkadaşlıkları hep sürmüş. İşte bu arkadaşlık nedeniyle Ali Ağabeyin, baba olarak ağırlığını koydu. Bunu anlayınca babam iyice kendini geri çekti, ad konmasında bile çekimser kaldı.

Bunu duyunca rahatladım:

-Babamın çekimser kaldığı bir olayda benim de çekimser kalmam normal bir durum, siz hoşnut oldukça ben de hoşnut sayılırım, önemli olan Gülsüm’ün mutluluğu!

Ablamın gözleri yaşardı, derin bir soluktan sonra:

-Köylük yerlerde kadınlara kim sorar mutluluğu? Ne desin kızcağızım, boynunu büktü, oturdu.

Besbelli ki herkesin gönlü alınarak değil, alınmaya bile gerek görülmeden yapılmış bir iş! Buna karşın damat, genel durumu sezip ona göre davranırsa bu kuşkulu bekleyişi ortadan kaldırıp, sıcak bir aile havası estirebilir.

Kahvaltı edip kahveye indim, babamın bu konudaki düşüncesini merak ettim ama konuyu ben açıp konuşamam; olmuş bitmiş bir olayı benim kurcalamam doğru olmaz. Ben böyle düşünürken babam, kahve olmayışından yakınarak:

-Kırk yıllık kahveciyim, burasını herkes Kahve olarak belledi, gelenlere bir kahve verememenin rahatsızlığını duyuyorum. Birilerinin yaptığı gibi, arpa ya da çavdar kavurup kahve olarak vermeyi de içim götürmüyor. En iyisi kasabalarda yaptıkları gibi levhayı değiştirip Çayhane diyelim!

Babamın kendi dünyasında yaşadığını duyumsayıp sevindim. Nasıl bir rastlantıysa az sonra Damat geldi, babama bir isteyip istemediğinin olup olmadığını sordu. Babam:

-Çayım taze, iyi gelir deyip Damat’a çay verdi. İzin günlerini konuştular. Damat demetleri taşıyıp öyle gideceğini söyledi. Onların böyle ben yokmuşum dibi konuşmaları hoşuma gitti, söz arasına girip şimdi nerelerden demet taşıdığını sordum. “Çeşmedere’den” deyince gitmek istediğimi söyledim, Damat çok hoşnut oldu. Kalkıp birlikte Çeşmedere’ye gittik. Yapılan işi bildiğimden bir zorluk çekmedim. Böylece Damat’la bir yakınlık kurmuş oldum. Buna benim kadar, belki de benden de çok, Gülsüm’le Ablam sevindi. Özellikle Gülsüm, daha güleç bir tavır takındı, Zülfü kucağında yanıma geldi. Damat’ın kişiliği hakkında, kendimde söz söyleme hakkı zaten bulamıyordum. Ben, olayı önce başka bakımdan yadırgamıştım. Neden Damat? Neden başka köyden damat getirilsin? Belki Gülsüm’ün köyden biri için bir seçkisi vardı? Bunları bir kenara itip, evdekilerin uyum derecesine yaklaşmayı yeğledim; bunu şimdilik başardım da!

Paydos edince yatağıma uzanıp Emil’i aldım. Tam da yerine gelmişim, Rousseau, insanın benlik duygusundan söz ediyor. Benlik duygusu nedir? Tüm insanlarda bir benlik duygu kesinlikle var. Ancak onlar bunu değerlendirebiliyor mu? Her insan bu duyguyu içinde yaşatıyor ama dışarıya karşı bunu koruyabiliyor mu? Bunca yıldır öğrenci olarak okullardayım, belleğimi yokluyorum, bu duygu üstüne hiç söz edildi mi? Ben bunun ayırdında oldum, zaman zaman da bu duygumu korumaya çalıştım. Ancak böyle durumlarda çevremdekiler beni hep yalnız bıraktı. Benlik duygumu korumaya kalkışımı bencillikle suçladılar. Gördüm ki, çevremdekiler, bilerek ya da bilmeyerek benlikle, bencilliği karıştırıyorlardı. Öyle inandıkları için onlara bunu bir türlü anlatamıyordum. Kimi konularda, arkadaşlarımla gene böyle bir sorunum sürmektedir. Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde öğrenciyken Beden Eğitimi derslerimize bir subay eşi geliyordu. Kendisi Lüleburgaz’da oturuyordu. Dersi olduğu günler okula, öteki öğretmenler gibi okulun kamyonu ile geliyordu. Soğuk, yağmurlu kısaca sıkıntılı bir yolculuktan sonra derse gelen öğretmen, öteki günlerden çok farklı oluyor, hoşnutsuzluğunu gizlenemeyecek ölçüde bizlere yansıtıyordu. Bir gün bu tavrını o denli açığa vurdu ki, tüm arkadaşların benim gibi düşüneceğini sanmıştım. Öğretmen:

-Sizinle bu Allah’ın kırında uğraşmak zorunda mıyım? diye paylamıştı. Kepirtepe, adı üstünde kepir, yağışlı havalarda yürünemeyecek ölçüde çamur oluyordu. Bizi düdük elinde sözde çamursuz yerlerde koşturuyordu ama gene de çamura bulanıyorduk. Derse başlarken tatlı dilli olan öğretmenimiz, ders ilerledikçe sertleşip ufak tefek kusurlardan bizi ummadığımız sertlikle paylıyor, beklemediğimiz sevimsiz sözler söylüyordu. Gene böyle az önce değindiğim sözü edince:

-Öğretmenim, buraya biz de isteyerek gelmedik, güzel bir okulumuz vardı, bizi oradan Savaş nedeniyle ettiklerini söylediler. Üstelik sevdiğimiz yuvamızı elimizden askerler almıştı. Siz de bir asker eşisiniz, geldiniz bizi burada olduğumuz için paylıyorsunuz! deyince öğretmen:

- Ya, ne dememi bekliyordun? Deyince ben de:

-Bizi suçlayacağınıza kendi şansınıza küsün! deyivermiştim. Bu sözüm üzerine öğretmen bana küstü, oldukça sert davrandığı oldu. Ben öğretmeni haksız gördüm ama hak da verdim, çünkü ona karşı gelmiştim. Benim şaştığım, arkadaşlarımın beni kınaması. Öğretmenin öyle davranmasını bana yükleyip zaman zaman bu tekrarlamalarıydı:

-Sen öğretmene öyle demeseydin, o bize böyle davranmayacaktı! Boş yere sordum durdum:

-Ben o sözü niçin demiştim? Soruma karşılık verilmediği gibi bu tür toplu paylanmalarda da hiçbir zaman tepki gösteren olmadı. Ben bu tür tepkilerimi başka olaylarda da gösterdim. Arkadaşlar benim davranışlarımı bencilliğime bağlayıp kendilerini avuttular. Söz konusu ders yılı sonunda benim notum, onların biri ikisi dışında hepsinden yüksek olduğu gibi okulu bitirdiğimizde ise 29 arkadaş içinde yalnız ben Pekiyi derece ile diploma aldım. İşin bir başka ilginç yanı, bizden sonra Millî Eğitim Bakanlığı, Köy Enstitüleri’ni bitirenlerin diplomalarına orta-iyi-pekiyi yazılması yerine geçer not almıştır! yazdırdığı için Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü bitiren tek Pekiyi dereceli diploma sahibi ben oldum.

Bireysel olarak bu durumdan mutluluk duymama karşın, bu duyarlığı gösteremeyen arkadaşları düşünerek üzülüyorum. Onlar neden tepkisizliği seçiyorlar? Kendi aramızda konuşurken her biri aslan kesilmesine karşın uygun bir an yakalayıp niçin, neden, nasıl? sorulamaz mı? Sorulamazsa niçin sorulamazın da bir karşılığı olmalı! Olmalı değil, var.

-Tek tek görülen bireyler toplumu oluşturuyor. Böylesi bir toplum katmanında bireyin benlik duygusuna saygı duyulur mu?

Gülsüm’ün oluru alınmadan bir yabancıyla evlendirilmesi olayının benlik duygusuna ters düşmesi de bundan. Bu olaydaki gerekçeye bakılınca, bireyin benlik duygusu görmezden gelinmektedir. Neymiş efendim, kız çocuklar evlenmekte söz sahibi değilmiş. Buna kalkışanlar anne-babaya saygısızlık ediyormuş. Rousseau bunu duysa çıldırırdı. Açık açık Rousseau’nun dediklerine ters duran bir toplum içindeyiz. Öyleyse bu toplumun genel kültürü de Rousseau’ya karşıdır. Bu konu salt kız çocuklar için bile ele alınsa büyük bir aykırılık ortaya çıkmaktadır. Okullarımızda sanat değeri olduğu öne sürülerek okutulan Edebiyat Derslerinde köşelere oturtulan büyük yazar ya da şairlerimizin eserlerine bakacak olursak bunun çok eskilere dayandığını görürüz. Örneğin Ali Şîr Nevaî, Fuzuî gibi ünlü şairlerin anlattığı Leyla ile Mecnun olayı buna bir örnektir. Burada Leylâ suskundur. Bu suskunluğu yüz yıllardır halk trajik bir olay olarak anlatır da böyle bir benlik dramının önlenmesi için bir girişimde bulunmaz. Öte yandan halkımız kendisi de Ferhat ile Şirin, Arzu ile Kamber, Aslı ile Kerem söylencelerinde aynı umursamazlığı sürdürüp gider. Dilediği kadar onurlu, şansının verdiği ölçüsünde tutarlı da olsa kızlar, esir pazarlarında satılan bahtsız cinsdeşlerinden farksız olarak gönüllerini mühürleyenlerin buyruklarına uyup yaşamlarını karartırlar. Bunların doğurdukları çocuklar nasıl olur? Böylesi boynu bükük bir anne çocuğuna ilk yaşam dersini nasıl verecektir? Rousseau özellikle insanda en önemli duygunun kendine karşı güven, dolaylı olarak da kişinin kendini sevmesi diyor. Buna bireyin kişilik özelliği de diyebiliriz. Kişiliği yaşam boyu yaşayacağı en doğal seçme hakkı olan eşini seçme de elinden alınırsa o insanda benlik kalır mı? Benliksiz ya da benliği daha yaşamının başında zedelenmiş insanlardan kendi çocuklarını benlik sahibi yapması istenebilir mi? Toplumumuzun, öteki toplumlardan, geri kalmışlığının nedenleri arasında bu yanının olabileceği düşünülmüyor mu yoksa bu bile düşünülemiyor mu? İçinde yetiştiğim Köy Enstitüleri’nde bu konuda bir kıpırdanma göremediğimi üzülerek söylemek zorundayım. Çalıştığı dikiş atölyesinde, yeteneğinin geliştirdiği ölçüde kendine giysi hazırlayıp giyemeyen Köy Enstitüleri’nde yetişen geleceğin annelerinin kendi çocuklarında bu konuya bakış açısı nasıl olacaktır? Kendisi, 18-19 yaşlarını asker abaları içinde geçirmiş bir anne, Konservatuvar’a ya da Güzel Sanatlar Akademisi’ne devam eden o yaşlardaki kızının giyimini nasıl karşılayacaktır? Özellikle kız çocuklarının tarih boyunca dikkate alınmadığı, salt bizim ülkemizde değil öteki ülkelerde de önemsenmediği hep bilinmektedir. Elimizde yazılı belgelere geçmiş Eski Yunan Mitolojisine dayanan birçok öyküde bu tür olaylar görülmektedir. Tek başına bir kahramanlık yapan yiğide Kral, kızının fikrini sormadan verebilmektedir.

Örneğin, Friedrich Schiller’den dilimize Dalgıç adıyla dr. Burhanettin Batıman tarafından çevrilen Balat buna güzel bir örnektir. Kral, her zamanki kaprisleri içinde dolaşırken bir gün, deniz kıyısında, oldukça yüksek bir yerden aşağıdaki dalgaları bir süre izledikten sonra bir altın kupayı aşağıya atar. Dalgalar, düşer düşmez kupayı yutar. Ancak kralın niyeti kupanın yutulmasından çok, çevresindekilerin cesaretlerini denemektir. Ellerini şaplatıp sorar:

-İçinizde bir yiğit varsa, atlasın o kupayı bana getirsin, bunu yapana büyük bahşişler vereceğim. Kralın çevresindeki dalkavuklar hep susar. Kral, buyruğunu tekrarlar. Bu kez kralın şövalyelerinden değil de halktan bir yiğit çıkar, dalgalara karışıp kaybolur. Tüm gözleyenleri bir korku bir heyecan sarmıştır. Bir süre sonra yiğit kupa elinde çıkar gelir. Yiğit alkışlanır. Ancak Kral hoşnut olmamıştır, gençten neler gördüğünü sorar, yiğit gördüklerini bir bir anlattıktan sonra:

 

 “Kayalara tutunmuş, korkuyla biliyordum
 Kimseden bir yardım yok, denizlerin dibinde
 Hortlaklarla beraber ben tek canlı mahluktum
 Yapa yalnız bu korkunç yalnızlığın içinde
 Çıt yok, insan sesi yok; bu hazin derinlikte
 Issızlıkta bir bendim, ejderlerle birlikte
 
 Ürpermiş düşünürken- sürünüp geldi biri
 Yüz kolunu hep birden oynatıp gere gere,
 Beni yutmak isterken… korkuyla deli gibi,
 Sarıldığım mercanı koyuverdim birdenbire,
 Anafor beni hemen korkunç bir hızla sardı,
 Yukarıya fırlattı, hayatımı kurtardı.
 
 Kral bunu duyunca hayrete kapılarak,
 Der: “Kupayı kazandın, sulara atılarak;
 Şu değerli yüzük de senin malın olacak,
 Ne enfes mücevherler, taşlarla süslü bir bak!
 Şayet bir daha dalıp haberler getirirsen,
 Denizin en dibinde olanlardan bana sen! ,,
 
 Yumuşak kalpli kızı duyunca bunu birden,
 Gönül alan sözlerle yalvardı babasına:
 “Baba, artık bu korkunç oyunu bırak lütfen!
 Kimsenin yapmadığını yaptı gösterdi sana.
 Kalbindeki isteği yenemiyorsan eğer,
 Onu mahcup etsinler bu sefer Şövalyeler!,,
 
 Kral bunun üstüne hemen kupayı kapar
 Anaforun içine fırlatarak ansızın,
 Bunu getirip bana verebilirsen tekrar
 En üstün, en değerli şövalyem olacaksın!
 Kızım da hemen bugün eşin olacak senin,
 Senin için yalvaran ağızı öpeceksin! ,,

 

Kötü krallığı bir yana kötü bir baba örneği… Bunlar, yüz yıllar boyu insanlık soyunun yönünü çarpıtmış, günümüzdeki duruma getirmiştir.

Kral kızlarının bile seçim hakkı yoktur. Oysa kutsal kitaplarda Havva-Adem ikilisinin Tanrı buyruğu ile birlikte insan türünü var ettiği anlatılır, Camilerde Hocalar, Kiliselerde papazlar, Havralarda Hahamlar, bunları gece gündüz halklara anlatır. Tanrı Adem’le Havva’yı hoş görmüş ama nedense (!?) sonraları, insanlar Paris’i seven Helena için Truva’yı yerle bir ettirmiş (!?) Bu bile insanlar için ibret alınacak bir olaydır. Bizim tarihimizde; 14 yaşında Osmanlı Padişah’ı yapılan 1.Ahmet, tahta çıkar çıkmaz 30, 40 cariye seçerken kızı Ayşe Sultan seçim yapmak şöyle dursun 6-7 kadar dedesi yaşındaki turşulaşmış fanilerle gerdeğe sokulmuştur. O günlerde bunu çaresizlikten kabullendiği sanılan halkın uzantıları olan bu günkü torunları, bunu günümüzde de hoş görüyorsa burada önemli bir sorun var demektir. Çünkü uygar toplulukların da geçmişinde bu tür olaylar olsa bile günümüze gelene dek bunlar yok edilmiştir. İşte bu açıdan Rousseau’nun görüşleri bizim ülkemizde önem kazanmaktadır. Köy Enstitüleri’nde Rousseau’nun çocuk eğitimi üstüne öne sürdüğü gerçek düşünceler kavratılırsa, orada yetişen öğretmenler, bu düşünceler doğrultusunda tarih boyunca saptırılmış, bozuk düzen çocuk yetiştirme yöntemlerini tarihe gömüp, halkımızı gaflet uykusundan uyandırır, eğitimimizi de uygar ülkelerin düzeyine çıkarabilir.

 *

Dışardaki tıkırtılar kesildi, sanırım herkes uyudu, ışığımı söndürüp ben de yattım. Yatınca kesin karar verdim, yarın Damatla birlikte çalışacağım. Yapılacak işler çok kolay, demetleri alıp arabaya atmak! Gülsüm’ün yaptığını neden yapamayayım?

 

19 Ağustos 1945 Pazar

 

Ufak bir tıkırtıda uyandım. Damat atları, hazırlıyor. Giyinip dışarı çıktım. Ablam geldi, sordu:

- Rahatsız mı oldun? Rahatsız olmadığımı, bugün biraz değişiklik yapmak istediğimi söyleyip arabaya yöneldim. Damat’a sordum:

-Gidilecek yerden ne zaman dönülür? Bir, bir buçuk saat sonra! Öyleyse gelince kahvaltı edebilirim! deyip arabaya oturdum. Zaten Zülfü avazı çıktığı kadar bağırıyordu, Gülsüm de bir türlü bırakıp gelemiyordu besbelli. Damat kırbacı şaklattı. Büyük Tarla anlamında adı Büyük Hisse olan yere gittik. Köyün hemen yakınında bir yer. Buğday tarlalarından biri, bu yıl da buğday ekilmiş. Başaklar dolu dolu. Ahmet Muhip Dıranas’ın şiirini anımsadım, Fahriye Abla!

 

“Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı
 Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı!,,

 

Buradaki benzetmeye takıldım, boyun başakla uyumu için sanırım, başağa kalkmış, henüz kesilmemiş buğdayı anlatmak istiyor. Başaklara baktım, dolu dolu. Başaklara okşarca bakışımı gören Damat:

-Bu yıl ürünler çok iyi! dedi. Bir saat bile dolmadan döndük. Kahvaltı edip işi sürdürdük. Bugün için dört sefer düşünen Damat, beşinci gidişimizde o tarlanın işini bitirdiğimizi, bunun büyük bir başarı olduğunu söyledi. Akşama daha uzunca bir zaman vardı. Biber sulama görevimi söyleyince, Damat onu da üslendi. Ayrıca bugün karpuz toplama günüymüş, Pazarcı Salim Amca, karpuzları pazar akşamından Lüleburgaz’a götürüyormuş, o nedenle Damat’ın işi uzayabilirmiş.

Onlar böyle deyince, ben de yatağıma uzanıp Emil’i okumayı sürdürdüm. Rousseau’nun sevmek üstüne sözlerini dikkatle okudum. Ona göre sevmek, kişiye özgü bir duygu. Öyle ki bu duygu gelip geçici olmadığı gibi çok yaşamsal bir boyutu da var. Kişinin kendini sevmesi, başarılı olmasının en büyük desteği. Kendini sevmek güven duygusunu pekiştirmektedir. Ayrıca, kendini seven kişi, yakınlarını da sever. Çünkü sevgi paylaşım isteyen bir duygudur. Rousseau buna örnek olarak Roma Mitolojisinden örnek verir. Bilindiği gibi Roma, İ.Ö. 753 yılında Romus-Romulüs kardeşler tarafından kurulmuştur. Romus-Romulüs kardeşler daha meme emme çağında annesiz kalmış ikizlerdir. Onları bir kurt (sütüyle) büyütmüştür. Bunlardan uzun yaşayanı Romulüs kurdu gerçek bir anne gibi sevmiştir. Rousseau bunu örnek göstererek, çocuğun önce kendini sevmesi sonra da bu sevgiyi yakındakilere yansıtmasını doğal bulur. İşte bu doğal eğilimi, yetişkinlerin saptırmamasını salık verir. Bu saptırma nasıl olur? Rousseau’ya göre bu, yapay, uydurma, çocuğun doğal mantık gelişimine ters düşen inançların ona zorla benimsetilmesiyle olmaktadır. Örneğin dinsel yaptırımlar. Çocuklar masal sever diye bir inanç yayılmış, kimse sormuyor hangi masallar? diye. Uydur uydur söyle! Cinler, periler, şeytanlar 4-5- yaş çocuklarına anlatılmaktadır. O yaştaki çocuğun şeytana ne gereksinimi olur ki? Oysa Rousseau şeytandan geçtik La Fontaine’i bile okutmakta sakınca buluyor.

La Fontaine’nin kurnaz tilkisi, ya da aptal kargası çocuğun dupduru dünyasını olumsuz etkileyebilir. Çocuk yaşama, çevresini gözetleyerek girmektedir. Kendi görüp seçeceğine karışıp onu yanıltmak yaşam boyu düzeltemeyeceği bir yanlış olabilir.

Rousseau haklı olarak kendi yaşadığı dönemin, özellikle Fransa’da o günlerin aile yaşamı ile o dönemde çocuk eğitiminin özelliklerini anlatmaktadır. O dönemler Fransa’da bir süt anne, bir özel çocuk bakıcılık anlayışı benimsenmiş, yaygın olarak özellikle kentlerde, varsıl aileler, çocuklarını bu yolda yetiştirmektedir. İşte Rousseau’yu bunun karşısında olup, sakıncalarını sergilemektedir. Olaya salt bu açıdan bakarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Önemli olan Rousseau’nun çocuk yetiştirme konusunda değindiği noktaların göz önünde tutulmasıdır. Örneğin Rousseau, sözde kendi çocuğu Emil’i yetiştirdiğini söylüyor ama bu arada genellikle çocuk yetiştiricilerinin bilmesi gereken çok önemli bilgileri de ortaya getiriyor. Emil’de sıralanan bu bilgiler:

Kadınların en kuvvetli silahları zaaflarıdır. Kadınlarda sadelik. Kadınların zekâ, Kadın ve Güzel Sanatlar, Kız çocukların erkeklerden daha kurnaz oluşu, Kadının en önemli meziyeti, Kadının kocasına inanı, Bebek, Ispartalı kadınlar, Manastırların, baba evinden daha iyi kız çocuklarını eğitme nedenleri, Kadın eğitiminde bedenin önemi, Kadın eğitiminde erkeğe görelik korunmalı, Kadınla erkek, eşit koşullarla eğitilemez, Kadın hem anne hem de asker olamaz. Gençlik karmaşasının başı ile sonu, Sophi ya da Kadın. Kadının saltanatı, Yönetim Merkezleri, benzerlikleri. Hükümet şekilleri, Hükümetlerin görevleri, Devlet sözünün gerçek anlamı, Kanunlar kişilere göre değişmez, Kuvvet Hakkı bir söz oyunudur! Doğa hakkının ölçüsü! Esaret hakkı olamaz, Toplumsal anlaşma uygar insanlar arasında olur. Manevi birliğini kuramayan toplumlarda anlaşma olamaz!

gibi daha birçok başlık altında tüm insanlığı uyarmaya çalışmıştır. Bu genel bilgileri her anne babanın bilmesi oldukça güçtür. Ancak yaşam uğraşını çocuk eğitimi alanına ayıran öğretmenlerin bunları bilmesi kesin kes gereklidir. Psikoloji derslerimizde ucundan ucundan değindiğimiz okullarda başarı durumlarının saptanması konusunda Fransa’da Binet-Simon ikilisinin başlattığı yeni bir sınav yöntemi (çok sorulu) tüm uygar ülkelerde benimsenmiş, bilindiği gibi daha 1915 yılında Avrupa’da savaşacak askerler için bile bir ölçü kabul edilmiştir. Demek oluyor ki insanlar yetişkin olduğunda bile farklıdırlar. İşte Rousseau bunun yeni doğan çocuklarda bile, hiç değilse doğumdan sonraki gelişmelerde özellikle de bulüğ çağında kesinlikle olduğunu savunmaktadır. Öğretmenliği seçen insanların, şimdilerde bir çoğunun yaptığı gibi, “Şunlar şunlar varmış, Rousseau bunu demiş, Pestalozzi bunu yapmış” masallarıyla çocuk eğitimi konusu savsaklanmamalı, öğretmenler Emil’i, Rousseau’nun gerçek amacının ne olduğunu öğrenmek için okumalıdır. Bunları yazarken, kendi derslerimizi anımsadım, konuşmalar arasında özellikle Yunus Kazım Köni, İbrahim Yasa öğretmenlerin derslerinde, kimi kez de Okul Müdürü Rauf İnan’ın yaptığı konuşmalarda Rousseau’nun adı geçince ortaya sürülen fikri ıskalayarak:

-Biz kendimiz, kendi Rousseau’muzu yetiştireceğiz! demelerini anımsadım. Veli Demiröz, Numan Köseoğlu, Kadir Aytekin gibi koyu Çiftelerli ve de Rauf İnan hayranlarının Rousseau’nun iki satırlık bir yazı parçasını okuduğunu sanmıyorum. Onlar bir yana okuduğunu sık sık söyleyen Rauf İnan’ın da okumadığını biliyorum. Çünkü bir konuşmasında, Köy Enstitülerindeki müzik etkinlikleri överken şunu söylemişti:

-Biz Köy Enstitülerinde, neşeyi, eğlenceyi, okumayı birleştirdik, bilgiyi, şarkılarla türkülerle birlikte veriyoruz. Gelmiş geçmiş hiçbir pedagog müzikle ilgilenmemiştir!” demişti. O zaman daha ben bu söze takılmış, kalkıp söyleyememiştim ama, konuştuğum arkadaşlara, Rousseau’nun nota yazarak gelir sağladığını, şarkılar bestelediğini, operası olduğunu, üstüne üstlük Rousseau’nun çağdaşı olan ünlü besteci Rameau ile işbirliği ettiğini, Fransız Müziği üstüne yazılı tartışmalar yaptıklarını söylemiştim.

 

Jean Philippe Rameau

Rousseau bunu İtiraflar’ında uzun uzun anlatır. Hattâ kendi buluşu olan (o zamana göre) yeni nota sistemini Rameau’ya gösterdiğinde Rameau’nun çok beğendiğini söyler ama, konser olayında zorluklar nedeniyle, uygulamada tepkilerle karşılanacağı uyarısı yaptığını da sözlerine ekler. Tüm bunlar ortalıkta dururken, gelmiş geçmiş pedagogların, eğitimde müzik kullanmadığı nasıl söylenir? Pedagoglar söylemeseydi, dünyayı sarmış bunca çocuk şarkısı bestelenir miydi?

Böyle boş konuşanlara kimse hesap sormuyor mu? Okullarımızda öğrencilerin söylediği şarkıların kaçı bizim bestecilerimizce bestelenmiştir? Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun bir marşı bile yokmuş, İstiklal Marşı, Kurtuluş Savaşımızın simgesi. Kendi kendimi kışkırtarak bir süre savunma yaptım. Pişman değilim, bu konularda ileriki yıllarda çıkacak tartışmalara iyi hazırlanmam için bu tür kışkırtmaların yararlı olduğunu Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen sık sık söyler:

-Benim en beğendiğim tartışmam, kendi kendimle yaptıklarımdır; çünkü bu zaman çok özgürümdür, beğenmediğim sözümü rahatça geri çekip yenisini söylerim. Başkalarıyla yapılan tartışmalarda bu özgürlüğüm olmadığından, onlardan çekinirim. İsterseniz bunu siz de deneyin, belki seversiniz! der. Bu aslında bize dolaylı bir öğüt, kendisini öne sürerek daha etkili oluyor. Sanırım ben bu öğüdü iyice benimsemişim! Gülümseyerek gözlerimi kapadım.

 

20 Ağustos 1945 Pazartesi

 

Geç kalktım. Kalkınca da üzüldüm; demet taşıyacaktık, damatla öyle kavlimiz vardı. Demet için gene Gülsüm’ün gitmiş olacağını var sayarak:

-Zülfü gene annesiz kaldı! deyip, odadan çıktım. Damat, evin önündeki varlıkta bir işler yapıyor. İçimden geçirdim:

-Beni uyandırmamak için demet çekmeyi geciktirmiş! Kendimi suçlarken olay açıklandı, bugün Pazartesi Ali Ağabeyim atları alıp Lüleburgaz’a gitmiş. O nedenle bugün demet çekmek yokmuş. Damat’a takıldım:

-Tam çalışmaya heveslenmiştim! Damat, kurnazca:

-Üzülme, yapacak başka işimiz de var, kahvaltını edince gideriz!

Kahvaltı ettikten sonra işi öğrendim:

-Harman hazırlığı, demetleri yığıldığı yerin ortasındaki otlar, kökleri kaldırılıp ıslanacak. Harman eskiden evin arkasındaki Arpalık dediğimiz yerde yapılıyordu. Savrulan samanların evi kirlettiği öne sürülüp, dere boyunda yeni bir yer seçilmiş. Düz, derenin hemen bitişiğindeymiş. Ancak, güçlü bir toprak üstü olduğunda geçen bir yıl içinde köklü bitkiler çıkmış, onlar kesilip ıslanacakmış. Damat araç olarak iki çepinle bir tırmık bir de küçük, saplı sepet hazırlamış, onları alıp kahvenin önünde az durup babama uğradım. Babamın suları varmış (Damat erkenden o işi yapmış) Konuşa konuşa harman yerine indik. Bizim gibi harman hazırlığı yapan başkaları da varmış. Dayı dediğim Yoluç Hasan, görünce geldi. Bir süre konuştuk.

Çalışmaya başladığımızda Damat, önce bir sınır çizdi, “buradan buraya” deyince baktım, çizilen sınır, yuvarlak, değil söbümsü (elips) bir şekil. Soracağım tuttu:

-Harmanlar, çoğunlukla bir daire olmaz mı? Damat, umursamadan:

-Biliyorum, biz de okulda okumuştuk! dedi. Üstelemedim, bir süre sonra bir başka konu konuşulurken ne olduysa Damat gene:

-Biliyorum! deyince, dikkatim takıldı, bu, biliyorum tik türü dil pesendi mi yoksa! Babamın anlattığı harmanlardan birini anımsadım, Romanya’nın Tuna kıyısındaki bol ürünlü Köstence’de, tarlanın ortasına bir kazık çakıp atların başlarındaki ipleri kazığa bağlayarak kırbacı şaklatıyorlarmış. Damat buna da biliyorum! deyince, bu kez kendimi tutamayıp güldüm:

-Biz böyle bir şey yapsak sapların bir bölümüne atların ayakları ulaşamayacaklar. Damat yüzüme bakınca açıkladım:

-Görünüşte, bizim harman bu şekliyle tam bir daire değil. İstersen bir merkez yeri seçip merkeze eşit uzaklıkla bir çember çizelim.

Damat buna da biliyorum! demez mi? Bu kez gülmedim, daire çizme hakkında öneride bulundum. Öyle yaparsan harman alanını tam saptar, kaç demet yayacağımızı da bilebiliriz! dedim. Damat, bu kez yüzüme bir süre baktıktan sonra “öyle yapalım!” dedi. Öyle yapalım dedi ama “Öyle!” dediği şeyin ne olduğunu besbelli anlamamıştı. Öğlede eve gidince uzunca bir ip almamızı söyledim. Komşulardan gelenler oldu, başka konuları konuşarak öğleyi yaptık. Kısa bir öğle molasından sonra ip alıp işimize döndük. Orta olarak saptadığım bir yere bir kazık çakarak ipin bir ucunu bağladım. Damat’ın gösterdiği sınırların orta uzaklıkta bir yerde ipin ucunu düğümleyerek büyük, düzgün bir daire çizdim. Damat’ın göz tahmini çizdiği söbülük ortadan kalktı. Anladım ki Damat, biliyorum sandıklarını bilmiyormuş. Yaptığımın yararlarını anlattım. Önce bu durumda olunca günde kaç demet harmanladığını kesin bilirsin çünkü metre karesini hesaplamak kolaylaştı. Sustuğunu sandığım Damat bu kez de, “Biliyorum!” deyince, sözümü sürdürdüm:

-Sen, bildiğini biliyorsun anladım ama bu harmana kaç demet açacağını benim dediğim yoldan gitmezsen kesinlikle bilemezsin. Dairenin alanını nasıl bulacaksın? diye sordum. Damat’ın biliyorum! dediği, okulda duyduğu, daire, çap, yarı çap, çember sözleri. Ancak bunların adlarını duyduğunu söylemek istiyor. Bir bakıma iyi oldu, hem kazıdık hem konuştuk. Kendisine yaptığımın kolaylıkları anlattım. Orta kazıktan, dış çembere uzaklığın adı yarı çaptır, harmanın uzun kenarlarının yarı ölçüsüdür. Onun kendisiyle çarparsak uzunluğunun karesi çıkar. Bu çıkan kareyi,3,14 [π] sayısıyla çarparsan tüm harmanın alanı bulunur. Çıkan sayıyı bilirsek bu kez de bir demetin kapladığı yeri ölçer, çıkan sayı ile harman alanını bölersek kaç demet açacağımızı öğrenmiş oluruz. Bu 3.14 [π] sayısı başka bir işimize de yaramaktadır. Belki bir gün harmanın çevresine tel ya da ip çekmek istersin. O zaman da gene, harmanın tam dış çizgisinden ortadaki çividen geçmek üzere ipi doğru olarak karşı kenara çekeriz. İstersek bunu Çemberi bir noktasından ortadaki noktaya çeker, yarı çapın iki katını alırız çıkacak sayıyı gene 3.14[π] sayısıyla çarpınca alacağımız ip ya da telin uzunluğunu öğrenmiş oluruz. Damat, sanırım anlamadı, özellikle 3,14 sayısı (π) onun için çok yabancı bir olay. 3.1416….. sayısına matematikte π (pi sayısı dendiğini, 2500 yıldır insanların bunu kullandığını söyledim. Bunu bulmanın da kolaylıklarını anlattım:

-Arabanın tekerine bir işaret koy, işaretten işarete bir ip dola, işaretlediğin ipi bir yere bırak. Şimdi de bir başka ipi al, tekerin espitinden dingil deliğinin üstünden geçirerek karşı espit üstünde gergin olarak tut. Çıkan uzunluğu 3.14 kez uzat, çıkacak uzunluk, öteki ipin uzunluğunda olacaktır. Bunu şöyle de deneyebilirsin. Deminkinin tersini yaparak: Tekerin dışından dingil deliğinden çektiğin ipin, üç bir dört katını al, tekerin dışından doladığın iple, tıpatıp bir gelecektir.

Damada aklıma gelen, onun yapabileceği kimi hesapları anımsattım. Özellikle köyde yaz günleri kuyu sahipleri, kuyularındaki suları çok hesaplarlar. Kuyularından su alan komşuları uyarırlar. Kuyulardaki suları bu yöntemle yuvarlak olarak hesaplamak kolaydır. Burada küçük bir ayrıntı vardır, hesabımız, alan değil bu kez küptür. Küpün ölçümü için kuyuya bile gitmeden kovada ya da su bidonlarında deneme yaparız. Bidonlarda doğrudan ağız ya da taban ölçülür. Taban alanı bulununca yükseklikle çarpılır. Buradaki sonuç biraz daha kaypaktır. Gene de bir fikir verir. Kuyudaki duruma gelince, kuyuya su kovası salınır, kova suyun dibine de iner. Kovanın dibe dayandığını anlamak kolaydır. Böyle bir denemede ipin belli yerlerine işaretler konur, suya giren işaretler bellidir. Böylece ıslanan yükseklik bilinir. Kuyunun çapını ölçmeyi biliyorsak, (harman için yaptığımızı yaparız) kuyudaki suyu böylece öğrenmiş oluruz. Damat, giderek ilgi gösterince sözü uzattım:

-Aynı yöntemlerle evdeki turşu küplerini, su testilerini ölçebileceğini anlattım. Testilerle düzgün toprak küp ya da benzer kaplar için üst çember ile alt çember toplamlarının ikiye bölünerek yükseklikle çarpılmasını pek anlayamadığını söyleyince, evde örnekler üstünde konuşmaya karar verdik.

Eve dönünce merdivenin başında bir su kovası vardı, onu örnek gösterdim; kovanın altı küçük bir çember ya da daire, üstü daha geniş çaplı. Alt, üst dairelerin çaplarını toplayıp orta çizgiye eşit uzunluk bulunca Damat iyice değişti.

Pazartesi günleri Lüleburgaz pazarına gidenler kesinlikle gazete getirirler. Bu bilindiği için kahvenin müşterisi çok olur. Bugün Ali Ağabeyim de gittiğinden gazete geleceği kesin düşüncesiyle kahveye indim. Az sonra Ali Ağabeyim geldi, beklenen gazete bir acı haberle doluydu. Cumhuriyet Gazetesi sahibi Yunus Nadi ölmüş. Tüm yazarlar onu anlatıyor. Falih Rıfkı Atay –Ulus Gazetesi Başyazarı, özel olarak Yunus Nadi için şunları yazıyor:

-Onun, ölümü bize kaderin bir yanlışı, bir kazası, bir suçu hissini veriyor. Boşluğu önünde başımız dönüyor.

En insafsız düşmanı bile bir daha söylememek üzere susan Yunus Nadi’nin müstesna mizaç kuvvetini, Türkçülük ve Cumhuriyet tarihindeki rolünü ve hizmetini inkâr edemez!

Yazının tamamını okudum. Yunus Nadi’nin Atatürk’le İsmet İnönü’nün arkadaşları olduğunu anlattım. Ad olarak duyduğunu ancak kim olduğunu pek bilmediklerini söyleyenler oldu, Rahmet dilediler.

Cumhuriyet Gazetesi’nden önce Yunus Nadi’nin Ankara’da çıkardığı Yeni Gün gazetesini anlatan Enver Behnan Şapolyo’nun yazısını da okudum.

Milli Mücadelede Yunus Nadi, Yeni Gün Gazetesini, Ankara’da nasıl çıkarmıştı.

Onu da sessizce dinlediler. Öteki haberlerde, özellikle Mançurya’daki Japon ordusunun teslim olduğunu söyleyince birden gürültü başladı. Mançurya’yı bilmeyenler sordu. Bildiğimi anlattım:

Mançurya, Çin, Mogolistan arasında oldukça büyük bir ülke. Oralarını önce Çin kendi ülkesine katmış, arkasından Japonya Çin’i gerileterek oraları almış. Ancak Büyük Okyanusa açılmak isteyen Rusya da gözünü oraya dikmiş. 1905 yılında Rusya Japonya savaşını kazanan Japonlar Mançurya’nın tamamını almış. Şimdi Rusya oraları geri alıyor. İlk tepkiyi babam gösterdi:

-Fırsatçı kafir, İngiliz’e yanaşarak paçayı kurtardı! Babam, çok az bilgisine karşın İngiltere ile Birleşik Amerika’yı bir kardeş olarak düşündüğünden İngiltere’yi hep önde tutar. Bir süredir kesilen konuşmalar savaş sonrası olasılıklar üzerine döndü. Ben gazetenin öteki bölümlerine baktım. Gezide gördüğümüz, Tevfik Fikret’in Aşiyan’ı onarılıyordu, orası Edebiyatı Cedide Müzesi adıyla açılmış. Açılışını Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel yapmış. Tevfik Fikret’ten başka Abdülhak Hamit Tarhan da orada olacakmış.

Yunus Nadi’nin ölüm haberi, sanırım etkili oldu, konuşmalar kısa kesildi, takılmalar, şakalaşmalara pek geçilmedi. Gerçi, Çançik Ali, Mançurya’nın Türkiye’ye uzaklığının 10,000 km. kadar olduğunu söyleyince:

-Pek uzak sayılmaz, birkaç günlük yol! deyişine bir süre gülündü ama, uzun sürmedi. Yatınca Aşiyan’ı anımsamaya çalıştım, ağaçlar arasında bir bina, gittik ama çalışanlar olduğu için içeri giremedik. Tevfik Fikret Amerikan Koleji’nde öğretmen olduğunda orada oturmuş. Öyle ahım şahım, gösterişli bir yer değil. Tevfik Fikret’i anımsamaya çalıştım; İlkokulda daha adı geçiyordu. Münevver Öğretmen:

-Güzel Çoban, bir içim, bir yudum su destinden!! diye söylediği şarkıyla duymuştum. Unutamadığım bir de bilmeden konuşmanı verdiği utangaçlık olayı var. Sınıfımızda benden başka koyunla, kuzuyla yakınlığı olan yoktu. Zaten sınıfın yarıdan çoğu kızdı. Ayrıca Hamitabatlılar pek koyunu sevmezlerdi. Onca geniş mer’alarına karşın ortalıkta birkaç sürü görülüyordu. Buna karşın bizim köyde hemen hemen her evin değilse bile birkaç ev birleşerek bir sürü oluşturuluyordu. Benim çobanlığım da sürüden çok 15-20 dolayında kuzuyu köy yakınlarında gezdirmekti. Buna karşın şarkıdaki Güzel Çoban sözü sanki benim için söylenmiş duygusuna kapılmıştım. Öğretmen, şarkıda geçen Destinden sözünü sormuştu. Destiyi kim bilmez ki? Ama ben daha fazlasını bildiğimi sanıyordum. Öğretmen sorunca parmak kaldırdım, destinin su kabı olduğunu söyledikten sonra da ancak çobanların su destisi taşımadığını ekleyiverdim. Münevver Öğretmen, sanırım gülmemek için kendini zorladı, buradaki dest sözünün el anlamına geldiğini, su destisi sözünün de bundan türetildiğini anlatıp beni fazla üzmemişti.

Tevfik Fikret sonraları özellikle yaşlı insanlarla bir genç arasında geçtiği duyumsatılan Balıkçılar şiiri ile birkaç kez karşımıza çıkmıştı. Daha sonra kitapları anıldı, oğlu Halûk sık sık söz konusu oldu. Hamdi Keskin Öğretmen, şiirlerini sevdirerek okuyunca Tevfik Fikret’i daha yakından tanıdık. Özellikle çok önemli bir lise olan Galatasaray’la (lisesi) adının özdeşleştirilmesi belleklere iyice yerleşti. Bir de çıkarcı politikacılar için söylediği:

 Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı iştiha sizin;

 Doyunca-tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

 

Şiiri sık sık anıldığından salt orası da olsa Tevfik Fikret’i anımsattı. Tevfik Fikret’in birçok şiirini okuduğumu, bunların başlıklarını anımsamaya çalışırken uyudum.

 

 21 Ağustos 1945 Salı

 

Geç kalktım, Ablam uyandığımı görünce geldi, ben sormadan olayı anlattı. Damat, Asli Eniştemle yeni bir anlaşma yapmış, Demet taşıma işini birlikte yapacaklarmış. Şerife ablamın durumu kendisine yardım edemeyecek düzeye yaklaşmışmış. Ben bugün, istersem Gülsüm’le birlikte harmana gidebilecekmişim!

Gülsüm’ün yalnız gitmemesi düşüncesiyle, gideceğimi söyledim. Kahvaltıdan sonra Zülfü’yü de alarak gittik. Çepinlenecek az bir yer kalmıştı, orasını kazıyıp, tüm alanı bolca suladık. Su çok yakın olduğu için zor olmadı. Biz çalışırken demetçiler iki kez gelip gitti. Bugün Kurudere’deki tarlalar taşınıyormuş.

Sulama işi bitince eve döndük. Hava oldukça sıcak. Ali Ağabeyim de kahvedeymiş, belki işleri vardır deyip odama çekildim.

Emil’i alınca nedense aklımdan bir ilişki kurdum, okur yazarlıkta bir gelenek olsa gerek, Rousseau da Montaigne gibi sık sık, geçmiş dönemlerin kişilerinden söz ediyor. Montaigne daha çok Latin yazarlarına yaslanıyordu. Rousseau öyle değil, kendi çağından geriye doğru Eski Yunan’a dek gidiyor. Örneğin tarihçi Herodot. Rousseau’nun kaynak kişileri arasında bizim Montaigne Öğretmeni görünce tanıdık biri olarak sevindim. Bu sevinç aynı zamanda bana bir uyarı oldu:

-Öteki yüzlerce insan hakkında biraz olsun bilgim olsaydı, kesinlikle Emil’i ya da Rousseau’yu daha iyi anlayacak, daha çok sevecektim. Rousseau, çok bir şey söylemiyor: Montaigne’in Plutark’ı niçin sevdiğini söyleyip geçiyor. Ancak orada sanki tanıdık bir yüz görmüşçesine bendeki ilgi, öteki sözleri de daha sevimli göstermeye yetiyor. Örneğin La Fontaine’e karşı oluşunu, tümüyle olmamasına karşın benimsememekle birlikte gene de hoş karşılıyorum. Çünkü La Fontaine hakkında bilgim var. Montaigne’nin dediği gibi “Vukuflu olmasa bile vukufları elde edecek melekeleri vardır!” cümlesi, bundan sonra söylenecek sözler için bir güvence oluyor. Oysa bir başka yerde Le Beau diyor ki:

-Vahşilerin, çocuklarında daima faal ve vücutlarını hareket ettiren oyunlarla sürekli meşgul olduklarını görürsünüz! Bu sözü anladım. Ancak kişi hakkında hiçbir fikrim olmadığı için söylediği, adeta öksüz bir söz olarak belleğime geçti. Keşke o kişiyi de daha önce tanımış olsaydım!

Son bölümde anlatılan Dalila olayı da öyle, Tevrat’tan alındığı söylenen bir olay. Tevrat hakkında bir fikri olmayan insanın kavraması oldukça zor. İyi İdomeneae’ler kimler, bir çok Protesialas Phşlocler’lar, Daunenien’ler nedir bilinmeden okunan Emil, sanırım Rousseau’nun gerçek Emil’i olmaktan uzak kalır. Bu nedenle, Rousseau’nun kullandığı kaynak kişileri tanımayan bir okuyucu Emil’i okusa bile, öğrendiği bilgiler, başkasına aktarılacak ölçüde sağlıklı olmayacaktır. Sanırım, Rousseau üstüne yapılan konuşmaların gerçeğe uzak oluşu bundan kaynaklanmaktadır. Bunları söylerken Rousseau’nun tüm söylediğine katıldığım söylenemez. Örneğin bizim tarihimizle ilgili bir örnek var, bunun gerçek olacağına inanmam. Osmanlı padişahları, belli bir sanat öğrenip bir iş ortaya getirmek zorundaymış. Bu iş sanatsal değeri olan bir işmiş. Padişah bu işi, yönetimin ileri gelenlerine vermek zorunda imiş. Rousseau, Rus Çarı Petro’nun gemi tezgahlarında çalıştığını söylüyor ama bizim Padişahların işleri üzerine bir örnek vermiyor. Besbelli bir sağlıklı örnek bulamadı.

Toplumları ya da insan topluluklarını oluşturan bireylerin farklı ruhsal boyutlarını anlatmak için verdiği örnek dikkate alınırsa, Rousseau’nun sırılsıklam bir Fransız olarak yetiştirdiği Emil’i bir başka ülkede düşünmek de düşündürücüdür. Örneğin bir İngiliz, koluna taktığı kollukları örülürken az da olsa bir başkasının elinin değmesine razı olmayıp yırtmasını unutmadığını söyleyen Rousseau, aynı duyarlığı bir Fransız’dan beklemiyordu.

“Okudum!” deyip kapattım ama Emil’i yanımdan ayırmayacağım. Genel kültürüm hakkında Emil benim sürekli kaynağım olarak kalacaktır.

Kalkıp kahveye indim, babam çiçekleriyle ilgileniyordu. Su kaplarını alıp yakın olan Abbas Amcamım kuyusuna birkaç kez gidip döndüm. Son gidişimde Abbas Amca çıktı, yarın buluşmak üzere karar aldık. Vahit Dede’nin bir yazısında okuduğumm bizim köyle ilgili bir söz var, onu hep düşünmüştüm. Vahit Dede bir araştırmasında kaynak olarak bir kitabı ya da yazıyı, bizim köyde, Mustafa Hoca’da olduğunu, alıp okuduğunu söylüyor. Mustafa Hoca, yaşayan bir insan. Ancak bizim aile ile arası iyi olmadığından ben pek yaklaşmak istemiyorum. (Kız kardeşi, Ayşe yengeyi Mahmut Ağabeyim kaçırarak evlendiği için) Karşılaştıkça konuşuyoruz ama ben gene de çekiniyorum. Köyde pek etkili değilse de köyden uzakta adı geçince köyün adı geçmesi beni sevindiriyor. Lüleburgaz ya da Kırklareli’ye gittiğimde Çeşmekollu dendiğinde “Karpuzcu Köy” ya da Çeşmekolu denmesine hep seviniyordum. Varlık Dergisi’nde bunu görünce oldukça duygulanmıştım.

Hızımı alamadım, tenekeleri alıp dereye indim, biberleri de bir güzel suladım. Su çektiğim tenekeler, gaz tenekesi, bir bölümünün üstünde Batum yazmakta. Babam onlara ağaç sap takıp iyi koruyarak yıllarca kullanıyor. Damat’a verdiğim akılı anımsadım:

-Bir teneke kaç litre su alıyor? Yıllardır kullandığım tenekelerin kaç litre su aldığını bana sorsalar ne diyeceğim? En az on on beş kez dereye inip çıkıyorum, biri bana sorsa ne derim? Hemen karışladım; bir karış üç parmak. (Alt-üst eşit) yükseklik, bir karış artı bir sere. (Sere, baş parmak ucu ile işaret parmağı ucu) Hemen bir yuvarlak hesap yaptım. 22x22x30=14,520 dl. Yuvarlak olarak 15 litre. Zaten babam zaman zaman 12 okka derdi. (Köylerde litre sözü kullanılmıyor, litreye de okka diyorlar.) Böylece ben bugün bir ton su taşımış oldum. Bunu dedim ama aklım yatmadı. Bir ton su bana daha büyükmüş gibi geldi. Bir de bunun sağlayını yaptım. Bir metre küp. Tenekeleri üst üste konmuş düşündüm, dörderli üç sıra kare olarak taban (dörderli üç sıra) on iki teneke. On kez indiğimi söyledim, belki de on iki, on üç kez gidip geldiğimi düşünürsem, bir metre küp demek yanlış olmayacak. Bunu yaptığıma sevindim. Ayrıca kilo falan diyorum ama bu aslında litre olayı, onlar litre kullanmıyor ama, gerçekte litreyi kullanıyorlar da adını etmiyorlar. Bunu söylesem buna da “Biliyoruz! karşılığını verirler. Sattığı sütler, aldıkları tüm sıvılar, litre olarak geçerlidir. Oysa hepsinin ayrı bir özgül ağırlığı olduğundan litreleri bir olsa da ağırlıkları başkadır. Özgül ağırlıktan söz etsem onu da bilirler (!)

Tenekeler elimde oldukça güvenli bir duygu içinde kahveye döndüm. Bu konuda “Biliyorum!” diyenlere bir ders verebilirim. Bu arada köyde kullanılan araba tekerlerini anımsadım, ömürleri boyu kullandıkları tekerler üstüne hiçbir bilgileri yoktur.

Kahveye girerken gözüm, yan aralıktan az ileride Şerife Ablama takıldı, gittim. Gezinmesi gerektiği söyleniyormuş. Emil’i düşündüm, Rousseau bu konuda neler söylemişti? Birden anımsayamadım! Yoksa bu konuda sustu mu? Olamaz! Hemen unutmuş olmama üzüldüm. Yatmadan araştıracağım.

Eğitmen Mustafa Ağabey, yeğeni Kaplı Ahmet’le birlikte geldi. Ahmet benim Hamitabat okulu arkadaşım. Hamitabat okuluna yazıldığımda yalnızdım, nasıl gelip gideceğimi düşünürken Ahmet bana arkadaş olabileceğini söyleyip kaydını yaptırmıştı. O nedenle ben ona, köyde çok geçerli olan akran arkadaşlık, sağdıçlıktan daha yakınlık duyarım. Ayrıca çok uyumludur. İki yıllık birlikteliğimizde aramızda önemli bir takaza olmamıştır, eğer olduysa bu kesinlikle benin yüzümden çıkmıştır. Mustafa Ağabey olduğu zaman, her gece çok konuşanlar biraz suskunlaşır. Gerçi onun akranları hep arkadaş falan derler ama gene de arada bir çizgi olduğu sezilir. Mustafa Ağabey, gazete haberleri üzerine fazla konuşmaz. Gazete haberleri üzerine bir soru sorulduğunda değişmeyen bir sözü vardır:

-Bekleyelim bakalım yarın aynı görüşte mi olacak? Bu söz köyde oldukça benimsenmiş, zaman zaman başkaları da söylüyor. Öyle ki, kimi zaman ortaya biri iddialı bir söz atıldığında bu söz geneleniyor:

-Bekleyelim bakalım yarın da böyle mi diyecek?

Öteden beriden konuşurken, İlhan Görkey’den söz açıldı. İlhan Görkey’i Kırklareli’de gördüğümü söyleyince, atanmayla geldiğini sanarak sevindi. Gerçeği öğrenince de,

-Kırklareli’ye gelmesi onun hakkı, Kırklareli’de çok başarılı işler yapmıştı, dedi. Ben de bizim Kepirtepe’de kaldığı dönemlerde bana gösterdiği yakınlığı anlattım.

Bu gece, tasarladığım, kilo, litre bilgiçliğimi gösteremediğime üzülmedim. Daha iyi oldu, Mustafa Ağabey’in havayı yumuşatması, dinleyecekleri biraz olsun düşündürmüştür. Yumuşak havalar içinde yapılan tartışmalar, “İnadım inat!,, gerginliği yaratmadığından daha yararlı olurmuş. Bu da Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen’in sözü. Böylece ben de düşüncelerimde tıpkı Montaigne ya da Rousseau gibi kaynak kişiler kullanmaya başladım. Kendime sorduğum soru:

-Kaynak kişi kime denir? Yazıda adı geçen kişi değil, kişinin sözü olduğu gibi alınırsa olur. Yoksa tüm şakalarda Nasrettin Hoca geçmektedir. Kalkıp ona kaynak kişi dersek, taşınması gereken fikirler havaya uçar!

Birden, dünkü gazete aklıma takıldı, önemli kişi Yunus Nadi, Muğla’nın Fethiye ilçesindenmiş. Benim arkadaşlarım Ziya Fikri Özlem’le Halil Dere üzülmüşlerdir.

Onlarda hemşerilik tutkusu çok güçlü, haftada bir toplanmaları bundan. Onların bu tutkusu nedeniyle tüm Muğlalıları tanıdım. Ekrem Ula, Rıza Dönmez, Süleyman Koyuncu, Kemal Karadeniz, Mehmet Toydemir, Hasan Gülün, Mehmet Zeybek, Musa Eroğlu, Galip Şahin, Fevzi Özlen... Hepsi gözümün önünde canlandı. Hele Ekrem Ula! “Saliha!” deyip duruyordu, işte okulu bitti, git bakalım, Saliha’na! Gördüğün en dürüst insan kimdir diye sorsalar, tek olmaz ama kesinlikle Ekrem Ula aralarında olur. Onu hep gülerken, zeybek oynarken görür gibiyim. Halil Dere ise canciğer arkadaşım! Hepsinin başı sağolsun!

 

22 Ağustos 1945 Çarşamba

 

Kaç gecedir duymadığım horoz seslerini, Zühtü Akın’ın değirmen sesini bu gece sık sık duydum. Neden? Belki de yatarken oldukça duyarlı olduğumdan.

Kahvaltı ettim, Ali Ağabeyim harmana gitmiş, oturmak için gölgelik yapıyormuş. Oyalanmadan gittim, benim gölgelik yapmada pratiğim vardır. Hasanoğlan’a gittiğimizde ilk gölgeliği ben yapmıştım. Daha doğrusu Sili Usta yol gösterdi de ben kotarmış oldum. Gittiğimde Ali Ağabeyimle Yoluç Hasan’ı konuşurken buldum. Yokuştan inerken karşı adayı anımsamıştım. Adanın dere tarafında ince söğüt dalları var, onlardan seçerek kesip örtü yapabiliriz. Hasanoğlan’ı anımsadım, orada da tarif üzerine dalları ben kesmiştim.

Konuşmalar bitince, Ali Ağabeyime konuyu açtım. Ali Ağabeyim, kesip kesemeyeceğimi sordu. Arkasından da hazırlamamı, araba gelince aldıracağını, sakın sakın taşımaya kalkmamamı tembihledi. Kesecek almak için eve dönünce olayı babam duydu, kesecek buldu ama kendisi de gelmek istedi. Babamla birlikte indik. Keseceğimiz söğütleri birer birer eken babam nedenlerini de anlattı. Sel suları toprağın altını oyup, tarlanın toprağını götürüyormuş. Tarlanın sıralarını gösterdi. Gerçekten bizim tarlanın başı dere içine girik, ötekiler geri geri çekilmiş olarak görülüyor. Babamla konuşa konuşa söğütlerin tepelerinden ince dallar kesip hazırladık. Direk olarak, geçen yılınkiler duruyormuş, buna sevindim. Köye dönerken babam, Abbas Amcamın evinin arkasındaki büyükçe bir tepeciği gösterdi. O tepeciğin tamamı Abbas Amcamın. Tarla, bahçe olarak kullanıyor. Bizim evin arkasında da ona benzer bir tarla-bahçe var. Köyde başka hiçbir evde olmayan özel bir durum. Herkesin evi oldukça küçük bir mekânda iken, bizimkiler geniş alanlar içinde. Babam nedenini anlattı. Köy kurulduğu günlerde bu çevre sık ormanlıkmış. Köylüler göçmen olarak uzaklardan geldiklerinden çevreyi bilmezmiş. Onların bu acemi durumunu bilen çevre köylerdeki haydutlar, geceleri gelip soygun yapıyormuş. Sanırım daha çok da yapacağı söyleniyormuş. Bu nedenle baskınlarda ilk zarar göreceklerin köyün çevresindekiler olacağı düşünülerek kimse evinin kenarda olması istemiyormuş. Babamlar dört kardeş olduklarından oldukça cesur davranmışlar, koşullu olarak köyün orman tarafında ev yapmaya gönüllü olmuşlar. Ancak, koruyucu bahçe yapmak için ev parsellerinin büyük tutulmasını istemişler. İstekleri benimsenmiş, böylece bizim evler, geniş bahçeler içinde kurulmuş. Babam, buna benzer bir olayı daha önce de söylemişti, o da tarlalar içindi. Bizim, köyde öteki komşulara göre çok tarlamız var. Bu, sayısal açıdan olduğu kadar, ölçüm olarak da farklı. Köyün en güney ucundaki Müsellim Sırtı dediğimiz tarla, tarla değil bir orman. Derin bir çukurluk boydan boya bizim. Burası başlangıçta Müsellim Köyüyle tartışma konusu olmuş. İki köy sınırı üstünde olduğundan uzun süre sen-ben davası yapılmış. Sonunda bizim köylüler bu tartışmalı yeri babamlara bırakmışlar. Salt burası değil, Deveçatağı köyü ile tartışılan Kurudere’deki Gübre adlı tarla ile, Erikleryurdu köyü ile anlaşmazlık konusu olan Büyük Kepir tarlalarımız da öteki hisselerden büyüktür.

Bir süre sonra Damat geldi, söğüt kesiklerini harmana getirmiş, çatıyı oluşturacak direkleri de alıp harmana gittik. Ali Ağabeyin direk çukurlarını açmış, dördümüz birlikte direkleri diktik. Oradan ötesi kolay, üst bağlantıları yapıp dalları döşedik. Oldukça kullanışlı bir gölgelik oldu. Hasanoğlan’da yaptığımızı anımsadım, o, bunun yanında çocuk oyuncağı idi. Sili Usta ile Namık Öğretmen o zaman beni övmüştü, Yapıcı, yaratıcı! demişlerdi. Şimdi görseler ne derler bilmem deyip kendi kendime güldüm.

Eve dönünce bir süre düşündüm, Emil’i kapattım. Bu, tümden anlamında değil, onu kesinlikle zaman zaman karıştıracağım. Emil’in bizim köyde işi bitti! deyip, güldüm. Gene de aklıma bir olay takıldı, Emil, sözde Rousseau’ya çocuğu doğunca, çocuğun yetişmesinde yardım etmesini istiyor. Oysa Rousseau buna olumsuz karşılık veriyor. “Çocukları, kendi babaları yetiştirmeli!” Emil için Rousseau’nun döktüğü dili kim dökebilir? Biliyorum, bu biraz acımasız benzetme ama, böyle düşünmeden de edemedim! Sanki burada bir zıtlık var gibi! İki üç gündür Damat’ı gözetliyorum, Zülfü’ye yaklaşımı, hemen hemen yok gibi. Doğmuş, şansı varmış, yaşamış, okula gitmiş, sürü arkasına takılmış, “Gel!” demişler gelmiş, evlenmiş. Gülsüm’le birilerinin yanında konuşmaktan çekiniyor. Ona kalsa Zülfü’nün hali nice olur? Belki de bu toplumsal farklılıktan dolayı, Rousseau’nun yazdıklarıyla bizim eğitimcilerin onun söylediklerini eksik anlatması bundandır! Rousseau üstüne ne söylesem eksik olacağını düşünüyorum. Daha önce okuduğum Amerikalı yazar Upton Sinclair’ in Altın Zincir kitabında yazdığı J.J Rousseau’yu bir daha okudum. Belleğime yerleşen Rousseau sanırım bu Rousseau. Ancak onu beynimden olduğu gibi çıkaramayacağımı anladığımdan yazarın kitabından tıpkısını eklemeyi bir borç saydım.

 

-Jean Jacques Rousseau

Gördük ki Voltaire sanat sahasında konservatif, entellektüel bakımdan ise ihtilalci idi. Fakat zamanın bir de duygu ihtilalcisine gereksinimi vardı. Bunu Jean Jacques Rousseau da buldu. O kendini, bizim günlerimize kadar sürüp gelen, sayısız aykırılıklar içinde hırpalayan coşkun, kızgın, bedbaht bir insandı; aykırılıklarla dolu bir karakter, harikulâde önemli bir yazar!

Rousseau’nun babası Cenevre’de bir saatçiydi. Jean Jacques baba evinden kaçıp serseri oldu ve bütün hayatınca öyle kaldı. Sayısız meslekleri arasında hizmetçilik de vardı; on sekizinci yüzyıl Fransa’sında tek başına bir keyfiyet yükselmeyi imkânsız bırakmak için yeterliydi. Hiçbir şeye sahip değildi ve eğer dostları olursa durmadan kavga ederdi. Ama yine de baletler operalar ve komediler yazdığı için büyüklerin meclisine girebilirdi.

 İşte burada yine “saf,, sanatçıyla karşılaşıyoruz, fakat onun sanatkârane “saflığından,, bir şey işittiniz miydi? Jean Jeacques Rousseau’nun balet, opera ve Komedi yazdığını biliyor muydunuz? Bu eserlerden bir tanesini olsun söyleyebilir misiniz? Eğer edebiyat tarihçisi değilseniz elbette hayır. Roussea bu kolay işe devam etseydi. Paris salonların da kalır, fakat bizim aklımızda kalmazdı.

O ancak propagandacı olduktan sonra ün kazanmış ve propagandacı olarak hatırımızda yaşamaktadır.

Rousseau otuz yedi yaşındayken “Büyük Ansiklopedi,, sahibi Diderot, yazdığı ateist bir hicivden dolayı hapse atıldı. Rousseau, tutuklu yazarı ziyaret ediyor bu konuşmaları heyecanıyla toplumun fenalıkları üzerine düşünmeye başlıyordu. Yazdığı bir eleştirmeyle manevi bir dinamit üreticisinin hayat yoluna girmiş oldu. Ondan sonra, bir takip kompleksine tutuluncaya kadar, resmi makamlarca kovalandı. Ölümünden önce bir insanın kendini takip ve mahvetmek istediğine inanmıştı.

İlk önemli eseri “Le Contrat Sociale,, dir. Devlet ve devlet otoritesi üzerine bir inceleme. Egemenlik neye dayanır? Devlet ne hakla benden uysallık ister? Rousseau’nun zamanında bu sorulara şöyle karşılık verilirdi. Allah size hükmetmek üzere bir kral gönderdi. Kralınıza karşı uysal olmazsanız asılıp dört parça bölünür, ahrette ise cehenneme atılırsınız. Rousseau buna karşılık, egemenliğin, çoğunluğunun tasvibine dayanması gerektiği tezini ileri sürdü. Bu tasvibin olmadığı yerde egemenlik de olamazdı. Kitabın ilk sözleri bütün eserin anahtarıdır. “İnsan hür doğmuş, fakat her yerde zincire vurulmuştur!,, Tarih ve antropolojinin daha esaslı bir incelenmesi bize cümlenin birinci kısmında yanlış olduğunu gösterir, ama bu onun ihtilâlci bir parola olmasına engel olmadı.

“Contrat Sociale”i mektup biçiminde yazılmış olan bir aşk hikâyesi, Yeni Heloise romanı izledi. Bu zamanda Fransız kızları evlendiği eve satılmaya karşı ayaklanıyorlardı. Gönüllerinin dilediği adamı almak tabii arzuları eski geleneği tehdit edecek bir güç kazanmıştı. Rousseau’nun Heloise’i gerçek ana babasına uyarak onlar tarafından seçilen adama varır, lâkin acıları o kadar müthiş ve sarsıcıdır ki, insanı, isyankâr bir Heloise’den çok daha fazla ayaklandırır.

Rousseau’nun üçüncü önemli eseri “Emil ya da Terbiye Hakkında” dır. Bu terbiye doğal duyguların emirlerine uygun bir eğitimdir. Küçük Emil’in beden ve ahlak sağlığı Fransız kibar aleminde bir gelenek olduğu gibi sütnine tarafından değil, öz annesi tarafından emzirilmekten ileri gelir. Çocuk doğayla sıkı ilişkide bulunarak büyüdü. Rousseau’nun fikrince en doğrusu olan doğal içgüdülerini izledi. Oğlan, yararlı bir iş öğrenerek bir kültür paraziti olmadı ve tam zamanında, Emil’in aşkına lâyık, saf, güzel bir bakire ortaya çıktı. Rousseau’ nun eğitim ilkeleri bu gün papaz okullarında kullanılıyor; fakat 1762 yılında “Emil,, Sorbon tarafından mahkûm edilip cellat tarafından yakıldı, yazarı ise ilkin İsviçre’ye sonra İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. İlerlemiş yaşının avuntusuz günlerinde Rousseau hayatının hikâyesini yazdı: “İtiraflar,, Rousseau’nun başka eserlerini sonuna kadar okumak bize zor gelir, fakat kendi kalbiyle ilgilenen yaşadıkça “İtiraflar,, okuyucusuz kalmayacaktır. İnsanlık tarihinde ilk kez bir dahi kendi üzerine mutlak gerçeği söyler. Elbette bu gerçek bazen pek acıdır ve içimize korku salar. Onu çamura bulamak için, Rousseau’nun düşmanlarına fırsat vermişti.

Fakat bir şeyi aklımızdan çıkarmayalım: Bütün bu üzücü ve çirkin şeyleri, Rousseau onları söylediği için biliyoruz. O bunları gizlemiş ya da romantik bir şekilde güzelleştirmiş olsaydı bugün gözümüzün önünde bambaşka bir Rousseau olurdu. Birçok şairler ve yazarlar hayat hikâyelerini bu biçimde yazarlar ve bundan ötürü saygılarımıza lâyık olarak yaşarlar. Oysa ki bu adam şöyle der: Kendime verdiğim önem -kendimden çok hoşlanırım- hemcinsimin gerçeği görmesine verdiğim önem kadar olamaz. ”İtiraflar”ı bu anlayışla okumalıyız! O zaman derhal soruyoruz ki burada, ilkin kendisi işletip sonra ellerin işledikleri günahlardan zevkle söz eden şu zayıf tabiatlardan biriyle ilgileniyoruz, tersine burada bize hayatını anlatan, acı ve işkence içinde beşeri fenalığa çare arayan pek ciddi bir adamdır.

Kendini böyle, kara kucak, düşmanına teslim eden başka bir vâız herhalde gelmemiştir. Başka itirafları arasında, geçim sıkıntıları içinde bocalarken yeni doğan çocuklarını çocuk esirgeme evine teslim edişi de vardır.

O zamanlarda bu olağan işlerdendi, fakat aynı işi yapan insanlar bunu sessizlikle geçiştiremeyecek bir de pedagojik kitap yazıyordu! Böyle bir mantıksızlığından dolayı Rousseau, zamanın eleştirmenleri tarafından acımasız bir alaya alındı. Bütün alaylara rağmen Rousseau, o zaman yürüyüş halinde bulunan sosyal, ekonomik ve kültürel ihtilalin borazancı başısı oldu. Her gün daha yaklaşan şimdiki sosyal ihtilalin de borazancı başısıdır.

Elbette bu onun derslerinin yanlış ve gülünçlerine karşı kör olmamızı gerektirmez. Biz bugünkü insanları pedagoji’ incelenmesinde psikolojiyi, hükümet şeklinin eleştirmesinde de tarihi ve ekonomik bilgimizi kullanırız. Biz insan ruhunu biyolojinin, sosyolojinin, kimyadan ve psiko-analizin ışığı altında düşünürüz- bir sıra bilim ki Rousseau’nun günlerinde adlarıyla bile bilinmiyordu. Ama biz bu bilgiyi nasıl elde ettik? Biz bunu kısmen ona, bir peygamber görüşü ve etik bir dahi ateşiyle dört taraftan insan zekâsının hürriyet hakkını, hayatın gerçekleriyle göz göze gelmek hakkını, sağlık ve mutluluğa götüren yola sapmak hakkını haykıran Jean Jacques Rousseau’ya borçluyuz.

 Her Rousseau eleştirmenine baştan şu soru yöneltilmelidir:

-Ona niçin saldırıyorsun? Bunu, onun hatalarını düzelterek hürriyet, eşitlik, kardeşlik amacına giden yolu açmak için mi yapıyorsun? Yoksa Rousseau tarafından bendi yıkılan yeni fikir çağlayanlarından korkan insanlardan mısın? Onun babası bulunduğu bireysel davranışı itibardan düşürmek mi istiyorsun ?Yoksa bizi, çocukların ana babasına, uşakların efendisine, zevcelerin kocasına, tebânın hükûmdar ve papalarına uydukları ve üniversitelerdeki öğrencilerin, kayıtsız şartsız, profesörlerin kayıtsız şartsız sözlerine inandıkları şu güzel (!) eski zamanlarınıza mı dönmek istiyorsunuz? (Çev . E. T. Eliçin)

 

Altın Zincir kitabına tekrar bakışım, bir bakıma iyi oldu; yazarı, Upton Sinclair yazar olarak ülkemizde anılmıyor ama Amerika Birleşik Devletleri’nin en ünlü yazarlarından biriymiş. Yazarlığı nedeniyle büyük ödüller almış. Bunun yanında ünlü bir politikacıymış, Amerika Birleşik Devletlerinin en büyük, en kalabalık (20 milyon) Eyaletlerinden biri olan Kaliforniya’nın şimdilerde Genel Valisiymiş. Böylesi bir kimsenin değerlendirmesini her zaman güvenilir bir tanık olarak öne sürebilirim.

Oldukça rahatladım. Bu rahatlığımı bozacak konuşmalarla karşılaşacağım düşüncesiyle kahveye inmedim, yazdıklarımı bir daha okuyup yattım.

 

23 Ağustos 1945 Perşembe

 

Sabah uyanınca anımsadım; gece sesler duymuştum. Yoksa rüyamda mı böyle bir şey oldu? Kalkınca ablama o sesleri sordum; ablam:

-Gece, Şerife Ablan bir ara rahatsızlık duymuş, telaşlanan eniştem geldi; geçici bir olaymış ablan rahat uyuyunca geldik. Bebek çok yakın, gün sayılıyor!

Birden ablamın durumu beni kaygılandırdı. Annemi doğumda kaybetmiştik. Tasamı uzatmamak için kahvaltı edip kahveye indim. Kahvede Hamitabat’tan çok iyi tanıdığım Pehlivan Amca vardı, İrfan Taşkın’ın babası. Pehlivan amca bana, eskiden de söylediği güzel sözler söyledi; oğlu İrfan Taşkın, öğretmen olmuş. Bunu bana borçluymuş. Kepirtepe’ye gelmesi için ben öncü olmuşmuşum. Gitmemesi için öne çıkmaya çalışanlar mahcup olmuş. İrfan, kanaatkâr yapıdaymış, öteki arkadaşları gibi, kıvır zıvır istek arkasında değilmiş. O da babası gibi kalendermiş. Para, mal, mülk peşinde gözü yokmuş. Pehlivan Amca konuşkan. Yerine göre çok söz söyleyebiliyor. Ben fazla bir şey diyemedim; sormam gereken yasal gereksinimlerden neler aldıklarını bile kurcalamadım. Bir ara, Kadir Pekgöz’den yakınır gibi oldu. Daha doğrusu, Kadir’in babasını üzdüğünden söz etti:

-Çocuklar, büyüyünce özgürleşir ama bunun da bir sınırı vardır, “Büyüdüm!,, deyip ipi koparmamalı, ara sıra anne-babaya da yaklaşmalı! Gibiler de bana da uyarıda bulur gibi konuştu. Babam bir ara kulağıma fısıldadı:

-Evde varsa iki karpuz, hazırlayın! Eve çıktım, yokmuş, koşarca bostana indim, koparılmak üzere işaretli karpuzlardan iki tane alıp geldim . Karpuzlar oldukça büyük. Pehlivan Amca bunları nasıl götürür? demeye kalmadı, Bir araba kahvenin önünde durdu, Pehlivan Amca’nın komşusu Şakir’in İsmail. Onun, yukarılarda tarlası varmış, o tarlasına gelirken Pehlivan Amca’yı da almış. Şakir’in İsmail beni tanıyor, takıldı:

-Öbür gelişimde ben de karpuz isterim! Şakir İsmail, at sever biri, seçme güzel atlar besler, süslü bir arabası vardır. Daha onların köyüne okula giderken yolda rastlayınca beni arabasına alırdı. Ali Ağabeyimle arkadaşlar. Kepirtepe’deyken rastladıkça onun arabasına birkaç kez binmiştim. Az beklemelerini önerdim ama, kalmadılar, Şakir İsmail, ne demek istediğimi anladı, gülümseyerek:

-Alacağım olsun, ben unutmam, bir başka zaman! deyip ayrıldılar. Onlar gidince harmana uğradım. Demet taşıyıcılar yığın tartışması tapıyor:

-Demetler nasıl dizilirse daha sağlıklı korunurmuş? Damat, yığını yaparken demetleri gevşek diziyormuş. Eniştem açıkladı:

-Gevşek dizilince yağmurda araya çok su dolar, kısa zamanda çürüme olur; sıkıştırınca yağmur fazla etkilemez. Eniştem çıktı, sıkıştıra sıkıştıra demetleri sıraladı, en üstüne de bir demeti kapattı. Damat uyumlu, bundan sonra daha dikkatli olacağına söz verdi. Bu arada da bir öneride bulundu:

-En iyisi, her yığının üstüne bir çadır koymak! Eniştem takıldı:

-İyi işte, yığınların kadar çadırı, teskereyi alınca getirirsin. Onlar beyliktir, dışarda satılmaz!

Demet işi bitiyormuş, yarın eniştemin demetlerine başlanacakmış. Onlar gidince bostana gittim. Sıcakta bostan yaprakları sölpümüş, karpuzlar ortalıkta, sanki köklerinden koparılmış gibi görünüyorlar. Önce birden irkildim aralarda gezerek baktım, hepsi köklerinde. Akşam biber sulamaya inince de görmek üzere kahveye döndüm.

Babam hesap yapıyordu. Hesap dediğim, komşular, çay içtiklerinde parasını vermez, ayrı sütunları vardır oraya bir çizgi çizilir. Harman gelince o çizgiler toplanır, toptan ödeme yapılır. Babam çizgi sayıyordu. Yeni başlamıştı, alıp ben topladım. Nedense buna çetele diyorlar. Esas çeteleye dokunmadan başka bir kâğıda sonuçları yazdım. 30 kadar insanın 50 ile 100 arasında çiziği var. Her çizik beş kuruş, 20 çizik bir lira, yüz çizik beş lira, bin çizik elli lira, babamın toplayacağı yüz kırk lira dolayında bir para. Babam, hesaplı:

-Başka köylerde çaylar daha ucuz, ben veresiye olduğu için pahalı veriyorum! dedi.

Babamla iki ikiye konuşurken, Abdi Ahmet Dayımlar geldi, kardeşi Cambaz Osman lâkaplı, gerçekten de cambazlık yapan bir gezginci. Kızılcıkdere’de oturuyor ama, köyde kaldığı günler sayılı. Vize, Saray, taraflarını dolaşmış, oralarda panayırlar kurulmuş, onları dolaşmış. Gülerek:

-Kızılcıkdere’den haber sormayın, 10 gündür oradan uzak kaldım, gider gitmez, yeni haberleri size iletirim! dedi. Ben zaten sormayacaktım. Söz, pazarlara, panayırlara döndü, ucuzluk varmış ama ucuzluk onların işine gelmiyormuş, “bizim işimiz halkla, halkta para yoksa bize de müşteri yok!” gibilerde yakındı. Gene de gezmeye devam, buna alıştık, dolaşmak için bile olsa pazarları, panayırları dolaşıyorum! dedi. Sormayın demesine karşın İsmet’ten, öteki öğretmenlerden söz etti. İyi çalıştıklarını söyledi. Arkasından da:

-Bu millete yaranılmaz, gezdiğim yerlerde istemeyerek de oldu söylenenleri duyuyorum, galiba Eğitmen, bir konu üstünde konuşurken Hazreti Muhammet’in İsa’dan sonra doğduğunu söylediği için şikâyet edilmiş. Bu söz, İsa’nın Hazreti Muhammet’ten daha üstün olduğu anlamına geldiği için Eğitmen, on yıldır başarıyla çalıştığı köyden uzaklaştırılmış. Cambaz Osman, Milli Eğitim Kurumunu da eleştirdi:

-İddia edilen varit değilse, adamı denen naklediyorsun? Başka bakanlıklar işte bunu yapmıyor. Bir Nahiye Müdürü tanıyorum, çalışkan adam, durmadan şikâyet ediliyor. Adam alışmış, umurunda değil:

-Meyveli ağaca taş atılır! deyip işini sürdürüyor. Bana dönerek:

-İşte bu sizin teşkilatta yok. Belli ki sizin teşkilatta bir tek yok!

Yeni gelenler oldu, hoşbeşler arasında konu değişti, ben ayrıldım.

Biber sulama günüm, tenekeleri aldığım gibi dereye indim. Köye öğretmen olarak dönmediğime iyi ettiğimi düşünerek, suları taşıdım. Oradan bostana geçtim, gündüz o baygın yapraklar zifiri yeşil, canlı, karpuzların üstünü örtmüş, gündüz karpuz yaygını görünen tarlada ara ara çok iri karpuzların dışında fazla bir şey görülmüyor. Kafamda bir soru belirdi:

-Güneşte bayılan yapraklar, güneş azalınca nasıl canlanıyor. Su verilse anlarım, burada su falan verilmiyor. Sabahleyin canlı olan yaprak çok sıcakta su kaybedip pörsüyor. Güneş geçince neden canlanıyor? Halil Dere’ye bir soru!

Eve dönünce Bektaş Ağabeyim geldi bir süre konuştuk. Oğlu Ali Rıza iyi okuyormuş, Onu da Kepirtepe’ye göndermeyi düşünüyormuş. Ben de:

-Şimdilerdeki genel duruma göre en doğrusu bu! dedim. İsterse öğretmen olur, okumak isterse, okumayı göze alırsa benim gibi yüksek bölümde sürdürür. Başka bir mesleğe geçmek istiyorsa oradan, öteki yolların da yakında açılacağını söyledim.

Bektaş Ağabeyimle konuşa konuşa kahveye indik. Furtun Şerif Enişte vardı. Beni görünce:

-Gel bakalım, şu senin harman hikâyeni bir de ben dinleyeyim! Anlamadım, sordum:

-Ne harmanı, ne hikayesi bu? Benim Damat’a anlattığım daire alanlarını bulma, küp, ölçme sözleri, ortalığa dağılmış, Şerif Enişte, bu konuyu açmak için böyle konuşmuş. Şerif Enişte, görünüşte ileri geri konuşan biri olarak söylenir ama bana göre çok mantıklı, dedikoduyu sevmeyen ancak dedikodusu yapılan olayın gerçeğini öğrenmek isteyen bir kimse. Belli ki, Damat benim anlattıklarımı kendisi algılayabildiği kadarını başkasına anlatmış, anlattığı da anladığı kadarını başkasına söylemiş. Sonunda konu harman yapma işine dönüşmüş. Şerif Enişte doğrudan şunun sordu:

-Biz yıllardan beri bu harmanla işimizi görüyoruz, bir şikâyetimiz de yok. Sen bunda ne kusur buldun? Eski köye yeni adet mi çıkarıyorsun? Şerif Enişte’nin son sözünü tekrarladım:

-“Eski köye yeni adet” sözünün anlamı, yapıla gelenin bir yana bırakılıp bir başka türlüsünün yapılması anlamına gelir. Örneğin Sarımsaklı Çiftliğinde kullanılan yöntemler, makine ile sapı saman, çıkan taneleri ayıklama hatta un yapma. Konuşmamızda böyle değişim yok. Harman gene harman. Harman nedir bir yuvarlak alan kazınır, sulanır, dövülüp kurutulur. Buraya kadar olanda var mı düşüncelerimizde bir fark?

-Yok!

-Öyleyse anlaşmazlığımız harmanın yapımı, ya da şekli değil. Bundan sonraki işlemlerde bir takı farklar çıkabilir. Örneğin ben sana sorabilirim:

-Şu yıllardır kullandığın harmana kaç demet yayıyorsun? Ya da senin harmanın kaç demetlik? Ya da birisi gelip senden ricada bulunsa:

-Bana iki yüz demetlik bir harman hazırla? Bunu nasıl yaparsın? Harmanında tek çift kullanan gibi iki ya da üç çift kullananlar olmaz mı? Sen yapmıyorsun ama bunu yapmak gereğini duyanlar vardır. Üç çiftle tek çiftin dolaşacağı alanlar eşit olamaz, biri ötekinden büyük olmalıdır. İşte bunun için insanlar yöntemler bulmuşlar, benim anlattığım bu! Harmanına attığın demetini bilirsen, harmanının kaç gün süreceğini de bilirsin, alacağın ürünlerin yuvarlak olarak hesabını da!

Dinleyenler hep sustular. Melek Mehmet sordu:

-Biz bunun hesabını nasıl yaparız?

-Bunun bir hesabı yok! Üstelik size bunu yapın! diyen de yok. Bu dediklerimi birileri yapıyor. Sizler ağzınızdaki diş düştüğü zaman aldırmadan yaşamınızı sürdürüyorsunuz ama başkaları hemen dişçiye gidip yaptırıyor; üstelik altınla kaplatıyor. Siz litre ile kiloyu hatta ikisini de okka olarak benimsemişsiniz ama onların farklı olduğunu başkaları biliyor. Söz gelimi bir okka, kilonun 1/3’ü kadar fazladır. Söz gelimi bir litre sütle, bir litre su ağırlık olarak farklıdır. Fazla ayrıntıya gitmeye gerek yok, sizler isterseniz, kendi yaptığınız işlerden daha fazlasını bilerek yapabilirsiniz. Örneğin, yığdığınız sapın yığını, kilerinize kurduğunuz turşu küplerinin hacimlerini bilebiliriz. Dahası arabalarla götürüp sattığınız karpuzların kilolarını hesaplamanız elinizde. Pancarı zaman zaman yaptığınızı biliyorum, (bir sepet pancar tartılır, arabaya o sepetle yükleme yapılır) o çok yorucu. Ancak benim dediklerimin yorucu bir tarafı yok, oturarak, konuşularak yapılacak işler.

Karpuzu soran oldu. Karpuz için önerim şöyle:

-Karpuzların tek boy olması gibi iki ya da üç boy büyüklüğü olabilir. Üç karpuzu tartar, çıkanını üçe bolar, çıkanı karpuz sayısına çeviririz. Bu size bir fikir verir. Pazar yerindeki satışları gözler, pazarda satılanlardan bir miktar eksik satmaya çalışırsın. Hiçbir fikrin yokken bir araba karpuzu, alıcının insafına göre 4- 5 liraya bırakmak, emeğini heder etmek olmaktadır. Bunu salt bir kişi için söylemiyorum, tüm karpuz satanlar böyle yaparsa pazarcılar da daha ciddi alıcı durumuna girerler.

Baktım ki dikkatli dikkatli dinliyorlar, arabaları üstüne sorular sordum. Özellikle çift hayvan koşumunda hayvanların biri güçlü ise güçsüzün yükünü ötekine vermek için boyunduruğun bir tarafını kısaltmak için bağlıyorlar, bağlanan boyunduruk hareketsiz kaldığından hayvanların ikisi de sıkıntı çekiyor. Oysa bunu, boyunduruğun deliğini biraz güçlü hayvan tarafına çekip taksalar hayvanlar rahat hareket edecek, güçlü hayvan sıkıntı çekmeden daha ağır payı taşıyacak. Bunu söyleyince bunu bana gülerek sordular:

-Nerden biliyorsun bu Yahudi kurnazlıklarını?

Bu kez de Yahudiler üstüne kendi bildikleri birtakım olayları anlattım:

-Sizin Yahudilere yakıştırdığınız kurnazlıklar onların akıllılığından değil, onları batılı uygar insanlar düşünüp uyguluyor, akıllı değil, kurnaz yahudiler, bunları görünce benimseyip uygulamaya geçiyor. Biz onlarda görünce onlar yaptı sanıyoruz. Oysa onların aldıkları hep başkalarının bulduğu yenilikler. Sizler anlatıyorsunuz, eskilerde Kırklareli, Lüleburgaz hep bağlık bahçelikmiş. Bunları Rumlar, Bulgarlar yetiştirmiş. Onlar gidince bağlık, bahçelik olduğu gibi sürmüş. 1934 yılında Yahudiler gidince, bağ bahçe kalmadı diyorsunuz. Demek Yahudiler, bir işe el atınca ölesiye çalışarak başarıyor. Öyleyse onların başarıları Yahudiliklerinden değil çalışmalarından.

Gelenler oldu konuşmayı kestim. Gelenlerden biri, Molla Hüseyin, çok şakacılardan biridir. Bir zamanlar bir Yunanistan Başbakanı vardı Çaldariz, Molla Hüseyin’in adı Çavdar, bu ses benzeşikliğinden onun adı önce Çavdaris, sonra düpedüz Çaldaris olmuştu. Bunları anımsadığımdan onu görünce şakaların süreceğini ummuştum. Daha önceki günlerde, eşinin rahatsızlandığını, bir süre hastanede yattığını duymuştum. Hastaneden Ali Ağabeyim getirmişti. Bu kez de kontrole götürmüş, birileri ilgiyle onu sordu, oldukça sevinçli “Tehlikeyi atlatmışız, doktorlar iyi buldular!,, dedi. Meğer Kırklareli’den gelmiş. Bana Hasan Amcamdan haber getirmiş, kahveye gelişi de ondanmış. Hasan Amcam:

- Vahit Dede birkaç gün Kırklareli’de kalacak, görüşmek istiyorsa, gelsin! demiş.

Kırklareli’ye gideceğimi söyleyince bu kez de Cambaz Osman:

-Yarın niyetin varsa bana arkadaş ol, ben oraya gidiyorum! der demez karar verdim, sevincim iki kat arttı.

Cambaz Osman, çok erken çıkmayacağımızı, buradan geçeceğini söyleyip ayrıldı.

Eve dönüp, Vahit Dede’nin yazılarını ayırdım, ona söyleyeceklerimi derli toplu not ettim. Soracaklarımı da bir düzene koymaya çalışırken uyudum.

 

24 Ağustos 1945 Cuma

 

Akşamki sevincim tüm gece sürdü sanırım, güzel rüyalar gördüm. Kalktığımda da sevinçliydim. Güneş doğarken kahveye indim. Babam daha önce kalkmış, bostana gidip karpuz hazırlamış. Benim aklıma bile gelmemişti, Atiye Yenge sevinecektir. Canbaz Osman’ın atları, bir dakika bile durmadan tırıs olarak, Kınalı Bayıra dek gittiler. Yokuş aşağı inerken normal yürüyüşe geçmelerine şaştım. Yaya gelseymişim, sudan geçmek zor olacakmış, dere oldukça akıntılı. Suyun çok yaygın olduğu yerden geçilmesine karşın diz boyu su. Canbaz Osman’a göre ovaya yağmasa da Istranca’lara sık sık yağmur yağdığından Şeytan deresi susuz kalmıyormuş.

Saat 12:00 sularında Kırklareli’ne girdik. Canbaz Osman, panayırlardan aldığı hayvanları Muratlı’dan trene yüklenmek üzere bırakmış, bu saatlerde istasyona gelecekmiş, adamlarını karşılamak üzere ayrıldı. Karpuzları alıp amcamlara götürdüm. Evde Şetvan yalnızdı, yengem ikizleri tartmak için hastaneye gitmiş. Fazla kalmadım, gene geleceğimi söyleyip ayrıldım.

Parkta otururken aklıma geldi, Vahit Dede Yeşilyurt Gazetesi’nde sürekli yazardı. Orada olamaz mı? Yeşilyurt Gazetesi’ne gittim. Vahit Dede, beklediğim gibi oradaydı. Tam da kalkmak üzereymiş. Oturdu, büyüdüğümden söz etti, anımsadığı kadarıyla beni okula yerleştirmesini anlattı. Karşısındakine Rıza Rıza deyip durdu. Bu kez de ben şaştım, Yeşilyurt Gazetesini çıkaran Ali Rıza Dursunkaya, yaşlı biri olması gerekir. Bir süre sonra Rıza Bey, Vahit Dede’yi uyardı:

-Geç kalıyoruz, bizi bekliyorlar. Arkadaşın vakti varsa bizi beklesin ya da gezip dolaştıktan sonra buraya gelsin! Vahit Dede telaşlanarak:

-Öyle mi? deyip kalktı.

Onlar gidince Halkevi Bahçesine gittim. Halkevinde çalışmalar varmış, merak ettim, binaya giren çıkanların geçtiği yola yakın bir yere oturdum. Çıkanlardan biri, Kızılcıkdere’den “Dayımoğlu” dediğim Necmettin. Beni tanımadan geçiyordu, seslendim. Yanında biri vardı, Halkevinde görevli bir öğretmenmiş. Necmettin bana sahip çıkınca arkadaşı da geldi oturdu. Halkevinde piyano varmış, belli saatlerde çalışanlar varmış, Selahattin Yücesoy, zaman zaman gelip çalışıyormuş. Selâhattin öğretmeni tanıdığımı söyleyince görevli:

-Öyleyse gir, çalış, Selâhattin Öğretmenin adını verince kimse bir şey demez! deyince sevindim. Onlar gidince girdim, Atiye Yengemin kardeşinin lokantasında yemek yedim. Oradan çıkınca Yeşilyurt Gazetesine gittim. Vahit Dede, bir geceliğine Edirne’ye gitmiş. Daha doğrusu onu karga tulumba götürmüşler, yarın gelecekmiş. Rıza Bey, benim, Vahit Dede’yi yeni tanıdığımı sandığından uzun uzun söz etti. O konuşurken ben hep, “bu Rıza Bey, Dursunkaya Rıza mı?” diye düşündüm durdum. Piyanoya sevindiğim için umursamadım. Ancak, Rıza Bey, daha önce yaşanmış olaylardan anımsadığından sormadan açıklama yaptı:

-Ben gazetenin ortağıyım. Benim de adım Rıza, bu nedenle beni zaman zaman Ali Rıza Dursunkaya sanırlar. Ben Ali Rıza Altıntel’im. Gazeteyi ben yönetiyorum ama sorumlusu Ali Rıza Dursunkaya’dır.

Tekrar görüşmek üzere gazeteden ayrıldım. Parkta Necmettin beni bekliyormuş, buluştuk. Necmettin öğretmen Kırklareli merkezine gelmek istiyormuş, söz almış onun sonucunu bekliyormuş. Gazi Eğitim Enstitüsü’ne niyetliymiş. Orasını bitirince kentlerde çalışması kolaylaşıyormuş. Esas niyeti de Gazi Eğitimi bitirip gene buraya gelmekmiş. Bunda başarılı olursa tatillerde köyde çalışıp oradaki işlerden kopmak istemiyormuş. Geç vakte dek konuştuk. Kızılcıkdere’de ortak tanıdıklarımız var, onları sordum. Necmettin’in kalacak yeri varmış, ağzından mı kaçırdı, yoksa bilerek mi söyledi:

-Bahtiyarlar’da kalıyorum. Bahtiyarlar dediği Şoför Hasan lâkaplı benim Hasan Amcam. Çocukluğumda onun gelmesini dört gözle beklerdim. Otomobili daha doğrusu otomobilleri vardı, Kırklareli Valisi’nin şoförü idi. İlkokulu bitirdiğimde Kırklareli ortaokuluna yazılmaya gelince, birkaç gün onlarda kalmama yenge razı olmayınca aklımdan onları sildim. Köydeyken birkaç kez Hasan Amcam gelmişti, yüzüne bile bakmak istemedim. “Benim için öyle bir akraba yok, benim dünyam onlarsız da olur!” dedim o defteri kapattım. Gitmek bir yana görsem bile başımı çeviririm. Beni üzen, evinde kalmamam değil, o anda birden kestirip atmak oldu. Ben onu, okumamı önlemek isteyen bir tavır olarak algıladım. Bunu yengemim cehaletine yorabilirdim. Ancak Amcamın, öyle bir çıkış karşısında susması ikisini de aynı kefeye koymama neden oldu. Çocuk Bahtiyar’ın bunda bir suçu yoktu ama, sanki o da suçluymuş gibi adı anıldıkça, eski sevgimin olmadığını anladıkça ilgim azaldı. Öyle ki zaman zaman ablamlar andığında söylenenleri dinlemek istemediğimin ayırdına vardım. Gene de Necmettin’e bir şey söylemedim:

-Onlar beni unutmuştur! deyip geçiştirdim.

Otele gidince de bir süre düşündüm:

-Haklı mıyım? Haklı olduğum inancı içinde uyudum.

 

25 Ağustos 1945 Cumartesi

 

Geç vakit uyandım. Otelci geldi sordu, akşama kalacak mısın? Tam kararlı değildim ama onun sorması tuhafıma gitti, sanki inat olsun gibilerde kalacağımı söyledim. Adamın niyeti iyiymiş, yatak takımlarım değişecekmiş, o niyetle sormuş.

Hava oldukça sıcak, parkın karşısındaki tatlıcılardan birinde kahvaltı ettim. Gözlerim karşıdaki Halkevi kapısında, giren çıkan var mı? Çay getiren çocuğa sordum:

-Halkevi bugün açık olur mu? Çocuk:

-Bugün cumartesi abi, Halkevi bugün arı gibi kaynar, çocuklar oraya derse geliyorlar; az sonra dolar orası!

Bu habere sevindim, kalkınca doğru parka gidip salona yakın bir masaya oturdum. Gazeteci çocuk dünkü gazeteleri satıyor, bir Cumhuriyet aldım.

Nadir Nadi başyazı yazmış, soruyor:

-Faşizmin Zaferi mi? Bulgaristan’da seçim var. İngiltere, atom bombasının gizlerinin açıklanmasını istemiyor. İran’da İsyan. Rusya ile Çin anlaştı! Zafer Bayramı programı! Bir de kitap ilânı Joseph Kessel- Gölgeler Ordusu. (125 krş) Akagündüz’ün Yunus Nadi için yazdığı yazı güzel. Akagündüz’den bir zamanlar okumuştum, Bu toprağın Kızları, bu kitapta bir dönemin çok ünlü kişisi Rıza Tevfik’i at üstünde atlatışı uzun süre beni etkilemiştir. Şiirlerini okurken, zaman zaman onu, at üstünde Napolyon Bonapart ya da Atatürk gibi düşlerdim.

Kalkıp kitapçıya gittim, Gölgeler Ordusu var. Alıp gene eski yerime parka döndüm. Kolay okunan bir kitap. Fransa’nın daha doğusu Paris’in Almanlarca işgalini anlatıyor. Daha başlarken dikkatimi çekti, her insanın kendini övmesi gibi her ulusun yazarları da kendilerine övgü buluyor. Savaş başlayınca on beş günde teslim olan Fransa’da meğer ne çok kahraman varmış, her bir Parisli Alman askerlerini kolayca atlatıyor. Hele bir köprüde sıralanan insanların Alman askerlerinin gözü önünde elden ele mermi kaçırması insanı heyecanlandırıyor. Ancak okuyup geçtikten sonra o etki azalıyor. Sanki gerçek değil de kitapta böyle anlatılıyor.

Bir yandan da Halkevine girenlere bakıyorum, gelenler hep çocuk, ellerinde bez kılıflı mandolinler, siyah kutulu kemanlar. Necmettin de geldi. Müzik çalışmalarını Osman Bey yürütüyormuş. Kemancı Osman. Keman çaldığından falan değil öğrenciliğinde takılmış bir admış. Osman Bey geçerken Necmettin merhabalaştı. Osman Bey elini başına götürerek selâmladı. Az sonra da Ortaokul Müzik Öğretmeni Selâhattin Yücesoy geçti. Durumu anladım, Osman Bey Halkevi görevlisi, Selâhattin Öğretmen de derse geliyor. Necmettin izin isteyip gene gelmek üzere ayrıldı.

Yalnız kalınca ben de Yeşilyurt gazetesine gittim. Vahit Dede, Edirne’den dönmüş, Rıza Bey:

--Döndüğüne göre durmaz o gelir! dedi. Sahiden geldi ama, iki saat sonra geldi. Gelir gelmez de sil yeni baştan sorular sordu. Yaşar Nabi, yazısı çıkan dergileri göndermiyormuş. Bulduklarınım hepsini getirdiğimi söyledim. Bu kez de:

-Onlar sen de kalsın, beni hatırla, belki kitabımı çıkaramayabilirim! dedi. Kendindeki yazılarını çıkardı. Yazılar, dosya falan edilmemiş, torbalarda; çoğu da eski yazı ile. Rıza Beyle birlikte bir süre onları sıralayıp kalıplar altına koyduk. Eski yazıların bir bölümü yeni yazıları tamamlayan yazılar. Ayırmakta kendisi bile zorlanıyor. Bir yandan da durmadan konuşuyor. Sait Bey diye birini buldurdu, o da yaşlı biri, ancak daha dinç. Vahit Dede’nin nazını çekiyor, eski yazıları ona devretti, yeni yazıya çevirecek. Akşam geç vakte dek çalıştık. Yarın tören var, öğleden sonra toplanmak üzere ayrıldık.

Necmettin beni Halkevi Bahçesi’nde sabırla beklemiş, hemen muştuladı, piyanoda çalışabilirmişim. Zafer Bayramı nedeniyle yarın öğrencilerin çalışmaları yokmuş. Ancak, olağanüstü bir durum olmazsa öğleden sonra dilediğim kadar çalışabilecekmişim.

Necmettin yemek için beni götürmek istedi ama gitmedim, Hasan Amcamlara söz verdiğimi söyleyip geçiştirdim. O da gene geleceğini söyleyip ayrıldı. Bahçe tıpkı Lüleburgaz’da olduğu gibi, saat 21:00 sularında tıka basa doluyor. Radyo da sonuna dek açık. Bando müzikleri çalıyor. Her gece kısacık söylenen “Geçmişte Bugün” bu gece oldukça uzun sürdü. Dönüşte yer bulamayacağımı düşünerek yemeğe gittim. Necmettin erken gelmiş, yanında Halkevinde görevli öğretmen var, Osman Bey. Osman Oyman! Hemen öğrencilik günlerini anlattı, Edirne Öğretmen Okulunda öğrenciyken, okullarına Atatürk gelmiş. Atatürk’ün huzuruna çıkışını o günkü gibi heyecanla anlatıyor.

-“Atatürk’ü görmek için ben de -Çeşmekolu’dan Saray-Büyük Manika köyüne dek gitmiştim, ancak görmek kısmet olmadı!” deyince benden çok üzüldü. Atatürk sevgimizden mi oksa yaratılış olarak mı Osman Bey’le iyi anlaştık. Halkevi salonu sorumlu öğretmeni imiş.

 Kendisi de bir süre keman çalıştığını, müzik sevdiğini söyledikten sonra:

- Yarın öğleden sonra salon senindir! dedi. Fazla oturmadık. Sevindim mi yoksa genelde içinde bulunduğum yalnızlık duygusundan mı, uykulu bir durumdaydım, onlar ayrılınca kalkıp otele döndüm. Otelde uykumun açılacağından çekinirken öyle olmadı, yatar yatmaz uyudum.

 

26 Ağustos 1945 Pazar

 

Otel, tam çarşının içinde, dar bir sokakta olduğundan sokaktaki tüm gürültüler, sanki otelin içinde gibi. Giyinip sokağa çıktım. Helvacılarda kahvaltı edip Halkevi parkına geçtim. Sağdan, soldan asker grupları gelip İstasyon tarafına geçiyor. Herhalde 30 Ağustos tören provaları olacak! Kurtuluş Savaşı’nın can alıcı günü bu gün ama halkın katılımıyla tören yapıldığını sanmıyorum. Yalnız oluşumdan hem hoşnudum, hem de bir bakıma sıkılıyorum. O nedenle gözlerim bir tanıdık arar gibi, sağa sola bakıyorum. Geçen defa dört beş öğretmenle buluşmuştuk, onlardan hiç kimse bugün gelmez mi? Tam kalkacağım sıra iki kişinin yabancımsı yabancımsı bakınarak parka yöneldiğini gördüm; Abdullah Erçetin, yanındaki de Arif Kalkan. Birden rahatladım. Az öteki kapıdan girdiklerinden biraz yanda kaldığım için beni görmediler. Bir de dönüp yüzlerini caddeye çevirince iyice arkalarında kaldım. Sanırım onlar da cadden geçecek birini bekliyorlardı. Onlar kıpırdamadan bakarken yaklaştım, ikisinin de omuzlarına ellerimi koyarak:

-Birini mi bekliyorsunuz? diye sordum. İkisi de, durgun, kuşkulu belki de hiç beklemedikleri bir durumla karşılaşmış gibi yüzüme baktılar, birden sıçrayıp kalktılar. Ben onları görünce duyduğum sevinçten fazlasını duyduklarını görerek boyunlarına sarıldım. Oturduk. Bekledikleri, tanıdık biri olsun da kim olursa olsunmuş ama bu daha iyi olmuş. Abdullah bir haftadır buradaymış, Millî Eğitim Müdürlüğüne uğradığında ona bir iş vermişler, on gün kadar burada çalışacakmış. Yatacak yeri varmış, durumundan hoşnut. Arif iyi, sağlığı yerinde biraz daha güçlü bir görünümü var. İşinden, çalışmalarından hoşnut, “Sen iyi olursan, çevren de iyi olur” görüşünde.

Birlikte istasyona doğru yürüdük. Bir grup asker tören denemesi yapıyormuş. Yığınla çocuk var. Halktan bile toplananlar olmuş. Bando takımı özel gösteri yapıyor. Vahit Dede’yi düşündüm, o da bunları yaptırıyor muydu? Anımsadığım olay; Alpullu Şeker Fabrikası bandosunu çalıştırırken bizim köye de takımını getirmişti. Ancak o öyle bedensel hareketler yaptırmıyordu. Biz bandoya bakarken atlı birlikler geldi. Lüleburgaz’da da atlı birlikler vardır ama kısa bir grup oluştururdu. Buradaki atlı birlikler Lüleburgaz’da gördüklerimin birkaç katı. Bandosu da Lüleburgaz’da gördüğümden büyük; çaldığı parçalar bile çok farklı.

Gösterilerden sonra Arif bizi öğretmenlerin gittiği bir yere götürdü. Bahçe içinde şirin bir yer, orası öğretmenlere aitmiş. İsmet’in öğretmeni Nazif Bey oradaydı, sanırım beni gördü ama tanımazdan geldi. Hiç umursamadan ben de tam karşısına serilerek oturdum. Az sonra Necmettin, kapıdan girince beni gördü yanımıza geldi. Bir süre birlikte oturduk. Arif, bir araba ile gelmiş, belli saatte döneceklermiş, erken ayrılmak istedi, Abdullah da onunla kalktı. Onlar gidince uzunca bir süre Necmettin’le oturduk. Kızılcıkdere’de ortak akrabalardan söz ettik. Necmettin annemin kardeşi Ali Dayımı çok iyi tanıyor, ondan söz etti. İçimden içimden utandım. Ben adını anıyorum ama yıllardır görmedim. İşin ilginci Kızılcıkdere’ye sık sık gittim de! Muhittin Eniştemlerde kalıyorum. Onlar kendileri arasında anlaşmazlıklardan dolayı görüşmüyormuş. Böylece ben de tek taraflı olmuş gibi dayımın kapısını kapatmışım.

Necmettin’den ayrılınca Yeşilyurt Gazetesi’ne gittim. Rıza Bey oradaydı. Niçin geldiğimi bildiğinden, gülümseyerek:

-Dede bugün, geleceğini söyledi ama kesinlikle gelmez, daha doğrusu gelemez. Onun bir grubu var, onu alıp Babaeski’ye gittiler, umarım yarın gelir. O, zaman zaman böyle heveslenir, sonra işi gevşetir. Bildim bileli böyledir. İşini kimseye de güvenip bırakamaz. Yazılarının toplamı dört beş kitaplıktır, bunu biliyoruz. Önce birini bastıralım! diyoruz, ona da razı olmuyor,

Yeşilyurt’tan ayrılıp Halkevine gittim. Bekçiden başka kimse yok. Osman Bey’den izin aldığımı söyleyip salona girdim. Doğru piyanoya gittim. Piyano bizim siyah piyano türünden, rengi ceviz rengi ama, sesler oldukça metal. Salonda insan varmış gibi önce çok hafif temrinler yaptım. Gelen giden olmadı, aklıma gelen parçaları arka arkaya sıraladım. Üç aydır doğru dürüst çalışmadığım için unuttuğumu sandığım parçaları tekrarlayınca unutmadığımı görüp sevindim. Ancak parmaklar oldukça ağırlaşmış. O nedenle Hanon’dan sıra etütleri tekrarladım. Bir süre parka gelenlerden pencereye gelip bakanlar oldu. Bir süre sonra da çocuklardan bir grup içeri girdi. Bir de baktım biri de Hasan Amcamın kızı Şetvan. Gülümseyerek yanıma geldi. Yanında arkadaşı var, Ahmet Ziya adıyla Kırklareli çevresinde Fabrikatör olarak anılan kişinin kızı. Özel piyano dersi alıyormuş. Sordum, o öyle ezberden çalmıyormuş, onun metodu varmış, ondan çalıyormuş. Öğrendim, Beyer Metodu. Öğretmeni, Selahattin Yücetürk, Ortaokul Müzik öğretmeni. Daha küçük çocuklar doluşunca piyanoyu kapatıp çıktım.

Bir süre yalnız oturdum. Arkadaşları düşündüm, mektuplaşıyorlar, haberler üretiyorlar. Arif Kalkan için çocuğu olmuş, demişlerdi. Oysa Arif “öyle bir şey yok” dedi. Abdullah gitmeyecekti, neden dönmedi? Bir süre onun dönmesini bekledim. Yalnızlık da kimi kez insanı rahatsız ediyor. Neyse, ben böyle düşünürken Abdullah geldi. Abdullah çok rahat. Bir süre yaptığı işten söz etti. Kırklareli ilçelerinin okul durumlarını, okulsuz okullu köyleri, okulsuz köylerin nüfus sayıları topluyormuş. Henüz il merkezi köyleri üstünde çalışıyormuş. İl merkez köylerinin daha ¾ ‘ünde okul yokmuş. Abdullah’tan bir süre sonra İsmet geldi. İsmet’in gelişine sevindim. Köyden haberler getirdi, “Herkes iyi!” imiş. Ben ayrıldığımda oldukça tedirgin bir durum vardı. Az sonra da Necmettin de bize katıldı. İsmet Necmettin’e de “Dayı!” diyor. Bir süre aralarında konuştular. Yalnız otururken bir ara “Yarın gitmeyi kurmuştum, fikrimi değiştirdim, yarın Vahit Dede gelir, nasıl olsa Abdullah da var, öbürsü gün Ali Ağabeyimin gelme olasılığı var, onunla köye dönerim. Gelmezse trenle Lüleburgaz’a gider, Kepirtepe’ye de uğrarım” diye kafamda bir plân kurdum. İsmet eşiyle gelmiş, ablasında kalıyormuş, erken ayrıldı. Necmettin de köye dönecekmiş, ayrıldı. Abdullah ile kaldık. Abdullah bir akrabasında kalıyormuş. Bir süre, Lüleburgaz’daki arkadaşlardan, söz edip dedi-kodu yaptık. Konuşmasından anladığım kadarıyla Abdullah çok rahat. Okumaktan falan söz etmedi. Oysa ben, bir fırsatı düşse de Rousseau’dan, Emil’den söz etsem! diye kuruntulanıyordum.

Otele dönünce biraz daralır gibi oldum; neden burada bekliyorum? Sabah treniyle Lüleburgaz’a gider, köyden gelenler olur, onlarla köye dönerim. Neden doğrudan köye gitmiyorum? Vahit Dede üstüne ne güzel kuruntular kurmuştum. Onunla konuşacaktım, yazıları üstüne daha geniş bilgiler alacaktım. Mahmut Ragıp Öğretmenle konuştuklarımı anlatacak, onun düşünceleri alıp dönüşte yeni konular ortaya getirecektim. Aşık Veysel için ise hiç konuşmadık. Hani o Veysel’i davet ediyordu? Gitmekten vazgeçtim. Yarın da bir yoklama yapmaya karar verdim.

 

27 Ağustos 1945 Pazartesi

 

Geç kalktım. Görevli çocuk gene sordu:

-Ayrılacak mısın? Çocuğu paylarca savuşturdum:

-Ayrılmamı mı istiyorsun yoksa? Çocuk özür dile:

-Yok abi, patron bana her gün sormamı söyledi, sade senden değil tüm müşterilere soruyorum!

Kalacağımı söyledim. Kararım kesin, bugün de buradayım. Yarınki durum Ali Ağabeyimin gelişine bağlı. Gelmezse, akşama dek buralarda dolaşıp akşam treniyle Lüleburgaz’a geçmek. Kahvaltı edip bir süre Parkta oturdum. Gazeteci çocuk geçerken bir gazete aldım, Cumhuriyet. Büyük başlık:

-Dünyanın en büyük armadası, dün sabah Japon sularına girdi.

Armada’nın ne olduğunu tarihten biliyorum. İspanya-İngiltere arasında bir savaşta İspanya tüm deniz güçlerini toplayıp büyük bir deniz gücü oluşturmuş o güce bu adı vermişti. Ne yazık ki o güçler İngiltere’ye varmadan büyük bir fırtınaya tutulmuş, batmıştı. Böylece İngiltere de kurtulmuştu. Bu felâket olmasaydı şimdilerde İngiltere yerinde belki İspanya olacaktı. Bu nedenle Armada, ondan sonra büyük deniz gücü olarak anılır olmuştur. Amerika Armadasının öyle bir sakıncası yok, gemiler o denli büyük ki fırtınaların kıpırdatması bile söz konusu değil. Bir başka haber:

-Japon İmparatoru harakiri mi yaptı?

Galatasaray takımı Kürek Şampiyonu olmuş, Vefa Kulübünün yeni binası açılmış, İran’da İhtilâl olmuş! Gazetede Kırklareli adını görünce ilgimi çekti, Belediye ilan vermiş, yolları sulayan su taşıyıcı onarılacakmış. Güldüm, insanlar neler yapıyor?

Göreceğimi hiç ummuyordum ama gene de Yeşilyurt Gazetesine gittim. Birden şaşırdım, Vahit Dede yazıların üstüne yumulmuş, karıştırıyor. Beni görünce çıkıştı:

-İşleri sıkı tutmazsak, sürüncemede kalır. Zaten bu benim işler hep böyle geri geri itildi! Sustum, Yeşilyurt Gazetesinde çıkan yazılarını gazete yığınından ayırmaya başladım. Öğleye dek sessizce çalıştık. Öğlede beni alıp yemeğe götürdü. Yemekte bambaşka bir insandı, Varlık Dergisi sahibi Yaşar Nabi’den yakındı:

-İstediği yazıyı basıyor. Bastığını da kendine göre basıyor, bakıyorsun iki ay sonra çıkıyor. Oysa ben onun dergisini kavga meydanı sayıyorum, orada yazanlar benim küçümsediğim insanlar. Onların yazıları çıktığı anda benim cevaplarım verilmezse bunun bir tadı kalmıyor.

Aşık Veysel için de:

-Ben Sivas’ta kaldım, Veysel’in doğduğu yerleri dolaştım, oraları hep Alevidir. Veysel çaresiz, bir iki cenabetin eline düştü, onu bir kasaba çalgıcısı gibi sergiliyorlar. Pir Sultan Abdalları yetiştiren o toprak Veysel’e de kendini bulduracaktır. Onu görürsen bunu söyle! Aslını inkâr eden asılsız olur, bizim halkımızın hafızası (ortak belleği) böylelerini çabuk silkeler (unutur, kalıcı değerleri arasına almaz).

Bu arada, salt Sivas değil, Sivas, Yozgat, Erzincan Elazığ, Malatya, Tunceli, Bingöl, Muş, Erzurum, Kars yörelerini, Kars’tan da Rusya’ya geçtiğini, bir süre Moskova’da çalıştığını anlattı. Fırsat bulmuştum, bir yazısında Rahmaninov’la Karayev’den söz etmişti bunları nasıl tanıdığını sordum. Moskova’da müzik çalışmalarına katılmış, güldü; asıl mesleğinin müzik olduğunu, üflemeli çalgılar ustası olarak tanındığını, Rusya’da Bando Şefliği yaptığını, bando işinin Kırklareli’de Edirne’de en son olarak Alpullu’da denedikten sonra bu işin Türkiye’de sürmeyeceğini anlayınca işi tüm gücüyle folklora döndürdüğünü anlattı. Şimdi bulunduğu yöredeki Amuca kabilesinin kökenine inmeye çalıştığını, oralarda kalmasının bir bakıma bu olduğunu söyledi. Vahit Dede bugün tam anlamıyla bir öğreticiydi:

-Ben çalışırken içmem, yazdığım sıralar kesinlikle içkili değilimdir. İçince coşarım ama bu, yazdığım konulara bağlı, birilerinin yanlışını söylerken nasıl içkili olurum? Yazdıklarımı okursanız, doğru dediklerim karşısında tereddütlü olanlara küfür bile ederim. O küfür ettiğim zevat susar. İçkili kafayla bu iş yürümez. Ben Bektaşi’yim, Bektaşi’ler içkiyi sohbet için içerler. Benim de bazen ipin ucunu kaçırdığım olur. Ben herkesi dost bilirim, sohbetimize katılan kadehini bana kaldırınca duramam, o an benim iradem o dostun emrindedir. Benim sarhoşluğum da kimseye zarar vermez, öderse ceremesini kendi bedenim öder.

Adını duyardım ama okumamıştım, Damla Dergisi’ni tanıdım. Damla Dergisi’nde Mahmut Ragıp Kösemihal adını görünce şaşırdım. Kendi kendime:

-Bu da ne arıyor burada? dedim. Vahit Dede bana bakarak:

-Sen onu tanıdığını söylemiştin, böyle mi tanıdın? deyip yüzüme baktı. Şimdilerde soyadını değişik yazan Mahmut Ragıp’ın birkaç dergide birden yazıları çıktığını, çok velüt bir kalemi olduğunu, soylu bir aileden geldiğini anlattı. Onun da kendisini çok sevdiğini bildiğimi, bunu kendisinin söylediğini tekrarladım. Vahit Dede:

-O dediyse, değinde, denmesi gereken bir cevher olduğu bir gerçektir. Çünkü o bu konuda beynenmilel (Uluslararası) bir otoritedir, Avrupa’da sözü geçen bir değerli kişidir! dedi.

Arkasından da:

-Yaşça benden çok küçüktür ama beyni büyüktür, o nedenle o bana üstadım dese de, ben ona üstat gözüyle bakarım!

Gerçekten, Vahit Dede bir yazısında ondan söz ederken “üstat” der. Oysa Mahmut Ragıp benimle konuşmalarında Vahit Dede’den söz ederken , “O bizim üstadımız!” demektedir.

Vahit Dede bir süre Mahmut Ragıp Kösemihal’ın geçmiş kökeninden, menkıbeleşmiş atalarından, babasına dek kişiler tanıttı. Annesinin de Tanzimat dönemi ünlü paşalarından Mahmut Nedim Paşa’nın kızı olduğunu söyledi. Mahmut Nedim Paşa’nın Sadrazamlık yaptığını anlatınca birden irkildim; söylemedim ama aklımdan geçirdim. Bir kez konuşurken, Mahmut adının bizim ailede çok uzun bir süredir ön plânda olduğunu, babamın babasının adının da Mahmut olduğunu, ağabeylerimden biri ile, Kamber amcamın oğlunun da adının Mahmut olduğunu sıralamış, babamın sakladığı bir ata yadigarı yüzükte Mahmut bin Mahmut yazdığını, o yüzüğün, babamın dedesinden kaldığını anlatmıştım. Mahmut Ragıp bunu dinleyince gülümsemiş,

-Bazı ailelerde böyle benzerlikler olur! demiş konuyu değiştirmişti. Vahit Dede, benim öyle bir bilgi kaynağını yakalamamı şans saydı, ondan nasıl yararlandığımı sordu. Bitirme tezimin Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nın kuruluşundan günümüze dek gelişmesi olduğunu, bu konuyu tümüyle ona güvenerek kendisiyle konuştuktan sonra seçtiğimi, her cumartesi orkestra konserlerinde buluştuğumuzu anlatınca Vahit Dede beni kutladı:

-Sen turnayı gözünden vurmuşsun! deyip güldü.

Vahit Dede, yarının Salı Pazarı oluşu nedeniyle, kendisini çok kimselerin işleri için arayacağını, o nedenle çalışılmayacağını söyleyince ben de özür diledim, Eylül’ün ilk günü Kepirtepe’de olmam gerektiğini anlattım. Vahit Dede bu kez kendisine mektup yazarsam, Rıza Beye, gazeteye yazmamı, cevap vermesem bile bıkmadan yazmamı tembihledi. Verdiğim Varlık yazılarının eksik olabileceğini, elim değince daha dikkatli araştırmamı rica etti. Arkamı okşayarak ayrıldı.

Vahit Dede ayrılınca Rıza Bey:

-Bu olağan üstü bir başarı, Vahit Lütfi Salcı, kolları sıvayıp sabırla çalıştı. Bunda da bir hayır var, bunun arkasını ben bundan böyle bırakmam. Gerekirse kitapları kendim basarım. Hiç değilse yazılar derli toplu el altında olur!

Ayrılırken Rıza Bey bana da yakınlık gösterdi:

-Yazma denemeleri yapmak istiyorsan yaz, Ankara Mektupları olarak basalım. Konserlerden söz ettin onları bile duyursan bizim için haberdir.

Yazacağıma söz verdim.

Çarşıya çıkınca, sıkılır gibi oldum, Halkevi Bahçesi’nde kimseler yok, İstasyon yoluna çıkıp yürüdüm. Ağaçlık, güzel bir yol. İstasyonda çalışanlardan başka kimse yok. Dönüşte, sol tarafta oturanlar gördüm. Bahçede masalar, üstleri örtük, belli ki burası da oturulan bir yer, girdim. Elinde tepsi biri beni karşıladı:

-Buyurun, taze çayımız, soğuk biramız var! dedi. Bira aklımdan geçti ama çekindim, çay söyledim. Az sonra bir bayla bayan geldi, Az uzağımda oturdular. Bayın arkası dönük olduğundan yüzü görünmüyordu. Bayan bana yabancı gelmedi; çaktırmadan dikkatli baktım, Rezzan Öğretmen. Oldukça değişmiş ama yüz gene öyle güzel. Az sonra onların masasına bir bayla bir bayan daha geldi. Görevli gelince borcumu ödeyip çıktım. Öğretmenler köylerde neden durmuyor? Köylerde onları durduracak bir özendirici ortam yok da ondan. Bizim köye gelecek öğretmen, benim kahvede anlattığım gibi onlara yaşam boyu harman mı ölçtürecek?

Yarın gitme kararımı kesin verdiğimden Hasan Amcama uğrayıp gideceğimi söyledim. Şetvan, benim piyano çalışımı anlatmış, Amcam kutladı. Bir dahaki gelişimde dinlemek istediğini söyledi. Salı günleri Amcamın çok işi olduğunu biliyorum, Pazara gelen insanların çoğu, bir yolunu bulup hastaneye uğruyor. Hastaneye gelmek için muhtarlıktan bir kâğıt getirmek yeterli. Salı günleri doktorların hepsi hazır oluyor. Hastane, adıyla, sanıyla Millet Hastanesi!

Hastaneden çıkınca tepeye ortaokulun önüne çıktım. Buraları, pek net belli olmuyor ama bizim Bağlık Tepesi dediğimiz yerden akşam üstüleri iyice görülür. Geceleri de ışıklar pırıl pırıl yanar. Oysa buradan bakınca düz bir ova görülüyor. Etrafıma bakınarak gene Halkevi Bahçesi’ne indim. Numan Beyazıt vardı. O da yalnız, birini bekliyormuş. Akşam treni ile gidecekmiş. Numan’ı öğrenciliğinden iyi tanırdım, neşeli bir arkadaş. Dereden tepeden sözlerle beni bir süre güldürdü. Köyü, Kırklareli’ye de Babaeski’ye de yakınmış, bundan hiçbir yakınması olmadı. Ancak öğretmenlik mesleğini sevmediğini de gizlemiyor. Gezici Başöğretmenlerle İlköğretim Müfettişlerinin sık sık gelip aynı övütleri vermelerinden yakındı.

Numan’ı uğurladıktan sonra otele gidip erkenden yattım. Salı günü köye dönersem, bir gün köyde kalırım, ertesi günü Lüleburgaz’a giderim. 30 Ağustos Bayramı. O gün arkadaşlardan gelen olur, onlarla görüştükten sonra kararımı veririm. Öztekin Öğretmen eylül başında gelmeni bekleyeceğim demişti. Akil Mengü, yeni bir durumdan söz etmezse çeker giderim. Dediğimi uygulamış gibi sevinerek gözlerimi kapadım.

 

28 Ağustos 1945 Salı

 

Nedense bu sabah soran falan olmadı, kapıdan çıkarken bakıcı çocukla karşılaştım, çıkacağımı söyledim. Kahvaltı ettikten sonra Halkevi bahçesinin gölgelik bölümüne oturdum. Yan tarafımdaki yoldan pazar arabaları geçiyor. Kızılcıkdere’den gelenler de oradan geçip pazar yerine gidiyor. Mehmet Dayım da gelebilir diye düşünerek bir süre baktım. Bizim köyden gelecekler ancak iki saat sonra gelebilirler. Ancak onlar Asılbeyli yolundan gelip çarşıya uğramadan Pazar Yeri’ne çıkıyorlar. Kızılcıkdereli kadınların kılıkları bizim köydekiler gibi, ferace denilen bir siyah renkli dış örtü örterler. Başlarında da kenarları püsküllü, genellikle beyaz örtü olur. Yüzlerini kapatmazlar. Çarşaf denilen, çok yaygın peçeli meçeli kılıklısına rastlanmaz. Bunları düşünürken Zühre Teyzemin kızı Ayşe’yi anımsadım. Burada, Kırklareli Çocuk Esirgeme Kurumu’nda çalışıyormuş. O nasıl giyiniyor acaba? İsmet’in eşini köy kılığında gördüm ama Kırklareli’ye gelince nasıl giyiniyor? Arkasından Arif Kalkan’ı düşündüm. Arif, öğrenciyken böyle konuları konuştuğumuzda:

-Anam nasıl giyinirse eşim de öyle giyinecek! gibilerde konuşuyordu. Evlendiğine göre eşi sahiden annesi gibi mi giyiniyor?

Birileri gelir umuduyla bir süre oturduktan sonra kalkıp pazar yerine gittim. Pazar yerinde köylerin belli yerleri var, oralarda toplanırlar. Bizim köyün böyle bir yeri yok ama, gene de alıştıkları bir köşeleri vardır. Oraya gittim, Deveçatağı köyünden insanlar vardı. Onlarla konuşurken Ali Ağabeyim geldi. Hasan Amcama karpuz getirmiş, benim götürmemi istedi. Hastane yakın olduğu için hemen götürmeye davranınca Ali Ağabeyim güldü:

-Oraya ben de götürürüm, Hasan, oraya böyle bir şey gelmesini menetti. Götürürsen eve götüreceksin. Ben yenge ile dargınım, gidersem, karpuzlardan hoşlanacak ama gene de ileri geri konuşacak, sözünü esirgemez, yarı şaka yarı ciddi yutulmaz lâflar ediyor. Sana sataşmaz!

Oldukça büyük dört karpuzu alıp Amcamlara götürdüm. Yengem, erkenden pazara çıkmış, karpuzları Şetvan’la Elvan sevinerek aldılar. İkizler uyanıkmış, onları görüp ayrıldım.

Çıkınca Yeşilyurt Gazetesi’ne uğradım. Vahit Dede belki gelmiştir umuduyla gittim. Vahit Dede gelmediği gibi Rıza Bey de gelmemiş. Pazar yerine döndüm. Ali Ağabeyim, arabayı bırakacak birini bulamadığı için beni beklemiş. Bir süre araba bekçiliği yaptım. Eskiden de bu işi yapıyordum. Kâmil Varlık, yanımdan geçti, görmedi mi yoksa aldırmadı mı? Gene de ben adını ünledim, koştu geldi bir süre, öğrencilik günlerimizden, Hasanoğlan’daki çalışmalarımızdan konuştuk. Biz konuşurken Numan Beyazıt çıktı geldi. Mehmet Aygün de buradaymış, “Gelecek” deyince çok sevindim. Ancak Mehmet Aygün gelmedi.

Ali Ağabeyimin işi uzun sürmedi, erkenden yola çıktık. Arabada yalnızım. Kırklareli’den çıkınca uzandım. Uyumak istedim ama uyuyamadım. Arabanın sarsıntısı uyumamı engelledi. Asılbeyli deresini geçince uzun süre yokuş çıkılıyor. Yokuşta araba ağır gittiğinden karşılara Kavaklı tarafında bakarken uyumuşum. Bir de rüya gördüm, Kavaklı’ya karpuz götürmüşüz, karpuzları birileri yağmaladı. Karpuzları alanlar, bunu borç karşılığı alıyormuş. Bizim onlara borcumuz varmış. Arabada karpuz kalmadı, birileri:

- Biz de isteriz! diyerek üstüme yürüdü. Onlardan kaçarken uyandım. Kavakdere’ye gelmişiz. Kavakdere köyünün bizim yol üstünde bir kaldıraçlı kuyusu var. Oradan geçerken hep uğrar, zincirinde kap varsa su çekerim. Genellikle de insan bulunur. Bunlar hep bayandır, kara çarşaflarla sarılıdırlar ama su için sapanlara su vermekte yarış ederler. Yalnız geçtiğim zamanlarda genç kızlarla bile konuştuğum olmuştu. Bu kez kimseler yoktu. Ali Ağabeyim atlara azar azar su verdi. Yola çıktık. Buradan ötesi artık bizim sayılır. Koruluk bitiminde bizim Harmangölü dediğimiz tarla, az sonra Paşaağılı dediğimiz iki büyük, hemen karşısında Nasıf Tarla dediğimiz bir tarlamız var. Onların arasından Bağlık Yoluna indik. Yolumuzun bir tarafı Küçük Koru denilen meşelik. Adı Küçük ama iki derenin birleştiği çukurluk sık ormanlıktır. Bizim bağa o sık ormanlık içinden gidilir. Bağı beklemeye giderken en çok oradan geçerken korkardım. Dönüş yokuş aşağı olduğu için hızla koşarak geçerdim. Ancak giderken yokuş yukarı koşamadığımdan soluğumu tutarak giderdim. Korktuğum da yılanlardı. Sözde o sık orman içinde bir kuyu varmış, o kuyunun içi yılan doluymuş. Büyüdükçe gerçeği öğrenmiştim, gerçekten sık orman içinde bir kuyu varmış. Çünkü, çok eskilerde orası orman değilmiş. Yolun yakınındaki kuyudan insanlar su içiyormuş. Daha sonra o bölgeyi orman için ayırmışlar. Kısa sürede orası sık bir orman olmuş. Az sonra “Dede!” dediğim (Köyde herkesin Dede olarak andığı) Mehmet Amcamın mezarı yanından köye girdik.

Eve girince, çok yorulduğumun ayırdına vardım. Yolda onca uyumama karşın hemen yattım. Yattım ama bir süre uyuyamadım. Ali Ağabeyim de kapı önünde bir süre oturdu. Konuşmaları dinledim. Ablam sordu:

-Oralarda, nerede yattı acaba? Ali Ağabeyim, bildiğinden değil:

-Sormadım ama Hasan’da kalmıştır, Atiye kadının dırdırından uyuyamamıştır.

Ablacığım:

-Aman hasta olmasın da! Dinlenir o şimdi birkaç gün!

 

Kalkınca ablam, Kızılcıkdere haberlerini sordu. İsmet’i gördüğümü, Necmettin’le buluştuğumuzu söyledim. Ablan Necmettin’in çocukluğunu biliyor ama çoktandır görmemiş. Necmettin’in babası ile annem, yaşdaş, kardeş çocuklarıymış, birlikte Kur’an okumuşlar. Necmettin’in babası hafız olmuş, Efe Hafız olarak ün yapmış. Necmettin’in soyadı sahiden Efe!

 

Kahveye indim, babam, bıraktığım gibi, o sormadan ben Vahit Dede’yi anlattım. Ancak Vahit Dede’nin o iyi gününü anlattım. Babam gülerek:

 

-İyi bir gününe rastlamışsın, gitseydin ikinci gün öyle olmazdı! deyince içim sızladı. Besbelli Vahit Dede yaşlandıkça kararsızlaşıyor! Kahvede fazla kalmadım, eve dönüp, Altın Zincir’i okudum. Beyin Sahibi, Ludwig Van Beethoven. Yazarı J.J. Rousseau için övecek söz bulamıyordum, bu da öyle. Ancak Shakespeare için yazdıklarını anladığımı söyleyemem. O denli çok olasılıklar öne sürüyor ki, gerçeği bulmak zor. Johann Wolfgang von Goethe, Victor Hugo, George Sand, Lord Byron gibi daha birçok başka yazar var, hepsi buradan okunabilir. Moliere, Oscar Wilde v.b. Özellikle Victor Hugo, okunmalı!

 

Kahveden bir süre ayrıldım. Bu akşam gelenlerin soracakları olacaktır. Olanak bulursam, özellikle Kepirtepe için inandırıcı sözler söyleyeceğim. Şimdiki durumundan çok gelecekteki yararları üstüne çok söz söyleyebilirim. Bunu biraz da görev sayıyorum. Şimdiki durumda bizim köy çocuklarının en rahat girip okuyacağı okul Kepirtepe. Ben girdim, hiç sızlanmadan bitirdim, okumayı sürdürüyorum. Kepitepe’de iken sözü açılınca oradaki işlerin öğrenmeye yönelik çalışmalar olduğunu anlatırdım ama, ben oraya 17 yaşımda tarlada çalışırken girmiştim. Oysa köylüm Ramazan on iki yaşında geldi, işe dayanamadığını öne sürüp geri döndü. Bu durum köyde olumsuzluk yarattı. Bunu bildiğimden  Kepirtepe için  övücü sözler söylemedim. Şimdi içinde bulunduğum durumu Kepirtepe’ye borçlu olduğumu anlatmak görevim. Köyden, biri ağabeyimin oğlu olmak üzere iki öğrencinin geçen yıl girmesi de benim konuşmama yardımcı olmaktadır. Amaç daha yaygın katılım sağlamak. Bunu bugün ya da yarın yapmazsam geç kalmış olacağım. Çünkü yarın gidince geri dönmeden gitmiş olabilirim. Bir daha gelişim, en az iki yıl sürer. Bir yıl çalışmadan askere gidemiyorum, bir yıl da askerlik olacağına göre iki yol sonra ancak dönebileceğim. Bunları kuruntulayarak kahveye indim. Bahçede asma altında oturanlar vardı. Geçmişlerden söz ediyorlardı. Kolsuz Hamza Amca konuşuyordu. Sanırım, bitmekte olan savaş üstüne varsayımlar öne sürülüyordu. Bulgaristan, Almanların zılgıtını yedi, kuyruğunu kısar mı, yoksa Balkan Savaşı’nda yaptığı gibi bize saldırır mı? Gerekçe hazır:

 

-Rus gâvuru, onu kışkırtır, arkasından da kendisi gelir. Yunan domuzu hep böyle yapar; kendi içinde birliği kurmak için düşmana saldırır, arkasından iç düşmanları temizler.

 

Bunları duydum ama içerde olduğum için duymazdan geldim. Söz Japonya’ya dayanınca Hamza Amca bana sordu:

 

-Bu Japon cenabeti’nin (söz gelimi, küçümseme anlamında kullanılmıştır) eti budu nedir? Böyle büyük bir memleket midir, bu konuda bilgin var mı?

 

Japonya hakkında çok sınırlı bilgim vardı, onları söyledim. Türkiye’den toprak olarak küçük, adalar üstünde, denizci bir ülke. Çok eski bir uygarlık, Ancak, Türkiye’nin birkaç kat büyüklüğünde sömürgesi var. Yüz yıl kadar önce, onlar da bizim gibi Avrupa ile ilişki kurmuş, ancak onlar bizden çok daha fazla çalışarak Avrupalılar  düzeyinde ilerlemiş, insanları çok savaşçı, imparatorlarına çok bağlı bir ulus! Çin 400 milyon, Japonya 40 milyon, otuz yıldır savaşıyorlar. Japonya adın adım Çin’den toprak alıyor. Bunu da az görmüşler, Büyük Okyanus’a açılmak isteyen Rusya’ya 1905 yılında savaş açarak, Büyük Okyanus’a çıkmasını önlemişler. 300 yılda bize on savaş açıp hepsinde yenerek toprak alan Rusya Japonlara boyun eğerek toprak vermiş. Japonya, Çin, Amerika derken söz uzadıkça uzadı. Benim beklediğim konuyu açma olanağı çıkmadı. Birileri erken kalkınca, ötekiler de birer ikişer ayrıldılar. Söyleyeceklerimi söyleyemedim ama söyleyebileceğime güvenim arttı. Konuşmalarımı büyük bir ilgiyle dinliyorlar. Oldukça rahat olarak eve dönüp yattım. Yatınca da söylediklerimi bir daha süzgeçten geçirdim. Yanlış bir söz söylemedim. Çin ya da Japonya’nın  nüfusları, yuvarlak olarak öyle. Bize uzaklıkları için söylediğim ölçülerde farklar olabilir. Boylam aralıklarını Ekvator ölçeklerine göre söylüyorum. Bunlarda bir değişiklik olabilir. Ancak bu fark, hiç ölçü vermeden “Çok uzak!,, demekten daha yararlıdır. Japonya ile aramızda 10 boylam olduğuna göre bunu 11.000 km. demek neden yanlış olsun? Ekvatora göre Türkiye 40 enlem kuzeyde, bunun hesabı yapılır. Ancak, boylamların başlangıç noktalarına göre gene fark olacaktır. Bunu milimi milimine hesabını ancak hassas, özel ölçeklerle ölçmek olasıdır.

 

Bunları düşünürken Sabit Soysal Öğretmeni düşündüm. Bunları bize nasıl da canlı canlı anlatıyordu. Kardeşi Hüseyin Soysal, okumayı sürdürüyormuş, Sami Akıncı ile mektuplaşıyorlar, zaman zaman haberlerini alıyoruz. Nedense mektuplarında ağabeyinden söz etmiyor. Sabit Soysal, Emin Soysal’ı çağrıştırdı. Aklım hemen Hasanoğlan’a sıçradı. Hasanoğlan deyince de Bella Kent! Şimdilerde ne yapıyor? Kitaplık görevimi sürdürürsem tezini yazarım! demişti.  Makine yazısı ile yazılmış bir tez, oldukça beğeni kazanır. Bu yıl verilen tezler hep elle yazılmış, oldukça gösterişsiz, birer not defteri niteliğinde….

 

 

 

29  Ağustos  1945   Çarşamba

 

 

 

Zülfü’nün sesini özlemişim, ağlıyor ama sanki ağlama değil de bağırıyor. Baktım, annesi yanında, duymazdan geliyor. Sormadım, onun bir bildiği vardır. Anne olarak çocuğunun ağlamasına aldırmamak söz konusu olamaz. Nitekim az sonra sesler azaldı, bir süre sonra da iyice kesildi. Meğer çocukta bir alışkanlık peyda olmuş, ağlamaya başladığını geciktirerek beslenirse, tok karnına karşın ağlama bağırma şekline dönüyormuş. Arkasından da derinliğine bir uyku uyuyormuş. Bu kez de beni bir merak sardı, bu yaşında öylesi alışkanlıklar sonradan sıfırlanıyor mu, yoksa başka bir görünüm altında sürüp gidiyor mu? Bunu bilmek elimizde değil ama, alışkanlıklar da kolay kolay yok olmadığına göre, elbette bir izi kalacaktır. Koskoca, yaşlı psikoloji öğretmeni Yunus Kazım Köni, iki sözünden biri “Efendim!” olduğuna göre o buna büyüdüğü zaman mı alıştı yoksa elinde olmadan  bilinçsizlik çağında alıştığı bir refleksin böyle bir görüntüsü mü? Ali Ağabey, “Şey” demeden bir olayı anlatamaz. “Şey” onun dilinin anahtarı gibi. Çok kez de söze başlarken “Şey!” der ondan sonra söyleyeceğini söyler. İlk coğrafya öğretmenimiz (ondan sonra hiç coğrafya öğretmenimiz olmadı) Sabit Soysal, ilk söze “Şümüdü!” diye başlardı. Şümüdü, şimdi sözünün bozulmuş şekliymiş. Tarım öğretmenimiz Salih Ziya Büyükaksoy en güzel konuşan öğretmenlerimizden biriydi, ancak sözünü bitirince en az iki kez “ya, ya…” derdi: “Dünya yuvarlaktır, ya…” “Şurasını, şöyle yapacaktın, ya…” “Bak burası olmamış, ya…” Reşat Tekinay öğretmen ise “nitekim!” derdi. Nitekim, bunun doğrusu bu! Nitekim, bu güzel olmuş!... Arkadaşımız Emrullah Öztürk ise “Abe!” demeden konuşmaz: Abe arkadaşım, Abe, salak!, Abe o, öyle değil! Bunların kökeni bence kesinlikle daha konuşma başlamadan sinirsel sistemde oluşan kimi alışkanlıkların su yüzüne çıkmasıdır. Bunların, organ kusuru olmadığı biliniyor. Bir de organ kusurları var, arkadaşımız Arif Kalkan’la İbrahim Ertur’da bunlar vardı. Bunlar dil sinir sistemindeki gerilimlerden ileri geliyormuş.

 

Yarın gitmeye kararlı olduğumdan harmana gittim. Damadın da günleri azalmış. Ancak o bir an önce bitmesini istediğinden tüm gücüyle işlere sarılıyor. Benden sordu:

 

-Çavdarları, saman değil sap olarak harmanlıyoruz. Bu nedenle döğen değil iki tekerli araba kullanıyoruz. Bunu yaparken bizim yaptığımızdan farklı bir önerin var mı?

 

İyi niyetinden kuşkum olmadığı için öneride bulundum. İki tekerin biri kesinlikle küçük olsun! Nasıl? Nasıl olacak, arabanın arka tekerleğini dingilin dışına ön tekerini içeriye tak. Böylece küçük teker daha az, büyük teker daha çok döner, çeken hayvanlar da rahat eder. Bu arada kullanılan döğenleri de eleştirdim. Döğenleri yapanlar, dönüşü düşünmeden yapıyor. Oysa döğenlere sürekli daire çiziyoruz. Döğencilerin, döğenleri de harman yuvarlağına uygun, içe gelen bölümünü kısa, dışa gelen bölümünü uzun yapması gerekir. Şimdiki durumda düz döğenlere eğri çizgide taşıtmak hayvanları gereksiz yere yormaktadır.

 

Damat haklı olarak sordu, ustalar bunları neden öyle yapmıyor? Damat’a anlayacağı bir örnek verdim. Hasanoğlan’da at arabası değil kağnı ustaları çalışıyor. Lüleburgaz’da neden kağnı ustası yok? Müşterisi yok da ondan!

 

Eve dönünce, tenekeleri alıp biberleri sulamaya gittim. Dere boyu ışıl ışıl, kavakların o çok özel hışırtılarını dinledim. Şimdilik bu son gelişim olabilir duygusu içinde özlemle kavakların tepelerine baktım, küçük dallar yapraklar konuşur gibi birbirine yaklaşıyorlar. Belki fazla özenilecek bir tarafı yok ama bana sanki varmış gibi geldi. Gümüş rengi yapraklar ayna gibi güneş ışınlarını yansıtıyor. Değişik duygular içinde eve döndüm. Evde kimse yoktu, oturup rastgele Altın Zincir’i açtım. Tolstoy çıktı. Tolstoy’dan Anna Karenina, Harp ve Sulh, Kazaklar, Hacı Murat, Kreutzer Sonat’ı okumuştum, hakkında bir nebze bilgim var sanıyordum. Meğer ben fazla bir şey bilmiyormuşum. Üstelik Altın Zincir yazarı bir yolunu bulup kendini de Tolstoy bilgileri arasına katarak savunmada bulunuyor. Böylece Tolstoy bana Upton Sinclair’i de tanıttı.

 

Kahveye indiğimde oldukça kalabalık vardı. Bazı meraklı kimseler, yarın Lüleburgaz’a gidip tören izleyecekmiş. Kesin olmamakla birlikte “Gidelim!” diyerek birbirini kışkırttılar. Hemen hemen herkes harmana başlamış. Akşam, tınazına (savurma işine) yetişmeyi konuştular. Bayram seyran derken, Ankara’daki törenlere söz sıçraması oldu. Törenlerde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü görüp görmediğim soruldu. Ben söze başlamak üzereyken yandan birileri de:

 

-Cumhurbaşkanı, ortalara çıkar mı, nerden görsün onu? deyince beklediğim an gelmişti. Cumhur Başkanı ile her cumartesi aynı salonda konser izlediğimi, Cumhur Başkanı’nın oğlu Erdal’la, Talim Taburunda 20 kamp yaptığımı, çadırlarımızın bitişik denecek kadar yakın olduğunu, dinlenmelerde sürekli konuştuğumuzu, Üniversite öğrencilerinin kamp yeri olan Karabiberler Çiftliği denilen yörenin, İsmet İnönü’nün atla gezdiği semti olduğunu, bu nedenle hemen hemen her gün eşiyle oralarda atlı gezinti yaptığını, özellikle öğleye doğru geçtiklerinde kamp yemeklerini kontrol ettiklerini anlatmaktan başka Başbakan Rüştü Saraçoğlu’nun oğluyla, konuşmak bir yana zeybek oynadığımızı, gösteri gecesinde ise oğlunun zeybek oynadığını gören Başbakan Rüştü Saraçoğlu’nun coşarak kalkıp zeybek oynadığını bir çırpıda anlattım. Sessizce dinlendiğimi görünce bu kez İsmet İnönü’nün Köy Enstitülerini sık sık gezdiğini Kepirtepe’ye iki kez geldiğini, (yanımda getirdiğim fotoğrafları göstererek) anlattım. Kepirtepe’ye son geldiğinde Bayrak törenini ben yönettiğim için beni çağırıp özel olarak konuştuğunu da ekledim. Arkasından da İsmet İnönü’nün Köy Enstitüleri’ni neden ön planda tuttuğunu, halk arasında yapılan kötü propagandalara karşın, Köy Enstitüleri’nin, yurdumuz insanları, özellikle köy kökenliler için kaçınılmaz olduğunu, şimdilerde söylenen kimi kusurların, onları yönetenlerin beceriksizliğinden kaynaklandığını, bir zaman bu tür kusurların Türk Ordusunda da yaşandığını, okur yazar olmayan paşaların bulunduğunu, Yedi-sekiz Hasan Paşayı örnek vererek anlatım. Köy Enstitülerinde ilk yıllardaki inşaatların giderek azaldığını bunun yerine öteki okullardan daha çağdaş bilgiler verildiğini, Üniversitelerden gelen öğretmenlerimizin bizlerden çok hoşnut kaldıklarını anlattım. Sözlerimi kesince benden soran oldu:

 

-Bunları şimdiye dek bize neden anlatmadın? Bu kez de ben:

 

-Buraya geldiğimde benim rahat olduğumu, severek okuluma gittiğimi, zaman zaman arkadaşlarımı alıp geldiğimi, (elimle evi işaret ederek) birkaç yıl önce burada hiç usta el değmeden bir evin nasıl çıktığını görmediniz mi? Her geldiğimde yaşama sevinci içinde sizlerle konuşuyorum, bir kez olsun işten yakındığımı duydunuz mu? İnşaatta da çalıştım, Kepirtepe’de bulunun en büyük ana binanın tüm tahta işlerini yapanlar arasında hatta öğrenci yönetici olarak ben çalıştım. Yeni Bedir Köyü Muhtarı Kamber Uzun sık sık geldi, elektrikli makine başında beni gördü. Her pazartesi Pazarına siz de geldiniz, bir kez olsun pazarın karşısındaki okul bahçesinde (tam sekiz ay) çalıştığım süreçte  orada olduğumu bildiğiniz halde bir kez olsun beni görmeye geldiniz mi? Bakın, Hamitabatlı Osman Özalp geldi gördü, benimle konuşunca, oğlunu ortaokuldan alıp Kepirtepe’ye yazdırdı, oğlu Mehmet şimdi öğretmen. Siz de aynı ilgiyi gösterseydiniz bu dediklerimi bilecektiniz. Bakın, o uzaktan baktığınız Kepirtepe bana ne kazandırdı, anlatayım:

 

-1934 yılında Hamitabat okulunda okurken aynı sınıfta o zaman Zühtü Bey olarak bildiğiniz şimdiki Milletvekili Zühtü Akın’ın oğlu İsmet’le aynı derslikteydik. Babası Milletvekili olunca İsmet Ankara’ya gitti. İlkokulu bitirince o okumasını sürdürdü, ben tam üç yıl bildiğiniz gibi buralardan dolaştım durdum. Şansım yardım etti, 3 yıl sonra bir fırsat çıktı, gittim. İsmet Akın’ın ara vermeden sürdürdüğü okumayı, ben inşaatlarda (size göre) çalışarak bir ölçüde aştım. Az önce söylediğim Üniversiteler kampında İsmet’le beraberdik. Atışlarda İsmet’in kaçtan vurduğunu bilmiyorum ama 12’den vuranlar listesinde yoktu. Oysa benim iki kamp yıllığında da 12’den vuranlar listelerinde adım vardı. Başbakan Şükrü Saracoğlu oyuna kalktığında ben karşısındaydım ama üzgünüm İsmet yoktu. İşte Kepirtepe bana bunları verdi. Biliyorum sonuçta ben bir öğretmen olacağım, İsmet avukat olacak, siz ona başka gözle bana başka gözle bakacaksınız. Bir şey daha biliyorum, siz ortaokulu bile bitirememiş, dayıları, amcaları yardımıyla bir tahsildarlık işi bulmuşları da öğretmenden üstün tutarsınız. Kepirtepe’yi daha doğrusu Köy Enstitülerini küçümsediğiniz gibi tahsildar karşısında öğretmenleri de küçümsersiniz. İşte bizler, sizin bu yanlışlarınızı düzeltmek için sabırla çalışıyoruz. Devlet çarkında görev alanların hepsi kendi çapında görev yapar, kapıcılıkla müdürlük arasındaki fark yaptıkları işlerle ölçülür. Yarım iş yapan bir müdürden işini tam yapan kapıcı daha makbuldür. Sizler bunu görmezden gelip sıfatlarını alkışlıyorsunuz. Yol paralarınızı toplayan Kemal Bey’e nasıl davrandığınızı ben unutmadım, oysa adam sizlerden topladığı paraları cebe indirmişti. Onu kelepçeli olarak gördüğümde sizi anımsamıştım. Ona her yıl ödediğiniz verginin makbuzlarını saklasaydınız, belki de o hileli yola sapıp sizlerden topladığı paraları cebe indirmeyecekti. Her yıl ödediğiniz altı liranın makbuzunu bir köşede koruyup istenince göstermemeniz, salt kendinize değil başkalarına da zarar vereceğini düşünememenizin akılla, zenginlikle hiçbir ilgisi yoktur, sadece tembellik! İşte bu tembellik, kendi çıkarlarınızı düşünmeyi de önlüyor. İki saat ilerde modern tarım yapan bir çiftlik var, Sarımsaklı, tohumun  en verimlisini veriyor, gidip soranlara uzmanları bilgiler veriyor. İçinizde giden var mı? Gitmediniz! Neyse ki, gitmemenize karşın orası aleyhinde konuşmuyorsunuz. Kepirtepe’ye de gitmediniz ama orası için bilip bilmeden konuşuyorsunuz? Bunun nedenini azıcık düşünseniz bulacaksınız. Kepirtepe, sizi bu durumunuzdan kurtarmak için var. Oysa, kasabaların kenar köşesini tutmuş çıkarcılar, sizin değişmenizi istemiyor. Çünkü işlerine gelmiyor. Sizin zararınız olanlar onlar için kârdır. Onlar teraziyi kendileri tutmak için varlar. Kefelerin ağır tarafı hep onlarda olsun isterler!

 

-Haklısın, söylediklerinin hepsi doğru, İşte biz böyleyiz; Biz akıllanmayız! sözleri tekrarlanarak konuşmamız son buldu. Ben içimden, yarı yarıya boşuna konuştuğumu biliyordum ama söylemeyi de bir borç ödeme saydığımdan, onu yerine getirmiş oldum. Öğretmen çıktığımda bunları söylemem kesinlikle böbürlenme sayılacaktı.

 

Eve çıkınca bir süre düşündüm, böyle konuşmakta haklı mıydım? Başka türlü konuşma olanağım yok ki! Bir ay önce geldiğimde karşıma ilk konu olarak Kepirtepe getirilmişti; “Atlı araba mı aldın? Arabayı ne yaptın?”

 

Kepirtepe’ nin bir kusuru yok mu? Elbette ki var, onlara söylenecekleri de yeri gelince söyle! deyip gözlerimi kapadım. Kapadım ama, gündüz uyuduğum için hemen uyuyacağımı da sanmıyorum. Kimi zaman olduğu gibi horozların ötüşünü, söz birliği etmişçesine köpeklerin havlayışlarını, Zühtü Akın’ın saat tıkırtısı gibi küh, küh, küh eden değirmenini dinleyebilirim. Birden Kırklareli’deki Ahmet Ziya’nın un değirmenini anımsadım. O da un öğütüyor, bu da; ona neden fabrika diyorlar; fabrikatör Ahmet Ziya. Aynı işi görmesine karşın Zühtü Akın’ınki un değirmeni. Ahmet Ziya’nın kızı, ortaokul öğrencisi sürecinde bile ün yapmış, arkadaşları arasında kırım kırım kırıtıyor. “Piyanoyu notadan çalarmış(!),, Belli olmaz, yakın zamanda “Kız saçların  lüle lüle!” ya da “Giyer fistanını atlas!” demeye başlar. Lâtif Yurtçu Öğretmeni anımsadım, kemanı alır almaz önce onu çalardı “Giyer fistanın atlas, atlasa iğneler batmaz, meleğim…” Ötesi gelmedi. Esnedim!

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ