Giriş
21 Köy Enstitüsü'nden biri olan Lüleburgaz-Kepirtepe'de okudum. İlgilenenler hep bilirler, Köy Enstitülerinde okuyanlar genellikle mağdur edildiklerinden söz ederler. Onları dinleyenler de çoğunlukla üzücü öykülerinden etkilenerek sergilenen yakınmalara bir ölçüde katılırlar. Ancak bu yakınmalar, -genelde- söz birliği etmişçesine, hep okulu bitirdikten sonraki süreci içerir. Öğretmen adaylarının, diplomalarını aldıktan sonraki işleri, beklendiği gibi yürümemiştir,bu doğrudur. Örneğin atama işlemleri eksik yapılmış, göreve başlamalar bir süre gecikmiş, ya da istenen yerler değişmiş, az da olsa kimi adayların, hesapta olmayan bir uzak beldeye ataması yapılmıştır. Kısacası beklentiler yerine cuk oturmamıştır. “Kazanılan haklar”dan söz edilir. “Kazanıldığı söylenen haklar nedir?” diye kimse sormaz. Aslında kazanılan hakların neler olduğunu kimseler bilmediği gibi kaybedilenlerin de ne olduğu pek belirlenmemiştir. Tek gerçek, öğretmen adaylarına önceleri alabildiğine söz verilmiştir ama, iş gerçekleşmeye başlayınca verilmiş sözler, sözde kalmıştır. Bu kargaşa ortamında Köy Enstitülerinin kuruluşu bir kez daha( O bazan) gündeme oturtulup sil baştan dillere dolanmıştır. Bir bölümü “çok geciktirilmiş bir hayırlı kurum” diye eski, bilinen övgüleri tekrarlayıp alkışlarken, bir bölümü de “Köy Enstitüleri'nin kuruluşu çok aceleye getirildi” diyerek eleştirilerini onların açılmış olmalarına yöneltmiştir. Bu tür eleştirilerden cesaret alan “Odun kesicilerin hık deyicisi!” takımı ise en ufak kusurları bile abartıp olabildiğince yaygınlaştırma yöntemini bol bol kullanarak halk katmanlarında bir daha durmamacasına belirli bir devinim başlatmıştır. Ayrıca, ikinci görüştekilerin savlarına göre Köy Enstitüleri, 3803 sayılı yasa buyrukları doğrultusunda kurulmasına karşın daha ilk uygulamalarda yasa hükümleri zorlanmış, zaman zaman da yasa dışı işlemlere sapılmıştır. Örneğin, 1940 nisanında yürürlüğe giren yasa uyarınca beş yıl gibi bir kesin sınırlı zamanda öğretmen yetiştirilmesi amaçlanırken, daha önce açılmış bulunan 6 yıllık Köy Öğretmen Okulları da bu yasa kapsamına alınarak süreç kısaltılması yapılmış ertesi yıl Köy Öğretmen Okulları mezun verdiğinde ise, zorunlu olarak ilgili yasanın buyrukları dışına çıkılmıştır. Ayrıca yasanın görev yüklediği kurumlar arasında da sağlıklı eşgüdüm kurulamadığından, beklentilerin gerçekleşmesi bir yana, ortak görevlerden dolayı çıkan sorunlar, yasa uygulamasının geleceği açısından daha başlangıçta düş kırıklığı yaratmıştır.
Bir diğer eleştirel görüş de; 3803 sayılı yasanın birinci derecedeki uygulama sorumlusu olan Milli Eğitim Bakanlığı yetkililerinin, ortaya dökülen olumsuzlukları kapatmak amacıyla Yüksek Köy Enstitüsünü açmasıdır. İlk yıl az sayıdaki mezunlar için bir ölçüde geçici bir kusur gizleme önlemi sayılan bu girişim, ertesi yıl daha kalabalık Köy Öğretmen Okulu mezunları yetişince sorunlar bir o kadar artarak, aksaklıklar üstüne düzülen söylemler yurt düzeyine yayılıp yankılanmaya başlamıştır.
Bilindiği gibi 3803 sayılı yasa, içerik bakımından olduğu gibi uygulama yönünden de alışılmamış yenilikler getirmişti. Özellikle yönetim katmanlarındaki görevlilerin (Başkent dışındaki vali, kaymakam, bucak müdürü, jandarma, öteki kolluk güçleri ile illerde, ilçelerde bulunan Tarım, İçişleri ile Maliye bakanlığı çalışanlarının) yasa buyruklarına uyum için eşgüdüm sağlayacak zaman belirtilmediğinden ortak etkinlikler yapılamamış,görev bölüşümü eksikliği nedeniyle yasa uygulaması tümüyle Milli Eğitim Bakanlığı üstüne yıkılmıştı Karşıtların bir başka olumsuzluk savı da, okuma sürecini beş yıl olarak sınırlayan 3803 sayılı yasanın kesin buyruğuna karşın Köy Enstitüleri'nin ilk yıl öğrencilerine bir yılda iki sınıf atlatılarak yasal sürecin bir yıl öne alınması olayıdır. Yasa koyucu, beş yıl sınırını çizerken, bu sürecin öğretmen atamalarında doğacak aksaklıklara yol açmaması için önlem alınmasını tasarlamıştır. Oysa son, başa yaklaştırılınca sorunların çıkması kaçınılmazdı. Nitekim öyle oldu, geçen yılların aksaklıklarına bu kez yasa hükmüne apaçık uymamaktan ileri gelen bir büyük yasadışılık, bir sorumsuzluk sorunu eklenmişti. Beş yıla serpiştirilmesi gereken hazırlıklar, dört yıla indirilince tamamlanamadan öğretmenler köylere çıkıp geldi.
Salt eleştirel söylemlerden biri de Köy Enstitüsünü bitiren öğretmenlerin ilk yıllarındaki rehberlik gereksinimlerini karşılama yöntemleridir. Bunda da besbelli bir öngörüşsüzlük savı sürüp gelmiştir. 3803 sayılı yasaya göre Köy Enstitüleri'nin yeni bir çalışma anlayışıyla etkinlik yapacakları övgülerle kamuya sunulmuştu. Oysa okullarını bitiren köy öğretmenleri umulanın tersine salt Milli Eğitim Bakanlığının sınırlı olanakları içinde köylere serpiştirilmiştir “Yeni bir atılım, umut verici bir gelişme” sözleriyle halka tanıtılan Köy Enstitüleri gibi, özellikle orasını bitiren yeni öğretmenler, bu sunum sözlerini daha ilk günden yalanlarcasına, şekilsel olarak yıllardan beri öğretmen okulunu bitirenlere uygulanan bir anlayış içinde atanmıştır. İşin en ilginç yanı ise, Milli Eğitim Bakanlığı, Maliye, Tarım, İçişleri Bakanlıklarının yardımını dört gözle beklerken, bu bakanlıklar, yararlı olmak şöyle dursun, böyle bir ortak çalışma uzmanı olmadığını öne sürüp ortalıktan tümden çekilmişti. Milli Eğitim Bakanlığı ise burada belki de çaresizlikten bir başka çelişkiye düşmüştür: Köy Enstitülerinin kuruluş nedenleri savunulurken çoğunlukla, öğretmen okullarını bitirenlerin köyün gereksinimlerini karşılayacak öğretmen yetiştiremediği öne sürülmekteydi.. Öğretmen Okullarında okuyanlar kent yaşamı özlemi çektiklerinden köylerde uyumu olanaksız, deniliyordu. Oysa şimdi Köy Enstitülerini bitirenler köylere yerleştirilirken onlara rehberlik yapmak gene öğretmen okulunu çıkışlı öğretmenlere bırakılmıştı. Halk dilindeki söylem burada tekrarlanır oldu: “Kelin tırnağı olsa, kendi başını kaşır!”. Örneğin Edirne Öğretmen Okulu çıkışlı dört yıllık öğretmen Mehmet Turan, Kepirtepe Köy Enstitüsü'nü bitirerek Kırklareli iline verilen öğretmenlerin tüm sorunlarıyla baş başa bırakılmıştır. Bu sorunlar çiftçilik için kullanılacak hayvanların nalından, mıhından, tuzundan, suyundan, yeminden, gübreye, tohuma; okul gereçlerinden, bahçeye dikilecek fide ya da fidanlara dek çok sayıda ayrıntılı işi içeriyordu. Örneklenen Gezici Başöğretmenler gibi, okul başöğretmenleri, Milli Eğitim memurları, İlköğretim Müfettişleri, kendi kaynaklarına meydan okuyan ya da okuduğu öne sürülen Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenleri, şimdi yönetimleri altına almıştı. Günümüz insanları bu karşıtlığı önemsemeyebilir. Ancak, bu ilk atamalarla başlayan tartışmaların, giderek artan gerginlik nedenlerini araştıranların önüne, bu yetişme kaynaklarına takılmış olumsuzluk ip uçları çıkmaktadır. Böyle bir ayrımı, başka bir deyimle kaynağına göre öğretmen söylemini, özellikle sözsel olarak başlatan Milli Eğitim Bakanlığı merkezinde görevli kimselerdi. Bir süre sonra da gene MEB merkez örgütü, meslek kıdemini bir yana itip makam dağıtımını okul kaynakları arasında bir yarışma durumuna getirince bu kez ortak çalışma beklentileri, giderek köstek oyunlarına dönüşmüştü. Örneğin 20 yıllık Başöğretmen Nazif Ergin'den başöğretmenlik alınmış, bir yıllık öğretmen İsmet Yanar'a verilmişti. Nazif Ergin, İsmet Yanar'ı ilkokul boyunca 5 yıl okutmuş, yıllardır da başarılı çalıştığı üstüne övücü raporlar almış bir başarılı yönetici -öğretmendi.(Kırklareli –Kızılcıkdere köyü)
Kuşkusuz, her gereksinim yerinde ya da zamanında giderilmezse tasarlanan başarı gölgelenir. Bu süreçte karşılıklı huzursuzluklar, sonuç olarak öğretmenler arası güvensizliği arttırmış, elbirliği ile iş görme olanağını ortadan kaldırmıştı. Bu ayırımcı anlayış, özellikle Köy Enstitüleri karşıtlarınca dile dolanarak salt onlar sorumlu gösterilmişti. Gerçekte ise öğretmenlik kavramının tümü toplum katmanındaki eski saygınlığını gün günden yitirmekteydi... Bu tür savları dinlediğim gibi bu savlara kanıt niteliğinde yanlışlara da tanık oldum.İşte ben, ilk günlerden bu yana öne sürülen böylesi yanlışları, görüp saptadığım eksiklikleri hiç küçümsemeden değerlendirmeye çalıştım. İlk bakışta ayrıntı gibi görünseler de bunlar, çalışanların görev anlayışıyla bağlantılı, kişinin girişim etkinliğini azaltan, iş gücünü durgunlaştıran olumsuz etkenlerdir. Bunları, yaşam boyu gözleyen, tartışan, düşünerek algılayan biri olarak anımsarken bu gün bile irkilmekteyim. Ancak ben burada, ilk atamalarla başladığını söylediğim aksaklıklardan ya da mağduriyetlerden çok, övgücülerin ya da yergicilerin pek değinmediği, değindiklerinde de def dümbelek, sirk havası içinde göstermeye çalıştıkları öğrencilik sürecinde uğranılan haksızlıkları dile getirmeye çalışacağım. Kanımca bu süreçte yapılmış olan haksızlıklar, salt kişi hakkını kısıtlama değil, adalet kavramını bile hiçe sayan boyutlara ulaştığından,benim değer ölçülerime göre bunlar, bireyler için daha kırıcıydı,ruhsal çöküntülere neden olacak ölçülerdeydi:.Öyle ki bunların, sık kullanılan mağduriyet kavramını da aşarak halk deyimiyle kişileri mazlum durumuna düşürdüğü inancımı yaşam boyu korudum.
Sözünü edeceğim haksızlıkları, sonradan ortaya atılmış söylemlerden çok önce, öğrencilik günlerimde duyumsamaya başlamıştım. Özellikle Köy Enstitüleri kuruluşunu düzenleyen yasa üstüne tartışmalar başlayınca öne sürülen kimi ilginç görüşlerin yüreğimi burkan yanlarını okuyunca, öğrenciliğimin sürüp sürmeyeceğini içimde tartışmış, kimseye bir şey söyleyemeden günlerce ağladı ağlayacak bir durgunluk içinde dolaşmıştım. Açık açık “Öğrenciliğim sona erdi!” kuşkusuna bile kapılmıştım. Konuya karşı duyarlığım giderek arttıkça o yaşlarımda bir “Neden? Niçin?” sorgulaması yapmaya kalkışmıştım. Düşündükçe, içinden çıkılmaz bir duruma çekildiğime inanmıştım. Uzunca bir süre beni umutsuzluğa düşüren bu karamsar dönem, öğrenciliğimin acı bir anısı olarak belleğimde derinliğine silinmeyen bir iz bırakmıştır. Öğretmenlerimizin inandırıcı açıklamaları, özellikle de savaş söylentilerinin verdiği toplumsal kaygılar daha ağır basınca “Sabreden Derviş” öğüdünü bir çok arkadaş gibi ben de yeğlemek zorunda kaldım. Ancak, dur durak demedim, geleceğimle ilgili olacağını düşündüğüm konular üstüne soruşturmalar yaptım. Yeri geldikçe değineceğim bu konuların çoğunun bireysellik sınırları içinde olduğunu, özellikle de Köy Enstitüleri olgusunu kapsayacak boyutta olmadığını öncelikle belirtmek istiyorum. Ne var ki, öğrenci gözüyle saptadığım kusurları, yapılmış olan ya da yapıldığı üstüne övgüler toplayan güzel işlerin daha güzel olmasını önleyen nedenler olduğunu, hiç değilse benim daha etkin olmamı önlediğini söyleyebilirim. Belki de bu düşüncem nedeniyle, Köy Enstitüleri konusunu irdelerken bir toplumsal kurum olarak bakmanın yanında bireylerin iç dünyası açısından da değerlendirmelerinden yarar umuyorum. Bir Köy Enstitülü olarak beklentim, Köy Enstitülerini tümüyle,günahı-sevabı eksiksiz ele alınıp gerçek yüzlerinin ortaya çıkarılmasıdır. Bu yapıldığı ölçüde Köy Enstitüleri olgusunu oluşturan ilkeler daha da belirginleşecektir. Kuşkusuz bu belirginleşmeden sonra şu, şu, şu yanları Türk Milli Eğitimi için gerekli demek kolaylığı doğacaktır. Böyle bir seçki yapmadan salt özlem şarkılarıyla sevgisini ayakta tutmaya çalışan aşıklar benzeri, Köy Enstitüleri, sözsel utkularla halkın beğenisine sunulsa bile bilinçli bir ilgi uyandırıp ilkeleri uygulama alanına çıkarılamaz. Adına ister özeleştiri, ister çok yönlü araştırma densin, bu, Türk ulusuna özgü kurumun tinsel yapısı gibi tensel varlığı da belleklere kendi gerçeğiyle yerleşmelidir. Görünen odur ki, Köy Enstitüleri unutulup gitmeyecektir. Önemli olan daha fazla geciktirilmeden, 70'e bir kala da olsa Köy Enstitüleri olayının sağduyunun öngördüğü ölçüler içinde irdelenmesidir. Bunu umuyor, bencileyin çok bekleyenler olduğuna da inanıyor, konuya eğilecek usta kalemlere çağrıda bulunuyorum. Sanırım bu yapılınca bir çok sorunun yanıtı verilmiş olacak, özellikle de bugüne dek yapılmadığı söylenen “Köy Enstitüleri Üzerine Evrensel Boyutlar İçinde Sağlıklı Bir Özeleştiri” de ortaya çıkacaktır.
Bilindiği gibi Köy Enstitüleri Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir süreçte gözdesi gibi algılanmış ya da böyle algılatılmaya çalışılmış önemli bir olaydı. Çok önemsenmiş bir olay olduğu içindir ki olağanüstü övgüler yapılmış, buna karşılık övgüleri gölgeleyecek boyutları aşan, eşi menendi görülmemiş ölçüsüzlüklerde yergiler de yağdırılmıştır. Bu denli övgü-yergi atışmasına karşın hiç değilse oradan yetişmişlerce bir özeleştiri yapılmaması gerçekten büyük bir eksikliktir. Ünlü ozan Nazım Hikmet'in deyimiyle, 70'inde bile olunsa, ürününü düşünmeden zeytin ağacı dikermişçesine, Köy Enstitüsü olayında, hiç değilse onu kuran devletin, ondan yüz çeviren devletle yüz yüze gelme olgusu tarafsızca ortaya çıkarılınca, kuşkusuz yavan tartışmaların bir ölçüde önü de kesilecektir. Ayrıca, yandaş ya da karşıt, belki de onlardan biri olmamasına karşın öyleymiş gibi ortaya çıkıp “Tiridine bandım!” türü yapılan şaklabanlıklar, eli yüzü temiz övgü, eleştiri düzeyine dönüşecektir. Biliyorum, birileri “yetmiş yıldır söylenmedik söz mü kaldı?” diyecektir. Ben de bundan yakınıyorum: Çok söz söylendi ama acaba doğrular, doğru olarak söylendi mi? Köy Enstitülerini savunanların, savundukları kurumun hangi değerlerini hangi bilimsel ölçüler içinde hangi belgelere göre savunduğunu tam saptayabilmiş değilim. Saptayabildiğim kimi savunma sözleri ya da savunmaya belge olarak gösterilen olay ya da belgeler hiç de Köy Enstitülerine yakışan bir içerik taşımamaktadır. Köy Enstitüleri öncelikle Türk halkının o günlerde beşte dördü sayılan köylümüzü çağdaşlaştıracak öğretmeni yetiştirmek için var edilmişti. O günlerin sorumluları dinlenecek, yazdıkları yazılar okunacak olursa bunun böyle olduğu görülecektir. Bir başka gerçek de, Türk halkının geleneksel bir öğretmen-öğrenci ilişkisi üstüne inançlı söylemlerinin bulunmasıdır. Anne-babalar çocuklarını öğretmene teslim ederken “Eti senin kemiği benim!” gibisinden tartışmasız bir güven duygusu sergilenmekteydi. Bu açıdan bakılınca Köy Enstitüleri bu güven bağına uyma çabası göstermiş midir? Hiç değilse “Gösterdi ama, uygulamaları engellendi” diyebiliyor muyuz? Diyorsak, bugünün insanına bunları ayrıntılarıyla anlatmalıyız. Anlatmalıyız ki, onlar, çağına yakışır bir yargılama sonunda eğrisi-doğrusuyla konuyu ele alabilsin, yargısını ona göre yapsın, vargısına bu değerler içinde varsın… İnsanların, dolayısıyla da toplumların kendilerini savunması evrensel bir olgudur. Bu nedenle savunmalar yapılacak, geçmişin karanlığına bırakılan bir çok olay gibi Köy Enstitüleri de tarih içinde uzunca bir süre toplumsal yargı boyutuyla sözsel olarak yaşayacaktır. Bu ilke nedeniyle günümüz insanı, Köy Enstitüsü savunmalarını tek yanlı sayıp, salt onlara bakarak değerlendirme yapmaz; yapmamalıdır da... Yapacaksa, “Bir de öbür tarafa bakalım!” deyip bize göre dışlanmış sayılan, karşıtlar içinse olumsuzluk sayılan olguları da gözden geçirecektir. Bu nedenle Köy Enstitülerini savunurken, belgelere dayanan bilgilerle donatılmış savunmaların yapılması zorunludur. Örneğin, “Köy Enstitüleri'nden yetişen öğretmenlere her köyde ev yaptırıldı, tarla, bahçe, her türlü araç gereç verildi ama onlar bunlara sahip çıkmadı, özellikle evlerde oturmadılar, evler bakımsızlıktan yıkıldı!” sözleri, onları yermek için yıllarca yazılıp söylendiği gibi, bunu kanıtlamak için kimi belgeler bile yayımlandı. Bu olayın bir başka yüzü de vardı, o yüz ortaya çıkarılmadığı için bu, böylece bilindi, günümüze dek böyle söylendi. Oysa verildi denilenlerle yapıldı denilenlerin neresi ne kadar yapılmıştı? Yapı işlerinden sorumlu Bayındırlık Bakanlığı bu konuda kendisine yasanın verdiği görevi yapmış mıydı? Tarla, bahçe işlerinde Tarım Bakanlığı örgütleri bir katkıda bulunmuş muydu? Hele alım satımlarda Maliye Bakanlığı örgütleri nasıl bir duyarlık göstermişti, bunların toplamı, yasaların (3803, 4274 sayılı) içeriklerine uygunluğu ortaya serilmedikçe suçluyu bulmak olası değildir. Günümüzdeki trafik olaylarındaki “Trafik Canavarı” aldatmacası gibi, yapılmamış yarım işler hep köy öğretmenine yamanıverdi. Köy Enstitüsünü bitiren bir öğretmen, köyde geçerli olan tüm işlerle ilgilenecekti. Örneğin bahçe yetiştirecek, fidan dikecek. Bu konuda kendisine Tarım Bakanlığı uzmanları yardım edecekti. Öğretmen, okul binası ile öğretmen evini koruyacaktı. Bu konuda da Bayındırlık Bakanlığı uzmanları yardımcı olacaktı. Oldular mı? Adı geçen bakanlıklarda o dönem bu işlerin yapılmasını düzenleyen bir yönetmelik var mı? Söz konusu uzmanların nasıl yardım edeceği üstüne bir yönetmelik değil bir genelge bile yayınlanmadığı gibi yayınlamak için bir girişimde bile bulunulmadı. Köy Enstitüsünü bitirmiş genç öğretmenler, sözün tam anlamıyla zübek gibi ortada bırakılıvermişti.
Söylenegelen yıpratıcı sözlerden biri de Köy Enstitülerinin C. H. P döneminde açıldığı için öteki partilerin karşısında olduğu savıdır. Böylesi toptan sorumluluk yüklemek anlamsızdır. Her Türk yurttaşı gibi oradan çıkanların da benimsediği partiler olabilir. Önemli olan, siyasal yaklaşımların yasalar çerçevesinde kalıp görevlerini etkilememesidir. Yasalar bunu istemektedir. Yasalara uyulmayınca öteki kaynaklardan çıkan aşırı politik tutkululara uygulanan yaptırımlar doğal olarak öğretmenlere de uygulanır. Bunu deyip geçmek isterdim. Ancak Köy Enstitüleri'nde okumuş kimseler arasında da tutku dozunu aşırıp kendini ele verenler olmuştur. Nitekim Köy Enstitüleri dergisinde bir öğrenci, C. H. P yanlısı olduğunu açıklamış, dergi sorumluları da bunu hoşgörüyle karşılayıp yayımlamışlardır.
Köy Enstitüsü Dergisi Sayı 1 sayfa 153- Şevket Hızal: 17 Nisan bayram konuşması ‘ndan
Böyle olunca da, savunmanların, yuvarlak sözlerle savuşturma yerine olabilirlikleri gözönünde bulundurmalı, ancak bunların çoğunluğa yakıştırılmamasını yeğlemelidir. “Çağdaş demokrasilerde insanlar, yasal partilere yakınlık duyarlar, görevlerini yaparken yasaların çizdiği sınırlar içinde kaldıkları sürece bu tutumlarından ötürü yargılanmazlar!” genel görüşüne saygı duyulmalıdır.
Köy Enstitüleri'nin özellikleri sıralanırken sıkça öne sürülen olgulardan biri de kitap okuma, hem de çok kitap okuma tutkusudur. Bilindiği gibi bu kitap okuma söylemi, Batı ülkelerine öykündürücü bir özelliktir. Oralara gidip görenler anlata anlata bitiremezler. Trenlerde, tramvaylarda, metrolarda insanların dur durak bilmeden kitap okudukları söylenir durur. Yaygın olarak bilinen bu olay, Köy Enstitülerine yaslandırılınca kolayca tutmuş bir simge söz durumuna dönüşmüştür. Ancak okumayı sevmeyen bir toplumda böylesi bir tutku, dahası bu tutkuyu bir övüngenlik havasına bürüyüp yaymak tamı tamına doğru algılanabilir mi? İşte çok tartışma sürdürecek bir sav! Hele okunan kitaplar, özel bir sunum içinde katma değerlerle de sarmalanarak becerikli ellerden çıkmış bir reklam havası içinde verilince bunun beklenen olumlu getirimleri gibi, olumsuzluğa gidecek götürümleri olacağı da doğaldır. Nitekim İsmet İnönü'ye bağlanan bir kitap öyküsü, çok sınırlı bir olayı tüm Köy Enstitüleri'ne sarmalayıp sürekli eleştiri konusu yapılmıştır. Bir kız öğrenci, çantasında Antigone kitabı, koyun ya da kuzu sürüyormuş. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile karşılaşmış. İsmet İnönü, öğrencinin çantasını açmış, Antigone kitabını görmüş. Bundan hoşnut olmuş: “Antigone kitabını okuyanın ufukları genişler!” gibilerden sözler söylemiş. Çok sınırlı bir konu, "Yel aldı, rüzgar süpürdü!" türünden bir yorum. “Antigone kitabı ya da olayı, köy öğretmenine ne kazandırır?” gibilerden kolay ya da anlamsız sorular üzerinde durmak istemiyorum. Ancak bu anekdotun, M.E.B. Klasikleri'nin yayınıyla başlayan ve özellikle Yunan Klasiklerine yönelen tartışma sarmalında Köy Enstitülerine sataşma kapısı açmaktan öte, başka bir işe yaradığı da söylenemez. Tartışma, Antigone'nin Eski Yunan klasikleri içinde önemli bir yeri olduğu göz ardı edilerek, hatta kitabın adına bile değinme gereği duyulmaksızın 2000'li yıllara dek taşınmıştır. Örneğin Attila İlhan Cumhuriyet gazetesindeki Söyleşi köşesinde bu konuyu gene gene deşelemiştir.
Attila İlhan, Cumhuriyet,
Köy Enstitülerini sarmalayan bir başka söylem de, onların o dönemlerde bilinen solcu kişilerle ilişkili oldukları savıdır. Solculuk, çoğumuzun sonradan öğrendiğine göre Cumhuriyet öncelerinden gelen bir kurulu düzen karşıtı düşüncedir. Padişahlık döneminde bile o günlerin koşulları içinde tartışılmıştır. Kurtuluş Savaşı günlerinde ise düpedüz gündeme getirilip, bu fikirleri yayıcı yayınların yanında, parti kurma çabaları harcandığı bile görülmüştür. İlgilenenlerin çok iyi bileceği üzere birçok ülkede bu düşünceye bağlı partiler seçimlerle iktidara gelmekte, o ülkeleri yönetmektedir. Yurdumuzda da bu düşünceye yatkın kimselerin bulunduğu bilinmekte, bunların ılımlıları gibi aşırı hırslı olanları da yaptığı çıkışlardan anlaşılmaktadır. Böylesi politikacı kişiler olduğu gibi bu düşünceleri yayan yazarlar da vardır. Bu yazarların kimileri o günlerin yasal yasakları nedeniyle gönlünce yazamamış ya da yazdıkları kısıtlamalara uğramıştır. Böylesi gözetim altında tutulan bu yazarların yazılarını kırsal alanlarda kurulmuş, Köy Enstitülü öğrencilerin el altından kotarıp okuması olanaksızdır. Böyleyken, halk arasına bu tür söylentiler yayılmış, neredeyse “Köy Enstitülü öğrencilerle malum solcu yazarlar işbirliği etti, kolluk güçlerini atlatarak gizli kitap okuma köprüleri kurdular!” demeye getirilecek yalanlar düzülmüştür. Köy Enstitüleri kitaplıklarına kitap alma işleri, o dönemde özellikle Milli Eğitim Bakanlığınca sağlanırdı. O dönemde, günümüzde olduğu gibi kitap bağışı söz konusu da değildi. İşin ilginç yanı Köy Enstitülerine günlük gazete satıcıları bile uğramazdı. Bu, yasaklardan falan değil, onların kentlerden çok uzaklarda konumlanmasından ileri geliyordu. Ayrıca yaygın olarak, öğrencilerin parayla kitap sağlaması söz konusu değildi. Savaş ekonomisi sürecinde, özellikle aile erkeklerinin askere toplandığı bir dönemde köy çocuklarının parasal olanakları yok denecek düzeydeydi. Ayrıca gazete okuma alışkanlıkları ise hemen hemen yok gibiydi. Gerçek durum böyleyken Köy Enstitüsü öğrencileri salt solcu değil, düpedüz komünist yazarları okumakla suçlandı. Bu konuda akıl almaz yayınlar yapıldı, seçim meydanlarında T.C. Hükümetinin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri tüm Köy Enstitülerinde okuyanları komünist ilan ederek kendi ailelerini bile onlara düşman etmeye kalkıştı.O bunu yaparken Türk basını (Cumhuriyet, Ulus, Dünya gazeteleri dışındakiler) Sağır Sultan Oyunu’nu oynuyordu
T.C.Hükümetinin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’nin defalarca yaptığı uzun konuşmalarından bir bölüm:
“Onlar bizim için ne yaptı?” diyorlar. “İşte köy köy, şehir şehir dolaşıp millete hesab veriyoruz. Şimdi de ben onlara bu 15 ay içinde neler yaptılar diye sorayım. 15 ayda Halk Partili milletvekilleri bu milletin hayrına hangi kanunu teklif ettiler? Yaptığımız işlerden hangisini tenkid ettiler? Bizim düşmanımız eski adı Moskof olan komünizmdir. Komünistler başka yerlerde olduğu gibi bizde işçiler arasına sokulamamıştır. Fakat enstitülerimize sokulmuştur. Bunu bir gün millet kürsüsünden de millete haykırdım. C.H.P.liler size karşı ağır ithamlarda bulunuyorum. Hesabını benden sorun” dedim. Fakat sormak cesaretini gösteren olmadı. Namuslu insan müfettişten korkmaz. Fakat maarif müfettişleri köy enstitülerine sokulamamıştır. Çünkü menedilmişlerdi… Müfettişin giremediği bu yerlere kimler girmiştir biliyor musunuz arkadaşlar, Bulgar sınırlarında gebertilen Sabahaddin Ali girmiştir. İşte biz şimdi o kötü tohumları temizlemekle meşgul bulunmaktayız. Dün Stalini seven genc bugün Namık Kemalin vatan şiirlerini okuyor.”
(Bursa seçim konuşması, Cumhuriyet, 11 Eylül 1951).
Zaman denilen gerçek adalet hükmünü verdi,yalancının mumu nasıl söndü,tüm dünya acıyarak gördü.Samsun-Ladik Köy Enstitüsü’nde dinlediği İstiklal Marşı’nın benzerini başka bir yerde görmediğini yazıp belgeleyen Tevfik İleri,sonraki temelsiz iftiralarının bedelini çöp kamyonu onursuz yolculuyla ödediği gibi, POLİTİKA DÖNEKLERİNİN TARİHİ sayfalarında da onursuz yerini oturdu.Yeri gelmişken tanık olduğum bir olayı anlatmakta yarar görüyorum. Van-Ernis Köy Enstitüsü'nde, 1952-53 ders yılı başında Okul Müdürü ile beş Müdür Yardımcısı görevden alınmıştı. Yeni atamalar falan derken okul tümden karıştı. Köy Enstitülerinden sorumlu Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Genel Müdürü Ferruh Sanır Van-Ernis Köy Enstitüsüne gelmek gereğini duymuş, çıktı geldi. Birlikte getirdiği Müdür Vekiline yardım etmek, ayrıca okula yeni bir düzen vermek amacıyla birkaç gün kaldı, incelemeler yaptı, öğretmenlerin dertlerini dinledi, ders araç-gereçleri için notlar aldı. Öğretmenlerle de özel olarak bir toplantı yaptı. Bu toplantıda genellikle eğitim açısından eksiklikler konuşuldu. Her branş öğretmenleri grubu gibi Türkçe-Yazın öğretmenleri de kendi alanlarını ilgilendiren kitaplık konusunu ortaya getirdiler. Genel Müdür kitap işinin kolay olduğunu söyleyerek o günlerde oldukça büyük sayılan bir para sözü verip öğretmenlerden gereksinim duyulan kitap listesi istedi. Üç öğretmen bir gece uzunca süre çalışarak ivedi bir kitap listesi hazırladılar. Çoğu Milli Eğitim yayınlarından olan bu liste sabahleyin Genel Müdüre gösterildi. Genel Müdür, listenin geçerli kurallar içinde il yolu ile bakanlığa gönderilmesini önerdi. Liste, Van Milli Eğitim Müdürlüğüne, İl emri ile bakanlığa iletilmek üzere postalandı. Öğretmenler çok mutlu oldular. Neden mutlu olmasınlar? Başta klasikler olmak üzere 5000 TL'lik kitap hemen gelecektir. Üç gün sonra liste geri geldi. Listeye bir üst yazı eklenmiş, bu listeyi hazırlayanların kimlikleri ivedi olarak isteniyordu. Oysa listenin altında üç öğretmenin de adı, görevleri yazılıydı. Liste dikkatle incelenince bir kitabın işaretlenmiş olduğu görüldü. Ancak bundan da herhangi bir kuşku duyulmadı, yorum da yapılmadı. Çünkü kitap, Milli Eğitim Bakanlığının Klasikler dizisinde yayımlanan Emile Zola'nın Toprak adlı kitabıydı.Toprak, iki cilt olarak Milli Eğitim Bakanlığınca Dünya klasikleri dizinden yayımlanıp daha önce okul kitaplıklarına gönderilmiş. Erniz Köy Enstitüsü kitaplığında 1. cildi yıpranmış 2. cildi yepyeni durmaktaydı. Bir süre sonra olay aydınlığa çıktı. Nedense Milli Eğitim Bakanlığı yıllar önce yayımladığı Emile Zola'nın Toprak adlı kitabının okul kitaplıklarından kaldırılmasını istemiş. Ancak bu karar yeni verilmiş, emir Van İline yeni ulaşmış, Milli Eğitim Müdürlüğü de durumu okula henüz bildirmemiş. Okul Müdür Vekilinin diretmesiyle, yazılıp çizilmeler sonunda konu, listenin geri alınıp tutanakla yok sayılmasıyla kapandı. Milli Eğitim Bakanlığına da kitap gönderecekse, uzmanların seçtiği kitapların gönderilmesi yazıldı. İki üç gün süren kitap heyecanı böylece kapandı. Kapandı mı? Tam bir yıl sonra Milli Eğitim Bakanlığı baş müfettişlerinden Şeref Çayıroğlu ile Avni Ayata söz konusu listenin hazırlandığında görevli olan Müdür Vekiline okula yasak kitap satın alma suçlamasıyla soruşturma açtı. “Yapılan incelemeye göre, Milli Eğitim Bakanlığının yasak ettiği kitapları okul kitaplığına aldırdığınız, ayrıca yasak kitapları aldırarak hem emirlere karşı geldiğiniz hem de okunamayacağını bile bile satın aldırdığınız kitap için devlet parası harcattığınız saptanmıştır. Savunmanızı imzaların altından başlayarak yazınız.” Sorumlu tutulan kişi bu konuda deneyimli olduğundan hazırlanan listeyi bir işlem yapılmadan iptal ettirmiş, listede imzası bulunanlardan başka, konuyu, olayı izleyen ilk öğretmenler kuruluna da getirerek toplantı tutanağına yansıtmıştı. Bunları ortaya koyunca mal bulmuş Magribi gibi sevinen sadist gezginciler, bir süre sustuktan sonra, gösterilen tutanakları alıp teftiş dosyalarına koymak istediler. Sorgulanan kişi oldukça rahat, “Olmamış bir olayı olmuş gibi düzenleyip, üstelik görülmüştür, anlaşılmıştır gibi sözlerle taraf olan, işlenmediği besbelli olan bir sanal suçu olmuş varsayan kişilere elimdeki belgeleri veremem. Siz raporunuzu hazırlayın, raporunuz sonunda bana bir daha bu konuda bir soru açılırsa bunları o zaman ben mahkemeye sunacağım! Deyince,yevmiyeli gezginciler elleri boş dönmüşlerdir.. Anlatılan öykücük bir köy enstitüsünde geçer. Bu öykücük Köy Enstitüleri'nde solculuk, komünistlik gibi sıfatların tutunamayacağını (Anlayabilenlere) kanıtlamaya yeter sanıyorum. Bu konudaki söylentilerin ne denli eğreti yakıştırmalar olduğunu kanıtlayan daha nice belge vardır.Bunları sayıp dökmeye gerek görmüyorum. Demem o ki, birilerinin niyeti yermek oldukça bizim doğrular genellikle donup kalıyor. Örneklemek için birini ele aldığım benzeri yazılar ya da sözler, bir çoklarının zaman zaman değindiği gibi halkımızın duyarlık gösterdiği konuları Köy Enstitüleri'ne yamayıp toplumla zıtlık yaratarak gelecekte kurulması özlenen sıcak ilişkileri önceden mayınlamak için karşıtlara fetiş dürtüsü yapmaktadır. Köy Enstitüleri'nin açık olduğu dönemlerde onların söz konusu düşünce akımlarından uzak durdukları üstüne kesin sözler söylememe karşın sonraki süreçte benim gibi düşünenlerin savını yalanlar nitelikte yazılar yazıldığı, zaman zaman da konuşmalar yapıldığı görüldü. Daha sonra da bunlar, birilerince, zurnada peşrev havasına büründürülerek yayıldı. Böylece, baştan beri kendi gerçeğini savunanları yalancı durumuna getireceklere yalancı tanıklar hazırlandı. “Ormana balta girmiş, sapı kendinden!” dense dense buna denir!türünden sırıtmalar da olmuıştur
Örneğin bir köy enstitüsünde Nazım Hikmet şiirlerinin ellerde dolaştığı, birilerinin bunları Bursa Tutukevi yöneticisinin kızından aldığı, birilerininse Üç Telli Saz şiirini herkesin beğenisini alacak güzellikte okuduğu yazılmış, bu yazı, başka kitaplara da aktarılarak daha geniş okuyucu katmanlarına iletilmiştir. Söz konusu yakıştırmaların gülünecek bir yakıştırma olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Değindiğim bu acayip olayın 1943 öncesinde olduğunun yazılmasıdır. Bu tarihte Nazım Hikmet'in hangi tutukevinde olduğu değme yetkililerin bile bilemediği bir gerçektir. Hele Nazım Hikmet'in Üç Telli Saz şiirini o günlerde,özellikle Köy Enstitülerinde okunması eski biz sözle söylenecek olursa „Eşyanın tabiatına uymamaktadır. İçinde bulunduğumuz bu günlerin hoşgörü ortamına kapılarak varsayımlar üretmen kolay olabilir ama bu,geçmiş zamanın gerçeğine kesinlikle uymayacağı gibi o günün doğrularını da gölgeler. Özellikle de Köy Enstitüleri üstüne yaslatılan yakıştırma söylemler!... Çünkü 1942-43 yıllarında Köy Enstitüleri, tümden Milli Eğim Bakanı Hasan Ali Yücel'in etkisindedir. Öyle ki Nazım Hikmet adı bile ancak onun yazdığı “Üç Telli Saz Şairine” başlıklı uzun şiirini okurken rahatça söylenebilmektedir. Şair bakan Hasan Ali Yücel, “Üç Telli Saz” şairi Nazım Hikmet'e “Üç Telli Saz Şairine” başlıklı yanıt şiirinde Nazım Hikmet'i açık açık “Deli” olarak nitelemektedir. Birlikte okuyalım:
Üç Telli Saz Şairine
Şair;
Tellerimde inleyen
Bülbüle dair
Yazdığın
Göğsüme bir çelik,
Ortası delik
Kalemle kazdığı
Satırlar;
Gönlümde unutulmaz,
Deva bulmaz
Bir yara oldu
Niçin neden
Benim kaygularımla dertlenmeden
Yabancı ellerin duygularile
Kalbimi incittin?
Kaleminde dedirgin duygularile
Nöbetler içinde kıvranan
Ateşlerle yanan
bir hasta hali var.
Ve şimdi karşımda bir deli hayali var,
O sensin!..
Ey deli şair dinle;
Her telimde bin kalbin hicranı sızlar.
Onu duy ve inle.
Yoksa yıldızlar
Birer lanet taşı gibi
Beyninde vızlar
Tellerimdeki her ses,
Yıkılan bir aşkın
Taşkın feryadıdır.
Bu aşk,
Bir kadının olur;
Yaradanın olur;
Vatanın olur;
En geniş bir görüşle İnsanın olur
Göğsümdeki her nefes
Vurulan bir ruhun
İstimdadıdır
Bu vuruluş
Sokakta olur;
Yatakta olur;
Soğukta olur;
Sıcakta olur!...
Ey deli şair,
Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kimin için inliyorsun?
Aradığın ne?
Sesine
Koştuğun kim?
Hey oğul;:
Önce kendini ara, kendini bul
Kendini bulmadan
Başkasını duymak, ne mümkün?
Bilmiyor musun ki
Gorki,
Evet_Gorki'nin babası Gogol?
Sağdan sonra sol
Ey sağını, solunu şaşıran
Ey haddini aşıran
Şair.
Bunu anlamadığın için
Mezarında yatan
Atan
Sana küskün,
Eğer benim tellerimde inleyen bülbül hastaysa
Hastalık nereden geldi?
Hangi cehennemlerin
Yandığı yerden geldi?
Sağdan mı, soldan mı?
Kafadan mı, koldan mı?
İçten mi, dıştan mı?
Aaaah oğul,beni söyletme;
Gel etme
İnan bana;
Yazık oluyor sana.
Eğer kalbin bütün insanlığı alacak kadar büyükse
O hasta bülbüle kafes yap;
Ona tap,
Her şeyi sana o söyliyecek;
Sana o ilham verecek
Yoook, yalnız benim derdim sana yükse
O çırpınışların,
O kızışların
Neye yarar?
Hudutsuz varlıkların enginlerine,
Yahut da Hazar denizine,
Şahlanan bir atın sırtından düşer gibi
Düşüp boğulduğun zaman
Seni kim sorar;
Senin yanına kim varır;
Hey oğul seni kim kurtarır?...
İnan bana:
Severim seni.
Sev beni.
Acırım sana.
Sen ki coşunca
Yad ellerde kalan
Yatağını aşındıran
Bir nehir gibi
Yıkmaktasın etrafını.
O zaman
Söylediğini bilmiyorsun.
Mesela
Beni duyanlara
“Hey avanak” diyorsun
Halbuki
“Hey avanak” dediğin
Başkası değil, kendin
Çünkü
Sen
Çaldığın,
Eline aldığın
Sazı tanımıyacak
kadar şaşırmışsın.
Ben
Beni duyacak,
Kaygılarımla yüreğini oyacak,
Sevinçlerimle çıldıracak
Bir şair istiyorum;
Onun göğsüdür yerim diyorum
Niçin, neden
Beni sen
Canlı
Heyecanlı
Parmaklarınla
Çalıp inletmiyorsun?
Türk oğluna gönülden türkü dinletmiyorsun?
Hasan Ali Yücel
(*) Baki Süha Ediboğlu, Türk Şiirinden Örnekler 1920-1944, Ankara, Berkalp Kitabevi, 1944'ten alınmıştır.
Nazım Hikmet, bir zamanların şairi, o günlerin ise değişmez, değiştirilemez bakanı Hasan Ali Yücel tarafından böyle değerlendirilmektedir. O günlerde, özellikle devlet çatıları altında Nazım Hikmet'i anmak, ondan şiir okumak şöyle dursun, “Okudum!” demek, o günleri anlatmak için kullanılan “40'ların Cadı Kazanı” söylemlerini yadsımak olur. Ayrıca, o günlere bir tür meydan okuma tafrası içinde öne sürülen böylesi böbürlenmeler, Cadı Kazanı sürecinden hepten habersizliklerini duyurmaktan öte bir iş yapmış olmamaktadırlar. Sözü edilen sürecin bir başka özelliği,bir bakıma baskı arttırıcı yönü de Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikası bağlamında duyarlı bir dönem olmasıdır. Çünkü, işgalci Nazi güçlerini durduran Stalin, açık açık yurdumuzun doğu bölgelerine dil uzatmaya başlamıştır. Komünizme karşı zaten var olan tepki, bu süreçte,özellikle de halk katmanlarında katlanarak artmıştır. Olaya bu açıdan bakılınca da Nazım Hikmet şiirlerinin okunma şansı çok kısıtlıdır. Geçmişe yaslatılan bu tür yakıştırmalar, zihinlerde yeniden eski kuşkuları uyandırıp ortaya getirmektedir. Öteden beri bu sürtüşmenin dışındaki insanlar, gerçekleri içtenlikle anlatınca tutarsız söylenticileri kınamaya başladığı bir aşamada bu kez Köy Enstitüleri savunucularının ortaya çıkıp “Biz bunu bunu yapardık!” demesi, sil yeni baştan eski söylemleri tazelemeye yeteceği gibi tarafsız olanlara da “Oh olsun, bak şunlara bak!” deme hakkını doğurmaktadır… İşin bir başka yanı da, Nazım Hikmet bu ülkenin bir gerçeğidir. Onu okuyanlar vardır. Okumak ne ki, onun dostları, onun kanından gelen, soyu sopu olduğu bir yana, kendini sanata adayan binlerce genç, onun sanatsal etkinliklerini izleyip esinlenmektedir. Üstelik onun etkileyici bir yazarlık yanı olduğunu dostları gibi, karşıtları da kabullenip onu övme yarışına girmişlerdir. Nazım Hikmet, çoktan yurt dışına taşmış, dünya yazın kulvarlarında seçkin yerini bulmuştur. Şiirlerinin önce yasaklanmasına karşın,gene de 1944 yılında yukarda belirttiğim Baki Süha Ediboğlu, 1945 yılında Orhan Buriyan'ın Kurtuluştan Sonrakiler adlı güldestesiyle başlayan hoşgörüler giderek, ağır-aksak da olsa gün günden artarak okuyucusuna ulaşmıştır. Daha sonra da Nazım Hikmet'in yayın kısıtlamasının yavaş yavaş kalktığı hep bilinmektedir. Buna karşın toplumsal bir ürküntü halk katmanlarında bir ölçüde egemen olduğundan günümüzde bile özellikle okullarda, öğretmenlerin, öğrencilerin bağıra çağıra Üç Telli Saz şiirini okuması, engellenmese bile pek de ilgi görmez. Üstüne üstlük Köy Enstitüleri'nde bir başka bakımdan da hiç değilse bu şiire, söylendiği ölçüde ilgi olamazdı. Bilindiği gibi Köy Enstitüsü övgüleri arasında saz çalmanın özel bir yeri vardı. Saz, yaygın adıyla bağlama geleneksel müzik kültürümüzün bir parçası sayılır. Öğrencilerin büyükçe bir bölümü çalgı olarak sazı bir süre kesinlikle denediklerinden,onu,bir yakını,bir gün gene ele alacaklarını sandıkları bir can yoldaşı gibi algılarlar. Bir başka neden de Köy Enstitüleri'nde Aşık Veysel halk türküsü öğretti, saz dersleri verdi. Onu sevip sayanlar, Nazım Hikmet'in Üç Telli Saz şiirini dinleyip coşamazlar. Bu onların insancıl duyarlığıyla uyuşmaz. Bilirler ki bu, Aşık Veysel başta olmak üzere tüm Halk-Saz şairlerini incitecek bir karşı tavır alma sayılacaktır...
İlgimi çeken daha doğrusu zaman zaman uyarıldığım bir konu da ünlü yazarlarımızdan Sabahattin Ali ile ilgili olanıdır. Sabahattin Ali'yi bir yazar olarak 1939 yılında bize Türkçe öğretmenimiz Fikret Madaralı Kuyucaklı Yusuf romanını okuyarak tanıtmıştı. Böylece biz, Sabahattin Ali'yi de öteki yazarlar gibi salt bir ad olarak belledik. Ancak okuma kitaplarımızda başka parçası olmadığından derinlemesine bir bilgi edinmemiştik. Üç ya da dört öyküsünü okuduğumu anımsıyorum ama arkadaşlarla üzerinde çok durduğumuz yazarlardan değildi. Fikret Madaralı öğretmenin uyarısı üzerine Kuyucaklı Yusuf'un özetini çıkarıp defterime yazmıştım. Yüksek Bölüme geçince, benim gibi Güzel Sanatlara ayrılan öteki arkadaşlarla birlikte o zamanki adıyla Cumhurbaşkanlığı Orkestrasının Cumartesi Konserlerine gitmeye başlamıştık. Konserler cumartesi öğleden sonra saat 15:00'te başlıyordu. O gün çalınacak yapıtı tanıma amacıyla konserlerin verildiği Devlet Konservatuvarına bir iki saat önce gidip öğretmenimiz Faik Canselen'i dinliyorduk. O bize çalınacak yapıtları, bestecilerini tanıtırdı. Bu etkinlikler konser süreçlerinde aralıksız üç yıl sürdü. Kimi kez de özellikle ben, daha önce gelip, çalışamam için izin verilen bir piyano odasında çalışabiliyordum. Böylece, ilk piyano öğretmenim Faik Canselen gibi, sonraki piyano öğretmenim Selçuk Uraz konser günlerinin sabahlarında beni dinleyip, eksiklerimin tamamlanmasına yardım ediyorlardı. Öteki arkadaşlarım da zaman zaman benimle geliyor, konser saatlerini konservatuvar içinde bekliyorduk. Konservatuvarda yazılarından, şiirlerinden tanıdığımız yazarlar vardı. Bunlar, Cahit Külebi, Orhan Şaik Gökyay, Sabahattin Ali, Nurettin Sevin, Bedrettin Tuncel, Mahmut Ragıp gibi o dönemde ün yapmış kimselerdi. Cahit Külebi yöneticiydi, odası da konser salonunun balkon kapısı bitişiğindeydi. Cahit Külebi'nin bir şiirinde geçen Bacanak sözü hepimizin ilgisini çektiği için aramızda, kapısı önünden geçerken birbirimize “Bacanak, bana bak!” ya da “Avanak bacanak!” gibi takılmalar yapıyorduk. Bu yazarlarla sık sık konuşurduk diyemem ama onları, kendimize çok da yabancı saymıyorduk. Hiç değilse yakınlarında bulunuyorduk. Ben, görevli olan diğer bir yönetici Nurettin Sevin'le kitap alışverişini bahane ederek sık sık görüşüyordum.(Özellikle Bedrettin Tuncel'in tiyatro tarihi kitaplarını oradan alıyorduk.) Sabahattin Ali'nin de Nurettin Sevin'in alt kat kapı yakınındaki odasına uğradığı olurdu. İlk karşılaşmamda oldukça çekinmeme karşın sonraları ona da ısındım. Kitabını okuduğum zaman imgemde ulaşılması zor bir görüntü oluşmuştu. Oysa karşımda oturan Sabahattin Ali'nin bendeki görüntüyle hiçbir ilgisi yoktu. Odaya girince Nurettin Sevin'le konuşup çıkıyordum ama hiç değilse bir kere olsun Sabahattin Ali ile konuşmayı kafama koymuştum. Tiyatro öğretmenimizin bizi Tiyatro bölümü öğrencilerinin provasına götürdüğü bir gün, Sabahattin Ali de oradaydı. Yakında durduk. Onlar Mahir Canova ile konuşup şakalaştılar. Biz karşı karşıya gelip konuşmadık ama konuşmuş gibi yakınlaşmıştık. Ben bunu yeterli bulup “Bir gün kesinlikle konuşacağım!” kararımı vererek olanak kollamaya başlamıştım. Bir gün, kapıyı çalıp girdiğimde Sabahattin Ali tam karşıda otuyordu, eğilerek ona da selam verdim. Sabahattin Ali yarı kalkarak selamımı aldı. Şaşırdım ama sevincim de sonsuzdu. Ben niçin geldiğimi söylemeden, Nurettin Sevin bana, “Sabahattin Ali'den neler okudun?” diye sordu. Dört beş öyküsünü okumuştum, onu gördükçe onları anımsıyordum ama ben Kuyucaklı Yusuf'u söyledim. Sabahattin Ali güldü, Nurettin Sevin'e dönerek “Karşılaştığım öğrenciler hep Kuyucaklı'yı okuduğunu söylüyor. Zaman zaman Kuyucaklı üstüne sorular sorduğum oldu, dişe dokunur bir yanıt alamadım!” dedi, gülerek piposunu yandaki sigaralığa boşalttı. Duraksadım, suskunlaşmıştım, ayrılmak üzereyken, bu kez oturduğu yerden bana doğru yarı dönerek “Kuyucaklı'yı ne zaman okudun?” diye sordu. Birden rahatladım, sorusu gibi soruş şekli de bana çok yumuşak geldi. Kuyucaklı Yusuf'u, Türkçe öğretmenimizin atölye çalışmalarımız süresince, öğle tatilimizde gelip kendisinin okuduğunu, okurken sürekli sorular sorduğunu, ayrıca benim kitabı özetlediğimi anlattım. Sabahattin Ali, ”Hıııımmm!” diyerek Nurettin Sevin'e baktı. Nurettin Sevin, bu kez gülerek, başıyla beni gösterdi, “Bu onlardan değil galiba!” dedi. Sabahattin Ali az arkaya yaslanıp bana, “Kitabın içinde geçen olaylardan anımsadıkların var mı?” diye sordu. “Hiç unutmadığım bir sahne var, Muazzez'in ölüm sahnesi. Muazzez Yusuf'un kollarında ölür. Yusuf, Muazzez'i oracıkta gömer.” deyince kesik kesik güldü. “Ben sana soracağımı sordum, senin bana soracağın var mı? deyince, daha önce kitabın özetine de yazdığım benzetmeyi sordum. “Sizin kitabınızda Yusuf'un başına gelen olayı bir başka yazarın kitabında da okudum. Ancak o beni sizinki kadar etkilemedi!” dedim. Azıcık yüzü gerilerek baktı, ”Kim, hangi yazarın kitabı?” diye sordu. Prosper Mérimée'nin Karmen'i!” dedim. Gülerek “Aaaaa, evet, eveeeet!” diye uzatarak gene güldü, ”Ben onu okumadım ama duydum, o bir başka ölüm, o bir cinayet!” dedi…
Sabahattin Ali'yi başka zamanlarda da sık sık gördüm, benimle birlikte olan arkadaşlar da gördüler. Sabahattin Ali Devlet Konservatuvarı'nda bir görevliydi. Bir kitabına verdiği ad benzeri “Sırça Köşk”te değildi. Böyleyken bir Köy Enstitüsü belgeselinde birileri heyecanla Sabahattin Ali'nin Köy Enstitüsü'ne geldiğini, gece geç vakitlere dek kaldığını, onunla konuştuğunu anlatınca şaştım. Ben, Sabahattin Ali'nin uzaydan gelmişçesine karşılanıp anlatılmasına şaştım ama bununla birlikte Sabahattin Ali'nin belli kesimlerde nasıl algılandığını, özellikle de yönetim katmanlarında nasıl değerlendirildiğini de anımsadım. Ankara'da devlet görevlisi olan birinin bu denli duygusal bir sunumla yıllar sonra izleyiciye iletilmesi nedenini de doğrusu anlayamadım. Zaten ilk günlerden beri sağ-sol tartışmasının ortasına haksız olarak oturtulmuş bulunan Köy Enstitülerini, kişilerin böyle bir platonik yaklaşımlı Sabahattin Ali buluşmasına mekan olarak gösterilmesinin karşıtların ekmeğine yağ sürme olduğunu düşündüm. Burada, sözün tam anlamıyla, Koca Ragıp Paşa'nın “Secaat arzederken, merd-i kıpti sirkatini söyler!” ünlü sözüne uygun bir örnek verilmiştir. Sabahattin Ali, Devlet Konservatuvarı'nda yıllarca kalmıştır. Sabahattin Ali o denli etkileyici biri olsa (konuşmacının dilinin altındakileri sezerek söylüyorum) oradaki öğrencileri birer Sabahattin Ali müridi yapardı. Böyle bir durum olmadığına göre, Hasanoğlan Köy Enstitüsüne Karl Ebert'le geldiği birkaç saat içinde mi derinliğine bir etki bırakmıştı? Oysa Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nün açık olduğu süreçte oraya Halide Edip Adıvar'dan Reşat Nuri Gültekin'den Yaşar Kemal'e romancı, öykücü sayısız yazar, Faruk Nafiz Çamlıbel'den, Behçet Kemal Çağlar'dan Can Yücel'e dek ad yapmış ünlü şairler, Ahmet Emin Yalman'dan, Falih Rıfkı Atay'dan Emin Karakuş'a dek tanınmış gazetecilerle bir o kadar da sanatçılar gelmiş gitmiştir. Zaten öğretim kadrosu bile başlı başına bir ünlüler ordusu sayılıyordu. İşte bu tür kişisel yakıştırmalar, küllenen olumsuzlukları diriltmekten başka bir şeye yaramaz, ayrıca Köy Enstitüsü kavramına zarar veren dost kılçıklarıdır. Bunlar, uzunca bir hastalıktan sonra bastonuna dayanarak yürümeye çalışan kişinin bastonuna çelme takmaktır. Bu çelme o kişiyi öldürmez ama yürümesinin düzelmesini bir süre daha geciktirir. Sıradan bir yurttaş için söylenmesini kesinlikle düşünmediğim bu sözleri öğretmenler için söylemek gereğini duyuyorum. Göz ardı edilmeyecek olan ilke öğretmenlerin yasal düzene uymak zorunluluğudur. Devlet görevlisi olan bir öğretmenin yine devlet görevi yapan kolluk güçlerine karşı tavır alması toplumsal yaşamın sağlığı bakımından sağlıksız bir tavırdır. Bu inançla Köy Enstitüleri olayının varoluş-yok oluş nedenlerini, kişisel isteklerle değil bilimsel ölçeklerle fikirsel düzeyde irdelemesini ilk günden bu yana istediğim gibi, bundan böyle de bu isteğimi gerçekleştirme umudumu sürdürmekteyim. Burada salt kendimden söz edişim, kişisel bencilliğimden çok söylediklerimin ardında olma amacına yöneliktir. Ayrıca elimdeki belgeler çoğunlukla benimle ilgilidir. Bu nedenle sözlerimi, genelde benli ya da kendimli olarak sürdürmeye çalıştım. Ancak benim çizdiğim şablonun gerçekten Köy Enstitülü olan arkadaşlarıma da uyacağını biliyorum, bundan zerrece kuşku duymadığımı söyleyebilirim.
Köy Enstitüleri her şeyden önce bir kültür yuvası olarak algılanmalıdır. Ancak, oraya girenler, kırsal kesimden getirdikleri tüm birikimlerini bırakıp orada verilenlerle donanmış olarak geri dönmediler. Dost-düşman önce bu gerçeği bilmelidir. Doğanın kuralları gereği onlarda da bir özümleme vardı, bu özümleme onlara şaşılası bir ivme kazandırdı. İşte bu özümleme ya da ivme olayını ben, kendi getirimlerimle kazanımlarımı karşılaştırıp gözlem-deney süzgecinden geçirerek yaşam boyu, düşünsel alanda sergilemeye çalıştım. Sözgelimi, her Köy Enstitülü için söylenegelen okuma tutkusu, sanıldığı gibi yaygınsa, az ya da çok bir ölçüde bende de varsa, bunu, baştan sona irdeleyip, yaygın bir söylem olan “Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek” genel ilkesi içinde değerlendirmek istedim. Konuyu olabildiğince yalınlaştırarak ilk eğilimlerimi saptamaya çalıştım.Örneğin ben, ilkokula başlamadan önce okur-yazar olmuştum. Kaç yaşımda olduğumu tam bilmiyorum. Herkesin bildiği ya da duyduğu gibi genç Cumhuriyetimiz halkımızı uyandırmak amacıyla Halk Okuma-Yazma çalışmaları başlatmıştı. Bu çalışmaları, köylerde belli yaş grupları izlemek zorundaydı. Evlenme çağındaki küçük ablam bu çalışmalara zorunlu olarak katılıyordu. Ailem, köyde bir çoğunun yaptığı gibi, öznel titizliği gereği, beni de ablamla birlikte sözde arkadaş olarak okula gönderiyordu. Çoğunlukla, ablam yaşındakilerin benim gibi bir yol arkadaşı vardı. Önceleri ben de öteki çocuklar gibi bahçede oynuyordum. Ara ara ablamın yanında oturur, yaptıklarına öykünürdüm. Giderek ders veren öğretmen benimle ilgilenmeye başladı, zorunlu gelenler gibi beni de ders boyunca sırada oturttu. Öğretmen sık sık kahvemize geldiğinden, beni kahvede göre göre tanımıştı. Bu tanıma okulda işime yaradığı gibi öğrendiklerimin kahvede de tekrarlanmasına yardımcı olmuştu. Bu yakın ilgi nedeniyle öğretmene iyice ısınmıştım. Öğretmen, tıpkı okuldaki gibi bana sorular sorar, özellikle sayı saydırırdı, yalın çarşı hesapları yaptırırdı. Sanırım bu ilgiler beni okumaya özendirdiği için olacak, hiç ayırdında olmadan okumayı da yazmayı da öğrenmiştim. Olay öğretmenle sınırlı kalmamıştı, babam, ağabeylerim, kahvemize gelen tüm komşular beni denetler olmuştu. Sorular soruluyor, yanıtlar veriliyor, belki aynı sözler gene gene ortaya geliyordu ama, ben gittikçe cesaretlendiğimi anlamaya başlamıştım. Derslerin bitiminde ise ben, çalışmalara zorunlu katılanların en iyi okuyanı, en güzel yazanı olarak onurlandırılmıştım. Köyümüze üç sınıflı okul açıldığında ben okur- yazar olarak tanınıyordum. Arkadaşlarım benim düzeyime gelinceye dek okulun en rahat öğrencisiydim. Bu durum benim için bir ilk uyarı oldu, “Bireysel gayretle başkalarından farklı olunabilir, bu o kişi için mutluluktur!” Özellikle de çevremdeki insanların, “Bu çocukta okuma yeteneği var!” deyişlerini dinleye dinleye okuyabileceğime ben de iyiden iyiye inandım. Kendime güvenim arttığı gibi, ailemi de okuyabileceğim konusunda çok umutlandırmıştım. Özellikle babamın, benim okumaya hevesli olduğumu görmesi, bana karşı yaklaşımını da değiştirmişti. Üç ağabeyimle iki ablamın savaşlar, göçler nedeniyle okuyamaması babamda büyük bir burukluk bırakmıştı. Sanırım bu açıdan benim okuma umudu vermeme içten içe seviniyordu. Ayrıca annemin ölüm döşeğinde son isteğinin benim okutulmam olduğu sık sık söyleniyordu. 3 sınıflı köyümüz okulunu bitirince düş kırıklığına düşmüştük. Okumaya gidecek bir yer sağlanamadı. Böylece benim hevesim kursağımda kaldı. Ağabeylerimle işe gittim ama akşamları kahvede okuma alışkanlığım sürdü. Kahveye gelen gazeteleri okuyor, doğru okuma üstünlüğümü kimseye kaptırmıyordum. Ayrıca asker mektuplarının çoğunu da ben yazıyordum. İki yıl sonra komşu köyde 5 yıllık okul açılınca, köyümüzden ilk kez ben, bir başka köye, yaya olarak sabah gidip akşam dönme koşulunu göze alıp 5 yıllık okulu bitirme başarısını gösterdim. Ailemin tüm çabalarına karşın ilkokuldan sonra ortaokula gitme olanağı bulamadım. İlçemizde ortaokul açılacak umudu verilmişti. Bu umutla tam iki yıl bekledim. Üçüncü yıla girdiğimizde de açılmayınca, babam, çiftçiliğe soyunmamı söyleyerek, bana bir çift hazırladı. Üç ağabeyim arasına dördüncü bir çiftle katılacaktım, okumaktan iyiden iyiye umudumu kesmiştim. Zaten yıllardan beri ağabeylerimle birlikte olmak koşuluyla günlük işlere karışmıştım. Zaman zaman babama okumadan yana umudumun azaldığını söyledikçe babam, “Umutlar azalsa da olasılıklar hep vardır!” deyip güler, böylece beni teselli etmeye çalışırdı.
Gerçekten olasılıklar sürermiş, köye öğretmen yetiştirmek için bir okul açıldığı muştusunu duyunca sınava girdim. Seçildiğimi öğrendiğimde birden okul yıllarımdaki duygulara döndüm: Sanki hiç ara vermemiştim. Bir süre sonra çağrı yapıldı, koşarcasına gittim. Böylece Edirne-Karaağaç Trakya Köy Öğretmen Okuluna girdim. Okulumla, daha doğrusu T. C devletiyle (buna, benim kendi devletimle de diyebilirim) karşılıklı bir anlaşma yaptık. Devletim beni 6 yıl okutacak, ben başarılı olacağım, devletime tam 9 yıl süreyle, gösterdiği yerlerde, zorunlu hizmet edeceğim. Ayrıntıları da olan bu anlaşmaya uyarak ben, tam üç yıl, ilkokulda olduğu gibi burada da olağanüstü bir çaba göstererek (öğretmenlerimin değerlendirmelerine göre) çok başarılı oldum. Örneğin öğretmenli olarak iki yıl matematik okumuştum. Öğretmenimin askere alınmasıyla derslerim boş geçmeye başladı. Bu kez öğretmenimle mektuplaşarak orta üçüncü sınıfın programını tamamladığım gibi lise 1. sınıf konularını da çözmeyi başardım.
Ahmet Gürsel'den mektup, 20 Eylül 1940
Ahmet Gürsel'den mektup, 19 Ocak 1941
Ahmet Gürsel'den mektup, tarihsiz
Ahmet Gürsel'den mektup, s. 1, 7-8; 1 Kasım 1941.
İşte ben böylesi hevesle çalışırken, daha önce benimle akit yapan devletim, tek yanlı olmak üzere benim okulumu kaldırıp bir fabrika ilkokuluna sığıntı olarak yerleştirdi. Altı ay geçti geçmedi, bu kez de bir başka yere göçürdü. Kayıt yaptırdığımın birinci yılı sonunda ben, benimle birlikte arkadaşlarım, ki sayıları ancak 30 kişi, bu bir yıl içinde şimdi de anıt olarak duran Kepirtepe'deki okul binasını yapıp içinde ders okumaya başladık. Sayısız yokluklara, ağır koşullara karşın çalışmalarımızı sürdürürken bu kez akit bozan devletimiz, akit makit dinlemeden, büsbütün bir değişiklikle haklarımızı tırpanladı. Örneğin, 6 yıl olan öğrencilik süremizi bir yıl eksilterek beş yıla indirdi. Bu inen bir yıl, bizim için benzer okullardan geri kalma anlamı taşıyordu. Üstüne üstlük ders konuları açısından büyük bir değişim yapılarak, okulumuz, tümüyle o günlerde eşi-menendi olmayan bir kuruma dönüştürüldü. İşte yukarıda sözünü ettiğim akit böylece bir yana itilerek, tek yanlı, hatta düpedüz güce dayanan bir tavırla meydan okunarak hak gaspı yapıldı. Daha ilkokula başlamadan önce düşüncelerimde kurguladığım okuma, bilgilenme, kurulu düzendeki örüme uygun ilerleme kulvarım değiştirildi. Rüyada koşar gibi, kendi kendimle yarışacağımı düşünmekten öte gidemeyeceğimi sezinlemeye başlamıştım. Bu, çok bireysel bir yorum ya da yanılgı olabilir. Ancak ben okumayı, bir başka deyimle öğrenciliği, gidilebildiği ölçüde gidilecek, yüklenebildiği ölçüde bilgi yüklenmeyi amaçlayan bir uğraş olarak bellediğim için, bu yeni durumu önceleri kendime bir engel saydım. Öğrencilik haklarımın sınırlarını aşmadan bu konuyu, o günlerde bilinçli olarak kurcaladım. İlk yaptığım iş, bizim okulun dengi olan Kızılçullu-İzmir, Çifteler-Eskişehir Köy Öğretmen Okullarındaki numara arkadaşlarıma mektup yazıp onların görüşlerini almak oldu. İzmir-Kızılçullu'dan Ziya Fikri Özlen'le, Eskişehir-Çifteler'den Ali Yılmaz, kendi okullarındaki durum konusunda beni aydınlattılar. Ders öğretmenlerimle, okul müdürümle konuşup, onların düşüncelerinden, deneyimlerinden yararlandım. Okul Müdürüm yeni yasanın sınırlandırıcı, kesin hükümlerine karşın çalışanları engelleyemeyeceğini, yetkililerin, okumak isteyenlere kesinlikle bir yol aralayacaklarına inandığını anlatarak, öncelikle okulumu başarıyla bitirmemi öğütledi.
Ziya Fikri Özlen
Büyüklerimin beni rahatlatan önerilerine karşın, gene de, 3803 sayılı yasa ile Köy Enstitülerinden beklenenler üstüne yazılan yazıları dikkatle izledim. Bunların çoğunda kişiler kendi beklentilerini yansıttığı için genelde pek önemsememiştim. Ancak içlerinde özellikle iki yazı beni son derece üzmüştü. Bu yazılardan ilki, Okul Müdürümüzün “tanınmış bir eğitimci” olarak övgüyle söz ettiği Hıfsırrahman Raşit Öymen'indi.
Hıfsırrahman Raşit Öymen, İlköğretim Dergisi, 13 Mayıs 1940
Yazar özet olarak, “Köye gidecek öğretmenlerin, cumartesi-pazar günleri ya da bayramlarda köyde kalmaları için yasal önlem alınmalı!” diyordu . Bu, öğretmen olunca tatilde bile köyden ayrılamayacağım demekti. Oysa köyüm ilçeme üç, ilime dört saat uzaklıktaydı; yaz gelince şimdi bile bisikletle gidip gelirken, arkadaşlarım ilerde de aynı şekilde gidip gelecekken ben yasak nedeniyle onlara katılamayacaktım. Bu öneri çok zoruma gitmişti. İkinci yazı ise sonradan Köy Enstitülerinin, özellikle de Köy Enstitüsü çıkışlı yazarların koruyucusu olarak bilinen Yaşar Nabi Nayır'ındı. O da, Yunanistan'da gördüğü bir yetimler okulundan söz ediyor, aç, çıplak ayaklı, sefil görünüşlü çocukların başarılarını övüyor, bir bakıma Köy Enstitüleri'ne onları salık veriyordu.
Yaşar Nabi [Nayır], "Köy Enstitüleri", Varlık Dergisi, 1 Aralık 1940
Köy Enstitüsü öğrencilik günlerimde, ailemin yardımıyla aç da kalmadım çıplak da. Ancak giysileri kirli, ayakkabısı eski olan bir öğrenci gördüğümde Yaşar Nabi Nayır'ın yazısını anımsadım. “Gel Yaşar Nabi Nayır, gör de sevin, işte sana, seni mutlu kılacak bir görüntü!” dedim durdum. “Sabreden derviş, muradına ermiş!” derler, derviş falan değilim ama, iyi bir çıkış yolu bulamayacağımı anlayınca, “Kötü de olsa var olan, hiç olmayan iyiden daha yararlıdır!” ilkesine sarılarak, okulumu bitirdim.
Gerçekten, okul müdürümün söylediği gibi, ilgililer, kapandığına üzüldüğüm “Okuma Yolu” için bir aralık açtılar. Köy Enstitüleri öğrencilerinin gidebileceği bir yüksek okul açılmıştı: Öğretmenlerim, oraya gidecekler arasına beni de seçti. Üç yıl da orada okudum. Burasını bitirince, içinde yetiştiğim okullarda çalışmak, benim gibi okuma tutkunu olan çocuklara yardımcı olmak düşüncesi, geçmişteki kuşkularımı örter gibi olmuştu. Özellikle de Köy Enstitüsü'ne atanınca, yeni bir güçle, güçlü bir güvenle çalışmaya başlamıştım. Ne yazık ki bu uzun sürmedi. Daha önceleri de akdimizi bozan devletimiz, bu kez, yüksek öğretim görmüşlüğümü görmezlikten gelerek bir bakıma daha önce hakkımdan sildiği bir yıl gibi (Köy Öğretmen Okulları 6 yıldı) bu kez de üç yılıma sünger çekip beni meslek edindiğim dersliklerden yoksun bıraktı. Aldığım eğitimle hiç ilgisi olmayan, orman koruculuğu düzeyinde bir göreve atanmıştım. Köy Enstitüsünde sürekli müzik etkinliklerine katılmış, oldukça da başarılı olmuştum. Ailemin bana aldığı akordiyonumla yıllarca bir müzik öğretmeninden yoksun bırakılmış okulumun müzik gereksinimlerini 2, 3, 4. sınıflarda ben karşılamıştım.
Sefer Hakkı Tunca, "Kepirtepe'nin Kırklarelili İlkleri", Yöre Dergisi, Sayı 11, Şubat 2001, s. 40.
Bu özelliğim, Yüksek bölümde de sürmüştü. İyi derecede piyano çalmaya başlamıştım. Atandığım Köy Enstitüsü'nde piyano yoktu. Bunu duyan piyano öğretmenim Saygıdeğer Selçuk Uraz araya girerek piyano aldırıp, çalıştığım okula göndertmişti. İşin ilginç yanı benim için piyano alan Milli Eğitim Bakanlığı, alıp gönderdiği piyano daha okula ulaşmadan, beni İskenderun ilçesinde kurulacak orman ürünleri tevzi deposuna memur olarak atadı. Bu aşamada olayları daha iyi kavramaya başlamıştım: Devletim, becerikli bir maşa (!) eliyle beni haklarımdan yoksun bırakmayı sürdürüyordu. Bu salt benim değil, tüm Köy Enstitüleri ile ilişkisi olan tüm insanlar için geçerliydi. Hak, hukuk, akit, makit kalmamıştı.Karşılaştığım durumu çok üzücü buldum, kendi düşüncelerim içinde bir durum değerlendirmesi yaptım. Okumak benim için kolay bir uğraştı, bu nedenle bireysel duygularımı, yaşam tasarılarımı, yurttaşlık haklarımı bir süre askıya alıp çaresiz gene bir devlet okulunda okumaya karar verdim. Öğretmenlikten hoşnuttum, ancak bu kez daha iyi bir öğretmen olma isteğiyle pedagoji öğrenimi yaptım. Bu bir etiket değişikliği oldu. Gerçekte ben, değişmemiştim. Değişmemiştim diyorum, bunu hep söyledim ama sanırım değişmemek elde değildi. Ben, “Değişmedim” diye ne denli diretsem de çevre etkileri bir şeyler alıp götürdüğü gibi bir şeyleri de almaya zorluyordu. Bu değişime şaka yollu da olsa dikkat çeken değerli şair Cahit Külebi, bana, benim gibi Köy Enstitüsünü bitirip yüksek öğretim yapanlara “Galvenizli Köy Enstitülü!” diye bır ad takmış bunu, yeri geldikçe de çevresine yaymıştır. (Değerli dilci yazar Emin Özdemir, tanıktır.) Yeni etiketimle gene bir köy enstitüsünde görev aldım. Az bir süre sonra Köy Enstitüleri adı, bir yasayla konduğu gibi gene bir yasa ile kaldırıldı; programları ise tümden değiştirildi. Çok değil dört yıl önce Van-Ernis Köy Enstitüsünü büyük harcamalarla açan, halkına umut veren, bu dört yılda altı okul müdürü atayan, bunların hiçbirini burada bir yıl bile çalıştıramayan, okulu sürekli vekillerle yönetmeye çabalayan Milli Eğitim Bakanlığı, büyük bir heyecanla Köy Enstitüleri'ni öğretmen okulu yapmıştı. İşin ilginci dağ başlarında kurduğu okullarda klasik lise programı uygulamaya başlamıştı. “Ernis Öğretmen Okulu neden bir Edirne Öğretmen Okulu ya da Balıkesir Öğretmen Okulu düzeyinde olmasın?” diye konuşanlar çıkmıştı. Bu konuşanlar, ”Edirne Öğretmen Okulu müdürü 6 yıldır orada, oysa Van-Ernis Öğretmen Okulu dört yılda altı müdür değiştirdi, yedincisi bekleniyor” sözünü bir türlü söyleyemiyordu. Gerçekte Ernis Köy Enstitüsüne atanan altı müdürün ikisi raporlarla bir kaç ay Milli Eğitim Bakanlığını oyalayıp başka yere kaçmıştı. Diğer üçü yanlış işler yaptığından Bakanlık emrine alınıp, görevden uzaklaştırılmış, birisi de sağlık nedeniyle heyet raporuna göre sıvışmıştı. Bunların bir önemi yok (!) diyenler, olayı alkışladılar. Ernis, Van'a 150 km. Dalkavukluk yöntemleriyle koltuklara oturanlar ne bilsin, Van'ı, Ernis'i? Gerekirse müdürü değiştirirler, olur biter! Beşinci yıla başlamadan yedinci müdür de gitse kaç yazar, onlar için?
Köy Enstitüleri'nin kapanması yurdumuz için, yurdumuzun insanları gibi yurdumuzun basını için de çok talihsiz bir olaydır. Köy Enstitüleri'nin kapanması, salt bir okul kapatma olayı değildir. Bu, Türkiye Cumhuriyeti'nin kendi kendisini hançerlemesidir. Basın buna bu açıdan bakıp Türk halkına karşı yapılan bu haksızlıkta tarafsız olduğunu kanıtlamalıydı. Oysa basın, özellikle o günlerin basını, Grace Kelly-Prens Rainier'in aşklarını, giydiklerini, bundan sonra ne yapacaklarını, Şen Dul güzel Süreyya İsfendiyari'nin kiminle evleneceğini, şimdilerde Kraliçe mi, İmparatoriçe mi olduğu, ya da Brigitte Bardot'nun küçük eşeğine sarkıntılık eden komşusunun zampara azman eşeği için açılan davayı izleyerek halkı aydınlatıyor (!?), ceplerindeki kartların hakkını (!) verdikleri inancı içinde Tepebaşı içkili gazinolarında kendileri için kerhen ayrılmış köşelerinde demleniyorlardı… Köy Enstitüleri'nin kapatılma olayı, tam anlamıyla bir “Çıplak Kral” öyküsüdür. Hani kral çıplaktır ama kimse onun çıplaklığını söyleyemez, işte, öyle bir şey! Köy Enstitüleri'nin kapanması neden iyi olsun? Yurt genelinde öğretmen gereksinimi tamamlanmamıştı. Ayrıca yetiştirilen öğretmenler iyi yetişmemişti (böyle söyleniyordu). Öyleyse neden daha düzgün öğretmen yetiştirme yolları aranmadı diye kimse sormadı. “Kral Çıplak!” diyen çocuk örneğinde olduğu gibi ben de “Kral Çıplak!” diye bağırdım. Üstelik bunu, o günlerde Türkiye Öğretmenler Federasyonunu temsil eden, ayrıca Milli Eğitim Bakanlığında önemlice bir sandalyeye oturan kişiye, adını vererek söyledim.
İbrahim Tunalı, Köy ve Eğitim, Sayı 9, Kasım 1954.
Çünkü o kişi, “İki ileri bir geri!” diyerek Öğretmen Okullarıyla Köy Enstitülerini birleştirmenin mutluluğunu, bağıra çağıra dünyaya muştuluyordu. Bunu, halkımıza böyle sunduğu gibi, tepesindeki sözüm ona efendilerine (!) de böyle aktarıyordu. Adam yetkiliydi, Sözleri gerçek değildi ama kullandığı yetkileri yasalara dayanıyordu, “Dediğim dedik öttürdüğüm düdük!” tafrası o günlerde geçerliydi ya,o da yetkisini hemencecik kullanıverdi: Ona göre iş tamamlanmıştı. Ama kral gene de çıplaktı. KÖY ENSTİTÜLERİNE GERÇEKTEN YAZIK OLMUŞTU. Salt Köy Enstitüleri'ne mi, tüm eğitim hamlesine bir dinamit konmuştu. Bunu, bugünkü dille mayın olarak söylesem daha yakışır olacaktır. İşte günümüzdeki bu mayınlı eğitim sorunumuz, engebeli yollardan tekleye tekleye o günlerden gelerek günümüzdeki ürkütücü kargaşaya dönüşmüştür.
Köy Enstitüsü sözünü edip duruyorum ama, acaba günümüz insanı bu sözü nasıl algılamaktadır? Adı ortadan kaldırılalı 53 yıl geçmiştir. Aslında ise onlar, adına dokunulmadan daha 8 yıl önce gerçekten özgünlüklerini yitirmişlerdi. Köy Enstitüsü kavramı, yakından bilenlere göre üç ayrı evre geçirmiştir. Bense bu evreleri dört dilimde gösterip, kapanma sonrası gerçek dışı söylemlerin, abartılı tanıtmaların gereksizliği üstünde duracağım.Bu nedenle Köy Enstitüleri olgusunu dört dönemde ele almayı yeğledim. 1. dönem, 1937-1940 arası etkinlik gösteren Köy Öğretmen Okulları dönemi; 2. dönem 3803 sayılı yasaya göre verilen yeni biçim; 3. dönem özgün biçiminin yozlaştırıldığı 1946-1954 yılları arası; 4. dönem, 1954 sonrası sözsel olarak oluşturulan sanal Köy Enstitüleri dönemi ki, günümüze dek uzayıp gelen kuyruklu yıldız örneği, ne idüğü kimsecikler tarafından tam bilinmemektedir. Bu dört Köy Enstitüsü'nün ilk üçünü benim ölçütlerime göre yeterince kimse anlatmadı. Ya da tek tük değinenler oldu da onlara ben ulaşamadım. Ola ki bu anlatılar yeterince yankı bulmadı. Bu nedenle bu tür gerçek anlatıların sessizliğe gömülmesi benim için üzücüdür, bu düşünceyle ayrıntının ayrıntısını bile geçip gitmek istemiyorum. Türk kamuoyunun gerçek bilgi gereksiniminin bu ayrıntıların su yüzüne çıkmasıyla tamamlanacağı inancım sürüyor Bu dönemler, kişilerin bireysel görüşlerine ek olarak, devletin geçerli belgeleri incelenerek sağlıklı sonuçlar alınabilir. Bunu kişiler gibi kurumlar da yapabilir. Şimdiye dek kenarından köşesinden değinilen gerçeklerin bütüncül bir sonuca ulaşamadığını gördüğüm için bu dilimlere zaman zaman değinmekle birlikte ben burada 4. dönem olarak nitelediğim kapanıştan sonraki anmalar, saldırmalar, saptırmalar üzerinde duracağım.
Köy Enstitüleri, kapandıkları 1953-54 yılından bu yana ad olarak anılmakla birlikte, bu anmalar büyük övgüler yanında iğrenç yergilerin yarışına konu olagelmiştir. Köy Enstitüsü içinde yetişmiş, sonrasında da oradan kopamamış bir insan olarak, yergiler gibi övgülerin de sanal bir takım varsanılara döküldüğünü üzülerek izledim. Çuvallar dolusu kesip topladığım bu tür yazıları gene gene elden geçirdikten sonra vardığım sonuç şudur: 4. dönem olarak adlandırdığım, kapanışından sonraki Köy Enstitüleri, bir bakıma yapay güzel-çirkin bezelerle sergilenerek, gerçek değil, ütopik bir duruma sokulmuştur. Sıradan bir benzetme ile anlatmak istersem, “Körlerin fil tarifi” denilen tekerlemeyi anımsatacağım. Sözde birileri deney yapmış. Sözgelimi yirmi görmezi bir filin çevresine getirip bir yerlerini yoklatmış; sonra da ayrı ayrı sormuş: Sizce fil nedir? Her görmez yokladığı yere göre fili tarif etmiş. Anlatımların sonunda gerçek filin ortadan kalktığı, yerini de ellenen organların aldığı görülmüş: Hortum, kuyruk, göz, kulak, ayak, tırnak, v.b. Bunun gibi, Köy Enstitüleri için yazılan yazılardan algılayabildiğim, bütünü oluşturmayan parçalar, örneğin, ilikten-eklemden yoksun kemikler, ya da dikimi yapılmamış ayrı ayrı giysi parçaları biçiminde sanal kurgular. Köy Enstitüleri adı altında yapılan eleştirileri okuyorum, eleştirilen nesnenin Köy Enstitüleri ile ilişkisi olmayan sanal bir kuruluş olduğunu anlayınca kızmak yerine zaman zaman gülüyorum. Bu daha çok yergi türü yakıştırmalarda oluyor. Ancak övgü amaçlı bu tür saptırmalarla karşılaşınca gülme, kızma şöyle dursun, kahroluyorum. Bu tür anlamsız sapmalardan, saptırmalardan arındırarak, Köy Enstitüleri'nin kesinlikle yapay ya da sanal bezelerle donanması yerine kendine özgü yalınlığının korunmasını yeğliyorum.
Köy Enstitüleri gerçeğini, orada okuyanların duygusal bütünlüğünü ıskalayan olaylardan biri de, oralarda yetişenlere gösterilen ilginin bireysellikten çıkarılıp mekansal bir biçime sokulmasıdır. Köy Enstitüleri, komşu ülkelerin birkaç gece içinde yok olduğu, sayılı Batı ülkelerinin haritalardan silindiği bir süreçte açılmıştı. Oradaki öğrencilerin çoğunun babaları, ağabeyleri; çocukları, kardeşleri okul sıralarındayken silahları omuzlarında yurt nöbeti tutuyordu. Köy Enstitüsü günleri gerçekte, radyo başlarında, kaygılı haber bekleyerek, savaş marşları dinleyerek ölüm-kalım ikilemi arasında yaşandı. Buna, yaşamın kaygı-sevinç çatışıklığının güce dönüşümü ya da başarının alın teriyle yoğrulup özümlenmesi de diyebiliriz. Köy Enstitüleri'nin ilk sekiz yılındaki etkinliklerin, benzeri ancak Kurtuluş Savaşımızda görülmüş bir özveriler yarışı olduğu da söylenebilir. Kurtuluş Savaşını verenlerin ilk görüntüsü birilerince nasıl doğru algılanamamış, ancak sonunda buzul dağı örneği ortaya çıkan gerçek başarısı olağanüstü sayılmışsa, Köy Enstitüleri'nin ilk yıllardaki atılımlarında da insan havsalasını zorlayan benzer bir olağanüstülük görülmektedir. Birinin küçük kahramanları, ötekinin görkemli destanına öykünmüş, onların izleyicisi olduklarını kanıtlamak için tüm gücüyle çalışmıştır.
Okula gitmek üzere ayrılırken, babam, o zaman pek değerlendiremediğim bir öğütte bulunmuştu. “Kula kul olma, olacaksan devlete kul olmayı yeğle!” demişti. Yaşam boyu bu öğüdü tuttum; kula kul olmadım, devletime kul olmayı yeğledim. Ancak devletim bana, önce umut verdi, o umut beni hem güçlendirdi hem de hızlandırdı ama bir süre sonra devletim nedense hızımı kendisi kesti. Böylece, kendisine daha yararlı olacak bir bireyini doğru yerde konuşlandırmadığından beklenen yararı göremedi. Olayın böyle gelişmesinden kendimi kesinlikle sorumlu tutmuyorum. Ayrıca, devletimin başlangıçta bana gösterdiği yakınlığı sonraları kesmesini de bir sorun yapmadım, yapmadığıma da seviniyorum. Böylesi durumlara düşen insanların hep var olduğunu bilecek ölçüde geçmişin sayısız öyküsünü okudum. Nice bilgin insan, bilgisi yüzünden yaşamını vakitsiz noktaladığı gibi niceleri de bu yüzden içlenerek teselliyi yazıda bulmuş, ardıllarına kitaplar dolusu kahırnameler bırakmıştır. Bu tür olayları bildiğimden ben, kendimi sanal alanda dolaştırmadan kendi gerçeğime uygun olarak kendi yaşamımı olduğu gibi algılamaya çalışıp olabildiğince kahırdan, kederden uzak durup kaderimle kişiliğimi harman edip yaşamımdaki tüm sorunun buradan kaynaklandığına inandım, bundan teselli buldum. Bununla birlikte zaman zaman dışarıda da teselli aradığım olmuştur. Bu kez de büyük kaynaklara, geçmişin olağanüstü olaylarına özenip kendimi gerçeğimden uzaklaştırmadım. En bunaldığım zamanlarda değerli şairimiz Tevfik Fikret'in La Fontaine'e öykünerek yazdığı Devenin Uktesi'ni sessizce okuyup güldüm. Herkesin bildiği ya da bilmesi gerektiği gibi, Tevfik Fikret, uzun yıllar kendisine hizmet eden devesiyle hizmet alan sahibini konuşturur. Deve sahibine uzun yıllar hizmet etmiştir. Her canlı gibi onların da ayrılışları olacaktır. Deve sahibi devenin gönlünü almak için konuşur: “Bana yeterince yardım ettin, teşekkür ederim. Artık ayrılıyoruz. Zaman zaman sana sert davrandım, gönlünü kırmış olabilirim. Bunun için senden af diliyorum!” Deve sahibine, “Hayır, bana hiç kötülük etmedin, senden memnunum. Madem ki böyle duygulu olarak benimle konuştun, söylemeye değer mi bilmem ama küçük bir kırgınlığım var: Ben senin tüm işlerini iyi niyetle yaptığım halde, sen gene de benim önüme bir eşeği kattın. Eşek hiçbir iş görmediği halde önümde dolaştı durdu. İşte bu eşek önümde olmasaydı, bil ki ben, daha gönül rahatlığı ile çalışacak, ayrılırken de daha mutlu olacaktım!” der. İşte ben, usta şairin kurgusunu, daha geniş bir alana yayarak sevgili devletime sık sık bu şiiri okudum, arkasından da eklememi yaptım: “Ben sana tüm varlığımla hizmet için namus sözü vererek yaşamımı adadım. Oysa sen bana yön veremeyecek bir takım yaratıkları seçip seçip önüme koydun. Örneğin, Tevfik İleri, Tahsin Banguoğlu, Yunus Kazım Köni, Reşat Şemsettin Sirer, Osman Ülkümen gibi, insan cinsinin kendine özgü, insaf, duygu, din, iman, insan sevgisi, ölçü, günah, sevap değerlerinden yoksun, her sözü bir ego belirtisi, her tavrı bir klinik vak'a olan önüme diktiğin yaratıklarla ben nereye gidebilirdim ki? Böylesi bir kösteklenmeye karşın gene de ben, kendi çabamla sana verdiğim sözü tuttum. ‘Azıcık aşım, kaygısız başım!' dedim, o berbat kılavuzlarının yaydığı ‘kaçma, karışma, çalışma!' çarpık zihniyet yaymaca söylemleriyle savaşarak, görevimi gönül rahatlığı içinde tamamladım.” Bir bakıma ilginç bir görev tamamlama oldu bu; ayrıldığımı bildiren yazıyı okuyunca şaşkın bir duraksama geçirdim.
Emeklilik BELGEM
“Bu yazılanlar benim için olamaz, bir başkasına yazılmıştır!” dedim: Bu denli övgüyü hak edecek ben neler yaptım ki? Eş dost açıkladı, herkese aynı sözler yazılıyormuş; emekli Adana müftüsü Cemalettin Kaplan bile bu mektuptan almış… “Kaçma, Karışma, Çalışma!” öğütlemesi içinde yaşam boyu “Salla başı al maaşı!” diye yeyip içip geğirenler kendi meşrepleri gereği adıma böyle bir böbürname yakıştırmış…
Köy Enstitüleri üstüne çuvallar dolusu kesikten söz ettim. Bunların çoğu cim karnında bir nokta kabilinden duyuntulardır. “Acemi nalbant çoban eşeğinde öğrenir!” sözü örneği, eline ilk kalemi alan dengesiz tıfılların sözüm ona döktürdükleri elden düşme, temcit pilavı örneği bilmem kaçıncı el genellemelerdir. 50 yıl önce büyük babalarının, büyük annelerinin demokrasi yalanları içinde, günün sokak modasına uymak için kulaktan derledikleri gerçek dışı yakıştırmaların ofset baskıları. Örneğin Hemşin nüfusuna kayıtlı, çocukluğunda tek pabuç giydiğiyle öğünen Mehmet Tevfik, namı diğer Tevfik İleri, “Köy Enstitüleri Stalin'e hayran kimseler yetiştiriyordu, biz, onlara Atatürk'ü tanıtıyoruz (!) demişti. Bunu, Atatürk'ü sevdiğini söyleyen Cemal Kutay'dan Atatürk'e hakaretten dolayı meslekten atılan İbrahim Tuncer'e,Selahattin Arıkan’a dek sayısız gelgeç ketebe yazar bozuntusu dile dolayıp evire çevire tekrarlamıştı. Bu tür yazılar içinde, yazık ki, kendine özgü yazı biçemleriyle yazarlar katmanına geçen kişiler de bulunmaktadır. Sözgelimi Attila İlhan ki, yaşamı boyunca ancak bir kez, babası Bedri İlhan'ın görev yaptığı Bulanık (şimdi Bahçe) kaymakamlığı günlerinde Düziçi Köy Enstitüsü'ne uğramış, çalışma saatleri nedeniyle öğrencileri göremeden ayrılmıştır; Köy Enstitüleri üstüne eyyam keserken bundan hiç söz etmemesi, doğru dürüst bir algılama yapamadığının kanıtıdır. İkinci izlenimi de Osmaniye Halkevi'nde yapılan Osmaniye kurtuluşu 5 Ocak 1943 şenliğinde Düziçi Köy Enstitüsü'ne ayrılan bir programdır, oradan algılayabildiklerinin kalıntılarını ise yıllarca, ”Ben Köy Enstitülerini bilirim, onlar mandolinle Mozart çalar!” diye tekrarlamıştır. Bu konuda salt bununla kalmamış, konuyu kendisinin gerçekten başarılı olduğu yazın alanına da kaydırarak, kimilerince Köy Enstitüleri ile özdeşleşmiş bulunan Fakir Baykurt'a hakarete varan sözler söylemiştir (kem söz sahibine aittir) (Bkz. Hangi Sol, "Fakir-i Pür-Taksir'in Açık İtirafı). Oysa Attila İlhan Düziçi Köy Enstitüsüne geldiği zaman lise 1. sınıftan belgeli bir öğrencidir. Bedri İlhan Osmaniye'ye konuk kaymakam olarak geldiğinde de aynı durumda, Attila İlhan belgeli öğrencidir. Dahası bobstil kılığıyla kalkıp uzatmalı Mustafa Çavuşun gırnatayla (klarnetten bozulmuş zurna taklidi çalgı) alaturka çaldığı La Comparsita'yla tekrar tekrar ortaya çıkıp dans numaraları yapmış, bundan dolayı da Düziçi Köy Enstitüsü öğrencilerinin diline düşmüştür. Düziçi Köy Enstitüsü öğrencileri, belgeli olarak okuldan uzaklaştırılma olduğunu da Attila İlhan olayından öğrenmişlerdir. Ayrıca kaymakamın oğlu olmasının verdiği özel yakınlık duygusu nedeniyle öğrenciler onun adına oldukça hayıflanmıştı. Attila İlhan bunları duymadı ama duysaydı da zaten onu ırgalamayacaktı. Gördüklerini görmezden gelip, görmediklerini yeğleyen Attila İlhan 1995 yılına gelindiğinde bile, “Ben Köy Enstitülerini bilirim, örneğin Haruniye-Düziçi Köy Enstitüleri, Haruniye İstasyonunda mandolinle Mozart çalarlardı, ben onları dinlemiştim!” diye yazabildiğine göre, duyduklarına da kendi meşrebince benzer bir yakıştırma yapardı.
Şerif Mardin'in C.H.P'yi eleştirirken söylediği (bilimsellikten uzak) görsel alaturka bir sözü (bkz. Şerif Mardin, Makaleler 4,Türk Modernleşmesi, İletişim, 5. Baskı, 1997, s. 277) kendi dağarına alıp kendi belge hanesine geçirdiğine göre çocukların duygularını saptırmayı neden denemesin? Oysa Mozart, (Mozart çalmak ne ise, o da ayrı bir münasebetsiz söz, her halde Mozart'ın bir yapıtı kastediliyor!) ne Haruniye İstasyonunda çalınmıştır ne de Attila İlhan böyle hayal ürünü bir konser dinlemiştir! Zaten o sıralarda bir Haruniye İstasyonu da yoktu. Ne var ki bu uydurma söylemler zaman içinde belge niteliği kazanıp iyi niyetleri de gerçek dışı alana çekmektedir. Bu nedenle ben, bu tür yakıştırmaların gerçek dışı olduğunu, gerçeğinin ise söylendiği gibi olmadığını belgelerle savunuyorum. Cumhuriyet Gazetesi aracılığiyle Attila İlhan'a iletilen mektuplarda bunlar ayrıntılarıyla görülecektir.Bak:SAVUNMALAR (Attila İlhan’a Mektuplar)
Köy Enstitüleri üstüne söylemlerde bir büyük saptırma da oradan yetişenlerin onların amacı dışındaki başarılarını Köy Enstitülerine yaslandırarak gerçekleri gizlemektir. Örneğin Köy Enstitülerinden 16.000 dolayında öğretmen çıkmıştır. Bu öğretmenler, öğretmenlik sürecinde başarı oldu mu, olmadı mı? O ki, ikide bir Köy Enstitüleri dile dolanıp küçümsenen bir tavırla okuyucuya sunumlar yapılıyor. Bu konuda bir araştırma yapılmış mıdır? “Vatan Cephesi” furyası içinde ocak-bucak çığırtkanlarının sık sık yerinden ettiği bu insanların bu haksızlıklar karşısında bile dürüstçe iş yaptığını ortaya getirecek belli bir araştırma yapıldı mı, yapılmadı mı? Yoksa yapıldı da saklanma yolu mu tutuldu? Köy Enstitülerini 1940 yılında açıp daha ilk mezunlarını vermeden Köy Enstitülerini bitirenlerin başarısızlıklarını saptadığını ilan eden Milli Eğitim Bakanlığı (Milli Eğitim Bakanları, Şemsettin Sirer, Tahsin Banguoğlu, Tevfik İleri; Genel Müdürler: Yunus Kazım Köni, Ferruh Sanır, Fevzi Ertem) bu 16.000 öğretmenin durumunu sonraki 20-30 yıl içinde saptamış mıdır? Yoksa olayın burasında da gene bir inlik, cinlik alışkanlığı mı sürmektedir? Benim kısıtlı olanaklarımla yaptığım bir soruşturmaya göre 1970'li yıllarda 67 ilin % 30'unda Milli Eğitim Müdürleri Köy Enstitüsü çıkışlı idi. Ayrıca Milli Eğitim Müdür yardımcıları % 54, İlköğretim müfettişleri % 82, ilçe Milli Eğitim Müdürleri de % 78 dolayında idi. Daha bitmedi: Milli Eğitim Bakanlığında 9 Genel Müdürün 5'i, şube müdürlerinin ise % 40'ı, Bakanlık Müfettişlerinin % 40'ı Köy Enstitüsü çıkışlıydı. Buna, bir Milli Eğitim Bakanıyla 20'yi aşan T.B.M.M üyelerini de katınca nasıl bir görünüm ortaya çıkıyor? Tüm bu durumları kulak ardı edip birileri hala yalelli okuyabiliyor.
Örneğin Engin Ardıç denen bir yazar bozuntusu 1990'lara gelindiğinde (Köy Enstitülernin özgünlüğü bozulduğundan 44, adı ortadan kaldırıldığından 37 yıl sonra) Köy Enstitülerini, kendine yakışan bir biçemde kirli diliyle yerdiği gibi bundan da hızını alamayıp tüm öğretmenleri aşağılayıcı sözler söyleyebiliyor. Bu kadar mı? Köy Enstitüsü bir yana, köyle, köylü ile yakından uzaktan ilgisi olmayan, hatta T. C simgesinden uzaklaşmış, halkından kopuk, Hadi Uluengin adlı biri, içlerine nasıl girdiyse (!?) onların diliyle (kamunun ayıp saydığı bir dille) özellikle Köy Enstitüsü sözünü ederek düpedüz orada okumuş olanlara, aralarında yetişmiş olduğum için de bana hakaret yağdırabiliyor. Aynada ya da fotoğraflarında kendini nasıl görürse görsün, yurdundan gövde olarak değil ruh açısından kopmuş bir acınası insan; o kendini belki bir Robinson sanıp bir gün yurduna döneceği umudunu taşıyor. Oysa o, kesinlikle bir Robinson dönüşü yapamayacak. Çünkü Robinson'luk bir dürüstlük, bir irade sorunudur. İnsanlar, olmayan Robinson'u, insan iradesi için kotarıp bir eğitim modeli oluşturmuştur. Robinson'luk bir imge, bir ülkü simgesidir, fitnelikle bağdaşmaz. Oysa Hadi Uluengin ince hesaplarını sürdürüyor. Hem de ustaca: Kendisinden çok önce yaşanmış olayları, yaşayanların onurunu kırarcasına yerip salt patronlarının gönlünü yapmak için gerçek dışı sözler söylüyor. Hızını alamayıp, daha çok yaranırım umuduyla oturup bir de Köy Enstitüleri'nin karşıtıymış gibi ortaya sürülen İmam Hatip Okulları için destansı yazılar yazıyor. Destansı dedim ama bunlara eski şiirimizdeki gibi kaside demek daha doğru olacak. Şekil benzerliği yoksa da aynı amaca yönelik: Sonunda akçelerin gelmesi… İşte Kaside-i Uluengin'den, alacağı bahşişi düşleyerek sık sık tekrarladığı PIRLANTA sözler: ÖSY ve Pırlanta Çocuklar. “Öğrenci Yerleştirme Sınavlarında ilk sıraya giren pırlanta evlatlarımızın (evlatlarım sözünü seslendirirken dudaklarının durumunu merak ediyorum) yeni kimliği… “ Sormaya gerek var mı bilmem: T.C. kimliğini özümsemeyenler kimler? Yeni kimlik denilen nesne herkesi Hadi Uluengin türünden bir orta malı düşüncesi düzeyine indirecek mi? Kuşkusuz Türkiye toplumuna, onun gibilerin hazırlamaya çalıştığı kimlik, gerçekte kimliksizlik ya da omurgasızlıktır. Buna, Batı kenar mahallelerinde sömürge artıklarıyla, işbirlikçi soysuzlarla aynı düzeyde olmayı göze alanların kimliği demek daha doğru olur!”. Araya girerek kasideyi böldük, Kaside-i Uluengin devamla, “Tek parti diktatörlüğü ertesinde din adamı eksikliğini gidermek amacıyla öğrenime başlayan ve şimdi zaten standart lise programı uygulayan İHL'ler, öncelikle, Ankara'nın karşılayamadığı bir eğitim açığını kapatıyor…. Cumhuriyet'in yerine getiremediği bir görevi üsleniyor.” Buraya dikkat! “Batı Katolik okullarından çok farklı görünüm arzetmiyor! …İHL'ler bir irtica yuvası değil ülkemize özgü birer irfan yuvası oluşturuyor…Taşra kökenli ve dindar aile çocuklarının gittiği okul ve dershanelerin başarısı, yeni Türkiye sosyolojisini yansıttığı kadar, aynı zamanda eski paryaların seçkinlere karşı kazandığı başarıyı simgeliyor… Bir anlamda öç alma niteliği taşıyor…Yıllarca ‘Takunyalılar!' diye aşağılanmış ve İHL mezunu oldukları için küçümsenmiş dindar ve muhafazakar insanların meşru hesaplaşmasını dışa vuruyor. Her halukarda, ÖYS'nin PIRLANTA çocukları geleceğimize güven müjdeliyor.”
Hadi Uluengin, Hürriyet, 18 Ağustos 1994.
Söylenmişler ya da buraya alınanlar üstüne fazla söz söylemeye gerek görmüyorum. Besbelli ki Hadi Uluengin'in de benzerleri gibi bir zaman kavramı yok. Ya da yok gibi davranıp özürlü numarasıyla aklına geleni söylüyor. Örneğin Descartes'a yakıştırılan bir sözü, onun kitaplarından değil de pekala Zaman Gazetesi'nden aldığını yazabiliyor. Oysa Descartes'la özleşen cogito ergo sum sözü patlıcan satan pazarcının bile ağzında dolaşmaktadır. Ancak anlamı hiç de bu kasidedeki gibi değildir. İnsan varlığının temeli düşüncedir, onu doğruluk izler, bunlar dürüst insanlarda etik ya da ahlak olarak billurlaşır. Böyle olunca da “Taşra kökenli ve dindar aile çocukları, Köy Enstitüleri'ne gidince “Tü, kaka!, İHL'lere gidince pırlanta oluyor” denemez. Denirse buna düpedüz sahtekarlık, dahası ahlaksızlık derler. Hele bunu yazan yazarın okuyucuları bir tepki göstermezse onlara da yumuşuk insan, uyuşuk beyin, insan neslinin özürlü türü denir. Bu tür düşünenlerin zaten Descartes'la,Laibniç’lePaskal’la bir ilgisi olamaz. Onların kültür esintilerinin bulunduğu yerlerde olacağına,kendi tarihlerindeki İpşir Paşaların, Yadigar Paşaların üstüne söylenen menkıbelerini dinleseler daha etkileyici destanlar döktüürürler(!). Oldu olacak, Descartes’ların,Spinoza’ların gerçekte ya da düşlerde değil,uyurgezer olarak, onların diyarında dolaşanlara, Freud, Adler ya da Jung'dan başlayarak Lombroza'ya uzayan bir dizi bilginin bulgularını sürdüren deneklerle ilişki kurmalarını,kendilerini;saçtan tırnağa bir güzel gözlemden geçirtmelerini önerip ardından değerli insan Ahmet Adnan Adıvar'ın (adını saygıyla anarak) kitabının adını anımsatacağım: “DUR-DÜŞÜN!”. “Eğri oturup doğrukonuşalım!” diye bir deyim vardır. Bunu sayısız insan ölçü alır, hiç değilse konuşurken gene gene anıp doğru konuşacağı muştusunu vermeyi dener. Günümüzde, gazete köşelerine kılıklarını doğru oturtup doğru konuşması, bu doğruları sütunlara geçirmesi gerekirken güzelim deyimi yalanlarcasına, hangi kesimde olursa olsun, ters yöne bakmak makbul sayılacak bir tutum değildir. Kimi kendini bilmezler, bu tür davranışları hoş gördürmek adına Prens kitabı yazarı Machiavelli'yi dile getirip olayı hafifsetmeye kalkışıyorsa da bunun Makyavelizmle hiçbir ilgisi olamaz. Dil pelesengi yapılagelen Machiavelli bile arkasında durabileceği sözleri söylemiştir. Ben, bir Köy Enstitülü olarak “Kula kul olmam!” deyip devletime baş vurdum, verdiği görevleri yaptım. Bu benim seçimim. Otuz yıl çalıştım. Çalıştığım sürede “Devletim!” diyerek başım dik dolaştım. Hadi Uluengin, benim gibi “Devletim!” dememiş (Bu da onun seçimi), o bunun yerine “Patronum!” demeyi yeğlemiş (Hadi Uluengin-24/5/2007 Perşembe-Hürriyet Gazetesi). Benim, buna da söyleyecek bir sözüm yok. Ne var ki, bir de sözcüklerin söyleniş biçimi vardır: Yanlış söylenir, çarpıtılıp söylenir. Söylenen sözcüklerin, sesleri gibi kokusunun bile olduğu bilinmektedir.Sözgelimi, riya kokusu!….Kimi sözcüklerin az ya da çok kullanırlığı bile dinleyenleri etkiler. Örneğin ben “Devletim!” deyince 70 milyon insandan farklı bir şey söylemiş olmam. Ne var ki çok özel bir nedenle söylenmiş olan “Patronum!” sözü bende çok yönlü bir titreşim uyandırıyor; tıpkı Papatya Semra’nın “Kocam!” deyişi gibi.
Üstlendiği işi sürdüren görevlileri gözetecek üst makamları, ayrıca denetleme mekanizmaları varken her konuda bilgiçlik (!) taslayan sorumsuz insanların, salt gazete sahibinin seçimiyle (iğreti olarak) oturduğu gazete köşelerinde, Dedem Korkut'un Deli Dumrul'u gibi çevresindekileri değerlendirmeye kalkması bu denli hafife alınmamalıdır. Özellikle de devlet hizmeti gören insanlara, yaptığı işte bir kusuru ortaya konmadan, kişisel bir hatası saptanmadan bir takım yuvarlak, yuvarlak olduğu ölçüde hedef seçilmiş kişilerde derinliğine iz bırakacak yergilerin okuyucu kesimine aktarılması bir kamu görevi sayılabilir mi? O kişi ya da kişiler, devlet görevlisi olduğu için saldırganların üstlerine gelemeyeceği mi düşünülmektedir? Gerçekten bu düşünülüyorsa bu kez devlet, kendi hizmetindeki insanları niçin korumaz? İşin ilginç yanı Devlet, hizmetindeki insanlara başarılarından ötürü, övgü yazıyor, basamak yükseltiyor. Oysa, köşe tutmuş Basın Gulyabanileri görmediği, tanımadığı bu insanlara kirli dilleriyle saldırıyor. Salt çalışanları değil, onların ailelerini, geleceği olan çocuklarının yarınlarını da kapsayan bu çirkin saldırılara, özellikle Milli Eğitim Bakanlığının kulak tıkayıp susmasını anlamak olası değil. Öte yandan ilgili öğretmen birimleri de bu tür yayınları duymazdan geliyor. “Ne söyleseler bizim için azdır!” dercesine bir suskunluk almış başını gidiyor. Yardıma bu kez gene La Fontaine geldi. Dağ keçisi dayanıklı bir korunak bulmuş, sık mı sık yapraklı bir korunak. Bir iki yoklamış, çok tatlı yapraklar. Dişini sıkmış, onları yememiş, gitmiş uzaklarda karnını doyurup dönüp korkusuzca yatağında uzunca bir süre yatmış. Bir yıl sonra yavrularına da durumu anlatmış; “Bu yaprakları yerseniz yuva bozulur, kurtlar kolayca bizi görüp zarar verir!” Yavrular bir iki sabırdan sonra uzağa gitmek yerine kalkıp yaprakları yemişler. Ortalıkta cascavlak kalınca da kurtlar, yavruların hesabını görmüş. Öğretmenlik mesleğini kemiren kurtları görmezden gelen Milli Eğitim Bakanlığı, Oscar Wilde'ın Dorian Gray'in Portresi konumunda kaldıkça kişiler kendi başlarının çaresini arayıp bulacaklar. Nitekim, öğretmenlik, meslekler sıralamasında kuyruğuna dek düşmüş durumda. Bu, benim ülkemin kaderi olamaz. Yönetim yeteneğinden yoksun asalakların yönetim kademelerine tırmanmaları önlenerek, Türk çocukları, yüreğinde çocuk sevgisi taşıyan öğretmenlere kavuşturulmalıdır. Bunun yolu da öğretmenliğin bir meslek olduğunu bilmekten geçer. Bu bilinmedikçe, magazin sayfalarından türeyen sözüm ona gazeteciler, okul kapılarından eksik olmaz!
Yukarıda Köy Enstitülerinin başarılı bir sınav verdiğini sayılarla göstermeye çalıştım. İlgilenenler bunu daha sağlıklı olarak bakanlık kayıtlarından çıkarabilir. Oysa Basın denilen, masal kahramanı canavarlar örneğinde olduğu gibi uyur uyanık arası görüntülenen, ancak üst buyruklarla devinebilen, bize özgü kuruluş, işine geldiğince konuyu ele alıp bir Köy Enstitüleri övgüsü yapıyormuşçasına konuyu saptırıyor. Örneğin 17 Nisan günlerinde yazılıp söyleniyor, bu günün bayram oluşundan söz ediyor, Köy Enstitülerinin kimi özelliğinden üstünkörü bir iki laf edip sonra da oradan yetiştiğiyle övünç duydukları 4-5 ad sayıp noktasını koyuyor. İşte sana bir Köy Enstitüsü övgü yazısı. Bir Fakir Baykurt, bir Mehmet Başaran, bir Mahmut Makal, bir Talip Apaydın, bir Osman Şahin, bir Behzat Ay, v. b. yetişmiş. Daha ne olsun? İşte sana altı yazar. 21 Köy Enstitüsü, oralarda okumuş 17.000 insan. Yetmez mi? Yeter sayın yazarım yeter!. Sen bir yazarsın, lütfedip onları da yazar sayıyorsun, olay tamlanıyor. “Bozacının tanığı şıracıdır!” demişler, ama ben öyle demiyorum. Hatta “Hasankale'nin Körleri!” fıkrasını da anmıyorum. Tek bir sorum var. Böyle yazanlara da karşılaştıkça hep bu soruyu sordum. Aziz Nesin ya da Fazıl Hüsnü Dağlarca, bunlara Mehmet Akif Ersoy, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin gibi başka yazarları da ekleyebiliriz; ben, salt Aziz Nesin üzerinde duruyorum. Aziz Nesin adı geçince (adı geçmediği günüm de olmuyor ya!) hep, “Harp Okulu ne yazar yetiştiriyormuş!” deyip duruyorum. Yazarla okulu arasındaki sıkı bağı tüm dünyaya bir kez daha anlatmalıyız. Özellikle çocuklarını yazar yapmak isteyen anne-babalara Harp Okulu'nu öncelikle salık vermeliyiz. Kusura bakılmasın, Köy Enstitülerini de önerecektim ama onlar artık yok. Harp Okulu kontenjanı dolduysa kimse üzülmesin, doğru Veteriner Fakültesine gitsin! Bu arada üzülerek gene geçmişe dönüp, “Keşke Köy Enstitüleri 20 yıl daha yaşasaydı, o zaman güzel yurdum, kesinlikle basınımızın beğeneceği en az on iki yazar daha kazanmış olacaktı!” Binlerce köy öğretmeni mi dediniz? O da neymiş? Köy kalkınması, halk uyanması, okuma, yazma. Bunları değiştirmek çok kolay, ilk iki sözün “sı”larını at. “Köy, kalkınma!, Halk, uyanma!” olur. “Kalkııın-ma, Uyannnn-ma!” dersin, seslendirme tamamdır. Okuma yazmada da öyle, yazz-ma, okuu-ma dedin mi, iş tamamlanır. Benim bile düşünebildiğim bu yöntemi, basının tümü değilse bile şeytansı taifesinin görevlileri arasında bilenler neden olmasın? Doğal olarak vardır. Kimi yeni yetmeler, ağızlarını doldura doldura, “Köye traktör girdi, varsıllaştı, TV girdi uyandı!” diye def dümbelek, kör köstebek çalıp oynuyor. Onlar uyanmayı, ciciannelerinin “Günaydın tosunum, saat 11:00 oldu, kalk da mamanı ye!” sesleriyle kendi gözlerinin açılışı sanıyorlar. Çevresindekilerden hiç kimse onlara “Sayın düzenbaz adayı, tarihin karanlık günlerinden bu yana çocuklar çelik-çomak ya da aşık kemikleriyle oynardı. Bu nesneler yerini plastiklere bıraktı. Şimdi oyunlar onlarla yapılıyor. Bu değişime çocuklar değişti, ya da çocukluk ortadan kalktı diyebilir misin? Çocuklar mı değişti, araçlar mı?” diye sormuyor. Bunun yanıtı için yutkunmaya gerek yok, çocukluk, canlının doğal gelişiminde bir basamaktır; bu basamak araçları ne olursa olsun yaşanır. Tıpkı bunun gibi insan topluluklarında da ilkellikten uygarlığa uzanan sosyal basamaklar vardır. Bu basamaklar yaşana yaşana atlanır. İlk basamakların adı, adı üstünde ilktir ama biz buna ilkellik de diyoruz. Kırsal kesim bu ilk basamakları okur-yazarlığa ulaşmadan atlayamaz. İstersen sen onlara hanlar hamamlar, sırça saraylar bağışla, o bunları kullanamaz. La Fontaine bunu Horoz-İnci Fabl'ında söylemiş. Kurgular Dünyası Hollywood düzmecelerinde bile bu konu yüzlerce kez işlenmiş, gülünç sahnelerle ilkelliğin örnekleri verilmiştir. Uzağa gerek yok, bizim yurdumuzda bunun en çarpıcı örneklerini gördük, yaşadık. Tarla işlemek üzere verilen traktörler yolcu taşımacılığında, sıtma için dağıtılan kininlerin boyama işlerinde kullanılmadı mı?
Yukarıda adı geçen arkadaşlarımızın ünlerini sevinerek izliyoruz. Yazdıklarını okuyor, başarılarından ötürü onlar adına mutlu oluyoruz. Ancak onlar bu başarılarını kendi özel çabalarına borçludurlar. Onlar, Köy Enstitülerine yazarlıklarını değil, çalışma gayreti edinmelerini borçludurlar. Köy Enstitülerinde duvar örerken, bina çatısı kotarırken, sebze bahçesinde çalışırken yazarlık öğrenmemişlerdir. Böyle söyleyenler gerçek dışına çıkmış olurlar. Eğer “Okulumda bana yazarlığı öğrettiler!” diyen varsa, sanırım o kişi, Köy Enstitüsündeki işlere gönülden sarılmamış, arkadaşlarının duyduğu çalışma coşkusunu duyamamış, olayı tümüyle algılayamamıştır. Zaten, Köy Enstitüsü çalışmalarını fotoğraflarla saptayıp günümüze ileten albümler incelenince görüleceği üzere, (özel olarak çektirilmiş fotoğraflar bir yana) genel çalışmaları gösteren fotoğraflarda yazarlıkta başarı gösterenleri bulmak olası değildir. “İki karpuzun bir koltuğa sığmadığı” yerlerden birisi kesinlikle Köy Enstitüleridir. Bu da gösteriyor ki, yazar arkadaşlarımız, Köy Enstitülerinden çok şeyler almıştır ama onların başarıları gene de kendi özel çabalarının sonucudur.
Önemli bir nokta da, Köy Enstitüsü kavramını bir bütün olarak düşleyip o kurguya göre değerlendirme yapılmasıdır. Örneğin Mehmet Başaran'ın yetiştiği Köy Enstitüsü ile Osman Şahin'in yetiştiği Köy Enstitüsünü aynı çizgide saymak, ya da Talip Apaydın'la Behzat Ay'ı bir çatı altında yetişti saymak ya aymazlıktır ya da bu konuda sırılsıklam cahilliktir. Başında bulunduğu okulun beş kez yer değiştirmesine karşın yılgınlık göstermeyen, öğrencileri arasında ayırım yapmadan onlara baba yakınlığı göstererek yalnızlık duygusundan uzak tutan okul müdürü Nejat İdil'le, okula gelenlere, aldığı civciv üretme kafeslerini göstermekten öte başında bulunduğu Diyarbakır-Dicle Köy Enstitüsünü yok sayan, bunu özel konuşmalarında da bir marifetmiş gibi anlatan Hüsnü Dikeçligil'i bir tutmak nasıl olanaksızsa, onların başında bulunduğu okullardan çıkan öğrencileri de bir şablondan çıkmış görmek yanlış olur. İlgilenenler hep bilirler: Adana-Düziçi Köy Enstitüsü 1940 yılında kurulmuştu. 1948 yılına dek burasını A. Lütfü Dağlar yönetmiştir. Kuruluş-gelişme dönemi olan bu süreçte bu okulda hiçbir polisiye olayla karşılaşılmamıştır. A. Lütfü Dağlar yerine, 100 gündüzlü İskenderun ortaokulunu bile doğru dürüst yönetemeyen, buna karşın olağanüstü yetkilerle donatılarak oraya gönderilen müdür Şakir Oba, Düziçi'ne ayak basar basmaz olaylar patlak vermiş, aylarca okul gönderine bayrak asılamamış, asılan bayraklar yırtılmıştır. O günlerin gazeteleri incelenince görüleceği üzere Türk basını bu rezaleti aylarca yazıp çizmiştir. Böylesi dile düşen bir okulda yetişen bir öğrencinin ruhsal durumu göz önünde tutulmadan, sağlıklı okul öğrencileriyle bir tutmak, karanlığa atış yapmak ya da sapla samanı karıştırmak olur. Bu nedenle, kalem erbabının (!) Köy Enstitülerinden yetişmiş olan yazarların başarısını, salt kafalarında kurguladıkları Köy Enstitülerine bağlamalarına öncelikle Köy Enstitülerine simge yapılmış olan Köy Enstitülü yazarların karşı durması gerekmektedir. Bu yapılmadığı sürece, Köy Enstitüleri'nin gerçeğini yansıtan kendine özgü etkinliklerine at gözlükleriyle bakılıp yapay donatımlarla görüntülemeler sürerse, bu kez de Köy Enstitüleri'nin kamuda depreşen sözsel kazanımları tarihin karanlıklarına bir kez daha gerçek dışı değerlendirmelerle gömülüp gidecektir. Buna karşın bir yanda “Bina yapan şairler, bahçe yetiştiren öykücüler, tarla süren romancılar!” söylemleri sürüp gidecek, öte yandan tüm bunları görmezden, duymazdan gelen, evrensel boyutlardan yoksun ama, iç pazarda, karpuz sergicilerini kıskandıracak, Mahmutpaşa'da rekor tazeleyecek performansa sahip köşe yazarları mantar gibi bitip palazlanacak! Vay benim güzel yurdum, vay benim aile köklerini, babasından ya da en fazla dedesinden ilerisinin savaşlar, göçler nedeniyle kaybolan izlerini sürdüremeyen, onların özlemini, Yemen, Sivastopol, Vidin, Manastır türküleriyle gidermeye çalışan uysal insanlarım! Anadolu, gerçekten kıtalar arasında bir dinlenme durağı mı, eski deyimle bir Han mı? Bu hana giren çıkan, yatan kalkan sorgulanmaz mı? Yoksa dilimize yerleştirilen “Dingo'nun Ahırı!” sözü özel olarak bu nedenle mi söylenmiş? Hanlarda gurbet yolcuları tünekliyordu, haramiler değil. Bu nedenle günümüz fikirsel haramilerinin tarihle bir kalıtsal bağlantısı yoktur. Bunlar, Batı sömürgecilerinin toplumsal huzuru dinamitleyen öncüleridir. Çoğu da, bunu bilmeden bol kazanç, kolay yaşam heyecanıyla ortaya atılırlar. Ustaları bunların en yeteneksizlerine bir de Köy Enstitüleri fobisi aşılayınca durdur durdurabilirsen, aslan olurlar (!) Öyle ki sirk aslanları gibi aslansal pozlar içinde öğrendikleri birkaç numarayı tekrar edip dururlar. Beklentileri, numaralar bitince yiyecekleridir. Onlar için gerçek aslanlık umudu ta baştan yok edildiğinden türsel bir kaygıları kalmamıştır. Mehmet Kemal Kurşunluoğlu diliyle söylersek: "Dedenin adı Satılmış/ Babanın adı Satılmış/ Seninki Satılmış/ Ben senin sülaleni bilirim/ Satılmış oğlu Satılmış!" deyip noktayı koyalım….
(*) Hasankale Körleri: Bir zamanlar görmezler aynı sofraya oturur, aynı kaptan yemek yermiş. Göremedikleri için, çevik davrananlar ivedi yeyip ötekilerin aç kalmasına neden olurmuş. Zamanla bir yöntem bulmuşlar. Yan yana oturanlar, kaşığı arkadaşının ağzına tutarlar. Böylece kişiler ağzına gelen kaşıkla kendi verdiği kaşığın dengesini korumuş olur. Bu yöntem daha sonra bir birini koruyan gizli anlaşmalı işlerdeki kurnazlıklar için kötü anlamında bir benzetme fıkrası olarak yaygınlaşmış: "Hasankale’nin körleri gibi"