Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

3 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

İlk Dinlence - Dört Ay Sonra Köye Dönüş

 

 

25 Şubat 1939 Cumartesi

 

Zil sesine uyandım. İlk işim torbamı yoklamak oldu. Her şey yerli yerinde. Torba işini düşünmem iyi oldu. İçinde defter olduğu da hiç belli değil, düpe düz çamaşır torbası görünümünde. İçinde defter olabileceğini herhalde kimse anlamaz. Ara ara da düşünüyorum, kim benim defterimi alsın? Alacak olsalar dört aydır alırlardı. Dolapta, sırada apaçık dururken bir gün içinde korkuya kapıldım. Hep o soru, “Öğretmene kim söyledi, niçin söyledi?” Arkadaş olarak, tüm arkadaşları sıra ile gözden geçiriyorum, Fettah Biricik, Hüseyin Serin, Ali Güleren’e kafam takılıyor. Ancak bunların davranışlarından hiç kuşkulanmadım. Ara sıra tartıştık ama, bunlar uzun süreli olmadı. Kin tutma onlarda da bende de olmadı. Ara sıra bir birimize sinirleniyoruz ama bunlar belli konularda oluyor. Bu arkadaşlar başkalarıyla da aynı tartışmaları yapıyorlar. Kimseye kin tuttuğu görülmedi. Torbamı dersliğe indirdim. Mehmet Yücel’le köylüsü Mehmet Başaran İsmet’e seslendiler: “İsmet, yetiş dayın kaçıyor!” Benim torba onlardan başkasının ilgisini bile çekmedi. Sıramın oturak altına koydum, en arka sıra olduğundan kimse fark edemeyecek. Kahvaltıya indik. Mehmet Yücel’e sordum “Ali Güleren’e hala kızgın mısın? Mehmet Yücel arkadaş, yavaş sesle, ”Ona neden güceneyim, ilk günden beri ben ona neler dedim, biliyorsun!” Yüzüme baktı, içini çekti, devam etti; “O bana bir gün kızıp başkalarının da sık sık söylediği bir sözü söyleyince bunu neden büyüteyim? Demek arkadaşın sabrını taşırmışız. O bizim arkadaşımız. Sustukça üstüne bindik. Hüseyin Serin’in durup dururken söylediğini hangimiz içimize çekerdik? Sen olsan doğrudan kavgaya kalkışırdın. Ali de onu yaptı, elle vurmadı ama sözle fena vurdu. Bu durumda benim takılmam hataydı. Ali bu hatamı yüzüme vurdu!” Mehmet Yücel’i bir Öğretmen dinler gibi dinledim. Öteki arkadaşlardan onu hep farklı görüyordum. Bu fark biraz daha arttı. Halil Basutçu, Mehmet Yücel, Sami Akıncı hepimizden farklı düşünüyorlar. Konuyu şakaya döndürdüm, “İsmet Kırklareli’den gitmemizi istiyor. Öyle yaparsan Kırklareli’de kalacağız, senin arkadaşlarını görebiliriz. Amcamın oğlu Bahtiyar ortaokulda, onları tanır.” Mehmet güldü, ”Kasap Sami’yi görebilirsiniz, çarşının tam ortasında, Arastaya yakın, babasının kasap dükkanı vardır, okul sonrası oralarda olur. Sarışın, uzun boylu bir çocuk. Sakın onları şakalarıma karıştırdığımı söylemeyin, gelir beni burada bulup döverler!”

Biz konuşurken zil çaldı, Adem Öğretmen elinde çubuk sopası kapıdan girdi, ”Günaydın!” dedi. Bizi oturttuktan sonra çubuğu uzattı. ”Laaaaaaaaa!” dedi. “Her zaman do derken bu la da nereden çıktı?” der gibi biz, özellikle de ben bakınırken, Öğretmen, ”Ben size birkaç kez söyledim galiba. Müzik seslerinde ölçü do değil la’dır. Do nota okumanın değil nota yazma alanının başlangıcı gibi görünür. Ancak müzik nota yazmadan çok melodidir. Nota deşifrelerinde La esastır. Bundan sonra biz de seslerimizi la sesine göre düzenleyeceğiz.” Deşifre, melodi sözlerini deftere yazarken Öğretmen beni uyardı, “Şimdi beni dinle, yazma işini sonraya bırak, ben yazdıracağım!” dedi. ”Laaaaaaaa... Laaaaaa... La’dan doya indi, do gamı yaptı. Abdullah Erçetin dışında hiç birimiz yapamadık. Mehmet Yücel denedi, o da bozdu. Ancak Öğretmen arkadaşa bir öneride bulundu, “Mehmet ince do’ya çık, do’dan doya düş!” dedi. Bunu önce anlamadım. Mehmet yapamadı ama, yolunu öğretti. La, sol, fa, mi, re, da yerine la, si, do demek daha kolay. Ancak do’dan do’ya inmek pek kolay değil. Buna karşın arkadaşlar bunu denedi, sınıfın çoğu bunda başarılı oldu. Mehmet Yücel gibi ben de la, si, do’yu rahat söyledim, ince do’dan kalına bir türlü inemedim.  Öğretmen çalışmayı kesti, cebinden düdük gibi bir ses verici çıkardı. La sesi. “İstiklal Marşını bununla başlatırsam ne yapacaksınız?” diye sordu. Uzun bir sessizlik oldu. İçinde bulunduğum sıkıcı durumdan, daha doğrusu Öğretmene karşı mahcubiyetten kurtulmam için çare düşünürken birden aklıma geldi; Öğretmene “İstiklal Marşı hangi notayla başlıyor?” diye sordum.  Öğretmen “Nihayet kafan çalıştı galiba!” dedi. Arkasından “Re!” dedi. Ben hemen “Re sesine ineriz!” dedim.  Öğretmen, ”O halde in bakalım!” dedi. Heyecanla “la, sol, fa, mi, re!” dedim ama sanırım seslerde bir değişiklik olmadı, adlarını söyleyip bitirdim.  Öğretmenle birlikte arkadaşlar da güldü. Bir daha denemek istedim.  Öğretmen, gönlümü almak için, “Yeter, sen bize yolunu gösterdin. bize katıl beraber çalışalım!” dedi. Laaaaaaaa, soooooooool, faaaaaaa, miiiiiii, reeeeeeeeee, Korkma.. sönmezzzzzz.. diye birkaç kez tekrarladık. Abdullah Erçetin, Öğretmenle barışmış olacak, birkaç kez kendisi, birkaç kez de Öğretmen okuttu. 1. dersin sonunda derslik, la, sol, fa, mi, (re yerine) Kooooork, reeeeee, koooooork sesleriyle doldu taştı. Sesleri duyup memnun olan Öğretmen kapıdan girerken şaka olsun diye “Reeeeeee, koooooork!” diyerek girdi. Bekir Temuçin Öğretmenin şakasından yararlandı, o girdikten sonra anlamamış numarasıyla “Reee, kooorrk!” dedi. Hepimiz güldük.  Öğretmen ciddileşerek Bekir’e yaptığı şakanın karşılığını verdi. “Ne münasebet, ben ne korkacakmışım, sen kork!” dedi. Bekir anlamadı, ”Özür dilerim!” dedi.  Öğretmen bize dönerek “bakın korktu, özür diliyor!” deyince, Bekir sonuçta anladı, o da bizimle gülmeye başladı.  Öğretmen, çalgı çalanların, özellikle telli çalgıların akorlarını la sesine göre düzenlendiğini anlattı. Çalgı deyince ilgilenen arkadaşlar sordular, “Kemanlar, mandolinler verilmeyecek mi?” Öğretmen duraksadı, “Çocuklar, farkında mısınız? Ben müzik dersinde sizden çok sıkılıyorum. Çalgısız müzik dersi bizim okulumuzda yapılıyor. Üstelik çalgımız var. Yerimizin darlığı, ayrıca çalgı çalmak için bir köşe, dışarıda bile olsa uzak bir alan yok. Bu nedenle çalgılarımız Sinanlı deposunda paslanıyorlar. Ben de burada, keman, mandolin ya da piyano işi görmeye çalışıyorum. Şurada bir piyano olsa ben ağzımı açmadan la sesini doğru verip kulağınıza yerleştirmeye çalışırım. O nedenle bu çalgı konusu beni sizden daha çok üzüyor, lütfen bunu benden sormayın. Sorularınız bana, sanki beni sorumlu tutuyormuş gibi geliyor. Sizi yanıtlamakta zorluk çekiyorum. Sabredelim, önümüzdeki günlerde belki bir çözüm bulunacaktır!”

Kır Atınla Geçiver’i, Gezsen Anadolu’yu, 10. Yıl Marşını, Milli Neşide’yi arka arkaya söyledik. Sonunda la sesi verildi. Laaa, soool faaaa, miiiiiii, Korkma Sönmez! diyerek İstiklal Marşı’nı söyledik. Marş biterken zil çaldı.  Öğretmen “törende de buna dikkat edelim” diyerek ayrıldı. Müzik dersimiz bugün neşeli geçti. Bakalım Resim nasıl geçecek derken Öğretmen geldi. Resim Öğretmenimiz aynı zamanda yöneticimiz. Dosyalarımızı incelemiş, eksiklikten çok yer değişmeyle ilgili bazı eksikliklerimiz olmuş. Bunlarla ilgili sorular sordu. Edirne’de evci çıkmak için başvuranların bu hakları kaldırılmış, onların evraklarını verdi. Alpullu’ya çıkmak isteyenleri sordu. İsmet’in haberi olmadan Rıfkı Bey gelmiş sormuş. Okul yönetimi bunu ele almadığı için sonuçsuz kalmış ama Ömer Uzgil dosyasına bir not düşmüş; çıkmak isteyip istemediğini İsmet’ten sordu. Evlerimizden, daha doğrusu sorumlu aile reisimizden, sorumlu oldukları öğrenci okuldan uzaklaştırılırsa kime teslim edilmesi gerekeceği üstüne bir belge yazmalarını istedi. Olayı anlattı. Yazılacak belge suretini bize yazdırdı. Köyde bizce en güzel saydığımız bir köşenin resmini yapmamızı, varsa köyle ilgili fotoğrafları getirmemizi (iade edilmek üzere) tembihledi. Dersimiz böyle geçti.  Öğretmen “Auf Wiedersehen!” deyip çıktı.  Öğretmen çıkınca bir çoğumuzda bir telaş başladı. “Bu kağıtlar niçin?” Sami her zamanki gibi arkadaşları yatıştırmak konuştu, “Savaş olursa, yangın olursa ya da birimiz sınıfta kalırsak, okuldan ayrılacağız. İşte bu zaman, bizi, biz büyüğüz ama küçük kardeşlerimiz var onları, kapı önüne bırakmak istemiyorlar!” Sami’ye karşı çıkanlar oldu. “Bu düpe düz sınıfta kalacakları, çağırıp babalarına teslim etmek için yapılıyor!” diyenler oldu. Ali Güleren, “Ben okuldan atılırsam eve gideceğimi sanıyorlarsa yanılıyorlar. Evin haberi olmadan kaçar bir yerlere giderim!” “Ben de ben de!” diyenler oldu.

4. sınıftan bir öğrenci (eniştesi şiir yazan öğrenci) geldi, Ömer Tunalı Öğretmenin kendi sınıfında işi varmış, bu derste bize gelemeyecekmiş. “Derslikte oturup çalışsınlar!” demiş. Arkadaşlar küçüğe takıldılar, “Sen Öğretmenin yerine kal, bizi çalıştır!” dediler. Öğrenci, “İyi olurdu ama benim çok işlerim var!” dedi. (Doğan Güney) Gülenler oldu, soranlar oldu, “Ne işin var?” “Tatile gideceğiz, yol hazırlığı yapacağım!” Çocuk, gidince Mehmet Yücel “Elin bacak kadar çocuğu, ne güzel düşünüyor, biz koskoca hergeleler, yola çıkacağız, hazırlık yapmıyoruz da olmayacak işlerle kafa yoruyoruz!” Kitaplarımı paketledim. Matematik, tarih kitaplarıyla ödev defterlerimden bölümler çıkarıp aldım. Bunu Mehmet Yücel öğretti. Kalın ödev defterlerim var. Hepsi de farklı boyda. Mehmet orta telleri çıkararak yaprak çıkardı. Yapraklar bir defter bile olmadı. Kitapları da yırtmak istedi ben razı olmadım. Ancak sonra aklım yattı, o da olsaydı daha iyi olacaktı. Yüküm hazır, sırtımda asker torbam, elimde paketim. Paketimi sıraya koydum. Torbam, sıra altında. Arkadaşlar bu işleri yarına bıraktılar, hala “o kağıtlar neden şimdi isteniyor?” Dersleri zayıf olanlar kara kara düşünmeye başladılar. Hasan Üner geldi. Hasan’ı görünce anımsadım. Ben romanları paketime koymamıştım. Koştum, dolaptan aldım. Tamam. Şimdi paketleme yerine bir bölümünü okumaya karar verdim. Önce Monte Kristo, Aleksandre Dumas Pere. . İnce olduğu için buna başladım ama gürültüden de okuduklarımdan bir şey anlamıyorum. Yabancı adları da okuyamıyorum. Bir ikisini Hasan’dan sordum, okunuşlarını yazdım. Yemeği bekliyorum, bugün kesinlikle revani ya da tulumba tatlısı olacaktır.

Beklediğim zil çaldı. Arkadaşlar sonradan hazırlığa kalkıştılar. Yemeğe birer ikişer geliyorlar. Ben çoktan tatlılarımı bile yedim. Şaşırdım, Fikret Madaralı Öğretmen de yemekte. Gülüşüp konuşuyorlar. Onlar da tatili bekliyormuş. Hayret nereye gidecekler acaba derken, Fikret Madaralı Öğretmen kalktı bize doğru gelirken durdu, “Çocuklar bir dakika beni dinleyin!” dedikten sonra, “tatil iznimizin emri geldi. Bu saatten başlayarak on beş gün izinlisiniz. Bugün gitmek isteyenler, hemen müdür yardımcımız Ömer Uzgil Öğretmeni görecek, ondan izin belgesi alacak. Bu belgeyi almadan yola çıkanlar olursa cezalandırılacaktır. Yola çıkmasına izin verilmeyenler burada kalacak, onların işleriyle Öğretmenleriniz ilgilenecek, inandırıcı gerekçeleri olanlara izin belgeleri verilecektir.”  Öğretmen “Hepinize Öğretmen arkadaşlarım, okul yönetimi, öteki görevliler adına iyi tatiller dilerim!” Bu konuşmayı en iyi ben anladım, galiba tatile de ben en iyi hazırlandım. İsmet’e “Benimle geliyor musun? ” diye sordum. İsmet sustu, istemediğini anladım. Arkama yaslandım, öyle dururken Kadir koştu geldi, “Ağabey sözünde duruyor musun, gidiyor muyuz?” diye sordu. Kendimi kabartarak, “ben gidiyorum, gelirsen sevinirim!” dedim. Hilmi hayretle, ”Gelmezse yalnız mı gideceksin?” diye bağırdı. ”Ya ne sandın? Ben o yolları defalarca yürüdüm. Pancar taşıdım, derken inanmıyordunuz. Çobanlık yaptım, derken gülüyordunuz. Gelin bakın arkadan nasıl gidiliyormuş, görün.” Hüseyin Orhan, ”Ömer Uzgil Öğretemen yalnız gitmene izin vermez!” dedi, ”Nedenmiş o, beni almaya babam mı gelecek? Ben babamı çağırırsam köyde bana çocuklar bile güler!” Kalktık, “Biz gidiyoruz!” dedik. Böyle deyince, kimi arkadaşlar kendi işlerini bırakıp beni izlediler. Kadir hazırlandı, beraber Ömer Uzgil Öğretmene gittik. Bir kaç çocuk vardı, Ömer Uzgil Öğretmen onlara izin vermemiş. Fikret Madaralı Öğretmen de oradaydı. Bizi görünce, “Bak işte izini hak eden birisi geliyor!” diyerek güldü. Ömer Uzgil Öğretmen gülerek, ”Köyün buraya kaç saat?” diye sordu. ”Kestirme üç saat, Kadir’le önce onların köyüne uğrayacağız, o nedenle 3, 5- 4 saat olabilecek!” dedim. Kağıtları uzattı, “İyi yolculuklar” diledi. Fikret Madaralı Öğretmen, kolundaki saate baktı, “Şimdi saat 2:30 (14: 30), geç değil mi?” diye sordu. “Hava tam kararmadan varırız, gerekirse Kadir’de kalırım!” deyince, Öğretmen, “Şair Dede’ni, Salcı’yı görürsen saygılarımı, buraya da beklediğimizi söyle!” dedi. Kağıtları aldıktan sonra dersliğe uğrayıp herkese iyi tatiller diledik. Arkadaşların çoğu hala gideceğimize inanamıyor, geri döneceğimizi bekler gibiydiler. İsmet başta olmak üzere birkaçı da arkamızdan yola çıktı. İsmet’e, “İstiyorsan sana da izin alalım, bizimle gel!” diye tekrarladım. Onlar hep beraber, “Siz de gitmeyeceksiniz, şaka ediyorsunuz!” deyip güldüler. Biz, “Arkamızdan bakın!” diyerek el sallayıp yürüdük. Onlar, Tarım Bahçemizi geçip Pancar Köyü yoluna çıkana dek arkamızdan baktılar.

Pancar köyü yolunu oldukça hızlı yürüdük, oradan Kırıkköy’ e yöneldik. Pancar köyü yolu ile Kırıkköy arasında yol çok düzgün, asfalt, Edirne-İstanbul yolu. Araçlar geldi, geçti. “Bizim köylere de böyle yol olsa!” diye özlemle konuştuk. Kırıkköy’e çabuk vardık. Ben bu yollardan gelip geçtiğim için biraz bilgiçlik ediyorum. Kadir’in köyü daha yakın ama o hiç gelmemiş. Köyün hemen kenarında kahve var. Kadir’i kahveye götürdüm. Çay içtik. Köylüler bizimle ilgilendiler. Gece orada kalmamızı söylediler. Razı olmadık. Bu kez bizi caydırmak için yağmur geldiğinden, hava karardığından söz ettiler. Bu arada Kadir’in babasını tanıyan biri çıktı, onu bırakmayacağını söyledi. Muhtar geldi, o da kalmamızı söyledi. Ben ısrar edince muhtar, yanımıza karakoldan bir jandarma verdirmek için bizi karakola götürdü. Çavuş iyi karşıladı, başka bir öneride bulundu. Terhis olan bir er varmış, yarın gitmek üzere hazırlanmış. “Onunla gidin, bu gece birinizin köyünde kalsın, yarın yoluna devam etsin!” dedi. Er, Bayramdere köyündenmiş. Bizim köyün bir köy daha ötesinde olan Bayramdere’yi biliyorum. Kızılcıkdere’ye bazan o köyden geçerek gideriz. Kahvede konuşurken oldukça vakit geçirmiştik ama sonunda yola çıktık.

Kahvedekiler hayır dua ederek bizi uğurladılar. Az sonra gerçekten yağmur başladı. Hava iyice karardı. Kırıkköy-Hamitabat arası yol tümüyle dere kıyısından gider. Sol yan dere, sağ yan ise koruluk. Hava karardıkça yolu göremez olduk. Arkadaşımız jandarma yola çıktığına pişman oldu. Hamitabat köyünün yüksekteki ışıkları görünmeye başlayınca o da sevindi. Yola çıkmak için en çok ben direttiğimden, yol arkadaşım bana bir ara çıkıştı, “Sen çok inatçısın!” dedi. O zaman Kadir beni savundu, ”Yalnız o değil, ikimiz karar verdik, ben susuyorum ama ağabey benim için de konuşuyor!” diyerek bana arka oldu. Köyün alt mahallesine yaklaşınca sevinçten gene barıştık. Kadir askere kalmasını söyledi. O beni yalnız bırakmasının doğru olmayacağını, bizim köyde kalacağını söyledi. Kadir’i eve bıraktık. Bizim köy yolundaki kahvelerin önünden geçerken Büyük kahve diye adlandırılan, benim iyi tanıdığım, oraya çıkanların da çoğunun beni tanıdığını bildiğim kahveye girdik. Hoş geldinler, hal hatır sormalar, arka arkaya çaylar derken biz bir hayli konuştuk. Kahvedekilerin benimle beraber arkadaşıma da gösterdikleri yakınlık, onu çok mutlu etti. Gece kalmamızı, sabah gitmemizi önerdiler. Ben gene direttim. Ancak arkadaşa kalabileceğini, köyümün yakın olduğunu anlattım. Köyden arkadaş vermek istediler, kesinlikle istemedim. Arkadaş da kalmadı. Ne düşündü ise Hamitabat-Çeşmekolu arasındaki tepeye çıkıp bizim ışıkları görünce arkadaş, “Sen bana cesaret verdin, ben de köyümü çok özlemiştim. Sen buradan sonra yoluna devam et, ben bu yoldan Deveçatak köyüne geçeyim. Orada akrabalarım vardır, orada kalırım, sabah erkenden de eve ulaşırım!” dedi. Kalsaydı, rahatsız etmeyeceğini, kahvemiz, kalacak yerimiz olduğunu, gerekirse sabah araba ile gönderebileceğimizi söylememe karşın. “Sen korkmadan gidiyorsun ben neden gitmeyeyim!” deyip yürüdü. Vedalaştık, ayrıldı.

Ayrıldığım noktadan köye 20 dakikalık yol olduğunu iyi biliyordum. Hamitabat okuluna giderken, babam bana yolu ölçtürüyordu. Asker adımları 75 cm imiş. Benim adımlarımı 60 cm. sayıyordu. Dakikada 60 adım. 1 saatte 60x60=3600 adım. 1800 m. 20 dk. 1200 adım atacağımı biliyordum. Üstelik bu hesaplar araba yoluna göredir. Ben kestirme yaya patikasından gidiyordum. Gene öyle yaptım. Köye ulaştım. Köye girişte köpekli evler vardı, biliyordum. Ben yaklaşırken havlamalar hızlandı. Hiç aldırmadan yürüdüm. Sakınmadan yolda yürüyenlere köpeklerin saldırmadığını biliyordum. Eskiden olduğu gibi yürüdüm. Zaten köy ışıklarını görünce okulu unutmuş gibiydim, sanki hiç ayrılmamış gibi yürüdüm. Yol üstünde Mustafa Hoca’ın kahvesine uğradım. Kahve bildiğim gibi, gene pişpirik, altmışaltı, iskambil benzeri oyunlar. Beni görünce şaşırdılar. Onlara göre çok geç olmuştu, bu saatte gelişimi önce iyiye yormadılar. Konuşunca durum giderek düzeldi. Koşup eve, kahvedeki babama haber iletenler oldu. Kısa konuşmadan sonra kendi kahvemize geçtim. Neden habersiz geldiğimi hemen yorumladılar. Onların yorumlarını çok iyi bildiğim için güldüm. “Biz öyle sandık, bize öyle geldi vb. ”Habersiz gelince biz seni okuldan atıldı, sandık!” En iyimserleri ise, “Ansızın gelince biz seni okulu bıraktı sandık!” benzeri sanmalar bir süre konuşuldu. Bir ara babama da soranlar oldu. “Oğlunu görünce sen ne düşündün?” Babamın yanıtı, ”Oğlumu görünce öyle sevindim ki, bir şeyler düşünmeye halim kalmadı. Zaten sevinen, gerçekten sevgisi yüreğinden gelenler, bir şey düşünemez. Çünkü sevinç heyecanı düşünmeyi engeller. Böyle bir durumda düşünceye saplananlar sevinememiş olanlardır. Onlar acabalar, nedenler niçinlerle oyalanıp kalırlar!” Yorgundum, bir süre onları dinledim, izin isteyip eve gittim. Evdekilerde büyük bir değişiklik olmamış. Ablamı iyi buldum. Sevindi, bir ara kendi duygularına daldı, ağladı. Geç olduğu için öteki ağabeylerimi, yengelerimi, çocuklarını göremeden yattım.

Yatınca tıpkı okulda olduğu gibi, bir süre uyuyamadım. Arkadaşları düşündüm, onların bir bölümü şimdi okulda. Belki birileri de yollarda. Benim köye gitmek için inadım onlarda nasıl bir etki yaptı? “O dediğini yaptı, biz yapamadık!” dediler mi? Nedense köye gelince düşüncelerim birden değişti. Kahvedeki konuşmalar beni öteki olaylar için de etkiledi. Birden köy, köylülerim hakkında düşüncem değişir gibi oldu. Sanki yıllar geçmiş, birbirimize yabancılaşmış gibi bir duyguya kapıldım. Böylesi karmaşık duygular içinde uyudum. Rüyamda kendimi okulda gördüm. Yaptığımız hamam yıkılmış. Sözde bizi tatile onu yıkmak için göndermişler. ”Kim yıktı?” diye bağırıp duruyoruz. Arkadaşlar “Namık Ergin Öğretmen bilir!” diyorlar, onu arıyoruz, o da yok. Ben okula geç gitmişim, arkadaşlar şeker fabrikasını gezmişler. Tepinirken yatak değişikliğinin ayırdına vardım, etrafımı yokladım, rüya olduğunu anlayınca rahatladım öbür tarafıma dönüp uyudum.

 

26 Şubat 1939 Pazar

 

Büyük bir burukluk içinde uyandım. Oldukça geç, köy yaşamına ters düşen bir durum. Küçük çocuklar gelmiş, benden hediye bekliyorlar. Şaşırdım. Hiç böyle bir şey düşünmemiştim. Oysa böyle bir geleneğin olduğunu biliyordum. Askerden gelenler, hediye getirirler. Hediye getiremedikleri zaman hiç değilse şeker getirip çocukların gönlünü alırlar. Kendimi asker saymadığım için bunları anımsamamıştım bile. Ablam beni bu zor durumdan kurtardı, ben getirmişim gibi çocuklara şeker dağıttı. Bu kez köylerden geçerek geldiğimi, gelecek sefer, kasabadan geleceğimi, hediyeleri o zaman getireceğimi söyledi. Çocukların, “Bir daha ne zaman gelecek ki?” diye sormaları, olayın ne denli bir çocuk hakkı olduğunu anlamama yetti. Utancım daha da arttı. Kalktım, hazırlanıp kahvaltı yaptım. Burada da bir anlamsızlık duygusuna kapıldım. Ablam geçmiş dönemlerde de bana annelik eden en yakınımdı. İşlerimi görürdü ama bana iş verip yapmamı beklerdi. Bu kısa süreçte ablacığımın beni hoşnut etmek için değil bana karşı sorumluymuş gibi çırpındığını anladım. Bir yabancı gibi bana “onu yer misin? bunu içer misin?” demesini yadırgadım. “Sen artık yabancısın, sana özel hazırlıklar yapmamız gerekiyor!” gibi tavırlar sezdim. Ablam, sanırım bunu sevgisinden yapıyor ama ben, yabancılaşmışım ya da onlar beni öyle görüyorlar gibi değerlendirdim.

Ablamla konuşurken babam geldi. “Kahvede, boşboğaz insanlar arasında konuşmak zor, biz bize konuşalım, ne yaptın, ne ettin, doğru dürüst mektuplaşamadık. Ablamda, Elfide Halanlarda buluştuk ama orada da hastalık nedeniyle iki ikiye kalamadık. Haber getirenler hep iyi dediler; ben senden de duymak istiyorum. Ne yapıyorsun, alışabildin mi, okul hayatına uydun mu?” diye bir çok soru sordu. Belli ki benden sağlıklı bilgi alma gereğini duymuş. Okula gitmeden önce babamdan çok çekindiğimden, sorduğu sorulara açık açık yanıtlar verirdim, bu nedenle babam da bana inanırdı. Gene o tavırlar içinde dört aylık okul yaşamımı olduğu gibi anlattım. Kısa kısa tuttuğum günlük notlarımı gösterdim. Babam çok sevindi, “Anladım, önemli olan senin, içine girdiğin topluluğa uymuş olmandır. Bundan sonra üstüne düşeni çalışırsan yaparsın, çalışacağına da inanıyorum. Gittiğinden bir süre sonra Vahit Dede geldi, senin çok istekli olduğunu söyledi. O anlatınca, güvenim arttı. Vahit (Babam yaşça büyük olduğundan iki ikiye konuşurken adını söyler) kültürlü bir insandır. Ayrıca çok görmüş geçirmiştir. Biz ona insan sarrafı deriz. İyi insanı, kötü insanı kolayca anlar!”

Biz konuşurken babamın yakın köyden konukları gelmiş, “Geçerken uğradık, görüşelim!” demişler. Babam kahveye dönünce ben de küçük ablama gittim. Onun evi köyün en alt tarafında olduğu için, köyü boydan boya gündüz gözüyle adımladım. Salt sokakları adımlamak değil, köyde herkesi uzaktan yakından görmüş gibi oldum. Benim göremediklerimin bir bölümü de uzaktan ya da kapı aralarından da olsa beni gördü. Karşılaştıklarımın çoğu, giysi değişikliği olduğu için önce yabancı sandılarsa da, tanımaları zor olmadı. Yukarı yoldan gittiğim için C’yi göremedim. Eğitmen Mustafa Ağabey Pazar dinlenmesi yapar diye uğramadım ama hep aklımda. Küçük Ablamı iyi buldum. Her zaman olduğu gibi ablam hemen konuyu kızlara getirdi. Bir kaçı dışında tüm yetişkin kızlar sık sık ablamın evinde toplanır, örgü örerler, yün eğerler, işleri yanında köy geleneklerinde kendine düşen ilişkileri sürdürürler. Bu toplu arkadaşlık ilişkileri nişanlanıncaya dek sürer. Genellikle toplantı yerleri yeni evlenmiş gelinlerin, tenha, toplanmaya uygun evleridir. Bu nedenle ablam köy kızlarının şimdilerde sırdaşı gibidir. Haberleri hemen duyar. Ablam, “Başkasından duyacağına benden duy!” deyip C’nin birileriyle söz kestiğini söyledi. Ablam üzüleceğimi düşünmüş, ancak olay öyle geliştiğine göre saklamanın anlamsız olduğunu düşünerek söylemeyi yeğlemiş. Doğrusu hiç üzülmedim. Giderken bir çok olasılığı konuşmuş, içlerinden birinin olabileceğini varsaymıştık. Bunlardan bir tanesi, anne-oğul, baba-kız nikahı düşüncesiydi. Onlar da işte bunu seçmişler. İki nikah, içli dışlı deyimi ile adlandırılan evlilik. Üzülmediğimi söyleyince ablam tekrar tekrar sordu, ”Sahiden üzülmedin mi? ”Üzülmedim, C’den altı yıl beklemesini isteyemezdim. Üstelik ben, okuyacağımı iyiden iyiye anlamaya başladım; belki bu okulda sonra da okuyacağım. Ayrıca okulu bitirince köye gelmeyi de aklımdan çıkarmış gibiyim!” Ablam çok sevindi. “Biz hep üzüleceksin diye tasalanıyorduk. Ablamla da bunu uzun uzun konuştuk, seni teselli edemeyeceğiz diye kaygılanıyorduk.” Büyük ablam, küçük ablama, ”Konuştuğunda açık açık anlat, gerçeği duyup meraktan kurtulursa, içi rahatlar!” demiş. Küçük ablamla C konusunu uzun uzun konuştuk.

Biz konuşurken akşam olmuş, geç vakit eve döndüm. Ablamın kızı Gülsüm 3. sınıfta, ödevleri varmış, onları beraber yaptık. Gülsüm’ün kitapları bana çok kolay geldi. Şaşırdım. Ben 3. sınıfta çok daha zor konular okuduğumu sanıyordum. Derslerdeki sözcük değişmeleri konuları kolaylaştırmış olacak. Gülsüm de benim bilgiçliğime şaştı. Yemekten sonra kahveye indim. Bütün arkadaşlar gelmiş. Onlarda hiçbir değişiklik yok. Benim kılığım onlara göre değişik. Köye gelmeden önce karar verdiğim gibi, gördüklerimi biraz abartarak anlatacağım. Özellikle Edirne üstüne duyduklarımı, orada gördüklerimi birer birer anlatacağım. Vahit Dede’nin anlattıklarını, arkadaşlardan duyduklarımı, derslerde konuşulanları, Karaağaç içinde dolaştıklarımızı, Edirne’ye çıkışlarımızı ayrıntılarıyla anlatacağım. Köprüler, nehirler, camiler, okullar, bizim okulun askerlerce niçin alındığını soruldukça tekrarlayacağım. Ben böyle tasarlarken, ilk gece daha arkadaşlar benden baskın çıktı. Benim sınava girişimi, kazanışımı, okula gidişimi onlar öyle anlattılar ki, bana arada “Ya, hı, evet!” gibi soru ya da ünlem sesleri çıkarmak kaldı. Geç vakte kadar onlar konuştu. Çok düzenli konuştular, birbirlerini dinlediler. Herhangi bir tartışma çıkmadı. İçimden bu gece konuşan köylü arkadaşlarla, benim okul arkadaşlarımın derslikteki konuşmalarını karşılaştırınca utandım. Eve dönünce arkadaşlarla bundan böyle yapacağım konuşmaların tasarladığım biçimiyle olamayacağını, o yöntemi belki daha yaşlılara uygulayabileceğimi, ancak arkadaşlara içtenlikten uzak anlatıların yakışmayacağını, onlara doğru düzgün bilgiler vermem gerektiğini anladım. Hele eğitmen Mustafa Ağabeyin de onlara katılması durumunda abartılı sözlerin kesinlikle söz konusu olamayacağına karar verdim. “En iyisi, onlara derslikteki gerçek olayları, günlük yaşamımızı, arkadaşların şakaları, yaptığımız işleri, Öğretmenlerin bizi yetiştirmek için çırpınmalarını anlatmak olacak!” diye düşündüm. “Neysem o olmalıyım!” görüntümü sürdürmeyi yeğledim.

Ablam, yengemlere gitmemi, ayaküstü de olsa görünmem gerektiğini, onları mutlu edeceğini söyledi. Aynı bahçe içinde olmalarına karşın kendi ev sorunları nedeniyle sık sık gelip gitmiyorlarmış. Ablam, “Nerdeyse ayrıldık, herkes kendi eviyle uğraşıyor, kendi çocuklarına bakıyor!” deyince birden üzüldüm. Aynı evde yıllar boyu birlikte yaşayan insanlar, şimdi ayrı evlerde otuyor, birbirlerine komşu gibi belli zamanlarda gidip geliyor! Bu bana çok üzücü geldi. Böyle düşüne düşüne önce Ayşe yengeme, sonra da Fatma yengeme uğradım. İkisi de sevindi, beni iyi gördüklerini söylediler. İkisinin de küçük çocukları var. Ağabeylerimle kahvede görüşmüştük, onları beklemedim, ayrıldım. Gülsüm derslerini hazırlamış onlara baktım. Benim de derslerim olduğunu, onları yaparken bana yardım etmesini söyledim. Gülsüm bunu gerçek olarak anladı, Yardım sözü verdi. Akşamları hep olduğu gibi, babam, Ali ağabeyim kahvedeler, yemeklerini de çoğunlukla orada yiyorlar. Ali ağabeyim arada eve geliyormuş ama, yemekten sonra hemen gidermiş. Ablam bu durumdan çok rahatsız. “İş çokluğundan değil, alışkanlıklarından!” diyor. Özellikle Ali ağabeyimin 100 adımlık yere yemeğe gelmemesini tümüyle tembelliğine bağlıyor. Bu akşamı da örnek gösterdi. Bana “Şimdi git bak, kahvedekilerin sayısı 10’u geçmez. Babam oradayken, onun da kalması akıl alır iş değildir!” Besbelli ablam, bu durumdan çok tedirgin. Sofra kurup kaldırma, ek sofralar onun elinden geçtiği için bence çok haklı. Gene de beni üzmemek için sözünü kesti, bana sorular yöneltti. İlk sorular doğal olarak yemekler üstüne oldu. Adını öğrendiğim yemekleri, aşçı başını, kazanları, tabakları, çayları, nöbetlerimizi anlattım. Tatlıları, Edirne-Karaağaç’taki yeni hayat olaylarını anlattım. Ablam güldü. Hemşirenin davranışını çok insancıl buldu. “Seni kardeşine benzetmiştir!” dedi. Konuştukça cesaretlendim; şakalaşmalarımızı anlattım. Ablamdan benim hoşuma gidecek bir yorum bekledim. Ablam hiç oralı olmadı, “Bazı insanlar, kadın olsun erkek olsun hiç farketmez, yufka yüreklidir, karşısındakilere yakınlık duyup yardım etmek isterler. Bunu yaparken de bir çıkar gözetmezler!” Ablamın, benim beklediğim tarafa hiç yanaşmamasını bilinçli olarak yaptığını düşündüm, belki de benim aklımdan geçenleri sezdi, o tür ilişkilerı konuşmak istemiyor, o nedenle konuyu savuşturuyor, diye düşünürken ablam, “C’ yi hiç anımsadığın oldu mu?” diye sordu. İçimden, “Demek ablam, konuya girmemekten falan değil geçici olduğunu sezdiği için konuşmaya değer bulmuyor”  dedim. O anlattığım olaydan benim bir sonuç çıkaracağımı ummamasına, -eğer böyleyse- kendi adıma üzüldüm. “C için hiç bir şey düşünmediğimi giderken daha söylemiştim. Gittiğimden bu yana 4 aydır bunu daha iyi anladım; C beni beklerse, ”Bekleme!” demem, belki de buna çok sevinirim. Okulu bırakmayı, çalışmalarımı aksatmayı kesinlikle aklımdan geçirmiyorum. Okumayı gittikçe sevmeye başladım. Başarılı olacağımı arkadaşlar da Öğretmenlerim de yeri geldikçe söylüyorlar. Okula gitmekte biraz geç kalmışım ama olsun, arkadaşlarıma yetişecek durumdayım. Sanat Öğretmenlerim bana arkadaş gibi davranıyorlar. 6 yılımı böyle sürdürmek istiyorum. Babamdan, sizden bir engelleme gelmezse ben altı yıl okulda kalacağım. Yemen’e giden askerler gibi okulum nerede olursa ben orada olacağım!” Ablam, güldü: “Buna çok sevindim. C çok düşündü, haklı olarak 6 yılı göze alamadı. Kardeşi, babası zorda kalmış durumdaydı. Babası birisi ile anlaştı, nikahlandı. Kadının yetişkin oğlu varmış, o da sizin akranınız. C’ye bir teklif yapılmadı ama kadın önce kendisi geldi oturdu, arkasından da oğlu. Geçici dense de geldi annesinin evine oturdu. Biliyorsun C’nin ağabeyi Pınarhisar’da çalışıyor. C’yi oraya aldı. C şimdi Ali Ağabeyi yanında Pınarhisar’da kalıyor. Üzücü bir durum; bir gün sabrı tükenecek, dönüp gelecek. O zaman da yakıştırmalar başlayacak. İnsanların ağzı torba değil dikip kapatasın! Ucundan ucundan dedikodular, tevatürler birbirini kovalayacak. Buna meydan vermemek için C aklını kullanıp çaresiz babasının önerisine boyun eğip isteksiz de olsa “Evet!” diyecek!” Ablamın anlattıklarından alacaklarımı aldım. Ayrıca C’nin şu anda köyde bulunmamasına üzüldüm ama, böyle olmasının yararıma olan taraflarını da değerlendirdim. İçim rahatladı. C’ye karşı sorumluluğum üstüne kimse beni sorguya çekemeyecek. Soran olursa, dost olsun düşman olsun, “Ne soruyorsun? Öyle bir olay var mı? Sen biraz geç kalmışsın!” diyerek savuşturacağım. Benim rahat davranışım, konunun uzamasını da önleyecektir.

Babam bazı akşamlar geç geliyormuş, gene öyle olacağa benziyor, beklemeden yattım. Ev bildiğim ev, en değişmez tarafı karanlığı. Lambaya bir “Püf!” dedim, zifiri karanlık. Küçüklüğüme uzanan bir anı zinciri izledim. O zaman da buna benziyor, karanlıklar vardı. Babam kahveyi karpit lambasıyla aydınlatır. Gaz lambasına, kandile alışmış insanlar karpit ışığını gündüz, güneş ışığı ile karşılaştırırlar. Oysa karpit ışığı elektrik yanında mum bile değil.

Annem hiç elektrik görmedi. Ne gördü ki! Yaşamının en güzel günleri savaş sürecinde geçmiş. Dünyaya gelişinde ilk duyduğu sesler Dömeke yavaşı trampetleri, asker marşlarıydı, 14 yaşında gelin edilmişti. Kendisinin değil ama akranı sayılan bir çok gelin, eşini Trablusgarp savaşına göndermiş... Balkan Savaşı başlangıcı, bitimi, 1. Dünya Savaşı başında annemin iki kızı olmuş On yıl süren savaşta herkes ne çektiyse kuşkusuz o da onu çekti. Sonunda Yunan işgali hepsini üstüne tuz biber ekti. Yunanlıların talanları sonucu tam takır kalan Trakya halkı için dinsel inançlara sığınıp Halil İbrahim bereketi dilemekten başka yapacak bir şey kalmamış gibiydi. İşte bizim aileye bu sıra ben çıkıp gelmişim Adım kesinlikle bir Türk ünlüsünün adını taşıyacaktır. Babam, böyle düşünür. O günlerde Enver, Cemal, Niyazi, Kemal, İsmet başta gelen adlardır. Tam bu sıra köyümüze tanınmış Bektaşi dedeleri gelir. Ad koyma onlardan istenir. Dede, söylenenleri hiç duymamış gibi duasını yapar, kulağıma “Hoş geldin, Halil İbrahim, lütfunu esirgeme, şanına layık bereketinle geldin!” yolu sözler söyler. Babam bir anda değişip Annemin mutluluğuna katılır.

Savaşlar bitmiş, gerçekten benim ilk yaş yılımın bereketi dillere destan ürünle gelmiş. Halk bir önceki yıla “Kıtlık”, benim doğum yılıma “Bolluk Yılı” adını vermiş, bu söylem, günümüzde de sürmektedir. Annemin, babamın mutluluğu sanırım bu süreçte başlamıştı. Ailede 7 çocuğun en küçüğü olduğumdan çok şanslı bir sürecin de muştucusu durumundaydım. Başlangıçlarını bilmem ama son zamanlarını iyi anımsıyorum, ikisi de beni paylaşma yarışı içindeydiler. Ablamın kızı Gülsüm doğunca gidip gidip ona vuruyordum. Ablamın kucağında bir başkasını istemiyordum. Hele annem alırsa yaygarayı basıyordum.

Ablam bir gün bana, “Eyvah eyvah, sana bir kardeş gelirse, annem seninle nasıl baş edecek?” gibi bir söz söyledi. Bunu çok doğru anladım, sık sık sordum, “Bana bir kardeş mi gelecek? İstemen ben kardeş falan!” Evin etrafında bağıra bağıra dolaşıyordum. “Gelecek” sözcüğü benim gözlerimi yollara çevirmişti. ”Ya o yoldan, ya da bu yoldan!” diyerek yollara bakıyordum. Bu oyunun güzel olmadığını ancak çok sonra anladım. Bir gün kardeşimin geldiği söylendi. Bağıra çağıra kucağıma almak istedim. “Sabah!” dediler. Sabah oldu, “Akşam!” dediler. Bunu hiç duymadığım bir söz izledi, ”Kardeşin öldü!” Kendimi yerlere attım, ”Olamaz, benim kardeşim ölemez!” diye ne kadar bağırdığımı bilmiyorum. Babam beni (çocuk) arabama koydu, “Seni teyzene götüreceğim!” dedi. Yüzüm babama dönük ağlaya ağlaya arabada yatarken, babamın da ağladığını gördüm. Birden korktum. “Baba sen ağlıyorsun!” diye bağırmaya başladım. Babam ses çıkarmadan eğildi, beni ters oturttu. Artık yüzünü göremiyordum. Ne kadar gittik bilmiyorum. Bir süre sonra ablamın kucağında buldum kendimi. Ablam sarıldı, okşadı, yatağıma yatırdı. Babam, ağlamama dayanamamış, almış beni uyuyana dek Kırklareli yolu yönüne götürmüş, uyuyunca da eve dönmüşüz. Çok ağlamaktan yorulmuş olacağım, gece boyu uyanmamışım. Uyandığımda ise bahçede sesler vardı. Seslerin geldiği tarafa yönelince küçük ablam beni aldı, her zaman gitmek için can attığım Ayşe Halamlara götürdü. Onların çocuğu yoktu, onlara gidince her istediğim yerine getiriliyordu. Şerif Enişte, (Furtun Şerif) her gidişimde işlerini bırakır benimle oynardı. Kozalak zilleri vardı. Özellikle kuzu çanlarını boynuma takar, beni çanlı koç olarak çağırır, ağzıma şeker verirdi. Ablam bırakmış gitmişmiş, çok sonra “Abla” diye bağırmaya başladım. Çaresiz halam beni eve getirdi. Bahçede kalabalık vardı. Kalabalık dış kapıya yöneldi. Nereye gidiyorlar diye gene bir yaygara kopardım. Bu kez kimse benimle ilgilenmedi. Ağlamayı kesip, anneme gitmek istedim. İki ablamın da gözleri yaşlıydı. Büyük ablam, “Annemiz öldü!” dedi, sesli ağlamaya başladı. Nedense sustum, ikisine de bakmaya başladım. Konuşmuyorlar, durmadan gözlerini siliyorlardı. Eve annemin yattığı yere gittim, yabancı kadınlar vardı. Onları görünce korktum, bu kez de korkudan ağladım. Ablamlara koştum. Onlar evin ardından karşıya, mezarlığa bakıyorlardı. Mezarlığı iyi biliyordum, hemen altında tarlamız olduğu için sık sık oraya gittiğimden, orada yatanlar üstüne ürkütücü sözler işitmiştim. Bizim evden çıkan kalabalık orada durdu. Ben de ağlamayı kestim, bir kalabalığa bir ablamlara baktım. “O adamlar orada ne yapıyorlar?” diye sordum. Onlar sustukça daha hırslanarak bağırmaya başladım. Büyük ablam, “Annen öldü, onu orada bırakacaklar!” dedi. Ağlamayı, bağırmayı bırakıp sakin sakin sordum: “Annem hep orada mı kalacak?” Ablam “arada gelir belki ama şimdi orada kalacak!” dedi. Gelecek olması beni sevindirdi. Ağlamayı birden kestim. Bizim bahçeden çıkıp giden insanların gene bize geleceğini, belki annemin de onlarla dönebileceği umuduna kapıldım. Sabırla kalabalığı bekledim. Ablamlar beni içeriye almaya çalıştıkça sokak yönüne kaçıp alt yolu gözledim. İnsanlar birer ikişer bizim kahvenin önünden geçip aşağılara gittiler. Son birkaç kişi de geçince sabrım tükendi, gene var sesimle bağırıp ağlamaya başladım. Evdekiler bir yerimi incittiğimi sanarak telaşlandılar. Adamların bize gelmediğine ağladığımı anlayınca sakinleştiler ama, onların gözleri sürekli yaşlanıyordu. Babam geldi, beni alıp kahveye götürdü. Kahvedekiler konuşmuyor, uyur gibi bakışıyordu. Yeni gelenlerin söylediklerini anlamaya çalışıyordum. Her gelen babamla konuşuyor, sonra ötekilerini selamlıyordu. Fısıltılar arasında bir sözcüğü duydum, “Son çocuğu bu!”... Bir başkası da bir söz ekledi, “Olan çocuklara oluyor!” Bana bakarak söylendiği için bunların benimle ilgili olduğunu anlıyordum ama fazla bir bağlantı kuramıyordum. Bir süre sonra babam beni alıp eve getirdi. Ablamlara, “Gerçeği saklamanın bu çocuğa bir yararı yok. Biz saklasak bile, kahvedeki konuşmalardan o bir şeyler almaya çalışıyor. Elin ağzı torba değil, kapatamayız. En iyisi siz doğruca anlatın, umutlanmasın, annesinin geleceği falan diye bir durum yok. Bu “Yok!” sözünü şimdiden öğrensin, o “Yok!” olan yalnızlığıyla büyüsün. Böylesi, yanlış bir umudu uzun süre taşıyıp kaybetmesinden daha az zararlıdır. Annesi öldü, bir daha geri gelmeyecek. Bundan sonra onun annesi, ablaları!”…Babam, bu sözleri söyleyip gitti. Ablamlar birbirine bakışıp ağlarken ben, “Gelecek işte gelecek işte!” diyerek babamın arkasından bağırdım. “Benim annem orada kalmaz, benim annem beri bırakmaz!” deyip kendimi yere attım. “Siz beni aldatıyorsunuz, siz bana yalan söylüyorsunuz!” diyerek yerlerde bir süre yuvarlandım. Yerlerde yuvarlanırken alt odalarda yabancıların, yakın tanıdıkların olduğunu gördüm. Benim yakın bulduğum C’nin annesi gelip beni aldı; “C seni bekliyor!” dedi. C’ye giderken ağlamayı kestim, “Benim annem gelecek değil mi?” diye sordum. ”Gelecek!” deyince sarıldım, onlara gidinceye dek bırakmadım. Durumu C’ye anlatmaya kalktım. O, “Ben biliyorum, senin annen öldü, onu mezarlığa götürdüler. Annem bakma dedi ama ben arka pencereden baktım. Anneni orada bırakıp geldiler!” dedi. Ben umursamadan, ”Annem gene gelecek!” C hemen karşı oldu: “Anne, doğru söyle Hatice teyze gelecek mi?” C’nin büyüğü Ali Ağabey beni çok severdi, bana “Pehlivan olacaksın sen!” der, takla attırırdı. C’nin yapamadığı bu hareketleri ben büyük bir istekle tekrarlar, bıkmadan sürmesini isterdim. Bugün de böyle oldu. Uzun süre takla attım, yuvarlandım. C, çoktan uyumuştu. Bektaş ağabeyim geldi, “Evde de oynarız!” deyip aldı götürdü…

O acı günün tüm olaylarını yeni yaşanmış gibi anımsıyorum. “Peki, sonraki gün ne oldu?” dense belleğimde hiçbir iz yok gibi. Evin ağır bir havası olduğunu görür gibiyim. Canlı olarak anımsadığım iki olaydan biri, alt bahçeye inince gözlerim hep mezarlığa dönerdi. Bir gün Mezarlık Altı deresinden birinin geldiğini gördüm. O yol bizim kahvenin önünden geçer. Kahveye koştum. Beklediğim gelmedi. Hanife halamların evinden ileriye çıktım. Gelen kadın Abbas Amcamın bahçesinde çalışan birisiyle konuşuyodu. Baktım, konuştuğu Abbas Amcamların yengem. Onlar konuşurken yoldan ayrılıp sağ yandaki ağaçların arkasına saklandım. Konuşmayı kestiler, konuşan kadın feraceli. Feracesi yüzünü yandan kapatıyor. Yüzünü göremedim ama ferace tıpkı anneminki gibi. Yakınımdan geçince arkasına takıldım “Anneeee!” diye bağırdım. Bana göre kesin annemdi. Sesimi duyunca giden döndü, koştu beni kucakladı. Annem olmadığını anladım ama gene de rahatlamıştım. Sustum. Kadın, sarıldı beni sevdi, kucağına aldı, bizim eve getirdi. Babam kahveden görmüş, telaşlanmış geldi. Getiren teyze beni, hayat-sayvan dediğimiz evin ön yükseltisine bıraktı, yanıma oturdu. Bir eliyle başımı okşarken ablama “Ben bu çocuğu çok sevdim, benim çocuğum yok. Ara sıra bunu bana verir misiniz?” Babam, “İsmail’e selam söyle, kahveye geldikçe istediği zaman alıp götürür, getirir ya da “Alın!” der, ben gelir alırım!” (İsmail kadının kocası) Bir teyzeye bir babama bir ablama baktım. Sustum. Böyle konuşuldu ya beni hiçbir zaman onlara götürmediler; ne var ki ben bu olayı hiç unutmadım. O teyze de unutmadı. Sonraları onların bir kızı oldu. Okula onların evi önünden giderken teyze kızına beni gösterir, “o senin ağabeyin” derdi. Bu olaydan bir süre sonra bir başka gün, ben kendi oyuncak köşemde oyuncaklarımla oynarken annemin odasına bir kuş girdi. (Sayvan) Hayatın tavanı çok yüksek, kırlangıç yuvaları var, kırlangıçlar oraya rahat rahat girip çıkıyorlar. Ancak başka bir kuşun geldiği pek görülmüş değilken bugün geldi, odaya girdi. Odaya giren kuşun kırlangıç olmadığını gördüm. Koşarak ablamlara söyledim, onlar nedense önemsemediler. İşi ağlamaya döktüm, “Annemin odasına bir kuş girdi, siz duymuyorsunuz!” Ablamlar ellerinde değneklerle odaya girdiler. Bağırarak ellerindeki değnekleri attırdım, “Gelen annem, kuş olarak geldi, bize bakıyor!” Ablamlar şaşırdı, Duvara gömülü göz dolaplar kapalı. Yüklük denilen üst üste yığılmış yorganlar tavana dek yükseliyor. Onların üstünde de bohçalık denilen duvardan duvara dizilmiş giysi dürümleri. Annemin tüm eşyaları oralarda. Onun oralardan zaman zaman bir şeyler aldığını biliyorum. Gözlerim bohçalıkta. Ablamlar beni ağlatmamak için isteksiz isteksiz bakınıyorlar. Sonunda iki bohça arasında bir kuşun kıpırdadığını gördüler. Kuş “Cik cik!” bize bakıyor. Ben sevinçten zıplıyorum, ablamlar şaşkınlaştılar. Kapı açık ama, kuş pek kaçmaya niyetli değil. Küçük ablam arkamdan bakarak, babamı çağırmam için beni kahveye gönderdi. Koşarak kahve kapısına yaklaştım. Kapıya baktım, hiç bir şey olmamış gibi geri döndüm. Ablam, babamın gelip gelmeyeceğini sordu. Ben, “Gelmeyecek!” dedim. Onlar niçin demediler. Çünkü kuş kendiliğinden uçup gitmişmiş. Benim koşarak gitmeme karşın babama söylemeden dönüşümü ise benden başka kimse bilmedi. Nasılsa annemin oraya çıkamayacağını mı düşündüm? Yoksa babama annemden söz edersem onun ağlayacağından mı çekindim? Daha sonra evdekiler, olayı çocuksu bulduklarından üzerinde fazla durmadılar. Bense uzun zaman annemin bohçalarını, tanıdığım eşyalarını kimseye elletmedim. “Annem gelip onlara bakacak, eksik görürse üzülecek!” dedim durdum. Yıllar geldi geçti… Şimdi oda zifiri karanlık, benimse gözlerim açık. Oda aynı oda, yüklük, bohçalık çoktan değişmiş. Böyleyken, gözlerimi kapayınca annemin düzeni gözlerimin önüne geliyor, uykum açılıyor, ortalık aydınlanmış gibi etrafımı görmeye çalışıyorum. Çok geç olduğunu babamın gelişinden anladım. O gelince toparlandım, uyumuş gibi yaptım. Oldukça sıkıntılı bir bekleyiş sonunda uyumuşum.

 

27 Şubat 1939 Pazartesi

 

Sabah, ablam Gülsüm’ü okula hazırlarken kalktım. Ali Ağabeyim Lüleburgaz’a gitmiş. Bugün Lüleburgaz’ın pazarı. Köyün yarısı işi olsun olmasın giderler. Ali Ağabey at arabasıyla gidiyor. Her gidişinde de arabasına üç arkadaş alır. Bunlar hem yol arkadaşı hem de müşteridir. Kahvaltı ettikten sonra kahveye indim. Kahvede yaşlılardan birkaç komşu var. Az soru soruyorlar, ilgiyle dinliyorlar ama, hep bildiğimiz öykülerini araya soku sokuveriyorlar. Edirne deyince, Edirne’yi görenler gördükleri Edirne’yi, görmeyenlerse duydukları Edirne’yi uzun uzun anlatıyorlar. Bunları bildiğim için ben olabildiğince işim varmış, daha sonra uzun uzun konuşacakmış gibi tavırlar takınarak sözde var olan işime dönüyorum. İşim de getirdiğim kitapları okumak. Bu sabah bu yöntemi denedim, iyi de uyguladım. Babam da bana yardımcı oldu. Bir ara dersten söz ederken babam, “Getirdiğin o kitapları hep okuyacak mısın?” diye sordu. Okumam gerektiğini söyledim. Böylece sorular, uygun bir zamana kolayca ertelendi. Eve dönünce gerçekten getirdiğim kitapları okumaya başladım. İki kitap getirmiştim, Alexandre Dumas Pere: Monte Kristo, Üç Silahşörler... Monte Kristo daha ince ama, yazıları pek iyi değil. Üç Silahşörlere başladım. Adları kolay kolay ayıracağımı sanmıyorum. Durup durup yazıyor, bakarak tekrarlıyorum. Sıkıldım, babamın yanına kahveye indim. Kahvede konuşacak insan var. Beni yeni görenler “Hoş geldin!” den sonra hemen küçüklüğümü anmaya başlıyorlar. Kahvede kağıt oyunu oynayışımı, okula gidişimi, derken konu geçen yıla dek geliyor. Köydeki kavgalarım konu oluyor. Arkasından da şimdi de kavga edip etmediğim soruluyor. Bu konuda kesin konuşuyorum, okulda kavgaya yer olmadığını, en ufak bir diklenme yapanın okuldan atıldığını anlatıyorum. 39 Kemal’i, 43 İsmail’i, 45 Mustafa’yı ad vermeden kavga yüzünden atıldıklarını anlatıyorum. Mustafa’nın topa ayakla vurduğu için atıldığını bastıra bastıra söyleyince, dinleyenler, “Asker ocağı gibi!” deyip, benzetme yapıyorlar. Arada bazıları gene de, “Sen zor dayanırsın bu disipline!” diyerek hakkımdaki olumsuz kanılarını belirtiyorlar. Konuşmalarımda arada söz kaçırmamak için çok dikkatli konuşuyorum, okuma isteğimin ağır bastığını, okumayı, yeni bilgiler öğrenmeyi çok sevdiğimi söylüyorum. Özellikle tarım konusunda şimdiden bir yığın bilgi edindiğimizi, yakında Türkgeldi, Sarımsaklı çiftliklerinde çalışacağımızı anlatıyorum. Bu çiftlikler bizim köylerde çok ünlüdür. Oralarda çiftçilik ürünlerinin 1’e 30-40 verdiğini hep söylerler. Ben söyleyince de çıt çıkarmadan dinliyorlar. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin bana daha ilk derste Baş Çiftçi dediğini anlatınca, biraz şaştılar. Onların gözlemlerine göre ben köydeki öteki arkadaşlar gibi tam çiftçilik yapmamıştım. Üç tane çalışır ağabeyim var. Ben onların yanında sürekli yedek durumdaydım. Ancak yedek gibi de olsam, onların çektiklerini ben de paylaşıyordum. Örneğin Bektaş Ağabeyimle evvelki yıl, 20 kez Alpullu’ya 10 kez Kavaklı’ya gittim. Bunları köyde anlatınca önemsiz görünmesine karşın Öğretmenlere anlatınca onlar bunu önemsiyor. Ayrıca, arkadaşlardan nerdeyse tamamının doğru dürüst pancar hakkında hiçbir bilgisi yoksa, anlatılanlar daha da anlamlı oluyor. Bunları söyleyince dikkat kesildiler.

Bu ilk günüm, kahveye gelenler, arada gidip yeni gelenler şeklinde değişmeye karşın, beni üzecek bir durum çıkmadı. Eğitmen Mustafa Ağabeyin yakın akrabası İsmail Amca, Edirne-Karaağaç’tan ayrılışımızı sordu, anlattım. Orgeneral Salih Omurtag’ın geldiğini, 20 dolayında büyük rütbeli subayın birkaç kez gelip gittiklerini, Genel Müfettiş Kazım Dirik’in bizim okulu vermek istemediğini anlattım. İsmail Amca ne demek istediyse, ben anlattıktan sonra, “Edirne’de başka büyük okullar var, onları da aldılar mı?” diye sordu. Ben, bunun yanıtını şöyle verdim: “O okulların öğrenci sayıları çok. Bizim okul daha yeni, 80 öğrencisi var. Bizim okul binası ise öteki okulların hepsini içine alacak büyüklükte eski bir asker kışlası. Zaten yapılışı kışla imiş, sonra okula çevrilmiş. (Aslında binanın hastane olarak yapıldığını biliyordum ama bilmezden gelip söylendiği şekliyle kışla olarak yapılmış dedim.) İsmail Amca sonunda baklayı ağzından çıkardı, “Bizim Mustafa da senin anlattığın gibi anlattı!” dedi. Bizim köylüler insanı hep böyle sınarlar. Bildiğini başka bir şekle sokarak sorar. Bir açık bulursa işi alaya çevirir. Bu yanlışa düşmemeye kararlıyım.

Eve oldukça neşeli döndüm. Kitaptan elli sayfa kadar okudum. Gülsüm okuldan dönünce onunla çalıştık. El yazısını beğenmedim. Örnekler yazdım. Kitabındaki parçaları okuduk. Bilmiş bilmiş konuşmalarıma içimden içimden kendim güldüm. Ancak Gülsüm yeterli çalışmıyor. Yeterli değil hiç çalışmıyor. Okuldan gelince çanta karıştırmak yok. Ablamın anlattığına göre çantasını akşam nereye bırakırsa sabah oradan alıp gidiyormuş. Ona sorarsan tüm arkadaşları öyle yaparmış. Anlaştık, ben buradayken her gün beraber çalışacağız. Öğretmen çarpım cetvelinden söz etmiş, “Çarpım cetvelleriniz olacak!” demiş, Gülsüm bunun telaşında. Çantasına baktım, dört tane defter, dört defterin dördünün de kapaklarında çarpım cetvelleri var. Bunları gösterince Gülsüm bir sevindi bir sevindi! Sanki bunları ben eklemişim gibi, bana teşekkür etti.

Ali Ağabeyim Lüleburgaz’dan döndü, gazete getirmiş. Bizim kahvenin gazeteleri Köroğlu, Karagöz. Ötekileri alanlar oluyor, arada getirip kahveye bırakıyorlar. Eski alışkanlıkla gittiğimde okuyacağım. Biliyorum bana oku diyecekler. Ali Ağabeyim, benim dolaylı olarak duyduğum, ona göre yeni bir haber getirdi. Lüleburgaz Maarif Memuru Salih Arı (Babamın tanıdığıdır. Dolaylı olarak Ali Ağabeyimi de tanır. Okula girmem için beni destekleyenlerden biridir. Ali Ağabeyime göreyse benim kazanıp gitmemde en büyük destek Salih Arı’dan gelmiş. Bu duygularla, Ali Ağabeyim ona uğramış, izinli geldiğimi söylemiş) “Onların okulu sonunda bizim Lüleburgaz’a yıkılacak galiba, gelip gidiyorlar, çiftlikler üzerinde duruyorlar, hazine arazilerini inceliyorlar!” demiş. Ali Ağabeyim “Umarım dediği çıkar!” diyor ama “yıkılma” sözüne de bozulmuş. Ben de: “Biz, böyle söylentilerler duyduk ama Öğretmenler söylemeden bu tür sözlere inanmıyoruz” deyip geçtim. Aslında ben köydeyken bu sözlerin ortaya çıkmasını hiç istemiyordum. Ali Ağabeyime, “Ben gidinceye dek bu sözü sakla” demeyi düşündüm ama bu kez o olumsuz düşüncelere dalacak diye sustum. Varsın yayılsın. Gerçek olan bizim okul şimdi yersiz yurtsuz. Devlet, elbet bir yer bulur.

Akşam kahveye gittim. Mustafa Ağabey geldi. Gene güler yüzlü, gene neşeli. Köyün en güleç insanı, köyün çocuklarına güler yüzlülük örneği oluyor. “Hoş geldin-hoş gördüm!” sözlerinden sonra Mustafa Ağabey, “İşte gittin, bilinmeyen bir başka yerde, oranın havasını soludun, orada da yaşanacağını öğrendin, büyük bir değişiklik içinde aramıza döndün. Hep böyle olacak, geleceksin bizden biri olarak aramızda kalacaksın. Bir gün gelecek kuşkusuz bizden çok farklı olduğunu sezeceksin. O zaman bunu senin gibi biz de anlayacağız. Birbirimize bağlılığımız gittikçe incelecek. İşte o zaman bu ince bağı koparmak koparmamak senin elinde olacak. Çekip koparmak elindeyken koparmazsan biz seninle övüneceğiz, aramıza katıldıkça sevineceğiz. Koparırsan, biz senin için yok olacağımız gibi sen de bizim için kayıplara karışacaksın. Kitaplar bunu yazarıyor, çok görmüşler böyle söylüyor. Bizeyse sadece anımsatması kalıyor!” Kahkahalarla gülen Mustafa Ağabeye hiçbir yanıt vermedim. Gene de sözün altında kalmak istemedim. “Çok önemli sözler söylediniz, elbette öyledir. Ancak ben kendimi daha ayrılmış saymadığım için, bunları hiç düşünmüyorum. Hiç değilse bu yılım bitsin, sınavlarda başarı kazanıp 2. sınıfa geçeyim. Bu tür düşüncelere o zaman yer ayıracağım!” Mustafa Ağabey, bana uzunca bir “Aferin!” çekti. Hemen değerlendirdim. Öğretmenlerden aldığım “Aferin”leri birer birer anlattım. Köye gelmeden önce, hep düşünmüştüm. Köye vardığımın ilk günlerinde kahvede Mustafa Ağabeyle konuşmak benim için çok yararlı olacaktır. Onun konuşmaları, olayları değerlendirmeleri, köylülerin konuşmalarını çok etkiliyor. Onun sorduğu bir soruyu ötekiler bir daha gündeme getirmiyorlar. Yaşlılar, “Mustafa böyle demişti!”, gençler “Mustafa Ağabey böyle anlatmıştı!” deyip kapatıyorlar.

Geç vakte dek konuştuk. Mustafa Ağabey beni okula çağırdı. Ona İlhan Görkey’den söz ettim. İlhan Beyi çok sevdiğini söyledi. Yazın, Ahmet Korkut Öğretmenle bizim köye geleceklerini anlattım. Buna ayrıca sevindi. Kırklareli’ye gittikçe İlhan Görkey’i görüyormuş. Geç vakit eve döndüm. Kahve salonu iki bölümdür. Kapıdan girince sağ taraf daha büyükçe, yaşlılar içindir. Sol taraf biraz ocağa uzak, orası gençler içindir. Ben arkadaşlarla orada oturduğum için Mustafa Ağabey de yanıma gelmişti. Gelen gençler geldikçe etrafımızı sardılar. Halam oğlu Hilmi ayrılırken gösterdi. Bir yabancı, “C’nin üvey kardeşi ya da ağabeyi, şimdilik!” Gösterdiği arkadaşın yüzünü anımsamaya çalıştım. Sonunda yüzünü gözüm önüne getirdim. Zayıf, yumuşak bakışlı biri. Hiç konuşmadı ama beni dikkatle dinledi. C’yi düşünerek eve döndüm. Bu gece bütün konuşmalar, beni köyden dışarıya iter gibiydi. Mustafa Ağabey, köye dönebileceğim olasılığından hiç söz etmedi. Demek, çok iyi bildiği C olayını o da silmiş. Konuyu ortaya getirsem, söylediklerinden fazla bir söz söylemeyecek. Üç Silahşörleri düşündüm. Onlar nasıl rahat oluyorlar? Bu kitapta yazılanlar sahiden olmuş mudur? Elli sayfa okudum, ne anladım? Sorsalar ne anlatacağım?  Öğretmen soracağını söyledi. “Kalk anlat!” dese ne söyleyebilirim?  

“Üç ünlü kahraman varmış, bunlar çok iyi kılıç kullanıyorlarmış. O zamanlar kılıçla kavga yapılıyormuş. (Buna benzer kavgaları daha önce okumuştum. Hazreti Hamza’yı unutmadım) Athos, Porthos, Aramis. Bunlar kralın adamlarıymış. Kraldan cesaret alarak herkese meydan okuyorlarmış.” Ya da buraya kadar okuduklarımdan ben böyle anladım. “Ancak onların karşısına bir gün bir genç çıkmış. Üç arkadaş bu genci önce önemsememişler. Oysa genç yaman bir kılıç kullanıcıymış. Karşılaştıkları yerde tartışırlar. Gencin adı D’Artagnan’dır. Genç D’Artagnan üç silahşörle de ayrı ayrı dövüşmek için söz vermiştir. Kavga yerine gelince anlaşırlar. Bu sıra bir başka silahşör grubu gelir. Bunlar Kardinalin askerleridir. Silahşörleri sorguya çekmek isterler. Kavga başlar. Genç silahşör D’Artagnan üç silahşörün yanında yer alır, gelenleri yenerler. D’Artagnan aslında bir habercidir. Paris kentinde bir ünlüye haber getirmektedir. Dört silahşör arkadaş olup Paris’e giderler. Paris’te onları bekleyenler vardır. Onlarla buluşmaları da yeni yeni savaşlar hazırlar. Onları bundan sonra daha büyük savaşlar beklemektedir. Kafam iyice karıştı: insanlar bu denli nasıl cesur oluyorlar?

Işığı kapattım öyle düşünürken, ablam “Yattın mı?” diye sordu, Yatmadığımı söyledim. Belli ki ablam konuşmak istiyordu. Geldi, Hanife halama gidip gitmediğimi sordu. Gitmemiştim, gitmediğimi söyledim. “Hilmi, konukları olduğunu söyledi. Gelin taraflarındanmış konukları, ben tanımıyorum, sıkılırım diye yarından sonra gitmemi istediler!” dedim. Ablam “Hanife halan seni sever, gitmezsen gücenir!” dedi. Hilmi yakında baba olacakmış. Ablamın esas niyeti başka bir konu açmakmış, “Kahvede M’yi gördün mü?” diye sordu. ”Hangi M’yi?” diye sorunca açıkladı: C’lere gelen M imiş. Gördüğümü ama bilmediğim için konuşmadığımı, onun da sessiz sessiz bizim konuşmalarımızı dinlediğini söyledim. Ablama göre çok terbiyeli bir gençmiş. Bizim aileye karşı da çok yakın davranıyormuş. Herkesin kalbini kazanmışmış. Ablama bunları bana neden anlattığını sordum. Ablam, “Biliyorsun, C’nin babasının niyeti evliliği içli dışlı yapmak. Oğlu Ali ise buna razı değil. C’yi bu nedenle yanına aldı. Baba oğul dargın olduklarını sen de bilirsin. C orada uzun müddet kalamaz, bir gün çıkıp gelecek.” Ablam bunları anlatırken, ben sözünü kestim, “Ablacığım bunları, benim düşüncemi öğrenmek için söylüyorsan hiç yorulma, ben okumaya kararlıyım. Okumamın dışında hiçbir düşüncem yok. C ile ayrılırken konuştuk. Siz de biliyorsunuz, bekleyebilirse 6 yıl sonra düşünürüz. Bekleyemeyeceğini o biliyor. Eskiden Yemen’e yavuklu gönderilip bekleniyormuş ama o günler geçmiş. Şimdi hiç kimseden böyle bir bağlılık beklenmiyor. Üstelik C’nin kaderi de benimki gibi! Annesi yaşasaydı C çok daha başka türlü davranabilirdi. Şimdi babasını kırarak seçim yaparsa dayanağı kim olacak, güvenecek kimi kalacak? Bu nedenle ben, C için bir engel olmayı düşünmüyorum. O benim sürekli aklımda ama, onun için iyi duygular taşıdığımdan, incinmesini istemiyorum. Çocukluk arkadaşlığımızı unutmayacağım. O da anımsarsa mutlu olacağım. O gönlünce seçimini yapsın, beni de sizin gibi bizim aileden biri olarak düşünsün. arkadaşlığımız ömür boyu sürsün, istiyorum!” Ablam, “C’nin babası akıllı adamdır. Senin böyle davranacağını bildiği için işi hep olumlu tarafından sürdürüyor. C ‘ağabeyimin yanına gidiyorum!’ deyince, ‘Sen bilirsin kızım, git istersen sürekli orada kal, istersen özlediğin zaman gel. İşlerime yardımcım geldi, M de benim oğlum durumunda!’ diyerek, baskı yapmayacağını belirtmiş. Böyleyken köy insanları, ‘Bir gün baba olarak işi zora sokacaktır!’ diyerek C’yi evet demeye adeta zorluyorlar!” Benim sözlerimden rahatladığını anladığım ablam, konuyu genelleştirerek bana “Sen okudukça daha bilgilenecek, daha iyi seçim yapacaksın. Köylerde evlilik seçimleri çoğunlukla isabetsiz oluyor. Bunda erken evlenmelerin de büyük etkisi var.”

Ablam konuşmamızdan hoşnut olarak ayrıldı. O ayrılınca kafam bir süre donuklaştı. Böyle konuşarak C’yi küçümseyip üzüntüye mi atıyorum? Bu, bir tür ondan vazgeçtiğimi duyurma mı oluyor? Bunları duyunca de düşünecek? “En iyisi Hanife halamla konuştuktan sonra son sözümü söylemeliyim!” deyip başka düşüncelere daldım. Hilmi av sever, hemen arkadaşları ayarlamış, pazar günü beni de ava götürecekler. Mustafa ağabey için pazarı seçmişler. Diğer günler onun her gün dersi var. Avlanmayı sevmem ama bu defa buna sevindim. Özlediğim kırları göreceğim. Av alanları olarak, Büyük, Küçük korular, Ardıçlık, Göksu yöreleri, Bağlık tarafı, kepirlikler. Ardıçlık’la Göksu özellikle keklik, tavşan, tilki için. Koruluklarda ayrıca, kurt, tilki domuz da bulunur. Ben yerleri merak ediyorum. Bizim bağımız Küçük Koru dediğimiz sık ağaçlı ormandır. Derin dereleri sık ağaçlar orasını korkutucu yapar. Bağda üzüm beklerken tek korktuğum orasıydı. Kötülük yapmak isteyenler oradan gelir diye düşünürdüm. Bu duygularım nedeniyle uzun zaman o yöre rüyalarıma girmişti. Nedense oraları bir daha görmek istedim. Ardıçlık aslında çok güzel bir yer. Yaz kış yeşillik. Şimdi Alpullu bahçelerinde de yeşillik vari çam ağaçları, bizim ardıçlara benziyor. Ama çamlar daha büyük, kavak gibi uzamışlar. Ardıçlar, kara çalılar gibi uzamıyorlar. En uzunları olsa olsa iki üç metre dolayında oluyor. Ardıç mardıç derken uyumuşum.

 

28 Şubat 1939 Salı

 

Tıkırtılardan uyandım. Ablam Gülsüm’ü okula gönderiyor. Kalkmayı düşündüm. Vazgeçtim. Eskiden olsaydı kalkar, birilerine yardıma koşardım. Şimdi bana iş yaptırmıyorlar. Belki de yapmak istemediğimi düşünüyorlar. Yabancı konuk durumundayım. Kalkıp ayak bağı olmamak düşüncesiyle gene yattım. Uyumuşum. Giderek yükselen seslerden uyandım. Nerdeyse öğle olmuş. Bu kez konuşanlar ablamlarmış. Küçük ablam gelmiş, az kalacakmış, kaldırmayı düşünmüşler. Kalktım. Uyku durumumu sordular. Okulda düzenli yatıp kalktığımızı anlattım. İnanamadılar. Küçük ablam bu arada okulda eşyalarımı nasıl topladığımı, temizliğimi kime yaptırdığımı, yataklarımın ne durumda olduğunu, birer birer sordu. Tüm işlerimi kendim yaptığını anlatınca gülmekten kırıldı. Daha doğrusu inanamadı. Anlattıklarıma iki ablam da güldüler, “Erkekler bu işleri yapamazlar ya da yapmazlar!” dediler. Büyük ablam Ali Ağabeyimi, küçük ablam da Ali Eniştemi örnek vererek “Akşam çıkardığı çoraplarını sabah bulamayan, eşyalarını düzgünce bir yere düremeyenleri gördükçe senin anlattıklarına inanmak zor!” dediler. Ben, okulun düzenini Öğretmenlerin sürekli gözlediklerini, yapmayanların cezalandığını söyleyince sanırım biraz da benim adıma üzüldüler. Çamaşır işlerimizi, yırtılan bir yerimizin dikilmesini, dolaplarımızın düzenini uzun uzun anlattım. Sonunda konu, benim yetişme koşullarıma geldi dayandı. Ailede 7. çocuktum, en küçüktüm. Annem beş yaşım içinde öldü. Beni herkes kolladı ama, gene de ortalıkta kalmış durumdaydım. Ortalıkta büyüdüm. Gösterilen yerde yattım, “ye!” denilen yemekleri yedim. Okudum ama bir işi başından sonuna, diğer köy çocukları gibi yapmadım. Ablalarım, bunları düşünerek, benim disiplinli yerlerde iş konusunda sıkılacağımı düşünüyorlarmış. Salt çamaşır, dolap toplama değil, öteki sanat çalışmalarında da sıkılacağımdan kaygılanıyorlarmış. Ben, duruma olumlu yaklaşıp işsever bir tavırla anlatınca, ablalarım mutlu mutlu güldüler.

Biz konuşurken babam geldi. Bir işi çıkmış, kahvede bir süre bulunmamı söyledi. Salim amcam ocağı çalıştırıyormuş, “sen o işlere karışma sadece orada bulun, bir yığın gazete geldi, okursun!” dedi. Kahveye gittim. Kahvede gündüzleri genellikle köyün yaşlıları bulunur. Yaşlılar, kahveye gündüz gelirler. Bizde gelenekleşmiş bir durumdur bu. Gençler gündüzleri kış-yaz kendilerine bir iş bulur onu sürdürürler. Akşam olunca da kahveye çıkarlar. Evin yaşlısı kahvede ise o orada kaldığı sürece, evin genci kahveye girmez. Bu nedenle yaşlılar haksızlık etmemek için gündüzleri gelir kahvede söyleşirler. Ben de yıllardır onlara -yeni gazete geldikçe- gazete okurdum. Beni görünce “Sen gideli bize kimse gazete okumadı, gelmişken birkaç gazete oku da dünyayı öğrenelim, Alaman ne yapıyor, İngiliz iyice panikledi mi, bizim palikaryalar, gerçekten bizimle dost mudur? Öğrenelim!” diye takılanlar oldu. Gazete dedikleri ise Köroğlu ile Karagöz gazeteleriydi. Bu kez, Vakit, Akşam, Cumhuriyet gelmiş. Nedense bu üç gazetenin yazılarını bizim köylüler pek istemiyorlar. Okumaya başlayınca sıkılıp, ”Haberleri oku!” diyerek kestiriyorlar. Edirne’yi soranlar oldu. Bildiğim kadarıyla anlattım. Edirne’yi görmüş olanlar var, ama uzun zaman içinde unutmuşlar. Akıllarında bir kaç ad kalmış, ben anlatınca anımsar gibi olup sevindiler. Alpullu deyince ilk soruları “Fabrikayı gezdin mi?” Benim de en büyük mutluluğum fabrikayı yarım da olsa gezmiş olmam. Biraz abartarak anlattım. 10 yıldır fabrikaya pancar taşıdıklarını, buna karşın kapısından içeriye giremediklerini hayıflanarak anlattılar. C’nin babası geldi. Giderken söylediklerini birer birer anımsıyorum, gene dikkatle dinledim. O Edirne’yi ötekilerden daha iyi biliyor. Bezesteni, Sarayiçi’ni, Kıyık’ı, camileri, köprüleri yerli yerinde anlattı. Ayrıca Karaağaç’ı benden daha iyi bildiğini anladım. Bülbül Adasını benden sordu. “Bilmiyorum!” demeyi içime yediremedim. “Uzaktan gördüm!” diye utanarak yalan attım. O, iyi niyetiyle “Tabii uzaktan göreceksin, kışın sular yükselir, sel suları içinde adaya çıkacak değilsin ya!” diyerek beni destekledi. Böylece Bülbül adasının nehirlerin içinde bir yer olduğunu anlamış oldum. İyi ki çok kalmadı, ayrıldı. Kalıp başka sorular sorsaydı kesinlikle mahcup olacaktım.

Babam gelince biraz buruk olarak eve döndüm. Silahşörlere devam ediyorum. Okudukça ilgimi çekmeye başladı. Paris’e gittiler. Bakalım Paris’te ne yapacaklar? Hasan kitabı verirken birşeyler söyledi ama çoğunu unuttum… Ablam, yemek konusunda isteklerimi sordu. Evde çoğunlukla etli yemekler, kavurma ile yapılmakta. Buna karşın tavuklar çok taze oluyor. Okul tatlılarını saydım. Baklava, revani, tulumba tatlısı, kadayıf, kremalı tatlılar, kaymaklı ekmek tatlısı vb. derken ablam “Tulumba hariç hepsini yaparım!” dedi. Ablamın kadayıflarını, aşurelerini bildiğim için bunlardan istedim. Ablam tulumba istediğimi sanarak, onun yapımının çok oyalayıcı olduğunu, bu yüzden pek yapmadıklarını söyledi. Benim için tatlı seçimi yok, yeter ki tatlı olsun. Bunu deyince ablam güldü, bir anımızı anlattı. Annemin sağlığında olan bir olay.

Ablam anlatılınca anımsar gibi oluyorum ama, çok silik, gölge gibi anılar. Unutmadıklarımdan birisi, yoğurda dönmesi için ocağın kenarına çekilmiş süt tenceresinin kapağını açıp sütün kaymağını parmakladığımdır. Süt kaymağını çok seviyordum. Oysa ocak kenarına çekilen süt, yoğurt olması için beklemeye bırakılıyormuş. Kapak açılıp karıştırılınca, yoğurt tutmaz ya da beklenen kıvamı bulmazmış. Annem beni bir gün yakaladı, “Bir daha yaparsan, seni buraya kapatırım!” dedi. Gösterdiği yer karanlık banyo idi. Çok korkmuştum. Anneme “Kapatma bir daha yapmayacağım!” diye yalvarmıştım. Öteki anı da şekerle ilgiliydi. O günler beyaz şekerler top gibi yuvarlaktı. Kahvede kullanılacak şeker, çoğunlukla evde kırılırdı. Kim kırarsa bana bir pay ayırırdı; ben de buna alışmıştım. Şekerlerin bulunduğu yere girenleri görünce hemen oraya koşardım. Bir gün top şekerin tepsi içinde durduğunu gördüm, kırıcı da yanındaydı. Bir süre yalanacak kadar kırıntı bulmuştum ama bu yetmemişti. Kıramadım. Şekeri aldım dışarıya çıkardım. Elime geçirdiğim bir sert nesneyle vurmaya başladım. Bu arada elime vurunca ağladım. Kendimi ele vermiştim. Annem bu kez banyoyu göstermedi ama şeker kırma işi ortalıktan kaldırıldı. Bir daha da o kafam büyüklüğündeki beyaz şekerleri görmedim. Ablam, “Sen oldum olası şekercisin, (kızı Gülsüm için) benim kızımsa tatlıyı sevmiyor. Bayramlarda bile ellerin çocukları şeker için evleri dolaşırken Gülsüm elini evdeki şekerlere bile sürmez!” Ablamın ağzından kızıyla ilgili ilk kez duygusal bir söz duyuyorum. Demek onun da benim gibi tatlı sevmesini istiyormuş!

Yalnız kalınca D’Artagnan gibi ben de silahşörlere katılıp Paris’e gittim. (! ) Onları, bekleyen dostlarından önce başkaları karşıladı, bunlarla kıyasıya savaştılar. Karşılarına çıkanların çoğunu öldürdüler. Üç Silahşörün kralın adamları olmasına karşın, uzun uğraşlardan, karışık işlerden sonra kralın yanına gittiler. D’Artagnan’ı önce çok sevmiştim. O da benim yaşımda, yalnız bir genç gibi geldi bana. Oysa o hiç de öyle değilmiş. Küçük yaşına karşın, büyükler arasında bulunmuş, iyi yetişmiş, korkusuz bir yiğit. Sonunda kraldan bol bol altın da aldı. Ben, D’Artagnan adına sevinirken, dışarıda sesler oldu. Baktım; Gülsüm okuldan geldi. Bir süre onunla çalıştık. Yazısının okunaklı olmasını istedim. Beni kırmadı, istemeye istemeye iki sayfa yazı yazdı. Kalemi doğru tutmuyor, bu nedenle de düzgün yazması zorlaşıyor. Geçen sene de böyle tutarmış. Ben geçen sene de bazen ilgileniyordum, ellerine hiç bakmamışım herhalde. Matematik çok zayıf, çarpımları parmak sayarak yapmaya kalkışıyor. En sevdiği iş kağıt kesmek, bol bol elişi kağıdı almış, onları kesip kesip yapıştırıyor. Ablam, onun bu tür çalışmalarından hoşnut, “Kız çocukları böyledir, varsın eli makasa alışsın!” diyor. Bu arada ablam, “Köyümüzde haftaya bir düğün var, duydun mu?” dedi. Duymamıştım, ablam anlattı. Benim arkadaşlarımdan aynı zamanda adaşım İbrahim’e Kızılcıkdere’den gelin gelecekmiş. Böylece İsmet’in köyüne gelin alayıyla gideceğiz. Uzaktan akrabalığımız olan Durmuş Şerif’in oğlu İbrahim daha önce de evlilik geçirmişti. Köyümüzün güzel kızlarından biri ile evlenmişti. Nedense anlaşamadılar, gelin giden güzel Arzu (köyde böyle ad yapmıştı) bir gün kendi evine döndü, olay bir giz olarak kapandı gitti. Gerçi bir ara Arzu’yu kaçırma sözleri edildi, tehditler yapıldı ama sonuç değişmemişti. Ailesi Arzu’yu Tekirdağ taraflarında bir yere verdiler, onu bir daha göremedik. Arzu, evlenmeden önce de, evlenip ayrıldıktan sonra da küçük ablama yakın oturdukları için gelip gidiyordu. Benimle de konuşuyordu. Bir keresinde ben adaşıma dönmesini söyleyince, bana, “Seninle evlenirim ama ona dönmem!” demişti. Ben güldüm geçtim. Arzu gittikten sonra ablam bana çıkıştı, “Neden ona ağzının payını vermedin?” diye sorunca, şaşırmıştım, “Neden yanıt vereyim?” Ablam, “Senin gibi dullara mı kaldım? demeliydin. O çok şımarık yetişmiş biri, burnu havalarda, kiminle evlense uyum sağlayamaz!” Ben çok yanlış anlamıştım. “Seninle evlenirim” deyince bayağı da sevinmiş, beni onurlandırdı sanmıştım. Düşündükçe ablamı haklı buldum, anlayışsızlığıma o zaman ben de şaşmıştım. İbrahim bu kez Kızılcıkdere’den evleniyor. Kızılcıkdere benim annemin köyü. Şimdi ise İsmet’in köyü olarak anılmaktadır. Annemin ablası Elif Teyzem, oğlu Mehmet Dayım, İsmet’in annesi Zühre Teyzem, onların kardeşleri Ali Dayımlardan başka babamın akrabaları hep Kızılcıkdere’de oturuyor. Bu kez gidince hepsini gezip göreceğim. Gece İsmet’lerde kalsam bile gündüz dolaşacağım. Elfide Halamın tembihi de buydu: “Akrabalarını, gör, tanı, unutma!” Evet halacığım, akrabalarımı bulup tanıyacağım, unutmayacağım. Söz! İbrahim arkadaşı düşündüm, ikinci evliliğini yapıyor. Daha önce ailesi neden acele etmişti ki? Herhalde annesi istiyordu! Eve gelin gelince onun işleri hafifleyecekti. İbrahimler, köyün orta tarafında dere boyunda oturuyorlar. Evlerinin dereye inen bahçesi çok diktir. Bahçenin hemen kenarından geçen dere orada sürekli göl yapar, gölde balık bulunur. O balıklar nedeniyle İbrahim’e oyuna giderdik. Benim buna alışmam biraz da küçük ablam nedeniyle olmuştu. Ablam yaşıtı İbrahim’in de ablası vardı. Sık sık buluşurlar, ya bizde ya da onlarda olurlardı. Böylece İbrahim’le arkadaşlığımız okul öncesinden başlamıştı. Onların evleri iki katlıdır. Alt katta tutunup tırmanacak yerler vardır. Buralara tutunup saatlerce oynardık. İbrahim çok güçlü bir çocuktu. Benden hızlı koşar, güreşte de beni yenerdi. Babası gençliğinde güreşmiş, çoğu kimse kendisini Şerif Pehlivan diye anardı. İbrahim’e öğretmiş olacak, güreşe başlar başlamaz kendimi yerde bulurdum. Sonra sonra ben güreşten vazgeçtim. Üstünlük adaşımda kaldı. Okulda da arkadaşlığımız sürdü. Bu kez beraberliğimiz çoğunlukla bizde olurdu. Kahve bahçesinde oyundan bıkınca dere kıyısına inerdik. İndiğimiz yerde de İbrahimlerin gölü gibi bir balıklı göl vardı. Burası da arkadaşlarımız olan Nebilerin bahçe kenarıydı. Bizi görünce Nebi de gelir balıklara bakardık. Suya girmek, üstümüzü ıslatmak yasaktı. Üçümüz de bu kurala uyardık. Zaten Nebi’in annesi sık sık bakar, gerekirse uyarırdı. Dereye gelip giderken C’yi görürdük. C’nin benim yavuklum olduğunu İbrahim bilirdi. Aramızda konuşurken “Yavuklun bakıyor, yavuklun geliyor” diye beni uyarıyordu. Bir gün onun da yavuklusu olmasına karar verdik. Sanırım 2. sınıfta okuyorduk. Ben o zaman Arzu’yu önerdim. İbrahim istemedi. Öteki kızları birer birer saydım, hiç birisini istemedi. Ona düşünme zamanı tanıdık, karar verince söyleyecek, karşı tarafa, yani seçeceği kıza durumu ben duyuracağım. Bir süre sonra İbrahim yavuklu işinden vazgeçtiğini söyledi. Bulmasına bulmuş ama ben gidip söyleyemeyecekmişim. Kim olursa olsun çekinmeden söyleyeceğimi, anlattım. Olmazsa ağabeylerimden yardım alacağımı, söyledim. Bana inandı, seçtiği yavukluyu bana söyledi. Oyun arkadaşımızdan yaşdaşımız olan Nebi’in annesini seçmişmiş. Şaşırdım, “Anneler olmaz, ablalar olmaz, yabancı olmaz, çocuklar olmaz, olursa bizim kız arkadaşlarımızdan olacak!” diye kural koydum. İbrahim, “Nebi’in annesinden başkası olmaz!” diye diretti. Uzun süre aramızda çok önemli bir giz olarak kaldı, kimseye açmadık ama arada Nebilere gidince bakışıp gülüşüyorduk. Bir gün biz iç odada kıkırdaşırken Nebi’in annesi geldi, ikimize birden “Siz ne kıkırdaşıyorsunuz öyle bakalım?” diye yüksek sesle sordu. Arkasından da “Neden gülüştüğünüzü bana söylemezseniz, sizi bir daha bu eve almam!” deyip gitti. Biz, suçluluk duygusu içinden evden ayrıldık. Bir daha da Nebi’lere gitmedik. Daha doğrusu gidemedik. Bir süre sonra ben bunu küçük ablama anlattım. Ablam da İbrahim’in ablasına anlatmış. İbrahim’in yavuklu öyküsü ablalarımız arasında bir süre gülme konusu olarak kaldıysa da sonradan bizim dışımızdakilerce unutuldu gitti. İbrahim’le ben bunu, anı olarak günümüze dek getirdik, Nebi’lere bir daha ayak basmadık. Özellikle ben dereye, atları suya götürüp getirirken kapılarının önünden geçmek zorunda kalıyordum. Göz göze gelmemek için kaçarca uzaklaşıyordum. Şimdi bile karşılaşsam teyzeden utanacağımı sanıyorum. Sanırım Nebi de annesi gibi bunu hiç duymamıştır. İbrahim’i görünce bunları anımsatacağım. Düğün telaşından olacak üç gündür kahveye gelmedi, görüşemedik. “İkimiz de şanssızmışız, yavuklularımıza kavuşamadık. Tıpkı Ferhat gibi, Mecnun gibi, Kerem gibi” diye takılacağım…

Ablam arada bakıyor, “Hep yazıyorsun, derslerin o kadar çok mu?” diyor. “Çok değil ama gelecek konular için hazırlık yapıyorum!” Ali Ağabeyim dün Lüleburgaz’a gitmişti. Bugün de Kırklareli’de. Salı günü oranın pazarı, gidenler olunca onları götürüyor, bu arada varsa kendi işlerini de görüyor. Ancak Kırklareli Lüleburgaz’dan bir saat kadar daha uzak olduğundan geç geliyor. Kırklareli gidişi zor, gelişi kolay, kış rüzgarları giderken yüze, dönüşte arkadan geliyor. Lüleburgaz’ın ise tam tersi. Bazı şakacı köylüler “En iyisi Lüleburgaz’a gidip, Kırklareli’den dönmeli” diye birbirine takılırlar. Bu, kışın böyle, baharlarda ya da yazın, böyle bir fark söz konusu değil.

Hava kararmaya yönelince ışık yetersizliğinden evde yazmak zorlaşıyor. Zaten yazmayı bırakmak istiyorum. Fikret Madaralı Öğretmenin deyimiyle Ruznamemi gündüzleri yazmak zorundayım. Kadir’i anımsadım. “Gelirim!” demişti. Pazar günü gelse de ava beraber gitsek! Ferhat’ın babası bizim köyde çalışıyormuş, kahvede konuştuk, onunla haber gönderebilirim. Ferhat benim okul arkadaşlarımdan, Kadir’i tanır. Ferhat’ın kardeşi Rafet de Kadir yaşdaşıdır. Sanırım aynı sınıflarda okudular. Ali, Hüseyin, Ferhat, Rafet dört kardeştiler. Ali ile Hüseyin bizden büyük. Ferhat benim yaşdaşımdır. Ali ağabeyim geç gelecek diye ablam kaygılanıyor. Kış mevsiminde Ali ağabeyimin Kırklareli pazarına gitmesini hiç istemiyor. Kırklareli’ye iki yoldan gidiliyor. Biri İsmet’in köyü Kızılcıkdere’den, diğeri daha kısa olan Kavakdere, Asılbeyli köylerinden geçiliyor. Bu yol daha kısa ama, ablama göre tehlikeli. Şeytan deresi denilen sudan geçmek var. Bu dere Istrancaların (dağların) arka içlerinden gelmektedir. Bu nedenle çok geniş bir su toplama alanı vardır. Kırklareli’nin görünür yörelerinde hava apaçıkken bile Şeytan deresi taşabilir. Özellikle bizim köyden giren yolun geçit yerinde köprü yoktur. Üstelik dere tabanı çok kum, suysa sık sık yatak değiştirmektedir. Sabah giderken geçilen yer, akşam dönerken değişmiş olabilir. Bu nedenle kışın bu yoldan gitmek her zaman tehlikelidir. Kısa olduğu için insanlar bir umutla oradan dönüyor ama arada çok büyük zararlara da uğramaktadırlar. Böyle bir selle karşılaşınca geri dönüp öteki yoldan gelmekten başka bir kurtuluş bulunamamaktadır. Bu nedenle ablam kışın Kırklareli’ye gidilmesini tehlikeli sayıyor. Hava iyice kararınca ablamın tasası arttı. Onu yalnız bırakmamak için evde kaldım. Gülsüm’le ders çalışırken Hilmi geldi. Annesi Hanife halam beni görmek istemiş, konukları gitmiş, yarın uğrarsam sevinecekmiş. Hanife Halamı ilk günden görmek istediğimi evdekiler hep biliyor. Söz verdim, yarın gideceğim. Hilmi ile biraz konuştuk. Ayrıldığımdan bu güne tüm olayları bana sıraladı. Biri hariç köyden ayrılmamışım gibi bilgi sahibi oldum. Hilmi köyde sevilen biri, kimseyle çatışmaz, kimseye de sıkı sıkı bağlanmaz. Akranlarımız içinde en çok bana yakındır. Bu yakınlık bana bir çok konularda yarar sağladı. Bana yakınlığını hep annesi olan Hanife Halama borçlu olduğumu unutmayacağım. Hilmi, Halamın tek çocuğu. Halam onun okumasını istedi. 3. sınıfı bitirince 4. sınıfa devam olanağı bulamadık. İki yıl sonra yakınızda, Hamitabat 5 yıllık okul açılınca birlikte gittik kayıt yaptırdık. Bir süre sonra Hilmi vazgeçti. Nedenini bana söylemedi. Ancak bana “O okula bir daha ayak basmam!” diye kesin bir tepki gösterdi. Çok sonra Başöğretmen Nuri Beyden öğrendim . Bir yanlış değerlendirme olmuş, ders öğretmeni Hilmi’yi bir gün dersten alıp Başöğretmene götürmüş. (Okul Müdürü) Öğretmen müdüre, “Bunun başında kel var, öteki arkadaşlarına da bulaştırabilir!” demiş. Baş Öğretmen, Öğretmenin bu tanısı karşısında Hilmi’ye “Babana söyle bir rapor aldırsın, dayını ben de tanırım, Kırklareli hastanesinde çalışmaktadır. Rapor almanız çok kolay, rapor alıncaya dek okula gel!” demiş. Demiş ama Hilmi, ders Öğretmeninin, arkadaşları içinde onu utandırmasını bağışlamadı, kesinlikle dönmeyeceğini söyleyerek, anne-babasına karşı durdu. Tek çocuk olduğu için aile Hilmi’nin kararına boyun eğdi. Benim kanıma göre Hilmi okula devam etseydi çok başarılı olacaktı. 4. sınıfa kayıt yaptırınca okul Başöğretmeni bizi ayrı şubelere vermişti. Ayrı köyden geldiğimiz için kolay kaynaşmamızın bu yoldan daha çabuk olacağını düşünüyordu. Birinci haftanın sonunda benim tek arkadaşım yokken Hilmi tüm sınıf öğrencileriyle kaynaşmış durumdaydı. Bahçede çocukların Hilmi’ye beni göstererek, “Arkadaşın yeni mi geldi?” diye sormalarını hiç unutmadım, Hilmi ile aramızdaki farkın benim aleyhimde olduğunu o saat anlamıştım. Bir başka ilginç anım da bisikletle ilgili bir sınamadır. Kırklareli’ndeki Hasan Amcam, Hilmi’nin de dayısıdır. Yazları bazan köye bisikletle gelirdi. Bir keresinde izin verdi, harman yolunda bisiklete bindik. Hilmi üçüncü denemede sürdü gitti. Ben saymadım ama 10. denemede de başarılı olamadım. Bir başka denememiz ise müzikle ilgilidir. Ben kahvedeki gramofonu iyi kullanırım. Babam güvendiği için çalmama karışmaz. Hilmi ile plak dinlediğimiz olur. Bir şarkıyı iki üç kez dinleyen Hilmi, o şarkıyı baştan sona söylemeye başlar. Abbas Amcam bağlama çalar. Hilmi’nin de dayısıdır. Dayısının bağlamasını birkaç kez saklıca alan Hilmi, bir süre sonra bağlama elinde çalmaya başladı. Abbas Amcam bağlamayı Hilmi’ye devretti. Hilmi’nin bu yeteneklerini gören Hanife Halam, belli etmeden için için üzülüyordu. Ben okumayı sürdürünce Hanife Halam, sanırım biraz da bu yüzden, beni de oğlu Hilmi kadar seviyordu. Hilmi’ye göre annesi Hanife Halam beni ondan daha çok seviyormuş. O, açık açık böyle der. Hanife halam sık sık anlatırdı. Üç kardeşlermiş. En büyüğü Hanife Halam, bir küçüğü, Kırklareli’deki Hasan Amcam, en küçükleri Abbas Amcam. Babaları Mehmet Amcam İstanbul’a taşınınca, halam okula başlamış. Halam ilkokulu bitirdiği yıl Balkan savaşı patlak vermiş. Savaş sürecinde yengem vefat etmiş. Hasan Amcam okula başlamış. Arkadan başlayan Büyük Savaş aileyi, bir çok aileler gibi çaresizliğe sürüklemiş. Amcam, büyük oğlunu Dar-ül Eytam’a yatılı vererek kızı ile küçük oğlunu alıp köye dönmüş. Halamın okuma isteği kursağında kalmış. Bir süre sonra da evlenip, kurduğu düşlerini yüreğine gömerek yaşamını köyde sürdürmüş. Kendi okuyamayınca, oğlunda denemek istemesi biraz da bundandır. Hilmi de okumayınca Hanife Halamın tutkusu bende yansımaya başlamış. Sanırım oğlu ile karşılaştırma filan değil bu, doğrudan doğruya okuma duygusunun yakınlığı olsa gerek. Ayrıca Hilmi ile sürdürdüğüm iyi arkadaşlık, Hilmi’nin yabancılara gitmesini de önlediği için, bu da halamı memnun etti. Hilmi’yi benim aracılığımla sürekli denetledi. Evlenmeden önce kızlarla olan ilişkilerini çok merak ediyordu. Bunu bildiğim için o sormadan ben anlatırdım.  Hanife Halam, evinde huzur sağlayacak bir gelin istiyordu. Böylesi ise varlıklı ailelerin şımarık kızlarından çıkmazdı. Köyde birkaç ailenin böyle kızları vardı. Halam bunlardan birisi Hilmi’yi kandırır diye çok kaygılanırdı. Halamın bir kez beni dinlerken ağladığını hiç unutamıyorum. Köyün çok eski geleneklerinden birisi gece imeceleridir. Mısır soyma, yine mısır tanelerini ayırma, yünleri kabartma gibi işler hep imecelerle sürdürülür. Bu imecelere bekar kızlar, delikanlılar katılır, şarkılarla, türkülerle hem eğlenirler hem de iş görürler. Mısırlar toplanınca koçanlar gömleklerinden böyle ayrılır. Koçanındaki mısırlar tane olarak gene imecelerde ayıklanır. Kırkılmış koyun yünleri kabartılır. Tütün ekenlerin benzer işlerine imecelerle yardım edilir. Bu tür imecelerde Hilmi aranan bir arkadaştır. Şakacıdır, hoşgörülüdür, şarkı söyler. Çalışmalar geç saatlere dek sürer. Sonunda erkekler evlerine gider, kızlar imece evinde kalırlar. Köyün alt taraflarında bir imecede oldukça geç kalmıştık. Ayrılırken, Hilmi “Ne olur biz de burada uyusaydık, evimiz uzakta, şimdi nasıl gideceğiz!” gibilerden takılmıştı. Köyün ağa kızlarından Güzel Arzu, Hilmi’ye yanıt verdi. “Üzgünüz, size kapımızı kendi elimizle açamayız. Ama hüneriniz var da kapıyı kendiniz açabilirseniz, bir minder de size atar, uyumanıza izin veririz!” Hilmi gülerek, “Pekiyi öyleyse, yastık istemez”, beni göstererek, “iki minder hazırlayın, biz geleceğiz!” dedi. Şaka olarak söylenmiş sözler diye herkes güldü, ayrıldık. Yolda erkek arkadaşlar Hilmi’ye “palavracı, arkasından kapalı kapıyı nasıl açarsın?” diye takıldılar. Bizim evler en yukarda olduğu için en sona kaldık. Hilmi, kolumdan tuttu, beni geri döndürdü. Hiç konuşmadan imece evine geri döndük. Herkes uyumuş. Hilmi giriş kapısına hiç dokunmadı. Yandaki odanın kapısını yokladı, belindeki bıçağı çıkarıp aralıktan soktu, kapıyı açtı. İki odanın ara kapısı varmış, Hilmi onu anımsamış, onu da kolayca açtı. Arzu’ya seslendi: “Arzu, bizi neden beklemedin?” diye sordu. Arzu şaşkın, kem küm etti, titredi. Kendisine bir kötülük yapacağımızı sandı, ağlamaya başladı. Güldük, geldiğimiz gibi çıktık. Biz kapının önünden ayrılırken Arzu kapıyı açtı, “İsterseniz, bitişik odada yatın!” dedi. Biz, gecenin kahramanları olarak evlerimize döndük. Bunu bir süre kimseye söylemedik. Kızlar kendi aralarında konuşmuşlar, giderek de yayılmış, Hanife Halamın kulağına gelmiş. Halam köyün güzel kızı Arzu’ya “Hem güzel hem de akıllı!” demesine karşın, oğluyla ilişkisi olabileceği kaygısına kapılmış, beni günlerce sorgulamıştı. Kuşkusu zamanla azaldı, sonunda inandı. Sonra da Arzu ile arkadaşımız İbrahim’in düğünü oldu da halam huzura kavuştu. Halam, “Arzu, iyi, güzel akıllı ama, bana gelin olamaz, ben onun şımarık davranışlarına katlanamam. Oğlumla aramız açılır, böyle bir evlilik hiç düşünmüyorum!” derdi. Gerçekten halam haklı çıktı, Arzu, evlendikten birkaç ay sonra baba evine döndü. Hilmi ile konuşmamız uzayınca ablam, yemek teklifinde bulundu. Hilmi kalmadı. Tam kalkarken Ali Ağabeyim Kırklareli’den döndü. Ablam başta olmak üzere hepimiz sevindik. Sel falan olmamış, götürdüğü insanların işleri uzun sürmüş, ondan geç kalmışlar. Ali Ağabeyim Kırklareli’de İsmet’in babası Muhittin Eniştemi görmüş. Eniştem beni sormuş bir de haber göndermiş; “İsmet geldiğinden beri uyuyor, ders mers çalışmıyor, dayısı bunu bilsin!” demiş. Muhittin Eniştem benim çalıştığımı düşlüyor herhalde.

Yemekten sonra Ali Ağabeyimle kahveye gittik. Babam çok yorulmuş, o ayrıldı. Mustafa Ağabey, arkadaşlardan bazıları vardı. Çoğunlukla onlar konuştular ben dinledim. Hasan Amcam bir zeybek plağı göndermiş, onu dinledik. Sözsüz, yalnız çalgılarla çalınıyor. Mustafa Ağabey bir tarafına Sarı Zeybek dedi. Ötekini de duymuş ama adını anımsayamadı. Konuşma avcılığa döndü. Onlar sık sık yapıyorlarmış. Konu açılınca Tabiat Bilgisi derslerimizi anımsadım, av hayvanlarını sordum. Tavşan, tilki, domuz, sığırcık, bıldırcın, keklik, çil, toy, yaban ördek, karabatak adlarını sıraladılar. Tavşanların tam av zamanıymış. Derslerde ev hayvanları gibi kır hayvanlarını da bize sorduklarını anlattım. Mustafa Ağabey, “Edirne yöresinde bizden daha çok kuş türü vardır!” dedi. Böyleyken Edirneli arkadaşların benim kadar kuş adı sayamamalarına şaştım. Kuşların Meriç kıyılarında barındıklarını ilk Mustafa ağabeyden duydum. Meriç kıyısından gelen arkadaşlar neden bunu söylemediler? Sefer Tunca, Fettah Biricik, Ali Önol Meriç kıyısında oturuyorlarmış. Okula dönünce bunu onlara soracağım. Özellikle Fettah’a “Sen, kendi köyünün çevresini iyi öğren!” diyeceğim. Mustafa Ağabey, av hayvanlarının nerelerde bulunduğunu, niçin oralarda bulunduklarını anlatıyor. Kekliklerin en çok bulunduğu yerleri ben de biliyordum ama niçin orada bulunduklarını hiç düşünmemiştim. Köy meramızın Ardıçlık denilen bir yöresinde, ne zaman gitsem keklik sesi duyardım. Meğer keklikler ardıçların kozalak döküntülerini çok severmiş. Tavşanlar hakkında pek bilgim yoktu. Tavşanın her yerde olabileceğini sanıyordum. Onların da seçilmiş yerleri varmış. Sayadere, Kurudere yamaçlarıyla Paşaağılı denilen alanlarda daha çok tavşan oluyormuş. Buraların birinci özelliği, yol olmadığı için insanların oralara pek gitmemesi, yokuşların güneşe karşı oluşu, kuzey rüzgarlarından fazla etkilenmemesi buna karşın çok çeşit ot bulunması, tavşanları oraya çekiyormuş. Yaban ördeklerini biliyorum, su toplanan yerlerde oluyorlar. Bizim köyde üç yer vardır. Toylar çok yabanıldır, onlar köyden uzak sulak yerlere konarlar, Çeşmedere onların uğrak yeridir. Sulak, çayırlık. Özellikle sonbahar kış aylarından pek insan uğramaz. Zaman zaman balıkçıl, yaban kazı, karabatak da uğrar. Ancak nedense bizim avcılar balıkçılları avlamazlar. Leyleklerle kırlangıçlar gibi balıkçıllar, turnalar da kutsal sayılırlar. Avcılık üstüne yapılan konuşmalardan çok yararlandım. Benim bildiğim olaylar ama bir ip ucu yakalarsam daha derinliğine anımsayıp bilgileniyorum. Gene de avcılığa merak sarmıyorum. Bir ara çift namlulu bir tabanca taşıdımsa da onu çok az patlattım. Bu akşam söze avcılıkla başladık avcılıkla bitirdik. Söz benim üstüme yıkılmadı. Mustafa Ağabey benim sıkılacağımı düşünerek konuyu hep köyün içinden aldı.  Ötekiler de ona uyarak bana soru sormadılar. Buna çok sevindim. Eve dönünce içim rahat olarak yattım. Gene de aklım C’ye takıldı. Hilmi hiç oralı değil. Sanki bir bilgisi yokmuş gibi, sözü hep başka yerlere götürüyor. Geçmişi anımsatırken dikkatlice C’den sıyırarak sözleri sıralıyor. Bir bakıma iyi oluyor. Konuyu açsa ne söyleyeceğim ki? Tavşanların bulunduğu yerleri düşledim, bizim oralarda tarlalarımız vardır. Bağlık tarafında her türlü kuş olduğunu biliyorum. Özellikle ilkbahar, yaz, sonbahar aylarında sürülerle kuş olur. Bizim avcıların görünce kendilerini tutamadıkları sürekli iki kuş vardır, karga, saksağan. Eline tüfek alan bunları vurmak için can atar. En zararlı kuşlardır. Bir ara tarım kurumlarından saksağan, karga başlarına para bile veriliyordu.

 

1 Mart 1939 Çarşamba

 

Geç kalktım. Daha doğrusu ablam uyandırdı. Kahvaltı ettim. Babam beni kahveye çağırmış, gittim. Babam kalem kağıt hazırlamış. Dükkana geçtik. Babam, tarlalarımızın semt semt adlarını yazdırdı. Köyde hemen hemen herkesin ortaklaşa kullandığı semt adları vardır. Kurudere, Sayadere, Çeşmedere, Müsellimsırtı, Bağlaryakası, Şarapyolu, Kuştepe, Harmangölü vb. gibi. Bir de babamın sonradan satın aldığı tarlalar vardır. Bunlar alınan insanın adıyla anılır. Nasuhtarla, vb. gibi. Bunları dikkatlice yazdım. Bitirince babam bana, “Bunları biliyor musun?” diye sordu. Çoğunu biliyordum, bilmediklerim de vardı. Bunu söyleyince, “Hava güzel, bugün seninle çıkıp gezelim, tarlaları yerinde gör, istersen adlarını, tamamının kaç dönüm olduğunu bir yere yaz.” Babamın benimle gezmek istemesi hoşuma gitti. Hemen hazırlandım. Ancak babama, “Bugün halama uğramak üzere söz vermiştim, haber vereyim!” dedim. Babam, “Evlerinin önünden geçerken, akşama geleceğini söyleriz, onun için daha iyi olur!” dedi. Hazırlandık, halamlarım kapısı önünden geçerken babam konuştu. Oradan dere boyu denilen semte indik. Köyaltı ya da dereboyunda, ada dediğimiz parçalardan (buralara biberlik ya da sebzelik de denir) başladık:

1. Biberlik: 500 m2

2. Küçük ada: 2000 m2

3-Ebenin yeri: 4000 m2

4-İkiz adalar ya da mezarlık altı: 6000 m2

 

Kurudere boyunca yürüdük;

5-Gübre: 16000 m2-

6-Gübre üstü: 3000 m2-

7-Kurudere, göl üstü: 4000 m2

 

Oradan Sayaderelere geçtik;

8- (İki parça) Alt tarlalar: 10000 m2

9- (İki parça) Üst tarlalar: 10000 m2

 

Oradan Paşaağılı’ya geçtik;

10-Büyük tarla: 10000 m2 -

11-Küçük tarla: 7000 m2

12-Nasuhtarla: 10000 m2

13-Kepirtarla: 25000 m2

14-Kuştepe (Bağın bitişiği) : 20000 m2

15-Harmangölü: 15000 m2

16-Çeşmeyüzü: 6000 m2

17-Kumrularyolu: 50000 m2

18-Göl karşısı (Kireçlitepe) : 20000 m2

19-Müsellimsırtı: 42000 m2

20-Büyükhisse: 12000 m2

21-Şarapyolu (Bağlararkası): 20000 m2

22-Arpalık (Köy içi): 10000 m2

23. Kahve yeri, bahçesiyle: 3000 m2

 

Babamın söylediği sayıları tekrar tekrar topladım, 305.500 m2 çıktı. Babam, “Yuvarlak olarak böyle olması gerekir. Tapucular kendine göre hesaplar yapar, ama bizim köylü ölçeklerimize göre tarlalarımızın toplamını 300 dönüm olarak biliyoruz!” Babam oldukça yorulmuştu ama benimle dolaştığı, daha doğrusu düşündüğünü bana aktardığı için sevinçliydi. Gerçi tam olarak ne düşündüğünü bana söylemedi, ben de sormadım. Ortada besbelli bir durum var, ben ayrılıp gidiyorum, buralar hakkında bilgim olsun, istiyor. Eve döndüğümde ablam açıkladı. Babam daha önce ablama söylemiş, “Ne var ne yok öğrensin!” demiş. Öğrendim.

Babam gezerken, eski köylerini, gençliğini, köy kurulduktan bir yıl sonra buraya taşındığını, diğer üç kardeşinin de 1899-1904 yılları arası, arka arkaya buraya geldiğini, köyün kuruluşunun beşinci yılında dört kardeş olarak buraya yerleştiklerini anlattı. Başlangıçta çektikleri sıkıntıları, köylüler arasında uyuşmazlıkları, o günleri yaşar gibi ayrıntılarıyla tekrarladı. Köy, Bulgaristan’dan iki köyden (Belenören-Gaipler) gelen göçmenlerce kurulmuş. Ayrı iki köyün insanı uzun süre bir biriyle kaynaşamamış. Babamlar dört kardeş ayrı ayrı dört ev oluşturdukları için kardeşlik duyguları içinde güç birliği ederek zaman zaman zorla, zaman zaman da inandırarak iç çekişmeleri kısa sürede önlemişler ya da önlenmesine yardımcı olmuşlar. Bu kararlı durumlarından dolayı babam muhtar seçilmiş, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarına dek bu görevi aralıksız yapmış. Babamlar bir iki yıl geç geldiği için önce gelenler tarla vermek istememişler. Babamlar dört kardeş, aynı durumda olan öteki komşular da ağır basınca toprak verimine yanaşmışlar ama bu kez de komşu köylerin sınırlarından, tartışmalı yerleri vermişler. Bu nedenle bizim tarlaların çoğu komşu köylerin sınırları üzerindedir. Kumrularyolu, Kumrular merasıyla, Müsellimsırtı, Müsellim merasıyla, Gölüstü, Hamitabat’tarlalarıyla, Büyükgübre, Deveçatak tarlalarıyla, Büyükkepir Erikleryurdu merasıyla bitişik durumdadır. Babamla kardeşleri, Ali, Mehmet, Bektaş amcalarım, saydığım köylülerle olduğu gibi o köylerden bir takım insanlarla uzun yıllar takışmışlar. Açıkçası bizim tarlaların komşu köy sınırlarındakileri bireysel dirençle kazanılmıştır. Harmangölü denilen yerdeki bir tarlamız Deveçataklıların baskın çıkmaları sonucu elimizden alınarak onların ormanına eklenmiş. Babam bu yeri göstererek, “Deveçataklılar sözlerinde durdu, tarlayı ormanlarının parçası olarak savundular, tarla yapılmamak kaydıyla geri aldılar, kırk yıldır da sözlerinde duruyorlar!” diyerek üzülmediğini anlatmaktadır. “Ötekiler bizde kaldı ya, ona şükredelim!” deyip güler. Arkasından Üsküpdere olayını anlatır. Üsküpdere önce gelenlerce paylaşılmış. İkişer pay aldıkları halde bir yıl sonra gelenlere pay vermemişler. Daha sonra Hamitabatlılarla çıkan bir anlaşmazlık sonunda bu yerler ellerinden alınmış. Babam. “Çok tamah, ya haram ya da ziyan getirir!” deyip konuyu kapatır. Babam, olanak buldukça, sonraları satın alarak köyün öteki bölümlerden de tarlalar edinmiş. Şimdilerde köyün yaygın tarla kesimlerinin tümünde yerimiz var. Öyle ki, bizim tarlalar, köyde normal ailelerin topraklarından dört kat fazla. Bu duruma göre dört kardeş bölüşünce, köyde öteki komşular ölçüsünde her kardeşe toprak düşmektedir. Babam bir bölmeden söz etmedi ama, ben bunu sezinledim. Ablamın konuşmasından da böyle bir kanı uyanmıştı.

Kahveye dönünce saate baktım, tam 5 saat yürümüşüz . Babam gülerek, “Yola çıktığımızda Kırklareli’ye doğrulsaydık şimdi orada olacaktık. Köy insanı ayırdında değildir ama kesinlikle her gün en az yedi sekiz saat yürümektedir. Hele çift sürerken attığı adımları sayıp saata vursa, on saat yol yürüdüğünü farkedip şaşar.” En çok yürüyenlerin çobanlar olduğunu, çobanların ayakta duruşlarını yürüyüş sayarsak, günde 15 saatı geçeceğini söyleyince kahvedekiler iyice şaşırdılar. Babam, eski günlerde halk arasında uzunluk ölçüsünün adım olduğunu, km. bilinmediğini İstanbul yolunun bile adımla konuşulduğunu söyleyince hepimiz güldük.  Babam, “İstanbul, bizim köye 43 saat, Lüleburgaz’a tam 40 saattır!” diyerek sözü sürdürünce, soranlar oldu: “İstanbul’a kaç kez gittin?” Babam her zaman söyler, dokuz kez gitmiş. Bunun beşi köy için. Köy ilk konulduğunda, bölüşülen topraklar için ses çıkarılmamış ama bir süre sonra sahipler peydah olmuş, özellikle sahip vekilleri giderek köyü haraca kesmeye kalkışmışlar. Köye gelenlere Bulgaristan’dan çıkarken “Bırakacağınız kadar toprak gittiğiniz yerde verilecek!” denmişmiş. O nedenle, gelip evlerini kurmuşlar. 1908 yılına dek kimseden bir ses çıkmamış. 2. Abdülhamit tahttan indirilince, onun mirasçıları ortaya çıkmış. Köylüler bunlarla yıllarca didişmiş. Köy muhtarı olan babam 1908-1914 arası beş kez İstanbul’a gitmiş. Sonunda, bu günkü duruma yakın bir toprak, köyün malı saydırılmış. Ne var ki, Üsküpdere denilen çok verimli, aynı zamanda su altı geniş bir alan bizim köyden alınmış. Babam bunları anlatırken yıllardır çok merak ettiğim bir durum da aydınlanmış oldu. Köyümüzün mezarlığından başlayan tarlalar Hamitabatlıların. Oysa onların köyü bizim köyün altında. Köyün alt tarafı da öyle. Üsküpdere denilen dere Deveçatak köyünden Kırıkköy’e dek hep Hamitabatlıların. Derenin ortasında küçük bir bölüm bizim köye bırakılmış. (Şaşılacak bir durum, birkaç yıl önce bir Hamitabatlı bizim kahveye geldi. Okula gidip dönerken karşılaştığım biri olduğu için yakınlık gösterdim. Adam, bizim köyün alt kıyısında oturan Alibey Ali denilen kişiyle görüşmek istediğini söyledi. Haber gönderdim Alibey Ali geldi. Bir süre sessiz konuştular. Birden bir tartışma başladı. Hamitabatlının yakınması, Alibey Ali’nin tavuklarındanmış. Çok tavuğu varmış, tavuklar, ev çok kenarda olduğu için bahçeden kırlara yayılıyormuş. Hemen bitişikte tarlası olduğu için, tavuklar Hamitabatlının tarlasına zarar veriyormuş. Komşuların araya girmesiyle tartışma önlendi. Komşuların uyarısıyla Alibey Ali bahçe çitlerini yükselteceğine söz verdi. Hamitabatlı da sevinerek ayrıldı.) Zaman zaman kahvede konu açılır, hak aramak için çareler düşünülür.

Aslında olayın esasını doğru olarak kimse ortaya getirmemektedir. Bizim köyle Hamitabat aynı tarihte kurulmuş. Yıl 1899, 1900. Hamitabat köyü başlangıçta bizim köy sayısında göçmenlerce kurulmuş. Ancak birkaç yıl içinde Filibe yöresinden büyük bir grup gelip köyün büyümesine neden olmuş. Gelenler haklı olarak istekte bulununca o günün ilgilileri çareler düşünmüş, öneriler ortaya getirmiştir. Ancak söz konusu yer Padişah 2. Abdülhamit’in özel çiftliğidir. Bizim köylüler bölüşme önerisini sahiplenememişlerdir. 2. Abdülhamit tahttan inince emlakine el konmuş, belli koşullarda belli yerler halka dağıtılmıştır. Bu aşamada Hamitabatlılar, köylerinin kalabalık olduğunu öne sürerek, düşük padişahın özel emlakine el koymuşlardır. İşlerini yönetim katlarında sürdürenler vardır. Örneğin Korgeneral Rüştü Paşa Hamitabat köyündendir, köyün işlerine sürekli göz kulak olmaktadır. Emlak-ı Şahane’nin elde edilmesi yollarını iyi izleyen Hamitabatlılar Üsküpdere ya da bizim köylülerin deyimiyle Domuz çiftliğini bizim köyün elinden almışlardır. Salt bu değil başka kayıplar da vardır. Köyün ikibin metre yukarısındaki mezarlıktan başlayıp Deveçatağı’na dek iki yakalı tarlalar Hamitabat’a kaptırıldığı gibi, Yeni Müsellim denilen Bağlık arkası mera Erikleryurdu’na, Papazın tarlası diye adlandırılan büyük bir otlak Kumrulara kaptırılmıştır. Harmangölü yöresi de davalı olarak sürüncemede bırakılmış. (Burası, Emlak-ı Şahane’ye ait olduğundan 2. Abdülhamit’in özel mülkü hazineye kalmış.) Bu nedenle hazine uzun süre hak iddiasında bulunmuş. Bu iddia günümüze kadar sürmüş, ama kullananlar, uzun zaman sürecince hak sahibi olacaklar umudu ile olay beklemeye terkedilmiştir.

Toprak kayıpları sözü geçince babam içini çekerek, “Üsküpdere’nin Hamitabat’a verilmesi, İstanbul’dan çok Lüleburgaz-Kırklareli yöneticilerinin Hamitabat tarafını tutmasından olmuştur. Bize ait toprakları Hamitabatlılar işgal etti. Yapılan şikayetler gözardı edilip dürüstçe hakemlik yapılmadı. Hamitabat 300 hane, bizim köy 60 hane, onlarla kavga edip tarlalardan atamazdık. Zaten araya savaşlar girdi, canlar gitti, nice haneler söndü, direncimiz azaldı. Kendi malımıza şimdi karşıdan, ‘Kedi ciğere bakar gibi’ bakıyoruz.” (Eliyle pencereden Üsküpdere tarlalarını göstererek) “Elimizden kaçırdığımız tarlalara bakmaktan öteye gidemedik, vesselam!” diyerek sözünü kesince, olayın acıya dönüşü dinleyenleri uyarmış olacak, köyümüze yeni gelmiş olan Üzeyir Göçmen, babama, “Ağam, sen, tarlaları bırak, onlar sizin değilmiş, zaten! Sen bize, İstanbul’a ilk gidişinden başlayıp son gidişine kadar İstanbul’da neler yapıp neler gördüğünü anlat!” dedi. Babam, 1. 2. 3. gidişlerinde at arabasıyla gitmiş. Tren varmış ama insanlar o zamanlar trene güvenemiyormuş. Zaten tren de ancak birkaç günde gidebiliyormuş. 4. gidişinde trenin daha rahat olduğunu ancak anlamış. Sonraları hep trenle gidip dönmüş. Babam, “Uzun sürer, İstanbul, bir iki sözle bitecek kadar küçük değil. Sen koskoca Bulgaristan’ı soranlara, ”Nesini anlatayım?” deyip kesiyorsun. Ben, İstanbul için bunu diyemem. İstersen bir anlaşma yapalım, bir akşam sen Bulgaristan’ı, bir akşam da ben, benim gördüğüm eski İstanbul’u anlatayım!” Gülüştüler, anlaştılar. Buna sevindim.

Üzeyir Göçmen, Bulgaristan’dan kaçarak gelmiş. Pek söylemez ama, onun olmadığı zamanlar, doğru-yanlış herkes onun adına birşeyler anlatır. Özet olarak: Bulgaristan-Razgrad olayında (*) bir grup Türk direnç gösterir. Bulgar polisi direnişçilerin önde gelenlerini tutuklayıp işkence yapar. Üzeyir, işkence yapan bir polisi sonraları pusuya düşürüp öldürür. Türk köylerine sığınarak sınıra ulaşır, oradan da Kırklareli-Ahmetler köyüne sığınır. O köyde kaldığı sürede kendini sevdirir. Ancak köy çok sınırdadır. İki taraftan da gelmeler gitmeler olur. Üzeyir tanınıp, kendisinden çok köye bir zarar verebileceğini söyleyerek ayrılmak isteyince, köylüler, akrabaları olan bizim köyü salık verip, gelmesini sağlarlar. Bu nedenle Üzeyir, bizim köyde bir kahraman olarak tanınır. Güçlü, kuvvetli olduğu gibi saygılı, görmüş geçirmiş biri izlenimini verir. Köye gelen görevlilerle, iş kovuşturmaya gelen yabancılarla ilişki kurar, aydınlatıcı bilgiler alır, komşulara açıklamalar yapar. İnşaat işlerinde çalışır, köyün aynı zamanda ustası olmuştur. Babam Üzeyir’i takdir eder, gerektiğinde yardım etmeye çalışır. Bu nedenle sorusunu, tekrar olmasına karşın yanıtladı:

Mahmut Şevket Paşayı öldürenler yakalanmış, muhakeme edilerek asılmalarına karar verilmiş. Asılma büyük bir meydanda sabaha karşı yapılacakmış. Babamlar üç arkadaş görmeye karar vermişler. Ancak onlar, idamların yapılacağı saatte bulunmayı tasarlıyormuş. Kaldıkları yerdekiler, babamları uyarmış. “Görmek istiyorsanız, akşamdan gidip Bayezit Meydanında uygun yer seçin, kalabalık olur, göremezsiniz!” Babamlar, yola çıkıp idam yeri olarak saptanan Bayezit Meydanına gitmişler. Bir de bakmışlar ki meydan tıka basa dolu. Yani akşamdan sabaha dek insanlar idam edilenleri görmek için geceyi uykusuz geçirmeyi göze almışlar. Onlar böyle konuşurken, yakınlarındakiler uyarıda bulunmuş. “Yakından görmek istiyorsanız meydan simsarları vardır, mecidiye karşılığı sizi önlere alırlar!” Kalabalığın etkisiyle babamlar kalmaya karar vermişler. Gerçekten bir süre sonra aralardan konuşmalar gelmeye başlamış “Bir mecidiye otuz adım ilerde, iki mecidiye elli adım ilerde yer verilir!” İşin ilginç yanı konuşanlar, oranın düzenini sağlayan görevlilermiş. Babamlar, üçer mecidiye verip oldukça öne gitmişler. Alışık oldukları üzere yere çöküp şafak sökene dek beklemişler. Şafakta hareket başlamış. Babamlar, darağaçlarını rahat gördükleri gibi konuşmaları da duyuyormuş. Görevli biri darağacına yaklaştırılanın adını sanını söylüyormuş. İlk asılan hiç konuşmamış, adı da pek duyulmamış. Ancak çok ünlü biri olduğundan herkes biliyormuş: Salih Paşa. Üstelik padişahın eniştesiymiş. Kayın biraderi Padişah 5. Mehmet Reşat onu kurtarmadı diye küskün gitmiş. İkinciye sıra gelince görevliler, izleyenlere bir daha sormuş “Duaları duyuyor musunuz?” İkinci de sessiz geçmiş. O da ünlü bir yüksek rütbeli subaymış. Üçüncü “Topal Tevfik”, adını kendi söylemiş, arkasından “Söyleyeceğin var mı?” diye sorulunca Topal Tevfik, yüksek “Ey ahali, sizin için ölüyoruz, milletimiz sağolsun!” diye bağırmış. Kalabalıkta birden bir dalgalanma olmuş, uğultu şeklini alan gürültü, uzunca sürmüş. Uğultu giderek yükselmiş, görevlilerin dedikleri bir daha duyulmamış. Babamlar, on iki darağacı saymış. Olayı anlattıktan sonra babam asılanlara, asanlara değil de o meydana toplananlara şaştığını acı bir gülümsemeyle tekrarladı. Bekleyenlerin konuşmalarından örnekler verdi, kimisi ikinci, kimisi dördüncü idam olayı izlediğini söylüyormuş. Babam, “Adamlar tiryakisi olmuşlar, besbelli!” diye ekledi.

Babamı dinlerken Üzeyir Göçmen’e sorular hazırladım. Bulgaristan’dan geldiğine göre Hüsnü Yalçın ya da Emrullah Öztürk için tamamlayıcı bilgi alabilirdim. Bulgaristan üstüne ne öğrensem benim için yararlı olacaktır. Öğrendiklerimden söz edince umarım arkadaşlar ilgileneceklerdir. Yazık ki ilk gün Üzeyir Göçmen’le konuşmayı başaramadım. Müsaade isteyerek kasketini aldı çıktı. O çıkınca Hilmi ile karşılaştı. İkisi iyi anlaşıyorlarmış, sözü oldukça uzattılar, yanlarına, gittim. Bu kez Üzeyir Göçmen, bana “Daha burada olduğuna göre, umarım konuşacağız!” dedi. Buna daha çok sevindim, soracaklarımı hazırlar, belli başlılarının yanıtlarını hemen yazarım. Üzeyir Göçmen okullarda okuduğuna göre Bulgaristan okulları üstüne de bilgisi vardır. Anlattığı kadarıyla öğrensem bana yararı olur.

Hilmi beni almaya gelmiş, doğru onlara gittik. Babası biraz rahatsızmış, Kırklareli’ne gitmiş. Hasan Amca hastahane müdürü, elinden geldiğince bizimkilere yardımcı olmaya çalışıyor. Onlar da buna güvenerek en küçük sağlık yakınmalarında soluğu Kırklareli’de alıyorlar. Halamı iyi buldum. O da beni iyi bulduğunu söyledi. Sıcağı sıcağına, okula kaydımı yaptırırken hemşire ile konuşmamızı anlattım. Halam güldü, çocukluğumun sağlıklı geçtiğini, kimselere fazla naz edemeyeceğimi sezdiğim için önüme ne konursa yediğimi, bunun sonucu güçlendiğimi söyledi. Bu arada kendi oğlunun yemek konusunda nazlanmaya kalktığını, sözleri arasına sıkıştırdı. Ben daha çok Edirne’den söz ettim. Halamın kent yaşamı konusunda içi yangındır, hemen İstanbul’dan söz açar. Gene öyle oldu, Büyük Çamlıca, Üsküdar, Validebağ, Küçükerenköy, Altunizade, Ahmediye, Nuhkuyusu gibi kaldığı ya da öteki görebildiği semtleri birer birer saydı. Babası Mehmet Amcam bir süre Anadolu yakası türbelerinde görev yapmış. O zaman değişik yerlerde oturmuşlar. Hanife Halam bir süre Simavi ailesinden Mithat Beylerde kalmış. Savaş uzayıp gidince İstanbul yaşamları zorlaşmış, bu arada annesi vefat etmiş. Mithat Beyle Hasan amcam Kırklareli’de çalışmaya başlamış, Hanife Halam’lar da, babası, kardeşi köye dönmüşler. Halam çaresiz köyde evlenmiş. Halamı görmek güzel de ben bu gece değişik bir hava sezinledim. Ben okumaya başladığım için sevinçliyim. Bu sevincimi belirtim, karşımdakilerin de benim sevincimi paylaşsın istiyorum. Oysa Halam kendi geçmişini anımsayıp düpedüz üzülüyor. Sevince hazırlanmış durumdayken Halamın kederine katılmam zor oluyor. Konuşmaları dinlemez, daha doğrusu dinleyemez durumlara giriyorum.

Sonunda bir uygun durumdan yararlanarak bugün babamın anımsattığı ayakta durma, yorulma olayını anlattım. Beş saat dolaştığımızı, farkında olmadan yorulduğumu söyledim. Halam anlayışla karşıladı, okulda giderken buradaki alışkanlıklarını bedenimin de unutacağını, ilerde daha az yürüyünce bile çabuk yorulacağımı anlattı. İzin isteyerek ayrılmaya kalkarken Halam “Daha görüşüp konuşacağız, C için gitmeden önce konuştuklarımız bir bir çıktı, duymuşsundur!” dedi. Duymadığımı, C konusunda hiç kimse ile konuşmadığımı, konuşmaya da niyetli olmadığımı söyledim. Halam “Buna sevindim, ben C’yi haklı görüyorum. Ne yapsın kız? Köy yerleri böyle, köyde yaşayacaksan onun koşullarına boyun eğeceksin. Yoksa kendi başına kendin bela olmuş olursun. C buna dayanamaz. Ağabeyi babasına öfkesinden kızı aldı götürdü ama C orada ne kadar kalabilir? Onun için en iyisi gelip babasının isteklerine uyması olacak. Babası da haklı. Adam katı yürekli olarak tanınır ama bu işte melek olduğunu gösterdi. Hala, ”Kızım nasıl isterse ben ona uyacağım, onun önüne çıkmayacağım. Ancak o da benim önüme çıkmasın. Ben yaşamımı sürdürebilmek için evlenmek zorundaydım. Bir raslantı, kadının oğlu varmış. Ben böyle bir evlilik düşünüyordum ama bu evliliğim böyle bir düşüncenin sonucu değil, bir raslantıdır!” deyip kendini savunmaya çalışıyor. Durum böyle olunca da C zor diretecektir. Kısacası köy halkı gözünde C gelecek günlerde suçlu duruma düşebilir. Hele sen C ile ilgilenirsen sonunda tüm suç sana yükletilebilir: ‘Kıza umut verip caydırdı’ gibi suçlamalar köylerde en geçerli, en kolay olanıdır!” Biraz üzüldüm ama Halama, ayrılırken konuştuğumuzdan bu yana fikir değiştirmediğimi, tersine bekleme gibi sonu belirsiz bir kararın benden çok C’nin zararına olabileceğine kesin gözle baktığımı tekrarladım. Halamın elini öpüp ayrıldım. Oldukça üzüldüm, kahvede oturanlar vardı, onları görmezden gelip eve doğruldum.

Ablam yemek için bekliyormuş. Hem yemek yedim hem konuştuk. Ablam da Hanife Halamın düşüncelerine saygı gösterir, “Onun dedikleri doğrudur, tahminlerinde kolay kolay yanılmaz, düşünmeden de bir söz söylemez!” Ablamın daha çok, halamın C hakkında söylediklerini merak ettiğini anladım, konuştuğumuz gibi anlattım. Ablam da bize katıldı. Herkes anladı ki C’nin babası anlayışlı bir insanmış. Kızına bir zaman tanıdı. “İyi düşün, kendine zarar vermeyecek yolu seç, hayatını o şekilde düzenleyelim. İstersen, içli dışlı yapalım, istersen bir başka aileye katıl, düzenini öyle kur!” Bu durumda C’nin bu köyde ayrı bir yuva kurma şansı kalmadı. Babasını yarı yolda bırakanı bu köyde kimse sahiplenmez. Gelen kadın biraz alışınca oğlunu evlendirip eve bir yabancı alınca C’nin işi daha da kötü olacaktır. İstenmediğini bile bile o genç oğul, C’ye kardeş olarak bakmaz. Haklı olarak getireceği kadın da kocasına uyacak. Baba gittikçe yaşlanıyor. C, o evde dikiş tutturamaz. Bunları düşündükçe C’nin alın yazısına üzülmemek elde değil!” Ablam sözü bana getirdi: “Bir şey yapacak durumda değilsin. Çalışıp kazanmaktan başka bir şansın yok. Bir süre okuyup köye gelemezsin. Gelsen de köyde duramazsın. Hanife Halamızın durumu ortada. Gençliğini anımsayıp anımsayıp ağlıyor. Kendi durumunu unutup C için dertlenme. Köyde kalsaydın da sen C’ye yardım edemeyecektin. O zaman işler daha da zorlaşacaktı. Babam seni içgüveyisi vermezdi. C’yi bu durumda kesinlikle gelin olarak almazdı. Kırk yıllık komşusunu gözüne baka baka hançerlemek olurdu babam için. Sen gidince bunları biz hep konuştuk. C de bizim kızımız gibi, onu hepimiz seviyoruz. Annelerimizi de seviyorduk ama, kader böyle deyip boyun büküyoruz. Doğmadan sözleşmiştiniz. Annelerimiz babalarımız sizleri karşılıklı severken bunları hep söylüyordun. C’nin annesi gibi babası da seni C derecesinde seviyordu. C’nin annesi çocukluğunda seni omuzlarından indirmiyordu. Sakın bunları düşünüp sen de kendini suçlama. Senin durumun da C’ninki gibi. İşte gittin.”

Ablam anlattıkça kendini geçmişe götürdü, ağladı. Konuyu değiştirmek için, kahveye gitmeye söz verdiğimi, öne sürerek ayrıldım. Bahçe kapısına kadar gidip gene geri döndüm. Yorgunluğumu öne sürerek yattım. Yattım ama kafan bu kez daha da karıştı. Ne var ki, bu karışık durum beni okula daha çok bağlanmaya yöneltti. Bu kez de “ya başarılı olamazsam?” soruları başladı. Başarı, salt ders çalışmakla olmuyor. Söz gelimi yanlış bir iş yaparsam! Neleri yanlış yapabilirim? Önce kavga olaylarını gözden geçirdim. Kendimi suçlu saymıyorum ama kimi zaman birilerine yumruk atmak üzereyken kendimi zor toparlıyorum. İşte yumruk atmak üzere olacak kadar bir konu üstünde diretmek de okuldan kovulacak duruma götürecek bir davranıştır. Kendimi daha yumuşak nasıl yaparım? Herkese şakalar yapan Mehmet Yücel ancak bir kez benim sık sık düştüğüm duruma düştü. Oysa ben kendimi sözde hep kontrol edeceğim, deyip, kontrolsuz gidip duruyorum. Başka kusurlarımı sayıp döktüm. Ancak ne söylersem söyleyeyim, C aklımdan çıkmıyor. İşin acı yanı C’yi görmek de istemiyorum. Hem unutamıyorum hem de görmek istemiyorum. Bunu çözmeye çalışırken uyumuşum.

 

2 Mart 1939 Perşembe

 

Ablam uyandırdı, geç olmuş. Haftaya düğünü olacak arkadaş kahveye gelmiş. Hem görmek hem de düğününe çağırmak istiyormuş. Köydeki geleneğe göre gerçekte herkes davetlidir ama, ben artık başka gözle görülüyorum. Bu başkalık iyiliğime mi, yoksa kötülüğüme mi? Bunu zamanla daha iyi anlayacağım. Gittim. Adaşım neşeli, köyde olsaymışım sağdıcı olacakmışım. Şimdi sağdıç olarak Ahmet arkadaşımızı seçmiş. Arkadaşım bana bazı genel sorular sordu, ben ona arkadaşlığımıza güvenerek özel sorular sordum; özellikle, Arzu’yu görüp görmediğini, unutup unutamayacağını öğrenmek istedim. Adaşım bana çok ilginç bir yanıt verdi: “Sen C’yi görmek istiyor musun? Belki istiyorsun ama görebiliyor musun? Ayakların seni alıp o tarafa götürüyor mu?” Yanıtımı beklemedi, güldü. O gülünce ben de güldüm. Adaşım, sözü değiştirdi, “Arzu, zaten kendi isteğiyle çok uzaklara gitti, bir daha da geri gelmedi. Gidip görmemden herhalde memnun kalmaz. Bu kuşkularımdan dolayı görmeye kalkışmadım!” Adaşımın akıllı akıllı konuşmalarından hoşlandım, konuyu iyice değiştirmek için annemin köyü olan Kızılcıkdere’den evlendiğine sevindiğimi söyledim. “Kısmet öyleymiş!” dedi. Bu kez benim okula alışıp alışmadığımı sordu. Alıştığımı üstelik çok da sevdiğimi söyleyince benim hesabıma çok sevindiği belli oluyordu.

Eski günlerimize dönmeden öteki beriki kişiler üstüne birkaç sözden sonra birlikte kahveye inmeye karar verdik. Ablam iç odadan seslendi “Kalkmayın, gelinin ailesini soracağım!” dedi. Ablam öyle deyince bir süre sustuk. Gündüzleri kahvede sayılı komşular bulunuyor. İbrahim’se bizim kahveye pek gelmez. Daha doğrusu gelemez. Çünkü babası boş zamanlarını hep kahvede geçirir. Babası Şerif Amca çok konuşkan, bilgiç biri olduğundan komşularca aranır, kimi zaman da düpedüz evinden çağırılır. Adaşım da babasını hangi nedenle olursa olsun engellememek için kahveye sık sık uğramak istemez. Ben gitmeden önce belli bir takım bahanelerle arkadaşımın gelmesini sağlardık. Örneğin arka kapıdan girip dükkan bölümünde otururduk. Babası gidince de kahve bölümüne geçerdik.

Ablam İbrahim’e gelinin kimlerden olduğunu sordu. Ablam çok gittiği için Kızılcıkdere köyünü iyi bilir. Evlenmeden önce de bir süre orada kalmış. Ablamın evliliğinde de C’nin durumuna benzer bir süreç yaşanmış. Annem, ilk eşi Çanakkale savaşında şehit olunca, uzun bir süre sarsıntı geçirmiş. Kayın pederi “iki çocukla ben seni ortalıkta bırakamam” diyerek, oğlunun şehitlik haberinin belgelenmesini beklemişler. Babamla tanışıp anlaşınca da Ali Ağabeyimle büyük ablamı evlendirmeyi düşünmüşler. Ancak oldu bitti yapmamak için annemle babam evlenmiş, küçük ablam, babamın ailesine katılmışlar. Kızılcıkdere’de yaşayan anne-dedem büyük ablamı yanına almış, bir yıldan daha fazla bir zaman böyle sürmüş. Ablam, gönlünce seçip yaparak evlenmek istediğini bildirince köyümüzün doğallaşmış kuralları içinde evlenmişler. Böylece benim, babamdan ağabeyimle, anneden ablam evlenip, anne babalarıyla aynı evde kalmışlar. Ben doğunca da abla-ağabey arasında kalmışım ya da yenge-enişteden yoksun kalmışım. İşte bu nedenle ablam “Kızılcıkdere köyünü biliyorum!” demiştir. İbrahim anlatınca ablam kızın küçüklüğünü anımsadı, ailesini iyi tanıdığını söyledi. Elif teyzemizin de eşi tarafından yakınıymışlar. (Eniştemizin akrabasıymış). Gelin getirme alayı 8/3/1939 Çarşamba günü gidip10/3/1939 Cuma günü dönecekmiş. Bu duruma göre iki gece bir gündüz Kızılcıkdere’de olacağım. Ben buna çok sevindim. Bir gece Zühre teyzemde, bir gece de Elif teyzemde kalacağım. Öteki akrabaları da gündüzleri göreceğim. Özellikle Hasan Pehlivan’la çok beraber olacağız. O hem akraba hem de benim arkadaşım.

Kahvede oturanlar İbrahim’e takıldılar. Dobra dobra konuşmayı sevdiğini söyleyen Arabacı Ali, incitme filan düşünmeden İbrahim’e “Bu kez işi sağlam tut!” dedi. Bu düpedüz İbrahim’i ilk evliliğindeki olaydan sorumlu tutmak anlamına geliyordu. Hilmi’nin babası Salim Eniştem İbrahim’e arka çıktı, “İlk olayda kimin kabahatlı olduğunu görmek için, iki tarafın da ayrıldıktan sonraki davranışlarını değerlendirmek gerekir. İbrahim, gözümüzün önünde, bunca zaman içinde bir kusurunu görmedik, Onu bırakıp giden için de ağzından kötü bir söz söylemedi. Oysa öbür taraf İbrahim’i kötülemek için kendine yakıştırılmayacak sözler söyledi. Bu sözler İbrahim’den çok kendi ailesini üzdü, utandırdı. Sonunda da zorla denecek bir ikinci evlilik yaptı. Yaptıklarından utanmış olacak yıllardır anne-babasını görmeye bile gelmiyor.” İbrahim sustu. Sonunda “Dilin kemiği yok, yumuşacık olduğu için herkes istediği şekilde kullanıyor!” dedi. Arabacı Ali olayı şakaya döktü, “Damatlara takılmak geleneklerimizde vardır. Ben onları düşünerek söyledim.” Eliyle Kızılcıkdere’ye giden yolu göstererek, “Gelin Alayı karşı yokuştan inince ben çok daha başka şaka sözler de söyleyeceğim. Onun babasının başkalarına yaptıklarını o çok duymuştur. Şimdi dinleme sırası onlarda, kendini hazırlasın!” Konuşmaları dinleyenler, gülüşerek İbrahim’e “Ali amcanın son söyledikleri doğrudur, Gerdek Şakalarına damatların kızmaya hakkı yoktur. Hiç değilse iki üç gün sabredeceksin. Bil ki sana hiç kimse kötülük için takılmayacaktır. Bu arada patavatsız konuşanlar da olacaktır. Böylesini de söyleyenlerin boşboğazlığına yorup geçeceksin!” Karşıdan birileriyle İbrahim’in babası Şerif amcanın geldiğini görünce biz dükkana geçtik. İbrahim alt yoldan eve dönerken ben takıldım, “Hala ilk yavuklunun oralarda mı dolaşıyorsun?” İbrahim geri döndü, “İlk sözünün bu olacağını düşünüyordum. İçimden yanılmışım demeye başlamıştım. Demek yanılmamışım” deyip güldü. “Sen okulunda bunları mı düşünüyorsun? Oysa biz senin hakkında konuşurken, o, bizim adlarımızı bile unutacak, karşılaşınca da senin adın neydi? diye soracak, gibilerde olasılıklar yürütüp gülüyoruz. Bak bu yavuklu olayını sen buradayken bile çok uzun bir süre konuşmamıştık. Ben olayın içinde olduğumdan Nebi’yi ya da o teyzeyi gördüğümde anımsayıp gülümsüyorum. Sen bunları nasıl aklında tutuyorsun? Bence sen aslında C’yi unutamıyorsun, gel bunu saklama. Ama unutmak zorundasın, bu sözümü de sakın unutma!”

Gülüşerek ayrıldık. İbrahim kuyu yolu dediğimiz ara sokaktan eve gitti. Arkasından bir süre baktım, biraz üzgün eve döndüm. Ablam, Gelin Alayı’yla gidip gitmeyeceğimi sordu. Ali Ağabeyim arabayla giderse gideceğimi, gitmezse kendim, yaya olarak gideceğimi, İsmet’le öyle anlaştığımızı söyledim. Ali Ağabeyim gidecekmiş. O da benim gibi düşünmüş. Gelin Alayı tümüyle öküz arabası. Oysa biz at arabasıyla gideceğiz. Bu nedenle ayrı gitmek zorundayız. Kızılcıkdere’de onlara katılmak üzere yola çıkacağız. Böyle anlaştık.

Biz konuşurken babam geldi. Ahmet Korkut Öğretmeni sordu. “Senin okuyamamana benim kadar üzülmüştü, ona duyur sevinsin!” dedi.  Öğretmeni gördüğümü, çok sevindiğini anlattım. İlhan Görkey’le karpuz zamanı gelmeye karar verdiklerini anlatınca babam çok sevindi. İlhan Beyi anımsadı, “bir kaç yıldır gelmiyor, onun yerine daha genç tipsiz biri gelmeye başladı!” dedi. Şaştım, babam insanlara kolay kolay böyle söz söylemez. Bu gelen onu gücendirecek bir davranışta mı bulundu acaba? şeklinde düşündüm. Sonra aklıma geldi, Eğitmen Mustafa Ağabeyden bu gelenin kim olduğunu öğrenebilirim. Babam İlhan Görkey için, “Aklı başında bir insan, üstünlük, makam gibi geçici şeylere önem vermiyor. Herkesle konuşuyor. Konuşunca da herkesin saygısını kazanıyor. Adını bilmezler ama kahvedekilere sorsan, azıcık tarif etsen, köyde herkes ondan saygıyla söz eder.” Babam kalmadı, kahveye indi. Ben kitabı bitirmeye kararlıyım. Yatağımın üzerine pencere önüne gelecek şekilde yattım, okumaya başladım. 20 sayfa kadar okudum, sıkıldım. Silahşörler, Paris’e vardı, ilk savaşlarını başarıyla verdiler, kralla konuşup para da kazandılar. Parayı aslında D’Artagnan almıştı Arkadaşlarına bir şölen verdi. Burada üç Silahşörün uşaklarını tanıyoruz. Üçünün de birer uşağı var. Ama uşakların her biri özelliği olan insanlar. Örneğin Aramis’in uşağı Bazin dinsel tarafı ağır basan saygılı biri. Porthos’un uşağı giysi düşkünü, daha doğrusu efendisinin eskileriyle dolaşmaktan mutluluk duyan birisi, Mousqueton. Athos’un uşağı, Grimaud, efendisinin tavırlarına uyabilen zeki biri.  Bundan sonraki sahnelere başkaları çıktı. Kimin nerede olduğu pek belli olmayan kişiler ortalıkta dolaşmaya başladılar. D’Artagnan’ın ev sahibinin karısı kaçırıldı. D’Artagnan şimdi onu bulacak. Arkadaşları, bu işi ona bıraktılar. Adam karısının niçin kaçırıldığını doğru söylemiyor, ya da bilemiyor. Sonuçta D’Artagnan bu dörtlünün yöneticisi olacak. Konuşmalardan o anlaşılıyor. D’Artagnan da arkadaşlarının asıl kimliklerini düşünmeye başladı. Kaldığım odamda ışık yeterli olmadığı için rahat okuyamıyorum. Bu günlük burada kestim.

Gülsüm okuldan geldi.  Öğretmeni beni sormuş. Gülsüm çok mutlu.  Öğretmeni “ağabeyin sana yardım ediyor mu?” demiş. Arkadaşları içinde kimseye böyle bir soru sorulmadığı için kendince bir ayrıcalık sayıyor, gururlanıyor. Köy muhtarı Çavuş Amca haber göndermiş, “Biraz rahatsızım gelemiyorum, görüşmek isterim, uğrarsa memnun olacağım!” demiş. Bu haberi babama gönderdiği için babam söyledi. Babam azıcık sitem de etti. “Hüseyin Çavuş seni sever, karşılaştıkça da hep sorar, keşke o haber yollamadan sen gitseydin!” dedi. Üzüldüm, herhangi bir kasıt yok, bende bir gevşeklik var, nedense köy, dolaylı olarak köydekiler okulda düşünüp özlediklerim değilmiş gibi geldi bana. Tam anlayamadım ama kimseye özlemle bakamıyorum. Sanki geçen dört ay aramızdan bazı duyguları alıp götürmüş. İbrahim’le konuşurken de bunları düşündüm. Derslerde küçümseyerek baktığım sınıf arkadaşlarım bile bana, buradakilerden daha yakın gibi geliyor. Bunu ablama da söyledim. Ablam, kendi düşüncesini ortaya söyleyiverdi. “İnsanlar sevdiklerinden ayrı düşünce onları yakınındakilerden daha önemli tutar. Çünkü araya bir özlem girmiştir. Sende de bu olduğundan, oradayken burasını, buraya gelince de orasını önemsiyorsun!”

Babama bu düşüncelerimi söylemiyorum. Babam “Aklıma gelmişken şimdi söyleyeyim, sen yokken kaç kez bunu düşündüm. Yıllar geçtikçe birbirimizden uzaklaştık. Bizim aile oldukça geniştir. Elfide Halanın dediğini unutma, bari sen okumuş biri olarak araştır. Kan bağı olanları bir araya getirmek elimizde değil ama arada sırada pekala görüşülebilir. Bizim kuşaktan olanlar kuşlar gibi dağıldı. Savaşlar onları hem dağıttı hem de yakınlaşmalarını önledi. Zamanla bağlantılar iyice gevşedi. Sizler birbirinizi tanımaz olacaksınız. Sen istersen yaz, yolun düşünce ararsın. Onlar sana nasıl davranırsa davransın, sen senden olanları görürsen mutlu olacaksın. Bu gençlikte pek önemli olmayabilir. Yaşlandıkça önem kazanacaktır. Hele çocukların olunca onların sorularını yanıtlamakta bunlar işini kolaylaştıracaktır. Bu benim söylediklerime okumuşlar nedense pek önem vermezler. Benim büyük ağabeyim, Kırklareli’deki Müderris Ahmet Amcan bu dediğimi yapmadı. Öyle ki, kırk yıldır bir kez olsun kalkıp köye gelmedi. O Edirne’ye okumaya Bulgaristan’daki köyden gitmişti. Biz dört kardeş buraya geldik, yıllarca gelmesini istedik. görüşmek istedikçe o bizi çağırdı. Gittik, ama hep üzüntü duyduk. Sonunda, iki kardeşimiz önce, birisi de birkaç yıl önce vefat etti. O Kırklareli’de yaşıyor. Geçen ay uğradığımız Elfide ablamın söylediklerini unutma! Ne demişti? ‘Şuracıktasın, atla trene, bir saat sonra burada olacaksın. Ne bu naz, ne bu hasret!’ Ablam haklı. Ben gittim, neyim eksildi?”

Babamın gözleri dolu dolu oldu. Devamla “İki ablamızın ikisi de yaşıyor. İkisini de gidip görmedi. Onlarsa onu yaşamları boyu onu andılar, övdüler!” Az durduktan sonra “Akrabalarımızın bulunduğu köyleri ben sana yazdırayım, yolun düşerse sorar soruşturursun. Yakınlık görürsen ilişki kurarsın. Karşındaki umursamıyorsa bir çizgi çekersin. Bizim köyün insanları Bulgaristan’da kalan şu üç köyden gelmedir. Belveren (Belenören); Gaipler (Kaybılar); Karaballar (Karaabalılar). Bunlar şimdi Bulgaristan’da gene canlı, verimli köylerdir. Akrabalarımız olan köyler:

1-Kocatarla,

2-Devletliağaç,

3-Keşirlik,

4-Malkoçlar,

5-Terzidere,

6-Ahmetler,

7-Ahlatlı,

8-E. Mahallesi (Ermeni),

9-10Taşlıtarla, yeni-eski, iki köy,

11-Kızılcıkdere,

12-Karıncak,

13-Deveçatağı,

14-Umurca,

15-Sofuali,

16-Yenibedir,

17-Arzulu,

18-Kılavuzlu,

19-Davutlu,

 

Kendi köyümüzle yirmi köydür. Bu köylerde, kardeşlerden, kardeş çocuklarından başlayıp çok uzaklara varan akrabalar vardır. Her birinin lakabı da vardır. Yazık ki soy adı olayı lakapları geriye itmiş, yeni bir çağrı modası yaratmıştır. İlerde akraba bulmak çok daha zorlaşacaktır. Ben şimdi lakapları sana yazdıramayacağım. Anımsadıkça not eder, sana sonra yazdırırım. Kızılcıkdere’de Pehlivanlar, Giritli’ler, Kılavuzlu’da Pamuklar, Sofuali’de Kiremitçiler, Deveçatak’da Helvacılar, Ahmetler’de Uzunlar, Yenibedir’de de gene Uzunlar, Şimdi aklıma gelenler. Abbas Amcanda bir çoğu yazılı, ondan da alırım.”

Babama, Vahit Dede’nin Edirne’de anlattıklarını tekrarladım. Babam Vahit Dede için “O bizim uzaktan damadımızdır ama, aileden sayılmaz, yabancıdır. Öyleyken bize bizden daha yakındır. Okumuş olmanın yararlarını görüyor, gösteriyor. Demin söylediğim de bu. Müderris amcan bunu yapmadı, Mehmet amcanın oğlu Hasan da bu bakımdan hayırsız çıktı. O Hasan ki, Vahit Dede’nin yanında yetişti, onunla çalıştı, hala daha da beraberler. Vahit anlatır o dinler. Okur yazar adam olmasına karşın, not edip saklamaz. Üstelik hastanede çalıştığı için Kırklareli köylerinden, akrabamızdır diyerek ona gelirler. Tam yerinde, biraz ilgilense akrabalar arasında buluşturucu olabilir!”

Babam bu konuda oldukça dertliymiş. Ben, tam tersini sanıyordum. Babam gittikten sonra ablamdan öğrendim. Babam akrabalıklara çok önem verirmiş. Ablam anne tarafından olanları anlattı. Ne çok akrabamız varmış. Deveçatak köyünde Helvacılar, Çorbacılar, Moçuklar, Kobaklar. Kızılcıkderede, Giritliler, Sadıklar, Canbazlar, Efeler, Solaklar hep anne tarafı. Bunların çoğunu ben de biliyorum. Çorbacı Veli’yi, kardeşi H.’yi, Kobak Aziz’i unutur muyum! Solakların M. Ali ile kardeşi Enver, benden büyüktür ama onları sünnet düğünlerinden beri tanırım. Gördüğüm en görkemli düğün onlarındı. Ablam şaştı. “Sen annemin sağlığındaki olayları nasıl anımsarsın? O zaman dördünü bile bitirmemiştin!” dedi. Çok iyi anımsıyorum. Kocaman ağaçlar altında kazanlarla yemekler pişiriliyordu, Renkli renkli giysiler içinde kadınlar, kızlar. Sünnet olacaklar geldi. İkisi de birbirine yakın boyda çocuklar. Onları daha sonra da çok gördüm, adlarını öğrendim. Bir başka zaman da onları at binerken gördüm. At binmeye onlardan heveslendim. Ablam, “Şimdi görsen tanır mısın?” diye sordu. “Şimdi çok iyi tanıyorum, geçen yıllar Kızılcıkdere’ye gittikçe gördüm, konuştuk. Enver geçen yıl bizim köye gelince çok konuştuk. Çok güzel at biniyor.” Ablam, “Onları babaları okutmak için çok çalıştı ama okumadılar. At mat biniyorlar ama kafalarını toplayıp babalarının isteklerine uymadılar. Adamcağız kahırlandı durdu!” Ablamı lafa tuttuğumu farkettim, dünya kadar işi olduğunu biliyorum, rahat bırakmak için kitap okumam gerektiğini söyleyerek, gerçekte onu işiyle baş başa bıraktım. Üç Silahşörleri açtım. Açtım ama okuyamadım. Kafam babamla, sonra da ablamla konuştuklarıma takıldı. Kısa bir zaman ayrıldığım kendi köyüme soğuk baktığıma göre yabancı köylere gidip akraba aramak kolay oalacak mı? Bana anlatılanlara bakarak çok sevip saydığım Müderris Amcam neden yaklaşmamış? Hasan Amcam herkese yardıma koşuyormuş ama bu akraba yakınlaşmasına yaklaşmıyormuş. Neden?

Kitabı kapattım, uzun uzun düşündüm. Mehmet Yücel geldi aklıma, şimdi köyde mi acaba? Belki de Mehmet Başaran’la ders çalışıyorlardır. “İşte bu olmaz diyorum!” kendi kendime, “Onların kahveleri yok ki buluşsunlar”. İsmet belki Kırklareli’ne sık sık gidiyordur. Ötekiler her biri köylerinde kendi kendilerine çalışıyorlardır. Parmak sayarak geçen günleri, kalan günleri sıraladım. Benim aslında günüm kalmadı gibi. Pazar günü avda geçecek. Çarşamba, Perşembe, Cuma düğünde gidecek. Bir cumartesi var. Pazar günü yola çıkacağım. Topu topu Cuma, Cumartesi, bir de Salı var. Pazartesi için Ali Ağabeyim “Lüleburgaz’a gidelim!” diyor. Gitmeyi ben de istiyorum. Yağmur, kar yağmazsa giderim. Lüleburgaz’dan dört ay önce ayrılışımı unutamadım. Ne telaş ne kargaşaydı!

Kitabı öyle bırakıp kahveye indim. Köyümüzde okurken sınıfımızın en çalışkanı olan Bektaş gelmiş. Buna sevindim. Bektaş, erken evlenen arkadaşlarımızdandır. O da Kızılcıkdere’den evlenmişti. Evlenince aramızdan ayrıldı. Ben köydeyken de çok az görüşüyorduk. Gelişine sevindim. Benim okumamı o da çok isteyenlerden biridir. Gitmeden önce konuşmuştuk. Beni okumaya doğru neredeyse itekliyordu. Bence aslında o okumalıydı. Bana göre o çok zekiydi. Çok güzel el yazısı vardı. 2. sınıftayken Öğretmen bir yazı yazdırmıştı. Bektaş’ın yazısını küçük panomuza asmıştık. O günler okulumuza müfettiş geldi. Yazıyı yazanı sordu. Arkadaşlar Bektaş’ı gösterdi. Müfettiş inanmamış olacak, Bektaş’a kalem kağıt verdi, yazdırdı. “Aferin!”d edi, yazıyı da aldı çantasına koydu. Bektaş çok kolay şiir ezberliyordu. Öğretmenimiz Hasan Bey, bizi yakın köylere götürürdü. Hamitabat’a, Deveçatağı’na gittiğimizi iyi anımsıyorum. Gittiğimizde ora çocuklarıyla içimizde salt Bektaş yarışıyordu. Şiir okumakta birinciydi. Bir kır gezisinden dönerken bizim kahvenin önünde durduk. Kahvenin asma altında oturanlara bir gösteri yaptık. Bektaş bir konuşma yaptı, çok uzun bir şiir okudu. Bu olay bizim kahvede uzun süre konu olmuştu. Beni susturmak için kimi insanlar, “Haydi bakalım sen de bir şiir oku!” derlerdi. Bu sözlerden oldukça incinirdim. Hamitabat köyüne gittiğimizde, bir gece orada kalmıştık. Bu beraberlik bizi birbirimize ısındırmıştı. Hamitabatlıların Nalbant Raşit’i de çalışkan bir arkadaşmış, bizim Bektaş’la yarıştılar.  Öğretmenler ikisini de birinci seçti. Üç yıl sonra ben Hamitabat okulunda 4. sınıfa başlayınca bilgiç Raşit’le karşılaştım. Raşit bana “O sizin zeki arkadaşınız ne oldu, okula gitmedi mi?” diye sormuştu. İşte bu Bektaş şimdi benden okul yaşamımı soruyor. Onun yanında kendimi övemiyorum. Söylediklerimin yanlışını bulur gibi bir duygu var içimde. Korktuğum olmuyor ama arkadaşın varlığı beni etkiliyor. O yarışçı durumu susmuş, tüm gücüyle, sakin, düşünerek konuşan, söylediklerinin yankılarını izleyen bir insan olmaya çalışmış, olabildiğince de olmuş. Benden bir ya da iki yaş büyük olabilir. Daha delikanlı çağında. Ama yaşlı gibi ağırbaşlı. Köyde saygın bir yer tutmuş.

Biz konuşurken Eğitmen Mustafa Ağabey geldi. Çok sevindim. Bektaş’la konuşurken söze ancak Mustafa ağabey katılabilir. Öyle oldu. Aynı konular üzerinde duruyoruz ama değişik açılardan bakınca konular yenileşiyor ya da bana öyle bir tad veriyor. Hiç kimse hedef alınmıyor, kimse kınanmıyor. Herhangi bir insan üstüne söyleşilmiyor. Gene de saatlerce konuşuluyor. Mustafa Ağabey Eğitmen kursuna gidişini, olayı duyuşundan, başvuruşundan, gidip çalışmalarından, dönüp işbaşı yapışına dek anlattı. Karaağaç yaşamını anlatırken benim iki aylık yaşamımı da anlatmış gibi oldu. Onlar, ilkbahar, yaz, sonbahar süresinde kaldıklarından, ayrıca yetişkin olduklarından farklı bir yaşamdan söz etmelerine karşın mekan olarak benzerlikler benim de oradaki yaşamımı depreştirdi. Anmadım ama oradan ayrıldığımıza bir kez daha yandım. Arkasından, benim durumumu, Mustafa Ağabeyin duyurusunu, özendirerek, güvendirerek sınava götürülmemi, 10 Kasım'da o talihsiz günde yola çıkmamı, yalnız başıma Edirne’ye gidebilmemi, gece, okulu bulup girmemi, bir gün sonra geri gönderilmeye kalkışılmasını, Vahit Dedenin “Hızır” gibi yetişmesini anlattım. Vahit Dedeyi bizim köylüler çok sever. Bu kez benim adıma hayır dualar ettiler. Saygıyla andılar. İlhan Görkey’i, Ahmet Korkut’u andım. Vakit oldukça gecikmişti. Cumartesi günü Muhtar Çavuş amcanın çağrısına uyarak buluşmak üzere ayrıldık. Bana göre güzel bir köy gecesi oldu. Beklediğim gibi sözler, anılar, özlediğim gibi, içtenlikli tavırlar gördüm, sevindim.

Onlar ayrılınca bir süre daha oturdum. Köyümüzün en kıdemli avcısı Poyraz Mehmet dedikleri komşumuzdur. Bildiğim kadarıyla, av tüfekleri konusunda da uzmandır. Tek manlulu, çift namlulu, martin türü tüfekleri olduğunu biliyorum. O bana, pazar günü gidip gitmeyeceğimi sordu. Bense ona, bizim merada av olarak bulunan hayvanları, kuşları sordum. Hayvan olarak bir çırpıda, domuz, kurt, tilki, tavşan, kokarca, kuş olarak da, Toy, yaban kazı, yaban ördeği, Çil, keklik, bıldırcın, sığırcıkları saydı. Av hayvanı olmamakla beraber zararlı oldukları için karga, saksağan gibi kuşları de avladıklarını ekledi. Bu kadarını ben de biliyordum. Göçmen kuşlar varmış ama onlar sürekli durmadığından anmaya değmezmiş. Zaten göçmen kuşlar geçerken pek av yapılmazmış. Av konusunda yeni bir bilgi edinemedim. Yöremizde yetişen, ekilip biçilen, tahıl, meyve, sebze sorularımı da bir ara sormam gerekecek. Sorularımı, soru sorar gibi sormak istemiyorum. Böyle sorsam hemen birileri “Bunları sen bilmiyor musun?” diyerek akıllarınca takılırlar. Buna meydan vermemek için konuşmalar içinde sorarak saptamayı uygun görüyorum. Çok iyi biliyorum, bana “Bunları bilmiyor musun?” diyenlerin çoğu sorduklarımın yarısını bilmezler, ama bilirmiş numarası altında böbürlenmeye kalkarlar.

Geç vakit yattım. Yarın kendimi sıkıştırıp romanı bitireceğim. İki kitap taşıdım, hiç değilse birini okumalıyım. Hasan Üner herhalde beş kitap okumuştur. Buna karşın İsmet hiç okumamıştır. Kardeşi Sabri 5. Sınıfta, onunla cebelleşmekten kitap okumaya zaman ayıramaz. Gene düşünmeye başladım, bu kitapları neden yazıyorlar? Hele bu kitapta anlatılanlar hep kötü şeyler. Adamların elinde kılıçlar boyuna adam öldürüyor, adam yaralıyor. Kocaman Paris kentinde yalnız onlar dolaşıyor. Başkaları da var ama onlar hep başarısız takımı. Kralın adamları, kardinalin adamları. Bunlar birbirine düşman. Gittikçe işler karışıyor. İngiltere’den gelen bir adam Paris kentinde rahatça dolaşıyor. Bir başka adam kraliçenin sevgilisi, kraliçenin odasına dek gelebiliyor. Kardinalin adamlarıyla kralın adamları, gündüz dost, gece düşman. Kraliçenin hizmetçisi olan kadının kocası hapse atılıyor, kadın kaçırılıyor. Bunları D’Artagnan buluyor. Bu adam şeytan olsa gerek. Hasan bu kitabın neresini övdü? Herhalde silahşörlerin cesaretini övdü. Onları ben de sevdim ama kitap salt onları övmek için yazılmış bence. Hazreti Hamza, Hazreti Ali cenklerine benziyor. Teke tek kahramanlık.

 

3 Mart 1939 Cuma

 

Tıkırtıdan uyandım, Gülsüm, biraz nazlı olarak okula gidiyor. Gülsüm aslında tümden nazlı, ablamın tek çocuğu. Evde Gülsüm’ün üstüne titriyorlar.

Rüya görüp görmediğimi düşündüm, anımsayamadım. Gene uyumuşum… Geç vakit ablam uyandırdı. Kalkınca babamı görecekmişim. Utandım. Babam arıyor, “Yatıyor!” dedirtmek zorunda bırakıyorum, çevremdekileri. Çabuk toparlandım. Babam kolay kolay aramaz. Belki bir gelen olmuştur. “Kadir olabilir!” diye düşündüm. Kahveye gittim. Hayret kahvede hiç kimse yok, babam yalnız oturuyor. Çay içtim. Babam düşündüğünü söyledi:

“Ayrılıp gidiyorsun. Burada kalanlar, ayrı birer aile olmak istiyorlar. Onların dediğini bir şartla benimsedim. Varlığımızı, kendime bir şeyler ayırdıktan sonra dörde bölüştüreceğim. Senin payına düşen tarlaları sürenler, geçerli rayiçler üzerinden sana yıllık bir icar verecekler. Bunu kabul ederlerse tarlaları dörde ayıracağız. Bugün bu nedenle hep beraber toplanıp kesin bir karar verelim. Ali muhtarı çağıracak, o da bulunsun. Sen kağıt kalem al, kendi payına ayrılan yerleri yaz!” Utandım. Babam devam etti: “Okula giderken sana söylediğimi unutmamışsındır. Senin için yetiştirdiğimiz malakları o zaman sattık. Şimdi senin payına çift hayvan ayrılmayacak. Bir inek düşünüyorum. Çift hayvanları zaten ayırmış durumdayız. Bektaş sığırları, Mahmut mandaları, Ali de atları almıştı. Şimdi hepinize birer inek düşüyor. Sen ineği de tarlaları sürecek olana bırakırsın. Onunla ben de ilgilenirim. Ben şimdilik kahve ile oyalanacağım.”

Biz konuşurken Ali Ağabeyim geldi. Muhtar Çavuş Amca, “Köy odasına gelirlerse ben beraber olurum, evdeki aile toplantısında bulunmama gerek yok. Siz kararınızı verin, kayıt yaptığımızda zaten durum resmileşecektir. Ayrıca ben biraz rahatsızım, dışarıya çıkamıyorum!” demiş. Babam, “Pekiyi öyleyse” dedi, yukarı eve, benim yattığım odaya çıktık. Öteki ağabeylerim de geldi. Babam benim elimdeki listeyi okuttu. Yazılmamış yerin olup olmadığı konuşuldu. Babam bana söylediklerini tekrarladı. Mahmut Ağabey babama, “Sen kahveyi yürütebilecek misin?” diye sordu. Babam, “kahve benim oyalanmam için bir vesile, iş açısından siz gene yardımcı olacaksınız. İşiniz olmadığı zamanlar yanımda olacağınızı biliyorum!” Arkasından babam, “Tarlaları dörde bölme yerine kimilerini ikişer ikişer bölüştürelim, eşleşin, kendi aranızda tarla tarla bölüşün!” dedi. Bir süre düşünüldü. Öyle yapmanın daha akıllıca olacağı kanısına varıldı. Eşit büyüklükte bulunan yerler dörde, örneğin Sayadereler dörde bülündü. Orası eşit büyüklükte dört tarladır. Paşa ağılları ikiye bölündü. Büyük iki hisse, öteki iki parça bir hisse. Köy altındaki adalar da böyle oldu. Kurudere’de de kolay anlaşıldı. Mahmut, Bektaş ağabeyler ayrı parçaları seçtiler. Biraz büyük olan Gübre Ali ağabeyle bana kaldı. Köy içi Arpalık on dönüm, evlerin bahçesi sayıldı, üç ağabeyim aralarında bölüşecek. Buna karşın kahve bahçesi üç dönüm benim payıma ayrıldı. Evler de benzeri bir bölüşme oldu. Üç ağabey oturdukları evleri, buna karşılık da kahve bana ev olarak kaldı. Burada adı geçmeyen tarlalarda da sorun yaşanmadı. Bektaş’la Mahmut Ağabey babama danışarak, tarlaları bölmeden dönüm hesabı denkleştirip bölüştüler. Ali Ağabey benim payımı icar karşılığı süreceğine söz verdi. İneğe de o bakacak. Ben tüm tarlaların üzerine kime verildiğini yazdım. Bağ arkası, Ali Ağabey ile benim, bağ önü, Kuştepe dediğimiz bölüm, Mahmut-Bektaş ağabeylerin. Harmangölü, Mahmut-Bektaş ağabeylerin, Kepir, bizim olarak işaretlendi. Herkes memnun oldu, ayrıldık.

Onlar memnun oldu ama ben çok üzüldüm. Ailemizin bölünmesi bende üzüntü yarattı. Bunu daha önce düşündükçe üzülüyordum. Bu kez gerçekleşti, üzüntüm acıya dönüştu. Bu olaydan en çok etkilenenin babam olduğunu düşünmeye başladım. O bunu benim için yaptı, bunu da çok iyi biliyorum. Okumaya devam edersem bana harçlık işinin garantilenmesini istiyordu. Şimdi Ali Ağabey süreceğine göre, sorun kalmadı. Yabancı değil, ağabey. Bir yanda da ablam, sözlerinde duracaklardır. Önce Müderris Ahmet Amcamı, sonra da Mehmet Amcamın oğlu Hasan Amcamı düşündüm. Onlar da köyden ayrılıp gitmişler. Müderris Amcam 40 yıldır köye bir kez gelmemiş. Ben kendisini gördüm, çok iyi bir insan, okumam üzerine bana verdiği öğütleri hiç unutmuyorum. Köye gelmeyişi beni şaşırttı. Acaba ben de bir gün böyle mi düşüneceğim? A’nın annesini anımsadım. “Git oğlum, kurtul bu köylük yerlerden, cahil insanların dedikodularından!” demişti. Neydi bu dedikodular? Kafam iyice karıştı. A’yı anımsadım ama onu bile bu kez özlemle düşleyemedim.

Ağlamaklı bir gerginlik içinde yayılı minder üzerine uzandım. İstemeye istemeye kitabı açtım. Ne D’Artagnan’da, ne Athos’ta, ne Porthos’ta, ne de Aramis’te benim üzüntüm vardı! Uzun bir süre okur gibi kitaba baktım. 20 sayfa geçtiğimi anladım, oysa aklımda hiçbir yeni iz yoktu. Kendi kendime gülerek tekrar yirmi sayfayı okudum. D’Artagnan’ı yeni tanımaya başladım. Meğerse o tanınmış bir kişinin oğluymuş; İngiltere’den geliyormuş. Fransız kraliçesi aslında İngilizmiş, İngiltere’de bir sevgilisi varmış. Tekrar okuduğum yerde bu sevgililer buluşuyor. En önemli yerde atlayıp geçecekmişim. İyi ki tekrar okudum, çok önemli bir buluşmadan haberim olmayacaktı.

Kitabı bıraktım, öyle uzandım tavana baktım. 30 yıllık tavan. Ben bu tavanın altında doğmuşum. Hiç değişmemiş. Yerler benim çocukluğumda muşamba idi. Duvar kenarlarından uçlar kaldırıp altına bakmaya çalışıyordum. Sonradan muşambalar kaldırıldı, kilimler yayıldı. Şimdilerde kilimler devam ediyor. Yüklük şekli hiç değişmedi. Ablam annemin bıraktığı gibi sürdürdü. Bohçalık da öyle, iki duvar boyunca dopdolu. Bohçaların görünür yüzleri çiçek işlemeli. Bir sırasının annemden kaldığını biliyorum. Ablam bana gösterip “Bunlar annemizin, onları senin için koruyorum, içlerinde annemizin sevdiği giysiler, mendiller, yağlıklar var, onları senin gelinine teslim edeceğim!” derdi. Bakalım bu sözleri gene söyleyecek mi? Bohçalığa bakarken kuşu anımsadım. Tam karşımdaki iki bohça arasına girmişti. İçeri girip çıkanları görünce kuşun kıpırdamadan duruşunu görür gibi oluyorum. Karakütüklü teyzeyi düşündüm. Herhalde ardından koştuğumu o da unutmamıştır. O zaman çocuğu yoktu, şimdi bir kız yetiştiriyor. Duygulandıkça kendimi bıraktığımı anladım. Giderek anılarım C’ye dayanacak. Yalnızken onun için verdiğim kararlar hemencecik değişiyor.

Birden kalktım, toparlanıp kahvenin yolunu tuttum. Kahvede köyün yaşlılarından Damgalı Dede var. Damgalı Dede hem yaşlı hem de en çok konuşanlardan biri. Çok uzun askerlik dönemi yaşamış. Yemen’e gitmiş, dört yıl Yemen’de kalmış. Ben Damgalı Dedeyi her zaman dikkatle dinlerdim, gelişine sevindim. Edirne’ye gittiğimi duymuş ama Alpullu’ya gelişimizi duymamış. Edirne’den konuştuk. Daha doğrusu o konuştu, ben dinledim. Babamın çok övdüğü Hacı Adil Beyi sordum. Damgalı Dede Hacı Adil Bey üzerinde pek durmadı. “Kim ne derse desin Edirne deyince ben Şükrü Paşayı anımsarım, Edirneliler de öyle sayar!” dedi. Ben Edirne’de askerlik yapan Ali Ağabeyimden Şükrü Paşa adını duymuştum ama o başka bir Şükrü Paşaymış, Şükrü Naili Paşa. Şükrü Naili Paşa Yunanlılarla olan savaşta bulunmuş. Bu Şükrü Paşa ise Balkan savaşında Edirne’yi savunmuş. Damgalı Dede bana Edirne kahramanı sayılan Şükrü Paşayı tanıttı. “Okula dönünce iyice araştır, Edirnelilere de sor!” diye tembih etti. Dede yorgun, çabuk ayrıldı. Arkasından, “Çok bilgili ama hızlı konuşuyor, sözleri anlaşılmıyor!” diye konuşanlar oldu. Dedenin anlattıklarının doğruluğu üzerinde duran olmadı. Dedenin arkasından Eğitmen Mustafa Ağabey geldi. Ben hemen konuyu açtım, ”Yemen’de dört yıl kalmış!” dedim. Mustafa Ağabey, “Yemen deyince biz Burgaz, Kırklareli, Çorlu gibi konuşup geçiyoruz. Oysa Yemen kuş uçuşu buradan İstanbul uzaklığının 50-60 katıdır. Gitmeye kalksan 60 İstanbul yolu gideceksin. Gelişin de o kadar. Gidenlerin de onda biri geri dönmüş, dokuzu orada kalmış. Bizim Damgalı Dede dokuz arkadaşını Yemen’de toprağa gömüp gelenlerdendir. Onun bizim gibi düşünmesi, bizim gibi sakin olması düşünülemez. Biz iki gün askerlik yapıp allame olarak döndüğümüzü sanıyoruz. Yeni birşeyler öğrendiğimiz doğru. Ancak çekilenler konuşulacaksa eskiler tam anlamıyla çekmişler. Onlar kendilerini ecelin elinden kurtarmışlar!” Mustafa Ağabeyi kahvedekilerin bir dinleyişi var, görülmeye değer. Bizim arkadaşlar Öğretmenleri böyle dinleseler, kesinlikle dersleri çok iyi kavrarlar. Yemen uzaklığı herkesin ilgisini çekti. Son on yıldır askere gidenler birer birer anıldı, gittiği yerler saptandı. En uzak gidenin Çankırı olduğu ortaya çıktı. Beş kişi İstanbul, yedi kişi Çanakkale-Ezine-Bayremiç-Gelibolu, dört kişi Kırklareli, dört kişi Çatalca, iki Çorlu, iki Tekirdağ. Sayılan yirmi beş askerin gidiş geliş yolları bir birine eklendi, gene de Yemen’e varılamadığı anlaşıldı. Bir de gitselerdi, ancak en fazla üçü dönecekti. Köyden yirmi aile eksilecekti. Konu gülüşmelerle sürdürüldü ama sanırım işin gerçek yanı herkesin içine işledi. Yemen’e gidip dönmeyenlerin köyde torunları var. Onları herkes biliyor. Eğitmen Mustafa Ağabey köyün en güzel türkü söyleyenidir. İzin istedi, sakin bir sesle Yemen Türküsünü söyledi. Türküyü dinleyenler Mustafa Ağabeyden çok Damgalı Dedeye şükrettiler. Çünkü Yemen onun konusuydu. O olmasa belki Yemen böylesi candan anılmayacaktı. Dedeye ömür dileyenler oldu. Mustafa Ağabey, “Yarın öğleden sonra okula bekliyorum, oradan Muhtar Çavuş Amcaya gideceğiz, mi?” diye sordu. Sözleşmiştik, kararı perçinledik. Mustafa Ağabeyden sonra gelenler oldu. Gençler grubu. İçlerinde, yeni komşu M de vardı. Dikkatle izledim. Köydeki arkadaşlara iyice ısınmış. Arkadaşlar da onu aralarına almışlar. Öyle ki birbirlerine benden daha yakın davranıyorlar. Hepsi değil ama bir kısmı bunu apaçık gösteriyor. Bu, ben nasıl olsa gittiğim için olabilir. C’yi hiç düşünmeden, yeni gelen bir arkadaş da sayılabilir. Her ne ise fazla karışmadan onları dinledim. Av konusu açtılar. M avsever biriymiş. Tek olarak da bazan çıkıyormuş. Bizim köyün merasını kısa zamanda öğrenmiş. Arada bir bir şeyler anlatırken bana “Sizin tarlanın orada, sizin bağın yanında” gibi sözler söyledi. Demek bizim tarlaları bile öğrenmiş. Geç vakit oldu, ben izin isteyip ayrıldım. Elimde olmayarak C’yi düşündüm. M gelmiş kendini kabul ettirmiş, C ise sıcak yuvasından atılmış gibi. Şimdi ne düşünüyor acaba? Ağabeyine inanırsa buraya dönmeyecek. O gitti dönmedi. C dönmezse ne olacak? Kendi kendime “Hani düşünmeyecektin!” diyorum. Sessizce odama girip yattım. Uykum var uyuyamıyorum. Okuldaki alışkanlığımı bozmuş durumdayım. Okula böyle döner de orada da uyuyamazsam, asıl sorun o zaman olacak. Herkes uyurken yatakta dönen biri olmak ne kötü. Oysa ben ilk yatan, hemen uyuyandım. Mustafa Ağabeyi düşündüm, ne rahat insan! Onun askerliğini anımsadım. Çanakkale’de ölmek istiyordu. Babası orada şehit olmuş. Onun mektubunu açıp okudum, hiç kimseye anlatmadım. Nasıl anlatmadan durdum? Bektaş Ağabeyimden korkmuştum. Bundan sonra hiç söylemem. Ama hiç de unutmam. Şu sıralar birine söylesem, Mustafa Ağabeyin öyle düşüneceğine kesinlikle inanmazlar. O şimdi herkes için iyimser, yaşamı seven açık yürekli bir insan. Ben bunları düşünerek bakarken anlar mı acaba? Kaçıncı esnememden sonra gözlerimin kapandığını anımsar gibiyim. Uyur uyanık dışardan sesler duydum. Ablam, “Çoktan uyumuş olmalı!” dedi.

 

4 Mart 1939 Cumartesi

 

Aynı ses, ablamın sesi, “Akşam çok geç yattı, biraz daha uyusun” dedi. “Çoktan uyumuştur- biraz daha uyusun!” Bu sesler ablamın sesi, kiminle konuşuşuyor acaba? Kendimi toparladım, gözlerimi açtım. Sabah çoktan olmuş. İki söz arasından koca bir gece geçmiş, deliksiz uyumuşum. Kadir’in babası gelmiş. Hafız amca, bizim köyün resmi imamıdır. Arada bir uğrar. Şakacıdır, “Hep ölümlerde geliyorsun dedirtmemek için sık sık uğrarım!” dedi. Gene de onu bizim köyde görenler, ölümü anımsarlar. Ölümle özdeşleşmiş bir simge. Kadir’i sordum, iyi imiş, arkadaşlarıyla gezip tozuyormuş. Büyüdüğü için babasıyla gezmezmiş. Hafız amca bunları kendiliğinden söylüyor. Kadir kesinlikle böyle söylemez, biliyorum. O, babasını sever, sayar. Dönüşümü sordu. Kadir, köye gelişinde çok yorulmuş. Giderken yaya gitmem diye tutturmuş. Pazartesi günü trenle gitmeye karar vermiş. Ben, “Henüz kesin karar vermedim ama, pazartesiye kalmam!” dedim. Hafız amca kahvedekilere Karaağaç maceramızı anlattı. İlk günlerin kargaşası onu ürkütmüş ama paniklememiş. Oğluna da bana da güveni varmış, haklı çıkmış. Onu mahcup etmemişiz. Bu güzel sözleri babam da paylaştı. Ancak Hafız amca, onların köyünde dolaşan bir rivayeti de ortaya getirdi. Bizim okul için Lüleburgaz dolaylarında bir yer arıyorlarmış. Bunu hep biliyorduk ama, Lüleburgaz dolayları diye sınırlandırılmamıştı. Ben bunu söyledim. Hafız amca “Lüleburgaz’da olacağına kesin gözüyle bakılıyormuş!” diye bastıra bastıra tekrarladı. Babam çok sevindi. Bense üzüldüm. Hafız amca onların köy okulu baş Öğretmeni Nuri Beyden duymuş. Nuri Beye de Maarif Memuru Salih Arı söylemiş. Babam, “Haber Salih Arıdan çıkınca kesindir. Salih Bey eski bir yöneticidir. Çalışkanlığı, doğruluğu, dost canlılığıyla tanınır, boş yere konuşmaz!” dedi. Hafız Amca kalmadı gitti. Ancak getirdiği haberle beni üzdü. Bu haberin şimdi sırası değildi. O gidince ben de daha tedirgin olarak eve döndüm. Gülsüm’ü bekliyorum. O gelince öğle olacak demektir. Kraliçenin gerdanlığını merak ettim, kitabın bu bölümünü dikkatle okuyorum. Kraliçenin nedimesi bir yığın sıkıştırılmalara, itilip kakılmalara karşın sağlam kuruldu. Kraliçe eski sevgilisini uğurladı ama, belli olmaz adam gene geri gelebilir. İşler bu sıra tümüyle D’artagnan’ın elinde. Kapıdan girip bacadan çıkıyor, birkaç kılıçlıyı kılıcının ucuyla giysilerini yırtıp çırıl çıplak edebiliyor…. Gülsüm geldi, beraber yemek yedik. Bu kez ben okula gitmek üzere ayrılıyorum. Gülsüm şaşırdı, “Ne yapacaksın okulda, bugün okul bitti!”

Bu okul, ben 3. sınıfı bitirdikten sonra yapılmıştı. Öğrenci olarak bulunmadım ama başka işler dolayısiyle çok gelmişliğim vardı, iyi bilirdim. Mustafa Ağabey burada da kendini göstermiş; okul, tanınmayacak ölçüde değişip güzelleşmiş. Bahçesine diktiği fidanları biliyordum. Ben değerlendirme yaparken Mustafa Ağabey geldi, okulu nasıl bulduğumu sordu. “Yeterince övecek söz bulamıyorum!” dedim, güldü, “Beğenmiş olman yeter!” Az oturduktan sonra yakındaki Köy Odasına geçtik. Muhtar Çavuş amca yerindeydi. Birkaç gündür yatıyormuş, yeni kalkmış. Karşılıklı hoş beşten sonra ben gülümsedim. “Bu odaya birkaç kez suçlu olarak girmiştim!” dedim. Çavuş amca sözü düzeltti. “Buraya bir çok insan suçlu gibi girer ama, suçsuz olduğunu burada öğrenip sevinerek çıkar!” dedi. Köy odasının anlamını, arkasından yapılışını anlattı. Köy odasının yapılışını ben de iyi anımsıyorum. Daha önce orada büyükçe bir cami varmış, Balkan savaşı sonunda işgalci Bulgarlar camileri yıkmışlar. Arkasından Yunan işgali gelmiş, cami yapılamamış. Trakya genel Müfettişi Kazım Dirik gelmiş, “Okul yaparsanız yardım ederim!” demiş. Şimdiki okul yapılmış. Okul cami yerine çok yakın düşmesin diye plan değişikliği yapılmış, eski cami avlusuna köy odası yaptırılmış. Cami olarak da bir başka bina ayrılmış. Çavuş amca 14 yıldır köyün muhtarlığını yapıyormuş. Ondan önce de babam 19 yıl bu işi yapmış. Köyde muhtarlık kurulduğundan bu yana iki muhtar değişmiş, babam, Çavuş amca. Çavuş amca, “Ondokuz yıl dolunca mührü ben de sana vermeyi düşünüyordum. Niyetim oydu. Seni zaman zaman yazı yazdırmak için çağırışım bundandı!” Çavuş amca konuştukça neşelendi. Bu kez bana, “anlat bakalım, buraya ne suçu için gelmiştin, ben hiç anımsamıyorum!” dedi. Anlattım: “Vali Faik Üstün gelmişti, geç saatlere dek odanızda, burada kaldı. Şoförü Hasan Amcamdı. Ben amca diyerek arabaya sokuldum. Amcam beni arabaya aldı. Duruken birşeyler söyledi. Kapılar açıktı, arkadaşlar da bakıyorlardı. Sonra ben çıktım. Amcam bizim kahveye geldi, bir miktar oturdu. Benim bindiğimi gören arkadaşlar, dikkatli bakmışlardı. Daha sonra gene toplanmışlar. Hilmi kapıyı açıp kornayı çalmış. Sesi duyunca siz çıkmışsınız, çocukların kaçtığını görmüşsünüz. Vali gittikten bir gün sonra bizi buraya topladınız. Olayı önce ben anlattım, amcamla bizim kahveye gittiğimi söyledim. Bana inandınız. Ötekiler sustu. Siz hazırladığınız sopayı alıp ellerimizi açtırdınız. Bana bakıp, sen şöyle geç, dediniz. Yanımda Hilmi vardı. Kornayı çalan da Hilmi imiş. Sopayı kaldırdınız, başınızı çevirip sopanın ucuna baktınız, ucu tavana değdirdiniz. Bunu hepimiz gördük. Sopa oradan hızla inince ne olacağını anlamış gibiydik. Hilmi birden, ‘Ben yaptım, vurmayın, bir daha yapmayacağım!’ diye yalvarmaya başladı. Vurmadınız, vurmayacağınızı hemen anlamıştık. Bu olay uzun zaman bizim aramızda anılmıştı.” Çavuş Amca sopa olayını değil de Vali Beye karşı mahcup olduğunu anımsadı. Ayrılınca Mustafa Ağabey anlattı, muhtardan çok memnun, okul için her türlü yardımı yapıyormuş. Bir çok arkadaşlarının çalışmalarını o köylerin muhtarlar engelliyormuş. Bizim köyde yaşı gelip yazılmayan, yazılıp da devam etmeyen çocuğumuz yokmuş. Gezici Baş Öğretmenden Mehmet Okutan’dan da, İlköğretim Müfettişi Hamit Gürsel’den de devam konusunda teşekkür almış. Sabah av için buluşmak üzere ayrılıyoruz. Mustafa Ağabeyin Muratlı’dan bir meslekdaşı geliyormuş, “Kandırırsam onu da ava getiririm!” dedi. Arkadaşını biliyorum, adı Ali, bizim köye sık gelir, akrabaları vardır. O da Eğitmen olmuş, bilmiyordum. Muratlı, Salih Baydemir’in köyü. Salih herhalde tanır. Eğitmen Ali.

Kahveye uğradım, kahvedekilerin konuşma konusu bizim okul. “Okulunuza ne oldu?” diye garip soru soranlar, “Yer bulunmazsa sizi ne yapacaklar?” diye acıyarak konuşanlar oldu. İçlerinde öc alırca soru soranların bulunduğunu hemen anladım. Sinirlendim ama belli etmeden onların anlayacağı dille açıklama yaptım: “Edirne’deki okulu Korgeneral Salih Omurtak bizzat gelerek elimizden aldı. Trakya Genel Valisi Kazım Dirik bile bizim okulun verilmesine razı değildi ama asker ağır bastı, aldı. Biz öğrenciler subaylara “Okulumuzu almayın!” diye sızlanınca, Subaylar bize, “Siz de asker gibisiniz, asker bir yerden bir yere giderken böyle sızlanabiliyor mu?” diye sordular. Şimdi de ben size soruyorum, siz askerdeyken, “Çadırları toplayıp, karşı tepeye kurun” denince, “Niçin” diye sordunuz mu? Sorsaydınız ne olurdu?” Hep birden yanıt, ”Eşşek sudan gelinceye dek sopa!” Arkasından bir kahkaha! Konuşmaları dinleyen Fırtın Şerif söze karıştı: “Bu bir devlet işi, oradan kaldırır, buraya kondurur. Koskoca orduların yerleri değişiyor. Bir okulun adı mı olur? Boşaltır bir binayı, hadi buyur, der. Bu çocukları bir ihtiyaç için yetiştirmek üzere toplayan devlet onların başını sokacak yer mi bulamayacak? Bakın işte bulmuş, Alpullu okuluna oturtmuş. Yarın da Burgaz okullarından birine pekala aynı emri verir oturtur!” Yanındakiler, “Haklısın, bu devlet işidir, akıl ermez!” dediler, konuşma kesildi. Ancak ben bu olayın uzun süre devam edeceğini, bunun benim zararıma gelişeceğini anladım. Ona göre savunma düşünmeye başladım. Lüleburgaz dolaylarında düşünülmesini inandırıcı nedenlere bağlamaya çalışacağım. Amacım salt savunma değil, gerçeğin yansıtılmasına çalışacağım. Önce Trakya Köy Öğretmen okulu olduğuna göre Trakya’nın ortasında olmasının öğrenciler açısından yararlı olacağını belirtmeyi düşündüm. Tarım dersleri yapılacağına göre, geniş toprağı olması da zorunlu. Ayrıca kurulmuş büyük çiftliklerden yararlanma düşüncesi, okulun kuruluş nedenlerinden biri durumunda. Bizim köylüler için Sarımsaklı ile Türkgeldi çiftlikleri olağan üstü kuruluşlar sayılır. Bunların adı geçince üstlerine söz edilmez. Sarımsaklı’da bir yandan tarlanın başakları kesilirken aynı anda tarlanın sürülmesi ya da tohum ekilmesi ancak Sarımsaklı’da olan bir olaydır. Bu, bizim köylülerce inanılması güç bir olağan üstülüktür. Gerçekte buğdaylar biçilirken tarlanın sürülmesi yapılmaktadır. Ancak bu sürülmede tohum ekilmemektedir. İstense yapılabilir ama yapılmamaktadır. Burasını çiftçiler kendi gönüllerince eklemişler, buna da içtenlikle inanmışlardır. Türkgeldi başka bir açıdan önem kazanmıştır. Orada fidancılık ön plandadır. Orası için de, “Bastonu dikseler yeşerir!” söylemi çıkarılıp yaygınlaştırılmıştır. İşte bu iki olağanüstü yerden yararlanmak amacıyla bizim okul Lüleburgaz’da kurulacaktır. Benim bu gerekçem, bana takılmak isteyenleri susturacak güçlü neden olacaktır. Bunu düşünüp, yararlarına inanınca konu bir daha açılırsa savunma kapmaya hazırlandım. Kahvedekiler konuya bir daha dönmediler. Ancak bunlar çıkıp yeni gelenler çoğalınca aynı sahnenin açılacağı kesindi. Eve döndüm. Savunmam iyi ama kendi kendime sordum: Ben okulun Lüleburgaz’da olmasına sevinecek miyim? İçimde böyle bir kıpırtı duyamıyorum. Ben de yanılıyorum. Köylülere karşı yapacağım savunmayı kendime karşı da yapmaya başladım. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin konuşmalarını bir bir anımsadım. Öğretmenin düşündüğü, tamı tamına benim söyleyeceklerimle örtüşmektedir. Benim düşündüğümü onlar neden düşünmesinler? Böylece, söyleyeceklerimi benim değil yöneticilerin savunmasıymış gibi göstermeye heveslendim. İçim rahatladı. D’Artagnan’ı okumaya devam ettim. D’Artagnan’ın ev sahibi tutuklandı, karısı kaçırıldı. Dört silahşör yeni bir plan kurdular. D’Artagnan planları kuran durumuna geçti. Kardinalin adamları kraliçeyi göz altında tutuyor, birer ikişer de öldürüyorlar. D’Artagnan’ın ev sahibini savunmaması maksatlı. Ondan yararlanıp daha büyük işler becerecekler. Kitabı bıraktım. Kadir’i düşündüm. Gelirken çok yorulmuş. Oysa “Yorulmadım!” diyordu. Belki de Hüseyin Orhan, İdris Destan, Recep Kocaman, Ceylan köylü Mehmet’lerle haberleşip hep beraber karar verdiler. Burgaz’da buluşup birlikte gelecekler. Olsun, ben kararlıyım, pazar günü gideceğim. Sıkıldım, gene kahveye indim. Kahvede Deveçatak köyünden tanıdığım Çorbacı Veli var. Çok iyi tanıdığım biri. Bana, “yeniden okumaya başlamışsın, buna sevindim. Sıkı çalış bizim Cafer gibi olma!” dedi. Onların köyünden okuyan biri hakkında eski yıllarda haberler duymuştum. Ya önemsemedim ya da unuttum. Sustum. Veli Ağabey yarınki av için gelmiş. Sürekli tüfekle gezdiğini biliyordum. Meğer sayılı avcılardanmış. Cafer olayını anlattı. Cafer, zeki bir çocukmuş. Köy okulundan sonra ortaokula devam etmiş. Orta okulda da başarılıymış. Bu başarısı o denli abartılmış ki, köylülere göre bunu Atatürk duymuş, görmek istemiş. Cafer Ankara’ya gitmiş. Ne olmuşsa olmuş (köylüler buna nazar değmiş diyor) Cafer bir gün köye dönmüş. Şimdi köydeymiş, doğru dürüst çiftçilik bile yapamıyormuş. Ben güldüm, “Üzülme, ben öyle akıllı değilim ama çiftçilik yapacak kadar da bilgimin olduğuna inanıyorum!” dedim. Konuk Veli Ağabey, “Haydi öyleyse yarın keklik avında da yarışalım!” dedi. Kahve bazı akşamları tıkabasa dolar. Bugün de öyle oldu. Konuklar benimle ilgilendiği için bizim köylüler de çoğunlukla bana döndüler. Konu hemen Hafız amcanın haberine çevrildi. Bizim okula yer nasıl bulunacak? Özellikle yaşlılar Lüleburgaz çevresini çok iyi biliyorlar. Küçük okul arkadaşlarımdan Arif’in babası Bekar Hasan bundan birkaç yıl önce, Kamber Amcamla tüm Lüleburgaz köylerini dolaşmış. Kamber Amcamlar Bulgaristan sınırındaki köylerini bırakıp buralara inmeyi istemişler. Bu nedenle yer aramışlar. Sonunda Lüleburgaz-İstanbul yolu üzerinde, Lüleburgaz’a 7 km. uzaklıktaki Yeni Bedir çiftliğini bulup almışlar. Bekar Hasan dayı bunu anlattı, “Lüleburgaz’da sanıldığı gibi bol yer yok!” dedi. Bir an bir suskunluk oldu. Köyün şakacısı Kara Hüseyin, sessizlikten yararlanarak fikrini söyledi: “Devlet yer ararsa bulur, size mi soracak? Sorduğunu farzedelim, bana sorarsa göstereceğim yer hazır, işte bizim Papazın Tarlası!” Babam da dahil herkes güldü. Papazın Tarlası diye tartışmalı bir arazi vardır. Köy kurulduğunda başlayan bu tartışma henüz bitmiş değildir. Köy kurulduğu sıralarda kuzey yönümüzde Yeni Çiftlik adında bir köy varmış. O zaman bu köyün sakinleri Hıristiyan azınlıklardanmış. Bizim köy kurulunca sınır bölgesini köyün papazına bırakmışlar. 100 dönüm diye söylenen bu yeri köyün papazı uzun yıllar kullanmış. Balkan savaşında karşı davranışları saptanan bu köy halkı, Papaz başta olmak üzere köyü boşaltmış. Boşalan köyün iki yanında bulunan bizim köyle Erikleryurdu köyleri Yeni Çiftlik topraklarını paylaşmış. Papazın tarlası da bizim köye kalmış. Kalmış ama bu kez hazine sahip çıkmış. Papazın tarlası, hazinede kayıtlı bizim köyün merası durumuna girmiş. Ancak çok değerli görülen bu toprak tarlaya dönüştürülmek istendikçe hem hazine, hem de yakın iki köy Erikleryurdu ile Kumrular köylülerce engellenmiş. Böylece Papazın Tarlası, Hazine ile bizim köy, Kumrular, Erikleryurdu arasında sürüncemeli bir duruma girmiş. İşte Kara Hüseyin şaka olarak dese de köy için süregelen bir pürüzü böylece temizlemeyi düşünmüş oluyor. İnsanlar gülerken, o bana ciddi ciddi “Teklifimi nasıl buldun?” dedi. Ben de hiç düşünmeden, “Çok güzel ama ben öyle olmasını istemiyorum. Alpullu’dan bıktım. Papazın Tarlası’ndan fabrika bacasına bakmak istemiyorum. O baca bana sizin zorluklarla taşıdığınız, tartılarda eksiltilen pancarları, aylar sonra bile doğru dürüst alamadığınız paraları anımsatıyor!” dedim. Birden sesler kesildi. Konuk Veli Ağabey, “Bunları bildiğine göre, sakın unutma bir gün mevki sahibi olunca bunları anımsa, sakın haksızlık yapma!” dedi. Hepsi birden “O düşünür, o köyden yetişkin ayrıldı, unutmaz!” dediler. Pancar müfettişini, evine gittiğimi anlattım. Müfettiş köye gelmiş ama doğru dürüst kimse anımsayamadı. Ali Ağabeyim bu sıra yoktu. “Tanısa tanısa o tanır!” diyenler oldu. Ali Ağabeyim dışardan gelenleri arabasıyla gezdiği için daha yakınlık kurabiliyormuş. Papazın Tarlası önerisi işime yaradı. Konu bu gecelik kesildi. Avcılık muhabbeti başladı. Kurt avcı dedikleri Poyraz Mehmet geldi. Çorbacı Veli’yi görünce, şaka olarak “Ne arıyorsun sen burada? Koskoca Evkaf ormanları, Emlakşahane koruları yetmedi mi?” dedi. Deveçatak, bizim köyden eskiymiş. O nedenle onların daha geniş toprakları varmış. O söylediği ormanlar hazineninmiş. Bu ormanların bir ucu Kızılcıkdere’ye oradan da Istrancalara uzanmaktadır. Bu nedenle çok av bulunmaktadır. Dağ keçisine, karacaya raslandığı gibi, ceylan bile avlandığı olmuş. Konuk avcı, “Onlar eskidendi, şimdi siz ne iseniz biz de oyuz!” dedi. Gülerek “Bizde sizden çok olan, kargalar, saksağanlar, biliyorsunuz bizim köy cevizliktir, her bahçede en az beş ağaç ceviz vardır. İşte bu nedenle biz, karga besleyip karga avlıyoruz!” Kurt avcının yanıtı gecikmedi. “Daha ne istiyorsunuz, kargaları kovalarken avcılığı öğreniyorsunuz!” Avcıların söz yarışması kesilince dağılma başladı. Eve daha rahat döndüm. Okul tevatürü oldukça önlenmiş oldu. Asker örnekleri, benim açıklamalarım, şakalar, benim hakkımda öne sürülen olumlu kanılar beklediğimden iyi oldu. Hiç bir yorum yapmadan yatıp uyudum.

 

5 Mart 1939 Pazar

 

Ablam uyandırdı, çorbalı bir kahvaltı ettim. Yanıma da peynir ekmek aldım, kahveye indim, çay içtim. Hilmi geldi. M de gelecekmiş onu bekledik. Ayrıca iki delikanlı daha geldi. Gelenler benden küçükler ama neredeyse boyuma yetişmişler, Arabacı Kadir’le, Kıymatı Yaşar. Onlarda tüfek yok, sürücüymüşler. M de öyle, okula indik. Okulda on kadar gerçek avcı toplanmış. Çeşmedere tarafına yöneldik. Alpullu yolu üstünde bulunan Müsellim köyü merasına (Bizim büyüktarlanın oraya) ulaştık. Burası, Hamitabat’a, Kırıkköy’e, Müsellim’e, Kumrular’a, bizimköye aynı uzaklıkta sessiz bir bölge, derin uçurumlar, ormana dönüşmüş durumda. Tam domuz, kurt, tilki korunaklığı deniyor. Uçurumlu derenin iki yakasını tarayarak Kumrular yoluna çıktık. Derinlerden iki tüfek sesi geldi. Derin yerler biterken çatak ikiye bölünmekte, benim az önümden bir tavşan kalktı. Çorbacı Veli bana “Bu senin kısmetin!” dedi, tetiği çekti. Besbelli vuramadı, dedim içimden, tavşan gidiyor. “Benim kısmetim biraz kıttır!” derken tavşancık tökezledi, geri döndü bir daha tökezledi, yerde kıvranmaya başladı. Arabacı Kadir koştu yakaladı, kesti. Vuran Veli Ağabey, “Kısmetini küçümseme, kısmet kısmettir!” dedi. Kumrular yolu üstünde toplandık. Derinde iki tüfek sesi gelmişti. İki tüfek sesinden sonra oradakiler iki tilki ile çıka geldiler. İkisini de Kurt Avcı Poyraz Mehmet vurmuş. Çorbacı Veli’ye böbürlenerek baktı, “Bir tane tavşancık mı?” dedi. Veli Ağabey ise, “Biz tavşan yerken sen de tilkilerinin kuyruğuna bakıp yalanırsın!” Toplanıp bu kez Çeşmedere arkasına Ardıçlık çataklığına yöneldik. Hava güneşli, amaç keklikleri bulmak. Burada iki çatak var, biri çok derin, taban sulak, domuz bulunurmuş. Burada bağırma çağırma yok. Ses olursa esas keklikli yan çataktaki avlar kaçarmış. Çatağı boydan boya taradık. Sayısız serçe, sığırcık, benzeri kuşlar uçtu, onlara atılmadı. Benim elimde bir tek kırma var ama atmak niyetinde değilim. Zaten bana sağ en kenarda yer verdiler, derinliklere inmiyorum. “Ayakkabıların çarpık yamaçlı yerlerde kayar!” dediler. Burada tüfek atılmadı. Geri dönüp öteki yüzü taramaya başladık. Burada süzek yürüyüşüne geçerken daha tüfekler patladı. Tutucular koşuştular. Dört keklik bulundu. Vurulup da ölmeyen keklikler ardıçların arasına saklanıyormuş, aradılar bir tane canlı canlı yakaladılar. Buradan çeşme önüne inildi. Keskin avcılar çayırlık boyunca gittiler, toy gözlediler. Balıkçıldan başka bir şey olmadığını söyleyip döndüler. Çeşme başında mola verildi. Buradan Göksu çataklığına geçtık. Çatağa girmeden bir tavşan vuruldu. Bunu da tilki vuran Kurt avcı Poyraz Mehmet vurdu. Burada duraksayıp konuşma yapıldı. Hemen ilerde koyun sayaları var. Güneşe karşı meyilli yokuşa yapılmış, kuytu mekanlar. Deneyimli avcılar bizden ayrılıp Sayanın dört tarafına dağıldılar. Boşa bir silah atıldı, arkasından üç dört el patlama oldu. İlk silah varsa keklikleri ürkütmek için. Silah sesine keklikler, başka kuşlar, sayanın kuruluğundan toplu durumda uçtular, çifteler patlayınca kuşlar dağılarak döküldüler. Toplayıcılar koşup topladılar. Beş sığırcık iki üveyik, yedi keklik toplandı. Üveyikler vurulmaz ama arada gitmişler. Onların neden oralarda olduğunu önce düşünmemiştim. Koyunlara kışın kuru yem veriliyor. dökülen yemlere önce serçeler dadanıyormuş. Onların yaygarasına kapılan öteki kuşlar da toplanıyormuş. Sürüler gündüz uzaklara gittiğinden keklikler aldanıp ağıllara giriyorlarmış. “Yeterli nevale topladık!” diyerek köye doğrulduk. Yokuş aşağı inerken dere kenarından bir tilki çıkıverdi. İlk silah sesine tilki gerisi geriye dönüp çalılar arasına girdi. Vurulup ölmüş olabileceği öne sürüldü. Çalılar arası bir bir arandı, bulunamadı. Dere boyunca aşağılara gittiği tahmin edildi. Köye iki tilki, iki tavşan on keklik dört sığırcıkla dönüldü. Kekliğin biri çok saçma aldığından parçalanmış durumda idi, atıldı. Benimle beraber ondört avcı onsekiz avla köye döndük. Böylece ben sadece tüfek taşıma avcılığı yaptım. “Hiç olmazsa bir fişek boşalt!” diyenler oldu. Bu teklif bana çok yapay geldiğinden, atmadım. Yürümek değil ama ayakkabılarım kırda gezmeye elverişli olmadığı için ayak bileklerim yoruldu. Bunu bahane ederek hemen ayrılıp eve gittim. Uzanıp yattım. Bir süre düşündüm. Avcılık çok saçma bir olay. Keşke gitmeseydim. Kitabı açıp bir süre okudum. Madam Bonacieux’un kocası mösyö Bonacieux, sonunda Kardinale getirildi. Sorguya çekildi. Mösyö Bonacieux önce sıkıştırılmasına karşın bir miktar para verilerek Kardinal tarafından affedildi. Daha doğrusu bundan sonraki dalaverelerde kullanılmak üzere bırakıldı. Kardinal İngiltere’ye bir casus gönderdi. Casus, İngiltere’de birine mektup götürdü. Mektupta, Buckingham dükünün kolyesini istedi. Dansta kolyeyi kesip Kardinale getirecekler. Getirsinler bakalım. Kalktım, toparlanıp gene kahveye gittim. Avcılardan hiç kimse yok. Babam yorulup yorulmadığımı sordu. “Yorulmadım!” dedim. Oturanlarla konuştum. Az sonra Hilmi geldi. Hilmi av olayını anlattı. Ormanların gittikçe azaldığını, ormanlar azalınca yaban hayvanlarının buralardan daha ormanlık yerlere kaçtığını anlattılar. Eskiden Kurudere gölüne sürüyle ördek geldiğini, son yıllarda ise ilaç için ördek bulunmadığını söylediler. İçlerinden bazıları da av mevsiminin geçtiğini, kış nedeniyle hayvanların kendilerini korumaya aldığını, daha büyük ormanlara kaçtığını anlattılar. Ben pek can kulağıyla dinlemedim. Okulda söz konusu olmuştu, Tabiat Bilgisi dersinde çevre hayvanlarını sayarken acaba unuttuğum var mı diye düşünüyordum. Anladım ki unuttuğum yokmuş. Saymadığım tek hayvan kuşlardan toy, bir de eskilerde az da olsa rastlanan, karaca, yaban keçisi. Onlar da Istranca’lardan gelirmiş. Ali Ağabeyim, “Yarın Lüleburgaz pazarına beraber gidelim!” dedi. Daha önce giderim demiştim. İçimden vazgeçtim ama bunu söyleyemedim, “Olur!” dedim. Yola erken çıkacakmışız. Eve döndüm yattım. Biraz istemeye istemeye olacak ama olsun. Ayırdında değilim, yorulmuşum. Uykum arasında konuşmalar duydum. Rüyada hep olur bu dedim, içimden...

 

6 Mart 1939 Pazartesi

 

 

Ablam yavaş sesle uyandırdı, “Gitmek istersen kalk, güneşle yola çıkacaksınız!” Kalktım. Ablam: “akşam gelenler oldu, seni uyandırmadım, av payını getirmişler, iki keklik dört sığırcık. Akşam dönünce yersin.” Arkadaşlar, önce topluca yemek için düşünmüşler. Çoğunun bu sıralarda bahaneleri çıkmış. Düğünden sonrayı önerenler olmuş. O zaman da benim olmayacağım düşünülmüş. Sonunda bölüşmeye karar vermişler. Buna biraz da Çorbacı Veli sebep olmuş. O, “Ben kalamam köyüme döneceğim!” deyince onun payını ayırmışlar. Sonra da herkese birşeyler verip, işi kapatmışlar. “Benim söyleyecek bir sözüm yok, onlar ne yaptılarsa doğru yapmışlardır!” Ali Ağabeyimin saptadığı zamanda yola çıktık. Ali Ağabeyim şakacıdır, atları, dört ay önceki gibi gene kahvenin önünden geçti. Oyunu anladım, kendimi tutarak sol tarafa bakmamaya çalıştım. Bekar Arif’lerin bahçesine girdik. Bekar Hasan Amca da bizimle gelecekmiş. Ali Ağabey bahçede arabayla bir yay çizdi. C’lerin evin önü apaçık görünüyor. (Ali Ağabeyim, C’nin olmadığını biliyor) Bakmamak olası değil araba bir daire çizdi. Oradan köy altına indik. Karaahmet’le Veli Nadar’ı aldık, yola koyulduk. Yol boyunca onlar konuştu ben dinledim. Bekar Hasan Amcayı öteden beri dinlerim. Askerliğinde çok gezmiş. Avusturya Galiçya’sında savaşa katılmış, Tutsak olarak, Kafkaslarda bir yerde, iki yıl kalmış. Oradan Kars’a geçmiş, özgür bırakılmış ama oradan köye tam bir yıl sonra gelebilmiş. “Anadolu’yu boydan boya, adım, adım adımladım!” demesini hiç unutmuyorum. Nadar Veli de uzun askerlik yapanlardan, Arnavutluk’ta esir kalmış. Arnavutluk’u korumaya gitmişler. İki yıl orada görev yapmışlar. Komutanları Arnavutmuş, isyan edip orada hükümet (Esat Paşa) kurmaya kalkmış. Askerin bir bölümü ayaklanınca ayaklananlar esir sayılmış. Daha sonra yapılan anlaşmalar sonunda Türk askerleri kurtulmuş ama bu kez Dünya Savaşı çıkmış, Bulgaristan yoluyla önce İstanbul sonra da Çanakkale yöresine geçmişler. Veli Amca Çanakkale savaşını yaşamış ama ikmal bölüklerinde olduğundan savaş gerilerinde bulunmuş, düşmanla, göğüs göğüse savaşmamış. Böyleyken savaş sözü açılınca “Savaş herkesi yaralar, kimisinin yarası bedeninde kimisini yarası içindedir. Savaş insanların ruhunu kısırlaştırır!” sözünü tekrar tekrar söylemektedir.

Konuşa konuşa Lüleburgaz bağlığına vardık. Yolumuz dik bir yamaçtan aşağıya inmektedir. Tam Burgaz tarafına dönerken yağmur başladı. Ali Ağabey atları gırbaçlayarak yolumuzu kısalttı ama oldukça ıslandık. Çarşı içindeki Enver Beyin Hanına indik. Yağmur giderek hızlandı. Yağmur hızlandıkça hava da soğudu. İnsanlar kaçışıyor. Birden anımsadım, 10 Kasım tarihinde de böyle bir gün yaşamıştım. Benim Lüleburgaz kaderim böyle mi yazılmış diye düşündüm. Arabamızdaki öteki amca Mahmut Ağabeyimin sağdıcıdır. Çok iyi konuşurlar. Ben ona Büyükbaşa derim. Bir saygınlık sözüymüş ama bana kimse doğru dürüst anlamını söylemedi. Ağabeylerin sağdıçlarına erkek kardeşler böyle dermiş. Ötekiler gitti, o benimle kaldı. Kahveye gidip çay içtik. Hanın tam karşısında Tavukçu Hasan’ın manifatura dükkanı var, babamı, ağabeylerimi tanır, görmüş geldi beni çağırdı. Dükkan sıcak. Ayrıca mangal yaktı. Ben rahatı bulunca Ahmet Ağabey çıktı işlerini gördü. Ben iyice kurulandım. Uzun süre orada oturdum. Dükkan sahibi Tavukçu Hasan Amca bana köfte getirtti. Hasan Amca beni tanıyor ama öğrenci olduğumu bilmiyormuş. Konuşurken, açıkladım. O hayretle, “Aaaa, sizin okul buraya geliyor, İstanbul yolunda bir yerlere gidip gidip bakıyorlar, müfettiş Yalçın Bey benim hem müşterim hem de komşumdur. Bu işlerle onu görevlendirmişler, o anlattı!” dedi. Durum kesinleşiyormuş. “Olsun!” dedim. Hasan Amca, “Ne olsunu? Memnun değil misin? Köyünün burnu dibinde, burada bizler varız. Bu senin için bir nimettir!” Birden şaşırdım, Hasan Amca beni düpe düz azarladı. Kalkıp gitmeyi bile düşündüm. O müşterilerle ilgilenirken Ali Ağabeyim geldi. “Yağmur kesildi, ne olur ne olmaz, hemen yola çıkıyoruz!” dedi. İzin isteyip ayrıldık. Gerçekten yağmur kesilmiş, esinti de kalmamış gibi, hemen yola çıktık. Bağlık yokuşunu çıkınca bir de baktık ki bizim tarafa yağmur hiç yağmamış gibi. Ali Ağabeyim, yağmur gelir telaşıyla atları kamçıladı, kuru kuru eve döndük. Ablamın birşeyden haberi yok. Bana “İyi oldu gittiğin Burgaz’ın pazarını bol bol gezmişsindir. Burada kaç gündür kapalı kaldın, sıkılmıştın!” Ali Ağabeyim kıs kıs güldü. Ablam alındı, “sizde birşeyler var, saklıyorsunuz, ne oldu bakalım?” Olayı anlattım, Tavukçu Hasan’ın dükkanında oturdum, tuvalete bile çıkamadığımı söyleyince ablam “Eyvah benim kardeşçiğim, keşke engel olsaydım da gitmeseydin!” dedi durdu. Yemekte nefis pişirilmiş keklikler vardı, azıcık yeyip yattım. Lüleburgaz’da Trakya Köy Öğretmen Okulu. Olsun. İstanbul yolu üstünde. İstasyona ayrılan yolun ilersi oradaki tepeler boş. Olsun! Hiçbir şey düşünmeyeceğim, uyuyacağım. Olmadı, yatağın içinde döndüm durdum. Babam, yağmur olayını duyunca telaşlanmış, ıslanıp hastalanmamdan endişelenmiş. Gelir gelmez yatışım kaygısını arttırmış. Ablamla konuştular. Ablam rahatsızlığımın olmadığını, sabah erken kalktığım için erken yattığımı anlattı. Bunları duydum ama nedense kalkıp konuşmadım. Buna da sinirlendim. Kimi zaman kendi kendime inadım tutuyor. Bu inadımı kırmak benim elimde. Bugün Tavukçu Hasan Ağabeye de iyi davranmadım. O bana güzel haber verdi. Bense kötü bir haber dinlemiş gibi suskun durdum, “ya, hı” gibi savuşturucu seslerle geçiştirdim. Bu huyumun değişmesi benim çıkarıma olacak. Bunu nasıl yapacağım? Kendimi kimi zaman öyle bırakıveriyorum.

 

7 Mart 1939 Salı

 

Gülsüm’ün tıkırtılarından uyandım. Aslında çok uyumuşum. Akşam erken yatmıştım. Bu günü düşündüm. Silahşörleri bugün bitirmezsem, bitirmeden dönebilirim. Yarın yolculuk hazırlığı, derken yola çıkma zaman alacak. Sonraki iki gün ise el köyünde başkasının ölçüleri içinde hareket etme zorunda kalacağım. Dönünce durumun ne olacağı belli değil. Bugün bu kitap bitmeli...Kahvaltı ettim, babam belki bir şeyler sorar diye kahveye uğradım. Tavukçu Hasan’ın selamlarını söyledim, az sonra eve döndüm, kitap okumaya başladım. Kralla, Kardinal Richelieu neredeyse birbirine girecekler. Kardinal görevden ayrılma numaraları yapıyor. Bir taraftan da Kralla Kraliçenin ayrılması için dolaplar çeviriyor. Kraliçenin bir zayıf tarafı var. Kral ona bir değerli kolye almış. Kraliçe de bunu İngiltere’deki sevgilisine hediye etmiş. Kardinal bunu ortaya çıkartmak için, Krala bir balo yapmasını, baloda da Kraliçenin bu kolyeyi takmasını isteyecek. Kardinal bir taraftan da bu kolyeyi çaldırmak için İngiltere’ye casuslar gönderiyor. Kolyenin yetişmesi için baloyu geri bir tarihe atıyorlar. Kolye takılma isteği ortaya çıkınca Kraliçe sıkışıyor. Richelieu, nedimelerinden yardım istiyor. D’Artagnan’ın ev sahibinin hanımı madam Bonacieux kraliçeye yardım etmeye kalkıyor. Kocasını İngiltere’ye gönderip kolyeyi aldıracak. Ne yazık ki mösyö Bonacieux karısının teklifini kabul etmiyor. Karı koca yüksek sesle konuşuyorlar, mösyö Bonacieux evden ayrılıyor. Ancak konuşmaları, kiracıları D’Artagnan dinliyor. Kocası evden çıkınca D’Artagnan madam Bonacieux’a inip kendisinin o kolyeyi alıp getirebileceğini söylüyor. Anlaşıyorlar. D’Artagnan, komutanları De Treville’de izin aldı, arkadaşları, Porthos, Athos ve Aramis’le vedalaşıp Londra’ya yola çıkmaya hazırlanırken arkadaşları Kraliçe için çalışacaklarını, D’Artagnan’ı yalnız bırakmayacaklarını söyleyerek, bu iş için alınan parayı üleşip yola çıktılar. Ancak yolda çok çeşitli kavgalara karışarak birer ikişer döküldüler. Sonunda D’Artagnan yalnız olarak aradığı dükü bulup mektubu verdi. Mektupta kolyenin D’Artagnan’a verilmesi yazılıdır. Ancak kolyeden iki elmas çalınmıştır. Kolyeyi yapan kuyumcu bulunarak yeni iki elmas taktırılır. D’Artagnan hızla geri dönüp kolyeyi kraliçenin balosuna yetiştirir. Kardinal Richelieu fena bozulur. Elinde, kendisinin çaldırdığı iki elmas vardır. Kraliçenin boynundakiler sayılır tamam çıkar. Kral olayı anlamaz, Kardinalden sorar. Kardinal pişkinlik yapar, “Bunları Kraliçeye hediye verecektim!” der. Kralla Kraliçe barışırlar, D’Artagnan’a bir randevu verilir. Komutanı bunun bir tuzak olacağı kanısındadır. Komutanın tahmini doğru çıkmiştır. D’Artagnan’a randevu veren kadın kaçırılır. Evi tahrip edilir. Kendisi de aranır. D’Artagnan bir süre Paris’ten ayrılıp arkadaşlarını aramaya başlar. Ne hikmetse üçünü de değişik olaylar içinde bulur. Biri sarhoş, biri yaralı, biri de tarikatçi olmuş ya da olmak üzeredir. Bu arada kumar oynayıp uşaklarından bile olmuşlardır. D’Artagnan da Kral şövalyeliği kazanır. Gene eski durumlarına dönmüşlerdir. Bu kez savaşa hazırlanırlar. Ayrı kaldıkları birkaç gün içinde olağanüstü olaylara karışmışlardır. Bunları anlatırlar. Savaş için para gerekmektedir. Para için kadın avcılığına çıkarlar. Dördünün de kadın aldatmada ayrı numaraları vardır, bunları uygulayıp para sızdırırlar. En büyük hünerleri düello yapmaktır. Ancak onlar ne denli cesursa karşılarında o denli sabıkalı kadınlar, erkekler vardı. Zaman zaman bu kadınların tuzaklarına da düştüler. Kadınlar genellikle ya Kardinal ya da Kral takımından olmaktadır. Bunlardan Mylady en çapkını, en cesurudur. D’Artagnan’ı az daha yok edecek dolaplar çevirdi. Sonunda Silahşörler savaşa katıldılar. Savaşta da kahramandırlar. Ancak Mylady D’Artagnan’ın peşini bırakmaz, onu öldürtmek için, zehirleme ya da arkasından vurdurma planlarını sürdürür. Bu arada Mylady ile Athos’un geçmişteki ilişkisi de ortaya çıkar. Bu kez Kardinal Mylady’yi İngiltere’ye casusluk için gönderir. Kardinal D’Artagnan’ı kendi yanına çekmek ister. Kabul etmeyen D’Artagnan korkuya kapılır. Mylady’yi ortadan kaldırma çareleri aranır. Birçok olasılıklar öne sürülür. Mylady İngiltere’de tuzağa düşer, bir köşke kapatılır. Koruyucusuna kandırıcı yalanlar anlatarak kaçmayı tasarlarken, kendini yaralar, planı açığa çıkar. Ancak kendisini bekleyen genç subayı kandırır, onu ruhsal olarak etkileyerek düşmanı olan Kraliçenin sevgilisi Buckingham dükünü öldürtür. Kargaşalardan yararlanıp Fransa’ya döner. Mylady güçlü bir ekip tarafından korunur, elindeki belgelerle hem İngiliz hem Fransız olabilmektedir. Bu olanaklardan yararlanarak Paris’e ulaştı. Düşman bellediği Madam Bonacieux’yu zehirledi. Bunu öğrenen D’Artagnan deliye döndü. Daha sonra tüm Silahşörler toplanıp Mylady’yi sorguya çekip öldürdüler. Tüm bu olaylardan sonra Kardinal D’Artagnan’ı terfi ettirdi. Kardinalin askerleri arasında yer aldı. Kitabı bitirdim ama kafam karıştı. Bu kadar insan öldü. Sonuçta kim kazançlı oldu? D’Artagnan arkadaşlarını terk mi etti? Neyse ki Kraliçe temize çıktı ya da kurtuldu. Kral kraliçeyi affetti. Bu kitabı okudum ama zorla okudum.  Öğretmene söyleyince ya “Kalk anlat!” derse? Neresinden, nasıl başlarım? Başlarda öğrendiğim kişiler, kitabın sonunda başka türlü çıkıyor. Örneğin Athos, Mylady’nin kocasıdır. Bunu başlangıçta bilmiyordum. Sonunda öğrendim. Olayı şimdi biliyorum. Anlat denince, Athos’un karısı Mylady mi diyeceğim? Yoksa gene bilmezden gelip sonunda mı söyleyeceğim? Ayrıca çok uzun, sayısız olay, hangisini anlatayım ki? Kitabı kapattım. Öteki kitaba baktım. Bunu da okuyabilirmişim! İşi gevşek tuttum, Kızılcıkdere’den erken dönersek, okumayı deneyeceğim. Ablam, yarınki yolculuk için ne düşündüğümü sordu. İki öneri var; kendi arabamızla erkenden gitmek, öteki arabalarla, yayalarla birlikte olmak. Geçen yıllarda olsa ikinci öneriyi seçerdim. Şimdi hiç düşünmeden “Ben İsmet’i görmeye gidiyorum. Bu arada evlenen adaşımın da gönlü olsun diye gidişimi bu güne bıraktım.” Bu nedenle kendi arabamızla gideceğimi, söyledim. O zaman alayla yola çıkmayacakmışız. Daha geç çıkıp Kavakdere üzerinden gidecekmişiz. Gelin alayını delip geçmek olmazmış. Buna sevinerek kahveye indim. Kahvedekilerin ilk soruları “yarın sen de gidecek misin?” oldu. Kararsızlığımı, ödevlerimi henüz bitiremediğimi, okunacak bir kitabım bulunduğunu söyledim. Olayın üzerinde duran olmadı. Ders çalışmamı, derslerin neler olduğunu soranlar oldu. Daha okuldayken abartarak anlatmaya karar verdiğim kimi ders olaylarını, özellikle başarısızların yıl sonunda köylerine gönderileceklerinin sık sık söylendiğini anlattım. Bunu söyleyince insanlar çok ilgi gösterdi, “Öyle ya, devlet yıllarca hazır besleyecek değil, başarısızı gönderir başarılısını alır!” gibi fikirler ileri sürüldü. Okul yeri arandığı daha yaygın konuşulmasına karşın Kara Hüseyin’in Papazın Tarlası önerisine kimse değinmedi. Bu kez ben Kara Hüseyin’in geçmiş yıllardaki Çete Hasan olayını anımsattım. O geceye tanık olan Arabacı Ali, dinleyenlere anlattı. Dağda gezen, katil, asker kaçağı azılı eşkiya, yataklık edenler sayesinde bizim köye kadar gelmiş. Bizden de dost tutmuş, buraya (eliyle sağ köşeyi göstererek) oturmuş, bizimle muhabbet etti. Öyle tatlı olaylar anlattı ki hepimiz ağzımız açık dinledik. Tam bu sıralarda Şakacı Kara Hüseyin bir Çete Hasan sözü etti. Hoşsohbet konuk, ev sahibi Hasan, bu söz üzerine paldır küldür gittiler. Bu telaşı biz pek önemsemedik. Bir başka komşumuz bunlardan kuşkulanıyormuş, jandarmaya duyurmuş. Bir saat içinde jandarma geldi ama iki Hasan da bulunamadı. Çete bir hafta içinde Istranca ormanlıklarında yaralı olarak yakalandı. Yataklık eden göçmen Hasan sözde Balkanlardaki eski köyüne gitmiş. Uzun süre sonra, aldığı bir sürü hayvanla geldi. Hayvan alım satımıyla uğraşıyormuş, Edirne dolaylarına hayvan toplayıp sattığı söyleniyordu. Bir yandan da mahkemeleri sürdü. O mahkemesi bitmeden, bu kez bir başka olaydan tutuklandı. Daha sonra ise kayıplara karıştı. Konu yarınki gelin alayına döndü. Gelin alayları da geçmişte oldukça olaylı geçmiş. Dostça bitenlerin yanında yıllarca çekişme başlatanları da olmuşmuş. Ancak Kızılcıkdere ile bir sabıkalı düğün yaşanmamış. Bizim köyden gidenlerde de oradan gelenlerde de tatsızlıkla anılan yokmuş. “Bu kez de olmaz inşallah!” deyip sözü kestiler. Eve babamla döndük. Babam da düğünlerin tekin olmadığı, özellikle içki kullananların sapıttığı kanısında. “İçki içenler, adam gibi içmesini bilmemekte, üstelik, insanlar için üretilen içkileri değil ölçüsüz ispirto içip delirenlerin bulunduğunu, böyle bir ortamda yapılan şenliklerin acıklı sonuçlar doğurduğunu, bunları düşünüp “rasgele gruplara takılma!” yolunda övütler verdi. Bunları ben çok iyi biliyorum. Geçen yıl anlatılanlara tıpatıp uyan olaylara tanık olmuştum. Bu kez İsmet’le birlikteyiz, ben ona uyacağım. İçimden “Git dense de gitmeyeceğim!” Açıkçası, bu tür olaylardan soğumuş durumdayım. Kahve konuşmaları böyle düşünmeme neden oldu. Karşılaştığım hiçbir olay, benim düşlediğim gibi tekrarlanmadı. Bu on günde tanık olduğum hiçbir konuşma özlemle anılacak etki bırakmadı. Hepsi iyi insanlar ama bir gün de konuşsan aynı, bir ay, ya da bir yıl konuşsan fazla bir değişiklik olmamakta. Benim böyle düşüneceğimi bilen Eğitmen Mustafa Ağabey, “Eski arkadaşlarını hep kendi yanına çekmeye çalış, anlattıklarını onlara göre değil kendi ölçülerin içinde anlat, onlar konuşurken yanlışlarını yakalayınca sakın bekleme, cesaretle düzelt. Bunları yaparsan aranızdaki farkı anlayıp ona göre tavır alırlar. Bunlara aldırmaz da söylediklerini olduğu gibi benimsersen, onlar bunu nezaket değil, kendilerine teslim olduğunuz biçimde algılar, sonuç, kısa zamanda saygısızlığa dönüşür Öğretmenlik, düpedüz bu ilişke üzerine kurulmuştur. Bu nedenle köy halkı ile öğrenciler arasında çok önemli bir benzerlik vardır. Onları sıkıştırmadan, kavrayabilecekleri ölçüler içinde yeniliklerle karşı karşıya bırakmalı. Onlar bu yenilikleri hemen kavrayamasa bile, bunların sizde olduğunu, sizin bunları bildiğinizi gördükçe aranızdaki mesafeyi unutmazlar, daha dikkatli davranıp sunduğunuz yeniliğe yavaş da olsa hazırlanırlar. İşte bu hazırlık insan ilişkilerinde nezaketi üretip pekiştirir!” deyip defalarca uyardı. Bu uyarılar salt kahvede değil, çarşı, pazar, düğün, dernek tüm ilişkilerde geçerli. Bunu bilince benim başka türlü davranmam olası değil. Söz gelimi bana “İç!” diyecekler. “İçmeyeceğim üstüne Öğretmenlerime söz verdim!” diyeceğim. Konu, uzatılmaya doğru yönlendirilirse, bu kez tartışmayı içki üzerine değil verilen sözün tutulup tutulmaması, bunun yanlışlığı üzerine yıkacağım. “Verilip de bozulan sözler, insan yaşamında alışkanlık oluşturursa, şeref, namus denilen değerler ne olur?” Böyle olunca benimle kimse tartışma açamaz, açsa da kazanamaz. Kendi kendime kaldıkça iyi şeyler düşündüğüme inanmaya başladım. Babam, ablalarım, ağabeylerim bana güveniyorlar. Onların bu güveni benim için dağ gibi bir destek. Onlara karşı bu güveni sürdüreceğim. Ablam “Kitap okurken uzan, daha rahat okursun!” diye yatağımı toplamıyor. Uzandım, düşündüm. Ablamlar ikisi de benim C konusunda içimin yandığını, ancak bunu onlara söyleyemediğimi düşünüyorlar. Oysda ben bu kez, böyle olmadığını, bundan sonra ise olamayacağını açık seçik anladım. C’yi asla incitmek istemiyorum ama, o da bu olaydan incinmemeli. Annelerimizin ölümü bizim için yapılan akiti zaten bozmuş. Bizim biribirimize verdiğimiz bir söz zaten yok. Söylenen sözler için bir yakınlık kurmuşuz. Öteki arkadaşlara bakarak bende bir yakınlaşma, bir peydahlama başlamış. Koşullar elverirse bu iş olabilirlik üzerinde bu günlere gelmiş. Şimdi o da ben de ayrı yollara dönmüş durumdayız. Yollarımızı döndürmek elimizde değil. Bu işi uzatmak özellikle benim için olanaksız. Böyle düşünerek kendi kendime konuşurken ablam sesimi duymuş. Geldi, “Kendi kendine ne konuşuyorsun?” dedi. Düşündüklerimi olduğu gibi anlattım. Ablam, ”İşte bu kadar!” dedi. Konuyu değiştirdi: “Zühre Teyzemiz biraz sulu gözlüdür. Annemizi anımsayıp sık sık ağlar. Buna kendini alıştır. Sakın bir şey söyleme, olağan karşıla. O annemizi çok severdi, özellikle çok genç ölmesine yüreği yandı, buna kendini bir türlü alıştıramadı.” Annemin ölümünden söz edince, bu kez annemin kaç yaşında öldüğünü sordum. Ablam üzgün bir sesle: “Anneciğim henüz 30’u içindeydi!” diyebildi... Dördüncü çocuğunun doğumunda kan kaybından vefat etmiş. Doğum normal gibi olmuş ancak bir gün sonra başlayan bir kanama durdurulamamış, ölüm bu yüzden olmuş. Ablam da ağlamaya başladı. Ben, “Zühre Teyzeme özendin!” deyince ablam bu sözüme güldü, “Ağlamanın özenilecek bir tarafı olduğunu bilmiyordum!” deyip ağlamaya gülmeye çevirdi. Acıklı konuşma sürmesin diye düşündüm, kahveye indim. Hilmi, Nebi vardı. Bir süre bizim okuldan konuştuk. Nebi de okumak isteyen ama yolunu pek bulamayan arkadaşlardan biridir. Ailenin tek çocuğu olması nedeniyle okumayı 3. sınıftan sonra bıraktı. Nuri, Mustafa kardeşler geldi. Bu kardeşlerin ikisi de arkadaşımız ama, onların yaşları bizden oldukça fazla. Üç kardeş anne-babasız yetişmiş kimselerdir. Büyükleri Haydar’ı ben çok severdim. Onun çok iyiliğini görmüştüm. Haydar delikanlı yaşında ansızın öldü. Nedenini kimse bilemedi. Birkaç günlük bir rahatsızlıktan sonra öldüğü görüldü. Kardeşler şimdi köyün sayılı delikanlılarından. Yarınki gelin halayında geleneklere göre halayı yönetecekler. Onların sözleri geçerli olacak. “Dur!” dedikleri yerde arabalar durup davullar çalacak, oyunlar oynanacak. Onlar izin vermeden hareket etmek olanaksız. Salt iki kardeş değil onlarla beraber on kadar delikanlı birbirlerini destekleyecekler. Ben köyde kalsaydım onlarla olacaktım. Zaten onlar da onun için gelmişler. “Seni ayrılmış saymıyoruz, aramızdasın, biz öyle sayıyoruz, bunu söylemeye geldik!” dediler. Teşekkür ettim. “Henüz gitmeye karar vermedim, sabahleyin belli olacak!” dedim. Onlar gidince öteki arkadaşlarla konuştuk. Ben söylemeden Hilmi de Nebi de onlara katılmamamı, katılırsam onlardan kolay kurtulamayacağımı, onlarınsa sürekli kabadayılık tasladıklarını, bilmeden olayların bana da bulaşabileceğini söylediler. Onlara da düşüneceğimi söyleyerek ayrıldım. Zaten kararımı vermiştim. Kendi arabamızla gideceğim. Böyle düşündüğümü söyleyip ayrıldım ama kendi kendime kalınca aklıma takılan olaylardan kendimi kolay kurtaramıyorum. Delikanlılar beni kendilerinden sayıyormuş. Öyle olunca benim onlardan uzak durmam doğru olur mu? Böyle düşünmeye başlayınca kendimi tümden köye dönmeyi istemekle suçlamaya başlıyorum! Gelin Halayıyla gitmekten nasıl ayrılırsam öteki olaylardan da rahatça kopmam gerektiğini düşünüp kesin bir karar verdim. Düğünle ilgili konularda ben olamam. Olursam yanılmış olurum. Babam da kısaca bunu söyledi!

 

9 Mart 1939 Perşembe

 

Sokaklardan gelen gürültülerden, davul zurna seslerinden uyandım. Ablamlar hazırlanmışlar. Gelin halayını oluşturan arabalar köyün karşısına, Mezarlık sırtına çıkınca, Ali Ağabey arabayı harekete geçirdi. Onlar gözden kaybolmadan biz Koruluk yolundan Kavakdere’ye yollandık. Hava hafif rüzgarlıydı ama soğuk sayılmazdı. Harmangölü dediğimiz yöreden önce Kavakdere’ye, oradan da Kızılcıkdere’ye ulaştık. Ben aslında bu yolu çok seviyordum. Bir daha buradan geçişime sevindim. Sürekli orman içinden gidiliyor. Kavakdere köyüne de girilmiyor, yanından geçilip Kızılcıkdere koruluğuna giriliyor. İşte buraya Emlakşahane deniyor. Padişahın emlakıymış; 2. Abdülhamit’in. Babam bu padişahı hiç sevmez. “33 yıl saltanat sürdü hayırlı bir iş yapmadı!” der. Ayrıca iki kardeşinin ölümüne neden olduğunu söyler, daha sonra intihar eden veliaht Yusuf İzzettin’in ölümünden de onu sorumlu tutmaktadır. Bunları konuşunca efkarlanır, Abdülaziz’i anar, onun ölümünden sonra hakkında yapılan ağıtı okumaya başlar. “Uyan Aziz Sultan uyan, kan ağlıyor bütün cihan!” diye başlayan bu ağıtı ben babamdan başka hiç kimseden duymadım. Babamın anlattığına göre Abdülaziz mert bir insanmış. Öteki padişahlar kardeşlerini hapislere atarken o kardeşlerini yetiştirmiş, yurda yararlı olmaları için okutmuş, onları mal mülk sahibi etmiş. Örneğin Abdülhamit’in 300 den fazla çiftliği, bir o kadar da fabrikası varmış. Sultan Murat da ondan geri kalmamış. Abdülaziz bu durumu halka duyurmuş. “Kardeşlerim birer vatandaştır. Onların saltanatla bir ilişkisi yoktur. Ben çekilirsem oğlum Yusuf İzzettin padişah olacaktır” diyerek dünyayı bilgilendirmiş. Herkes böyle bilip buna inanırken, Abdülaziz genç yaşında tahttan indirilerek öldürülmüş, yerine kardeşi Murat padişah yapılmış. Murat daha insaflıymış, kısa zamanda padişahlığı bırakmaya kalkışmış. Ancak çevresindekiler, özellikle Abdülhamit sahneye çıkmış, saltanat hakkının Murat’ın olduğunu, Yusuf İzzettin’in ise babasına yardım ettiği için suçlu bulunduğu rivayetini yaymış. Halkın gerçeklerden haberli olmaması nedeniyle bir baskı kurulamamış, Abdülhamit bol parasıyla çevre toplayarak, Murat’ı da Yusuf İzzettin’i de atlatıp saltanat makamına oturmuş. Padişah olunca geleneklere göre tüm ülkenin sahibi olarak devlet olanaklarını kullanırken bir yandan da sıradan vatandaş gibi ticaretini sürdürmüş, bol para kazanarak, bunları kendisini koruyacak çıkarcılara yedirmiştir. Böylece Yusuf İzzettin geleneksel padişahlık hakkından edilmiş, daha sonra memleketin başına arka arkaya gelen felaketleri görünce de intihar ederek sahneden çekilmiş! Babam az da olsa zaman zaman Abdülhamit’i öven sözler duyunca, dikkatle dinler, konuşana “Bulgaristan’ı kim verdi, Kıbrıs’ı İngiliz’e kim sattı, Girit’i Yunanlılara kim bıraktı, doğudaki vilayetleri Moskof’a kim hediye etti, hı...?” diyerek tane tane sorar. Arkasından “Uyan Aziz Sultan uyan!” deyip başını sallar. Bazen bir destur çeker... Babamda Aziz tutkusu oldukça derindir, bu nedenle torunlarının (biri ablamın, biri ağabeyimin) ikisine Aziz adını koydurdu.

Kızılcıkdere’ye girerken oldukça ayaz başladı. Köy düzlükte. Dağ tarafı serin esintili. Ben galiba bu mevsimde buraya hiç gelmedim. Bana oldukça soğuk geldi. Köye girdik. Ali Ağabeyim arabayı İsmet’lerin bahçesine çekmek üzereyken karşı kapıda duran Elif Teyzemin oğlu Mehmet Dayım atların başını tutup kendi bahçelerine çekti. Dayım gülerek, “Gideceğiniz yer iki adım, isterseniz oraya kadar kendi ayaklarınızla da gidebilirsiniz” dedi. Teyzem evin önünde, bizi bekliyormuş. Kardeşi Zühre Teyzemle öyle anlaşmışlar. Bir akşam onlarda bir akşam burada kalacakmışız. Eve girdik, İsmet görmüş, kardeşiyle geldi. Kardeşi nerdeyse İsmet’e yaklaşmış. İsmet’le ikide bir tartışmaya giriyor. Gelin alayı köye gelmiş. Sokaklarda telaşlı insanlar dolaşıyor. Ben etrafımıza bakınınca Mehmet Dayım açıklama yaptı. Köylerin ortak gelenekleri varmış. Düğün alayıyla gelenler önce belli ailelere yerleştiriliyormuş. Yakın akrabası olanlar kendiliğinden ayrılınca, kalanlar ayrılan yerlere üleştirilirmiş. Aileler için geçerli olan bu gelenek kişiler için de geçerliymiş. Tek erkekler birkaçı bir arada, varsa hanımlar da üçer dörder yerleştiriliyormuş. Delikanlılar ise yaşıtlarınca bölüşülüp, birer ikişer yerleştiriliyormuş. Dayım, “Bu nedenle, bir iki saat kimseyi göremezsin, daha sonra delikanlılar toplanır, belli bir yerde eğlenirler. Onların yeri türkülerinden, gürültülerinden kolayca bulunur. Gitmek istersen o zaman gidersin!” Dayım böyle deyince eve girdik. Sabri ile İsmet eve döndüler. İsmet daha sonra gelecek, birlikte delikanlı topluluğuna katılacağız. Teyzem beni iyi bulduğunu söyledi. Annemi andı. Annemin beni okutmak istediğini, yaşasaydı şimdi çok mutlu olacağını tekrarladı. Ali Ağabeyim atların bakımını yapıp yerleştirmiş, ablam kızıyla ayaküstü önce Zühre Teyzeme uğramıştı onlar geldi, toplandık. Konuşmalar uzadı, ben giderek sabırsızlanmaya başladım. Ne gelen var, ne de uzaklardan şarkı sesi duyuluyor... Bir süre sonra İsmet geldi, birlikte çıktık. Delikanlılar kahvede toplanmış. Biz de girdik. Girdiğimizde bizimle ilgilenenler olacak sanıyordum. Hiç değilse Kızılcıkdereli delikanlıların bir “Hoş geldin!” diyeceklerini umuyordum; kimse oralı olmadı. Akraba Hasan Pehlivan geldi sarıldı, ayakta konuştuk. Oturanlar Hasan’ı çağırdı, biz İsmet’le ortalıkta kaldık. Oysa beni baş köşede oturanlar çok iyi tanıyordu. Geçen yıl buraya geldiğimde günlerce beraber olmuş, eğlenmiştik. Tam karşıda oturan Dede Mehmet, yanındaki Soti Veli, onun yanındaki Benli Mehmet Ali. Yanlarından kalkıp gelen onların can ciğer arkadaşı Hasan Pehlivan. Bizim arkadaşlardan kalkıp yanlarına çağıranlar oldu. Bu kez de ben İsmet’i bırakmamak için oturmadım. Zaten yer sigara dumanından durulmaz bir hal almıştı, geriye döndük. İsmet kendine göre yorum yaptı. “Dayı, o oturanlar beni çocuk olarak biliyorlar, şimdiye dek yanlarına hiç yaklaştırmadılar. Salt ben değil, benim yaşımda olanlara da öyle bakıyorlar. Dikkat ettiysen kahvede bizim köylü benim yaşdaşlarımdan kimse yok. Küçükler hep sizin köyden.” İsmet bunları anlatırken ben geçen yılki ilişkimizi anımsadım. Bu dörtlü, (bir arkadaşları daha vardı, Karaburun Veli) daha önce Hatice adlı bir kızı kaçırmaya kalkışmışlar. Beceremeyince de karakollara düşmüşler. Bu olay üzerine köyde bir türkü yakılmış. Ben türküyü duydum, olayın doğrusunu, türküyü onlardan öğrendim Ayrıca haberleşerek bir gece Deveçatak köyünde buluşmaya karar verdik. Bu kararımızı da uyguladık. Onlar beş arkadaş, biz de altı arkadaş Deveçataklı arkadaşlarla güzel bir gece geçirmiştik. Durum böyleyken şimdi beni görmezden geldiler. Türkülerini anımsadım. “Beyaz mendil sallansın, Hasan yere girsin arlansın, Hatice’yi tutanlar, karakola yollansın...” İsmet olayı iyi bildiği için anlattı. Hatice hem komşuları hem de ablasının arkadaşı. Hasan da bizim pehlivan Hasan. Böyleyken ben bir yabancı gibi karşılandım. Evlere döndük. Ablam, teyzem erken döndüğüme sevindi. Hiçbir yorum yapmadım, yol yorgunluğunu öne sürdüm. Ancak bizim köydeki tedirginlik burada da kendini gösterdi. Nedense insanlar beni eskisi gibi kendilerinden saymıyorlar. Geçen yıl geldiğimde, bu arkadaşlar beni el üstünde tutmuşlardı. Ne oldu ki şimdi bir yer bile göstermediler?

Mehmet dayım, “Delikanlıların eğlencelerini sevmedin galiba!” dedi. ”Sevdim ama sigara dumanına dayanamadım!” dedim. Dayım kendine göre gerekçeler sıraladı. Böyle toplantıların özelliğiymiş. Çünkü delikanlılığını kanıtlama olanağını ilk kez buralarda bulan yeni yetmeler, ilk sigaralarını burada çekmeye başlıyormuş. Bu nedenle oraya gelenlerin hepsi tüttürüyormuş. Öte yandan doğru dürüst çekemediklerinden dumanları da çok ortaya bırakıyorlarmış. Benim gerçek ayrılış nedenim bu olmamakla birlikte dayıma katıldım. Erken denecek bir saatte yattım. Yatınca İsmet’i düşündüm, o bu durumu evde nasıl anlattı?

 

10 Mart 1939 Cuma

 

Ayırdında değilim ama dün yorulmuşum, ablam iki kez uyandırmak için geldi. Bizim köy grubu gelin evine gidiyormuş. Ben azıcık nazlandım. “Akşam İsmet’le sözleştik, onunla buluşacağız!” dedim. Az sonra İsmet geldi, kahvaltı edip davul seslerinin geldiği yere gittik. Köyün İstanbul-Kırklareli şosesi yakınında bir meydanda delikanlılar davul zurna havalariyle oynuyor. İki ev yakınında bir bahçede de kadınlar, çocuklar toplanmış, orada da kızlar, şarkı söyleyip oynuyorlar, maniler söylüyorlar. Bu arada iki köyün manicileri de karşılıklı mani söyleme yarışı yapıyormuş. Bir süre kızlara baktıktan sonra davullu tarafa geçtik. Hasan koştu geldi, bana “nerdesin, akşamdan beri seni arıyorum!” dedi. Güldüm. İsmet, Hasan’ı doğruladı. Gerçekten beni aramış. Bir süre konuştuk. Hasan’a inandım, arkadaşları beni tanımamışlar. Daha doğrusu onlara kimse bir şey söylememiş, içkili oldukları için de “Efelikleri” üstlerindeymiş… İsmet’i görünce beni de İsmet’in bir yabancı arkadaşı deyip umursamamış olabilirlermiş. Bu sözlerden teselli buldum ama, dün akşamki kuruntularımı silmek niyetine gitmedim. Elbiselerimden tanınmamışım. Bu tanınmamayı ben geçmiş dönemlerde hep görmüştüm. Hasan Amcam geldiğinde, candan karşılanır, ayrılıp gittiğinde elbiseleri üstüne günlerce konuşulur. “İnce kumaşlar içinde üşüyor ama yiğitliğine toz kondurmamak için dişini sıkıyor!” türünden sözler söyleyerek eleştirirlerdi. Köye gelen memurlara karşı da tek eleştirileri elbiselerineydi. Ben de bundan sonra böyle elbise giyeceğime göre yüzüme olmasa bile arkamdan aynı sözler söylenip gidecek. Hasan’a zaten darılmamıştım, o benim akrabam. Ötekilere de darılmaya hakkım olmadığını biliyorum. Onlardan biri benim okuluma gelip beni arasa, ona nasıl yaklaşacağımı düşündüm. Ağabeyim gelince bile koşup ona sarılamadığıma göre, arkadaşa, ancak alacağım izinler sonucu ulaşacağım. Arkadaş bu durumda benim için ne diyecek acaba?

Hasan görevliymiş, bizden ayrıldı. İsmet’in kardeşi geldi, bizi çağırdı, ablamlar onlara gelmiş. Gittik. Zühre Teyzem bir süre sorguya çekti. İsmet’in sigara içip içmediği üstünde çok duruyor. Ben, teyzemi teselli için, “Muhittin Enişteme söz verdim, İsmet’in elinde sigara görsem, hemen mektupla bildireceğim!” dedim. Teyzem bununla teselli olmadı. Eniştemin yüzüne bakarak, “Ben ona güvenmiyorum, sigaranın zararlarını önemsese kendisi içmez!” dedi. Şaka yollu bir tartışma başladı. Muhittin Eniştem çok gezen, çok insanla tanışan birisi. Bir çok konuda bilgiçlik yapıyor. İsmet’le bana, “Sizi bu kılıkla bizim köylüler aralarına almazlar!” deyiverdi. Ben, güldüm. “İsmet, babasıyla konuşmuş, akşamki durumu anlatmış!” diye düşündüm. Teyzem, enişteme karşılık verdi. ”Sen kendine göre konuşma, şimdiki gençler birbirine saygılı davranıyorlar. Çocukları yanıltma!” dedi. Eniştem gülümsedi, “Umarım haklısındır!” deyip sustu. Ablam, Ali Ağabeyim konuşma konusunu değiştirdiler. İşlerinden, geçmişte kalan, ancak onlarca önemli sayılan konulardan söz ettiler. Sabri İsmet’i dışarıya çağırdı, çıktık. Aynı zamanda kiracıları olan Sabri’nin Öğretmenleri, İsmet’le birlikte beni de onlara çağırmışlar. Aynı evin üst katında oturuyorlar. İki genç Öğretmen, bay Öğretmen Nazif, bayan Öğretmen Hamdiye. Bir de minicik kızları var. İsmet’i yakından tanıdıkları için olacak, ondan çok benimle ilgilendiler. Konuşurken aklıma geldi, matematik Öğretmenimiz Ahmet Gürsel Öğretmeni sordum. İkisi de tanıyormuş. Söyleyince, ikisi de “Aaaaa!” dediler. Hamdiye Öğretmen eşine bakarak, ”Kemancı Ahmet!” dedi. Arkadaşlarıymış. Ahmet Korkut Öğretmenimi sordum, öğrenciliklerinde ayrı sınıflardaydım ama Nazif Öğretmen iyi tanırmış. Uzun zaman onlarda kaldık. Hamdiye Öğretmen keman çalışıyor. “Kendim keman öğrenip kızımı yetiştireceğim!” diyor. Müziği çok sevdiğimi ancak bir çalgı sağlayıp çalışamadığımı söyleyince, “Bu bahane hepimizde var, vakit geçirme, bir ağız mızıkası bile olsa, al çalış!” diyerek beni tetikledi. İsmet’i göstererek, “Bu haylaz çocuk bizim öğütlerimizi dinlemedi, Muhittin Ağa ona piyano bile almak istedi. Sabri de, İsmet de, müziğe ilgisiz çıktı!” dedi. Kucağındaki kızını gıdıklayarak, “Benim şekerim şimdiden notalara başladı, mi yerine me diyor” diyerek kahkahayı attı. Konuşmaların çoğu bize öğütle geçti. “Derslerinize iyi çalışın, mesleğinizi sevin. Sevilmezse,  Öğretmenlik yapmak zor olur.” Öğretmenleri çok sevdim. Hem tatlı tatlı konuştuk hem de dışardaki kargaşanın uzağında kaldım. İsmet de memnun. Onun zaten düğünle ilgisi yok. İsmet’lere indik. Ablam, teyzem kızlarını alıp gelin evine gitmişler. Muhittin Eniştem yalnız. Beni görünce, “Aaa, gel şimdi şu yarım kalan sözü bitirelim!” dedi. Kolumdan ceketin kumaşını göstererek, “Bizim kabile bu tür kumaşı oldum olası tutmaz. Bunda haklıdırlar, yüz yıllar boyu onlar, kendi yaptıklarını giymiş. Bizim kabilenin bir adı, Karaabalılardır. Bu çok eskilere gider. Kimileri bunu Doğu Anadolu’ya dek uzatır, Karakoyunlu soyundan olduğumuzu bile söyler. Ben böyle derin söylentilerden pek anlamam ama, böyle konuşanlardan dinlediğim olmuştur!” deyince ben, “Biliyorum, ben de duydum!” dedim. Eniştem, ilgiyle “Bak işte, bu söylenti yaygındır!” dedi, “Sen nerden duydun?” diye sordu. Vahit Lütfü Salcı Dededen deyince:

“Ha işte ben de onu diyecektim, ben de zaten Vahit Dede’den dinledim. Bu konuda araştırma yapan kişi olarak onu biliyoruz. Buraya gelip, bizim konuğumuz olur. Kendini sevdirerek dinletir. Bu anlattıklarımı anlattıktan sonra eski memleketteki Karaabalılar köyünü de örnek verir. İşte bu eski inançlar günümüzde de sürmektedir. Kara şayak giymeyen bizimkiler için yabancıdır. Bunun çok acısını çektim. Ben yaptığım iş nedeniyle kumaş elbise giymek durumundayım. İhalelerde Levazım albaylarıyla, generallerle bir araya geliyorum, çağırıyorlar karşılarına çıkıyorum. Belediye başkanı ya da valilerle yüz yüze geliyorum. Onların gözüne batmayacak türden giyinmek zorunluğunu duyuyorum. Aynı kılıkla köye döndüğümde bana yabansı yabansı bakmaları yıllarca canımı sıktı. Öyle ki bu konu açıldığında bana “Sen köylülüğünü unuttun” diyenler oldu. Bunu özellikle anlatmak istedim. Şimdilik bunu farkedememiş olabilirsiniz, unutmayın bir gün bunu üzülerek anlayacaksınız!”

Ben, bunu şimdiden anladığımı örneklerle anlattım. Eniştem, “Sen akıllı bir delikanlısın, leb demeden leblebiyi anlayacaksın. Buna güveniyorum. Bu konuda da İsmet’e yardımcı olmalısın!” dedi. Biz konuşurken teyzem geldi. Gelir gelmez Enişteme takıldı “Yarım kalan sözlerini tamamladın, değil mi?” diye sordu. Eniştem “Yanıldın”, -beni göstererek-“o sordu ben söyledim!” Ben, Eniştemi savundum. ”Eniştem çok güzel övütler verdi, keşke sık sık dinleyebilsem!” dedim. Teyzem “Eyvah eyvah, kandırmış çocuğu!” diye takılmasını sürdürdü. Ablamlar geldi. Ablam bana “Hani düğünler hakkında bilgi toplayacaktın? Hiçbir etkinliğe katılmadın, yeni bir şey öğrenmedin!” dedi. Teyzem hemen beni savundu, “Nesini öğrenecek, her zaman olan şeyler, o zaten yapılanları biliyordur. Davullar, zurnalar çalınca düğün olur, kız evinden ağlayarak çıkınca düğün biter!” Güldüler. Ali Ağabeyim de geldi. İlk sözü “Böylece düğün bitti!” oldu. Herkes güldü. Oysa bu gece var, yarın köye dönüş var, yarın gece yarısına dek davullar çalacak. Muhittin Eniştem, “Bunlar var ya, bunlar hep yorgunluk hareketleri. Düğünlerin dinçliği ilk gün gelir geçer. Herkes biriktirdiği barutu ilk gün atar, sonra da kenara çekilip seyre başlar!” Yemekten sonra Zühre Teyzem benimle yalnız konuşmak istedi. Önce ablam da bizimleydi, sonra ayrıldı. Teyzem, annemden kısaca söz ettikten sonra sözü bana getirdi. “Köyde ablamın bağladığı bir yavuklun vardı, şimdiki durum nedir?” dedi. Azıcık düşündüm, gözleri yaşlanmış teyzeme hiç çekinmeden durumumu, düşüncelerimi anlattım. Hiç bir yorum yapmadan, “Ben de bunu bekliyordum, ablanla konuştuk, sen de konuşursun, ben tıpkı senin gibi düşündüğümü söyledim, bunu başka türlüsü yapılamaz, yapılırsa öteki idealler suya düşer dedim.” Teyzem, annemin genç yaşta ölmesi nedeniyle bizim aile düzenimizin bozulduğunu, özellikle benim davranışlarımdan sorumlu tutulamayacağımı tekrarladı. Annemin beni çok sevdiğini, yavuklu olayının aslında bir değil iki olduğunu, Deveçatak köyünde annemin bir başka arkadaşı ile de sözleştiğini, o arkadaşı kız doğurunca çocuğa annemin adının verildiğini söyledi. Konuşurken bu sözlümün, benim tanıdığım, avcı Çorbacı Veli’nin kız kardeşi olduğunu da öğrenmiş oldum. Birden gözlerimde bir gerilme oldu. Avcı Veli Çorbacı bu söylentiler için mi bana yakınlık gösteriyor? sorusu aklıma takıldı. Teyzem sözü İsmet’e getirdi. Meğer İsmet’in de böyle bir bağı varmış. Teyzem bütün dikkatiyle bu kızı izliyormuş. Kızı çok sevdiği için uzaktan da olsa kendine yakın sayıp sevgiyle gözlüyormuş. Ancak, İsmet şimdi uzaklarda olunca bir vefasızlık olayından kaygılanıyormuş. Teyzem, kızın ailesini söyledi. Şaştım, benim tanıdığım dört delikanlılardan birinin kardeşi. Bu ilgimi çekti, Benli Mehmet Ali. Hasan’ın en yakın arkadaşı. Acaba o bu sözlü durumunu biliyor mu? Teyzem güldü, “Ailede herkes biliyor. Gizli bir durum değil. Doğalı beri üstünde konuşulan bir olay, tıpkı sizinki gibi. Şimdiki durumda kızın ailesinden de cayıcı bir tepki görmüyoruz. Kızın ağabeyi biraz efeleniyormuş, arada sırada “Ben o aileye kardeşimi vermem!” gibilerde sözler söylüyormuş ama, biz şimdilik bu tür sözleri umursamıyoruz. Kızı ben çok beğeniyorum, o da bunu biliyor, bana bir anneye yaklaşır gibi sıcak yaklaşıyor. İsmet’in de benim düşüncemde olduğunu biliyorum.” Teyzem, İsmet’in altı yıl okulda kalacağını hiç düşünmüyor. Yasal yaşı dolunca evlendirecekmiş. “Öğrencilerin evlenmesi yasakmış!” diyecek oldum. Teyzem “Olsun, kim bildirecek okula? Biz köydeki geleneklere göre anlaşırız, gelinimiz bizim aileye katılır, olur biter!” Ablam geldi, konuşmamız değişti. Teyzeme biraz şaştım, ne gerek var böyle bir evliliğe? Dışarda olanlar birer ikişer toplandı. Ev oldukça kalabalıklaştı. İsmet’in ailesi altı kişi, dört de biz eklenince sayılarımız gibi konularımız da çoğaldı. Ali Ağabeyim Sabri’yi bizim köye çağırıyor. Ablam teyzemle büyük kızı Ayşe’yi bizimle götürmek istiyor. Ablamın kızı Gülsüm, İsmet’in küçüğü Sabriye’yi götürecek. Ben de söze karıştım, “İsmet bizimle gelsin, pazar günü bizim köyden Alpullu’ya gidelim!  Muhittin Eniştem gülerek “En makulu sizinki, ötekilerin gezecek zamanları daha ilerde. Mart bitmeden yola çıkmak, akıl işi değildir!” Teyzem, ablam kızlarını alıp gelini son kez görmeye gittiler. İsmet’le yalnız kaldık. İsmet, derslere hiç bakmamış. Kitap okuduğumu söyleyince şaştı, “Gidince orada okurum, ben ders kitabı getirmedim, sadece bir iki kez Sabri’nin kitaplarına baktım o kadar. Arkadaşların çoğunu düşünerek çalışmaya gerek görmedim, onlar bana yetişinceye dek ben kendimi toparlarım!” “Ben de öyle düşünüyorum!” diyerek İsmet’e katıldım. İsmet karar vermiş, bir gün gecikerek Kırklareli’den trenle gidecekmiş. İsmet’e Lüleburgaz’a gidişimi, gün boyu bir dükkanda beklediğimi anlattım. Meğer İsmet de, ondan bir gün sonraki salı günü Kırklareli pazarına gitmiş, o da dışarıya çıkamamış. Üstelik yolda da sırıl sıklam olup eve öyle dönmüş. Bizi dinleyen Sabri sesli esnemeye başlayınca biz de yattık. Uzun süre uyuyamadım. İsmet öğrenciyken evlenecek. Bunu okul yönetimi duymayacak. Bir türlü aklıma aldıramadım. İsmet arkadaşlara söyler. Ya da köyden birileri kasıtlı duyurabilir. Teyzem neden böyle düşünüyor? Oysa aynı teyzem bana bunun tam tersi olan öğütler vermişti. Demek annesizliğim böyle bir farkı doğuruyor. Teyzem, gelinini yanına alıp kızı gibi yetiştirecek. İsmet benden önce uyudu. Bir süre onları izledim, iki kardeş ikisi de uyurken ses çıkarıyorlar. İsmet uzağımda yattığı için bilmiyordum. Gelenler oldu, onları dinlerken sesleri duymaz oldum, uyumuşum….

 

11 Mart 1939 Cumartesi

 

Davul sesleri yakından gelmeye başladı. İstanbul yolu tarafından gelen halay İsmet’lerin ev yanından bizim köy yoluna çıkıyor. Davul sesleri bundan bize yaklaşmış. Ali Ağabeyim de yeni kalktı. Elif Teyzem, Mehmet Dayım geldiler. Biz bir süre sonra yola çıkacağız. Gelin arabası ağır gidiyor. Ali Ağabeyim karar değiştirdi: “Biz de yola çıkalım, hızlı gidip Deveçatağı’ya uğrayalım.” Ablam buna çok sevindi. Ancak yolumuz azıcık uzayacak. Gelin halayını yarıp geçmemek için Bayramdere üzerinden gideceğiz. Ablam ona da razı oldu. Hava güzel. Herkes bir şeyler konuşuyor. Ben biraz somurtuk duruyorum. Gözlerim teyzemlerde. İkisi de güzel insanlar. Saçları gür, gözleri renkli. Zühre Teyzeminkiler yeşilimsi, Elif Teyzeminkiler biraz daha kahve rengi. Elif Teyzem 46, Zühre teyzem 42 yaşlarında. Annem yaşasaydı (onların söylemiyle) şimdi 44 yaşında olacaktı. Zühre Teyzemin deyişine göre annem, üç kardeşin en güzeliymiş. İki teyzem arasında annemi görür gibi oluyorum. Öyle dalmışım ki, Muhittin Eniştem, iki kez bana “İstersen kal, İsmet’le birlikte buradan gidin!” demiş. Ben yanıt vermeyince, üçüncü kez, “Uzun uzun düşünüyor musun, yoksa karar mı veremiyorsun?” diye sordu. Eniştemin konuşması üzerine herkes bana baktı. Olayı anlayamadığım için bocaladım, “Neyi?” diye sordum. Eniştem güldü, arkasından bana “Öyle dalgınsın ki, her halde gelini düşünüyorsundur, zavallı kız, annesinden, babasından ayrılıp el evine gidiyor!” diye. Arkasından, “Siz nasıl gittinizse o da öyle gidiyor. Hayatın cilveleri bunlar!” Herkes güldü. Gözlerim gene teyzelerime takıldı. Annem de böyle mi gülerdi? İki teyzemin gülüşleri o denli birbirine benziyor ki. Ablam da onlara benziyor ama o daha genç olduğu için farkı sezebiliyorum. Sabri’yi aramaya kalktım, sordum. Sabri okula gitmiş. Bu dalgınlığım da hoşuma gitmedi. Gelin halayı harmanlıktan Kavakdere yoluna yönelince biz de yola çıkacağız. Nedense ben de bir an önce yola çıkmak istiyorum. Evin önüne çıkınca Mehmet Dayım koluma girdi, beni onların bahçesine dek öyle yürüttü. Harçlık durumumu sordu, sıkılınca mektup yazıp (gülerek) borç alabileceğimi, borçlarımı aylık almaya başlayınca ödeyebileceğimi söyledi. Bunları hiç düşünmemiştim, Mehmet Dayım, o denli güven verdi ki, birden büyümüş gibi oldum. Dayımın şakalarına, öğütlerine onu sevindirici yanıtlar vermeye başladım. Teyzelerimin yanına dönünce daha neşeliydim. Ben böyle görünce onlar da sevindiler. Muhittin Eniştem, Ali Ağabeyime “Gençlik böyledir işte, gençler birbirlerini kolayca anlarlar. Delikanlı Mehmet yeğenine ne dediyse neşelendirdi. Ben bir gün çalışsaydım, bu neşeyi kazandıramazdım!” Mehmet Dayım karşılık verdi, “Yapma Enişte, benim söylediklerimin nicesini birkaç yıl önce sen bana söylemiştin. Ben onların hepsini anlatmaya kalksam, yeğenim aylarca buradan ayrılamaz, okulundan olur!” Gülüşmelerin ardından ayrıldık. Teyzelerimin ellerini öperken ağlamaları, annemi bir kez daha anımsattı, ağlamamak için arabadan önce yol tarafına gittim. Sinirim yatışınca geri dönüp Eniştemin elini öptüm, Mehmet Dayıma sarıldım. Dayım, benim duyacağım seste sözler söyledi, güldüm. Dayım, bu kez de yüksek sesle “Ben annemi senin kadar ağlatamıyorum, sen bu konuda beni geçtin, sık sık gel!” deyince herkes güldü. Teyzelerim de gülümsediler. Köy dışına dek İsmet bizimle geldi, bir süre arkamızdan el salladı, ayrıldık.

Bayramdere yokuşu oldukça diktir. Ali Ağabeyim tekerlere kızak taktı, rahat indik. Deveçatağı yolu düzdür. Üsküpdere denilen, aynı zamanda bizim köyün de deresi olan çukurluğun düz yolu bundan sonra hiç yokuşa tırmanmadan Kırıkköy’e ulaşır. Az ötesi de İstanbul-Edirne şosesidir. Deveçatağı köyüne erken geldik. Moçuklar olarak tanınan yakınlarımızın evine indik. Evin en büyük çocuğu Veli benimle yaşıt. Köy yakın olduğu için ben isteyince onlara, Veli isteyince bize gelirdi. Ben onların evini çok severdim. Çok geniş bir bahçe, dalları bir birine girmiş sayısız ceviz ağaçları. Bahçeye yazın bile güneş girmez. Babam bu durumu eleştirir, cevizi çok sevmesine karşın seyreltilmesini salık verirdi. Cevizlerin sıklığı rüzgarı da tutmaktadır. Fırtınalı havalarda ağaçlar uğultular çıkarırlar. Bir süre bunları düşündüm. Veli ile babası uzak tarlalarından birine gitmişler, görüşemedik. Fatma teyzem, benim gelişime çok sevindi. Okula gittiğim için “Yengemin dileği yerine geldi!” dedi, ağladı. Özür diledi, sevinçten ağladığını ekledi. Ali Ağabeyim kahveye gitmişti, geç geldi. Ben uzun süre köyün içinde dolaştım. Yaşdaşlarımdan Aziz’i, Ali’yi gördüm. Bunların soy adları değişti galiba ama ben eski lakaplarıyla tanıdığım için öyle aradım. Kobak Aziz, Ellez Ali. İkisini de çok severdim. Görüştüğüme sevindim. Ali Ağabeyim geldi, ayrıldık. Halay köye uğramadan üst yoldan doğru geçti. Biraz hızlı gittik mezarlık bayırında halaya yetiştik. Halay durmuş, oyuncular son yolculuk oyunlarını oynuyorlar. Bağırmalar, silah sesleri, davullar bizim atları şaşırttı. Halayın en arkasındayız. Atların huylanıp yoldan çıkmaya kalkmaları bizi kaygılandırdı. İzin istedik. Köy delikanlıları yolu enine kesmişler izin vermiyorlar. Gelenekmiş. Ali Ağabeyim yalvardı. “Olmaz!” dediler. Bu kez ben rica ettim. Hepsi arkadaşım, “Atları ürkütüp kaçırabiliriz!” dedim. Arkadaşlarım hemen hemen hepsi “Geçin!” dediği halde Nuri adlı arkadaş, “Ben yola yatarım geçirmem, sen artık bizden değilsin, istersen sen geçebilirsin!” Şaşırdım, yanına yaklaştım, “Arkadaş benim davul sesinden korkmadığımı sen bilirsin. Amacım atları geçirmek. Arabadakileri indiriyoruz. Onlar halayla köye girecek.” Nuri arkadaş “Nuh dedim Peygamber demem!” diye bağırdı arkasını döndü. Ben sinirlenerek “Benim geçmeme izin var mı? ” diye sordum. Elini kaldırarak, “Senin için izin var!” diye bağırdı. Bu söz üzerine geri döndüm, Ablamları arabadan indirdim, dizginleri ağabeyimden aldım, atları yürüttüm. Çevremdekiler izin aldığımı sandılar, yolu açtılar. Yalnız Nuri yolun ortasında dikilip kaldı. Atlara gırbacı çaldım hızla yürüttüm. Nuri şaşırdı, can havliyle kendini yol kenarına attı. Mezarlık altına inince arabayı durdurdum. Halay bir süre daha durdu, yürüdü. Halayın duralamasından kuşkulandım, Nuri’ye bir çarpma olabilir, diye düşündüm. Baktım Nuri gene “Dediğim dedik” tavırları içinde halayın önünde yürüyor. Ali Ağabeyim, “Git!” işareti verince arabayı eve çektim. Kahve önüne çıktım. Ablamlar geldi. Damat İbrahim arkadaşın evi dere kenarında olduğu için Gelin halayı dere yolundan damat evine gitti. Üç gündür süren patırtılar son kez koparıldı. Toplantılar tam bitmedi. Erkekler, düğün evi komşusu Hüseyin Çaldaris’in evinde toplanacak, yemek yiyecekler. Kadınlar damat evinde bir süre toplanıp dağılacaklar. Hüseyin Çaldaris’in evine ben de çağırıldım. Orada gerçekte köy delikanlıları toplanacak. Damadın yakın tanıdığı birkaç evli genç de gelebilir. Çağrılı olduğuma sevindim. Yolda tartıştığımız Nuri ile de konuşup sorunumuzu çözebiliriz. Ali Ağabeyim beni uyardı, “Gitme, düğün bitti, damat arkadaşın oraya gelmeyecek. Gidersen aranızda takaza çıkar üzülürsün!” Gitmekten vazgeçtim. Kahvede otururken Hilmi ile Nebi arkadaşlar geldi. Onlar da çağrılıymış. Bir daha karar değiştirip gideceğimi söyledim. Biz konuşurken akşam gideceğimiz evin sahibi bir arkadaşıyla kahveye geldi. Nedense hiç bir şey sormadan bana, “Akşama sen de gel!” Söz verdim. Hüseyin Ağabey çok şakacı, hoş görülü bir insandır. Zaten bu yüzden adı Çaldaris kalmıştır. Çaldaris eski bir Yunanistan başbakanıdır. Hüseyin Ağabey, gazetede onun resmini görünce sinirlenip taklidini yapmış, çevresindekileri güldürmüş. Bu olay birkaç kez tekrarlanınca adı Çaldaris’e çıkmış. Soyadı yasası çıkınca da soyadını Çavdar almış. Bu kez de başka bir kargaşa olmuş. Şimdi ciddi konuşmalarda Hüseyin Çavdar. Şakalı konuşmalarda Hüseyin Çaldaris. Üçüncü adı ise daha komik, Hüseyin Çavdaris. Yabancılar ya da memur görevliler soruyor, “Çavdaris, Yunanca’ya benziyor, Yunanistan’la bir ilginiz var mı?” Bizim köylüler böyle bir soru sorulduğunda hep bir ağızdan “Sıkı bir Yunan dostudur!” deyip kahkahayı basıyorlar. Hüseyin Ağabey, bu konuşmaları dinliyor. Herkes susunca, o konuşuyor. “Yunanistan’la ilgim var, günde beş vakit beddua ediyorum, taş üstünde taş kalmamacasına yok olmasını diliyorum!” der, kaşlarını çatıp bir süre susar. Hüseyin Ağabeyin bir küçük kardeşi işgal günlerinde, evlerinin karşısında dere kıyısında oynarken atlı Yunanlı devriyelerce öldürülmüştür.

Akşam gitmemezlik edemedim. Ali Ağabeyim sıkı sıkı tembihledi, “Öfkelenme!” Eve gidip gene kahveye döndüm. Hilmi geldi, Nebi öteki yoldan gitmiş olabilir diyerek yola çıktık. Köy sessizliğe bürünmüş durumda. Hilmi eski günleri anımsadı. İbrahim’im bu ikinci evliliği. Bunu deyince Arzu’yu anımsamamak elimizde değil. Onu konuşarak gittik. Hilmi, beklemediğim bir iç çekişiyle Arzu’yu andı. “Yazık oldu, o güzel kıza!” dedi. İbrahim’i suçlu buldu, İbrahim’in annesini suçladı. “Arzu’ya annelik yapsaydı, Arzu geri gitmezdi!” Hilmi Arzu’nun köyünden insanlarla konuşmuş. Sormuş soruşturmuş olacak, “Arzu orada da mutsuzmuş!” dedi. Buna ben de üzüldüm. Konuyu değiştirmek için, onların evine nasıl girdiğimizi anımsattım. Hilmi, “Bu günkü aklım olsaydı, Arzu’yu o günler kaçırırdım!” dedi. Şaştım. Galiba Hilmi de mutsuz olduğunu söylemeye çalışıyor. Oysa yeni baba oldu. Minicik bir kızın babası.

Hüseyin Çaldaris’in evine geldik. Ev dolu. Daha doğrusu kapı önleri kalabalık ama içerde oturanlar sayılı. Evli arkadaşlarımızdan Bektaş, Cafer, usta avcı Poyraz Mehmet’in oğlu Ahmet Karınca’dan gelmiş, o da katılmış. Köyümüzün yeni delikanlısı M de gelmiş. Herkesle konuştuğuna göre iyice benimsenmiş. Hayret, arkadaşlar benden uzaklaşıp ona yaklaşmışlar. Bu konuyu iyice düşünmeye başladım. “Gözden uzaklaşan gönülden de uzaklaşırmış!” Babam bunu sık sık söyler. Arkadaşlar çok yorgun, konuşmalar çok sürmedi. Zaten karar alınmış, yemekte kimse içki kullanmayacakmış. Düğün yemeği de pilav, yahni, şerbet, helva verildi. Helva yapma, un helvası. Erkenden kahveye döndük. Kahve nedense boşalmış durumda. Ben de ayrıldım. Üç günümü düşünerek yatağa girdim. Kızılcıkdere’ye gitmem, teyzelerimi görmem iyi oldu. Öteki olaylar pek anılmaya değecek gibi değil bence. Bir bakıma iyi oldu, eski anıların çoğu oldukça gölgelendi. Okulda yerli yersiz anımsadıklarımın bir bölümü silinip gitti bir bölümü de gidecek gibi. Tek önemli olay, Teyzelerim nedeniyle Kızılcıkdere kendi köyümden daha derin izler bıraktı, orasını daha çok anımsayacağımı sanıyorum.

Yarını düşündüm. Küçük ablama gideceğim, dönüşte Çavuş Amcayı göreceğim. Okuldaysa Mustafa Ağabeyi görürüm. Dönüş günü günü erkenden yola çıkacağım. İsmet gibi öteki arkadaşlardan da gelmeyecekler olacaktır ama ben gideceğim. Ders yapılmasa bile rahat ben hazırlığımı yaparım. Öbür odada konuşmalar var, arada benim adım geçiyor. Dinleyip dinlememeyi tasarlarken konuşmalar kesildi…. .

 

12 Mart 1939 Pazar

 

Kendim uyandım. Rüyamı olduğu gibi anımsadım. İlhan Görkey bizim köye gelmiş, kahvede gramofon plaklarını sayıyor. Bana bağırıyor. “Hani yüz tane demiştin!” diyor. O başkalarına benim yüzümden “Yüz!” demiş, şimdi ne yapacakmış? Okuldaki arkadaşlar gülüyorlar. Onlara soruyorum “Ben size, bizim yüz plağımız var dedim mi?” diyorum. Herkes gülüyor. İlhan Görkey babama, “Oğlun yalan söyledi!” derse, ne yapacağım? Sıkıntı içinde uyandım. Bakındım, yataktayım, sevinip gene uyudum. Uyanınca rüyamı gerçekleştirmek istedim. Gerçekten kaç plağımız var? Herkes çok, diyor ama o çok dedikleri kaç tane. Kalktım, kahvaltı yaptım, kahveye gittim. Çok az insan var. Dükkana girdim. Gramofonla plaklar orada. Onlarla ilgilendiğimi görünce babam, “Canın sıkılıyor galiba, üşenmezsen otur şunları bir say, aralarında kırılanlar var, onları ayır!” dedi. Rüya ile aradaki ilişkiyi çözmeye çalıştım. Okuldayken sık sık gramofonu, plakları anarken on gündür bunlar aklıma bile gelmemişti. Böyleyken akşam rüyama girdi. Plakları elledikçe üzüldüm, o denli bakımsızlar ki. . Babam, ağabeylerimi sorumlu tutuyor. “Plakları, pulluk demiri gibi alıp alıp atıyorlar, onların sürtünüp silineceğini, düşüp çatlayacağını akıllarına bile getirmiyorlar!” diyor. Ayrıca gelip geçenlerin istediğinde plakları verdikleri de oluyormuş. Babam bunlara sinirlendiğinden, artık ilgilenmemeye başlamış. Birer birer silip saydım, 78 plak. 11 tanesi, kenarından köşesinden kırılmış ama çalma alanı henüz bozulmamış. 8 tanesi çatlak, iğne batığı oluşmuş, aynayı atlatıyor. 59 tane çalınabilir durumda. Uzun bir plak kutusu var, sağlamların hepsini dik koydum. Babam çok sevindi. “Usturuplu yerleştirmeyenlere bir daha elletmeyeceğim!” diyerek, bir süre konuştu. En çok da ağabeylerim evlerine alıp götürünce kötü kullanıyorlarmış. Yengelerim için, “Tencere kapağı tutar gibi plak tutup yerine koyuyorlar. Hamurlu plaklar geldi!” deyip gülen babamın aslında ne denli sinirlendiğini üzülerek gözledim. Oysa İlhan Görkey’in Fikret Madaralı Öğretmene anlatırken duyduklarım ne güzel sözlerdi. Demek olayın bir de bu tarafı varmış.

Plakları sıraladıktan sonra Şerife Ablama gittim. (Küçük ablam) Teyzelerimi, çocuklarını, anlattım. Sevgilerini ilettim. Ablam teyzelerimi kendi açısından anlattı. Ancak onları büyük ablam ölçüsünde tanımadığını söyledi. Bir ara ağlamaklı oldu. Onun bu durumu beni de etkiledi. Bir an çevremdeki tüm insanların mutsuz yaşadığı kanısına vardım. “Neden böyle oluyor?” diye bağırasım geldi. Oysa ben, çevremdekileri mutlu, onlara göre benim şanssızlığımdan söz etmek isterdim. Dinledikçe bana söz düşmeyeceğini anladım. Ablam, kendi seçtiği eşiyle evli. Ablam, babam üstüne titriyorlar. Ağabeylerim kendi seçtikleriyle evlendi. Dertlenmeler neden? Hiçbir söz söylemedim ama hep bunları düşündüm. Çevremdekilerde bir olumsuzluk havası var. Belki de yanılıyorum. Belki de ben C konusunda olumsuz bir durumla karşılaşınca herkesi öyle algılıyorum. Böyle düşünmeme karşın ablamdan neşeli ayrıldım. C’yi bir arkadaş olarak unutmayacağımı, ancak evlenmesine engel olmayı düşünmediğimi tekrar tekrar söyledim. Çavuş amcayı Köy odasında buldum. Bana köy işlerini anlattı. Kazım Dirik paşanın bizim okula geldiğini söyledim. Korgeneral Salih Omurtak’ın gelişini tekrar söyledim. “Salih mülazim!” dediği Korgeneral Omurtag’ı ben anlatınca biraz abartılı bulur gibi oldu. Konuşurken arada Orgeneral demişim, düzeltme yaptı. Salih Omurtak, henüz korgeneralmiş, orgeneral olmamış. Orgeneral Fahrettin Altay’mış. Salih Omurtag küçük rütbelerdeyken çok yumuşak, özellikle askerlere çok yaklaşan bir subaymış. Çavuş Amca Salih Omurtak üstüne çok şeyler bilirmiş, anlattı. Özellikle soy adı üstüne söylediği ilgimi çekti. Salih Omurtak soy adı yasasından önce küçük rütbelerdeyken Bulgar çeteleri bizim köylerimize girip zarar verip kaçıyorlarmış. Hudut komutanı albay Salih, durumu saptamış, emrindeki askerlerle çeteleri Bulgaristan içlerine dek kovalayıp yakalamış. İşte o zaman Karadeniz kıyısına yakın Omurtag bölgesine dek girmiş. Bunu duyan Atatürk, onu çok takdir etmiş, bir anı olarak ona Omurtag soyadını vermiş.

Çavuş Amcayı, rahatsızlığı nedeniyle çok tutmadım, elini öpüp ayrıldım. Başarılar diledi, mektup yazmamı istedi. Eve döndüm, uzanıp, Monte Kristo’yu okumaya başladım. Sürem kısaldı ama, istersem bu kitabı da bitirebilirim. Bunda da D’Artagnan tipi kabadayılar var. Ellerinde kılıçlar, önlerine gelenlere çatıyorlar. Üç kişi beş kişi birden ölüyor. Nedense ben burada ölenlere hiç üzülmüyorum. Kitabın yazarı öyle yazmış ki, kalanlar makbul, ölenler gidiyor. Bunları okurken Ömer Seyfettin’in Diyet’ini anımsıyorum. Öyle anlatıyor, sonunu öyle bitiriyor ki, anımsadıkça içim sızlıyor. Oysa Koca Ali ölmüyor, sadece bir elini kaybediyor. Ama D’Artagnan ya da ötekilerin öldürdüğü sürüyle adamdan çok beni, gene de Koca Ali etkiliyor. Bunu Türkçe dersinde Öğretmene soracağım, “Neden böyle oluyor?”

Ben kendi kendime konuşurken ablam kapıya geldi, beni çağıranlar olduğunu söyledi. Gelen, arkadaşlarımdan Ahmet. Köyde İsmail Ahmet olarak tanınır, öyle çağırılır. Görmemiştim, sorduğumda “Köyde yok!” dediler. Nasıl olsa gelir, görüşürüz düşüncesiyle üzerinde durmamıştım. Buluştuk, kahveye inip iki ikiye konuştuk. Ahmet bu kışı Sofuali’de yakın akrabaları yanında çalışarak geçirecekmiş. Ben halama gittiğimde oradaymış ama habersiz olduğumuzdan buluşamadık. Şimdi ise yeni damat İbrahim’in sağdıcı imiş. O nedenle köye gelmiş. Töre gereği İbrahim’in yanından ayrılmadığı için görüşememişiz. Ahmet arkadaşı severdim. Onun bende ayrı bir arkadaşlık bağı vardı. Yaşları birbirine yakın iki kardeştirler. Ağabey Ali, kardeş Ahmet. Ali 3. sınıfa dek okumuş ama, okumayı bırakmamış, eline geçen yazıları okuyarak büyük bir gelişme göstermiş. Onun bu özelliği nedeniyle benden büyük olmasına karşın bir yakınlığımız olmuştu. Ayrıca Ahmet’le arkadaşlığımız bu yakınlığı pekiştiriyordu. Ahmet’le köy okulunda başlayan yakınlığımız sonraki zamanlarda daha da pekişti. Bizi buluşturan olaylardan bir tanesi, ikimizin de annelerimizin ölmüş olmasıydı. Ben Ahmet’in annesinin ölmüş olduğunu bilmiyordum. Yaşdaşlarımızla genellikle Harmanlık denilen düzlüğe çıkıp Çelik-Çomak oynar, topaç çevirirdik. Arada kavgalar olur, ağlayıp ayrılanlar görülürdü. Oyunlarda genellikle Ahmet söz sahibi olurdu. Güreş, yüzme, özellikle balık tutmada üstüne yoktu. Hele balık yakalayınca onları canlı canlı yutmasıyla köyde yaygın ad olmuştu. Ahmet kendisi, benden bir yaş büyük olduğunu söylerdi. Sanırım yaş olayını içimizde en iyi o sürdürüyordu. “Ali Ağabeyim benden 2 yaş, ben senden bir yaş, sen Yaşar’dan 3 yaş büyüksün!” diyerek sıralamalar yapardı. Bir gün Harmanlık düzlüğünde oynarken, kavga çıktı. Kavgada ben de Ahmet de yoktuk. Ötekiler itiş kakış birbirlerine girdiler. Sonunda hepsi ağlaşarak evlerinin yolunu tuttular. Ahmet ilk kez ilgimi çekti. “Bu ödlekler hem korkak hem de kavgacılık taslıyorlar. Sonunda hepsi “Anne!” diyerek ağlıyor.” Ahmet bunu dedi, uzun uzun baktı. “Biz ağlayınca ne diyeceğiz? Annelerimiz öldü. Sen ağlarken “Anne! ”diyebiliyor musun?” diye bana sordu. “Bilmem, galiba ben hiç ağlamıyorum!” deyince, Ahmet üzerime atılırca, ”Ne, sen ölmüş annen için hiç ağlamıyor musun?” Şaşırdım, kem küm ettim. Ahmet bana öneride bulundu. “Bundan sonra şuraya gidip, annelerimiz için ağlayacağız, biz ne kadar çok ağlarsak onlar toprak altında o kadar rahat ediyor!” dedi. Gösterdiği yer Demirci Yusuf’un işliğinin üst tarafındaki göl kıyısıydı. Ahmet’e bunu Ali Ağabeyi öğretmiş. O artık büyüdüğü için bu görevi Ahmet’e bırakmış. Ahmet beni iyice inandırdı, annem için neler yapmazdım ki? Pazartesi, perşembe günleri okuldan sonra ellerimizde sopalarla göl kıyısına gider, bir birimize söz atmadan bir süre sessiz sadasız ağlardık. Bu durumumuz köy okulunu bitirene dek sürdü. Sonraki yıllar Ahmet gene Sofuali’ye gitmişti. Geldikçe buluşup arkadaşlığımızı sürdürmüştük. Ahmet sık sık Alpullu’ya gidiyormuş, orada olduğuma sevindi. Halamları sordum, ayrı mahallede olmalarına karşın Hasan Amcamla karşılaşıp konuşuyormuş, Yanında kaldığı dayısı amcamın arkadaşıymış. Ahmet’in aramasına çok sevindim. Sağdıçlık hakkında bilgi almak istedim. Ahmet’in sağdıçlığı ikinci kez oluyormuş, çalıştığı Sofuali’de de yapmış. “Söyleyecek hiçbir söz yok, yaşlılar bir takım tembihlerde bulunuyor. Sağdıç olan kimse damat adayının yanında iki üç gün kalıyor. Bekarların sağdıç olması akıl işi değil, bunu evlilerden seçseler daha iyi olur. Ben bekarım, sağdıcı olduğum İbrahim ikinci evliliğini yapıyor. İbrahim’le iki gün bunları konuştuk. O bana ilk deneyini anlattı, ben dinledim. Ben de ona çocukluğumuzun olaylarını anımsattım. Sağdıçlığım buydu. Sofuali’de bu olay daha başka türlü, uzun süre beraber kalma diye bir şey yok. Bir iki yerde damadın yanında bulunuyorsun, işin bitiyor. Ben üç gündür İbrahim’leydim. O benim arkadaşım olduğu için sıkılmadan konuştuk!” Birden aklıma Arzu geldi. Arzu Ahmet’in üvey kardeşidir. Ahmet’in annesi öldüğünden bir süre sonra Arzunun da babası vefat etmişti. Ahmet’in babası ile Arzu’nun annesi evlendiler. Ahmet’in babası yeni eşinin evine gitti. Ahmet ağabeylerinin yanında kaldı. Gitseydi Arzu ile üvey kardeş olarak yaşayacaklardı. Nedense aile onları evlendirmeyi istemedi. Sanırım Ahmet tepki gösterdi. Böyle bir sanı taşıdığım için sordum. Ahmet, olayı daha değişik olarak anlattı. Arzu’yu okulda okurken daha sevmediğini, çok açık saçık giyinen, doğru konuşmayan, arkadaşlarıyla sık sık dalaşan biri olarak tanımış. Ali Ağabeyi onu bu konuda sürekli uyarıyormuş. Zaten ağabeyleri bunları düşünerek babalarına “Kardeşimiz yanımızda kalacak!” diyerek olayı onaylamışlar. Ben konuyu evirip çevirip Arzu’nun güzelliğine getirdikçe Ahmet, “Sen uzaktan görüp, görünüşünü beğeniyorsun, oysa yakından tanısan böyle konuşmazdın!” diyerek sözünü noktaladı. Biz konuşmamızı sürdürürken Hilmi geldi, o da Ahmet’i yeni görüyormuş. Bu kez Ahmet’e benzer soruları sormaya başladı. Hilmi, Ahmet’in köyde birilerine içgüveyisi olacağı üstüne söylentiler çıktığını ileri sürdü. Ahmet yalanlamadı. “Büyük ağabeyim bu işle ilgileniyor. Askerlik nöbetimi bitirdikten sonra razı olunursa neden olmasın?” diye bu kez Hilmi’ye sordu. Ahmet yarın ayrılacakmış. Benim dönüşümü sordu. “Yarından sonra!” deyince, “Aaaa, ne iyi, ben de kalabilirim, Edirne şosesine dek birlikte gideriz!” dedi. Çok sevindim. Arkadaş arıyordum. Ali ağabeyim, “Arkadaş kesinlikle çıkar, havalar iyi gidiyor, insanlar rahat geziyorlar!” diyordu. Ahmet’le yarın akşam buluşup yola çıkış saatimizi kararlaştıracağız. Babam da Ahmet’le gideceğime sevindi. Ayrıca bir öneride bulundu, “Ahmet’le Sofuali’ye git, amcan erkenden seni okula yetiştirir!” Bu daha hoşuma gitti. Zaten bir çok arkadaş türlü nedenlerle dönüşlerini erteleyecekler. Kesin kararımı verdim. Ahmet benim için kaldığına göre ben de onunla yolculuğu uzatabilirim. Konu gitme sözüne dayanınca kahvedekilerce “Gene gözümüzden kaybolacaksın, biz seni böyle gördüğümüz gibi sayıklarken sen bambaşka bir kılıkla çıkıp geleceksin!” türünden varsayımlar öne sürüldü. Söylenenlerin bir çoğu beni onurlandırırken bir bölümü de yargılamaya ya da kuşkulu duruma doğru itiyordu. Hiç birine karşılık vermedim. Konuşanların hepsi haklıydı. Ne olacağını bilmediğim gibi, ne olmak istediğimi bile bilmiyorum. Neyse ki, düğün müğün derken bizim okul olayı köylülerin konusu arasından düştü, diye seviniyordum. Ayrılık konuşmaları sürerken birileri bu konuyu gene ortaya getirdi. Dinleyenler yanıt vermeden ya da söze destek vermeden, babam, konuşana “Mehmet, (Köse Mehmet, köyde bu adla çağırılır) sen tarlanı düşün, öküzünün biri topallıyor, onu ne yapacaksın? Bunları düşün. Devletin okulu senin nene gerek. Ben oğlumu yollamışım, gözüm arkada değil, gene yolluyorum, tasalanmıyorum da sen neden tasalanıyorsun? Bu senin merakın neden? Dur cevap verme! Sorunu kendine sor, cevabını da kendine ver!” Köse Mehmet babama uzak bir akrabalıktan dolayı enişte der. Babamın alındığı için üzüldüğünü söyledi. Amacının sadece öğrenmek olduğunu tekrarladı. Geldi yanıma oturdu, benimle öteden beri dost olduğunu, iyi anlaştığımızı anlattı. Karşılıklı gülüşmelerden sonra olay şeker fabrikasına atladı. İsmet’le gezdiğimizi anlattım. Esas şimdi dönünce, Öğretmenlerimizle daha uzun inceleyeceğimizi söyledim. Ali Ağabeyim söze karıştı, “Git, Şefik Beyi bul, selamımızı söyle!” dedi. Bir kaç kişi birden, “Şefik Bey (Şefik Bakay) buraya gelince döktüğü dile bakmayın, o başka yerde yüzümüze bile bakmaz!” diyenler oldu. Bu söze ayrıca önem verdim. Köylüler, özellikle bizim köylüler tamı tamına bu inançta. Bana da şimdiden bu gözle bakıyorlar. Bu konuda öyle örnekler veriyorlar ki, dinleyenlerin hak vermemesi olanaksız gibi. Ancak anlatılanların tek yanlı olduğu kolayca anlaşılıyor. Sık sık av için bir grupla bizim köye gelmiş olan bir yargıç, mahkemeye giden iki köylümüzün yüzüne bile bakmamış. Tahsildar Kemal Bey buraya gelince bülbül kesiliyormuş ama, Lüleburgaz’da görünce dönüp bakmıyormuş. Yargıları bu türden. Kırklareli hastanesinde yöneticilik yapan Hasan Amcam için de aynı sözler söylenip duruyor. Yöntemine uygun evrak düzenlemeyenleri parasız bölüme almıyorlar. Evrak dedikleri de köyde kayıtlı olduğunu bildiren muhtarın vereceği mühürlü kağıt. Bunu almadan gidenler olunca, amcam değil ilgili bölüm doktorları bakmıyor. Bunu suçu amcama çıkarılıyor. Onlar konuşurken ben yüzlerine bakarak bunları düşünüyorum. Üstelik bunları Mustafa Ağabey geçen yıllar, defalarca anlattı. Hele Hasan Amcam köye geldikçe bunları teker teker açıkladı. Ad vererek, “Bilmediklerinden değil, bilerek ikinci üçüncü kez evraksız geliyor, evrak istenince horozlananlar oluyor!” demişti. Zaman zaman bunları kendileri de ortaya getirip özeleştiri yapmalarına karşın sürekli bir karşı koyma eğilimleri apaçık görülüyor. Birbirleriyle cebelleşmeleri de bu tür inatlarından oluyor. Fikret Madaralı Öğretmenin anlattığı Çukurbük köyünü bunun için bizim köye benzetiyorum. Köylüler tıpkı, Kuçurbüklü ile Çeşmekollu benzeşik. Oysa biri Samsun’da öteki Kırklareli’de. Ancak bizim muhtarımız Çavuş Amca çok başka. O “Öğretmenlere asla karşı olunmaz. Öğretmenler bize bilgi taşıyan insanlardır, onların ancak eli öpülür!” sözünü sık sık tekrarlar. Yemeğe çağrıldım, izin alıp ayrıldım. Ablam, “Ahmet’le çok dertleştiniz!” dedi. Ahmet’in gittiğini, başkalarıyla aynı konuları konuştuğumu söyledim. Ablam “Köylülerin işleri biter, lafları bitmez!” dedi. Ablam bu konuda kadın-erkek ayırımı yaparak, erkekleri eleştirmektedir. “Kahvelere toplanıp ne konuşuyorlar? Aynı insanlar aynı yerlerde oturduğuna göre, yeni bir haber, yeni bir bilgi nereden gelecek? Temcit pilavı gibi dünkü sözleri bu gün yeniden konuşurlar!” Ablacığım da haklı. Gerçekten yeni bir bilgi gelmediğine göre ne konuşuyorlar? Gazete haberlerini gösterip yorum yapmak istedim. Yaşlılar hemen geçmişi anımsayıp kestirip attılar. “Olmaz olmaz. İngiliz onlara izin vermez!” İngiliz kime izin vermez? Konu, Almanya, İspanya diktatörü Franco ile dostluk yapmış, İspanya’nın Afrika’dan pay almasına yardım edecekmiş. “Olmaz, olmaz”lar bunun için. İngiliz izin vermezmiş. “Almanya çok güçlendi, savaş istiyor.” biçiminde yazıları okuyunca bizim kahvede gülüyorlar. “İsteyemez, İngiliz onun savaş istemesini istemez.” Sözü azıcık uzatınca da, geçen büyük savaştan örnekler verilip, İngilizlerin zaferleri sayılır. Kurtuluş savaşımızı bile, İngiliz’in izniyle kazandığımızı söylemeye yeltenenler vardır. “İngiliz izin vermezse kimse savaşamaz!” Çin’le Japonya, savaşıyor. Ona da İngiliz izin vermiştir. Düşüncelerimi ablama da anlatıyorum, gülüyoruz. Sonunda ablam beni uyarıyor: “Aldırma sen boşboğazlara, onlar tarlalarını bile doğru dürüst süremiyor. Eğitmen Mustafa bizim köylülerin çiftçilik bile yapamadıklarını kanıtladı. En yaşlıları bile gidip ondan bilgi alıyor!” Uzandım biraz daha Monte Kristo okudum. Bir Monte Kristo’nun bir de bizim köylülerin yaptıklarını düşündüm. Okuyorum ama, kitabın yazdıklarına bir türlü katılamıyorum. Oradaki savaşlar, kılıç kullanmalar, kavgalar sanki insanlar tarafından değil şeytanlar tarafından yapılıyor. Ben onlara çok uzak bulunuyorum. Beğenmesem de bizim köylüler bana göre daha gerçek. Ali Eniştem geldi. Ablama gittiğimde evde yoktu. Oturdu konuştuk. Eniştem de askerde çavuşluk yapmış. Eğitmen kursunu önermişler, gitmemiş. Biraz pişman gibi. Kursların sürdürüldüğünü söyledim. Mustafa Ağabey de gitmesini istiyormuş. Eniştem, “Geç oldu, Mustafa ile gitseydim olurdu belki!” diyor

Geç oldu diyor ama istekli galiba. Başvurursa neden olmasın? Ali Eniştem çok konuşkandır. Ben onunla öteden beri konuşurum. Daha doğrusu onu dinlerim. Gene öyle yaptım. O da köylü ama anlattıkları sanki başka oluyor. Eniştem, “Kahveye inmeyecek misin?” diye sordu. Doğrusu inmeyecektim ama onu kıramadım, birlikte indik. Kahvede kimse kalmamıştı. Babam, Ali Ağabeyim, Ali Eniştem oturduk. Mahmut Ağabeyle Bektaş Ağabeylerimi sordum, “Onlar kahveye gelmiyor galiba!” Az geliyorlarmış. Mahmut Ağabeyin küçük çocuğu, Bektaş ağabeyimin de bebek beklemeleri nedeniyle çoğunlukla evde oluyorlarmış. Biz konuşurken Mustafa Ağabey çıktı geldi. Babam, “Hayırdır bu saatlerde pek gelmezdin!” deyince Mustafa ağabey, “Bence hayırlı bir iş için geldim!” dedi, güldü. Bir iki konuştuktan sonra, bana, “Seni Karaağaca yollarken dikkat etmiştim, ablanın hazırladığı asker torbasıyla gittin. O torbanı iyi sakla. Ben bir sürpriz yapmak istedim, benim bir tahta çantam var. Sağlam, kilitli, sana uğur getireceğine inanıyorum. Bana şimdilerde gereği yok. Onu al kullan!” “Benim çantam var!” dedim. duraladım. Babam “Çok iyi olur, bak bunu biz hiç düşünmemiştik!” dedi. Benim sesim kısıldı. Karar verildi, yarın öğleden sonra getirecek. Az düşündükten sonra, “Yaya gideceğim, çanta taşımak zor olur!” diyecek oldum. Ali ağabeyim “Ben seni sırtında çanta buradan yaya göndermem, bir çaresini bulurum. Olmazsa arabayla gideriz!” dedi. Bu kez iyice sustum. Okulu düşündüm, gerçekten bir çok arkadaşın çantası var. Çoğunun çantası dolapların üstünden taşıyor. Benim de var ama çok küçük. Kalem defter, boya gibi gereksinimleri koyuyorum. Biraz büyük olsa daha işime yarayacak. Mustafa Ağabeyle Ali Eniştem gittiler. Babam sordu, “Sahi biz neden düşünmedik, senin sağlam bir kilitli çantan olmalı!” Babama, büyük tahta dolaplarımızın olduğunu, elbiselerimizi, ayakkabılarımızı onlara koyduğumuzu, altında, üstünde ayrıca gözleri olduğunu, kitaplarımızı da oralara yerleştirdiğimizi anlattım. Babam, “Olsun, biz istemedik, Mustafa düşünmüş, öyle uygun görmüş, senin başarılı olmanı istiyor, gönlünce yardım etmek istiyor. Bence büyük bir iyiliktir bu. Ona gerek yok dersek haksızlık etmiş oluruz. Gerçekten gerek görmezsen, senin için bir yük olacaksa, Ali Ağabeyin arabayla geldiğinde atarsın arabaya, getirir!” İçimden işime yarayacağını iyi biliyorum ama gene de karşı bir tavır alışıma kendim de şaşıyorum. Kilitli bir çanta, çok işime yarayacaktır. Ancak götürmek oldukça zor. Babam, “Biz alalım, götürmeye gelince, bir çaresini buluruz. Araba Alpullu’ya sık sık gidiyor, önümüzdeki günlerde de gidecek. Pancarcılar bundan sonra buralara akın ederler. Onlardan bile yollarız. Biz onların bir çok işini görüyoruz. Onlar bizi kırmaz!” Tamam. Kahveye gelenler olmaya başladı. Ben kalkıp eve geçtim. Odama girip yeni bir konuyu düşünmeye başladım. Ya çanta çok büyükse, ya rengi ilgi çekecek gibiyse vb. Ablama anlattım. Ablam da sevindi. Ablam Mustafa Ağabeyin çok ince düşünceli oluşunu övdü. “Herkese iyilik için çırpınıyor!” dedi. Köyde birileri arada bir de olsa, “Dünkü çoban başımıza amir kesildi!” diyorlarmış. Ablam, “Söyleyenlerin kendileri ise, oldum olası çoban, bu durumlarını görmüyorlar!” deyip, böyle konuşanları yerdi. Ablam, “Köydekilerin konuşmalarına kapılıp da canını üzme, sen bu cahillerin arasından ayrılacaksın. Gayret et, olabildiğince uzaklaşmaya çalış. Arada gelir, aynı lafları dinler gülüp geçersin!” Ablacığım ne güzel övüt verdi bana...  Öğretmenlerimiz de her gün bunları söylüyor, üstelik köyleri bu duraganlıktan bizim kurtaracağımız görevini bize yüklüyorlar. Ablamın söylediklerini düşünürken uyumuşum.

 

13 Mart 1939 Pazartesi

 

Bu gece rahat uyuduğumu anladım. Çok dinlenmiş durumdayım. Dilerim yarın sabah da böyle olur. Ablam beklemediğim bir haber verdi. Yarınki yolculuğuma Ahmet katılamıyormuş. Dün gece babası birden rahatsızlaşmış, gelip Ali ağabeyimi kaldırıp bizim araba ile Kırklareli Devlet Hastanesine götürmüşler. Ali ağabeyim akşam dönmezse, yarın yola yaya gitmek zorunda kalacağım. Üzülmedim, zaten yaya gelmiştim. Yaya gidersem geldiğim kadar yorulmam. Gidiş yolum hem kısa hem de hep yokuş aşağı. Kumrular yoluna çıkınca fabrika bacası karşıma çıkacak, bacaya baka baka gideceğim. Ablam “Erken çıkarsın, yağış olmazsa akşam olmadan okuluna ulaşırsın!” dedi. Ben kahvaltı ederken babam geldi. Ali Ağabeyimin gidişi üzerine yorum yaptı. “İşin içinde hastalık olunca, gidemem diyemiyoruz. Köyde başka at arabası olmadığından, bu yük hep bizim üstümüze kalıyor!” Babam, başka çareler düşünmüş; istersem benimle Çavuş Köyüne dek gelecek, oradan öte ben yalnız gideceğim. Ya da köyden bir arkadaş, benimle Alpullu’ya dek gelecek. Biraz düşüneyim!” dedim. Kahveye indiğimde sorunun çözüldüğünü gördüm. Köyde İlyas Usta olarak tanınan kişi Elfide halamın köyü Sofuali’ye gidecekmiş. Babama, “Pancarköye dek beraber gider, Edirne yolundan saparım!” demiş. Çantamı götüreceksem, bu kez okula dek benimle gelecekmiş. Buna da sevindim. Öğleden sonra Mustafa ağabey çantayı getirirse kesin karar vereceğiz. Hanife Halama gittim. Hanife Halam bebekle uğraşıyor. Beni oturttu, “Bu şimdi uyur, bakma bağırdığına, uyumamak için diretiyor ama gerçekte bütün bu çırpınmalar uyumak için!” deyip güldü. Bebek, bunu duyup utanmış gibi bakındı, yüzünü buruşturdu. Arka arkaya esnedi, uyudu. Biz konuşurken Hanife Halamın kardeşi Abbas amcam geldi. Kulak ağrısı çekiyormuş. Kırklareli Devlet Hastanesinde görevli ağabeyi Hasan Amcam aracılığiyle dikkatli bir gözlemden geçirilmiş, sonuçta ameliyata karar verilmiş. Kulak, arkasından delinecekmiş. Üzüldüm. Abbas Amcam bağlama çalar, türküler söyler. Bana da bağlama çalmayı öğretmek istemişti ama ben, söylemeye pek yanaşmadığım için uzak durdum. Şimdi ise bin pişmanım. Amcam “Yaz tatilin olursa, ben de bu kulak sorunumu atlatırsam, bir iki ay içinde seni bir usta bağlamacı yaparım!” dedi. Müziği giderek çok sevdiğimi, yakında müzik aleti vereceklerini söyledim. Amcam “Olsun, on tane müzik aleti çalsan, onlar bir birine karışmaz, hepsinden ayrı zevk alırsın!” diyerek beni yüreklendirdi. Kahveye döndüğümde Mustafa Ağabeyin çantayı getirdiğini gördüm. Tam benim istediğim gibi, ne büyük ne küçük. Arkadaşların bazılarında benzerleri var. Bunu babama söyleyince babam “Bunları yapıp satmak amacıyla her yere dağıtırlar, o nedenle her yerde bulunur. Biz böyle hazır eşyaları alıp kullanmadığımız için bilmiyoruz ama insanlar, özellikle gezenler, çok yolculuk yapanlar kullanıyorlar.” Mustafa Ağabey akşam üzeri gelecekmiş. Çantamla eve döndüm. Ablam, “Çok büyük değilmiş, yakın yerlerde gezdirebileceksin!” dedi. Şimdi giderken fazla bir şey almayacağım. Çamaşır, iki gömlek, ablamın kendi ördüğü üç çift çorap ekleyip, getirdiklerimle yetineceğim. Hepsini yerleştirdim, elime aldım. Hafif geldi, “Bunu ben elimle bile götürürüm!” dedim Ablam, “Burada böyle diyorsun ama yol uzadıkça kolların ağırlaşır. Az yol değil, dört saat durmadan yürüyeceksin!” Kitabımı dışarda bırakıp çantamı kapattım, kilitledim. Tamam ama şimdi anahtarını ne yapacağım? Ablam, belime bağlamamı salık verdi. “Okulda dolabının bir yerine saklarsın!” dedi. Çanta işini birden önemsedim, büyük bir eksiğim varmış da ayırdında değilmişim. Köye özlemle geldim. Özlemim giderildi mi bilmem ama, okula çanta ile dönmem beni oldukça sevindirdi. Sağol Mustafa Ağabey, bundan sonra da çanta kullanırsam hep seni anacağım...

Ablam uyardı, yengelerime gideceğim. Ayşe Yengem büyüğü, Fatma Yengem küçüğü. Ayşe Yengem, Hoca Mustafa adıyla anılan köyün ileri gelen ailelerindendir. Mahmut Ağabeyime aracı ile istemişler, ağabeyi razı olmamış. Mahmut Ağabeyim de Ayşe Yengemle anlaşarak kaçırma yolunu seçmişler. Yengemle ağabeyi arasındaki dargınlık sürüp gidiyor. Dargınlığın şimdiki nedeni miras bölüşmesine dayanmaktadır. Fatma Yengemin olayı ise düpedüz bir inat yüzünden. Küçük Ablam babamın rızasını almadan Ali Enişteme kaçınca bizim aile bunu onur sorunu yapmış. Bir süre sonra da Ali Eniştemin kardeşi Fatma Yengemin gönlünü çelerek kaçırmışlar. İki yengem de kaçarak gelmiş. Ben ikisini de çok seviyorum. İkisinin de çocukları var. Yahya, Ali Rıza. İki yengem de çocuklarını büyüyünce okutacaklarını söylüyorlar. Ne iyi, ailede okumuşlar çoğalacak. Belki onlar daha şanslı olacaklar. Lüleburgaz’da yıllardır ortaokul açılamadı, önümüzdeki yıllarda açılırsa hiç değilse onlar ortaokullarda okurlar. İyi dilekler arasında yengelerimden ayrıldım. Babam geldi, bana tarlaları bölüştüğümüz gün yazdıklarımı sordu. “Onları yaz, yanına al, kimin yeri nerede iyi bil!” dedi. “Biliyorum!” deyince, bana “Söyle bakalım” diye sordu. Yazdığım kağıdı çıkardım. Birer birer okudum. ”1-Kahve, bahçesi ev hakkım, bir inek. Ötekiler Ali ağabey ile ortak. Ortak tarlalar. Küçük ada, Ebenin adası, Kurudere-Gübre, iki Sayadere-Büyük bağ-arka tarla-Paşa ağılı büyük tarla, Çeşmedere, Kumrularyolu, Gölyakası, Müsellimsırtı, Çeşmedere. Babam, “Kepiri unutmuşsun!” dedi, ekledi. İki Kepir tarla varmış, birisi Bağlık arkasındaymış, ben onu unutmuşum. Babam ne düşünüyorsa bu konu üzerinde çok durdu. Arkasından “Ali Ağabeyinle açık açık konuş, tarla payını sürecek, sana ne ödeyecek, nasıl, ne zaman ödeyecek? Belli bir zamanda mı verecek, yoksa arkasında koşturacak mı? Bunları açık açık konuş!” Babama, “Ben bunları söyleyemem, hiç değilse şimdi söyleyemem. Bu yıl bir deneyelim, vermezse, senin dediğini o zaman yaparım!” Babam razı oldu. Birlikte kahveye indik. Mustafa Ağabey gelmiş. Başka komşular da var. Konu benim yolculuk. “Havalar düzeldi, rahat gideceksin!” diyorlar. Belli olmaz, yarın bozabilir, diyecek oldum. Hep bir ağızdan “Eski mart girdi, artık bahar!” diye beni azarlar gibi yanıtladılar. Kış yapacak olsa bir iki gün önce kesinlikle fırtına, kar tufanı olurmuş. Bu olmadan eski marta ulaşılırsa bahar gelmiş sayılırmış. Mustafa Ağabey bana, “Bu söylediklerinin hepsi doğru. Ancak gene de temkini elden bırakmamak gerekir. Sen yola çıkarken her türlü önlemini al. Örneğin yola erken çık. Yağmuru düşünerek bir korunak al. Olabildiğince hızlı gidip bir an önce varacağın yere ulaş!” Son, aynı zamanda en doğru övüt Mustafa ağabeyden. Yarın erken yola çıkacağım, ablam bana bir yağmurluk uydurmuş, onu alacağım, gidebildiğim ölçüde hızlı gideceğim. Bir taraftan da içimden “İnşallah Ali ağabeyim Kırklareli’den erken döner. Belki de Kızılcıkdere’ye uğrar, İsmet’i de beraber getirir, bizi yarın o götürür.” İlyas Amcaya söylemişler, kahveye geldi, “Sabah kaçta çıkalım” diye sordu. Babam kendi saatine göre güneş doğmadan önceyi belirtti. Babam saatini eski düzen üstüne sürdürüyor. İlyas amca ile eve gittik, benim çantamı gördü, “Sorun yok, benim eşşek güçlüdür, istersen sen de binersin!” dedi. İlyas Amca benim Ali Ağabeyin geleceğinden umutlandığımı bilmiyor. Böyle olursa o kendisi yalnız gidecek. Sözleştik, ardından ben gene kahveye gittim. Mustafa Ağabey, “İlyas Ustanın yolculuğu iyidir, askerlik anılarına başlarsa Alpullu değil, Keşan’a dek sürer!” dedi. Tam benim istediğim gibi, askerlik anıları benim tarih dersim için yararlı oluyor. İlyas Usta Balkan savaşından önce asker olmuş, Balkan savaşında birliğiyle birlikte düşman eline düşmüş. Bulunduğu yörede Arnavutlar başkaldırmış, düşmanla elbirliği ederek bağımsızlıklarını ilan etmişler. İlyas Ustanın memleketi Serez olduğu için Osmanlı uyrukluk hakkını kaybetmiş. Savaş yeniden başlayınca İlyas Ustanın birliği bu kez Osmanlılara esir düşmüş. Mustafa Ağabey “Buradan ötesi daha karışıktır, sen kendisinden dinle. Bu kadarcığını dinlemeye hazır olasın diye anlattım!” dedi kesti. Serez neresi? “Selanik tarafında bir yer.” Mustafa Ağabeyin anlattıklarını düşünerek yarınki yolculuğumun yararlı olacağına şimdiden inanmaya başladım.

Bir yandan benimle konuşanların ilgilerini izliyorum bir yandan da köye gelmeden önce neler öğreneceğimi, bunların ne kadarını aldığımı hesaplıyorum. Av konusunda Poyraz Mehmet Amcadan oldukça bilgi aldım. Ayrıca o bana, kavun karpuz tohumu alınması konusunda aydınlatıcı bilgiler verdi. Korulukların giderek azalması sonucu av türlerinin azaldığını ondan öğrendim. Köyün nüfusu, merası, ev sayısı, kuruluşu üstüne de yeni bilgiler aldım. Mustafa Ağabey bunlar için “Hepsi bende var, mektup yaz hemen gönderirim!” diyerek bana cesaret verdi. Oldukça rahat döneceğim. Tek rahatsız olduğum nokta, okul yeri saptandı mı, saptandıysa neresi? Lüleburgaz dendiğine göre, Lüleburgaz’ın ne tarafında? Bunu babama söyleyince babam bana örnek verdi: “Mahkeme kadıya mülk olmaz derler. Sen bir öğrencisin, sana da okulun mülk olacak değil, o nedenle çok da ilgilenme. Neresi olursa olsun. Devlet kendisi için yetiştireceği gençleri korumasını bilir!” Biz konuşurken yeni güvey arkadaşım İbrahim geldi. Kahvedekiler yakın ilgi gösterdiler. Çaylar ısmarlandı. Bir süre sorulara yanıtlar verdi. Düğününün kazasız belasız geçmesinden duydukları sevinci belirttiler. Son yıllarda böylesi düzenli düğün olmamış. Konuşmalar azalınca İbrahim, “Gideceğini duydum, güle güle git, bizi unutma!” dedi. “Nasıl unuturum, sen benim en sevdiğim arkadaşım, adaşımsın!” deyince İbrahim, “Eksik söyledin, aynı zamanda samanlık arkadaşıyız!” dedi, güldü. Unutur muyum? Bir gün Deveçatağı köyüne gitmiştik. Köyde düğün varmış, kızları görmek için kaldık. Gece yarısı oldu. Kalacağımız evlere geç vakitte girmeye utandık, köye döndük. Gece yarıyı geçmişti. Kendi evlerimize de girmeye cesaret edemedik. Harmanlıkta bir samanlığa girip yattık. Öğleye dek uyumuşuz. Uyanınca silkinip evlere döndük. Deveçatağı köyünden geldiğimizi söyleyerek olayı sakladık. Bu nedenle İbrahim gönül bağımız arasında bu olayı da önemli bulup anımsıyor. Söz verdim: “Samanlık olayı belleğimde yaşayacak. Başka bir zaman karşılaşınca ilk kez bunu söyleyeceğim. Bu olayda ben başka bir sözü de hiç unutmuyorum. Belki sen onu unuttun. Hani ben bir kıza bakıyordum. Bizi gezdiren Ali, baktığım kıza, “Kız sana bakıyorlar, neden ilgilenmiyorsun?” deyince kız bana bakıp “Hangisi o sarışın olan mı? Ben ona göre çok esmerim!” deyip gülmüştü. O sözü bir türlü unutamıyorum. Bir gün karşılaşıp bunu ona anımsatmak isterim.” Biz konuşurken İbrahim’e takılmalar başladı. Yeni evlilerin işleri çok olurmuş. Kahvede oturacak zaman değilmiş. Gelecek yıllarda kahveye daha çok zaman ayıracakmış. İbrahim hiç birisine yanıt vermedi. Durumu anladım, ben kalktım, beraber çıktık. Onu biraz geçirdim, eve döndüm. Ablam Ali ağabeyimi beklemiyor. “Böyle geçe kalmaz, ya Kırklareli’de ya da Kızılcıkdere’ye uğramıştır!” diyor. Birlikte yemek yedik. Gülsüm erkenden yatmış, sabah kalkıp beni uğurlayacakmış. Ablam “Kalkamaz, uykuyu sever, ama uyanıkken kesin karar verir!” diyor. Güneş doğmadan kalkmayı ben de unuttum. Çalar saatımızı hep anımsıyorum. Öğretmen Fahri Fey, “sizin saat cehopen çalıyor” demişti. Ne demekse bu, bir türlü öğrenemedim! Tıngır, tıngır tıngır diyerek uzun bir zaman çalıyor. İlk çalmaya başladığı zaman uyanıp onu dinlerken gene uyuduğum çok olmuştur. Ne güzel çalar! Duramadım gene kahveye gittim. Şerif Eniştem, Abbas Amcam gelmiş ikisini de dinlemek isterim, güzel sözler anlatırlar. Abbas Amcam, babası Mehmet Amcamın yolunda gider. Bektaşi Dedesi olacakmış. Mehmet Amcam öyleydi. Vahit Dede’yle dostluğu asıl burdan gelir. Genç yaşlarında dergaha girmişler, birliktelikleri orada başlamış. Savaşlar çıkınca Trakya’ya geçmişler, savaş gerilerinde görev yapmışlar. Bu arada Vahit Dede akrabalardan biriyle evlenmiş, ilişkileri daha da yakınlaşmış. Abbas Amcamları (üç kardeşi) İstanbul’da okula vermişler. Hanife Halam, Hasan, Abbas kardeşler okullara dağılmış. Ancak anneleri vefat edince işleri bozulmuş. Hasan Amcam Darülelhan’daki öğrenimini sürdürmüş, Halamla Abbas Amcam köye dönmüşler. Ancak amcam öğrenmenin gizini sezmiş, kendi kendine okumayı sürdürmüş. Bir yandan çiftçiliğini yaparken bir yandan da sözü sohbeti dinlenir bir kişi olma hevesini tüketmemiş. Onunla konuşanlar, bir daha konuşmak isterler. Köyün kuşkusuz bilge kişilerindendir. Konuşurken kullanacağı sözleri seçer, canım, kuzum, şekerim gibi sözcükleri aralara katarak dinleyenleri etkiler. Şerif Eniştem ise çok heyecanlıdır. O anlatırken, dinleyenler sık sık irkilirler. “Karşıdan bir yılan geliyordu!” der, sonunu söylemez, “Breh anasını!” deyip dinleyeni bir süre bekletir. Soru sormadan dinleyenler, biraz sonra yılanın süzülüp gittiğini öğrenirler. Bir başka zaman bakarsınız, arabanın tekeri derin bir uçurumdan aşağı gitmek üzeredir. Sinek konsa araba da hayvanlar da minare boyu derinlikteki çukura yuvarlanacaklardır. Dinleyenler heyecanla sonucu beklerken, Şerif Enişte hiç bir şey olmamış gibi hayvanları sola çekip tıngır mıngır yoluna devam eder. Şerif Eniştem askerliğini Aydın yöresinde yapmış, önce yörük çeteleriyle vuruşmuş, sonra onlarla dirsek dirseğe direrek Yunanlı palikaryalara karşı amansız savaşmıştır. Aydın yöresini anlatırken giysilerin dizden aşağısının çıplak olduğunu söyler. Yaz gelince bu insanların çıplak bacaklarına sinekler konarmış. Öyle ki, sinekler o bacaklarda saatlerce vızıldaşıyormuş da insanlar sineklere kişt etmiyormuş. Şerif Eniştemi ilk dinleyenler bazan, “Sonra ne oluyor?” diye sorarlar. O zaman eniştem, “Elleriyle şappadak vururlar, sinekler de kaçar!” der, konuşmasını sürdürür. Bu akşam bir kez daha dinledim. Ancak bu akşam, kendi yaptıklarını değil de başkalarının yapmadıklarını, yapamadıklarını anlattı. Bunlar arasında Ali Ağabeyim de var. Yunan ordusu Edirne yönünden yurdumuza girerken, Edirne dolayında bir ordu bulunuyormuş. Ali Ağabeyimle birlikte bizim köyden daha beş altı kişi varmış. Bunlar ilk patırdıda kaçmışlar. Komutan Cafer Tayyar Paşa, tarlalıkta buğday demetleri arasında saklanırken yakalanmış. Askerlerin bir kısmı teslim olmuş bir kısmı da Bulgaristan’a dek arkasına bakmadan koşmuş, ezeli düşmanımız Bulgar gavuruna sığınmış. Adını vermedi ama ben biliyorum, Ali Ağabeyim böyle yapanlardan biri. Ancak Ali Ağabeyimin birliği fire vermeden Karadeniz kıyısından İğneada dolaylarına çıkıp kendine düşenleri gene yapmış. Vahit Dede anlattı, biliyorum. Şerif Enişte burada sözü kesti, Tekirdağlı Hüseyin Pehlivan’ın Mülayim’i nasıl yendiğini anlattı. Babam Şerif Enişteme takıldı, “Şerif sen gelince kahve çocukların okuluna dönüyor. Çocukların  Öğretmenlerini dinlemesi gibi herkes seni dinliyor. Güzel şeyler anlatıyorsun. Ben dahil hepimiz sık sık gelmeni bekliyoruz!” dedi. Babam ciddi ciddi söylediği için Şerif Eniştem alınmadı. Şerif Eniştem de babama enişte der. “Enişte haklısın ama o zaman ben de dinleyenler de yorulup bıkarız, iyisi böyle düğünde bayramda konuşalım da hepimizin gönlü olsun!” dedi. Kendine göre vakti gelenler birer birer gidince babam, yarın için hazırlığını yapar, kahveyi kapatır. Bu gece beraber yaptık, eve döndük. Babama söyleyecek çok söz düşünüyorum, söyleyemiyorum. “Bana güven, istediğin için okuyacağım, tüm gayretimle çalışacağım!” desem diyorum, vazgeçiyorum. Sorarsa söyleyeyim deyip susuyorum. “İyi geceler!” deyip yattım.

İlkokulu bitirdikten sonra tam üç yıl köyde bu arkadaşlarla dolaştım. Kahvede bunları dinledim. Bir kez olsun oturup da “Kim ne dedi? Kim daha güzel konuştu?” diye bir değerlendirme yapmamıştım. Şimdi bunu iyi yapıyorum. Bu dört aylık süreçte bunu bana okul mu kazandırdı? Fikret Madaralı Öğretmenin sözleri hiç aklımdan çıkmıyor. “Söylenmiş bir söz varsa, sözün söyleniş amacı vardır. Hatta daha başka niyetler bile saklı olarak bu sözle ortaya konmaya çalışılmış olabilir. Bunları gözden geçirmeden söyleneni doğru anlamak kolay olmaz. Bu, salt konuşmalar için değil, okuduğumuz yazılar için de geçerlidir. Bu nedenle okuduklarımızı tekrar tekrar gözden geçirip, içimizde doğruluğu üstüne bir kuşku kalmayınca da ‘Anladım!’ demeliyiz!” Fikret Madaralı Öğretmeni gözümün önüne getirirken, karşıdan görünür gibi oldu, kayboldu. Ne tarafa gittiğini bir türlü anlayamadım. Yabancı adamlar çıktı karşıma. C’nin babası eski bir subaymış. Okuldan tatile geliyormuşum. Bizim köylüler, fabrikaya pancar boşaltıp köye dönüyorlar, herkes bana, nereye gittiğimi soruyor. “Köye gidiyorummmmm!” diye bağırıyorum. Ne denli bağırdım bilmem, kendi sesime kendim uyandım. Bir süre “duyan oldu mu acaba?” diye etrafıma bakındın, dinledim. Kendi kendime utandım. Gider ayak ablam duyacak, “Oralarda korkup kötü alışkanlıklar mı aldı?” diye benden kuşkulanacak kaygısına kapıldım. Gene uyumuşum. Bu kez Adem Öğretmenle karşılaştım. Yeni bir ses verici aleti almış, çalıyor. Bu yeni alet eskisi gibi hemen kesilmiyor, uzun uzun ses çıkarıyor. Kendi kendime “Hiç değilse bundan bir tane alacağım!” diyorum. Biraz dikkatle dinledim. Ne güzel sesler geliyor. Adem Gürçağlayan Öğretmeni arıyorum, birden kayboldu ama çalgı çalıyor.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ