Yeni Müdür, Yeni Öğretmenler-Büyük Bocalama Dönemi
6 Ekim 1942 Salı
Mehmet Yücel nöbetçi, benim uyandığımı görünce:
-Dayı sana günaydın diyerek söze başlıyorum, bu bana uğur getirecek, buna inanıyorum! dedi. O bunu gerçekten iyi niyetle söylemişti. Ancak arkadaşlardan kimileri işin şaka tarafından ele alıp yaygaraya çevirmeleri arkadaşın söylemek istediğini önledi. Yusuf Asıl İsmet’e:
-Yetiş, Mehmet Yücel dayını elinden alıyor! deyince İsmet, Mehmet’in sözlerini duymamasına karşın gitti, kolunu büktü, işi itiş kakışa çevirdi. Mehmet nöbetçi olduğu için gitmek gereğini duyup ayrıldı. Sanırım akşamdan kalma düşüncelerini söyleyecekti. O gidince birileri fiskosa başladı. Fettah’ın:
-İskelet her zaman bunu yapıyor! deyişini duyunca baktım, karşısındaki Mehmet Yücel’in köylüsü, onun zaman zaman koruduğu Mehmet Başaran. Ben onlara yönelince ranzanın arkasına çekildi. Ancak o taraftan çıkacak yol olmadığı için sıkışıp kaldı. Fettah’a onu göstererek: o
-Onunla konuşacağına ranzayla konuş, ranza senin sözünü daha iyi anlar;anlamasa bile gidip ötekine berikine yalan yanlış anlatmaz! deyip ayrıldım. Fettah, her zamanki gibi gene arkamdan konuştu:
-Yahu, ben şimdi ne söyledim? diye sorunca döndüm “Yahu sözünü, Trakya’da daha çok erkekler, kadınlar için kullanır. Bak bunu, sor öğren;ben bu sözü kullanmaya başlarsam adın büsbütün unutulur! Bu kez köşedekine de:
-Ciğerci misin , böbrekçi misin? ne isen her zaman böyle sinip kurtulamazsın, bak arkadaşa da söz işittiriyorsun; söyleyeceklerini ortaya söyle, erkek olmaya çalış! deyip ayrıldım. Yürürken de kendi kendime söylendim:
-Bu ne biçim köylü çocuğu, azıcık daha cesur olamaz mı? Hem arkadan konuşuyor hem de yakalanınca kaçacak delik arıyor!
Dersliğe gidince de Köylüsü Mehmet Yücel’e sordum:
-Senin köylü gerçekten senin köylün mü? Mehmet Yücel de bana sordu:
-Gene ne oldu? Anlattım. Mehmet biraz olarak üzgün:
- O bizim köylü olmasına bizim köylü ama, höyden ayrı kalmış. Söylediğine göre ilkokulu Uzunköprü’de okumuş. O nedenle ben tam olarak tanıyorum, diyemem. Ama ailesi bizim köyde!
Kahvaltıdan sonra arkadaşlar topluca Tarım barakasına gittiler. Dün mısır ayıklamışlar. Bugün bir bolümü mısır yerini temizleyecek, bir bölümü de mısır koçanlarını temizleyip güneşe serecekmiş. Gülerek:
-Ben onları köyde çok yaptım. Sizler o zaman sokaklarda topaç çeviriyordunuz. Yusuf Asıl: -Yanılıyorsun, Sen doya doya topaç çevirmişsin ama ben onu da yapamadım. Tam topaç çevirmeye başlayacaktım, buraya geldim. Burada ise seninle birlikte atölyelerde çalışıyorum! Hasan Üner Yusuf’a takıldı:
-Abiden bir şikayetin varsa öbür gruba geç! Yusuf:
-Bana bak küçük, sözü tersinden alma, boğarım seni! deyip Hasan’a sarıldı. Bir birine sarılmış olarak uzaklaştılar.
Arkadaşlardan ayrılınca dersliğe gidip Sami’nin Tarih kitabını aldım. Kendime göre; “ Bir taşla iki kuş! ”vuracağım. Eğitimbaşı tarih öğretmeniymiş. Tarih okuduğumu görürse beni Tarihsever olarak tanır. Öte yandan gerçekten tarihi seviyorum, Okuyup öğrendiklerim gelekteki derslerimde işime yarayacaktır. Derslik kapısı kapalı. Emevilerin, İspanya’da kurdukları uygarlı, önemli kentleri okudum. İçim rahat etmedi kalkıp atöyleyte gittim. aTam kordiyonu alırken İrfan Öğretmen kapıdan girdi:
-Biz nihayet geldik! diyerek arkasına dönüp:
-Gel Halis Bey sen yabancı değilsin, kendi atölyen gibi gir buraya! dedi. Halis Bey dediği kişiyi bana gösterek:
-Bundan sonra birlikte çalışacaksınız, Halis Bey deneyimli bir öğretmen aynı zamanda usta bir mobilyacıdır, ondan yararlanacaksınız, eksikleriniz tamamlayacaksınız! dedi. Halis Bey:
-Gülümseyerek “Estafurullah! ”dedi ama, sanırım çok da memnun oldu. Naci İnan Öğretmenden söz ederken “Naci”, Hamdi Bağ Öğretmeni anarken de “Hamdi” demesi dikkatimden kaçmadı. Sanırım her ikisiyle de tanış, belki de arkadaş. Tümden yabancı olmadığına sevindim. Bana sınıfımı, şimdi burada ne yaptığımı sordu. “Boş oturuyorum” demek içimden gelmedi:
-İşimi bitirdim, İrfan Öğretmenimi bekliyordum! deyince İrfan Öğretmen ekledi:
-Yani bizi bekliyordu, atölyeyi kapatmıyoruz, gelen giden oluyor, Bizim alet-edavatı herkes kullanabildiği için aklına esen gelip her an bir destere, bir keser, birkaç çivi isteyebilir! Bu söze gülüştüler. İrfan Öğretmen bana dönerek:
- Biz birlikte geziyoruz, öğleden sonra gelebiliriz, sen beklersin! dedi. Halis Öğretmen zayıf uzunca boylu bir insan. Yüzü pek güleç değil. Biz alıştığımız şakacı öğretmenlerimizi çok arayacağız galiba! Dilerim İrfan Öğretmen bir süre daha gitmez. Bir süree öylece durdum. Çok sıkılmadım ama neşemin uçtuğunu duyumsar gibi oldum. Öylece durakaldmışım; zil çalınca birden irkildim. Bu ne zili olabilir? Kolumda saat var, onu bile düşünemedim. Toparlandım, öğle paydosu. . Atölyeyi kapatıp gittim. Arkadaşlar geldi, topladıkları ürünleri tartışıyorlar. Hilmi Altınsoy soğanlarla sarımsaklara takılmış: “O kadar soğan, sarımsak yenir mi? diye soruyor. Ben:
- 300 öğrenci 365 günde öğle-akşam olmak üzere 219000 yemek yiyecek, sabah sarımsak ya da soğan yenmediğine göre, akşamı, öğleyi sayıyoruz. . birer baş gitse 219000 baş eder, bunu hafada bir her öğrenci için ikişer baş olarak düşünsen senin o bir yığın dedeğin sarımsaklar, soğanlar yetmez! Yusuf Asıl gülerek:
- Hilmi bu hesabı yılbaşına dek yapamaz, boşuna yormayın kendinizi! deyince Hilmi kızdı:
- Neden yapamayacakmışım? Her öğrenci günde bir baş soğan yese yılda 300 tane 365 eder! dedi durdu. Arkasından:
- Benim üstüme neden geliyorsunuz? Kim ne yerse yesin. bana ne? deyip kalktı. “Kaçma, kortun! ”sözlerine aldırmayıp yürüdü. Ben bizim marangozluk kolu arkadaşlara yeni öğretmeni muştuladım. Halis Öğretmen İrfan Evren Öğretmenle yemek yiyordu. Arkadaşlar yan gözlerle baktılar; hiçbirinin gözü tutmamış. Yusuf Asıl :
- Bizim öğretmenlerimizin hiç biririnin yerini tutmaz! deyip yürüdü. Bir söz vardır: -Gelen, gideni aratır! Arkadaşların bir bölümü, nohut, bir bölümü mercimek, bir bölümü de fasulya toplayacakmış. Onlara:
- Topaladıklarınızı yığın yaparsanız yığının ölçüsünü, başka bir kapla ölçerlerse kabın ölçüsünü, sayısını yazmalarını söyledim. Recep Kocaman:
- Besim Öğretmen çok düzenli hesap tutuyor. Bizim bakmamıza gerek yok, sorsak söyler! dedi. Öğleden sonra gelen giden olmadı. Uzun süre tarih okudum. Paydosa yarım saat kala akordiyon çaldım. Paydosta tarih kitabını alıp dersliğe gittim. Eğitinbaşı beni tarih okurken göresiye dek bu kitabı taşıyacağım. Ben böyle düşünüyorum ama arkadaşlar ayırdında değil:
- Neden tarih çalıştığımı soranlar oluyor. Ben de:
- Başka okuyacak kitap bulamadığımı söyleyip savuşturuyorum. Ahmet Gürsel Öğretmen hakkında bilgi edindik. Eskişehir-Çiftelere gidiyormuş ama evini götürmüyormuş. Geri geleceğini söyleyerek ayrılmış. “Kepirtepe’ye olmaz belki ama Lüleburgaz’a döneceğimi kesin söyleyebilirim! ”demiş. Buna sevineyim mi? Hüsnü de Fikret Madaralı Öğretmen için üzülüyor. Faik Bakır Öğretmen gideceği yerden memnun. Daha önce konuşurken ben “Seyhan-Haruniye’de mektup arkadaşım var” demiş, bana gönderdikleri fotoğrafı göstermiştim; Faik Öğretmen geldi;gülerek “İbrahim ver şu fotoğrafa bir kez daha alıcı gözüyle bakayım! ”dedi. Aldı, uzun uzun baktı, gülerek:
- Bir tepenin üstüne kurulmuş;Hasan Sabbah’ın Şatosu gibi! dedi. Bana, Hasan Sabbah’ın kim olduğunu sordu. Böyle bir adı şimdiye dek duymadığımı söyleyince bu kez de:
- Gene duymamış ol , bu uzun bir hikayerdir, ileride okur öğrenirsin! dedi. Arkadaşların adlarını da verdim. Salim Öztorun, Hasan Özkul, Meylut Alkan ayrıca Öğretmen Vahdet Kayık'tan da söz ettim. Hasanoğlan'a geldiklerinde onlarla ilgili bir olayıl anlatınca Faik Öğretmen :
- İşte buna daha çok sevindim, gider gitmez o öğretmeni bulacağım, bu benim için çok sevindirici bir olay! dedi.
- Latif Yurtçu Öğretmenle birlikte Adana’ya dek gideceklermiş. Latif Yurtçu Öğretmen oradan Elazığ’a geçecekmiş, bize Faik Bakır Öğretmen aracılığiyle “Allahaısmarladık! ” demiş, başarılı çalışmalar dilemiş. Faik Bakır Öğretmen gidince gene benim mektupların yararlarından söz edildi. Ancak ben bu tür tartışmalardan hoşlanmadığımı söyleyip sözü kısa kestirdim. Marangozluk öğretmeninden söz ettim. İrfan Öğretmen “Halis Bey! ” diyor. Soyadını da söyledi ama tam anlayamadım;Akça, Akçay, Akarca ya da Akarçay da olabilir. Mustafa Saatçı hemen ekledi:
- Kokarça'dır.
İrfan Öğretmen ona tüm çalışma yerlerini gezdirmiş. Bu akşam gitmiş bir iki gün içinde temelli gelecekmiş. Bunu da ben bilmiyordum, böylece hafta sonuna dek atölye bekçiliğim sürecek. Sami Akıncı, İlhan Görkey Öğretmen için en sağlıklı bilgiyi verdi; “Yeni Müdür gelince okulu teslim edip ayrılacakmış. Şimdilik görevi Kırklareli’deki eski işiymiş. O zaman onu Kırklareli’ye gittikçe görebileceğim. Belki de gene eski evinde oturur. Evi, Hasan Amcamın evinin yakınındaydı.
Yat zili çalınca bunları düşünerek yattım. Gerçekte sıkılıyorum, bunlar teselli edici olmuyor. 15 Ekim günü dersler başlayacaktı. Ortada öğretmen yok, kiminle ders başlayacak? Böyle giderse gelecek yıl bizi Ankara’ya alsalar bile sınav kazanamayız. Bir “Of! ”çekip sağıma dönüp gözlerimikapadım….
7 Ekim 1942 Çarşamba
28 İdris Destan gene revire yatmış. “Nöbeti ne olacak? ” diye tartışma başlayınca, nöbeti ben üslendim: “Atölyedeki işimi aralıklı yapıyorum, İrfan Öğretmenden izin alırım! ”deyince arkadaşlar sustu. Yemekhaneye gittim: Durumu nöbetçi grubuna ilettim. Ali Ergin, Süleyman Gege, Hasan Arabacı, Mehmet Özeren gibi benim eski çalışma arkadaşlarım nöbetçi. Onların olumlu tavırları ötekileri de canlandırıyor. Sanırım benim de hepsi üzerinde olumlu edtkim var. “Abi, abi” diyerek çevremde dolanıyorlar. Kahvaltıda da çay-peynir çıktı, bunu da bir şans saydık. Kahvaltı zili çalmak üzereyken Eğitimbaşımız geldi, temizlik durumlarına baktı. Arifiye yemekhanesini övdü. Onların yemekhanesi bizim gibi yeni yapılmış, sıvasız bir hangar değil, eskiden yapılmış düzgün bir bina. Sıvalı, badanalı. Bizim ki alelacele derilmiş tavansız tabansız bir yer. Altı beton ama şapsız olduğu için çamuru, tozu doğru dürüst temizlenemiyor. . Bunları söylememiz gerekir ama sustuk. Eğitimbaşı, bizim masaları, duvarları, çatıyı eleştirdi de yemeklerin düzeleceği üstüne hiç söz etmedi. Benim de ilgimi bu çekti. Bunları zaten biz biliyoruz. Bilmediğimiz bu bozuk düzen durumu kim düzeltecek? Zil çalınca ben içeri girdim, az ileride durdum. Gözlerim Eğitimbaşıda oldu. Adam şahin gibi önünden geçen öğrencilere bakıyor. Alışmadığımız bir bakış. Her an bağıracakmış gibi ağzı hazır, gülerek bakar gibi ama gülmeye niyeti yok. Arkadaşlar oturunca beni çağırdı. Eli yumruk, ileri doğru uzattı işaret parmağını kendine doğru oynattı. Gittim, : “Buyurun! ”dedim. Gülmeyen gülümsemesiyle:
-Sen de otur, arkadaşlarınla kahvaltını yap, çalışmaya gitmek istiyorsan git! dedi. “Peki! ”deyip arkadaşlara katıldım! Arkadaşlar anlattıklarıma inanmadılar. Konuyu değiştirip, mercımak, fasulye, nohut toplamalardan söz ettik. Arkadaşlar gülerek:
-En bol yiyecek kabak! deyip güldüler. İnanamadım, çoğu kabağın gerçekten tatlı bir yiyecek olduğunu bilmiyorlar. Kabağı salt çekirdek olarak algılıyorlar. Az suyla ateşte pişen, özellikle de azıcık yanıksı olan kabağın bal gibi olduğunu anlatınca özellikle Hilmi Altınsoy, alay ettiğimi öne sürüp inanmamakta diretti. Kahvaltıdan sonra Eğitimbaşına söyleyip atölyeye gidecektim ama ayrıldığını görünce kaldım. . Elbirliğiyle işleri toparladık. Akordiyon çalmamı isteyenler oldu. Ancak Eğitimbaşımızın titizliğinden söz edip özür diledim. Süleyman satranç takımı gertirdi bir süre satranç oynadık. Bilenler bilmeyenlere öğretti. Zamanı öylece doldurduk. Eğitimbaşımış öğle yemeklerinden önce gelmedi. İlhan Görkey Öğretmen, arkadaşlar yemekten kalkarken geldi. Eğitimbaşımız bana:
-Haber başkan, işler yolunda mı? diye sordu. Ne yanıt vereceğimi bir den kestiremedim. İlhan Görkey Öğretmen beni kurtardı: “İbrahim çalışkan çocuklarımızdan biridir, çok yönlü başarısı bakımından örnektir! dedi. Eğitimbaşı beni süzerek, “Biz daha önce tanışmışız, konuşunca öğrendim, ortak dostlarımız var, İlerde daha iyi anlaşacağımızı umut ediyorum! ”dedi. Eğitimbaşının tavırlarından olumlu-olumsuz hiçbir sonuç çıkaramadım. Öğleden sonra bir ara atölyeye uğradım. Gelirse buradan neden durduğumu sorun yapar düşüncesiyle gene yemekhaneye gittim. Bir süre daha satranç oynadık. Oynadıklarımın hemen hemen hepsini yendim. Hasan Arabacı biraz direttı, bir oyun da yendi ama sonunda onu da pes ettirdim. Nöbetçi grubu:
-Abi satrancı da ustaca oynuyor! Dedi.
Bugün de kazancım bu oldu. Eğitimbaşı yemekten önce geldi. Bu kez bizimle değil de aşçıbaşı ile konuştu. . Aşçı başı ne söylediyse karşılık aldı. Karşılığı hep bu oldu:
-Bu böyleyse ben bunu hiç beğenmedim! Eğitimbaşı bu sözü en az on kez tekrarladı:
-Bu böyleyse ben bunu hiç beğenmedim! Meyve verilip verilmediğini sordu. Aşçı başı: “Doğrusunu söylemek gerekirse düzenli meyve veremiyoruz. Burada meyve sağlamak çok zor! ”deyince Eğitimbaşı bu kez bize bakarak, gene:
-Bu böyleyse, ben bunu hiç sevmedim! dedi. Dilimin ucuna geldi ama söyleyenedim: “Bu böyle işte; hadi gel de düzelt! Arifiye’nin bu tarafını da biliyorum. Salim Amcam hala orada asker, Arifiye’nin hemen üstündeki Kalaycı köyde. Salim Amcam oradaki meyve bolluğunu anlatmakla bitiremiyor. Geçen aralık ayında ben uğradığımda bana elma, kavun, armut yanında hem üzüm, hem elma, hem de pancar pekmezleri yedirmişti. Biz burada kış boyunda belki üç kez portakal yemişizdir. Pezmez diye de ılık, sulu pancak pekmezini sabahları çay yerine ekmekle katık ederek içiyoruz. ! ”
Akşam yemeğinden sonra arkadaşların tavırlarına baktım, değişen bir şeyler var gibi. Yüksek sesle konuşmalar kesilmiş, gözler her dakika kapıda. Halil’e sordum. Halil, arkadaşları göstererek:
-Bana sorma onlara sor! dedi. Bu kez de önümde oturan Hüsnü Yalçın’a sordum: “Hayrola, yeni bir durum mu var? ”Hüsnü biraz çekinerek:
-Önemli bir şey değil, biz çalışırken Eğitimbaşı geldi. Arkadaşların birileyiyle konuşurken arka tarafta gülenler olmuş galiba onlara döndü, ağır sözler söyledi, disiplinden, dürüstlükten söz etti. Bu ara hepimize:
-Sizi, alabildiğine rahat bırakmışlar, işlerimizin zor olduğu belli. Ancak biz bu zorlukları atlatmak için kolları sıvadık;ayak uyduranlarla yolumuza devam edeceğiz. İyi niyetlerimizi azımsayamayanlarla yollarımız ayrılacak! ”gibi sözler söyledi. Sonra da Besim İyitanır Öğretmenin koluna girerek onunla bir süre ayrı konuştu. Arkadaşlar, Besim Öğretmenle bizim aleyhimizde konuştu kuşkusu doğdu. Uzun süre bu konuşuldu. Konuşa konuşa da hepimizi bir olumsuz düşünce sardı:
-Eğitimbaşı ne demek istedi? güldüğümüz için bizi kovacak mı? Sanırım bu sessizlik ondandır, başka bir şey olmuş değil! Bu kez de ben, yemekhanedeki konuşmaları anlatttım. Halil, genel durumdan hoşnut değil ama:
-Yeni gelenlerin haklarımızı korumada yararlı olurlarsa buna seviniriz. Biz de biraz sabırlı olmalıyız. Bu adamlar bizim düşmanımız değil, bizi yetiştirmek için görev almışlar;onların dediğine uymak zorundayız. Bizim arkadaşlşar bunda zorluk çekecekler. Onlar zaten geçmişte de kuralları hep zorladılar. Aynı alışkanlıkları sürdürmek istiyorlar! Halil doğru söyledi de; ac aba, yeni gelenler bize yararlı olacak mı? Gidenleri yararlı oluyorlar sanıyorduk. Oysa gelenler, onları küçümseyen bir tavırdalar! Halil haklı:
-Bir süre bekleyelim bakalım!
Kapı yakınında oturanlar uyardı, “Gelen var! ”
Eğitimbaşı, sağ eli yumruk olarak çenesinde;işaret parmağı yanağında dersliğe öyle girdi. Dersliğin ortasında durdu. Bu kez ellerini indirip kolarını, göbeği üstü
nde, bileklerini birbirine dolaştırıp durdu. Bir kaşını kaldırarak:
-Sınıf Başkanı kim? diye sordu. Bekir Temuçin ayağa kalkarak:
-Bizde sınıf başkanlığı yok efendim! dedi. . Eğitimbaşı Bekir Temuçin’e baktı. Öteki kaşını kaldırarak bir daha gene Bekir Temuçin’e baktı. Güzü güler gibi değişti:
-Bizde sınıf Başkanı yok efendim! demek ne demek? Burası bir öğrenci sınıfı değil mi? Sınıfınızın toplu işlerini biri yürütmüyor mu? diye başını kaldırarak sordu. Bu kez Sami Akıncı kalktı:
-Bizde sınıf görevlerini değişik arkadaşlar ortak yapıyoruz. Okul yönetimiyle ilgili işleri ben üslendim. Atölye çalışmalarıyla ilgili işleri atölye sorumluları var onlar yapıyor. Öteki işleri de o günün nöbetçileri yapıyor! deyince. Eğitimbaşı bu kez iyice gülümser gibi baktı ama sesi alaycı bir tıtıyla:
-Olmaz efendim, bu işbölümünüz Köy Enstitüleri düzenine uyan bir görev paylaşımı değil, bunları seçimle yüklenen bir başkan yapacak. Siz seçim nedir, nasıl yapılır umarım bunu da hiç denememişsinizdir! Bir sessizlik oldu. Bu kez ben parmak kaldırdım. Hasanoğlan’a gitmeden önce koooperatif kurduğumuzu, Milli Eğitim Bakanlığı emirlerine uygun seçim yapıp, kooperatif yönettiğimizi, göç zorunda kalınca kapattığımızı anlattım. Eğitimbaşı, benim verdiğim yanıtı anlamazdan geldi, kooperatif istemişim gibi, eliyle otur işareti verip, kooperatifi yakın zamanda kurulacağını muştuladı.
Yat zili çalınca, “Bu konuyu yarın daha ayrıntılı konuşalım! ” deyip ayrıldı.
Seçimsiz kayırmalı görevlendirmelere kızdığım için duyduklarıma çok sevindim ama genellikle konuşurken takınılan tavırlara güven duymadım. “Hep ben! ” diyen bir konuşma biçemi seçildiği besbelli….
8 Ekim 1942 Perşembe
Bugünün nöbetçisini soran oldu. İyi niyetle sorulduğunu düşünerek :
-Dün 28 İdris Destan’dı, bugün 42 Mustafa Saatçı! dedim. Mustafa Saatçı birden karşı çıktı :
-Ben bugün nöbetçi değilim! deyip sustu. Anlamadım, neden değilsin? Senin numaran 28’den sonra gelmiyor mu? diye sordum. Mustafa Saatçı kurularak:
-O eskidendi, bundan böyle ben, nöbetçiliği kabul etmiyorum, bana bugün başkan diyeceksiniz! Durum anlaşıldı ben de düzeltme yaptım:
-Bugün başkan Mustafa Saatçı! Başkan sözüne belediye başkanından alışmıştıkBir de Hasanoğlan’da Sanat Başımız olmuştu. Ama o orada kaldı. Hasanoğlan’da gerçekte bir marangozluk öğretmeni Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmen vardı, bir da yapıcılık kolunda Namık Ergin Öğretmen. Öyleyken oraya resim dersleri öğretmeni Mustafa Güneri Sanat Başı olarak atanmıştı. Oysa Kepirtepe’de iki yapı koku öğretmeni Namık Ergin, Hasan Çevik, Marangozluk atölyesinde de dört öğretmen vardı: Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren, Ali Yılmaz Demirbilek. . Ayrıca Demircilik atölyesi için Nazmi AybarSalahattin Tolunay. Böyleyken sanatbaşı atamak düşünülmemiştir. Neyse o öğretmenler gittiğine göre buraya da pek yakında bir Beden Eğitimi öğretmeninin sanatbaşı olarak atarlar(! )
Arkadaşlara bir takılma konusu çıktı. . Bir sınıf Başkanı seçelim. İsmet kıdemli bir sınıf çavuşu olarak beni önerdi. Öneriyi atama saydıklarından benimsemediler, aday gösterilip seçim yapılacak. Uzun tartışmalardan sonra başkanlığı numara sırasına bağladılar. Başkanlık 10 gün sürecek. 10 Ekim 1942 tarihinde başlayacak Mayıs 1943 son günü bitecek. Numara sırasına göre Mehmet Aygün’le başlayacak. Mehmet Aygün kem küm etti ama kendini anlatamadı. Mustafa Saatçı için bir numara hazırlandı:
-Yemekhaneye girerken kendisi “Günaydın Başkan ! ”olarak selamlanacak. Öyle yaptık: “Günaydın Başkan! ”Nöbetçiler önce yan bakmışlar sonra da alışmışlar, onlar da Başkan demeye başlamış. Bir süre Mustafa Saatçı’nın başkanlığı üzerine konuştuk. Arkasından bugünkü işler konu edildi. Toplanan ürünler ağırlık olarak bilinmiyormuş. Buna şaştığımı söyledim. “Toplanan ürün belli yöntemlerle, belli gereçlerle toplanır. Örneğin fasulyeler neyle çuvala ya da ambardaki yerine getirilip boşaltılıyor? İşte o taşıyıcı nesnenin birini tartar, o ölçü sayısına göre o ürünün tamamını bulunur! ”dediğimde:
-Hayır, olmaz öyle! diyen yok ama gene de mız mızlamalar oldu. Bu kez de:
-Ürünler ekilirken atılan tohumlar tartıyla atılmıştı, onlar gramı gramına deftere yazıldı. O deftere bakın, karşılaştığınız sayıyı 10 ya da 12 ile çarpın yaklaşık olarak çıkacak ürünü bulursunuz. Çünkü bu tür toprakların verimi yuvarlak olarak 10-12 kattır! Hilmi Altınsoy gülerek :
-Abi, Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen sana Başçiftçi bunun için diyordu, çiftçilik üstüne her bilgiye sahipsin! Ben de:
- Ha şunu bileydin, . ben okula gelmeseydim yetiştirdiğim malaklarımla o güz, bir evi geçindirecek ölçüge ürün toplamak üzere çiftçiliğe başlayacaktım. Okula çağırılınca malaklarımı sattım, paranın birazını okula verdim artanları da gıdım gıdım bu güne dek harçlık olarak kullandım. Son kuruşlarımı da geçen gün Ahmet Gökay Ağabeyden aldım. Yusuf Asıl üzülerek:
- Salih Ziya Öğretmen gitmeseydi de bu konuşmaları onunla yapsaydık! dedi. Bu arada hepimiz bu olayı anımsattı. Ben:
- Gitmeseydi de Edirne Fidanlığına onunla gitseydk! ”dedim. Hasan Üner, Sarımsaklı, Mehmet Aygün Türkgeldi çiftliğine, Hilmi Altınsoy Tekirdağ bağlığına onunla gitseydik dediler. Salih Baydemir sinirlendi:
- Neden böyle mayışıyorsunuz? (Mayışmak, Hüsnü Yalçın arkadaşımızın sözü, gevşetmek, işi sulandırmak anlamına geliyormuş; Bulgaristan Türk bölgelerinde kullanılan bir söyleyiş biçimi)Okulun böyle bir proğramı varsa, gelen öğretmenler de pekala bizi alıp götürürler. Sözü uzatmamak için hep birlikte:
- Yaşa Salih Baydemir, biz bunu düşünememiştik, bizi aydınlattın! deyip kalktık. Besim İyitanır Öğretmen Tarım Barakasına yönelince arkadaşlar topluca gittiler. İşbaşı zili çalmadığından gölgelikte satranç oynayanlar vardı, oturmadan onlara bakarken Eğitimbaşı ile Halis Öğretmen yakınımıza dek gelip durdular. Yakınımda konuştukları için rahat dinledim. “Eğitimbaşı bizim gölgeliği göstererek:
- Pek entipüften yapılmış, kuvvetli bir rüzgarda kesi nlikle yıkılır! dedi. Satranç oyayan çocuklar onun sesini duyunca oyunlarını bıraktılar:
- Yanında sessizce duran Halis Öğretmenle konuşmayı keserek Eğiyinbaşı, çocuklara gülümseyerek:
- Oyununza devam edin, bugün daha oynayabilirsiniz! deyip yürüdü. Anladığım kadarıyla Halis Öğretmene gölgeliğin yıkılması söyledi. Entipüften sözüne takıldım. Kötü, berbat, işe yaramaz mı, demek istedi acaba? Tam arkadaşlara iletilecek söz ama asla iletmem. Varsın onlar kendi gözlemlerini değerlendirerek bir sonuç çıkarsınlar.
Atölyeye girince daha önce verdiğim kararı uygulamaya koydum. Tarihte adı geçtiği halde bugün yer yüzünde bulunmayan devletler. Bunlar tarih kitabına alındığına göre bugün değilse bile birgün benden sorulabilir. Bugün salt ad olarak yazacağım, gerekirse ilerde önemli özellikleri de yanlarına ekleyeceğim. Ayrıca bu kez tarih kitaplarından karışık yazmama karşın ilerde onları tarih sırasına dizeceğim. Sümerler, Asurlular, Elamlar, Akadlar, Babilliler, Kaldeliler, Elamlar, İbraniler, Finikeliler, Hititler, Frikyalılar, Lidyalılar, Mikenler, Dorlar, Akalar, Etrüskler, Kartacalılar Persler, Medler, İskitler, Traklar, İlliryalılar, Keltler……
Günümüzde bu devletlerin ya da toplulukların yerlerinde kimler var: Adlarını bildiklerimi sıraladım: Avrupada;İngiltere, İrlanda, İspanya, Portekiz, Fransa, İtalya, Yunanistan, Arnavutluk, Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Avusturya, İsvbiçre, Çekoslavya, Polonya, Almanya, Belçika, Holanda, Danimarka, Norveç, İsveç, Finlandiya, Estonya, LituanyaLetonya, Rusya…Tam 27 devlet kurulmuş. Böyle yazdım ama şimdi bu da geçerli değil. Çünkü üç yıldanberi Almanya ile Rusya bu devletleri de ortadan kaldırmış durumda. Örneğin, Almanya: Fransa, Belçika, Holanda, Danimarka, Norveç, Çekoslovakya, Polonya, Avusturya, Macaristan, Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan, Arnavutluk, Yunanistan, Estonya, Letonya, Lituanya olmak üzere 17 devleti kendi ülkesine katmış durumda. Ayrıca İtalya, İspanya, Portekiz, İsviçre, İrlanda devletleri de Almanya’nın uydusu durumunda olduğundan başka Koskoca Rusya’nın Avrupa kıtasındaki topraklarını işgal etti. Ayrıca Fransız, İngiliz sömürgesi olan Irak, Suruye, Mısır ile Afrika kuzeyini kaplayan Libya, Tunus, Cezayir, Fas toprakları da Almanya’nın kontrolu altında. Böylece Tarihte başka adlarla anılan ulusların yaşadığı topraklar birkaç devletin elinde bulunmaktadır. İngiltere, Almanya, İsveç, Finlandiya, Türkiye, Yarım olarak da Rusya (S. S. C. B)
Tarihte adı kalmış Türk Devletleri de ilgimi çekiyor. Onlar, ötekiler gibi başkasının uyruğuna girmeseler de adlarını değiştirip bir zincir ya da tesbih gibi sıralanmışlar. Bunları hiç değilse ad olarak Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Kutluklar, Karahanlılar, Karahıtaylılar, Gazneniler, Samanoğulları, Selçuklular, Harzemşahlar, Anadolu Selçukluları, Pervaneoğulları, Germiyanoğulları, Karamanoğulları, Menteşoğulları, Karasioğulları, Aydınoğulları, Osmanoğulları giderek Osmanlı İmparatorluğu, ardından da Türkiye Cumhuriyeti. Bunların tarih sıralaması olsa gerek. Bunları bulabilirsem kendi tarihimi daha kolay öğreneceğime inanıyorum. Türklerin Hunlar adı altında İ. Ö. 3. yy’da Teoman başkanlığında Bağımsız devlet kurulduğu biliniyor. Hunlar sonradan ikiye bölündü. Büyük bir bölümü Batıya göç etti. Bunlardan Ünlü Attila, İ. S. 4, yy’da Romalılarla savaştı. Bunları biliyorum. Ancak kendi yurtlarında kalanlar üstüne bir bilgim yok. Tek bildiğim İ. S. 552 yılında Bumin Han’ın Göktürk Devletini kurması. Bu devlet ancak yüz yıl yaşabiliyor. İ. S. 680 yılında Kutluk Devleti kuruluyor. Bu devlet de ancak yüz yıl kadar ayakata kalıyor. İ. S. 740 yıllarında Uygurlular tarafından yıkılıyor. Uygurlar kısa zamanda ikiye bölünüp ortadan kalkıyor. Karahıtaylılar ortaya çıkıyor. Karahanlıları da Harzemşahlıların ortadan kaldırdığını öğreniyoruz. Bu arada Asya’da çok büyük bir Cengizhan İmparatorluğu oluşuyor. Cengizhasn İmparatorluğunun kuruluşundan dağılışına dsek 100 yıla yakın bir süreçte Asya kıtasında bağımsız devlet kalmamasına karşın Türkler özgünlüklerini korumuş. Bu nasıl olmuş, burasını anlayamadım. Cengizhan’ın torunuu Hülagu Han tarafından kurulan İlhanlı Devleti de bir Türk Devleti sayılmaktadır. Tarih İ, S. 1256 Hülagü Han Abbasi İmparatorluğunu yıkınca küçük beylikler dönemi başlar. Bunların içinden biri olan Osmasn Oğulları büyük bir imparatorluk oluşturuyor. Osmanlı dönemindeki gerçek olayları tarih kitaplarından öğrenme olasılığımız var. Ancak daha önce kurulduğu yazılan devletler üstüne açık bilgileri bulmak oldukça zor. Tarih kitapları, bu bilgileri Çin kaynaklarına dayandırmaktadır. Oysa Çin bizim için çok eski bir düşman. Düşmandan alınacak bilgiler ne kadar yararlı olur?
Tarih kitabını kapattım. Akordiyonu alıp parmak çalışması yapmaya başladım. Kapı açıktı, arkamı döndüğümde bir grup kız bana bakıyordu. . Gül el salladı, onlara doğru gittim, girmelerini söyledim. Tüm kızlar sebze bahçesinden dönüyormuş akordiyonun sesini duyunca kapıdan bakmışlar. Gelmediler ama Röslein’in gülümseyip parmaklarını oynatarak elini kaldırması çok hoşuma gitti. Yeni öğretmenleri gelmiş. Öğretmenleri Antalya-Aksu Köy Enstitüsü’den gelmiş. Nahide Öğretmen de mi gidiyor acaba? Bunu, kendi kendime sordum. Röslein şarkısını çoktandır çalmamıştım;en az on kez tekrarladım. Paydosta atölyeyi kapatıp dersliğe gittim. Arkadaşlara müjdem var, söylemek için hazırlanırken Yusuf Asıl gülerek:
-Kızlara gelen öğretmeni gördüm, Feride boyunda, Mukaddes’in yarısı kadar! dedi. Yusuf Asıl’ın verdiği bilgiler arkadaşları güldürünce ben, söylemekten vazgeçtim. Halil geldi, o da gülerek:
-Gidenler birden gittiler, gelenler de birer ikişer geliyorlar. Yıl sonuna dek öğretmen bekleyeceğiz herhalde! dedi. Şaka yollu hesaplamalar başladı: “Yılbaşına 90 gün var, 3 günde bir öğretmen gelse 30. öğretmen Yılbaşı Gecesi gelir! ”gibi sözler söylendi. 30 öğretmen gelmez, o kadar öğretmen gitti mi? ”Giden öğretmenler sayıldı. Okul Müdürü. Nejat İdil, Ahmet Gürsel, Fikret Madaralı, Salih Ziya Büyükaksoy, Hamdi Bağ, Latif Yurtçu, Faik Bakır, Bergüzar Gönenç. Gitmek üzere olanlar: İlhan Görkey, İrfan Evren, Nahide Akalın, Selçuk Korol, Besim İyitanır, Namık Ergin, Nazmi Aybar, Selahattin Tolunay…Şimdilik yeni gelenler: Enver Kartekin, Bir Marangozluık, bir müzik, bir de Kızlar için biçki-Dikiş öğretmeni. Bunların da adlarını, soyadlarını öğrenemedik…. .
Biz bunları konuşurken Kadir Pekgöz bana muştuda bulundu:
-Abi, bizim köy okulundaki Cemile Öğretmeni tanıyorsun, işte o buraya atanmış, bize öğretmen olarak geliyormuş; tanıyorsun, o güzel öğretmeni. İnanamadım; “Şaka ediyorsun! ”dedim. Hemşerimiz 9 Mehmet’in babası Osman Özalp gelmiş, o söylemiş. Cemile Öğretmen evini toplamış, bugün yarın gelecekmiş. Mehmet Yücel sözünü yapıştırdı:
-Al sana yenilik: Matematik Öğretmeni Ahmet Gürsel yerine Domuzormanı köyü okulundan Cemile Öğretmen. Bizim Ceylanköy’de de iki öğretmen var, birini versinler bari buraya, bizim de bir öğretmenimiz olsun! Şaka değil bizim öğretmenin burada 10 öğrencisi var! Arkadaşlar sözü iyice saptırdılar:
-Herkes kendi öğretmenini çağırsın. . O zaman 30 öğretmen de tamamlanmış olur. İsmet karşı oldu:
-Benim öğretmenlerim buraya gelmez. Onlar karı-koca çalışıyorlar. Kendilerini Kırklareli merkezindeki Kocahıdır okuluna verdiler de oraya bile gitmediler. Kepirtepe’ye hiç gelirler mi? Konuşmalar giderek eleştiriye dönüştü. Geçen yıllardaki Beden Eğitimi Öğretmeni Rukiye Dökmen Öğretmenin sözleri anımsandı:
-Kırda açılmış bir okul, ben burada çalışmak zorunda mıyım”demişti. Yüzüne söyleyememiştik ama içimizden:
-Çalışmak istemiyorsan çek git! Şimdi ne düşünüyoruz? Rukiye Dökmen Öğretmenin haklı olduğu bir taraf var. Çalışanların durumlarını yakından gördük: Dört yıldır bizimle tüm zorluklara katlanan müdürümüz, yaka paça bilmediğimiz bir yere gönderildi. Öyle bir gidiş ki bize gönül rahatlığıyla bir ALLAHAISMARLADIK diyemedi, mektup yazmak için adresini bile isteyemedik.
Zil çalınca yeni gelen bayan öğretmeni görme merakı içinde yemeğe gittik. Gerçekten Feride boyunda, yüzü daha çok Safinaz’ı andıran güleç yüzlü genç bir bayan. En uzak Enstitü sayılanlardan birinden, Antalya-Aksu’dan gelmiş:
-Ne zaman atanmış bu? diye soranlar oldu. Salih Baydemir yanıtları:
-Hazır bekliyormuş, emir çıkar çıkmaz vapura atlamıştır. Salih’in Vapura atlama ! sözü bir tartışma başlattı. Antalya’dan İstanbul’a nasıl gelinir? Karadan da gelinir ama yolculuk çok uzun sürer. Sonuç olarak:
- Bayan öğretmen vapurla gelmiştir!
Derslikte sessizlik gelenekleşti. “Eğitimbaşı Geliyor! ” Uyarıları arada sönlense de söylenmese de yüksek sesler kesildi. Eğitimbaşı gene sağ dirseği sol elinin avucunda ;sağ kolu dirsekten 90 derece bükülmüş, el yumruk, çene yumruğun ucuna dayalı, işaret parmağı sağ yanak üstünde. Kimi kez konuşurken sağ el sol elin avucunda, sağ el ise ileriye doğru salt işaret parmağı hareket ederek konuşuyor. Dersliğin ortasında durdu. Bu kez iki elini baş parmakalrı bize dönük, parmakları arkaya doğru ellerini kemerlerine koyup:
Dersleriniz yakında başlayacak. Öğretmenleriniz peyder pey gelmeye başladı. Biliyorsunuz, bu sizin son yılınız, Bu son yılı çok iyi değerlendirmeniz gerekecek! deyince Ali Güleren gülümseyerek:
-Biz de öyle biliyorduk ama öyle değilmiş! dedi. Dik dik baktı. Eğitimbaşı, başını kaldırıp, alaylı bir tavırla:
-Yani, benim yanlış bir söz söylediğimi mi söylemek istiyorsun? diye sordu. Ali’den önce Sami Akıncı açıklama yapmak amacıyla konuşmak istedi. Eğitimbaşı sert bir sesle:
-Arkadaşınızın söylediğini ben kendim anlamak istiyorum. Bunu başaramazsan o zaman sizden sorarım! dedi. Sami, mahcup oldu, oturdu. Bu kez Ali Güleren’e sordu: “Ben okula yeni geldim, bazen derslikleri şaşırıyorum, gene öyle bir şey mi oldu? Burası son sınıf dersliği değil mi yoksa? dedi. Ali, arkadan gelecek tehlikeyi sezdi. Biraz toparlanarak:
-Bize çok yakınlarda bir yeni haber ilettiler. Onu tam anlamamıştık, sizden açıklama rica edecektim, o nedenle söze öyle başladım öğretmenim. Doğru geldiniz, burası son sınıf dersanesi! dedi. Eğitimbaşı Ali’den böyle derli toplu bir açıklama beklememiş olacak, sağ eliyle çenesını kaşır gibi yaptı. Bu kez de:
-Öyle mi? neymiş o yeni, hem yeni hem de yarım haber! dedi. Ali, son sınıfların köylere değil, bir yıl Hasanoğlan’a gideceklerini, ortada da bir yıl çalışacakları söylendi! deyince Eğitimbaşı bu kez gerçekten gülümsedi:
-Haberler çabuk yayılıyor, yorumlar çoğalarak dağılıyor. İlgili insanlar da bunlara gönüllerinin istediği şekilde sarılıyorlar! dedi. Gülümsedi, Ali Güleren’e bakarak:
-Doğusunu isterseniz bu konuyu ben de tam olarak anlamış değilim. Size açıklama yapmaktan da çekiniyorum. İzmir-Kızılçullu öğrencilerim, benim de okuttuğum öğrencilerdir. Eskişehir Çifteler’le ikisi bu yıl mezun verdi. Bu ilk öğrencilerin çeşitli nedenlerle eksik kaldığı düşünülen derslerinin tamamlanlaması için onları dört aylık bir yetiştirici çalışmaya alınması düşünülüyor. Bunu düşünenler, yetkili kişiler. Ancak onların da danıştığı başka kişiler de var. Onlar da:
-Madem böyle bir yetiştirme söz konusu, gelmişken onları sıkı bir eğitimden geçirelim;başarılı olanlar yüksek öğrenim görsün, sonra da Köy Enstitülerine öğretmen olarak atansın! diyorlar. Bunun hangisi olacağı henüz kararlaştırılmış değil. Bu sözler, bu yıl bitirenler için, gelecek yıl için böyle bir söylem yok. O nedenle ben sizi 3803 sayılı yasa gereği okuyup göreve gideceksiniz gözüyle baktığımdan öyle konuşuyorum. Verdiğim yanıt sana yetti mi? diye Ali Güleren’e sordu. Ali Güleren soruya yanıt vermedi, tersine o da soru sordu: -Bilmediğim bir konuyu öğrenmek için size soru sormamı doğru bulmadınız mı öğretmenim? Eğitimbaşı birden değişti:
-Yo yo, hayır hayır; bilakis öğrenciler bilmediklerini öğretmenlerinden sorarlar;hassaten ben de bu tür soruları her zaman beklerim, memnun olup yanıtlamaktan zevk duyarım. Görevimiz bu değil mi efendim? diye gerçekten gülümser gibi yüzünü gevşeterek bize sordu. Az durduktan sonra:
-Konuşmam sizde düş kırıklığı yaratmasın;belki yeni bir kararla Hasanoğlan‘a sürekli öğrenci alınır, siz de oraya gidersiniz! diye eklenti yaptı. Bu kez de yüksek öğrenime devam etmek isteyen var mı? diye sordu. Sami Akıncı parmağını kaldırdı. Eğitimbaşı bizim tarafa dönünce ben de kaldırdım. Bana:
-Pek cesaretin yok galiba! deyince:
-Yakına kadar kararlıydım ama son durum beni biraz kuşkuya düşürdü. Çünkü ben matematik okumak istiyordum, çok sevdiğim, beni destekleyen öğretmenim ayrıldı, matematiği öğretmensiz ilerletemiyordum. Bu kez tarihe karar vermek üzereyim. Bana yardımı olacak bir öğretmene kavuşursam onu deneyeceğim! dedim. Eğitimbaşı arkadaşlara döndü:
-Ben karıştırıyor muyum yoksa arkadaşınız akordiyoncuydu değil mi? Arkadaşlar: “Evet! ”deyince bana:
-Bak senin bir de müziğin var, onu düşünmüyor musun? Yanıtım olumsuz oldu: -Düşünmüyorum, ben müziği kendi çabamla sürdürüyorum. Şimdiye dek gerçek bir müzik öğretmeni görmedim. Bana yararlı bir öğretmen gelirse, onu da denerim! deyince bu kez biraz üzülerek:
-Maalesef gerçek bu, şansın, senin şansın değil hepimizin şanssızlığı, memleketin, dünyanın şanssızlığı da denilebilir. Yetişmiş öğretmenler silah altında. Gelen öğretmen de gerçek müzik öğretmeni değilmiş. Size yararlı olacaktır, bundan kuşkum yok ama genç bir insan, gerçekte o bundan sonra kendisi müzik öğrenimi yapmayı düşlüyormuş. Bence sen onunla işbirliği yaparak bilgilerini arttırabilirsin. Müziği anladım ama tarihi neden seçiyorsun. Arkadaşlar benden önce yanıtladılar:
-Tarih Dersini çok seviyor! Eğitimbaşı, bizim sıranın önüne dek geldi:
- Tatilde Tarih dersi için neler çalıştın? diye sordu. Yeni hazırladığım, “Yok olan uluslarla tarihte kurulmuş Türk Devletleri! ” ödevlerimi gösterdim. Aldı baktı, gülümseyerek:
- Benim branşım Tarihtir, tarih dersi okuturum, Sana bu konuda yardımcı olurum. olurum değil olacağım. Bu çalışmalarını kolaylaştırak kitaplarım var onlardan yararlanacaksın! dedikten sonra arkadaşlara dönerek:
- Bu sözlerim yalnız bu arkadaşınız için değil, özel olarak çalışmak isteyenlere biz hep yardımcı oluruz. Benim eşim de öğretmendir, biz karı-koca olarak öğrencilerimizin başarısı için elimizden gelen yardımı yaparız. Bunu hepinize hassaten duyurmak isterim!
Yat zili vurunca Eğitimbaşı ayrıldı. Bir süre sessiz oturduk. Sami Akıncı azıcık öfkelenmiş, önce kalktı. Arkasından birar ikişer çıktık. Hiç kimse bir yorum yapmadı.
Yatınca bir süre düşündüm. Gerçekten Tarih severliğim, öteki, isteklerimin üstüne çıkar mı? Matematikte bir konuyu öğrenemeyince rahatsızlık duyuyorum, o rahatsızlık beni zorluyor. Oysa tarihte bilmediğim konuları gelecveğe rahatlıkla bırakabiliyorum. Geriye bırakma ise sonradan şevşeklik yaspıp işin içine unutma rahatça girebiliyor.
9 Ekim 1942 Cuma
İsmet, kapıyı araladı:
-Tarihçi dayı, Kepirtepe Tarihi’ni yazarsan benim adımı da yaz. Bu kez ben de:
-Seni bilmem ama Ali Güleren’in akşamki konuşmasını yazacağım! dedim. Ali Güleren alay ettiğimi sanarak aradan uzandı, biraz kuşkulu baktı. Ben de:
-Bana öyle bakma, senin akşamki konuşman tarihe geçecek bir konuşmaydı. Kendini öyle savunmasaydın tam papara yiyecektin. Senin yaptığın savunmayı biz hiç birimiz yapamazdık. Arkadaşların çoğu benim söylediğimi anlamamış, yanlış bir söz söylemişim gibi bakındılar. Kadir Pekgöz, bana güvendiği, bir düşündüğüm olabileceğine her zaman inandığı için:
-Hemşerim, ben senin dediğini anlayamadım, açıklar mısın? deyince ben de Kadir’e:
-Benim söylediğimi anlamaman önemli değil, Ali’nin söylediğini anlayamaman önemli. Onun sözünü anımsamaya çalış. Kendisine sorulan soru neydi? Bu soru ne amaçla sorulmuştu? Ali’nin ilk sözü neydi? Bunları birlikte düşünmeden bir yanını ele alırsak gerçeği gözden kaçırırız. Ali:
-Biz de öyle biliyorduk ama öyle değilmiş! dedi. Bunun karşılığı:
-Şimdi ben yanlış ya da yalan mı söyledim, olur mu? Ama böyle oldu. Böyle olunca Ali, susup kalabilirdi. Susup kalsaydı acaba nasıl bir tepkiyle karşılaşacaktı? Ali bunu düşünerek susmadı ama sözünün üstünde durarak değişik bir soru sordu:
-Bize çok yakınlarda bir haber ilettiler. Biz bu haberi iyi anlamadık, bunu açıklayacağınızı düşünerek bu soruyu sordum. Siz doğru geldiniz, gerçekten burası son sınıf dersliğii! demesi hepimizi toparlayıp söyleyeceği bir söz değil. İşi bu açıdan ele almamız gerekiyor. Bu sorunun yanıtı, karşısındakinin o soruyu yanıtlamadan konuyu atlayıp geçemeyecek bir duruma sokmaktadır. Yanıt verilince de Ali’ye söylenecek başka söz kalmamaktadır. Olay böyle olmuştur. Böylece Ali’nin sorusu karşısındakini yanıt vermek zorunda bırakmıştır. Yanıtsa Ali’yi haklı çıkarmaktadır. Bence bu çok akıllıca bir davranıştı! Söylediklerime bir çok arkadaş güldü. “Ali Aga bu sabah iyi bir koruyucu buldu! ” gibi yakıştırmalar yapıldı. Bu sözlere aldırmadım. Söyleyenler olaya değil de Ali Aga’yı arkadaş olarak çok hafife alıp işi çocukça değerlendirmeye çalışıyorlar. Oysa Eğitimbaşı işi kendi açısından değerlendirip bizi susturma yollarını aramaktadır. İşi gücü kurnazlık yollarını deneyerek bizi baskı altına çekmektedir. Okulu küçümsemesi, gölgeliği beğenmemesi, bizi yetersiz bulduğunu anlatmaya kalkışması hep bu düşüncesinin canlı görüntüsüdür. Geçmişi küçümseyip geleceğe umut bağlar görünmesi bundandır. Buna kendisi de inanmamakta ama bizi inandırmak için çaba harcamaktadır. Giden öğretmenlerin yerini gelenlerin dolduramayacağını o da bilmektedir. Böyleyken bizi geleceğe koşullandırmaya çabalamaktadır. Fikret Madaralı Öğretmenin yerine Domuzorman İlkokulundan (Köyün adı Hamitabat, ancak kurulduğundan bu yana o köylüler gibi çevre köylüler de o köye Domuzormanı derler) gelecek Cemile Öğretmen bize fazladan ne ekleyebilir? Küçükpaşa, Çıkrıklardurunca, Silindir Şapka Giyen Köylü, Bu Toprağın Kızları, Çalıkuşu romanlarını kendisi okudu mu ki?
Kahvaltıdan sonra arkadaşlar Tarım barakasına gittiler. Ben atölyeye döndüm. Halis Öğretmen geldi. Önce İrfan Öğretmeni sordu. İrfan Öğretmeni bana sormasın biraz şaştım. Birlikte gelip gidiyorlardı. İlk aklıma tartışıp bir birinden uzaklaşmış olmaları geldi. Yeni – eski düşüncesi kafamıza iyice yerleştiğinden ilk akla gelen o oluyor. Biz konuşurken İlhan Görkey Öğretmen de geldi. O da İrfan Öğretmeni sordu. Ben inandırıcı yanıt veremeyince aralarında birşeyler konuştular, birlikte çıkıp gittiler. Halis Öğretmenin geri döneceğini düşünerek öylece bekledim. Bir saat sonra İrfan Öğretmen geldi. Durumu ona anlatınca :
-Öyle mi? deyip o da çıkıp gitti. Paydosa yakın İrfan Öğretmenle Halis Öğretmen gülüşerek geldiler. Benim varsayımlarım boşmuş diye içimden düşünürken İrfan Öğretmen bana: -İbrahim, seni pazar günü bana yardıma çağırsam gelir misin? ”dedi. Ne olduğunu sormadan. “Gelirim öğretmenim! ”dedim. İrfan Öğretmen bu kez:
-Böyle senin gibi gönüllü çalışacak bir de arkadaş bulabilir misin? diye sordu. “Bulurum, yeğenim İsmet var! ”dedim. Halis Öğretmen :
-Yapacağı işi bile sormadan öğretmenine yardıma koşmak ne güzel bir davranış! dedi. Aralarında bir şeyler konuştular. Halis Öğretmen:
- Fazla bir işi yoktur! dedi. İrfan Öğretmen de:
- Ne olacak, memur işi, birkaç saat alır! deyince bunun bir ev işi olabileceğini düşündüm ama neydi? Paydos zili çalınca kendi kendime olayı çözmeye çalıştım. Okul Müdürü mü geldi, Eğitimbaşının eşi mi geldi? gibilerde varsayımlar üreterek yemeğe gittim. Masaya otururken daha Hilmi Altınsoy bana Abi, sen gene bir yolunu bulup göreceksin ama biz o güzel kızı bir dagha göremeyeceğiz, o buraya bir daha gelmez! dedi. Kimden söz ettiğini sorunca, hepsi şaşırdı: N
- Nasıl duymazsın? İlhan Görkey Öğretmen Kırklareli’ya atanmış, evini taşıtıyormuş. Yerine yeni atama yapılmış, o da bugün yarın geliyormuş. Gelecek olan da Eğitimbaşımızın okulundanmış. :
- Kim söyledi? diye sorunca hepsi birden:
- Eğitimbaşı bugün kendi söyledi” dediler. İrfan Öğretmenin söylediğini anladım. İçimden de sevindim;İlhan Görkey Öğretmen Kırklarel’ye döndüğüne göre, onunla görüşmek olanağı bulacağım. “Belki gene Hasan Amcamların yakınında otuurur! ”Bu kez sordum:
- Siz sebze bahçesinde soğan, sarımsak toplarken geldi de Eğitimbaşı size bu haberleri mi anlattı? Arkadaşlar güldü:
- Sen Eğitimbaşının görevlerini bilmiyorsun, önce onları öğren de ondan sonra sor. Biz şimdiye dek Eğitimbaşısızlığın eksikliğini çekmişiz. Eğitimbaşı öğrencilerin, tarlada, bahçede, sanat atölyelerinde hatta futbol sahasındaki durumların bile sorumluymuş! Arkadaşların şaka ettiğini anladım ama gene de bu konudaki düşüncemi söyledim:
- O söylediklerinizden tüm okul öğretmenleri sorumludur. Futbol oynarken itiş kakış yapanları Besim İyitanır Öğretmen görse ilgilenmez mi? İlgilenir. Sıradan sözcüklleri yanlış söyleyerek konuşan bir öğrenciyi matematik öğretmeni dinlese susar mı? Susmaz, elinden gelen uyarıyı yapar. Böyle durumlarda Eğitimbaşı fazladan ne yapacaktır? Onları sorsaydınız! dedim. Salih Baydemir: “
- Onları da sen sor, onlar bizim aklımıza gelmedi! dedi. Bu kez Harun Özçelik: -Bakmayın siz Eğitimbaşının anlarttıklarına, onun özel olarak bir dersi yok, toplayıp toplayıp bu günkü gibi nasihat edecek, kısacası öğrencileri sıkı disiplin altında tutmak için görevlendirilmiş biri. Arifiye’de orası açıldığından beri Eğitimbaşı varmış, bizim okul Arifiye’den eski, bizde niçin yoktu? Hasanoğlan’da Milli Eğitim Bakanlığı kodamanları gözü önünde 8 ay kaldık. Üstelik orada hiç ders yapılmadı, 260 öğrenci bizdik, bize ekipler de katıldı. Öyleyken orada da Eğitimbaşı yoktu. 8 ay sonra öğretmen çıkacağız, bugünden sonra Eğitimbaşı bize ne öğretecek? Harun Özçelik benim düşüncelerimi benden daha iyi anlattı. Sözü çevirip İlhan Görkey Öğretmenin ayrıldığına üzüldüğümü söyledim. “Kızı ya da oğlu bizi fazla ilgilendirmez. Ancak kendisi bence tam Eğitimbaşı olacak insan. Yaptığı ile öğünmeyen, kimsenin kalbini kırmayan, kimseyi küçük görmeyen deneyimli bir öğretmen! ”Biz konuşurken İrfan Öğretmenle İlhan Görkey Öğretmen birlikte geldiler. Onları görünce pazar günü yapacağımız iş için bir kuşkum kalmadı. Öğleden sonra atölyeye kimse gelmedi. Bu kez de kendi kendime sordum:
- İki öğretmen de okulda ama atölyeye gelmiyorlar. Bunun bir nedeni olmalı! Zile yakın saatlerde öğretmenler gülüşerek geldiler. Aralarında ikide birde Ahmet adı geçiyor. Bu Ahmet kim olabilir. Ahmet, Ahmet, Ahmet! Ahmet bilinmeyenini çözemeden atölyeden ayrıldım. Öğleden önce pazar günü göreceğim işi düşünürken, öğleden sonrayı da Ahmet bulmacasını çözmeye çalışarak yaptım. Koskoca günde ne kitap okudum, ne de akordiyon çaldım. Dersliğe gittim. Derslikte eskisi gibi gürültü olmuyor. Halil’e, Eğitimbaşının yararları çok, bak yıllardan beri süren gürültüyü Eğitimbaşı gelir gelmez kesti. Halil aynı kanıda değil:
- Gürültüyü o kesmedi, onun verdiği korku kesti. Ancak onun verdiği korku bir süre sonra geçince bizimkiler gene bildiklerini okuyacaktır! Tarih dersi, için hazırlığım daha önem kazandı, Eğitimbaşı tarih öğretmeni olduğunna göre, özellikle de bana yardım edebileceğini söylediğine göre benimle ilgilenecektir. Mahcup olmamak için hiç değilse bu konuyu iyi öğrenmeliyim. Osmanlı Devleti, sonradan Osmanlı İmparatorluğu’nda kestim. Ancak tarih sıralamasında Türklerin ortaklığı gösterilen İslam devletleri de var. Bunlar, İ. S. 600 yy’dan başlayan Hz. Muhammet, ardından 4 Halife dönemi, ardından Emeviler dönemi(İ. S. 660-750), Abbasiler Dönemi ( İ. S. 750-1258)Endülüs Emevi Devleri( İ. S. 756-1490) Ayrıca Mısır-Kuzey Afrika’da kurulan İslam Devletleri:
- Eyyubiler, Memluklar, Fatimiler adlı devletler var. Bunları da ad olarak bilmem gerekiyor. Endülüs Emevi Devleri de birkaç kez yıkılıp yeniden kurulmuş. Kuranların adlarıyla anılıyorlar. Sonunda da tümden yok olmuş. Asya’daki Türk Devletleri de öyle birileri tarafından kurulmuş, kurucunun adıyla anılmış. Hemen hemen hepsi ancak yüz yıl ayakta kalabilmiş. İlk Türk Devleti olarak Hunları görüyoruz. Onların da Batı’ya göçleri, Attila’nın Roma ile savaşlarından tanıyoruz. Attila İ. S. 453 yılında ölüyor. Bundan sonra karanlık geçen bir dönem var. Ancak İ. S. 535 yılında Bumin Han adlı Türk Hakanı Cücenlere başkaldırıp İ. S. 552 yılında Göktürk Devletini kuruyor. Göktürk Devleti kısa zamanda ikiye ayrılıyor. Kuruluşundan 100 yıl sonra da İ. S. 659 yılında yok oluyor. Bundan 20 yıl sonra İ. S. 681 yılında Kutluk Devleti kuruluyor. Bunlar da ancak 100 yıl ayakta kalıyor. İ. S. 744 yılında Uygurların egemen olduğu görülüyor. Bunlar da ancak İ. S. 845 yılına dek ayakta kalıyor. İ. S. 932 yılında Karahanlılar Devleti doğuyor. Sık sık parçalanan Türk Devletleri arasında değişik adlarda başka devletler de kuruluyor. Bunların ömürleri ise daha kısa sürüyür. Örneğin Samanoğullar, Tulunoğulları, Gazneliler bu tür devletler. İ. S. 1040 yılında Selçuklu Devleti kuruluyor. Türkler bu süreçte Anadolu’ya yerleşmeye başlıyor. İ. s. 177 yılında Anadolu Selçuklu Devleti kuruluyor. Uzakdoğuda nasılsa 200 yıl ayakta kalmış olan Karahanlılar Devleti de ortadan kalkıyor. Yerlerine Harzemşahlar geçiyor. Ancak Cengizhan İmparatorluğu büyük bir gelişme göstererek tüm asya devletlerini buyruğu altına aldığından ortada bir süre bağımsız devlet kalmamaktatır. Cengizhan İmparatorluğu da 100 yıla yakın sürmüştür. Torunu Hulagü Han’ın kurduğu İlhanlılar devletini de bir Türk Devleti sayıyoruz. İ. S. 1226. Bu arada Haçlı Seferleri yapılmıştır. Haçlılara Karşı birleşen Müslümanlar(Türkler de aralarında)Eyyubi devleti olurturmuştur. Haçlılar sonunda bu devlett de ortadan kalkar. Haçlılarla savaşırken iyice yıpranan Anadolu Selçuklu Devleti birliğini sürdüremez, beyliklere ayrılır. Bu Beylikler, Germiyan, Karasi, Saruhan, Aydın, Menteşe, Hamit, Canik, Karaman, İsfendiyar, Candar, Dulkadir, Osman olarak 12 beyliktir. Hepsi de tarihte OĞULLARI olarak anılır. Osmanoğulları, Canikoğulları. Karamanoğulları v. b. Osmanoğulları dışında hiç birinin ömrü 100 yıla ulaşamamış, hepsini Osmanlılar yönetimi altına girmiştir. Osmanlı İmparatorlu olarak tarihe geçen bu devletin de ömrü, İ. S. 1299’dan 1923 yılına dek tam 624 yıl sürmüştür. Bu süreç bir bakıma Göktürk, Kurtluk, Uygur, Karahanlılar, Selçuklu devletlerinin yaşamlarına denktir. Bu benzetmeyi çok beğendim. Bu aynı zamanda bir tarih ölçeği. Bilinen İlk Türk Devleti olarak Göktürkler alınacaksa bu 7. yy. ondan sonra beş Türk devletinin ömrü yuvarlak olarak 600 yıl, 624 de Osmanlı İmparatorluğu eder 1924. Zaten saydığımız tTürk devletlerinin ömürleri kesin olarak saptanmış değil yuvarlak olarak alınmıştı. Şimdi 1942 yılında olduğumuza göre İ. S. dönemi tarihinde Türklerin durumunu kolay anımsayabilirim. Görktürk, Kutluk, Uygur, Karahan, Selçuk sıralamasını bozmadan anımsamak, öteki bilgileri anımsamaya yetecektir. Geriye savaşlar, kişiler kalıyor. O kişileri, savaşları da öğrenip eklemek işi iyice aydınlatacak! Çok rahatladım, gözlerim kapıda :
- Neredesin Tarihçi Eğitimbaşı? diyesim geliyor. Ben gülümseyerek yerimde kıpırdanırken Halil dürttü:
- Sen gene bir şeyler kuruyorsun! dedi. Bu kez Halil’e hiç beklemediği bir giz açıkladım(Ona göre)Pazar günü İsmet’le ikimizin İlhan Görkey Öğretmenin evine çağırıldığımızı, kızı Sevim’le konuşma olanağı bulacağıma sevindiğimi anlattım. İyi ki bu yalanı söylemişim, arkadaş da bana hiç beklemediğim bir gizi(Ona göre) açıkladı:
- Sen o kızı bıraktın mı şimdi”dedi. Hangi kızı diye neredeyse yakasına yapışacaktım. Kendimi tutarak, ömensiz bulmuş gibi:
- Hangi kızı, Kadir’in köylüsü mü? dedim arkasından da:
- O evlendi beni o bıraktı! dedim. Halil bana inandığı için:
- Hayır hayır, şu senin yakın köylün, sık sık konuştuğun, Yakup’un sevdiği kız! diye ekledi. Bu kez de:
- O benim hemşerim, sen söylüyorsun, Yakup bizim arkadaşımız, onun sevdiği kızla ne ilgim olabilir? Arkadaşlığa yakışır mı? diyerek işi şamataya boğdum. Halil inanmış olacak: -Öyle olması gerekir ama herkes öyle düşünmüyor, sık sık senin dediğinin tersini söyleyenler var. Söz de kız sana yakınlık gösteriyormuş! Kızın, herkesin yanında söylediği önemli iki sözü tekrarladım:
- Öğretmenlerin yanında:
- Köylerimizin yakın olduğunu, öğretmen olarak çalışırken karşılıklı işbirliği yapacağımızı söyledi. Bundan anlam çıkarmak doğru değil. Komşu köylüyüz, gerçekten kendi köylerimize verilirsek neden karşılıklı işbirliği yapmayalım? Halil inandığını söyledi. Gene de :
- Elin ağzı torba değil, kapatamıyorsun! dedi.
Yatınca söylediğim yalanın karşılığını aldım. Üzüleyim mi? sevineyim mi? Üzüldüm. Kendi ağzımla Yakup Tanrıkulu için özveride bulundum. Gerçekte bunu yapabilir miyim? Ya Röslein bunu duyarsa? Duymasa bile benim böyle bir vazgeçmeyi ortaya getirmemem gerekirdi. Bu biraz da olayı önemsememek olur. Ben Röslein’i seviyorum, kıskanıyorum. Onun bunda suçu yok, belki de böyle bir guygusu yok. O gerçekten hemşerilik duygusu içinde güler yüz gösteriyor. Bunu anlamamam bence bir anlayışsızlık. Bunu bir yana bırakıp, onun adına özveride bulunmaya kalkmam benim için üzücü bir durum. Bunu kendime yakıştıramadım. Öteyandan Sevim Görkey evde olmayabilir. Olsa bile ne olacak? Ben evde bir iş göreceğim, o evin kızı. Bana ne gözle bakacak? Ya hiç ilgilenmezse ne olacak?
10 Ekim 1942 Cumartesi.
Yusuf Asıl’ın nöbetleri genellikle neşeli başlar. O düşünüp bir ilginç soru ortaya getirir ya da birine takılır. Ancak takılmaları kesinlikle rahatsız edici ya da küçük düşürücü olmaz. . Olsa olsa bir derslerde kendisine sorulan bir sorunun, doğru olarak veremediği bir yanıtı, bu kez o arkadaştan sorar. Doğru yanıt alamazsa geçmişteki olayı anımsatıp arkadaşa takılır. En çok takıldıklarından biri de İsmet. İsmet şiir yazıyor. Yazıyor demek doğru değil yazmaya başlayıp bırakıyor. O yazdığını da önce Yusuf’a okuyor. Her defasında da sonuçta kavga etmelerine karşın ikisi de bu huylarından vazgeçmiyorlar. Çünkü kavgaları söz tartışmasından ileri gitmiyor. Yusuf’n en zayıf tarafı, ona göre hemşerisi Sırıklı denilen kız. Kızın haberi yok ama, ya duyar da konuşanların arasında Yusuf’un olduğunu öğrenirse, Yusuf’a neler yapmaz! Hemşeri olarak Yusuf bundan çekiniyor. İsmet bunu sezdiğinden, Yusuf üstüne çok varınca hemen sözü buraya saptırıyor. Yusuf çok defa bunları düşünmeden işi geçmiş yıllardan söz ederek başlatıyor. Örneğin İsmet daha ilk günlerde evini anlatırken:
-Bizim ev çok yüksek, iki katlı, üs katından her yer görülüyor! demiş. Ondan sonra ne zaman bir yükseklikten söz edilse Yusuf İsmet’e:
Sizin evden yüksek mi? diye sorar. İsmet bunu duyunca yapıştırır:
-Ne kadar yüksek olsa senin ablandan yüksek olamaz! der. İsmet, dil alışkanlıklarını kolay değiştiremeyenlerimizdendir. Köyündeki insanlar, tüm köy olmasa bile bir çoğu Trakya’nın öteki yörelerinde olduğu gibi sözleri değişik söylemektedirler. Örneğin Köy sözünü onlar küy, ev sözünü öv gibi söylerler. İsmet ev sözünü öv olarak söylemekte uzun süre diretmişti. İşin ilginci yazıda okurken ev olarak okuyor, okuyuşunda bir pürüz görülmüyorsa da konuşurken öv deyip geçiyordu. Yusuf’un en çok takıldığı sözlerden biri de bu ev sözüydü. Bu sabah da bu tartışmalar tazelendi. Yusuf Asıl, “Yeni öğretmenler geliyor ama biz öğretmen övlerini bir türlü bitiremedik! ”dedi. Bunu duyan İsmet hemen yanıtladı: -Boyumuzun eriştiği yerleri yaptık, kalan yerlere uzun boylu insanlar gerek, böyle birileri varsa haber verin. Hemen sesler yükseldi:
-Var, var, var! Yalnız onları söylemek için birilerinden izin almak gerekir. İsmet’i susturmak için yarınki işi anlattım. Yanıma gelince de susturdum. Böylece tartışma kesildi. Derslikte bizim yarınki iş herkesce öğrenildi. İlhan Görkey Öğretmen için övgüler başladı. Bu arada onun yerine gelecek olan kişinin de Arifiyeli oluşu değişik yorumlara neden oldu. Okul Müdüründen sonra en yetkili iki kişi! . Eğitimbaşı, 2. Müdür yardımcısı. Şimdiye dek biz Okul Müdürüden sonra yardımcısını tanırdık. Önce Ömer Uzgil, sonra Hüsnü Baykoca daha sonra da İlhan Görkey. Şimdi bu ikileşti. Bu iki yetkilinin Arifiye’den gelişinin nedenleri irdelenmeye başlandı. Arifiye Köy Enstitüsü çok mu başarılı ki? Yoksa Okul Müdürü de mi oradan gelecek? Hasanoğlan’dan dönerken orada iki gün kalmış, okulu çok beğenmiştik. Ancak oradan Hasanoğlan’a gelen ekip o denli başarılı değildi. Hatta oyunlarının, müziklerinin bizden farklı bulmamıştık. Söylediği şarkılardan bir Meşeli, dağlar möeşeli diye oynayıp söyledikleri şarkılarını beğenmiştik. Bir de ekipte bulunan Selashattin Odabaşı azıcık akordiyn çalıyordu. Başka önemli, bir anımız yok. Okullarında kaldığımızda bize çok ilgi göstermişlerdi. Rahat etmemiz için 3-4 sınıfı köylerine göndermişlerdi. O kış-kıyamette bu özveri az sayılmaz.
Atölyede İrfan Öğretmeni beklerken 8. sınıftan iki öğrenciyle Halis Öğretmen geldi. Şaka mı, sayı mı söyledi anlayamadım:
-Atöyledeki durumu öğrenmek istiyoruz, bir sayım-döküm yapacağız;kullanılamaz araç-gereci düşmek için gözden geçirmemiz gerekli! dedi. İrfan Öğretmenin haberi varmış, kendisi pazartesi gelecekmiş. Ben de gelen arkadaşlara katılıp tüm gereçleri tezgahların üstüne serdik. . Zil çalınca Halis Öğretmen benden atölye anahtarını aldı. Öğretmen okula yönelince Bayrak töreni aklıma geldi, koşup anahtarı istedim, akord
iyonu alacaktım. Halis Öğretmen ne düşündüyse kendisi döndü, akordiyonu aldım. Akordiyonu aldım ama azıcık geç kalmıştım. Daha fazla bekletmemek için akordiyon sırtımda büyük kapıdan merdivenlere indim. Eğitimbaşı’nın arkasından her zamanki yerime geçerken Eğitimbaşı bana, elini kaldırarak “Dur! ”işareti verdi. Parmaklarını sayarak 1. Böyle gecikmelere göz yumamayacağını, 2. Kendisinden sonra büyük merdivenler lapur lupur gelinemeyeceğini, 3. Bu işi yürütemeyeceksem işi ehline bırakmam gerektiğini söyledi. Gecikme nedenini anlatmaya kalktım, susturdu. Başım döner gibi oldu baktım, Eğitimbaşı beni dinleyecek gibi değil, öfkeyle baktı:
-Bırak akordiyonu ora, aşağıya in, seni dinleyecek vaktim yok! diye bağırdı. Arkamı dönüp arkadaşlara doğru yönelince bu kez de:
-Akordiyonu bırak! dedim, diye serçe yüzüme baktı. Cesaretimi toplayarak sordum: -Akordiyonu niçin bırakayım? Yanındaki Namıl Öğretmen konuştu:
-Akordıyon kendisinin olduğu için başkasına bırakmaz! dedi. Ben arkadaşların arkasına indim. Mervende bir süre yavaş sesli konuşmalar oldu. Namık Öğretmen bana gel işareti yaptı. Ben de başımı atarak gelemeyeceğimi işaret ettim. Namıl Öğretmen görmemiş gibi ellerini kaldırıp dikkat çekerek marşı söyletti. Rahat verince de hızlı adımlarla yanıma gelip benim kolumdan tutarak müdür odasına götürdü. Arkamızdan Eğitimbaşı da geldi. Namık Öğretmen gecikme nedenimi öğrenmek istediği söyledi. O sıra Halis Öğretmen geldi, özür diledi:
-Ben İbrahim’in görevli olduğunu bilmiyordum! dedi. Namık Öğretmenle Halis Öğretmen çıktılar. Eğitimbaşı, çok yumuşak bir sesle:
-Hepimizin, kimi zamanlar sabırsız oluyoruz. Bir birine bağlı işlerin düzgün yürümesine çalışırken hata yapmamak kolay değil. Örneğin kendisinin bu olayda haklı olduğu söyleyemediğini, olayın, daha yeni tan ıştığımızdan, biri birimizi tanımamamızdan ileri geldiğini; zamanla daha iyi anlaşacağımızı söyleyerek sözü akordiyona getirdi:
-Okulun akordiyonu yok mu? diye sordu. Ben, “Yok! ” deyince Bakanlığın geçen yıl tüm okullara bir değil iki akordiyon almaları için emir gönderdiğini anlattı. O bunu anlatınca ben de:
-Biliyorum, o emrin çıkmasına ben neden oldum! deyip Hasanoğlan’da yaptığımız bir eğlencede Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'un akordiyon çalışımdan çok hoşnut kaldığını, özellikle “Milli Oyunlara akordiyonun bire bir geldiğini, onun sayesinde şu ilkel davuldan kurtulalım! ”dediğini sonraki gelişinde de; “Tüm Enstitülere ödeme emri gitti, bundan böyle enstitülere gittiğinde her yerde akordiyon bulacaksın! ”dediğini anlattım. Bu kez de Eğitimbaşı:
-Bunları bilmiyordum. “Bir nusübet bin nasihatten iyidir! ” derler bizimki de böyle oldu. Biz bunları belki uzun zaman konuşamayacaktık;sen bunu onur sorunu yapma, ben bunu bana karşı bir saygısızlık olarak düşünmüyorum. Sen törenlere çıkarsan arkadaşların bu işi büyütmezler, gelir geçer. Bana söz ver, yarın akşam, törene çıkacaksın! Çıkacağıma söz verdim, ayrıldım. Yeğeye gittim, tüm öğrenciler kalkmış. Yusuf Asıl benim yemeğimi ayırtmış, getirdi. Yusuf törende olmadığı için olayı tam öğrenememiş. Ancak arkadaşlar biraz abartılı anlatınca o da çok kötüye yormuş. Beni iyi görünce sevindi. Yemekten çıkınca gölgeriğin yıkılmakta olduğunu gördüm. Az önceki uyumlu konuşmalar birden uzaklaştı. Eğitimbaşı bana karşı haksızdı, o nedenle böyle dönüş yaptı. Gerçekte o bana olan öfkesini sürdürecek, kinci biri olduğu besbelli deyip bir süre yutkundum. Halis Öğretmeni de suçlu gördüm, bu olaya o neden oldu. Dersliğe bıraktığım akordiyonu alıp atölyeye gittim. Notalarım, toplayıp akordiyonu kutusuna koyup kapattım. Kutuyu gene dersliğe bıraktıktan sonra atölye anahtarını Halis Öğretmen verdim. Halis Öğretmen almamakta diretince anlattım:
-Bundan böyle atölyede akordiyon çalışmayacağım, o nedenle anahtarın bende olmasının bir anlamı yok! deyince Halis Öğretmen aldı. Bir an düşündüm, başıma her an bir bela gelebilir, iyisi mi ortalıktan çekil, törenlerini kendileri yapsınlar! Akordiyonu yatakhanedeki dolabıma koyabiliyorum. Gerekirse amcamlara götürürüm. Derslikteki arkadaşlar benim olayımı konuşmuşlar. Mehmet Yücel bana:
-Çok sabırlısın, gene de akordiyonu bırakmaman iyi oldu. Haklı olunca karşısındakilerin direneceğini öğrenmeli o adam! Arkadaşların öteki konuşmaları da buna benzer oldu. En güzelini ise Sami Akıncı söyledi:
-En iyisi dostum, bu işilerden uzak duracaksın! Sen üç yıldır bu işi iyi fena sürdürüyorsun, küçük bir hatan, o da senin değil, sen arada kalmışsın, soru sual edilmeden paylanıyorsun! “Gölgeliğin sökülmesi de konu oldu. Halis Öğretmenin gelir gelmez yapma değil de yıkma ile işe başlaması eleştirildi. Gölgelik aynı zamanda yağmurdan da koruyabiliyordu. Kalsaydı ne olurdu, kim ne zararı var? ”soruları giderek çoğaldı. Sonundan İdris Destan:
-Kime battı! deyince konuşmalar “ İşt, pişt ! ”uyarılarıyla kesildi. Birden hava kapandı, yağmur damlamaya başladı. Yağmur düşüncelerimizi değiştirdi. Çok yağarsa bahçelerdeki işler nasıl sürdürülecek? Ekim ortalarına gelindi Trakya’nın yağmur mevsimi. Eylüldeki büyük yağmuru andık.
Akşam yemeğinde 9. sınıflar beni çağırdı: ”Kendi aramızda eğleneceğiz! ”Eğitimbaşından izin almalarını söyledim. Almışlar. İzin verdiği gibi kendisinin de katılacağını söylemiş. Arkadaşların dikkatini çektim, şarkılar, türküler iyi seçilsin, ben bir iki parça çalarım, çok değil. Karşılıklı “Tamam! ” sözleri verdik. 9 A dersliğinde toplanacağız.
Yağmur hızlandı, gök gürültünü arka arkaya gelmeye, giderek de yakınlaşmaya başladı. Yemekten sonra, elektrikler söndü. Erken yatma izini çıktı. Bizim eğlence haftaya kaldı. Bir süre derslikte kaldık. Korkunç şimşekler çaktı, gör gürlemeleri camları sarstı, korkunç sesler çıkınca biz de yatmaya gittik. Bir süre sabahı düşündüm, yağmur sürerse nasıl gideceğiz? Bunları, ardarda sıralanan olumsuz olasılıkları düşünürken uyumuşum. Rüya gördüm, köydeymişim bizim köy derelerinin yukarılarına çok yağmur yağmış. Bizim köyde yağmur olmamasına karşın dereler sellerle dolu. Kurudere ile Üsküpderenin suları birleşmiş, bulanık bulanık akıyor. Dere kıyısındaki kavaklar yarıya dek su altında kalmış. Kendi kendime okulda oluşuma seviniyorum. Ancak kendime soruyorum: “Madem ki okuldayım, bu selleri nasıl görüyorum? Uyanınca “Saçma bir rüya! ” deyip gene uyudum.
11 Ekim 1942 Pazar
İsmet geldi, nasıl gideceğiz dayı? İsmet’e sordum, bizi İrfan Öğretmen çağırdı. Nasıl gidec eğimizi düşünmüştür. Gidemeyecek durumda bize gelin demez. Bekleyeceğiz, o ne derse onu yaparız. Dersliğe çıktık. Yağmur açılmış ama asfalt yol gene sel suyu yatağı gibi. Geçen kamyonlar, otobüsler metrelerce uzaklara çemkirtiyor. Bir süre ne yapacağımızı düşünürken kamyon geldi. Kamyondan tanımadığımız insanlar indi. Aralarında İrfan Öğretmen birlikte büyük merdilenlerden içeri girdiler. İrfan Öğretmeni görünce sevindim, ne yapacağımızı söyleyecektir. Gelenlerin kimler olabileceği konuşulurken Sami Akıncı geldi:
-Yeni Müdür Yarımcımız geldi, adı da Talat! Eğitimbaşı sarılmış:
-Hoş geldin Talatçığım! demiş, Yağmur için de :
-Bereketle geldin! demiş. Ötekiler kim? Sami bu kadarını öğrenmiş:
-Onları da siz öğrenin, deyip geçti. İrfan Öğremen beni çağırdı:
-Gidiyoruz, ben yeliyorum siz kamyona atlayın! dedi. İsmet’le kamyona atladık. Gideceğimiz yeri biliyor gibiyiz ama kesin değildi. Kazım Usta açıkladı:
-İlhan Öğretmenin evini birlikte toplayacağız. Benimki de ne şans, aynı evi gene ben yerleştirmiştim. Neyse çimdi toplarken oğlu kızı burada, geldiklerinde İbrahim’le ikimizdik! dedi. Gülümsedim. Sevim Görkey’i yakından görüp elini sıkmıştım. Ancak konuşmamız birkaç sözcükte kalmıştı. Bakalım bugün nasıl olacak! İrfan Öğretmen geldi hemen yola çıktık. İrfan Öğretmen bana:
-Gözün aydın İbrahim, beklediğin oldu! deyince şaşırdım. Anlamadım öğretmenim diyeceğim ama öğretmen ya :
-Sevim Görkey’le konuşacaksın! derse ne derim? Ben kafamı toplamaya çalışırken sonunda Müzik Öğretmenine kavuştun! dedi. O denli kuruntuya kapılmıştım ki, ancak, “Sağolun Öğretmenin! ”diyebildim. İrfan Öğretmen:
-Çok genç, iki yıllık öğretmen, senin yaşında, iyi anlaşağınızı umuyoruz;çok güleç bir insan. Biliyor musun? O da akordiyon çalıyormuş. Okula akordiyon olmadığını duyunca önce üzüldü. Ben, senin akordiyonu söyleyince, önce alıp alamayacağını sordu. Ben, senin dört gözle beklediğini söyleyince çok sevindi.
Kamyon doğrudan evin önüne girdi. Bazı eşyalar bahçeye taşınmış. Bizi Doğan karşıladı. Bana:
-Biz gidiyoruz abi, Kırklareli’le gelince görüşeceğiz. Ablam da oraya atanacak! dedi. İlhan Görkey Öğretmen çıktı:
-Sizlere zahmet ettiriyoruz! dedi. İsmet’e takıldı:
-Geldikçe uğramazsan ben gelir Muhittin Ağa’ya yıkılırım, haberin olsun! dedi. İrfan Öğretmenler bir şeyler konuştular, odaların birinde oturdular. Biz Kazım Ustanın gösterdikleri taşıdık. Sevim dışardaymış geldi. Bize çay getirdi. Evlerimizi özleyip özlemediğimizi sordu. Kendisi çok özlüyormuş, özleyince de durmadan mektup yazıyormuş. Böylece rahat yazmaya alışmış, okuduğu romanların özetlerini çıkarıyormuş. İsmet hemen yapıştırdı. “Dayım da öyle! ” deyince okuduğu romanları söyledi. 12 roman okumuş, üçü dışında onun okuduklarını ben de okumuşum. Reşat Nuri Güntekin’le başladık. Çalıkuşu, Yeşilgece, Homongolos, Kızılcık Dalları. . . Kızılcık Dalları'na başımı sallayarak, “ Hayır! ” işareti verince, Sevim:
-Ay niçin? O da çok güzel, hemen oku! dedi. Ana’yı okumuş. Kimin Ana’sını diye sordum. Biraz şaşırarak: “Pearl Buck’un, başkasının da var mı? deyince böbürlenerek:
-Var ya, Maksim Gorky’nin Ana’sı daha olağanüstü, okuyun çok beğeneksiniz! dedim. İki Şehrin Hikayesi’ni, Üç Silahşörleri, La damo Kamelyayı. Ben, sonuncuya gene başımı kaldırınca:
-O da “Ay, sen güzellerini atlamışsın, ben onu da çok sevdim hemen oku, kitap yoksa benim var! ”deyip içeri gitti. “Tam sandık kapanırken yetiştim! ”deyip kitabı verdi. Jerminal, Pastoral Senfoni, Dar Kapı, Beyaz Geceler, Kazaklar, Anna Karanina, Madam Bovarı…. . Bunları okduğumu özetlerini de çıkardığımı söyledim. Doryan Grey’in Portresine başlamış. Anlatmaya başlarken susturdu:
-Olayı öğrenirsem sonra okuyamam, okuma konusunda biraz huysuzum! dedi. Kırklareli’deki Hasan Amcamın büyük kızı Şetvan’dan söz etti, “Şetvan, kardeşim Doğanla yaşıt, çocukluklarında birlikte oynardılar! ”dedi. Son okuduğum romanları sordu. Karamazof Kardeşleri söyledim:
- O iki kitap bana çok uzun görünmüştü, gene de okumaya niyetliyim! ” deyince Harp ve Sulh’u, Sefilleri, Kırmızı ve Siyah’ı, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u , Thais’ı, Werher’iİki Yeni Gelinin hatıralarını, Gorio Baba’yı, Romeo Jülyet’i, Jül Sezar’ı Dünya Nimetleri’ni sıraladım. “Çok okumuşsun, boş zamanın bol galiba! ”dedi. Okuduklarımın içinde en sevdiğimi sordu. Bu kez de özellikle soracağını düşünerek Cihan Şampiyonlarını söyledim. Gülerek: “Bu kadar kitap içinde onu sevdiğine göre merak ettim, nasıl bir kitap? diye sordu. Kitabın baş tarafını anlatıp kesmek istiyordum. Birinci on yıl toplantısını ballandıra ballandıra anlattım. İlhan Görkey Öğretmen dinlemiş olacak, kapıdan “Güzel şeyler konuşuyorsunuz ama, kamyonu bir an önce yola çıkarmak zorundayız. . İbrahim zorunlu olarak bize gelecek, amcasına gelince bize görünürse bırakmayacağız. Hasan Beyle birlikte onlardan klarnet-akordiyon konseri isteyeceğiz! ”dedi. İrfan Öğretmen bunu duyunca bana:
- Bak bak, senin müzik tutkunun bir kökü varmış, salt Kepir gereksinimi değilmiş! dedi. İlhan Görkey Öğretmen:
- Elbette, amcası o bakımdan Kırklareli’nin gözbebeğidir! Sevim içeri geçince ben İsmet’le hazırlanmış paketleri tutup tutup taşımaya başladım. Sevim içerde başka işler gördü. Arada bakmak istedim ama gene de cesaret edemedim. Ne de olsa o bir öğretmen ben öğrenciyim. Gene de Sevim’i Süheyla Öğretmene benzettim. Fazla yakınlaşmak istiyor izlenimini veriyorsa da kendisi uzak durmak istediğini apaçık belirtiyor. Öğretmen de olsa kızlar hep böyle galiba.
- Öğle yemeği olarak ocakları kapandığı için Doğan bize simit getirdi, çayla simit yedik. İlhan Öğretmen:
- Buna “Seferi durum! ”derler. bunun kuralı budur, Yolunuz Kırklareli’ye düşerse orada ödeşiriz! dedi. İşimiz bitince üzgün olarak ayrıldık. Sevimle Doğan, Kazım Ağabeyin yanına bindiler. İlhan Görkey Öğretmen trenle gidip, yarın dönecekmiş. Yeni Müdür birkaç gün içinde gelince İlhan Öğretmen mührü teslim edip ayrılacakmış. Gülerek kendini ayrılmış saymadığını, bu işin içinde olduğunu anlattı. Kamyonu uğurladıkKamyona nasıl baktım ayırdında değilim. İsmet daha sonra konuşurken:
- Dayı, az kalsın kulağına eğilip “Kendine gel, iyice belirtiyorsun, sen bu kıza aşıksın! ”diyecektim. Babası uyardı da ayrıldınız, kız da kendini iyice bırakmıştı. Hele sen o kitabı anlatırken, kız gözlerinin içine gidecek gibi bakıyordu. Babası anladığı için uyardı! ”dedi. “Sahi mi? Ben ayırdında değildim, çoktandır beni böyle candan dinleyen bir kız görmemiştim. İlgisi beni şaşırttı! ”diyebildim. Bu kez de İsmet. “Yakında izinli gidince onlara uğrayıp, senin selamını ileteceğim, yakın bir ilgi görürsem senin onu sevdiğini çekinmeden söyleyeceğim. Nasıl olsa sen oralarda değilsin. Olumsuz bir tavır takınırsa olayı onunla sen bilmiş olacaksın! ”İsmet’e yapma mapma dedim ama bayağı da hoşuma gitti. Belki gelip geçici bir tutku ama Sevim bugün benim çok hoşuma gitti.
Dersliğe döndüğümüzde arkadaşlar ilgiyle sordular. Bizim köyden gelenlerle konuşuğumuzu, onlar dönünceye dek onlarla kaldığımızı, köylerden yeni haberler aldığımızı anlattık. Yük taşıdığımızı anlatmak istemedik. İrfan Öğretmenle gitmemizi de bir rastlantı, kamyona binmemiz için bize yardımcı olması istediğimizden şekline çevirdik. . Tören zili çalınca akordiyonu merdivene bırakıp arkadaşların yanına döndüm. Arkadaşlar şaşırdı: neden kendin gitmiyorsun? Biliyorsunuz Eğitimbaşı dün bana : ”Akordiyonu bırak! ”demişti. İşte bırakıyorum ne yaparsan yap! ”demek için oraya bıraktım! ”dedim herkes şaşırdı. Gene de inanmayanlar oldu. Dediğin gibi olsa sen böyle gülemezsin. Adam seni oraya çıkartıp haşlar! Haşlasın da görelim! ”derken büyük kapıdan Eğitimbaşı ile öteki öğretmenler çıktı. Yeni gelen öğretmen gülümseyerek akordiyonu aldı. Hemen bir gösteri yaptı. Önce bir kromatik gam yaptı. Ankara Marşının başını çok sesli tekrarladıktan sonra İstiklal Marşını benim yaptığım gibi önce seslendirdi. Sert bir dikkatten sonra başlattı. Bana göre büyük bir fark yok ama onun yabancılığı, ayrıca kendine güveni işi değiştirdi. Arkadaşlar pür dikkat baktılar, dinlediler, sessiz durdular. Zaten çoğu olayı tam anlamadı bile. Benimle anlaşarak yapılmış bir iş sandılar. Tüm öğrenciler dönüp dönüp bana baktılar. İşin ilginci Müzik Öğretmeni törenden sonra akordiyonu omuzundan çıkarmadan içeri gitti. Halil Basutçu gülerek: “O adam senin akordiyonu kaçırdı! Deyince arkadaşlar gibi duyan öteki öğrenciler de güldü. Az sonra yemek zili çaldı. Yemeğe giderken Röslein’in gelip sorması ise çok hoşuma gitti. Daha önce öyle konuştuk şekline sokup olayı kendime çevirdim. Gerçekten olayı ben hazırlamış gibiyim ama önce bir ilişkimiz olmadı. Öğretmen gelmeseydi, Eğitimbaşından izin isteyip töreni yaptıracaktım. Öğretmenin geldiğini bildiğim için törene çıkabilirliğini de düşün müştüm. Akordiyonla ilgilenmeseydi de tören olacaktı. Öğretmen çıktığına göre benim çekilmemi kimse yadırgamayacaktı. Röslein’in ilgisi beni Sevim Görkey’in etkisinden de kurtardı. Gündüzki olayı unutur gibi oldum. Dersliğe dönünce beni Eğitimbaşının çağırdığını söylediler. Eğitimbaşı Müğdür Odasında oturuyordu. Yanında iki insan daha vardı. Müdür Beyin yerinde saçları beyazlaşmaya başlamış birisi oturuyordu. Ben girince, “Gel bakalın akordiyoncu, benimde senin yaşında oğlum var, o da bir akordiyon meraklısıdır. Öyle ki ben ondaki akordiyon tutkusuna zaman zaman şaşıyorum, zaman zaman da oğluma “Akordiyon delisi! ”diyorum. Çünkü derslerini hazırlamıyor ama rumbaları dumbaları günü gününe izliyor. Dilerim sen öyle olmayasın! ”Kısık bir sesle:
-Sağolun! dişyebildim. Eğitimbaşı, konuşan beyi göstererek: Okulumuzun para komutanıdır, Oğlu için öyle söylüyor ama gene de bize kısa zamanda bir akordiyon alacak. Müzik öğretmenimiz usta bir akordiyon virtiyözü, bizim akordiyon gelene dek senin akordiyonu kullanabilir mi? Hiç duraksamadan:
-Kullanabilir efendim! ”edim. Bu kez de Müzik Öğretmeni:
-Sen istediğin zaman al, çalış;ben derse girdiğimde ders sırasında kullanacağım! Ben:
-Yok öğretmenim, benim zaten çalışacak yerim yok, koyacak yer bulmakta da sıkıntı çekiyordum. Karşı köydeki amcamlara götürmeyi düşünüyordum, eğer isterseniz sizde dilediğiniz kadar kalabilir! dedim. Odadaki dört kişi de ayrı ayrı teşekkür etti. Müzik Öğretmenine, “Kugtusunu da getireyim! ”dedim. Müzik Öğretmeni kalktı:
-Üst katta İstanbul tarafına düşen odada kalıyorum, oraya bırakıver! dedi. Ayrıldım, sevinme ile üzülme arası tutuk bir şekilde akordiyon kutusunu Hamdi Öğretmenin kaldığı odaya bıraktım. Dersliğe dönünce gene konu ben oldum. Ancak bu kez söyleyecek sözlerim açık seçikti. Kır saçlı adamın, yani Müdür Yardımcısının sözleri, Müzik Öğretmenin, kaldığı yeri anlattım. Müdür yerinde oturan kişinin oğlu için söyledikleri anlatınca arkadaşlar güldüler. Fettah gülerek: Adamın oğlu ders çalışmadığına göre bana benziyor herhalde dedi. Arkadaşlar bir süre de buna güldüler. Bekir Temuçin:
-Ama o akordiyon çalıyormuş! deyince bu kez Fettah. :
-Bre bacaksız, sen oradan karışmasan ne olur? deyince gürültü gene başladı. . Dışarıdan sesler gelince derslik sakinleştii. Neyse gelen olmadı.
Yatınca güzel bir gün geçirdiğimi düşünerek uyudum. Kırklareli artık boş değil, S var. Hasanb Amcam, Atiye Yenge, Şetvan, Doğan, Sevim. . . . derken uyudum.
12 Ekim 1942 Pazartesi
Yağmur sesleriyle uyandık: “Eyvah gene çamur! Bıktık şu çamurdan! ” yakınmalarıyla yatakhaneden çıktık. “Neyse ki dersler başlayınca dışarılara pek çıkmayacağız! türü teselli edici sözlerle karşılıklı konuşurken kahvaltı zili çaldı. Kahvaltıda Eğitimbaşının bir sözü anımsandı. Bizim uygulanmayan sabah oyunları söylenince Eğitimbaşı:
-Sizin değil, tüm Köy Enstitülerinin ortak proğramıdır o, dersler başlayınca biz de tıpkısını uygulayacağız! Demişti. “Gelsin uygulasın, bu çamurda oyun ya da spor yapılır mı? ”Lüleburgaz’da kaldığımız okuldaki gibi kapalı yer yapılamaz mı? sorusu ortaya atıldı. “Bunu, yeni yöneticilere iletelim ! ”diyenler oldu. Ben bunlara katılmadım:
- Onlar, burada bir süre yaşamadıkça bu sizin söylediklerinize inanmazlar. Onlar buna gerek duyduğu zaman da biz buradan gitmiş oluruz. O nedenle bunu söylemeye gerek yok. Onlar bizim gölgeliğimize bile gerek görmediler. Çünkü Arifiye’de gölgelik yoktu. Neden yoktu? Çünkü gölgeliğe gereksinim de yoktu. Hasanoğlan’da gölgelik yapmıştık. Çünkü güneş yakıyordu, başımızı sokacak bir ağaç gölgesi bile bulamıyorduk. Buraya da ilk geldiğimizde gölgeliği yapmıştık!
Yağmur aralıklı sürdü. Zil çalınca dersliklerde toplanmamız duyuruldu. . Az sonra Eğitimbaşı ile yeni Müdür Yardımcısı geldi. Eğitimbaşı onu tanıttı:
-Eski bir arkadaşım, Arifiye Köy Enstitüsünü kuran kahramanlardan biri! dedi. Talat Tarkan! Talat Tarkan Öğretmen söz aldı, çalışmanın insana verdiği huzuru, huzurlu insanların mutlu olduğu üstüne güzel sözler söyledi. Giderek konuşmasını, Kepirtepe’deki eksikliklere getirdi. Büyük binanın planını eleştirdi:
- Yol üstüne getirilip yanaştırılmış! dedi. Sonunda da :
- Bu anlattığım eksiklikleri elbirliği ile tamamlayacağız! deyip bize söz verdi. Sami Akıncı, parmak kaldırdı. Sami sakin sakin parmak kaldırınca arkadaşlar neredeyse solunumlarını durdurdular. Eğitimbaşı, biraz alaycı bir gülümsemeyle Sami'ye:
- Söyle bakalım! dedi. Sami çok sakin, buna karşın sesini özgün tınısıyla:
- Arifiye Köy Enstitüsü’nün de hazır binalar üstüne kurulduğunu biliyoruz. O binalar, başka amaçla yapılmış olmasına karşın gereksinim duyuylan yenilerinin aralara yerleştirerek orası nasıl yapaıldıysa burası da öyle tamamlanamaz mı? Bu bina Köy Enstitüsü anlayışına göre değil Köy Öğretmen Okulu olarak düşünüldüğünden böyle yapıldığını, Edirne, Alpullu, Lüleburgaz okullarında kaldığımızı, bu okulların hep anayollar üzerinde olduğunu anlattı. Sami konuşurken Eğitimbaşının yüzüne baktım, dikkatle dinledi. Dinlerken yanakları hep oynadı, ya dişlerini sıktı ya da ağzının içinde dilini oynattı. Kızdığı belli oluyordu. Sami’den cesaret alıp ben de el kaldırdım. Eğitimbaşı, başını tavana doğru kaldırarak izin verdi. Ben de:
- Okulun en önemli eksikliğinin, bir konuk evi olmamasıdır, bu eksik olduğundan anne-babalarımız rahatça gelip çocuklarıyla görüşemiyor. Rahatça görüşme bir yana gelemiyorlar. Lüleburgaz’gelenler Kepirtepe’ye ancak özel arabalarla gelebiliyor. Özel arabalar çok masraflı olduğundan bunu yapamıyorlar. Böylece evlerimizle okulumuzun ilişkisi kesilmiş durumda. Benim köyüm Lüleburgaz’a 15 km. Ailemden ya da köyümden her gün birileri, pazartesi günleri ise onlarca insan pazara gelir. Ancak bunlar Kedpirtepe’ye gelemezler. Bilirler ki gelirlerse burada kalamayacak gene Lülevburgaz’a döneceklerdir. Oysa buradan Lülevburgaz’a dönmek çok zaman saatler almaktadır. Benim köyüm böyleyken çok uzaklardan gelenleri durumu çok daha zor olmaktadır. Bu nedenle gördüğünüz eksiklikler listesine bir konuk evi almanızı istiyoruz. Eğitimbaşı bu kez kaşlarını çatarak bana baktı. Azarlanacağımı beklerken Talat Tarkan Öğretmen teşekkür etti. kten sonraq:
- Buna öncelik vermediğim için şimdi üzüldüm. İşte bakın, diyerek not tuttuğu kağıdı kaldırdı, gösterdi. Arifiye’de bu işin daha ilk günlerde yaptıklarını, bunun orada artık sorun olmadığı için burada birden anımsamadığını söyledi. Bu konuşmalardan sonra arkadaşlar açıldı, giysiden, yemeklere, sinemaya dek sorular ortaya atıldı. Eğitimbaşı bize teşekkür etti:
- Yağmurdan yararlanarak sizleri dersliklerinizde topluca görüp konuşmak istedik, öteki sınıflar da bizi bekliyor! deyip ayrıldılar. Onlar çıktı, arkalarından gülümseyerek müzik öğretmeni geldi. Adını söyledi:
- Asım Kaveller! Asım’ı bilirsiniz, bir erkek adıdır. Ünlü şairlerimizden Mehmet Akif’in de bir kitabının adıdır. Soyadım çok kez sorulur. Kav el, konuşurken değişmiş bir söz. Kavi, dayanıklı, çalışkan el! deyip sağ elini kalkırdı, parmaklarını birkaç kez oynattı. “Anneme –babama malum olmuş besbelli, ben bu elleri şimdi müzikte kullanıyorum, kullanmayı da sonuna dek sürdüreceğim! ”dedi. Arkasından da:
- Sporu da severim, özellikle güreşi! dedikten sonra nedense bana bakarak:
- Müziğe ara verip zaman zaman güreşeceğiz de! deyip güldü. Arkadaşlar:
- Asıl pedhlivan! diye Hüsrin Serin’i gösterdiler. Müzik Öğretmeni gülerek:
- Biz pehlivanlık değil spor yapıyoruz. O nedenle ben, seninle de güreşirim! ”diyerek ön sırada oturan sınbıfın en zayıfı Bekir Temuçin’e takıldı. Müzik bilgimizi sordu. Arkadaşların anlattıklarını dinledikten sonra da bana:
- Sen biraz farklı olmalısın;ne haber? diye sordu. Ben:
- Hangi konuda? diye sordum ama yanıt beklemeden:
- İyi bildiklerim de var, hiç anlamadıklarım da! dedim. Asım Öğretmen gülümseyerek:
- Bunları sırası gelince konuşacağız! deyip ayrıldı. Müzik öğretmenin arkasından bir süre eski günler anımsandı. Biz ders olarak neler okuduk? Bunlar saydı döküldü. Bunlardan sonra çok mutlu oldum. Çünkü arkadaşların öğrendik;dedikleri bilgi bile değil. Bana göre onlar bana yetişene dek yıllar geçecek. Çünkü onlar majör, minör gamları bilmiyorlar, ben akordiyonda beyaz tuşlardakileri bildiğim gibi siyah tuşlarla başlayanların çoğunu bildiğim gibi 4-5 diyez ya da bemollilerinin gam sıralamasından başka arpejlerini yapıp baslardaki akorlarını da çıkarıyorum. Ayrıca önüme aldığım majör, minör sıralamasına göre yapılmış parçaları rahatça çıkarıyorum. Çıkaramadığım, Yusuf Paşanın ya da Kemamkeş Haydar’ın Mevlana’sı gibi alaturka parçaları bir de çok uzun sesli türkü ya da şarkılarda zorluk çekiyorum. Örneğin Alşim’i Edirne Köprüsü’nü, Kırımdan Gelirim’i çalamıyorum.
Öğle yemeğinde duyuruldu bizim sınıf kendi atölyelerine, öteki sınıflar da geçen haftaki işlerine gidecekler.
Atölyene toplandık. Halis Öğretmen geldi, giden öğretmenleri tanıdığını hepsini çok sevdiğini, onlarla zevkli çalışmalar yapacağını umarak geldiğini, şanssızlıkla karşılaştığını, Uzun askerlik döneminde bu işlere biraz ara verdiğini, ancak bizim gibi deneyimli öğrencilerle bu işi başaracağına inandığını söyledi. Hasasn Üner’le Yusuf Asıl’ı atölyede bırakıp bizi gölgeliğe götürdü. Islaklığa kuruluğa bakmadan söküme başladık. Önce sessizlikle başlayan çalışmalar giderek şakalı sataşmalara dönüştü. Önce Salih Baydemir bana: -Bunları sen çakmıştın. Çakarken de “Bunları söken eller kırılsın! ” diyordun, gel şimdi çaktığın gibi çıkar! ”deyip bir köşe gösterdi. Mehmet Aygün de Orhan’a başha bir köşe gösterdi. Sözler sonunda bunun bir gün söküleceğini düşünmediniz mi? sorusuna dayandı. Fikret Madaralı Öğretmenin Yunus Emre’den sık sık söylediği dörtlüğü anımsadık:
Derviş Yunus bu sözü
Eğri büğrü söyleme
Seni, sigaya çeken
Bir Molla Kasım gelir
Bizi dinlemediğini sandığımız Halis Öğretmen başını kaldırıp sordu:
-Molla Kasım burada kim oluyor şimdi? dedi. “Şiirin anlamıyla bağlantı kurup konuştuğumuzu, ilişkisini ise ben şöyle savunabilirim! ”dedim. . “İnsanlar, yaptıklarının bir gün sorulacağını düşünmeli. Bu sorgulama olumlu da olur olumsuz da. Hangisi olursa olsun, bir iş ya da davranışta bulunan insan, gelecekte bir gün övülür ya da eleştirilir. Bu da bir yargılamadır. Örneğin Mimar Sinan yaptığı güzel eserlerle hayırla anılırken, bile bile savaş açıp da yenilen Merzifonlu Karamustafa Paşa yanlışıyla anılır! ”Halis Öğretmen gülümseyerek baktı:
-Pek anlayamadım ama önemli değil, önemli olan sizin mantıklı konuşmalar yapmanızdırTıpkı söylediğiniz şiirde olduğu gibi, insanların sözleri de bir gün yargılanır. Ne, niçin, neden, nasıl soruları sorulur. Bunları soranlar da birer Kasım mı, Kazım mı? ne dediniz onun gibi! dedi. Sustuk. Paydosa dek bu söz aklımda çakılıp kaldı. Ne, neden, niçin, nasıl? Paydosta kendimi boşlukta kalmış gibi düşündüm. Akordiyon alışkanlığı iyice yerleşmiş. Kitaplığa gidip Hayat Ansiklopesinin başına oturdum. Hiç ilişkim olmayan olaylar okudum. Küçük bir kitap seçtim, adını bildiğim bir yazarın Cenap Şahabettin: Tiryaki Sözleri. Yazarın hiç unutmadığım bir yazısını okumuştuk: Plevne’den Geçerken. Yazar bir subay çocuğuymuş. Babası Plevne Savaşı’da şehit olmuş. Şehit babanın oğlu o şehirden geçerken duygulanmış. Benim babam sahaş şehidi değil ama Plevne Savaşı günlerini yaşamış, savaş sonrası acılarını çekmiş, onları ağabeylerime, hepimize ağlamaklı olarak anlatmaktadır. O yazıyı okurken hep ağlamaklı olmuştum. . Bu kitap başka bir kitap; ağlamak yok ama acı acı düşünmek ya da kahkaha ile gülmek var. Kısa sözler. Fikret Madaralı Öğretmen birkaç ders açıklamalar yapmıştı. Onları da anımsayarak okudum. Kitabı yazdırıp yanımda götürdüm.
Derslikte müzik öğretmeni övgüyle anılıyor;öğretmen gibi değilmiş, arkadaşmış. Sami Akıncı gülerek sordu :
-Acaba derslerde de öyle mi olacak? Sami’ye yanıt verildi:
-Altı üstü müzik dersi, n'olacak yani? Sonunda nasıl olsa gene sınıf geçecek not alınır. Sami sinirlendi:
-Benim söylediğim not değil be kardeşim. Nota gerek yok kaç yıldır notsuz sınıf geçiliyor. Besbelli biz notsuz motsuz geçeceğiz. Benim demek istediğim muzik öğretmeni dersinde. “Şunu şunu öğrenin dediğinde bir süre geçince o dediğinin öğrenilmediğini görünce yüzümüze gülecek miYoksa ağzını açıp yerin dibine batıracak mı? ” derslik sessizliğe büründü. Böyle zamanlarda benim yardımıma koşan İsmet gene konuştu:
-Sami Akıncı kendini düşünerek konuşuyor. Matematik dersinde saatlerse tahta önünde dikelmeye alışmış kimseler, müzik dersinde haydi haydı kazıklık ederler. Çünkü müzik derssinde öğretmen tahtaya dizdiklerine arkasını dönüp öteki arkadaşlarla dersini sürdürür! İsmet’e sataşanlar oldu. Bu kez Mehmet Yücel çıkıştı:
-Siz ne biçim arkadaşsınız? Sami Akıncı soru sordu, sustunuz, İsmer ise tahtaya kalkıp boynunu bükenlerin gülünç durumları anımsattı. O durumları düşünmeyip onları anımsatanlara tepki gösteriyorsunuz. “Çalışacağız, öyle mahcup durumlara düşmeyeceğiz! ” neden demeyi denemiyorsunuz? ”
Kitabı açtım bir yandan dinliyor bir yandan da dersliğin durumuna uygun söz seçiyorum:
“ Zekasız kuvvet yıkabilir, fakat yapamaz! ”
“En verimli yağmur alın teridir”
“Köpeğe gem vurma kendini at sanır”
“Bugün bir ders, yarın bir bilinmez, dün ise bir öğretmendir. ”
“ Yalanı söküp atmadan gerçeği dikmeye kalkışma, tutmaz! ”
“Kavak ağacını beğenen ve seven pek az insan gördüm, çünkü kavak dosdoğrudur! ”
“İnsan sevdiğinden korkar fakat korktuğunu sevmez! ”
“Aynaya çok bakan, kusurlarını az görürü! ”
“Saklanan çirkinlik, iki kat çirkin görünür! ”
“Daima ara: Bugün altın ararken bakır bulursun, yarın bakır ararken altın bulursun! ”
“Bellek , beynimizin kumbarasıdır! ”
“Yasak istek doğurur! ”
Cenap Şahabettin
Halil yan gözle baktı:
-Sen de mi şiir yazıyorsun? diye sordu. Şiir yazmanın ne olduğunu pek anlamamıştım. Sınıfımızda görünürde yeğenim İsmet :
-Şiir yazdım! deyip zaman zaman kalkıp bir şeyler okuyor. Ancak onun yazdıklarını arkadaşlar gülerek karşılık veriyor. Örneğin İsmet: Arkadaşlara takılmak için:
“Kırlarda gezer oldum
Kalburdum gözer oldum
Kızlar beni unuttu
Ben bunu sezer oldum…. ! ” deyince Yusuf Asıl yanıt veriyor. (İsmet'in kullandığı bir sözü tekrarlamak için uydurulan bir dörtlük. )
“Kızılcıkdere kövü,
Dağlardan yüksek övü
Yatağında yatarken
İsmet gözetir gövü. ”
İsmet, Ev sözünü öv olarak söylediğinden ulak olarak, Köy, köv-göğü, gövü olarak yazılmıştır.
“Babası Muhittin Ağa, parası var sayısız,
İsmet'se bir simit bile alamıyor dayısız.
Biz konuşurken Hüsnü Yalçın döndü. Bu kez de ondan Bulgarca şiirler istedik. Ben bir zaman: Şiirleri çok seviyorum ama şiir yazmayı doğrusu anlayamadım! demiştim Hüsnü bunu o zaman duymuş, söylediğine göre buna şaşmışmış. Oysa ben şiirin ne olduğunu daha köydeyken biliyordum. Tanıdığım türkü sözü uyduranlar vardı. O zaman da şaşıyordum. Ancak benim anlayamadığım olay başka. Çok sevdiğim şiirler var, örneğin Ali, Faruk Nafiz Çamlıbel’in. Faruk Nafiz Çamlıbel bunu ne düşünerek yazmış. Bir iki satır yakıştırma ben de yaparım sanıyorum, olmuyor. İşte ben. bunu anlarmak istiyorum. İsmet’in köyündeki bir arkadaşım, ilkokuldan sonra okumadı, köyde çiftçi. Kahvede konuşurken maniler söylüyor. Söylüyor değil, konuşurken uyduruyor. Bizim birkaç yıl önce bir çobanımız vardı. Vaktiyle birisinden Aşık Kerem öyküsünü dinlemiş. Okur yazar değil, düpedüz kırda gezen çoban. Aşık Kerem öyküsünü şiirlerle anlatıyor. O şiirleri bir yerde okumuş değil. Kendisi de söylüyor. Bunları nereden okudun? diye soranlara:
-Ben bunları kendim uydurorum, diyor. Aslı Şam’a gitmiş. Kerem, Şam’gidip gördüklerine Aslı’yı soruyor. “Aldı Aslı deyip Aslı'ya şiir söyletiyor. Sonra durup, “Aldı Kerem, deyip Kerem ağzından söylüyor. Bazılarını da sesli söylüyor. Benim anlamadığım bu. Maniler kolay, özellikle bizim köyde kızlar çok mani uydururlar. Örneğin benim Hasan Dayım için şimdiki yengemin bir manisi köyde hep söylenir.
“Hasan, Hasan, al göreyim Hasan
Yenlerini dar göreyim;
Benden başka yar seversen Hasan
İki gözünü kör göreyim! ”
Dayım, bu ilengeçli mani nedeniyle yengemi aldığını söyler, gülüşürler. Neden o değil, onlar anlaşmış, yıllarını uyum içinde geçirmiş, çocuklarını yetiştirmiş insanlar.
Yatınca da şiir düşündüm. Bizim sınıfta mıymıntı Ceylanköylü küçük Mehmet için de şiir yazıyor diyorlar ama bugüne dek bırak kendi yazdığını başkalarının yazdığı bir şiiri bile kalkıp okumadı. Hasanoğlan’da özellikle Seyhan Haruniye, Kastamonu –Gölköy, Isparta-Gönen, Kayseri-Pazarören ekiplerinden güzel şiirler dinlemiştik. Özellikle Haruniyeli arkadaşın okuyuşunu çok beğenmiştik. Yazık ki o gece onun adını almadım. Oysa şiir okumayı daha köydeyken seviyordum. Bu nedenle kolayca şiir ezberlemeyi öğrendim. Akordiyondan sonra bir de onun için otalığa çıkmak istemiyorum ama Röslein başta olmak üzere, Namık Kemal, İzmir Yolları, Çoban Çeşmesi, Ali, Eriyen Adam, At, Gazel(Aheste çek Kürekleri)Mahurdan Gazel, Fikret’in Mezarında, Dur Yolcu! Sürekli tekrarlayarak belleğimde tutuyorum. Röslein’i çabuk unutuyorum ama öteki on taneyi kesinlikle unutmayacağım. Her akşam olmasa bile yatarken ara ara okumam da bundan.
13 Ekim 1942 Salı
Abdullah Erçetin, eliyle işaret etti, “Çok güzel! ”Müzik Öğretmeninin akordiyonunu dinlemiş. “Odasında çalarken duyuluyor. dedi! Bana da takılşdı
- Sen atölyede kendini kendine dinletirken alem özel odalarda çalıyor! dedi. Penceresi açık olduğu için çok rahat duyuluyormuş. Abdulla kötü niyetle söylememişti ama içimde bir cızlama duydum. Müzik Öğretmenin akordiyon çalması bir bakıma benim zararıma oldu. Özellikle de akordiyonu güzel çalması beni birden sarstı. Bir anda akordiyondan soğudum. Üzgün bir tavırla dersliğe gittim. Tüm arkadaşlar, ilgilendiler, Mehmet Yücel: -Dayı, Kaveli adam senin akordiyonu patlatacak haberin olsun! dedi. Birden bir avunma buldum:
- Olsun, benim öteden beri isteğim piyano çalmaktı. Piyanolar yakında gelecek, öğretmen birinde ÇALIŞMAMA İZİN VERECEK! dedim. Oysa böyle bir durum yoktu. ya da bana böyle bir söz verilmemişti Salt kendimi savunmak ya da böbürlenmek için söyledim.
Kahvaltıda gözlerim müzik öğretmeninde oldu. Kızıyor muyum? Kızmak için bir neden var mı? kendime sürekli bunu sordum. Kahvaltıda arkadaşları beklemeden kalktım. İşim olduğunu söyleyerek de bir yalan kıvırdım. Dersliğe girerken Ahmet Gökay Ağabey beni çağırdı:
-Gene o arkadaınla ya da seçeceğin biriyle iki gün benimle çalışacaksın, gene bildiğin gibi listeler tutacağız, zor değil, benim işimin çabuk olması için! dedi. Birden üzüldüm:
-Sizde mi ayrılıyorsunuz? diye sordum. Ahmet Ağabey, ayrılmadığını, yeni gelen Müdür Yardımcısının değişik bir çalışma istediğini söyledi. Bu kez sevindim. Orhan'a söyledim. Orhan gülerek:
-Bu sıralar böyle bir işe nasıl hayır derim, severek, deyince Ahmet Ağabeye gittim:
-Halis Öğretmene ne diyelim? diye sordum. Ahmet Ağabey:
-Hiçbir şey söyleme, gerekeni ben söylerim, siz iki gün buradasınız! deyip, oturacağımız yerleri gösterdi. Tam biz otururken Muhasebe Müdürü Hikmet Bey geldi. Gülerek:
- Eski dostlar gelmiş, deyip bizi selamladı.
Büyük bir masayı kapı yanına çekip Orhan’la oturduk. Hikmet Bey, Ahmet Ağabeyden birşeyler sorup çıktı. Arakasından Müzik Öğretmeni geldi. Maaş işi varmış, bir ara evrak aradılar. Ahmet Ağabey elinde bir dosya ile birkaç kez Muhasebe odasına gitti geldi. Müzik Öğretmeni bana takıldı:
-Sen akaordiyonu böyle iş derslerinden kaçamak yaparak mı öğendin yoksa? dedi. Benden önce Orhan, belki benim veremeyeceğim ölçüde inandırıcı yanıt verdi. Benim kış yaz aralıksız her gün en az bir saat düzenli çalıştığımı, atölye derslerimde ise en iyileri olduğumu anlattı. Bu arada, geçen yıl Hasanoğlan’da kısa zamanda da olsa bir Müzik Öğretmeni geldiğini, benim onunla da öğle paydoslarında çalıştığımı anlattı. Müzik Öğretmeni memnun olduğunu söyleyerek ayrıldı. Bir saat geçti geçmedi Müzik Öğretmeni gene geldi. Bu kez bana:
- Müjde okulun akordiyon hemen ısmarlandı, yakında gelecek, birlikte çalışacağız! dedi. Yaptığımın doğru olup olmadığını düşünmeden:
- Bir değil iki akordiyon alınması için geçen yıl daha Ankara’dan emir geldiğini, öğretmen olmadığı için akordiyon alınmadığını anlattım. Övünme duygum depreşti, öğretmenin dikkatle dinlediğini görünce olayı, Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un anlattklarını tekrarladım. Ahmet Ağabey ben konuşurken sürdürmekte olduğu bırakıp dikkatle dinledi. Ahmet Ağabeyin azıcık yan bakar gibi olduğunu sezince bir şey sormayı bahane edip yanına gittim. Ahmet Ağabey, Akordiyon için ayrı bir ödsenek gelmediğini, demirbaş giderlerinden ödenme emri geldiğini açıkladı. Böylece açmış olduğum biraz karışıkça olay kesinlik kazanarak kapattım.
Yeni öğrenciler 2 gün sonra geliyormuş, dersler Cumhuriyet Bayramından önce başlayacakmış. Ağmet Ağabeyden bunları da öğrendik. Bu arada geleceklerin kesin sayısı da açıklık kazandı; seçilenlerden sonradan cayan olmazsa 80 öğrenci gelecekmiş. 80 sayısını duyunca Orhan’la ikimiz birden:
- İki sınıflık derslik yok! dedik. Ahmet Ağabey: “Sanırım birkaç sınıfı öğleden sonra derse almak gibi bir düşünce var. Gerçi bunu İlhan Görkey söylemişti, yeniler başka bir çözüm bulurlar! ”deyip konuyu değiştirdi.
Öğle yemeğinde yeni bir konu:
-Tarım Öğretmeni Besim İyitanır bizim sınıfın 10 günlük Tarım nöbetlerini başlatmış. İlk numara 4 Mehmet Aygun: “Her işte ben öne sürülüyorum, bu kez özür diliyorum, ben en sonra yapayım! ”deyince Besim İyitanır Öğretmen Mehmet Aygün'ü haklı bulup 6 Ali’yi çağırmış. Ali Aga Tarım Çavuşu! diye takılıyorlar. Hem takılıyorlar hem de kendi nöbetlerinin tarihlerini saptamaya çalışıyorlar. Yusuf Asıl gülerek:
-Bernim nöbet tarihimi biliyorum, hesaplamaya gerek yok! dedi. Hilmi Altınsoy’la fısıldaştılar. . Konuştuklarını duymadım ama anlar gibi oldum. Hilmi, kendi gününü hesaplamayacak. Ben hesaplayıp söyleyince 10 gün öne alıp kendi tarihini çıkarak. Yusuf Asıl da Harun Özçelik’in hesaplamasını bekleyecek. Bu kez ben, kendi düşüncemi açıkladım:
-Halil Basutçu benden sonra nöbet alacak, o hesaplasın ondan alırım! deyince Yusuf Asıl’ın numarası ortaya çıktı. Bu kez de parmak sayarak mayıs ayına dek ayları sıralayarak 198 gün olduğunu söyledi. 20. sırada olduğuma göre Mayıs 1943 başında nöbetin bana geleceğinği söyledim. Hilmi gülerek:
-Ben de öyle hesaplamıştım! deyip 1943 Nisan ayının 3. Haftası nöbetçi olacağını duyurdu. Bu kez de Hasan Üner, Salih Baydemir, Nisan 1943 yılına;Hüseyin Orhan da 1943 Mayısının 3. haftasına yerleşti. Konu bitmedi:
-Okulu tam olarak ne zaman bitireceğiz? İzmir-Kızılçullu’daki arkadaşın yazdığına göre, bu yıl mezun olan ağabeyi ile arkadaşları, şimdilerde okuldaymış. Hasanoğlan’a gitmek üzere bekliyorlarmış. Gittiklerinde arkadaş bana bildirecek. Orhan’dan sonra 9 arkadaş var. Mehmet’i de eklersek 10 arkadaş eder. Bunlar için 100 gün. Ağustos sonu demektir. Neredeyse ikinci nöbete başlayacağız.
Yemekten sonra ara vermeden liste yazmayı sürdürdük. Ahmet Ağabey, kendi Ahmet Ağabeyinden yani bizim matematik öğretmenimiz Ahmet Gürsel Öğretmenden söz etti. Ahmet Gürsel Öğretmen gitmiş, gideceği Eskişehir-Çifteler Köy Enstitüsünü görmüş, hiç beğenmemiş:
- Çok dağınık bir okul, ona bir okul değil üç okul demek gerekir, sevmedim, sabredebilirsem ancak bir yıl kalırım!demiş. Evini de şimdilik taşımayacakmış. İçimden umutlandım: “Adresini alıp mektup yazacağım. Askerdeyken çok zor koşullar altında bana mektup yazan Ahmet Gürsel Öğretmen evini götürmezse, zamanı çok olacağından, buradan haydi haydi yazar! ”. Ahmet Ağabey, iki gün önce konuştuğunu, 15 günlük izin hakkını kulalanıyormuş. Şimdi Edirne’deymiş. ”Adres! ”derdemez, bende adresi var istediğin zaman alırsın. Hatta adrese de gerek yok, Çifteler Köy Enstitüsü öğretmeni/Eskişehir demek yeterli. Hem konuşup hem yazıyoruz. Eğitimbaşı geldi:
- İşler nasıl gidiyor? diye Ahmet Ağabeye sordu. Ahmet Ağabey yerinden kalkmadan konuştu. Eğitimbaşı bu kez Orhan’a takıldı:
- Saçları uzatmışsın, berberin seni görmezden mi geliyor? diye sordu. Orhan:
- Hayır öğretmenim berberin suçu yok, ben berberi gözmezden geldim. Bu cumartesi görüşeceğiz! dedi. Eğitimbaşı bana dönerek:
- Arkadaşının yanıtını nasıl buldun? ” diye sordu. Ben soruyu anlamamış gibi:
- Arkadaş sözünder durur! dedim. Gülümsedi:
- Size kolay gelsin! deyip ayrıldı. Ahmet Ağabeyin tavrı ilgimizi çekti. Eğitimbaşı içeri girince ayağa kalkmadı. Oysa öteki Arifiye’li Talat Tarkan geldiğinde kalkmıştı. Bunu sormak istedim ama soramadım. Bir süre yalnız çalıştık. Ahmet Ağabey bize çay getirdi. Çay içerken Muhasebeci Hikmet Beyle Müdür Yardımcısı Talat Tarkan birlikte geldiler. Ahmet Ağabey bu kez ayağa kalktı. Buradan bir sonuç çıkardım. Talat Tarkan Müdür yardımcısı, para pul işlerine bakıyor. Ahmet Ağabey de o işleri, sürdürdüğü için
O’nu başında biri olarak düşünüyor. Eğitimbaşı öğrenci işleriyle ilgilendiğinden onu öğretmen olarak düşünüp, öğretmenlere yaptığı davranışı yapıyor. Bu doğruysa Eğitimbaşı kendini göstermeye çalıştığı gibi yetkili birisi değil. Bundan ne çıkar? Bunu da kendime sordum:
-Az yetkili, çok yetkili olmak öğrenci için farketmez. Öğrenci suç işler ya da suçlu gösterilirse cezasını görür. Askerlik derslerini anımsadım:
-Rütbeler arasındaki altlık üstlük suçlular için hep bir. Çavuş, üstçavuş, başçavuş, teğmen, üstteğmen aynı cezaları veriyor. . Kamptaki Nuri Çavuş çadır kurarken askeri gözümüzün önünde kakaladı. Askercik neye uğradığını anlamamıştı. Atışa gittiğimiz gün de üstteğmen bir başka askeri aynı şiddetle itekledi. Askercik elinden kepini düşürdü, eğilip alamadı. Üstteğmen karşında olduğu için esas duruşa geçti. Eğilip alması olası değil. Üstteğmen bunu bile bile:
-Kepin nerede? diye askeri aşağılayarak itekledi. Öğretmenler de öyle. Askerliğini er olarak yapmış Besim İyitanır ya da herhangi bir sanat öğretmenin öğrencilere verdiği cezalarla en deneyimli öğretmenler olan Ahmet Gürsel ya da Fikret Madaralı Öğretmenin verdiği cezalar aynıdır. Ancak öğrenci bunları ayrı olarak algılarsa o kendisi değişik değerlendirebilir. Ben bunun ayırdındayım, Fikret Madaralı Öğretmenin bir sözü bana bir üsteğmenin söyleyeceği on ağır sözden daha çok dokunur. Çünkü onun bana verdiği emek, bu emeğin bendeki izleri beni bunu zorlamaktadır. Hasanoğlan’a gitmeden önce marangozluk atölyesinde bir süre Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmenle çalışmıştım. Ali Yılmaz Öğretmen, olur olmaz kızıp bağırıyordu. Hiç alışmadığımız bir tavırdı, bu. Öteki öğretmenler böyle değildi. Bir süre sonra salt ben değil tüm arkadaşlar ona karşı tavır takındılar. Bir iki ay içinde onun söylediği en ağır sözlere bile gülüp karşılık vermeye başladık. İş dışında bir gün bizimle konuşurken, hepimize aklınca takılmıştı. Benim akordiyon çalıştığımı biliyordu. Böyleyken bana:
-Sen bu ağız yapınla ancak zurna çalarsın! deyip gülmüştü. İşin ilginci bu söze, o zaman arkadaşlar hiç gülmedi, hepsi dikkatle bana baktı:
-Bu bakışları görünce benim sessiz durman olası değildi. Söylediği söze yalnız kendisi gülen öğretmene ben:
-Sizin ağzınızıla ne yapılacağını da ben biliyorum, ama burada söyleyemem!
dedim. Sonra ne oldu? Ali Yılmaz Öğretmen bir süre sert davrandı. Ancak eski öğretmenleriz İrfan Evren, Naci İnan, Hamdi Bağ Öğretmenlerimiz kurdukları sevgi-saygı ağını bozdurmadılar. Ali Yılmaz Öğretmen, özellikle Hasanoğlan’a gidince bana yakınlık gösterdi, bir yaz boyu öğretme öğrenci değil ağabey kardeş gibi uyumlu çalıştık. Evine gittim eşine abla deyip sıcak ilgilerini gördüm. Bunları şunun içim anımsadım. Ceza vermek çok önemli değil, cezayı alanın o cezayı hak ettiğine inanması. Suçlu bu inançta olunca cezayı verenin çok yetkili ya da az yetkili oluşu pek önemli değil. Ne var ki, adı üstünde Eğitimbaşı olan kimsenin öğrenciye ceza vermemesi gerekir. Eğitimbaşıların öteki öğretmenlerden daha çok Pedagoji bilmesi gerekir. Ucundan ucandan da olsa geçen yıl okuduğumuz Pestalözzi, Fröbel, özellikle de Herbart öğrencilerin iyi yetişmesi için ilkeler ortaya koymuştur. Bu ilkelerden habersiz bir Eğitimbaşı düşünülmemelidir. Oyle olunca da bizim Eğitimbaşıdan korkmamamız tersine ona öteki öğretmenlerden daha çok güvenmemiz grekir. Bu güveni biz sağlayamayız, doğal olarak bunu Eğitimbaşımız sağlayacaktır.
Ahmet Ağabey zorlamıyorsa da daha başlangıçta bir sınır koyduğu için kendimizi kendimiz zorluyoruz:
-Yarın akşama dek bitecek. Yaptığımız lisyeler düz defter gibi değil. Ayrı ayrı sütunlar var. Sütunlar, kısalı uzunlu. Arada kısalar çıkıyor, onları yukardan alıyoruz. Uzayıp gidenler var öbür sayfaya geçiyor. Oyalayıcı bir iş. Yemek saatine dek çalıştık. Dersliğe gitmemek işimize geldi. Derslikte ne konuşulur? Orhan gülerek:
-Yeni öğrenciler, özellikle gelecek kızlar! İkimiz de güldük. Bizim derslikte şimdi gelecek olan kızlar da konuşulursa bu iyice ayıp olacaktır. Öğretmen olmak üzere olan bizim arkadaşlar bunları konuşacaksa, bunlar bir yıl sonra kendi öğrencileri için de konuşmaya kalkışırlar! Orhan’ı uyardım:
-Bunu derslikte, böyle bir konu açıldığında bastıra bastıra sözleyelim. Arkadaşların çoğu bize katılır. Katılmayanlar da hiç değilce utanırlar.
Dersliğe kalmadı yemekte aynı konu, Yusuf Asıl:
-Kaç kız geleceğini söyledi. Orhan bana baktı. Başımı atarak sus işareti verdim. Aralarında konuştular. Dersliğe dönünce bu kez yaygın olarak gene aynı sözler ortaya geldi. Orhan, Ayıplayarak söze başladı. Benden önce Sami Akıncı:
-Ağzına sağlık diyerek sözü aldı. Bizimle konuşmuş gibi, gelecek yıl da mektuplaşarak sınıflarınızdaki kızlardan söz etmeyi planlıyorsunuzdur! diyerek güzelce boyadı. Derslik sessizliğe büründü. Bir süre sonra kıpırdanmalar başladı. Orhan’dan çok Sami Akıncı için bir tepki beklerken Müdür Yardımcımız Talat Tarkan geldi. 20 yıllık öğretmen olduğunu, daha önce Adapazarı içinde sonra (Adını söylemediği)Bir Köy Enstitüsünde çalıştığını anlattı. Kepirtepe Köy Enstitüü’nün yer seçiminin iyi yapılmadığını, daha sonra da büyük binanın yola yakınlığıın sakıncalarını anlattı. Arifiye Köy Enstitüsünün daha derli toplu olduğunu, bunun okul disiplini için gerekli olduğunu söyledi. Talat Tarkan Öğretmen bizimle söyleşi için geldiğini, bizim de görüşlerimizi söylememizi söyledi. Sami Akıncı biraz gülümseyerk: “Efendim, siz Arifiye’de çalışmışsınız, emekleriniz orada, haklı olarak orasını övecksiniz. Kusura bakmayın ama bizim de emeklerimiz buraya gömüldü, biz de burasın çok seviyoruz. Siz eleştirseniz de seveceğiz, övseniz de. Bunu belki size söyleyemeyeceğiz ama bu, bizim gerçeğimizi de değiştirmeyecek. Ancak bizim dikkatimizden bir nokta hiç kaçmıyor. Biz öğrenciler olarak burası seçmedik. Sınavlar açıldı, bir çoğumuz başladığımız okulları bırakıp yeni açılan bir okula gittik. Çok güzel bir okuldu. Kuş tüyü değildi belki ama kesinlikli pamuk yataklarda yatıyor, porselen denilen tabaklarda yemek yiyor, kapalı spor salonunda top oynuyorduk. Bize bir gün öğretmenimizin biri yaldızlı bir çay fincanını göstererek:
-Bu fincanlardan şehzadeler, sultanlar, elçiler çay içiyordu, devlet onları size bağışladı, değerini bilin, kırmayın dökmeyin, yerine yenisi zor gelecektir! demişti. Bunları, mektuplarımızda anne-babalarımza anlattık. Onlar da mutlu bir rüya görüyormuşçasına bizlere destek olmak amacıyla övütler dizip döktüler. Bizim için çalışmaktan başka bir yol yoktu. Ben kendi payıma Edirne Liseinden peydakadığım bir arkadaşımla ilişki kurdum, ondan geri olmamak için direttim. Bu diretmen şimdi de sürüyor. O arkadaş benden 2 sınıf yüksekti, şimdi Zxonguldak lisesi son sınıftadır. Ben de ondan kopmamak için lise kitaplarını izliyorum. Arkadaşlarım bilirler, gece gündüz çalışıyorum. Çözemediğim problemleri arkadaşımdan soruyorum. Mektuplarım sandık dolusu oldu. Beni göstererk , Arkadaşımız da aynı durumda askere ayrılan öğretmenimizle mektuplaşarak lise bilgisinden kopmamak için çırpınıyor. şiz böylesi direnirken Edirne’den Alpullu’ya, Alpullu’dan Lüleburgaz’a, Lüleburgaz’dan Kepirtedpe’ye, buradan Hasanoğlan’a sonra da buraya gittik geldik. Derslerimiz boş geçti. Böyleyken biz kendimizi bırakmadık. Hasanoğlan bizim için güzel bir sınav oldu. Bizden başka 12 Köy Enstitüsü öğrencisi oraya geldi, onlarla ilişkiler kurduk. Gördük ki biz onlardan çok iyi yetişmişiz. Gelenlerin işlerini, öğretmenlerini gördük yaptıkları işlerin düzeyini saptadık. İnanın ki o işlerin çoğunu yıkıp yeniden yaptık. Sizin Arifiyelli arkadaşları çok yakından tanıdık. Onların yaptığı, daha doğrusu tamamlamadan bıraktıkları işleri yeniden yaparca yamamladık. Onları ayıplamıyoruz. Onlar o zaman, 2. sınıf olarak söyleniyordu ama aslında henüz 1. sınıftılar. Daha ne marangozdular ne de yapıcı. Çünkü yapılan yönetmelikler ikinci yıl sonunda sanat kollarına ayrılır, diyor. Ortaya gelen öğrenci, leri tüm ü daha bir sanat koluna bile ayrılmamıştı. Arifiyeli arkadaşları biz de sevdik, onlar bize daha yakın geldi, mektuplaşan arkadaşlarımız var. Hasanoğlan dönüşü arada kaldık Bize dösterdikleri ilgi bizi kıvandırdı. Ancak büyüklerimiz, özellikle Kepirtepe’nin başında geçenleri bilmiyor gibi, bütün bu gel-gitleri onlar yaptırmamışlar gibi okulun konumu ile bizim durumumuzu bir tutmaya kalkışmalarını doğrusu yadırgıyoruz! Sami Akıncı sözünü keserken Talat Tarkan Öğretmen elini kaldırdı:
-Yo, yo, yo, beni yanlış anladın. Ben sizin, öğrencilerin durumu için bir söz söylemedim, öğrenciler masumdur, elbette! dedi ama birkaç parmak birden kalktı:
-Dediniz efendim! Talat Tarkan Öğretmen biraz sinirli biraz da şaşkın gözlerini hepimiz üzerinde gezdirirken Mehmet Yücel:
-Sözü aynen değilse bile ima ettiniz efendim! Yat zili çaldı. Talat Tarkan Öğretmen:
-Bu konuyu gene konuşuruz, insanlar konuşa konuşa anlaşırlar tersini düşünmediğim için sizinle anlaşamayacak bir sorunum olamaz. Ben sizin emeklerinizi takdir eden, gerçekte işi, başarıyı seven bir insanım, sizi de çok iyi tanıdığımı, arkadaşınızın konuşmasından daha iyi anladım. Göreceksiniz, sizinle anlaşmadığımız en küçik bir pürüz varsa bile ortadan kalkacak. Ben buna inanıyorum;size iyi geceler! ”deyip gitti. Arkadaşlar bir süren sustu. İsmet Sami’ye, “Durdun durdun ama turnayı gözünden vurdun! ”dedi , duramadı, tekrar:
-Durdun durdun ama Talat Tarkan’ı kalbinden vurdun! Sami Akıncı kamptaki atışlarda karavana atmıştı. O anımsatıldı, arkasından gülmeler:
-Buradaki atış gerçek atış! gibi yakıştırmalar yaparak yattık. Kimi kuşkulu arkadaşlar Sami’ye bir kötülük yapar mı? sorusunu sordu. Sami kimseye kötü bir söz söylemedi, her zaman konuştuğumuz sözleri derli toplu olarak söyledi. Gerçeği söyledi. Ben konuşmadım ama defterime yazdığım notlarımda bunlara defalarca değinilmiştir. Bir bakıma da sevindim, Sami benim düşündüğüm gibi düşünüyor. Bunu tüm sınıfa da yaydı. Benim notların ortaya çıkarsa, bu düşünceler tüm sınıfın düşünceleri sayılacak, ben de onları not etmiş olacağım. Son günlerde bir süre not yazmaktan vazgeçmeyi düşünüyordumYazı tura atacağım galiba. Yazı çıkarsa yazacağım tura çıkarsa ara vereceğim………
14 Ekim 1942 Çarşamba
Bekir Temuçin konuşuyor:
-Benim nöbetimde tartışma istemiyorum. Uslu çocuklar tartışmaz. Tartışanlarsa uslu olamaz. Mustafa Saatçı yanıt verdi:
-Ben kaç gündür çok uslu çocuktum. Uslu olmaktan sıkıldım, biraz konuşmak istiyorum. Mustafa Saatçı’nın gerçekten bir süredir, sesi çıkmıyordu. Ben duymamıştım; dişi ağrımış. Çektirmesini söylemişler. Ama çektirmemekte diretmesine karşın ağrı artarak uzayınca sonunda çektirmiş. Çektirdiğini de duyurmak istememiş. Arkadaşlar hemen neden öne sürdüler:
- SS duymasın, zaten yaşlı diye yüz vermiyordu bu kez de dişsiz diyecek! deyip gülüyorlar. Mustafa Saatçı önce bir “Sus! ”çekti; arkasından da sizi disiplinli olmaya davet ediyorum! deyip gitti. Arkadaşlar her an Eğitimbaşının gelebileceğini düşündüklerinden konuşmaları kısa kesip dersiğe gittiler. Derslikte, olayı yeni öğrendiğimiz için Mustafa Saatçı’ya “Geçmş olsun! ”dedik. İsmet işi gene SS’ye götürdü:
- O kız sana "geçmiş olsun!" dedi mi demedi mi? Mehmet Yücel:
- Kızın haberi yok ki desin! Bu kez de İsmet Mustafa Saatçı’yı suçladı:
- Madem seviyorsun, duyurmalısın, sevenler birbirlerinin acılarını paylaşırlar. Acı çekiyorsun sevgilin bundan habersiz! Mustafa Saatçı telaşlandı:
- İsmet, sen beni okuldan kovdurmak mı istiyorsun yoksa? Lütfen bu şakaları keselim. Benim SS’m , ms’m yok, kimseyle de böyle bir ilişkim olmamıştır. . Bu sözleri uzatmayalım! Herkes bir birine baktı:
- Ne oldu, yeni bir durum mu var? Sami Akıncı güldü:
- Bundan daha yeni durum olur mu? Bir söz vardır “Eski çamlar (camlar)bardak oldu! ”Bardakları camlardan ayıralım! Herkes bir birine sormaya başladı:
- Ne oldu, bir şey mi duydunuz?
Kahvaltıda değişik yorumlar yapıldı. ”Eskiler bir çok bakımdan bizim kusurlarımızı hoş görüyorlardı. Yeni yöneticiler onlar gibi düşünmeyebilir. Mustafa’nın kuşkusu bundandır! Biz daha önce de bu konuyu konuşmuştuk. Özellikle yeni gelecek kızlar için konuşmamızın ayıp sayılacağı üzerinde durmuştuk. Mustafa Saatçı’nın tepkisi de onun bir parçasıdır. Düşünüp taşınmış, bu sözlerin ortadan kalkması gereğini duymuştur. Bizim masa zaten bu konuda çok istekli değildi, öneri beğenildi. Bundan böyle kızlar konusunda uluorta şakalar yapılmayacak.
Kahvaltıdan sonra Orhan’la Ahmet Ağabeyin kapısı önünde beklerken Talat Tarkan Öğretmen geldi, bize “Günaydın! ”dedi. Gülümseyerek sizinle sohbetimizi sürdüreceğiz. Konuşan arkadaşınızın sözlerini haklı buldum. Çoğu benim düşüncelerimin aynısıdır. Ne var ki, elimizde olmayan nedenlerle biz, olayları kestirip atamıyoruz. Kim ne yaparsa yapsın, kim ne derse desin, biz, bize verilen görevleri elimizden geldiğince yapmaya çalışacağız. . Bundan böyle birlikte çalışmalarımız bu doğrultuda olacak. Geçmişe küs bakmak yerine geleceğe iyimser bakacağız! ”dedi. Adlarımızı aldı, sanat kollarımızı sordu. Bana tekrar:
“Oğlum yakında gelecek, onu seveceğini umuyorum, Müzik tuıtkunudur, müzikten başka bir şey düşündüğü yoktur! ”deyip ayrıldı.
Ahmet Ağabey geldi, bıraktığımız yerden yazmaya başladık. Ahmet Ağabeyi sık sık çağırdılar. Öğle paydosuna çıkarken öğleden sonra gelemeyeceğini söyledi
- Size yetişenmezsem anahtarı Hikmet Ağabeye bırakırsınız! ” dedi. Hikmet Ağabey dediği okulun Muhasebe Müdürü Hikmet Özsan.
Öğlede yeni öğretmenleri gördük. Benim tanıdığım Hamitabat İlkokulunun Cemile Öğretmeni, yanında ondan az daha uzun boylu güzel yüzkü bir bayan, gene uzunca boylu bir erkek. Yanlarında müzik öğretmeni ile biçki-dikiş öğretmeni. Beş yeni öğretmen bir masada. Kapı yanındaki masada da;Selçuk Korol, Besim İyitanır, Namık Ergin Öğretmen. Eğitimbaşı yok, gelmedi. Tüm öğrncilerin gözleri ürkek ürkek öğretmen masalarında. Müzik Öğretmeni yüksek sesle konuşuyor, ikide birde de bir de kahkaha atıyor. En yeni erkek öğretmen pek güleç değil galiba. salt dinler görünüyor.
Kahvaltıdan sonra bitirmek üzere yazmaya başladık. Gelen giden olmadı. Paydosa bir saat kala Ahmet Ağabey geldi:
-Neyse işimiz kısa sürdü! dedi. Eğitimbaşının evi hazırlanmış, eşi öğretmen diyorlardı, küçük bir oğlu varmış, gelmişler. Ahmet Ağabey onlar için gitmişmiş. Ahmet Ağabey gelir gelmez bize gene çay verdi. Biz de listeleri tamamladık. Ahmet Ağabey teşekkür etti, ayrıldık. Az sonra paydos zili çaldı. Arkadaşlar geldi. Yeni öğretmenlerden söz ediliyor. En yeni haberi biz verdik. Arkadaşlar şaşırdı. Orhan beni gösterdi:
-Lüleburgaz’dan İbrahim’e telefonla bildiriyorlar! dedi. Az da olsa inananlar oldu. Bir süre bu konuşuldu. Okulda bir genel telefon olamaz mı? Ben, İşte önemli bir dilek:
-Geçmişteki hatalar konuşulacağına bunlar konuşulsa ben babamla sık sık konuşurum. Köyümde telefon var. Onların Lüleburgaz’daki tanıdıklarla konuşuyor. Ben onları arayamam ama onlar beni rahat buldururlar. Jandarma merkezinin belli günlerinde, onların telefonları da aracılık yapıyor! Tarım Çavuşu(Arkadaşlar Ali Aga’ya öyle diyorlar) muştuladı, yeni tarım öğretmeni de gelmiş. İnce zayıf ama şakacı biriymiş. Bu kez gelen öğretmenler sayılmaya başlandı:
-Üç bay, üç bayan. yeni bir sayım:
-4 bay, 4 bayan. Olmadı:
-6 bay 4 bayan. O da olmadı 7 bay, 4 bayan. Hemen sorular dizildi. Kimler gerlkdi? Eğitimbaşı, Müdür Yardımcısı, Marangozluk öğretmeni, Tarım öğretmeni, müzik öğretmeni, bugünkü esmer uzun boylu…Bayanlar: “Eğitimbaşının eşi, Biçki-Dikiş Öğretmeni Cemile Öğretmen, onun yanındaki uzun boylu…. . Bay öğretmenleri yedi dedik ama 7. ciyi bulduramadık. 6’ya döndük. Gelen giden olmadı.
Yemek zili çalınca öğretmen masalarında Müdür Yardımcısı Talat Tarkan’la Müzik öğretmeni vardı. Güldük; “Eski hamam eski tas” okulda yatacak yer olmazsa öğretmenler burada nasıl kalır? Gülüşerek mercimek çorbasıyla etsiz patates yemeklerimizi yedikHilmi sordu:
- “Eski hamam eski tas! ” ne anlama geliyor? Mehmet Aygün açıklamaya kalkınca Hilmi kızdı:
- Biliyorum arkadaşım, sözün anlamını biliyorum. Ancak şimdi burada niçin kullanıldı? Eskilerin yaptığını gelenler de yapacaksa onların ne suçu vardı? Gelenler geçip karşımızda horozlanıyorlar:
- Yok bina yanlış yere yapılmış, yok etrafı telle sarılmamış falan fıstık! Hilmi’nin konuşmasını önlemek için "Falan fıstık" sözüne takıldık:
- Fıstığı biliyoruz ama falan nedir? Hilmi bu kez de bize kızdı:
- Hadin oradan! deyip kalktı. Bu sözünün de yanlış olduğunu söyleyerek arkadaşlar arkasına takıldılar. Orhan’la ben onlara uymadık kitaplığa gittik. Orhan roman okuyacakmış, bana sordu. Ancak koşulu var:
- Kısa olsun, güzel olsun, sonu iyi bitsin! Önce böyle bir kitap bilmediğimi söyledim. Sonradan Çehov’ un Maske’si aklıma geldi. Çok hikayeler var, istersen seçerek okursun. Knut Hamson’un Açlık’ıyla, Tolstoy’un Kazakları’nı da söyledim. Orhan önce Maske’yi aldı. Ben Pedagoji kitabına başlamıştım, gene onu aldım. Pedagoji Tarihi’ni almıştım. İsteyen olmadığı için geri vermiyorum. Zaten öteki sınıflar henüz ondan habersiz. Bu kez Pedagoji’i öğrenmek istedim. Bunun da yazarı giden Müdürümüz Nejat İdil’in, “Öğretmen! ”dediği Dr. Halil Fikret Kanad’ın. Çok ilginç, Pedagoji sözünün anlamı Çocuk bilgisiymiş. Çok eski zamanlarda(Eski Yunan. İ. Ö. 5. 6. yy) soyluların çocuklarına köleler bakıyormuş. Sonraları çocuk bakımları bilimsel boyut kazanmış. Örneğin özel yetişmiş kişiler çocukların eğitimini üslenmiş. Bu kez de çocuğun gelişimine uygun öğretme yöntemleri ortaya atılmış. Bunların saptanıp düzenlenmesi çalışmaları bir ad altında toplanmış. İşte Pedagoji bilimi böyle doğmuş. Peda: Çocuk, goji : bilgi; ikisi birden Pedagoji=Çocukbilgisi. Tüm uygar dillerde Pedagoji olarak anıldığından biz de Pedagoji diyormuşuz. Ancak uygulamada çocukların eğitimi söz konusu olduğundan daha yaygın söylemi: Çocuk Eğitimi Kitap, ilk açıklamalarında eskilerin kullandığı terbiye sözcüğünü kullanmaktadır. Terbiye sözü halkın diline yermeşmişse de anlamından farklı olarak kullanılmaktadır. Örneğin;Terbiyeli-terbiyesiz sözlerinin konumuzla bir ilgisi yoktur. İnsanın doğduğu günden başlayarak, topluma uyacak yetileri kazanması konusunda yapılan uyarılara uyması, bunu olumlu yolda kazanıp kendiliğinden içinde bulunduğu toplumun uyumlu bir bireyi olmuşsa buna eğitim görmüş anlamımda eğitimli insan diyoruz. Onu yetiştiren çalışma ilkelerinin tümüne birden “Eğitilerek öğrenme! ”deniyor. Bu, yetişenler için belli bir süreç olarak benimsenmiştir. İşte okullar bu sürecin birer parçasıdır. Bu sürecin daha yararlı olması için düşünürler belli ilkeler otaya koymuştur. Bu ilkelerin uygulanabilirleri Pedagoji bilimini oluşturur. Geçen yıl Öğretmenlik Bilgisi olarak okuduğumuz derslerde öğrendiğimiz Jean Jacques Rousseau, Pestalozzi, Fröbel, Herbart daha bir çok eğitimcinin koyduğu ilkeler, çocukların eğitilerek öğrenmelerini kolaylaştırıcı yöntemlerdir. Orhan iki büyük hikaye okumuş. Oysa ben ancak 4 sayda okudum. Onun da yarıdan çoğunu anlamadım. Bizim, derslerde neden zorluk çektiğimizi bu kütabı okuukça daha iyi anlayacağımı sanıyorum. Benim de kendime göre gözlemlerim var. Kendimi hangi derse iyice vermiş, gözlerimi dört açarak dinlemiş, not edip tekrarlamışsam o konuyu iyi kavrıyorum. . Bu kitap, neredeyse bunu öğütlüyor.
Yemekte arkadaşlar ilgiyle sordular:
-Siz, tümden mi memur oldunuz, dersliğe gelmiyorsunuz! Kitaplığa gittiğimizi söyledik. Öteki sınıflardan çocuklar beni aramışlar. Kim diye sormaya gerek kalmadı Yusuf Asıl anlattı. Bizim sınıftakilerin söylemlerine göre türkücü, şarkıcı, oyuncu takımı cumartesi akşamı eğlenecekmiş. Beni bunun için aramışlar. Ben önemsmedim:
-Müzik Öğretmeni geldi, benim görevim bitti. Ama gene de oyunlara(Oynayarak) ya da gerekirse oyun müziklerine katılırım! dedim. . Sözümü henüz tamamlamıştım, Hasan Gülümser’le Tevfik Uğurlu geldiler. Birlikte kalkıp bizim dersliğe gittik. Eğlenceden amaç, yeni gelen öğretmenlere , “Hoş geldin! ”demek olacak. “Katılsın katılmasın biz hepsini gülerek karşıladığımızı anlatmak istiyoruz. Okulda kalmayanların gelmesi zor, biliyoruz. Ancak bu durum salt şimdi değil her zaman böyle zor olacaktır. O nedenle bizi kimse kınamamalıdır! ”Ben, her zamanki gibi hazır olduğumu söyledim. Ancak Müzik Öğretmenin fikri sorulmalı! ”deyince arkadaşlar öğretmenle konuştuklarını söylediler. Müzik Öğretmeni:
-Akordiyonla bir iki parça çalarım, ötesini siz kendiniz hazırlayın. Bir süre birlikte çalışmadan benim size katılmam yarar sağlamaz! demiş. Arkadaşlarla anlaştık. Onlar gidince gene gerekli gereksiz sözler edildi:
- “Ne gereği var? ” diyenler olduğu gibi, “Çok iyi olur! ”diyenler oldu. Mehmet Yücel, Sami Akıncı ile onlar gibi düşünen daha başka arkadaşlar da :
- İstemeyen gitmez, varsın isteyenler yapacağını yapsın! diye konuşunca ötekiler sustu.
Bu kez Pedagoji Tarihinden Herbart’ı buldum. Adam oldukça önemli biriymiş. İki kitabı birlikte okuyarak geniş bilgi edinilebilirim ama bunu, o dersi okumaya başlayınca yapmanın daha doğru olacağını düşünüp vazgeçtim. Okuduğunu Halil’e anlattım. Güldü:
- Hep çalışmaktan yana, başarmaktan yanasın ama, bakalım bu derse öğretmen gelecek mi? Gelenlere baksana hepsi çoluk çocuk. Eğitimbaşımız tarih öğretmeniymiş ama tarih okutmuyormuş, ya da okutmayı düşünmüyormuş. Ya gelen müdür de coğrafyacıyım deyip yan çizerse kim girer o altı saat derse? Hüsnü Yalçın bizi dinlemiş, bana takıldı:
- Arkadaş çalışsın işte, öğrendiklerini bize de anlatır! ”
Yatınca düşündüm. Ben dinlemedim ama arkadaşlar çok övdüler: Müzik Öğretmeni güzel akordiyon çalıyormuş. Ondan sonra ben çalarsam nasıl bir etki bırakacağım? Arkadaşlar:
-O öğretmen, bu öğrenci derler mi? Yoksa:
-Pabucu dama atıldı! deyip burun kıvırırlar mı? Sonunda karar verdim, “Aldırmayacağım, kendime göre dört parça seçip, ne derlerse desinler, çıkıp çalacağım. Öğretmenin, benim çalacağım parçaları çalması söz konusu olamaz. Öyle bir ratlantı olursa, ben o parçayı atlarım. O benden önce çalacak olursa zaten ben aynı parçayı çalmam! Gene de Müzik Öğretmeninin akordiyon çalabilir olması giderek beni düşündürmeye başladı. . .
15 Ekim 1942 Perşembe
Ali Önol nöbetçi. Kavgalı ya da çok tartışmalı geçen nöbetlerden biri. . Sanki tüm arkadaşlar gene bir tartışma bekler gibi. Sanırım herkes, ben bulaşmayayım, varsın bir başkası tartışsın derce bir sessizlik. İbrahim Ertur arkadaşımız kimseye sataşmaz, kendisine sataşanlara da genellikle yumuşak yanıtlar verir. Hiç bir art niyeti olmadan, dün duyduğu bir haberi üzükerek arkadaşına fısıltı olarak söylemiş:
- Ergene bu yağmurda çok dolup taşmış, büyük zararlar olmuş! demiş. Bunu duyan Bekir Temuçin:
- Ergene o kadar taştığına göre Meriç neler yapmıştır! demişmiş. Ali Önol Meriç ilçesinden. Bekir Temuçin Meriç Nehrinden söz ediyor. Böyle olmakla birlikte Ali Önol:
- Bana sataşanlara ben bilmem ne yaparım! demiş. Çüş’lü müş’lü konuşmalar başladı. “Nöbetçi Öğretmeni uyarısı sonunda taraflar sustu. Derslikte bu kez Fettah Biricik Bekir Temuçin’e :
- Bir sıkımlık canın var, cırcır böceği gibi ötüyorsun! dedi. Küçük takımı dediğimiz bir grup Fettah’ın çevresini sardılar:
- Zayıf ya da küçük olmak canının kolay alınacağı anlamına gelmez. Nice iri, kalıpsız kişiler küçük gibi görünenlerin karşısında eğriboyun dururlar! Fettah neye uğradığını anlayamadı. Bir çok arkadaş gülerken bir yandan Yusuf Asıl, Hasan Üner, Kadir Pekgöz sözünü geri aldırmak için çıkışırken bir yandan da Bekir Temuçin:
- Ben, Bir hata yaptımsa Ali Önol arkadaşa karşı bir hata yaptım, onunla konuşur, anlaşırım. Sen kim oluyorsun da durup duruken bana hakaret ediyorsun. Tüm arkadaşlar tanık, ben de seni şimdi gidip Eğtimbaşına şikayet edeceğim! diye sözünü noktaladı. Kahvaltı zili çalınca böyle bir hava içinde kahvaltıya gittik. Ali Önol’un derslikteki olaydan haberi yok. Ne düşündüyse düşünmüş, gelip kahvaltı masasında Bekir Temuçin’den özür dilemiş. Bekir’le Fettah aynı masada oturuyorlar. Arkadaşlar bu kez Fettah’a:
- Sen şimdi kendi kendine sor:
- Nasıl bir çıkmaza girdim, beni bu çıkmazdan kim kurtarır? Fettah özür dilemiş, olay kapanmış(Şimdilik)Ali Önol nöbetçi, öğretmen masalarının yanında duruyor. Nasılsaa aklıma geldi, iki yıl önce gene böyle günlerin birinde, yeni öğrencilerin geleceği günü hesaplayıp bir nöbet değişikliği yapılmıştı. Ya da bana öyle söylemişlerdi “ 53 Ali Önol rahatsızlığını öne sürüp nöbetini Salih Baydemir’e bırakmıştı. Ömer Uzgil Öğretmen onayladığı için ben ses çıkarmamıştım. Gerçekten benim nöbet günümde şimdiki 8. sınıflar gelmişti. Akıllarınca ben o gün zorluklarla karşılaşıp yöneticilerde olumsuzluk izlenimi bırakacaktım. Birilerin beklentileri boşa çıkmış, işler yolunda gittiğinden ayrılırken o günkü çalışmalarımız için Ömer Uzgil Öğretmen teşekkür etmişti. Salih Baydemir olayı anımsadı gülerek:
- O olayı sonraları ben çok düşündüm, gerçekten oyuna gelmiştim. Çünkü Baba Ali, “Rahatsızım! ”demesine karşın o gün revire yatmamıştı. Salt ben değil, Ömer Uzgil Öğretmen de aldatılmıştı! Gülerek Baba Ali’yi(Ali Önol’un arkadaşlar arasındaki adı) gösterdim:
- Bugün nöbetçi, o zaman nöbeti, korkulacak gibi gören, bugün nasıl bir önlem alamamış? Hilmi Altınsoy bana:
- Eskileri eşelemekten zevk alıyorsun! dedi. Böyle söylediğine göre ben bu işi çok yapmış olmalıyım. O nedenle bana birkaç örnek ver de, yaptığım hataları öğrenmişi olayım. Hilmi düşündü taşındı, tarih sorularından okuduğumuz romanlardaki kişilerden, geçmiş dersledeki olaylardan örnek verdi. Benden önce arkadaşlar yanıtladı:
- Eşelemek, daha çok olumsuz olarak kullanılır. Örneğin tarih eşelenmez doğrudan doğruya gerşmişte olan olaylar olduğu gibi konuşulur. Bu ise tarihin kendisidir. Eşelemek ise geşmişte yapılmış bir hatayı, yapanın yüzüne gene gene vurup utandırmak ya da hesap sormak için yapılır. Mehmet Aygün:
- Örneğin senin eski sevgilinden söz edersek, sen o zaman:
- Şu işi eşelemeyin! diyebilirsin! ”Hilmi Altınsoy sinirlenerek:
- Vay canına, ne desem sonunda benim üstüme yıkılıyor. Size hiç mi söz sönlenmeyecek? Yusuf Asıl kendisinği örnek verdi:
- Söz altında kalmak istemiyorsan benin gibi susmasını öğren! dedi. Bu söze Hilmi Alınsoy’la birlikte hepimiz güldük.
Tarım barakasına gittik. Arkadaşların pazartesi gününden beri sürdürdükleri işler var, onların başlarına dağıldılar. Orhan’la ben ortada bir süre durduk. Besim İyitanır Öğretmen yeni Tarım Öğretmeniyle birlikte geldi. Besim İyitanır Öğretmen bana:
-Yapacak iş bulumadın mı? diye alay eder gibi sordu. Bizim, iki gündür Muhasebe Müdürü Hikmet Bey yanında çalıştığımızı, o iş bittiği için buraya geldiğimizi söyledim. Gülerek: -Tamam tamam, bugün de Başka bir Hikmet Beyle çalışacaksın! deyip Yeni Tarım öğretmeniyle bir süre konuştu. Yeni Tarım Öğretmeni yumuşak bir sesle bize, “Gelin çocuklar! ”deyip yürüdü. Okul önüne dek konuşmadan gittik. Okul önünden asfalt yola çıkınca konuşmaya başladı. Konuşma daha çok sorular şeklinde sürdü:
- Şurası nedir? Bu taraftaki köyün adı nedir? Bu dere yağmurlarda çok taşıyor mu? Geçen yıl ekilen fidanları, önceki yıl ekilen fidanları sordu. Artezyene dek gittik. Orada iki nöbetçi vardı onlarla konuştu. Oradan okulun karşısına gelen tepeye çıktık. Öğretmen genel görüntüyü beğendiğini söyledi. Bizler zaman zaman geziyoruz ama o tepeye çıkıp bakmamıştık. Bu kez okulun batı tarafından tarım binasına kestirme gittik. Barakada nöbetçi arkadaşımız 6 Ali Güleren vardı. Ali Güleren
arkadaşların erken paydos ettiğini, yemekten sonra gene geleceklerini söyledi. Bu kez öğretmen, arılar üstüne sorular sordu, oradan at ahırına gittik. Öğretmen burada da:
-Okulun at arabası var mı? ” diye sordu. Olmadığını söyleyince öğretmen biraz şaşırır gibi oldu. “Hem at bakılıyor, hem de araba yok. Okul tüm işlerini tek kamyonla mı döndürüyor? dedi. Santralın yanındaki çamlıktan okula indik. Öğretmen bize teşekkür etti, ayrıldık. Dersliğe girince Orhan: “Yeni tarım öğretmenin adı Hikmet! ”deyince arkadaşlar güldüler, onlar daha önce öğrenmişler. Şehit Kubilay’ın okul arkadaşı olduğunu tekrarladılar. Önce inanamadım;Kubilay 1930 yılında şehit olmuştu. Bu öğretmen çok genç! ”dedim. Zayıf yüzlü insanların genç göründüğü ileri sürüldü. İsmet hemen Sami Akıncı’yi örnek gösterdi:
-Sami benden yaşlı ama daha küçük görünmesi bundan! dedi. Sami karşı çıktı:
-Okulda nüfus belgem var, oradan bakabilirsin! dediyse de İsmet daha da üsteleyerek:
-Okula öyle yazdırdığın için orada öyle yazılmıştır! deyince başka karşı çıkanlar oldu. Bu arada Yusuf Asıl şaka yollu takıldı:
-Ben İsmet’in ağabeyiyim ama ona bemin ağabey demek istediğimden yaşımı küçük yazdırdım! dedi. Harun Özçelik, Salih Baydemir İsmet’e karşı oldular. Onlara Mehmet Başaran da katılınca İsmet bu kez Mehmet Başaran’a dönerek:
-Hele sen küçük Ceylanköylü, hele sen sus, sen hepten yalancısın. Neden mi? Bu okula köy ilkokullarını bitirenler alınır. Oysa sen bir ilçede okuyup oradan diploma almana karşın kendini köy okulunda okudum, diye yazdırdın. Ayrıca orta okula gittin. Ortaokulda da kaç yıl kaldığın bilinmiyor. Sana bir şey anımsatayım mı? Bak, bunu iyi dinle:
-Alpullu’da okurken yabancı dillere ayrılma işi için Okul Müdürü dersliğimize gelmişti. İngilizce-Fransızca-Almanca derslerinden biri seçilecekti. Çoğunluk Almanca yazdırınca okul Müdürümüz da Almanca için olumlu sözler söyledi. Sen, Küçük Ceylanköylü sen, parmak kaldırıp Okul Müdürüne:
-Ortaokulda “Fransızca’ya başlamıştık! ”demiştin. Okul Müdürü de sana ne demişti? Hem de kızarak:
-Bak işte “İyiyilik et, kemlik gör” sözü bu durumlar için kullanılır” Be oğul, “Biz, ilçe sorumlularından köy okullarını bitirenleri istedik. Bu işlerle ilgilenenler, verilen emirleri bir yana itip sizleri b ir süre ortaokullarda dirsek çürüretenleri, hatta dökülüp kalanları da seçip gönderdiler. Velileriniz sizi alıp getirince, kapıdan çevirmeye kalktığımızda babalarınızın yakvarıp yakarmalarına kapılıp sizleri aldık. Şimdi bunları bir yana itip , ortaokulda kazandığınız haklarınızı, (Neler, nasıl kanılmışsa o da ayrı bir konu) hesaplıyorsunuz. Benim elimde bir Almanca okutacak öğretmenim var. Almanca seçenleri o okutacak. Beş Fasansızca, beş de İngilizce için Milli Eğitim Bakanlığı ne zaman öğretmen verirse siz de o zaman yabancı dile başlarsınız. Benden söylemesi! ”demişti. İsmet , sözünü bitiremeden ortaokuldan gelenler hep birden karşı oldular. Bu kez de ben söze karıştım:
-Burada konu ortaokula gitmek-gitmemek değil, olayları doğru anlatmak, işin içibe hile karıştırmamaktır. İsmet, Mehmet Başaran’ının geçmişte bir olayı doğru kendi çıkarı doğrultusuna saptırmaya kalkıştığını, onun bencilce tavrını da Okul Müdürü, azarlayarak yüzüne söylemişti. Bu olayı hepimiz dinlemiştik. Ortaokula gidip, orada başladığı Fransızca ya da İngilizceyi seçen arkadaşlar bu sözleri hep dinledi, sonra da hepsi Almanca’ya döndü. Bu doğru mu değil mi? İsmet’in bunu anımsatmasından neden gocunuyorsunuz? Siz bu konuyu önemsemeyebilirsiniz ama ben önemsedim, olayı olduğu gibi yazdım. Öyle ki salt bunu değil Müdür Beyin o gün söylediği Weiples Gefül, Menlihes Gefül sözlerini bile ekledim. Çünkü benim Almanca olarak ilk duyduğum sözler bunlardı. Bunu bir gün sizlere okursam kızacak mısınız? Öyleyse şimdiden kızın; her derse kalktığında, tahta önünde direk gibi duranları, Türkçe Derslerinde “Sarsak! ” sözlerini işitenleri hep yazıyorum. Bunları, öğretmen olduğumuzda bunları okuyup sizleri anacacağım. Karşılaştıklarımıza da olanak buldukça anımsatacağım! Mehmet Yücel arkadaşımız ortaokul anılarını ne güzel anlatıyor:
Napreş Kema’i, Taliga Mehmet’i, Kasap Sami’i, , Sarp Ömer, i Ceylan Mehmet’i hep tanıyor, severek dinliyoruz! Herkes sustu. Az sonra Fettah Biricik:
-Eyvah, ben yandım! dedi. Ben, Fettah’a:
-Yo, hiç de yanmadın, sana kızdığım için yazılarıma yalan ekleyecek değilim. Zaten bunları ben kendim için yazdığıma göre yalan eklersem kendimi aldatmış olacağım. O zaman o yalanlı yazılar bir anı olmaz ki? Önemli olan bu derslikte hepimizin katıldığı ortak olayları anınsamaktır. Tek olanlar zaten belleklerimizde yaşayacaktır. İsmet:
-Yaşa dayı, beni çok iyi savundun! dedi.
Yeni öğrenciler gelmeye başlamış, arkadaşlar pencerelerden baktılar. Yusuf Asıl hemen bir hesap yaptı:
-Bu gelen grup 10 kişi, hepsi erkek. Öyleyse gelecek kız sayısı söylendiği gibi çok olmayacak. 100 öğrenci alınacaksa bunların ancak 10 tanesi kız olur. Eğer gelecekler 50 olursa kesinlikle kızlar 5 ya da bundan az olacaktır! ”Sami Akıncı gülerek Yusuf Asıl’ın matematiğini beğendi:
-Bu yıl eğer matematik okursak sen başarılı olacaksın, bu tür hesaplar çok geçecek! Bir süre dersler konuşuldu. Gelenlerin hep İlkokul öğretmeni oluşuna karşı olumsuz sözler söylendi. Halil Basutçu bu konuşmaları yersiz buldu:
-Biz geçen yıl da aynı sözleri konuşuyorduk. Oysa geçen yıl 8. sınıftık. Bu yılın 8. sınıflarını bizim beğenmediğimiz öğretmenler okutuyor. Onlar bir şeyler öğrenmiyor mu? diye sordu. Sami Akıncı:
- Öğrenmeden öğrenmeye fark olduğunu, bu yılın matematiğini her öğretmenin okutamayacağını, eğer okutursa, geçen yılların tekrarından ileri gidilemeyeceğini söyledi. Bu kez de arkadaşlar sevindiler:
- Daha iyi işte, bize yüksek matematik gereksiz. Buraya seçilen İlkokul öğretmenleri bile bilmediğine göre bize ne gerek var?
Akşam yemeğinde Yusuf Asıl yeni gelenlerle herkesten çok ilgilendi 12 erkeğe karşın bir kız gelmiş, hemen hesaplar yaptı. “60 öğrenci gelecek, bunların da 6’sı kız çıkacak! ”Mehmet Aygün’le Hilmi Altınsoy Yusuf’la bahise kalkıştılar. Yusuf önce çok istekliyken yapılan olumsuz konuşmalar sonunda bahisten vazgeçti:
-Bana ne, doğru sayısı okulda vardır, ben öyle bir varsayımda bulundum! deyip direnmekten vazgeçti.
Derslikte ilginç bir tartışma başladı:
-Yeni gelenler çok sessiz, okula ilk geldiğimizde biz de böylemiydik? Güzel güzel geçmiş günlerimiz anımsanırken, ilk günlerin oldukça cesur davranan arkadaşların okuldan ayrılmaları konu edildi:
-Onlar neden uzaklaştırıldı? Uzaklaştırılan arkadaşlar övülürken bu kez 79 Ahmet Güner arakadaşımız gücendiğini öne sürüp:
-Onlar gitmeseydi ben, Hüsnü, Emrullah arkadaşlar burada olmayacaktık. Siz onlara özlem duyduğunuza göre bizi dışlıyorsunuz. Belki de zaman zaman beni, gidenlerin birinı anımsayarak küçümsüyor, haksızlık yaptığımı düşünüyorsunuzdur. Bu yaptığınıza ise düpe düz iki yüzlülük denir! Birileri Ahmet Güner’in bu çıkışına gülerken birileri de haklı olduğunu öne sürünce derslikte bir gürültü koptu. Halil Basutçu:
-Ben o andıklarınızı hiç anımsamıyorum, benim belleğimde öyle kimseler yok. O nedenle ben Hüsnü Yalçın’a bakınca ayan beyan Hüsnü Yalçın’ı görüyorum! deyince bir yatışma olacağı beklentisi başlamıştı. Nitekim Abdullah Erçetin gülerek:
-Ya Emrullah’a bakınca ne görüyorsun? diye sordu. Abdullah belki bunu hiçbir art niyet gütmeden söylemişti ama öyle olmadı. İdris Destan:
-Gulu gulu! deyince iş iyice karıştı. Emrullah hızla İdris Destan’ın sırasına koşarken önüne çıkanlar oldu. Arif Kalkan araya girerken Emrullah Arif Kalkan’ı itip gerçmek istedi. Arif çok güçlü, Emrullah’ı tuttuğu gibi sırasına kadar sürüdü, yerine oturttuktan sonra da:
-Otur yerinde! deyip eliyle işaret yapması hepimizi güldürdü. Arkasından da Sefer Tunca yüksek sesle:
-Susalım arkadaşlar, konuşursanız ben de Arif’e yardıma geleceğim. ! ”Sefer Tunca’nın sözü susma yerine gülmeleri arttırdı. Arkasından Yusuf Asıl da yardıma gideceğini söyledi. Yusuf’un yardımını mayıs böceklerine benzetenler oldu. Hasan Üner La Fonten’den okuduğumuz Aslanla Fare fablını anımsattı. Bu kez de İsmet:
-Bu La Fonten denilen adam zayıf, hımbıl, kısacası özürlü biriymiş, hep zayıfların güçlülere karşı kazandıklarını yazmış, örneğin kedinin fareyi nasıl yakaladığını, balıkçılın balıkları nasıl yalayıp yuttuğunu, kurdun kuzuyu sırtlayıp götürüşünü anlatmamış! deyince bu kez de Mehmet Yücel söze karıştı, İsmet’e dönerek:
-La Fonten onları da yazmıştır ama onları bize okutmuyorlar. . Daha doğrusu okutmaya gerek görmüyorlar. Çünkü onları biz bol bol yapıyoruz. Bizim yapmadıklarımızı okutuyor! derken yeni matematik öğretmeni olarak duyduğumuz Ahmet Kun Öğretmen geldi Gürültünün nedenini değil de gülümseyerek;heyecanlı tartışmamızını konusunu sordu. İsmet beklemedn parmağını kaldırdı, sorusunu tekrarladı:
-La Fonten neden hep zayıfların güçlüleri yendiğini anlatmış? dedi. Ahmet Kun Öğretmen:
-Benim bu konuda fazla bilgim yok. Salt bilgim değil, bu tür eksantrik olaylara karşı bir ilgim de yok. Ancak gene de karineden bir yanıt vermem gerekirse;La Fonten’in de zayıf bir kişi olduğunu söyleyebilirim. Bu belki beden olarak gösterişli görünebilir ama düşünce olarak zayıf karakterli olduğundan kıskandığı güçlüleri bu yolla dize getirmeyi düşlemiş olabilir! Sami Akıncı parmak kaldırdı:
-Ben, La Fonten hakkında bir iki fablı dışında bir şey bilmiyorum. Ancak benzer bir durum bizim Nasrettin Hocamız için de söylenebilir. Nasrettin Hoca da hep yanlış şeyler yapmış, ya da yaptığı anlatılmaktadır! Ahmet Kun Öğretmen gülümsedi, Sami Akıncı’ya:
-Siz beni kendi tartışmalarınıza katmak mı istiyorsunuz? Sizinle konuşmak güzel olur ama bu konularlar benim tümüyle ilgim dışındadır. Size yanlış bilgi vermek istemem. Bu tür genel kültür konularını ilgili ders öğretmenlerinizle konuşursanız daha kazançlı çıkarsınız! Ahmet Kun Öğretmen sözünü bitirirken yat zili çaldı. Öğretmenden sonra bir süre arkadaşlar topluca bir değerlendirme yaptılar. Ahmet Kun Öğretmen bir başka zaman gelince matemarik sorusu sorulacak.
Yatınca bir süre düşündüm;ayrılan öğretmenlerimizi biz, boşuna sevmemişiz. Sorduğumuz tüm sorular yanıtlanırdı. Tarım öğretmenimiz Salih Ziya Aksoy Öğretmen bahçede çalışırken bile sorulara hem de, Türkçe, coğrafya ya da tarih sorularına bile yanıt verirdi. Kendi yanıtlarından başka “Şu sorunun yanıtını şu kitaptan, bu sorunun doğru yanıtını da şu kitaptan alabilirsiniz! ”diye kaynak gösterirdi. Bir süre ayrılan öğretmenleri düşündüm. Onlar da bir süre sonra düşüncelerimden uzaklaşacaklar. Ahmet, Hasan, Münevver, Nuri öğretmenler gibi, Ahmet Korkut, Hasan Çevik, Naci İnan, Ali Yılmaz Demirbilek, Ömer Uzgil, Behire Bil, Süheyla Başokçu, Reşat Tekinay, Mustafa Güneri, Hüsnü Baykoca, Hamdi Bağ, Salih Ziya Büyükaksoy, Ahmet Gürsel, Fikret Madaralı, İrfan Evren, İlhan Görkey, Nejat İdil. Özellikle de Nejat İdil adlı Müdürümüzü unutacak mıyız? Üzülerek gözlerimi yumdum.
16 Ekim 1942 Cuma
Yağmur sözleri arasında uyandım. Bugün 16 Ekim, tüm çiftçilerin beklediği yağmur. Ekilmiş tarlaların tohumlarını bu yağmurlar kapatıp tohumları toprağa yapıştıracak. Kurumaya yüz tutmuş surülmemiş tarlaları yumuşatarak ekimin kolaşlaşmasını sağlayacak. Bizim köy için böyle düşünüyorum ama okul için iş biraz değişmekte. Çünkü okulun tüm toprakları kepir olduğundan geçmiş yağmurların yaşlığı henüz geçmemişti. Bu nedenle yağmurun zararı olmasa bile yararı da yok. Belki rahat çalışmayı önlemesi açısından zararlı da sayılabilir. Öncelikle biz öğrenciler içinkesinlikle çok çok zararlı da diyebiliriz. Gerçi artık okul önlerinde, yemekhane, iş atölyelerine çamura girmeden gidebiliyoruz ama öteki iş yerlerine gidip gelirken girdiğimiz çamur her tarafı çamura dönüştürmeye yetiyor.
Hasan Üner nöbetçi. Bugün yeni öğrenciler çok gelebilir. Bana her nöbetimde yardım eden Hasan’a bugün ben de yardım etmeyi düşündüm. Yemekhaneye gidince Röslein’la karşılaştım. Ona yardıma gelmişim gibi karşıladı. Bunu ciddiye almadım ama gene de sıkılır gibi oldum. Az duraladıktan sonra, Hasan için:
-Benim atölye arkadaşım, biz birbirimize hep yardım ederiz. Hasan aynı zamanda benim öteden beri kitap seçicimdir! diye açıklama yaptım. Gönül almak için de:
-Hemşeri olarak yardıma çağırsan senin için de her zaman gelebilirim! dedim. Rasim Dereli de nöbetçi, Rasim’le eskiden beri iyi konuşuruz;söze karıştı, beni öven sözler söyledi. Röslein Rasim’in sözünü keserek:
-Biliyorum, biz hemşeriyiz! deyip en güzel gülüşüyle güldü. Yardıma gittim ama bana bir iş düşmedi. Öğretmen masalarının yanında dururken Ahmet Kun Öğretmen geldi. Bana : “Günaydın! ”deyip geçti. Masaları dolaşıp dönünce de, “Sondaki iki masada eksik bardak olduğunu söyledi. Eksiklik nedenlerini Hasan söyleyince Ahmet Kun Öğretmen bana dönerek nöbetçi olup olmadığımı sordu. Nöbetçi olarak Hasan’ı gösterince bu kez ikimizin de aynı sınıfta oluşumuza şaştığını belirtti. Nöbetçiler arasında bulunan İbrahim Öznal’la Fahrettin Şen’i, Nejdet Şıpka’yı, Recep Türköz’le Nuri Altınseven’i gösterdim. Ahmet Kun Öğretmen bu kez de:
-Sözümden anlam çıkarmayıp, bu farklar bir süre olacaktır. Çünkü köylerdeki okullar değişik zamanlarda açılıyor, bekleyen, geç başlayan çocuklar oluyor. Bu durum bir süre sonra ortadan kalkacak! dedi. Sonra da gülerek:
-İnşallah! deyip ayrıldı. Röslein, yeni gelen kızı götürüp kendi yerine oturttu. Bir süre yanında kalıp konuştu.
Arkadaşlar gelince ben de yerime oturdum. Arkadaşlar, Hilmi Altınsoy’u şimdiden yarınki nöbeti için telaşlandırmış durumda:
-Yeni gelenlere söz anlatmak zordur” deyip olayı abartıyor. Röslein’in yaptığını söyledim. Hilmi önce:
-O kız bunu düşünemez, sen söylemişsindir! dedi. Mehmet Aygün Röslein’i savundu:
-O kız anasının gözü, yüz kişiyi parmağında oynatıyor! dedi. Dedi ama bu sözüyle de başına dert açtı. Yusuf, Salih, Hilmi üçü birden:
-Yüzü bırak, hiç değilse onun parmağında oynayan üç kişi göster! dediler. Mehmet Aygün sözünü geri aldı:
-O benim kardeşim sayılır, pek sık konuşmuyoruz ama yakın köylü sayılırız;özür dilerim! deyip sözünden döndü.
Yağmur giderek şiddetlenmiş, Hasan Üner duyuru yaptı:
-Yağmur kesilene dek tüm sınıflar dersliklerinde oturacak. Öğretmenlerin gelişine dek sınıf başkanları sessizliği sağlayacak. Zil çaldığında her sınıf sürdürmekte oldukları işlerinin başı gidecek!
Dersliğe koşuşarak gittik. Biz dersliğe girerken öğretmenleri getiren kamyon geldi. Az sonra da Halis Öğretmen beni çağırdı:
-Üç arkadaş seç, atölyede buluşalım, Siz Besim İyitanır Öğretmen tarafından izinlisiniz! ”Ne iş yapılacağını bilmediğim için gerçekte seçmek istedikleri seçmedim. Örneğin Yusuf Asıl’ı istediğim halde onu geçmedim. Ağır iş yapılmış olabilir. Bu nedenle Hüsyin Orhan, Mehmet Aygün, Salih Baydemir’e Halis Öğretmenin dördümüzü çağırdığını söyledim. Salih Baydemir dışında kimse soru sormadı. Salih Baydemir: Halis Öğretmen için:
-O bizi tanımaz, bu seçimi sen yapmışsındır! deyince Recep Kocaman’ı alacağımı söyledim. Salih, öyle konuşmasına karşın bize katıldı. Atölyede Halis Öğretmenle buluştuk. Salih Baydemir haklıymış, Halis Öğretmen önce adlarımızı sordu, cebinden çıkardığı küçük bir deftere sınıfımızı, numaralarımızı, adlarımızı, soyadlarımızı yazdı. Sonra da kendisinin adları kolay kolay belleyemediğini, özellikle çalışırken çok dalgın çalıştığını anlattı. Salih Baydemir bu kez:
-Aman öğretmenim, siz makineye geçmeyin! ”edi. Halis Öğretmen gülerek:
-Haklısın, zorunda kalmazsam zaten geçmek niyetinde de değilim, yetişmiş kimseler olarak siz oldukça o konuda rahatım! deyip bize işimizi anlattı. Okul Müdürü bugün yarın geliyormuş. Ailesi de öğretmenmiş;iki çocukları varmış. Doğrudan buraya ineceklermiş. Müdür Evini oturacak duruma getirmemiz bizden, daha doğrusu benden istendi. Ben de siz den yardım istemeyi düşündüm. Gelin birlikter bir gözden geçirelim;bugün yarın işimiz bu olacak! dedi. Birlikte Müdür Evine gittik. Ev daha önce tamamlanmıştı. Ya da öyle söyleniyordu. Ancak korunak(kepenk) dediğimiz dış kapaklar açık bırakıldığı için yağmur gelen tarafların pencere kenarlarından sızmalar olmuş. Kapaklar ıslak olduğu için kapanma zorlaşmış. İki yerde de tavan ıslanmış, besbelli kiremitlerde bir kusur var. döşeme pervazları çakıldıktan sonra badana yapıldığından pervazlar badanalı kalmış. Ayrıca kapılarda, pencerelerde açılıp kapanma kusurları var. Halis Öğretmen kağıt kalem çıkarıp, gördüğü kusurları birer birer yazdı. Kiremit işi ile pencere dış kapakları dışındakileri önemsemedi. Ancak yağmur aralşklarla sürdüğü için:
-Onları, havanın açmasına bırakalım, ötekiler kurulukta olduğu için yapabiliriz! deyip elindeki listeye bakarak iş dağıtımı yaptı. Recep Kocaman’la beni, Orhan’la da Salih’i ayırarak yapacağımız işleri gösterdi. Biz önce süpürgelik pervazlarını temizledik. İç kapıların menteşelerini yağlayıp alıştırdık. Çerçevelerin dış boşluklarının macunlarını pekiştirdik. Odalardaki duvar dolapların kapakları badana yapılırken sökülmüş, onları taktık.
Öğle yemeğine giderken yağmur açılmıştı, dönüşte öteki işleri bitireceğimizi konuşurken Halis Öğretmen gülerek:
-Oturulacak ev hazırlamak kolay değil, biz oraya daha masa, sandalye bulup yerleştireceğiz, işimiz bitmedi! dedi.
Yemekte Hasan Üner bizim masaya geldi, Yusuf Asıl’a:
-Sen haklı çıktın hemşerim, Tekirdağlılar seninle övünecek şu ana kadar 29 erkek öğrenci geldi, gelen kızların sayısı ise sadece üçtür! . Hilmi Altınsoy karşı çıktı:
-Tekirdağlılar neden övünecekmiş? Yusuf bunu birilerinden duymuş olamaz mı? Yemek boyunca tartışma sürdü. Mehmet Aygün bir varsayım ortaya attı:
-Bu yıl İstanbul’dan çok öğrenci alınıyormuş. Oradan gelecek öğrencilerin hepsi kız olabilir. Kızlar topluca gelebileceğine göre akşam 15-20 kız çıkıp gelebilir. O nedenle şimdiden kesin konuşmayın, geleceklerin hepsi gelsin o zaman konuşalım! Yusuf, karşı çıkışlara sinirlendi:
-Ben bir söz söyledim, söylediğim doğru çıktı. Doğruyu bildiğimi ben önemsemezken arkadaşların bu konuda rahatsız olmalarını bir türlü anlayamıyorum! diye hayıflandı. Bu kez de Hilmi Altınsoy Yusuf Asıl’a destek oldu:
-Hemşerim, atalarımız, “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar! ” Hilmi sözünü bitiremeden arkadaşlar hep güldüler. “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı! ”Hilmi bana döndü:
-Abi, sen ne susuyorsun? Ben şimdi yanlış mı konuştum? Soruyu hiç duymamış gibi Okul Müdürünün yarın geleceğini söyledim. “Kime niyet kime kısmet! ”sözü de bir Atasözü mü? ” diye sordum. Niyetim konuyu değiştirmekti. Masadakiler söz birliği etmişçesine “Atasözü” dediler. “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar! ” sözü ile benzelik ya da ayrılıklarını sordum. Yusuf Asıl farkı farketti ama sonuca gidemedi. Sonunda da :
-Şimdi Türkçe dersinde değiliz, o nedenle Türkçe bilgi depomu açmadım, dersliğe gidince açıklarım! deyip yan çizdi.
Yağmur kesilir gibi oluyor, arkasından bir sağanak geliyor az sonra gene çiseltiye dönüşüyor. Arkadaşlar öğleye dek derslikte oturmuşlar. Yusuf, bize yardıma gelmek istedi. Yaptığımız işleri anlatınca vazgeçti:
-İç çekerek, Eski öğretmenlerimiz olsaydı koşarak giderdim! ”dedi. Yusuf’un sözü hepimizi duygulandırdı. Salih Baydemir, eski öğretmenlerimiz sözünü doğru bulmadı:
-Onlar bizi yetiştiren insanlar, biz ne öğrendikse onlardan öğrendik. O nedenle onlar bizim eskimeyecek olan gerçek öğretmenlerimizdir. Biz yaşadıkça da öyle kalacaklar. Çünkü biz bu önümüzdeki 8 aylık zamanda kesinlikle yeni bir şey öğrenemeyeceğiz! ”Arkadaşlar Salih’e, katıldıklarını söyleyip kalktılar.
Biz doğrudan atölyeye gittik. Uzun süre atölyede Halis Öğretmeni bekledik. Oysa Halis Öğretmen de sabah çalıştığımız yerde bizi beklemiş. Halis Öğretmene yemeğe giderken söylediğini anımsattık. “Yemekten sonra atölyede buluşalım! ”demişti. Halis Öğretmen olayı önemsemedi:
-Böyle yanlışlıklar her zaman olur;bunlar olagandır! deyip güldü. Sonra da yağmur bize sürekli kepirin çamurunu anımsatıyor. O evlerde oturanlar da bu çamurda gezecek, eve döndüklerinde ayakkabılarını kazıyacak birer çamurluğa gereksinim duyacaklar. Bunu onlar istediğinde biz yapacağımıza göre bari istemeden biz yapalım mı? diye bastırarak sordu. Çift taraflı olmak üzere 12 çamurluk hazırladık. Demirlerini Nazmi Aybar öğretmen hazırlayacakmış. Biz çalışırken Halis Öğretmen dışarıya çıktı. Salih Baydemir kapıyı gözden geçirdikten sonra:
-Bu adam çok kurnaz, dalgın numaraları yapıyor ama içindenden içindende işini yürütüyor. Çamurlukları şimdi anımsamış gibi ortaya getirdi ama, sonunda foyası ortaya çıktı. Şimdi anımsanan çamurlukların demirlerini Nazmi Aybar Öğretmen nasıl hazırlar? Salih sözünü bitirirken Halis Öğretmen geri geldi. Bu kez de:
-Arkadaşlarınız gün boyu derslikte dinlendiler, biz de erken paydos edelim, yarın devam ederiz! dedi “Siz bilirsiniz! ”deyip sustuk. Halis Öğretmen az düşündükten sonra kendi kendine konuşur gibi:
-Öyle yapalım, öyleeee! deyip ayrıldı. Bir süre atölyede kalıp dedikonu yaptık.
Derslikte arkadaşlar her zamanki gibi yeni gelen ya da gelecek öğrenciler üstüne yorum yarışı yapıyorlar. Bunlar iyice ufaklık durumunda kalacaklarmış. Okulda 0rta ikinci sınıf yok. buna karşın orta 1. sınıf olacak. Okula ilk geldiğimiz yılda da böyle bir durum vardı. İlkokul 4, 5 sınıf öğrencilerine biz “Ufaklıklar” diyorduk. O ufaklıklar şimdi hemen arkamızda. Özellikle o zaman 4. sınıf olanların bir yılda iki sınıf atlamaları bizi yakalamaya yetti. Biz çalıştık onlar sınıf geçti. Onlar 1939 Nisan başından kasım ayı sonuna dek tatil yaptılar. 1939 Aralık ayı ile 1940 Nisan arası 5. sınıf okudular. I940 Haziran-1941 Mart ayları arasında 2 sınıf birden geçtiler. 1941 Nisan-1942 Şubat ayları arasında hiç ders görmediler. 1942 Şubat-Nisan arasında okudukları ile 9. sınıf oldular. Bunu zaman zaman öğretmenlere anlattığımızda özellikle de Namık Ergin Öğretmen gülerek: “
-Bu onların şansı değil sizin şansızlığınızdır(! ). Çünkü 3’ü dışında tüm Köy Enstitüleri böyle sınıf geçti. Yalnız üç tanesi, (Kızılçulluy-Çifteler-Kepirtepe)erken açılmış olmanın şansıslığı(! ) nedeniyle öteki normal okulların kurallarına uydu. Gene de üzülmeyin, siz okumaya gelmiştiniz, iyi fena okudunuz. Eksiklikleriniz tüm yurtaşlar gibi dünyayı yakan savaş eksiklikleridir. O eksiklikler, liselerde de Öğretmen okullarında da, Üniversitelerde de var. Üniversite Profesörlerinin yedek subay olarak asker kovuşlarında kaldıklarını sizler görmüyorsunuz ama biz görüyoruz. Bu söylediklerimi ilerde anımsayıp beni haklı göreceğinizi biliyorum. Öğrencilikte kazanılanlar sağlam kazanımlardır. Siz, daha uzun kaldınız buna karşın kuşkusuz sağlam bilgiler kazandınız. Bunu siz şimdi sezemeyebilirsiniz inanın, ilerde bu farkı yaptığınız çalışmalarda çok iyi farkedeceksiniz! demişti. Genellikle hep eleştiriyoruz ama gene de bizim onlardan daha iyi yetiştiğimizi biliyoruz. Özellikle ben okulda öğrendiklerimi iyi değerlendiriyorum. Okula geldiğimde, bugüne dek öğrendiklerime göre hiçbir şey bilmiyormuşum. Bildiğimi sandıklarım da hep yarım bilgilermiş. Kitaplardan öğrendiklerim bir yana atölyede yaptıklarımın, özellikle de çatılardaki çalışmalarımın övgüsünü Sili Ustadan bile aldığıma göre besbelli bir şeyler beceriyorum. Bunları, gelecek zamanlarda da yaparsam başarılı olmamam için bir neden kalmaz. İçimden böyle düşününce arkadaşların konuşmalarından ayrılıyorum. Daha doğrusu susuyorum. Çünkü konuşanların bir bölümü benim yaptıklarımın yarısını bile yapamıyorlar. Kimileri yaşlarının küçüklüğünü öne sürüp kendilerini korumaya çalışıyorsa da öğretmen çıkınca ona yaşını soracak olacak mı? Sözüm ona atölyede çalıştığını söyleyenlerin bir bölümü doğru dürüst planya tutamıyor. Rendelerin bıçaklarını söküp takamayanlar çok. Oysa onlar rendelerin sökülmesi, takılması bir yana bıçakları kendileri bileyecekler. Iskarpela tutamayan öğretmen nasıl geçme yapacak? Kültür dersleri de öyle. Dört işlemi tam kavrayamamışlar var. Bunların kendilerini savunmaları da öyle:
-Bunlar bize gerekli değil! deyip kendilerini avutuyorlar. Oysa bunları köy kahvelerinde konu edip, kasıtlı olarak öğretmenleri, memurları deneyip arkasından alay ediyorlar. Salt böyle alay konusu yaratmak için özel olarak matematik sorusu ezberleyenler olduğunu biliyorum. Örneğin bizim kahve sorularından biri uzun sürer değiştirilerek gelene gidene soruldu. İlk soru şöyleydi: “
-Ali Ağabeyim at arabasıyla Kırklareli’den saat sabah 8’de yola çıkmış. Mahmut Ağabeyim de öküz arabasıyla saat dokuzda köyden Kırklareli’ye gitmek üzre yola çıkmış. Ali Ağabeyim saatte 6, Mahmut ağabeyim 4 km. gittiğine göre kaçıncı km’rede buluşacaklar? Başlangıçta bu olan soru giderek Edirne-Istanbul arasına dek çıkarılmış. Arada da Babaeski-Pınarhisar, Lüleburgaz-Çorlu, Tekirdağ-Kırklareli’den başka yakın köyler de hesaplatılmıştır. Bizim köylülerin bu numaralarını ben ilkokul öğrenciliğimden beri bildiğim için bana bu numaraları hiç yapamadılar. Onlardan böyle sorular beklediğim için de bu tür bilmece sorularını önceden hazırladım. Söylediğim bu basit soruyu yapamayacak arkadaşlarım olduğunu biliyorum. Onların ileri geri konuştuklarını gördükçe de içimden acıyarak gülüyorum. Tıpkı matematik dersinde tahta başına kalkınca boyunlarını büküp durdukları gibi çalıştıkları köylerin kahvelerinde de çoğu kez boyun bükecekler.
Derslikte gürültü giderek arttı. Yağmur da şiddetlendi. Halil sıkıldı:
-Kitaplığa gidelim mi? diye sordu. Oyalanacak kityabım var ama salt Halil’e arkadaş olmak için takıldım. Kitaplık tıka basa dolu. Orası da sessiz değil. Ancak benim kitaplıkta nedense bir önceliğim varmış gibi sıradakiler yol açtılar. Halil’le aradan geçip önce dağınık duran kitap masasına geçtik. Görevliymiş gibi kitaplara bakıp bakıp toplayarak yığdık. Amacımız kitap toplamak değil, “Bir baktığımıza bir daha bakmayalım! ”deyip ötekileri alarak gözden geçirmekti. Halil alacağı kitabın ince olmasını istiyor. Masa üstündeki kitaplardan hiç birisini beğenmedi. Tolstoy’dan bir kitap bulduk: Kreutzer (Kroyçer) Sonat. Halil, onun da adını beğenmedi. Bu kez ben salt Tolsto’un olduğu için Kroyçer Sonatla Turgeniyev’in iki kitap olan Babalar ve Oğulları’nı aldım. “Bizim derslik kitaplıktan daha rahat! ”diyerek dersliğe döndük.
Akşam yemeğinde Yusuf en neşelimiz;öne sürdüğü kural doğru sonuç vermiş. Yeni gelen kızlar masasında 6 kız var. Yusuf:
-Bu, yedi de olabilir;sonuç değişmez! diyor. Yusuf’un takındığı tavra en çok kızan hemşerisi Hilmi Altınsoy. Durup durup Yusuf’a soruyor:
-Yavrun sen bu tür bilgiçliği nereden öğrendin? Yaşın, başın ne ki başımıza bilgiç kesildin! Yusuf gülüyor. Mehmet Aygün kendi yöntemlerince iki tarafı da kollayarak ortaya konuşuyor:
- “Akıl yaşta değil baştadır! ”Salih Baydemir de sordu:
- O baş nerededir? Bu kez de ben:
- Akıl yaşta değil baştadır! sözü eksik, tamamının söylenmesi gerekir! Sözü, babamın söylediği şekilde tekrarladım; “Akıl yaşta değil baştadır ama başı da yaş geliştirir! ”Yusuf sinirlendi:
- Uyduruyorsun, yok öyle bir söz! Bu kez de ben Yusuf’a:
- Sen daha baştan uydurdun, Ahmet Gökay Ağabey daha geçen hafta bize 6 kız geleceğini söylemişti. Sen bunu duyup kendine çevirmişsin. İşte Orhan tanık, sor; söylediğim doğru değil mi? Bu kez Yusuf yemin etti:
- Duymadım, ben hemen öyle kendim böyle bir sayı tutup onu arkadaşlara söyledim! deyince tartışmayı durdurduk. Ancak ben, babamın o sözü sık sık söylediğini tekrarladım. Bir başka sözün de:
- Akıl ne baştadır, ne yaşta;akıl, kişinin elinde bir alet gibidir. Kişi bunu nasıl kullanırsa o kendini öyle gösterir! der. Arkadaşlar bu kez bana takıldılar:
- Senin baban akıl aletini kullanmayı sana da öğretmiş, o nedenle giriştiğin işlerde başarı gösteriyorsun! Arkadaşların demek istediklerini anladım, onlara karşı olmadım ama o sözün gerçekte babamın değil, geçen yıllar bir parçasını okuduğumuz ünlü bir yazarımız olan Cenap Şaabettin’in olduğunu, onun, kitabımızdaki Plevne’den Geçerken parçasını okuduğumuzda, Fikret Madaralı Öğretemenin yazarın Tiryaki Sözleri arasında bu sözü de okuduğunu anımsattım. Arkadaşlar sözü değil ama o dersi, okuduğumuz Plevne’den Geçerken parçasını anımsadılar. Bu kez de ben bir Atasözü söyledim: “Armut dalından ırağa düşmez! ”Hilmi Altınsoy:
- Tuh be ben armut bile olamamışım! deyince Hilmi’ye, “Asma kabağı! ”dediler. Herkes gülerken Hilmi asma kabağının ağaç mı oluyor? diye sorması. olayı iyice karıştırdı. Gürültümüz uzaklardan duyulmuş olacak Müzik Öğretmeni bizim masaya bakınca sustuk. Az sonra da kalktık. Hasan Üner uzaktan bizi izlemiş, biz çıkınca aramıza girdi:
- Bizim masa gibi şamatacı başka bir masa yok, öğretmenler de konuştuklarımızı duyup bakıyorlar! dedi. Müzik Öğretmeni nöbetçiymiş. Bizim dersliğe geleceği kesin;. notaları çıkarıp gösterebilirim, diye düşündün. Ancak kimi arkadaşlar bundan hoşlanmayacaklar. Yeni bir gerginliğe neden olmamak için bu fikrimden vazgeçtim. Öğretmen kendisi benimle konuşursa o zaman belki bir olanak yakalayıp sorabilirim. Geçen gelişinde zaten çoğunlukla ben konuşmuştum, gene aynı durumu ben değil, öğretmen hazırlarsa beni kimse suçlayamaz. Aldığım kitaplardan Babalar ve Oğullar iki kitap 300 sayfa kadar. Ötekine göre oldukça uzun sayılır. Önce tek kitabı, Kroyçer (Kreutzer) Sonatı okumaya karar verdim. Kitabı evirip çevirirken Müzik Öğretmeni geldi. Gülerek:
- Dersler yakında başlayacak, sizinle o zaman daha sık konuşacağız. Şimdilik salt nöbetlerde konuşma olanağı buluyoruz! diyerek sıraların önünde durdu. Hüseyin Serin’e: “Güreş seven sporcu sendin değil mi? ” diye sorunca Hüseyin ayağa kalktı, biraz mahcup:
- Hayır öğretmenin, arkadaşlar takılmak için öyle söylediler. Ben sporu seviyorum ama kurallarını öğrenemediğim için biraz voleybol dışında başardığım bir spor yoktur! deyince arkadaşlar:
- Koşuyorsun! diye eklediler. Öğretmen de arkadaşlara:
- O kendisi, yaptıklarını yeterli bulmadığı için böyle konuşuyor. Arkadaşınız haklıdır. Ben de size sporu seviyorum, diyorum ama iyi bir sporcu ile karşılaşınca ondan çekinir, benzer sözler söylerim! dedi. En arka sırada oturuyordum, Öğretmen aradan yanıma dek geldi, elimdeki kitabı göstererek:
- Kitabı bana soru sormak için mi aldın? diye sordu. Önce utandım, böyle bir niyetim yoktu “Kitabı yeni aldım, henüz okumadım, ne sorabilirim ki! ”diye düşünürken öğretmen kitabı aldı:
- Çok güzel bir kitaptır, hepinize öneririm, ders alacağınız bir romandır! dedi. Az durduktan sonra da:
- Bu kitabın bir özelliği de kitaba ad olan olaydır hatta tek olay da değil art arda sıralanmış olaylardır. O olayları bilirseniz kitabı daha çok seversiniz! deyince Sami Akıncı gülümseyerek:
- Öğretmenim siz öyle tanıttınız ki, bu kitabı inanın hepimiz okuyacağız! deyince öğretmen:
- Bundan memnun olacağım. Ancak benim söyleyeceklerim bu kitapta yoktur. Siz kitabı okuyacağınıza göre benim anlatacaklarımı orada bulamayacaksınız. Benim söylediklerimi ben kendim öteden beriden araştırarak öğrendim. İsterseniz onları kısaca anlatabilirim! Tüm arkadaşlar:
- Anlatın öğretmenim , lütfen! deyince öğretmen:
- Anlatacaklarım kitapta olmadığına göre, kitabı okuyacaklara bir zarar vermeyecektir! deyip anlattı:
- Ünlü Alman bestecisi Ludwik van Beethoven henüz ünlenmeye başladığı yıllarda Viyana’ya o günlerin çok ünlü bir kemancısı gelmiş. Conrad Kreutzer(Konrad Kroyçer) adlı bu kemancı, verdiği konserlerde dinleyenleri kendisine hayran bırakıyormuş. Ludwik van Beethoven de onun kemanını dinleyince hayran kalmış. Öyle ki salt onun için bir beste yapmış. Keman-piyano için yapılan bu bestesinin üstüne Konrad Kreutzer’e diye de imzalayıp göndermiş. Genç Beethoven ünlü kemancının kendi bestesini çalacağını umarken, ünlü kemancı adını taşıyan besteye bakmadan:
- Benim ünümden yararlanmak isteyen birinin bestesini çalmaya değer görmem deyip Beethoven’in imzalı bestesini elinin tersiyle itmiş. Oysa beste o denli güzelmiş ki, dinleyen ilgililer hemen alıp bastırmışlar;kısa zamanda da tüm Avrupa konser salonlarında çalınmaya başlamış. Kemancının öyle demesine karşın besteyi sevenler ona Kreutzer Sonat adını takmış. Sonat, bilirsiniz bir müsik şeklidir. Keman, piyano gibi sazlarla çalındığı gibi piyano-keman ikilisi olarak da çalınanları vardır. İşte bu Kreutzer Sonat piyano-keman için bestelenmiştir. İşin en ilginç yanı;bu sonata ad olan o talihsiz kemancı unutulmuş gitmiş. Öyle bir kemancının yaşadığı günümüzde Beethoven’in Kreutzer Sonatı’ndan öğreniliyor. Aradan 50-60 yıl geçtikten sonra bu kez ünlü yazar Tolstoy, Kreutzer Sonatı dinleyince çok sevmiş. O sonattaki keman-piyano ses uyumunu insanlar arasındaki duygusal ilişkilerle benzeştirerek bu romanını yazmış. Tekrar ediyorum, bu kitapta benim söylediklerim yok. Siz kitabı okurken sakın bunları aramayın. O ünlü kemancı Beethoven’den 20 yıl sonra öldüğüne göre adını yaşatan Beethoven olduğunu görünce kimbilir ne kadar üzülmüştyür! ”Öğretmen gülerek:
- Atalarımız bunun için; “Büyük lokma yut ama büyük söz söyleme! ”demiştir. Öğretmen bana:
- Sonatın ne olduğunu bilmiyor musun? diye sordu. Bilmediğmi söyledikten sonra da hiç duymadığımı tekrarlayınca arkadaşlar:
- Biz hiç müzik dersi okumadık! dediler. Öğretmen kısaca bilgi verdi:
- Tıpkı marşlar, şarkılar, türküler, oyun havaları gibi daha sayısız müzik çeşitleri olduğunu, derslere başlayınca bunları özet olarak okuyacağımızı söyledi. Gene bana dönerek:
- Sen zaten başka bir yol seçmişsin, bunlar akordiyonla çalınmaz, akordiyon dans çalgısı, sen tango, vals, fokstrot, belli oyun havalarıyla, marşları, öteki hafif müzik parçalarını çalacaksın, akordiyon onların çalgısıdır! dedi. Bu kez piyanoyu sordum. Öğretmen:
- İşte bak piyano, keman, klarnet gibi çalgılarla sonatlar, serenadlar, senfoniler çalınır! deyince ben:
- Benim beklediğim piyanoydu ama piyanolar 4 yıldır depoda paslanıyor! dedim. Bunu demek gerekiyormuş, öğretmen:
- Onları yakın zamanda getireceğiz, bundan sonra onların pasları dökülecek! deyip gülerek ayrıldı…. Az sonra da yat zili çaldı. Piyanoların geleceğine bu kez inandım. Gelirse nasıl yararlanacağımı düşlerken uyudum.
17 Ekim 1942 Cumartesi
Hilmi Altınsoy erken uyanmış, nöbetçi olduğu için:
-Uyursam uyanamam! kaygısıyla uyumamış. Sabrı tükenince de kolumdaki saate bakkarken ranzayı sallamış, gözlerimi açınca da özür dileyerek, uykumun açılmasına neden oldu. Saat: 6’45 sessizce çıktık. Zil çalınca ben geri gelip onun işini yapacağım, yarın da o bana yardım edecek. Dersliğe gittim. Az sonra Hasan Üner geldi. Hasan Üner kitabı okumuş. Akşam Müzik öğretmenin anlattıklarını anlattım. Hasan gülümseyerek:
-Öğretmen unutmuş ya da kitabı okumamaış benzer bilgiler kitapta da veriliyor. Öğretmenin anlattığı gibi değilse de benzer bilgiler kitapta geçiyor! dedi. Arkadaşlardan gelenler oldu. Halil Basutçu takıldı:
-Sen o kitabı bile bile aldın, adamı tam avladın! dedi. Halil’e sordum:
-Nasıl oldu bu? Halil:
-E, yani her müzik öğretmeni bu kitabı okumuştur, bir yanıyla müzikçileri ilgilendiriyor! Peki, bunu ben nereden biliyorum? Halil azıcık bozuldu;şaka söylediğini ileri sürmesine karşın ben konuyu deşeledim:
-Kitabı ben senin için seçmiştim. Müzikle ilgisi bilmiyordum. Üstündeki sonat sözünün müzik terimi olduğunu bile bilmiyordum. Nitekim öğretmen sorunca da bilmediğimi söyledim. Neyse kahvaltı zili çalınca tartışmamız kesildi.
Atölyede gene dört kişiyiz. Hava oldukça açık. Müdür Evinin akıntılarını kesmek üzre gittiğimizde Müdür Yarımcısı Talat Tarkan Öğretmen geldi. Evin birinde kendi oturacakmış. Elinde bir kağıt tutuyordu, kağıdı açıp saptadığı eksikleri söyledi. Eksiklerim hemen hemen tamamı bizimle ilgili değildi. Örneğin pencereler yüksek yapılmış. İçerde oturan insanlar dışarıyı rahatça görmeliymiş. Üç binanın da ara kapıları karşı karşıyaymış;kapılar açılınca evin birinden bakılınca ötekinin içi görünecekmiş. Soba delikleri alçak tutulmuş. Bunların bizim kusurumuz olmadığını, planların böyle yapıldığını anlarttım. Talat Tarkan Öğretmen bu kez:
-Biliyorum, bu kusurları ben, sizi bu konuda bilgilendirmek için söylüyorum, yaptığınız işlerde eleştiri yapabilmelisiniz! dedi. Kendisinin öğretmen olmasına karşın büyük inşaatlar yaptırdığını anlattı. Halis Öğretmen gelince onun koluna girerek asfalta dek birkaç kez digip geldiler. Halis Öğretmen dönünce gülümseyerek sordu:
-Talat Bey size neler anlattı? diye sordu. Ben:
-Bize yapı kusurlarını gösterdi! dedim. Halis Öğretmen:
-Kusursuz iş olmaz, insan yapısı tüm işlerin bir kusuru olur. Bunun için ne demişler? “Kadı kızında bile kusur olur! ”Halis Öğretmen bu kez sesli güldü:
-Yok yahu, ben onu sormadım;başka bir söz yokmuydu? diye sorusunu tekrarladı. Merdiveni çekip kiremitliğe çıktık. Kiremitlikte kırık kiremit olmadığı gibi, açılıp devrilen de yok. Bu sızıltı nereden geliyor? Namık Öğretmen geldi, gülertek: “Hayrola, siz kiremitleri mi indiriyorsunuz? diye takıldı. Halis Öğretmen durumu anlatınca Namık Öğretmen, daha önc bizim konuşmalarımızı dinlemiş gibi gülerek:
-O kadar kusur kadı kızında da bulur! olağanüstü yağmurlara hatta kar sızıntılarına kiremit engel olamaz. Biz onu en aza indirebiliriz. Bundan ötesi can sağlığı. Daha iyisini yapacak babayiğitler buyursun yapsınlar! dedi. Merdivenden çıkıp baktı. Halis Öğretmenle bir süre konuştular. Halis Öğretmenin işaretiyle biz de indik. Kiremit altı tahtaları ıslandıkça şişermiş. Şişince de dayanıklığı artarmış. Salih Baydemir gülerek bir ekleme yaptı:
-Altta ıslananlar da zamanla buna alışır, böylece sorun çözülmüş olur. Halis Öğretmen Salih’e baktı, gülümseyerek:
-Değil mi ya? deyip yürüdü. Biz hava açıldı derken gök gürültülü bulutlar geçmeye başladı. Arkasından da iri taneli damlalar geldi. Atölyeye girdiğimizde hava kapkaranlık oldu. Şimşekler çaktı, yakınlarda çatlamalar oldu. Dışarlardaki öğrenciler koşuşarak okula doluştular. Biz atölyede bir süre oturduk. Atölye bir iki yerden akıyordu, bunu biliyorduk. Halis Öğretmen bilmiyormuş:
-Bunu bari önlemeliyiz! deyince Halis Öğretmenin öteki akıntıları durduramamanın üzüntüsü içinde olduğunu anladık. Yağmur açılır gibi olunca öğretmen bizi serbest bırakıp gitti. Bir süre atölyede tezgahlara oturarak bacaklarımızı salladık. Harun Özçelik, Yakup Tanrıkulu, Ahmet Güner arkadaşlarımız revirde yatıyordu, onları gördük. Yakup İyi olmuş, Ahmet’in ateşi varmış, Harun Özçelik’in dişi çıkıyormuş. Çok kalmadan dersliğe gittik. Dersliğe girdiğimden az sonra mandolin grubundan İlyas Özcan geldi:
-Abi, Müzik Öğretmeni seni çağırdı! dedi. Az duraksadım:
-Geliyorum! dedim ama nereye geliyordum ki? Bu kez sordum:
-Müzik Öğretmeni nerede? İlyas:
- Odasında! dedi. “Odası neresi? ” diyerek İlyas’a takıldım. Hamdi Bağ Öğretmenin kaldığı bizim dersliğin üst katındaki küçük odadaymış. Öğretmen kapıdaydı;Gülerek:
- Piyano sevdiğini söyledin, hazır ol, yarın gidip piyanoları getireceğiz. Senin gibi güçlü üç arkadaş seç. , numaralarını bana getir! dedi. Güçlü üç arkadaş:
Sefer Tunca, Arif Kalkan, İsmet Yanar. Üçüyle de konuşup numaralarımızı verdim. Yeni bir uğraş başlayacak. Bu nasıl olacak? Kendi içimden düşler kurmaya başladım. Olayı önemsemez gibi görünerek bir süre elimdeki kitabı karıştırdım. Bu kitap da öteki Tolstoy kitapları gibi varsıl insanlardan söz edecek. Daha bu ilk sayfalardan belli oluyor. Basubadelmevt, Anna Karanina, Harp ve Sulh, Kazaklar hep böyle oldu. Birincide Nehludov(Neklidof), ikincide kont Wronsky , 3. de Prens Andre, Kazaklar’da toprak sahipliği yanında orduda subay Olenin, (Tam anlamıyla Un jeune homme)Bu kitapta da bir mareşal oğlu Pozniçef’le tanışıyouz. Bu da bir Un jeune homme(Moskova sosyetesinin gözdesi-centilmen)Pozniçef de Olenin gibi değişmek istemektedir. Yarını daha doğrusu piyanoları anımsayınca Pozniçef benden uzaklaşıyor. Onun yerine piyano ile Kroyçer Sonatı çalma isteği arkasından da bunu becerip becerememe kuşkusu yerleşiyor. Ya öğretmen Hasanoğlan’da Behire Bil Öğretmenin yaptığı gibi ya akordiyon ya da piyano derse. Bu da yetmez: “Senin akordiyonun var, onunla yetin, piyanoyu başkaları öğrensin! derse! Kendimi iyice sıkıştırdım. “Üstelik bir de gidip getirme zahmetine giriyorum. Öğretmenin anlattığı kemancı durumuna düşeceğim. Kalk Sinanlı köyüne git, koca piyanoyu sırtla komyona yükle, getir bir de burada gösterilen yere yerleştir hatta tozunu pasını sil;sonra da senin görevin burada bitti! ”desinler. Bu dediklerim olmuş gibi üzüldüm. . Neyse İsmet geldi, onu Sinanlı’ya gidecek gruba seçtiğim için sevindiğini söyledi. Çok sıkılıyormuş, bu yolculuk ona iyi gelebilirmiş. Alpullu’ya gitmişken trene atlayıp köye gitmeyi bile düşünmüş ama vazgeçmiş, haftaya cumadan izin alıp gitmeyi kafasına koymuşmuş. Ben İsmet’ten daha sıkıntılıyım ama belli etmedim. İsmet, sıkıntılarını söyleyip beni üzdüğüne üzülürken ben kendi durumumu belli etmemek için oldukça direttim. Öyle kendimden geçmişim ki yarın nöbetçi olduğumu bile unutmuşum. Hilmi Altınsoy: “Abi, yarın sana az iş bıraktım demeseydi nöbet işini unutup gidecektim. İsmet benden önce:
- Arkadaşınla değişirsin deyince Halil gülerek iyi olur, ben zaten pazar günlerinin nöbetlerini seviyorum, deyince sorun kendiliğinden çözüldü.
Yatınca, aklımdan geçenlerin doğru -yanlış taraflarını bir kez daha düşündüm: Düşündüğüm gibi olumsuz bir durum çıkarsa ne olacak? “Bir çok isteğim yerine gelmeyince ne oluyor? O istemediğim durumlara ayak uydurup gidiyorum, bu kez de öyle olur! ”deyip gözlerimi kapadım.
18 Ekim 1942 Pazar
Arkadaşlar yağmurun kesildiğinden söz ediyor. Halil kalktı:
-Tamam arkadaş, ben gidiyorum, sana güle güle, Alpullu’ya selam götür! dedi. Alpullu sözünü duyanlar ilgilendiler. Bekir Temuçin yüksek sesle:
-Hep siz gidiyorsunuz! diye bağırdı. Arif Kalkan da karşılık verdi:
-Hep biz gidiyoruz, bunun nedenini de sen açıkla! dedi. Kimisi bizim şanslı olduğumuzdan, kimisi de hammallığı iyi becerdiğimizden söz etti. Karşılık vermediğimiz için tartışma uzamadı.
Kahvaltıya girerken Müzik öğretmeni sordu:
-Hazır mıyız? Hazır olduğumuzu söyledim. Ahmet Gökay Ağabey de gelecekmiş, onu bekleyecekmişiz. Kahvaltıdan sonra arkadaşlar tarım nöbetlerinin son gününe gittiler. Biz bir süre derslikte bekledik. Kamyondan Ahmet Ağabey inmeyince yolculuğun kaldığını sanıp boynumuzu büktükse de Kazın Usta:
-Ahmet Beyi geçerken alacağız, o bizi Çal Eczanesinde bekliyor! ”deyince üzüntümüz sevince döndü. Kamyona binerken Talat Tarkan Öğretmen geldi. Onun gelmesine azıcık bozulduk ama onun Lüleburgaz’da inmesi bizi rahatlattı. Ahmet Ağabeyi alınca sevinerek önce Türkgeldi’ye, sonra Sarımsaklı’ya el salladık. Kırıkköy yanından geçerken, Gül’ün Köyü diye gösterince Sefer Tunca:
-O güzel kız bu köyde mi büyümüş? ”diye sorunca hepimiz güldük. Ancak, İsmet:
-O güzel mi ki, köylerde ne güzeller var, onları görsen ne diyeceksin? ”diye sorunca Sefer ağzından baklayı çıkardı:
-Sen kendi güzellerine bak, bizim oralarda da köyler var, anlıyor musun sen! deyince Arif içini çekerek:
-Ah, ahhhhh! dedi. Böylece herkesin bir yürek ağrısı olduğu ortaya çıktı. Bu kez Arif bana: -Sen o kıza şakadan takılıyorsun bu belli. Öyle olmasa bize köyü göstereceğine Ah, çekerdin! dedi. Biz ah mah derken Alpullu’daki bahçemiz yanına geldik. Bahçe yerinde gene bahçe var. Üstelik sulamak için büyük tulumba kurulmuş.
Alpullu’da bir değişiklik yok. Okulun karşısındaki binalar aynı sayıda duruyor. Çabucacık Sinanlı’ya vardık. Sinanlı deposuna bu dördüncü gelişim. Arif’le Sefer’in 3. İsmet’in de 2. gelişiymiş. Müzik öğretmeni depoya girince bir:
-Ohooooo! çekti. Ezilmiş kemanları, kırık mandolinleri yığınla nota olduğu belli belirsiz nota kağıtlarını görünce de:
-Vay canına neler yok olmuş burada, kim buranın sorumlusu? diye bir sıra söylendi. Ahmet Ağabey gülerek:
- Kapıları açıp kapama sorumlusu benim ama galiba burada çürüyenlerin sorumluları Ankara’da oturuyorlar. Bizim yazıp çizdiklerimize hiçbir yanıt vermiyorlar. Ancak arada İlköğretim Müfettişi olduğunu söyleyen birileri gelip bakıyor; sonra onlar da kaybolup gidiyorlar! dedi. Öğretmenle ben doğrudan Piyanoya gittik. Piyano tozdan seçilemeyecek durumda. Birden:
- Öteki piyano? diye sordum. Ahmet Ağabey: “O iyice dağıldığından geçen yıl terkin edildi! ”dedi. Müzik Öğretmeni ellerini açarak:
- Yahu piyano terkin edilir mi? Eller yüzlerce yıllık piyanoları kullanıyor. Bari iskeleti kalsaydı, içi nasıl olsa doldurulurdu! ”dedi. Bir süre başını sağa sola sallayarak; çık, çık, çık çekti. Piyanoyu yerinden oynattık. Ağmet Ağabey büyük dolaplar gösterdi. Dolaplarda bohçalanmış giysimsi yığınlar vardı. Onları yuvarlayıp dolapları kamyona yükledik. İkisi yuvarlak biri köşeli üç de masa aldık. On kadar sandalye ile büyük aynalardan üç tane seçip taşıdık. Piyanoyu taşımakta biraz zorlandık. Ağırlığından çok tutmasını bilemediğimiz için biraz uğraştık. İsmet şaka olarak:
- İyi ki bir taner daha yokmuş, kaldıramayacakmışız! deyince öğretmen:
- Bak bak bak, piyano olsunda burada bırakayım, Sinanlı köyünü ayağa kaldırır gene yükler götürürdüm! ” deyince Sefer, “Bunların yenisi satılmıyor mu? ”Öğretmen güldü:
- Bunlar Avrupa’dan geliyor. Savaş nedeniyle yıllardır geldiği yok. Bu durumda bundan böyle de geleceği de olmayacak. Satılık arayanlar, eskiden kalanları onartıp kullanıyorlar! İsmet gülerek:
- Ne var bunda, bizim marangozlar yapamaz mı? deyince öğretmen kapağını açıp tellerini gösterdi:
- Önemli olan sandığı değil, iç düzeni, bu elle yapılacak bir düzen değil! dedi. Kalmış birkaç sıra ile öğrenci dolabını da yükleyip yola çıktık. Sefer Tunca özlemle bakarak:
- Ben belki burasını bir daha göremem! dedi. İsmet’le Arif ise buradan çok geçeceklerini söylediler. Müzik Öğretmeninin tanıdığı bir subay varmış, yarım saat beklememizi istedi. Kazım Usta da bunu bekliyormuş, sevindi. Bu kez de Ayhmet Ağabey gülerek: “Benim de burada bir çaycım var çoktandır onun çayını içemedim, gelin biz de oraya gidelim! deyip bizi, Alpullu’dayken İsmet’le çok gittiğimiz büyük kahveye götürdü. Çaylarımızı içtik. Öğretmen, yarım saat demişti ama erken döndü, arkadaşı Babaeski’ye gitmişmiş. Kazım Usta da arkadaşını kolay bulmuş, birlikte geldiler. Onlar da çaylarını içince yola çıktık. Yolda arkadaşlar değişik konularda konuşup şakalaşırken ben. yerlere dağılmış notalı kağıt yığınlarını düşündüm. Bu eşyaların saraylardan kaldığını söylüyorlardı. Bu notalar da mı saraylardan kalmaydı? Keşke eğilip baksaydım. belki altlarda okunabilek olanları bulunurdu! Kırıkköy yakınından geçerken arkadaşların konu açmasını bekledim ama kimse ilgilenmedi. Lüleburgaz’a yönelince piyanodan yararlanıp yararlanamama kaygım giderek arttı. Okulun önünde durunca öğrenciler çevremizi sardı. Onların yardımıyla eşyalar yerlerine kolayca taşındı. Yalnız piyano bir süre ortada durdu. Öğretmen bir yere gitti az sonra geldi. Bize:
- Arkadaşlar kusura bakmayın, ben size güveniyorum, o nedenle bunu benim odaya gene birlikte çıkaracağız! dedi. Bana da:
- Haydi bakalım, bundan en çok sen yararlanacaksın, seninle ortak kullanacvağız. O nedenle en ağır tarafından biz tutalım! dedi. Birden canlandım, tuşların altındaki boyundan tutarak kaldırdım. Öğretmen:
- Ha işte böyle! deyip bir kahkaha attı. Öğretmenin komutuna uyarak büyük merdiveni rahatça geçtik. İkinci kat merdiveni daraldığından beş kişi tutma olanağı kalmadı. Sefer’le Öğretmen aşağıdan birlikte tuttular. Ben, (Yukarda)önde yalnız, her basamağı ayrı ayrı kaldırarak düze çıktım. Öğretmen gülerek “Şaka söylüyorum sanma, sen bu piyanoda oynamatyı hak ettin! ”dedi. Piyanoyu küçük odaya yerleştirdik. Öğretmen bize teşekkür etti. O henüz notalarını getirmemiş, benim notalarımı istedi. Notaları getirince baktım, öğretmen piyanoyu açmış, yeni gibi temizlemiş eğilmiş alttaki tekerleri siliyordu. Notalı bıraktım. Dersliğe gittiğimde arkadaşlar bana takıldılar:
- Ne yapıp yapıp adamın gözüne girdin! ”dediler. Onlar takılmak için söylediler ama ben kaygılanarak düşündüm:
- Bu nasıl oldu? Ben öğretmene bir şey söylemedim. O kendisi bana:
- Sen bunu hak ettin! dedi. Neydi bana bunu hak ettiren olay? Piyanoyu çıkarırken oldukça yorulmuştum. Son basamağa çıkarken de az kalsın elimden kaçırıyordum. Neyse ki gayret ettim, yüzümün akıyla taşıdım. Arkadaşların konuşmalarını duymazdan gelerek bir süre kendimi dinledim. Yarınki nöbeti anımsadım, yarın nöbette de dinleneceğim. Halil yok, sıraya yayılarak oturdum. Kitabı açtım. Bir süre başına sonuna baktım. Kitabın pek kısa olmadığının ayırdına vardım: 190 sayfa. Neredeyse 200 sayfa. Çok uzun, dediğim öteki iki kitap Babalar ve Oğullar 300 sayfa. Kitaba bir daha baktım. Bu sayfalar bana Pozniçef’i(Posnichev) tanıtacak. Bakalım Pozniçef neler yapacak?
Uzakta konuşanlar var. Sefer Tunca’nın söylediğini duydum:
-Biz Karaağaç’ta 60 vagon eşya yüklemiştik ne oldu onlar? Depoda kala kala bir vagon eşya kalmış! ”dedi. . Az durdum. 60 vagon eşya yükledik mi biz? Bildim bileli bizim okulun eşyaları Sinanlı’daki depodadır. O depo bu kadar eşyayı alır mı? Oradaki eşyaların çürüyüp bozulduğu doğru. O güzelim tabak, çatal, bardakların sandıklardan çıkmadığı da doğru ama bunların vagon sayısıyla pek ilgisi yok. Eşlyaların çokluğundan çok değerlilerinin ne olduğu önemli. Ahmet Gökay Ağabey bir gidişimizde:
-Eğitmen Kursu ile bölüşüldü gibi bir söz söylemişti. Yoksa yazı tura atıp o porselenleri Eğitmen kursuna mı verdiler(?) Böyle düşündüm ama arkadaşların konuşmalarına katılmadım. Sefer Tunca arkadaşın yanlış anımsamış olabileceğine üzülürken öteki arkadaşlardan vagon sayısını 80'e çıkaranlar oldu. Onu da düşündüm. Biz Alpullu'ya çok uzun bir trenle gelmiştik. O trenin tüm vagonları bizim olurdu da olmazdı da. Çok gerilerde kaslmış bir anı.
Akşam yemeğinde müzik öğretmeninin benim için söyledikleri tekrarlandı. O sözlerin birer şaka olabileceğini söyleyip geçiştirdim. Geldiği gün elimden akordiyonumu verdim, dilediği gibi kullanıyor. Okul akordiyon alana dek de kullanacak. Bu nedenle öyle konuşmuş olabilir. Piyanoyu odasına yerleştirdi. Ben gidip nasıl çalışabilirim ki? Olsa olsa öğretmen bir yere gittiğinde odanın anahtarını verirse çalışabilirim. . Böyle bir çalışma da benim için yarar sağlamaz. Çünkü ben çok çalışırsam başarılı olabilirim. Bunu çok denedim. Yusuf Zeybekleri çalışırken gördü;onun iki üç kez görüp kavradığını ben en az on kez tekrarlayarak ancak kavrayabildim! deyince Yusuf:
-O kadar da değil falan dedi ama, benim gerçek düşüncem de böyleydi. Öğrenirken ağır öğreniyorum ama öğrenince de hiç unutmuyorum. Öteki derslerde de bunu denedim. Halil Basutçu bizim masaya geldi, yeni öğrencilerin tamamına yakını gelmiş. 6 masa doldurduklarına göre 60 kişi olmaları gerekir saymadım ama masalar onu göstertiyor! dedi. Kızlar, Yusuf’un dediği gibi 6 değil 7 olmuş. Yusuf:
-Ben o iddiadan vazgeçtim, lütfen beni karıştırmayın. Halil önceki tartışmaları bilmediği için kendi, sözünden gocunduğunu sanarak Yusuf’a sordu:
-Ben seni gücendirecek ne söyledim ki? Arkadaşlar açıkladılar. Halil rahatlamış olarak ayrıldı. Dersliğe giderken keman çalan Doğan Güney yanıma geldi, piyanoyu sordu. Müzik Öğretmenin odasına konduğunu söyleyince üzüldü. O da piyano çalmak istiyormuş:
-Piyano çalmak çok kolay, basıyorsun çok rahat ses çıkıyor! dedi. Hidayet Gülen Öğretmen onlara kitap dağıtmıştı;Öğretmen Hulusi’nin yazdığı Müzik Kitabı, onu sordum. Kendisinde yokmuş ama arkadaşlarında varmış:
-Ben bulurum! deyip gitti. Az sonra da elinde bir kitapla geldi;istediğim kitabın yeni baskısı. Kısa zamanda geri vereceğimi söyledim. Doğan, kendi kitabıymış gibi:
-İstediğin kadar kalabilir! dedikten sonra bir de açıklama yaptı:
-Arkadaşı kitabı açıp bakmıyor bile, ağabeyi getirdiği için sahipleniyormuş. Kitapta notaların olduğunu biliyordum. Onlara bir kez daha baktım, kısa kısa parçalar. Beethoven’den Mozart’tan, Haydn’dan diye belirtiyor. Sonat, Serenad(Serenadları Süheyla Öğretmen öğretmişti;Serenad gibi bir de Obad’dan söz etmişti. Biri akşam şarkısı, biri gece ya da sabah şarkısıymış)Senfoni, Marş gibi daha bir çok ad sıralanıyor. Çalgılar da oldukça çok. İşin ilginci benin akordiyonun bu kitapta adı bile geçmiyor. Behire Bil Öğretmen haklı mı ne! Bunca çaldı arasında akordiyonun olmaması beni şaşırttı.
Halil nöbetten gelince kimi gözlemlerini anlattı. Yeni öğrenciler genellikle küçükmüş. Geçen yıllardaki gibi(Onun sözü) irili ufaklı değilmiş. Ürkek ürkek bakınıyorlarmış. Ben öğrencilerden çok yeni öğretmenleri merak ettiğimden öğrenci üstüne söylenenleri önemsemedim. Halil, özellikle mutfaktaki temizlikten yakındı: “
Aşçı bildiğimiz o titiz adam değil, işi el ucuyla tutuyor, o da gidici galiba! dedi. Müdür Yardımcısı Talat Tarkan gelmiş, bir konuda eleştirir gibi bir tavır alınca aşçı:
-Benden bu kadar, verilen bu malzemeyle bundan farklı bir şey yapılamaz, yapan varsa buyursun! demiş. Talat Tarkan Öğretmen gülerek:
-Peki, peki, pekiiii! ”deyip gitmiş. Halil:
-Bunları sormana gerek yok yarın sen de benim gördüklerimi kendi gözlerinle göreceksin! dedi. Kitabı karıştırmayı sürdürdüm. Bu kitabın eskisini Hidayet Gülen Öğretmen bana vermişti. Yazanı Muallim Hulusi olarak gösteriyordu. Bunda Öğretmen Hulusi Öktem yazıyor. Bir süre bunu düşündüm. İlkokula başladığımda öğretmenlere muallim, öğrencilere de talebe deniyordu. Köy okulunu bitirdikten iki yıl sonra 4. sınıfa gittiğimde muallimler öğretmen, talebeler de öğrenci olmuştu. Şimdiki okuluma geldiğimde ise derslerin adlarının, kitaplarda geçen bir çok sözün değiştiğini gördüm. Şimdi kullandığım sözlerin eski karşılıklarının çoğunu unuttum. Özellikle matematik, dilbilgisi sözleri aklımdan iyice silindi. Dılı, zaviye, müselles müstatil, münhani, şibimünhani, münkesif, mütevazüladla…. . Fail, meful, ıstıla, siga, mefhum, nida, sözleri sorulsa bir süre düşünmeden yanıtlayamam. Hele bizim küçük takımı dedeklerimiz, bunları duymamamaları bir yana söyleyemezler bile. Bizim köyde şimdilerde herkes öğrenci diyor. Çok yaşlılar kimi zaman konuşurken talebe deyiverirse de düzeltip öğrenciye çeviriyor. Buna karşın kimi öğretmenler hala talebe deyip geçiyor. Örneğin bizin eski Askerlik Dersi Öğretmenimiz olan Yaşar Binbaşı sürekli talebe deyip durmuştu. En ilginci de Lüleburgaz Maarif Memuru (Milli Eğitim Memuru) olan arıcılık öğretmenimiz Mehmet Salih Arı Öğretmen sürekli talebe demektedir. Halil bu bakımdan hoşgörülü:
-Olsun ne var bunda? O da söylensin bu da! diyor. Onun bu tavrına diretecektim. Zil çaldı, bu kez kurtuldu ama bir başka zaman kolay bırakmayacağım. Çünkü bu konuda Fikret Madaralı Öğretmenin unutmamamız gereken övütleri yanında tembihleri de vardır. O bunları konuşurken başını en çok sallayarak uyacağını belirten Halil’di. Bunu o zaman aramızda konu yapıp gülüşmüştük. Fikret Madaralı Öğretmenin bu konuda özel bir uyarısı da olmuştu. Bir gün anlattığı bir konuyu sessizce dinlemiştik. Öğretmen anlatırken elimizde olmayarak kimi zaman hepimiz başımızla olumlu olumsuz sözlerde öğretmene bakışlarımızla uyuyor, olumlu zaman gülümseyip kimi zamanla da başımızla onaylıyorduk. Halil bunu daha belirgin yaptığı için öğretmenin dikkatini çekmiş. Gene böyle bir gün Fikret Madaralı Öğretmen sözünü kesip Halil’e :
-Şimdi ben ne söyledim! diye sormuştu. Halil yanıtlayamayınca öğretmen hepimize övüt verdi: -Karşınızda konuşanların anlattığını iyice anlamadan, anlayıp benimseyip benimsemeyeceğinizi iyi seçmeden doğru saymayın. Kendinizi buna alıştırısanız yaşamınız boyu böyle yaparsınız. Bu alışkanlık kötü bir alışkanlık olur, sizi düşünceden uzaklaştırır. Düşünmek bir zihin etkinliğidir. İnsan zihni de onu taşıyan gibi yorgunluktan kaçmaya çalışır. Giderek de zihinsel kaçamak başlar. Zihninizi zora koşmazsanız, her söyleneni olduğu gibi almaya başlarsınız. İşte o zaman kafanız, bir şeye benzetmek gerekirse yemini yemekte olan akların yem torbasını silkelediği gibi başınızı sürekli kaldırır indirirsiniz. Torbasından başına sallayarak yemini yiyen bir at gördükçe bu sözü anımsayın, kendinize bu soruyu sorun: “Yemini yemeye çalışan bir atla bilgilenmek isteyen başınız arasında bir fark var mı? diye kendinize sorun! ”demişti. Bu olayı uzun süre konuşmuş, bir birimize takılmıştık. Halil de benim gibi bu olayı unutmamıştır.
Yatınca hem bunu düşündüm, hem de üzüldüm. Fikret Madaralı Öğretmen gitti. Hüsnü Yalçın adresini bulacaktı;kaç gündür tınmadı. En iyisi Ahmet Gökay Ağabeyden almak olacak. Kurda sormuşlar, “Boynun neden kalın? ”O da:
-Kendi işimi kendim görürüm! demiş.
Yatınca gene çok şeyler, hızla aklımdan gelip geçti. İçlerinden bir bölümünü geri itekledim. Piyano son olarak takılı kaldı. Yıllardır, “Piyano! ” dedim durdum. İşta geldi piyano, belki de hiç aklından geçirmeyenler oturacak başına;bense, çok istemiş olmakla kalacağım. Gene de hiç değilse rüyamda çalmak isteğiyle gözlerimi kapadaım.
19 Ekim 1942 Pazartesi
Zilden önce uyandım. Halil de uyanmış:
-Nöbetçi dediğin öyle olur! dedi. Ben de:
-Kendi nöbetim olsa böyle titiz davranmam ama senin yerine tutacağım için dikkatli olacağım! Halil onun için de:
-Gene farklı düşündün, ben böyle bir ayırımı hiç aklımdan geçirmedim! dedi. Hiç aklımdan geçirmemiş olmama karşın birden bir başka örnek verdim:
-Bak benim şansıma dün hiç kız möbetçi yoktu, göreceksin bugün kız nöbetçi olacak! dedim. Halil buna da:
-Bak ben onu da hiç düşünmedim! deyip güldü. Birlikte çıktık yemekhaneye gittik. Öteki çocuklar hep gelmiş. Halil güldü, ben söylemiştim ama başka kaygılarla söylediklerimi unutmuştum, Halil gösterdi:
-Haklıymışsın! dedi, güldü. Ama sen bunu akşamdan öğrenmişsindir, bu kadar da olmaz! deyince gözüm takıldı. Mustafa Saatçı arkadaşın SS’si nöbetçi, gülerek geldi: “Günaydın! ”dedi. Halil’e takıldım: “
-Hadi gel bugün de nöbet tut! Halil: “
-Sen onu İmama söyle, çok sevinir! Talat Tarkan Öğretmen geldi. Masaları dikkatli dikkatli izledi. , gitti. Hani bu işi Eğitimbaşı yapıyordu? diye sordum. Eğitimbaşı evini getirmeye gitmiş, bugün yarın gelecekmiş. Bugün de onun evi hazırlanacakmış. Zil çalınca öğrenciler çok düzenli olarak kapıdan girdiler. Talat Tarkan Öğretmen dün sormuş:
-Kapıdan düzenli girersiniz , sıra yapmayız, düzeni sağlamazsanız, yağmur çamur dinlemeden sizi bu kapıdan sıra ile alırım! demiş. Çocuklar düzenli gireceklerine söz vermiş. Kahvaltı süresince fazla gürültü de olmadı. Bizim masaya uğradım:
-İmam sana çok kızdı! dediler:
-Hastayım, gelsin yerime nöbet tutsun! diye haber gönderdim. . Mustafa çıkarken teşekkür etti. Sevim’i dikkatle izledim. Onun bizim konuştuklarımızdan kesinlikle haberi yok. Biraz olsun bilgisi olsaydı, kesinlikle Mustafa’la konuşurken yüzünde değişme olurdu. S ‘nin yüzünde böyle bir değişme olmadı. Kızcağızın hiçbir şeyden haberi yok. Kahvaltıya birlikte oturduk, mandolin grubundan tanıdığım İlyaz Özcan da nöbetçi. Piyano olayını anlattım. S de müzik seviyormuş, dikkatle dinledi. Bir çalgı çalmayı çok istiyormuş. İşin ilginci, birlikte çalışmayı çok istiyor. Erkek-kız seçme gibi bir düşüncesi kesinlikle yok. Ben kızların çoğuyla bu konuda konuştum. Örneğin N açık açık:
-Ben erkek arkadaşla nasıl çalışayım? demiştir. Örneğin Feride de geçen yıl Zeybek öğrenmek istediğinde Yusuf Asıl oyunları en iyi bilen arkadaşımız, birlikte oynar öğrenirsin! dediğimde:
-Aaa! ben erkek arkadaşla nasıl oynarım! diye yepki göstermişti. S de böyle bir tepki yok. Piyano öğretmenin odasında, kimi çağırırsa o gidep çalışacak! dediğimde S:
-Beni çağırmasını isterim! diyebilmiştir. Bence bu, onun içinde kötü bir duygunun olmadığını göstermeye yetmektedir. S aynı zamanda çok çalışkan bir arkadaş. Her işe istekle koşuyor. Arkadaşları çok kitap okuduğunu söylediler. Kitap konusunu ayrıca açmayı planladım. Okuduğu kitapları öğrenince daha rahat bir değerlendirme yapabilirim. Papates yemeği için patates soyuldu. S patates soyma yöntemleri üzerine açıklamalar yaptı. Patates soymaya hevesliler çok olduğundan ben geri çekildim. Onların işi de oldukça uzun sürdü. Müzik öğretmeni beni çağırdı, gittim. Odasında bir yabancı vardı. Daha doğrusu yabancıyı ben Evrensekiz’e gittiğimde görmüştüm, Eğitmen Kursu yöteticilerinden biri olarak göstermişlerdi. Akil Mengü, İlköğretim Müfettişiymiş. Ahmet Korkut Öğretmenimin arkadaşı olduğunu söylemişti. Piyano çalıyormuş. Kırklareli Ortaokulu Müzik Öğretmeni Selahattin Yücesoydan söz ettiler. Tanıdığımı söyledim. O da gelecekmiş. Müzik Öğretmeni:
-Ne yapalım, bu piyanoyu canlandırmak için tüm Trakya’yı ayağa kaldıracağız! dedi. Mengü gülerek:
-Bir de Tümene duyuralım, orada bundan anlayan birileri olabilir! diye öneride bulujndu. Bir süre onları dinledikten sonra, içimden kendime sordum:
-Ne konuşuyor bunlar? Piyanoysa işte piyano. Üstelik öğretmen pırıl pırıl silmiş, yeni gibi. Öğretmen içimi okumuş gibi piyanoya oturdu çekiçlemeye başladı. Tencere kapaklarına vurmuş gibi sesler çıktı. Ben de şaşırdım. Öğretmen:
- Ya işte böyle, biz neyle uğraşıyoruz sen de bil! ”dedi. Sonra da akordiyonu alıp sesleri sıraladı. Beni piyanoya oturttu. Siyah beyaz tuşlar aynı sıralardır, do'yu bul! dedi. Doyu buldum. doya vurdum, öğretmen akordiyondan do sesini verdi. Hiç ilgisi olmayan sesler. Hevesli olduğumdan hepsine dokundum. Gerçekten acayip bir durum. Öğretmen anlattı: “Bir iki tel olsa ben yapacağım ama tüm teller bozulmuş, ayrıca paslanmış, gersek kopacaktır. Akil Mengü:
- Sabredin Selahattin bugün yarın gelecektir, o yarı yarıya işinizi görür! ”deyip ayrıldı. Öğretmen bana:
- Sen de göresin, diye çağırdım. Ama umutsuzluğa düşmek yok, çaresini bulacağız. Ben buraya piyanosu var diye geldim, yoksa gelmezdim. O nedenle geç de olsa bu iş olacak! deyip beni umutlandırdı.
Yemekhaneye dönünce aynı durumu arladaşlara özellikle anlattım. S benim sevincime katıldı. İlginç bir konuşma şekli var. Beden küçük olmasına karşın ablama benzer yanlar sezdim. Saçları dökülüyor. Sık sık saçlarını kaldırması, elinin sürekli saçlarında olması, onları toplayın kulaklarına takması, konuşurken , özellikle gülerken başını kaldırım, saçlarını gene düşürmesi(Kasıtlı düşürüryormuş gibi)gene eliyle toplayıp kulaklarını takması, bu arada anlattığı sözlere önce kendisi gülmesi gözümden kaçmadı. Yüzü de oldukça güzel. Kesin kanım:
- S. ile Mustafa Saatçı ile uyuşamaz. Mustafa çok konuşan, şakacı, söz üreten, yakıştıran biri. S öyle değil, o karşısındakini incitmemek için kendini tutan biri…. . Birden kendimi suçladım, bu nöbeti değişmeseydim Halil burada olacaktı. S ile Halil bir birlerine benzeyen yaratılışta insanlar. Belki de burada konuşurken bunu anlayıp bir biriyle ilgileneceklerdi. Hakkım olmayan bir yoruma kalkıştığım için kendime:
- Burada dur! Senin yapmak istediğini varsın onlar kendileri yapsın, “Taşıma suyla değirmen dönmez! ”demişler. S sordu:
- Akordiyonun ne oldu? Çalmıyorsun! Akordiyonu geçici olarak Müzik Öğretmene verdiğimi, okula yeni akordiyon alınınca geri alacağımı, bu arada akordiyonu vererek piyano hakkı almaya çalıştığımı anlattım. S gene katılarak güldü, gülerken saçlarını, başını sağa sola eğerek attı. Gülesim geldi;bir eliyle saçını alıp kulağına takıyor, başını öbür tarafa çevirince saçlar gene dökülüyor. Başı durmadan bir sağa bir sola gidip geliyor. Böylece yürürken iki tarafı saçlarla örtülüolduğu için tam görülemeyen yüz iyice açılmış oluyor. Saçları da güzel renkte, samur saçlar. Dün Sinanlı’ya gidişim bu bakından daha iyi oldu. Gerçi oldukça zorlanarak piyano taşıdım ama, dün gitmeseydim. S’yi bu denli yakından tanımayacaktım. Geçmişte de bir nöbette buluşmuştuk ama o zaman böyle ortak bir konumuz olmamıştı. Ya da o bana bu denli yakınlık göstermemişti.
Öğle yemeğinden sonra öteki kızlardan da gelenler oldu, Sıcak sularla birşeyler sildiler, birşeyler sıvadılar, ellerindeki bezleri sertleşitirdiler. Yeni gelen öğretmenleri çok sertmiş. Pesent ılgaz. Pesent’in anlamını sordum. Gül: ”Se
- Sen onu bilmesen sormazsın. Bildiğine göre niçin soruyorsun? Bildiğini bildiğimiz için niçin söyleyelim? “Bu soruları soran kitabı geçen yıl ben de okumuştum! ”deyince bu kez de:
- Senin geçen yıl okuduğun sınıfta biz de okuduğumuza göre senin bildiklerini niçin bilmeyelim? Güldüm:
- Yakın köylü hemşerim, birimizin tüm bildiklerini ötekimiz de bildiğine göre karşı karşıya geçip konuşmalayım mı demek istiyorsun? Güldü. “Hayır hayır, birimizin bildiği, ötekimizin bilmediklerini konuşalım daha iyi olur! ”demek istiyorum! . Sözü uzatmak istemiştim ama arkadaşı Sakine elinden tutup çekerek götürdü. Gül gidince Sevim:
- Ay şaştım, o kimseyle böyle konuşmaz bu nasıl oldu? diye sordu, yakın köylü olmanın verdiği güvenle konuştuğunu sanıyorum salt şimdi değil ilk yıllardan bu yana biz böyle konuşuruz! deyince:
- O biraz nazlıdır, herkesle konuşmaz! diye küçük bir çekiştirme yaptı. Sonra da benim konuşturma yöntemimi övdü:
- Ben de biraz Gül gibiyimdir, konuşturan olunca konuşurum da kendilimden bunu yapmam. Belki de yapamadığım için yapmıyorumdur! diye yorumladı.
Akşam yemeğini zamanında hazırladık. Talat Tarkan Öğretmen gene geldi, önce mutfağa girdi, patates dilimlerinin daha küçük kesilip kesilemeyeceğini sordu. Patates stoklarımız nasıl? dedi. Stok sözü bize yabancı geldi. Bakışınca anladı, kendisi açıkladı: Depodaki patatesler! dedi. Hemen hesapladı. “Bu duruma göre 15 günde bir patates yiyebileceğiz! ”dedi. Kamil Varlık duramadı:
- Mercimek kaç günde bir olacak? Talat Tarkan Öğretmen kahkahayla güldü:
- Ben patatesi sevdiğim için onu hesapladım, sen mercimeği sevdiğine göre onu da sen hesapla. Hepimiz güldük. Kamil galiba şakayı anlayamadı;telaşlanarak:
- Hayır, asla sevmiyorum öğretmenim! deyince:
- Talat Tarkan Öğretmen:
- Biliyorum, anladım yavrum. Ancak ben, stokta ne kadar mercimek olduğunu bilmeden bir şey söyleyemem. Patatesin başka bir özelliği var. Patates benim geldiğim Adapazarı halkının vazgeçilmez gıdasıdır. Benim de kişisel sevdiğim bir kışlık yiyecektir. Bu nedenle ölçülerini ezberlemişimdir, bilirim. O nedenle söyledim. Sen de mercimek, fasulye türü yiyeceklerin styok durumlarını öğren, gel birlikte hesaplayalım! dedi. Kamil dikkatli dikkatli bakarken Talat Tarkan Öğretmen Kamil’in saçını çekti, gülerek:
- Benim oğlum da mercimeyi sevmez ama saçlarını uzatmak için görmeyeyim diye benden kaçırmakta büyük başarı gösterir! dedi. Bu söz üzerine elimizde olmayarak ellerimiz başımıza gitti. Gene güldü:
- Anladım, içinizde mercimek seven yok! deyip ayrıldı. Talat Tarkan Öğretmen gidince herkeste bir rahatlama oldu:
- İyi öğretmene benziyor, ne dersi okutuyor acaba”Müdür yardımcılarının dışarda, çarşıda pazarda işleri çok olduğundan derslere girmiyormuş. Daha önce Hüsnü Baykoca, sonra İlhan Görkey Öğretmenler de derse girmemişti. Ömer Uzgil örnek verildi. Ömer Uzgil zamanınsa 80 öğrenci vardı, şimdi öğrenci sayısı 300’ü geçti. O zaman 6-7 öğretmen vardı şimdi öğretmen sayısı da 20’yi çoktan aşt;. deyip kestik. Dağılarak masaları düzenlemeye başladık. Gözüm hep S’ye kaydı, hiç değişmeyen bir tavır içinde herkesten çok iş görme çabası içinde durmadan çalıştı. Zil çalmak üzereyken büyük binaya gittiğini gördüm. Az sonra soluk soluğa döndü. Sormak aklımdan bile geçmiyordu kendisi söyledi, kendi öğretmenlerine sormuş, yeğe geleç mi yoksa yemeğini getirsinmiymiş. Öğretmen geleceğini söylemiş. Öğretmen gelince çevresinde dört döndü. Pesent Öğretmen S’den farklı değil belki kilosu az bile. Müzik Öğretmeni de yemeğe geldi. O çok neşeli. Bağıra çağıra konuşuyor. Bir gün ava gitmiş, akşama dek dolaşmış, attıkları hep karavanaya gitmiş. Bir başka zaman balık için denize açılmış, balık tutmak şöyle dursun tek bir balık görememiş. Bunları anlatıyor, sonunda da kendi sözüne kendi gülüyor. Pesent öğretmen bir ara müzik öğretmenine bir şey söyledi. O bu söze de bir kahkaha patlattı. Onu duyamadık. S. Çok yakınlarındaydı, onlar gidince sordum, “Pesent Öğretmen:
- Avcılar, yaptıklarını çoğaltarak söylerler, siz azaltıyorsunuz! demiş. Müzik öğretmernin yanıtı ise:
- O eskidendi şimdiki avcılar yaptıkları saklıyorlar. Çünkü dinleyenler bir hayvanları koruma konusu ortaya atmışlar, kendileri akşam sabah köfte kebap yedikleri halde canlı öldürmenin günahından söz ederlermiş. Onların zırıltısını dinlememek için bir ton bile balık tutsa tutamadığını söylemeyi yeğlermiş. Bizim nöbetçi gurubu topluca:
- Vay açıkgöz vay! dediler. Yemekten sonra gene elbirliği ile masaları toplayıp temizledik. Tüm arkadaşlar, hoş bir nöbet geçirdiklerini söylediler. Ayrılırken S biraz sıkılır gibi bana:
- Bugünkü nöbetim geçmiş tüm nöbetlerimden güzel geçti. Çok şeyler de öğrendim, bir başka nöbette de buluşmayı dileyerek bekleyeceğim! dedi. Gene gülümseyip saçını kulağına takınca bu kez ben de dayanamadım:
- Ben de seni yakından tanıdığım için sevindim;benim ablam da böyle senin gibi saçını eliyle düzeltir, onu anımsattın. Güldü ablamın yaşını sordu. Ablamın S kadar kızı olduğunu söyleyince de bu kez kızının adın, boyunu, saçının rengini sordu. Hiç bir duyguya kapılmadan bir arkadaş olarak S’yi sevdim. Derslikte onun üstüne söz söyleyen olursa nasıl davranmam gerekeceğini düşünmeye başladım. Dersliğe gider gitmez bu konuda konuşanlar olacağını biliyordum. Hazırlıklı olarak gittim. Beklediğim olmadı, derslikteki haberler daha önemliymiş. Eğitimbaşı yarın, Okul Müdürü de öbürsü gün geliyormuş. Böylece iki yeni öğretmen daha gelmiş olacakmış. Müdür Beyin eşi resim derslerine, Eğitimbaşının eşi de Türkçe derslerine girecekmiş. İsmet gene bir fit attı:
- Dayı sen bayan öğretmenlere karşı dikelirsin ama bunlara yumuşak bakmak zorundasın! dedi. Bu söze gülenler olunca düzeltme yapmak zorunluğunu duydum:
- Ben kime karşı dikeldim? Beden Eğitimci Rukiye Dökmen için söylüyorsan yanılıyorsun. Ona benim karşı koyuşum, benimle ilgili değildi. O hepimize küçültücü sözler söylemişti. Siz o sözleri benimseyip yuttunuz, ben reddettim. O da bana uzun süre bunun için yan baktı. Siz kendi korkatlığınızı unutup beni geçimsiz gibi görüyorsunuz ama gerçek başka. Bu gelecekler içinde de beni incitmeye kalkanlar olursa yanıtlarını alacaklardır. Biraz beklerseniz, yıllar sonra bana gene . “Öğretmenlere karşı dikeldi! ” dersiniz. Yaşar binbaşı için de bir çok şey dediniz ama yaşar Binbaşı sonra bana çok güvendi!
Yat zili çalınca tartışma yarım kaldı. Ancak İsmet’in sözüne gülenlerin tavırlarını görünce bu sözün burada kesilmemesi gerektiğini düşündüm. Yatınca bir süre geçmişi etraflıca anımsamaya çalıştım. Sonra İsmet’in bunu bana niçin söylemiş olacağını bulmaya çalıştım. Geçirdiğim güzel nöbeti anımsayarak özellikle S’yi düşünerek insanların karşılıklı anlaşabilmeleri için iki tarafın da iyi niyetle yaklaşmaları gererktiğini, tek taraflı yaklaşımla içtenlikli ilişki kurulamayacağına iyice inandım. Hele insan kendisi iyi niyetle yaklaşmazsa kimsenin gelip ona yaklaşmayacağının bilincine iyice vardım. Bunu çoktandır biliyordum ama bugün S, bunu bana unutmayacağım bir sıcaklıkla anlatmış oldu. Ellerinin saçlarıyla oynamasını söyleyince gülüşü o kadar candandı ki, güvenli yaklaşımı bu denli hiçbir söz anlatamaz….