Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

15 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Kitap Okumaya Dönüşüme Neden Olan Özendirici Kitap Tanıtma Yarışı

 

 

3 Şubat 1945 Cumartesi                  

 

Uyanır uyanmaz gene kar kış sözü duymama karşın Ankara’ya inme isteği nedeniyle söylenenleri duymazdan geldim. Tren gelirse neden gidilmesin? Arkadaşlardan gelmeyen olsa bile ben giderim. Böyle düşünürken Doğan geldi:

-Kalkar kalmaz dışarı çıktım, hava baya düzelmiş! deyince sordum:

-Sahi mi? Doğan, başını sallayarak:

-Vallah! dedikten sonra da tamamlayıcı sözler söyledi; “Yağış yok, rüzgâr dinmiş!”

Birlikte çıktık.

Cumartesi günleri kahvaltı, biraz ayaküstü oluyor. Konsere giriş, her günkünden daha titiz bir kılık kıyafet gerektiriyor. O nedenle hepimiz kendimizi biraz toparlıyoruz. Bu da öteki arkadaşlar için bir şakalaşma konusu oluyor:

-Müzikçiler gene aynalara dizilmiş? Gerçekten arkadaşlar aynalara bakarak şakalaşıyorlar:

-Nihat Şengül, Charles Boyer, Kâmil Yıldırım, Clark Gable. Saçlar bir süre onları oyalıyor. Öteki arkadaşlarda böylesi bir canlı benzeme tutkusu yok ama elde tarak aynalara yaklaşılıyor. O nedenle ancak tren beklerken buluşuyoruz.

             

                      Charles Boyer                                Clark Gable

 

Bugün de öyle oldu. Şakalaşmalar sürdü:

-Vay, sen de geldin mi? Ve var yani senin gittiğin yere ben gidemez miyim? Karşılık:

Doğrusu senin gittiğin yere ben gitmek istemem! Bir başkası:

-Bak o konsere gidiyor, sen vazgeç bu işten:

-Yok arkadaş, sözümüz konser dışı! Konser bizim için en önemli ruhsal gıdamız! Keh, keh, keh! gülüşler.

Havanın soğukluğundan olacak tren sanki bizim için gelmişti, sere serpe oturduk. Yıldızlar sınıf arkadaşlarıyla sinemaya gitmeye karar vermiş, Betty Grable’nin müzikli bir filmi varmış. Buna da sevindim, Bakanlığa uğramak istiyordum, varsa Varlık Dergilerini alacağım. Orada da yoksa kitapçılara bakacağım.

Ankara Hasanoğlan’a göre daha ılık geldi. Yorumlar yapıldı:

-Hasanoğlan karlı dağlara yaslanmış, rüzgarlar at oynatıyor. Ankara ise insan yapısı duvarlarla örülü. Ne de olsa içlerindeki sıcaklık sokaklara taşıyordur.

Konservatuvara fazla titremeden girdik. Faik Öğretmen bizi bekliyormuş, gülerek karşıladı:

-Müzik işte böyle bir mıknatıstır, soğuk sıcak dinlemez, insanı çeker! Arkasından da güldü:

-Tabii mi müzikseveri çeker. Mıknatıs da öyle değil midir, paslanmış ya da özelliklerini kaybetmiş metalleri çeker mi? Öğretmen böyle dedi ama arkasından da:

-Aman aman, böyle konuştuğumuzu duymasınlar, mıknatısın çekemedikleriyle cebelleşmek bizim harcımız değil!

Faik Canselen Öğretmen elindeki kağıda bakıp Handel, Beethoven, Schumann! Bakın bir barok, bir klasik, bir romantik. Arayıp da bulunamayacak bir program. Hem de ekollerin hasları seçilmiş. Handel- Su Müzikleri, (Water Music),Beethoven- Egmont Uvertürü, Schumann-Piyano Konçertosu...

Handel’den başlayalım. Handel, üç büyük Alman bestecisinden biridir. Çok ilginçtir, bu bestecilerin üçü de hemen hemen aynı yıllarda doğmuştur. Bunların doğum tarihlerini unutmamak için bizi de çok ilgilendiren bir olaya bağlarım. Sizler de öyle yapın, kolay unutmayı önler. Biliyorsunuz bizim Avrupalılara karşı ilk büyük yenilgimiz 2. Viyana Bozgunu diye andığımız olay 1683 yılındadır. Osmanlı’nın makûs talihi olarak anılan ilk en büyük bozgun! İşte bu besteciler 1685 yılında doğmuşlardır. Başta Büyük Bach olmak üzere, Handel, Telemann. Telemann, bizde pek anılmaz ama eser çokluğu bakımından o, hepsinden öndedir. Onun beste sayısını üç binin üstüne çıkaranlar vardır. Bach’ın bin yüz eseri var, deyip geçiyoruz. Onun eserleri tasnif edilmiş. Handel de ondan geri kalmaz. Ancak Handel, Bach kadar şanslı değildir. Daha doğrusu o şansını kendi riske sokmuş. Memleketi olan Almanya’yı terk edip İngiltere’ye gitmiş. Gidiş o gidiş bir daha geri dönmemiştir. Sizin anlayacağınız Handel bizim bir sözümüze göre “İki cami arasında bînamaz!” durumuna girmiş. İşte bu durumu anımsatan eserini bugün dinleyeceğiz.

 Handel, Almanya’nın Hamburg kentinde yaşar. Ünü bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Şöhretler kimi zaman şöhret sahibi kimseleri mağrurlaştırır. Handel de şöhretinin doruğunda olduğu bir sıra Hamburg Kontu (Gerçekte Hanover olacak!) ya da en yetkili kişisiyle anlaşmazlığa düşer. Sonunda Konta karşı restini çekip gider Londra’da yaşamını sürdürür. Ancak gururu Handel’e bir oyun hazırlamıştır. Hamburg Kontu, (Bunun adı başka da olabilir) İngiltere Kralı seçilir. İngiltere yeni Kralı Londra’ya gelince Handel’in fiyakası bozulmuştur. Yeni Kral, sık sık, eldeki müzikçilerle Tayms(Times) Nehrinde sandal sefaları yapar. Tam Handel’in sevdiği bir ortam. Ancak onu arayan soran olmaz. Kral’ın, Handel’in Londra’da olduğunu bilmesine karşın arayıp sormamasından, kendisine karşı bir düşmanlığı olmadığı kanısına varan Handel, varını yoğunu ortaya döküp Kral’ın Müzik gösterilerine benzer bir düzen kurduktan sonra da oturup bugün dinleyeceğimiz müzikleri besteler. Müzikler, değişik melodilerden oluşur, ancak bir bütündür. Süit denilen bir tarzdır. Öteki bestecilerin de bu tür denemeleri vardır. Birbirinden farklı olmalarına karşın şekilsel bir benzerlik kurulabilir. Örneğin Bach’ın Brandenburg konçertoları, Vivaldi’nın Mevsimleri bu tür denemelerdir. Vivaldi’nin mevsimlerinden biri söz gelimi İlkbahar’ını ayrı çalabilirsin. Bach’ınkiler de öyle, altısı birden çalındığı gibi, biri ya da ikisi ya da üçü çalınabilir.

-Ne demiştik; Kral’ın bir müzikli gezisi sırasında Handel’de bir yandan müzikli su gezisini yapar. Handel’in müziğini duyan Kral çok hoşlanır. Önce Handel olduğunu bilmeden müzikten çok hoşlanmıştır. Handel olduğunu öğrenince de eskileri unutmuşça (Belki de sahiden unutmuştur.) Handel’i çağırtır, onu gene sevdiğini söyleyip eski yakınlığını gösterir. Faik Öğretmen gülerek:

-Masalcılar gibi anlattım, bari masalcıların deyişiyle keseyim:

-Onlar ermiş muradına bizler.......konumuza devam edelim! Su Müziği olarak Müzik Tarihi’ne geçen ünlü bir eseri dinleyeceksiniz.1.2.3. Bölüm olarak çalındığı gibi tümü de birden çalınır. Tam adıyla anarsak, Georg Friedrch Handel’in en ünlü eseri değildir, onun daha büyük eserleri vardır. Ancak bu, bayram şekeri gibi ağız tadı veren, konserler arasına sık sık giren yaygın bir Süiti’dir.

Faik Öğretmen:

-Eserlerin çalınış sırasına göre değil de yaşayış sırasına göre konuşursan, ikinci besteci Ludwig van Beethoven için de:

-Bu besteci hakkında oldukça bilgimiz var. Ancak çalınacak eser için birkaç söz söyleyebiliriz. Bestecinin bir başka uvertürü, Koriolanus hakkında konuştuğumuza benzer bir olay üstüne kurulmuş bir eseri, hem de güzel bir eserini dinleyeceğiz; Egmont Uvertürü. Bunda da bir savaş kahramanı ile karşılaşıyoruz. Bunda da kahramanımız zaferine kavuşmak üzereyken savaşı kaybediyor. Ancak müzikte tema olarak şahlanıyor. Beethoven,6.Senfonisinde kırları anlatan melodiler kullanınca, onun müziği için tasvir, sözü edildiğinde besteci kesinlikle tasvir düşünmediğini seslerle duygularını anlattığını söylemişti. Ancak, sıradan dinleyiciler hiçbir dönemde bestecinin ne duygusal müziğini ne de müzikle tasviri kavrayamadı. İşte Egmont Uvertürü için de bu zıtlık sürmektedir. Kendisinden sonra programlı müzik gelişmesinde örnek alınmasına karşın besteci, eserlerinde duygularını anlattığını söylemiş, bizim bir deyimimizle: “Nuh! demiş, peygamber, dememiş.” İşte Egmont Uvertürü, üstünde bu tür tartışmaların yapıldığı bir eserdir.

Egmont bir Felemenk (Şimdiki Hollanda) kontudur. Felemenk o zaman İspanya’nın boyunduruğu altındadır. Kont Egmont, yurdunun bağımsızlığı için İspanyollarla savaşmaktadır. Ancak o zamanın Felemenk’inde de bizim Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu gibi memleket hainleri vardır. İşgalci İspanyollar hesabına ihanetlerini sürdürürler. Felemenk’in bağımsızlığı için savaşan Kont Egmont hançerlenerek öldürülür. Böylece Felemenk, bir başka direnişe dek İspanya tarafından sömürülür. Kendisi de köken olarak Felemenkli olan Beethoven bu konuyu çok duyarlı bir eserle Sanat Dünyasına kazandırmıştır. Başlangıçlardaki ses örgüleri, olayın gelişmesine göre dalga dalga değişmektedir. Özellikle son bölümde, Kont Egmont’un ölümünü adeta sözle anlatır gibi duyurmaktadır. Dikkatli dinleyenler bunu kolayca ayırt edebilirler....

 Robert Schumann için de geçmiş günlerde yapılmış konuşmalarımız vardır. Onlara eklenecek bir kaç söz söyleyelim:

- Müzik alanında Romantik akımını en çok savunan besteci olarak Robert Schumann bilinir. Bunu, salt besteleriyle değil çıkardığı gazete ya da dergilerdeki yazılarıyla da sürdürmüştür. Kısaca Robert Schumann, bir romantik besteci olduğu kadar, romantizmi savunan yaman bir kalem silâhşörüdür. Onun bir kahramanlığı da kendi evliliği üstüne verdiği savaşta görülür. Piyano öğretmeninin kızı (Sonradan ünlü bir piyanist olan Clara Wick) ile evlenmek ister. Ancak Clara’nın babası buna razı olmaz. Olay mahkemelere dek uzar. Robert Schumann aynı zamanda Hukuk okumuştur, bu konuda bilgili bir insandır. Davayı kazanıp Clara ile evlenir. Clara, çağının ünlü piyanistleri arasında sayılır. Schumann’ın eserlerini tüm Avrupa halkına tanıtır. Genç çift, o

dönemde pek göze alınamayan Rusya konser turnesine bile çıkarlar.

 -İşte bugün dinleyeceğimiz piyano konçertosu bu mutluluk günlerinin duygusal  bir özetidir. Ancak eseri dinlerken Romantik Müzik ne demek? Bunu da hesaba katmak gerekir. Doğrusu, bu sözle değil, Romantik müzik bilinciyle olmaktadır.

              

George Frideric Haendel            Ludwig van Beethoven              Robert Schumann    

 

Faik Öğretmen ayrılınca Ulus yolunu boyladık. Telemann’ın beste sayısı ile Robert Schumann’ın evlilikleri konuşma konusu oldu. Özellikle Schumann’ın nasıl dava açtı? Avukatlık birden önem kazandı. Konuştukça yeni bir durum ortaya çıktı:

-Bizim ülkemiz, Batı ülkeleri kadar uygar değil, nedenleri işte böyle insan haklarının darlığı-genişliği ile ilgili. Belki de mahkeme kızı dinledi, kıza da öz hakkını kullandı. Kız söz hakkını kullanınca anne baba bunu doğal karşıladı. Dünyaca tanınan bir piyanist, anne-babasına sırtını çevirir mi? Çevirse dinleyenler ona saygı duyar mı? Sorular zincirleme sürdü. Kızılırmak Kıraathanesine girince konu değişti. Kimler nereye gidecek? Benim plânım, Bakanlık Kitaplığın uğramak. Kimseye bağlanmadan gittim. Kitaplık açık, Dora Abla yerinde yoktu. Kapı önünde ne yapacağımı düşünürken Dora Abla geldi. Gülerek:

-Müjdeye geldin değil mi? deyince şaşırdım. Bella için kadro verilmiş. İşe başlaması için de şans tanınmış, İsterse mart ayı başında, isterse mayıs başında görevine gelebilecekmiş. Duymamıştım. “Duymadım!” diyemedim:

-Bizim okulda bu işleri çok saklı tutarlar! diyecek oldum, Dora Abla yanlış anladı:

-Biliyorum, birileri Bella’yı istemiyor. Bunu, bir zamanlar ben de yaşadım, bu işe girebilmek için neler çektiğimi anımsamak bile istemiyorum. Sabahattin Bey, arada olmasa Bella’yı asla oraya göndermezdim. Benim küçük kuşum nedense oranın kır havasını sevmiş, vazgeçip vazgeçip gene orasını sayıklıyor. Bu kez dönmemesini beklemeye başlamıştım. Duyar duymaz, telefon etti. Önce senin yazdığını düşünmüştüm. Sabahattin Bey uğradı, müjdeledi, bu arada Bella’ya da duyurduğunu anlattı. Dora Abla konuştukça küçüldüğümü fark ettim, olayın içinde gibi durup da tümüyle dışında olmak ne kadar acı bir durum! İçimden olabildiğince utandım. Dergi mergi sormaktan vazgeçip yalan söyledim:

-Ben de merak etmeye başlamıştım, durumu sormak için gelmiştim! Çok sevindim. Üç ay çabuk geçer! falan deyip gerisin geriye döndüm. Sevinmemi beklerken üzüldüm. Neden üzüldüm, onu da bilmiyorum. Tavukçunun önünden geçerken Abdullah Ön’le karşılaştım, kardeşi Naci ile Tavukçu’ya sıcak çorba içmeye giriyormuş, beni de çağırdı. Hiçbir şey düşünmeden onlara katıldım. Gülerek:

- Ne iyi, kardeş kardeş geziyorsunuz! dedim. Meğer onlar çorbaları erken yemelerinin bir nedeni varmış, Halkevi’ne temsile gideceklermiş. Halkevi Sahnesi’nde öğrencilere Kahvehane (Goldony-Kahvehane) gösteriliyormuş. Tatbikat Sahnesi, öğrencilere tiyatroyu sevdirmek için zaman zaman böyle temsiller veriyormuş. Sıkıntım birden dağıldı, onlara katıldım. Ancak, olay bana bir başka olayı anımsattı.29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına İzmir’den Milli Oyunlar için katılan izcilere halkevi salonunda Smetana’nın Satılmış Nişanlı Operası gösterilince izci öğrenciler iyice cozutmuştu. Konservatuvar Müdürü Tevfik Ararat ile Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel kalkıp onları sessizliğe çağırmak zorunda kalmışlardı. Gene benzer bir durum olabilir! diye düşündüm. Operada aryaları anlamayan öğrencilerin öyle davrandığını, tiyatro da o denli tepki göstermeyeceklerini de hesaba katarak gittim. Yanılmamışım, hiç değilse büyükler gibi yerinde oturan liseli öğrenciler ara ara taşkınca bağırmalarına karşın yerlerinde oturdular. Gerçi, gülüşmelerden, sahnede konuşulanlar tam olarak anlaşılmadı ama. Operadaki kargaşaya dönüşmedi. Hiç değilse kendisiyle doğrudan konuşamadığım Muazzez Yücesoy’u (şimdi Muazzez İlgin) gördüm Ağabeyi Selâhattin Yücesoy Ankara’ya gideceğimi söyleyince, kardeşini görmemi söylemişti. Oysa kazın ayağı öyle değilmiş, ünlü sanatçıların yanına sokulmak oldukça zormuş. Hiç değilse uzaktan gördüm, anladığım kadarıyla cerbezeli birine benziyor. O denli bağırıp çağırması belli ki rol gereği. Ancak, sesi, tavırları onun genel durumunu da kanıtlar gibi. Selâhattin Yücesoy Öğretmen hem uzun boylu hem de yakışıklı. Kardeşini pek güzel bulmadım, yüzleri hiç benzeşmiyor. Operacı Muazzez’le karşılaştırılacak türden değil. Kocası da çok ilginç, Ertuğrul İlgin, sanki rol yapmıyor da geçek hayatının rolünü yapıyor.

Oyun arasında açıklamalar yapıldı, ara verildi. O nedenle oyun oldukça uzadı. Geç kalma kaygısına kapıldık. Neyse ki ucu ucuna konsere yetiştik. Tam yerimize oturduk ki konser başladı. Şef Ferit Alnar. Kınalı saçlı yerinde. Durumu anladığımdan varsayımlar üretmiyorum. Gene de bir merak var; çocuk denecek yaşta olmasına karşın karşısında orkestra yöneten adama nasıl gönül bağlar? Onunla nasıl konuşur, nasıl uyum sağlar?

Faik Öğretmenin sözlerini anımsadım, “Egmont Uvertürü duygusal bir eser!” Ne yazık ki seslerle anlatılan duygusallığı henüz seçemiyorum. Tek seçtiğim seslerin zaman zaman kesilir gibi oluşu arkasından da yükselişi. Sesler azalınca ince sesler ağlar gibi oluyor. Ara ara gürlemeler, suda halkalar gibi yayılıp gidiyor. Kesik kesik akorlar, arkasından da çok uzaklardan gelirmişcesine çıkan sesler. O muydu, bu muydu derken alkışlar başladı.

Alkışları daha çok alkışlar izledi. İkinci eser Robert Schumann piyano Konçertosu, çalan daha önce de dinlediğimiz, (Asım Öğretmenin de çok övdüğü, Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü piyano öğretmeni olan) Ferhunde Erkin. Konçerto, sanki tuşlarla biri rastgele oynar gibi başlıyor. Sonra sonra ince kalın seslerin şakalaşmasına dönüşen bir durum doğuyor. Orkestra ile piyano bir süre karşılıklı söyleşiyor. Daha sonra konçerto kendini iyice belirtiyor. Konçertonun başlıca özelliği sanırım, Mozart ya da Beethovenn’deki gibi seslerin birbirine bağlanmaması. Sanırım, romantiklik de burada! Dada dam, dada dam, dada dam! Sonra ince sesler! Bizim köylülerin avcılığı da vardır. Onlara benim de katıldığım olurdu. Avlar da genellikle kekliklerdir. Keklikler, genellikle kümler olarak yere konarlar. Özelikle de tepelerin güneşli taraflarını seçerler. Yakın tepelerde olunca avcılar karşı tepeden saçmalı mermi kullanılan çiftelerle ateş ederler. Keklikler grup olarak uçar ancak vurup da uçamayanlar gıgırdarak oraya buraya kaçışırlar. (Kanatlarından isabet alanlar.) Konçertoda da o durumu andıran bir geçiş var; ya da bana öyle geldi. Schumann’ın küçük parçalarından Beringer metodum da üç tanesini çalmıştım. Choral, Der fraehcliche Landmann, (Neşeli çiftçi ya da köylü) Wilde Reiter (Atlı, binici). Daha sonra Op. 15 Kinderszenen kitabının hemen hemen hepsini çaldım. (Buna, “Denedim!” de diyebilirim) Piyano Konçertosunu ise bir rastlantı, geçen temmuz ayında bir gece, Radyo Konser Saati’nde dinlemiştim. Sanırım fazla bir esinti kalmamış, dinlerken o denli yabancılık duyuyorum. Herkes gibi sessiz sakin durup dinler görünüyorum ama içimden başka başka yerlere kayıp gidiyorum. Herkes benim gibi dinliyorsa, sanırım sandalyelerde oturan bedenler, birer boş çuval gibi duruyordur. Bir an kapılar kapatılıp ruhlar içeriye alınmasa sandalyelerdeki bedenler öylece kalacaktır.

Kendi yakıştırmama kendim güldüm. Faik Öğretmen nedense Robert Schumann’ın kırk altı yaşlarında sinir krizi geçirdiğinde kendini Ren Nehrine attığını söylemedi. Ren nehri deyince aklıma Heinrich Heine’nin Lörelei şiiri, Clara Schumann’ın Lörelei liedi geliyor.

Alkışlar başlayınca ruhların yerlerine döndüğüne sevindim. Gülümseyerek çevreme bakınca ilk göz göze geldiğim Naci Ön oldu. Naci, gülümsememi kendince yormuş:

-Sen de mi bittiğine sevindin Abi? deyiverdi. Naci ile az önce birlikteydik. Müziğin kutsallığından söz etmiştik. Öğleden önce de Faik Canselen Öğretmeni can kulağımızla dinlemiştik(!) Başka bir olayı anımsadığım için güldüğümü söyledim ama, buna ben de inanmadım. Ne desem, konseri dikkatle dinlemediğim ortaya çıkıyor.

 Handel’i dinlemeye karar verdim, yerimden de kalkmadım. Bu kez yanıma Yusuf Demirçin geldi. Az önce oturduğu yerde yanındakiler sürekli fısıldaşmışlar. Arkadaş onlardan yakınarak:

-Senin yanında kimse fısıldaşamaz! gibilerde bir de övgümsü söz söyledi. Arkadaş beni iyi tanımış, buna sevindim. Elimi uzatıp elini sıktım.

Water Music başladı. Gerçekten su gibi akıyor.

Faik Öğretmen, ara ara İtalyan bestecilerden söz ederken, onların eserlerinde armoni zayıftır! der. Bu kez ben de Water Music için öyle bir sanıya kapıldım. Sanki biraz yüzeysel melodilerden oluşmakta. Çok hareketli, akıcı, gerçekten su gibi ama ses yoğunluğu yok gibi. Ne var ki Faik Öğretmen, eserin bu yönlerine hiç değinmedi. Yusuf Demirçin’in soluksuz dinlediğini düşündükçe kendimi topladım. Gene de aklıma bir başka olay takıldı, Halil Dere ile konser dinlemem sanırım beni biraz gevşetti. Arkadaş sıkılmasın düşüncesiyle konser arası ayak dürtmeler, el sıkmalar, dikkatimi konserden koparmış olabilir. Kısaca, Handel’i ötekilere göre daha dikkatle dinledim.

Konserden sonra Yıldız’larla birlikte Ulus’a yürüdük. Onlar filmi anlattı, özellikle Betty Grable’ın çok rahata çok güzel şarkı söylediğini, ben de Goldony’nin Kahvehanesi’ni (tam olarak kavrayamama karşın) anladığım kadarıyla anlattım. Özellikle de rol alan Şahap Akalın, Ragıp Haykır, Ertuğrul İlgin, Muazzez İlgin, Meliha Gökçer, Nermin Günek, Nuri Altınok adlarını sıralayınca onlardan daha kazançlı bir durumda olduğum sanısı uyandı. Çünkü hepimizde sanatçıları tanıma isteği isteklerimizin başında gelmektedir. Konservatuvara girip çıktıkça çoğunu görüyoruz ama kim kimdir? Ayırdında değiliz. Örneğin ben, Ertuğrul İlgin’i en az on kez Mahir Canova Öğretmenle birlikte görmüştüm. Muazzez İlgin’i Muazzez Yücesoy olarak tanımıştım ama sonradan evlendiğini öğrenince, kiminle evlendiğini hep merak ediyordum. Aklımca, kuruntuladığım eniştemizi bugün tanımış oldum. Güleç yüzlü, uzunca boylu Betty Garable’nin eşi Harry James’i andıran biri. (Yıldız, onun adını andığı için bu benzetmeyi yaptım)

İstanbul Pastanesi tenhaydı, oraya girdik. Bizi gören Ahmet Yol, Doğan Güney, Naci Ön de geldi. Çay paralarını kimin vereceği tartışması (şakadan) yapıldı. Bu ara Naci Ön Kahvehane’yi gördüğünü söyledi. Sorulunca Naci bir güzel anlattı. (Ama neyi anlattı?) Anladım ki Naci olayı benim kadar bile anlamamış. Üstelik oynayanlardan hiç birisinin adını da veremedi. Hiç değilse ben Ridolfo ile eşi Vittorio’yu ayırt edebiliyorum. Muazzez İlgin’i daha önce tanıdığım için oyunda kumarbaz olan Ertuğrul İlgin’in burada da eşi olduğunu anlamıştım. (Kumarbaz Eugenio Ertuğrul İlgin.)

Kahvehane’yi topluca göreceğimizi daha önce öğrenmiştik. Arkadaşlar bu kez:

--Ne zaman göreceğiz? Sabırsızlığına kapıldılar. Trende de konuşma konusu Kahvehane idi. Kendim düşünürken böylesi bir düşüncem olmamıştı, arkadaşlar “Kahvehane!” dedikçe bu kez kendi kahvemizi anımsadım; adlar da kahve sözü var ama, bizim kahve ile hiçbir benzerlik tarafı yok. Müşterileri de olaylar da çok başka. Hele işin içine bayanların girmesi işi büsbütün değiştiriyor.

Neyse yemekte konu, yarınki toplantıya kayınca Kahvehane birden uzaklaşmış oldu. Karşılığı tam olarak bulunamayan soru:

-Toplantının konusu ne? Bilinir gibi olmasına karşın “Odur!” denilememesi insanı rahatsız ediyor. İş Eğitimi Sözlüğü hazırlanacağı daha önce konuşulmuştu. Genel Müdür son toplantısında da bundan söz etmişti; “Olsa olsa budur!, deyip geçilemiyor. Büyük salona uğradım, oldukça tenha idi. Yeni öğrendim, son sınıfların çoğu, cumartesi akşamları Öğretmenler Lokaline gidiyormuş. Az oturup yatakhaneyi boyladım. Halil Basutçu ile karşılaştım. Bizim bölümün cumartesi günleri Ankara’ya inişimizi büyük bir şans olarak değerlendirdi. Ben de ona biraz abartılı olarak; gördüklerimizin hesabını veriyoruz ya da vereceğiz, deyip Kahvehane olayını anlattım:

-Gördüm ama gördüğümü söylesem; “Kalk anlat!” denecek kaygım var, anlatmam olası değil. Salt tiyatro mu, konserler de öyle! Tüm derslerde:

-Söylenenlerin bir gün sorulacağı, havası estiriliyor. Arkadaş:

-Yok yahu, sen onları çok ciddi olarak benimsiyorsun; burası da Enstitüler gibi değirmen, unu da kepeği de; hatta taşı- toprağı da aynı değerde, öylece öğütüp dağıtacaklar!

Yatınca, arkadaşın dediklerini değerlendirdim. Sanırım arkadaş bu konuda etraflıca düşünmüş. Yapıcılık Kolu, Köy Enstitülerinin can damarı. İçinde yaşanan binalar onların eseri. Ancak, bu işlerde çalışanlara gerekli değer verilmiyor. Kepirtepe’deki olayı anımsadım. Mehmet Yücel arkadaşımız, orada Yapıcılık Öğretmeni olarak kaldı. Mehmet Yücel zayıf bünyeli biri olduğundan yapı işlerinde hemen hemen hiç çalışmamıştı. Arkadaş güler yüzlü, neşeli, şakacı olduğundan arkadaşlarımız gibi öğretmenlere de kendini sevdiriyordu. Bu özelliklerinden dolayı kimse onu yermiyordu. Kendi durumunu bildiği için o da olayı hiç benimsememişti. Aramızdaki konuşmalarda.

-Öğretmen çıkınca elimi malaya sürmem, kim ne derse desin ben öğretmenim; çocuklarıma ancak bilgi veririm! derdi. Bu arkadaş şimdi Kepirtepe Köy Enstitüsü Yapıcılık Öğretmeni. Bir başka takıldığım olay da Halis Öğretmenin Samsun /Lâdik Köy Enstitüsü’ne Sanat Başı olarak atanmasıydı. Halis Öğretmen başlangıçta Kepirtepe Köy Enstitüsü’ne Usta Öğretici olarak atanmıştı. Sanırım dolap molap işlerinde bir süre çalışmış ama çatı işlerinden bir şey anlamıyordu. Bunu kendisi de birkaç kez söylemişti Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren gibi çok iyi çatıcı öğretmenleri tanıdığımızdan Halis Öğretmeni biz öğretmen olarak bile benimseyememiştik. Oysa o, bir süre sonra Sanat Başı oldu. Hem de depremden yarı yarıya yıkılmış Samsun/Lâdik Köy Enstitüsünü 2. Kez kurmak üzere yetkili olmuştu. Uyumlu bir insan olduğunu bilen Lâdik Müdürü Enver Kartekin istedi, yetkililer de “Olur!” dediler. Hasanoğlan’a gelen Pazarören ekibi başında Sabiha Öğretmeni görünce şaşkınlığım bir kez daha arttı. İlkokul öğretmeni bir bayan inşaat için gelen ekibin başında! Öğretmen Okullarından böylesi becerikli öğretmenler çıkıyorsa neden o okulları iki de bir yeriyorlar? Bakın işte onlardan Gezici Başöğretmenleri, Maarif Memurları, İnşaat ustaları bile yetişiyor. Kafamın içinde bunları yumaklayarak uyudum.

 

4 Şubat 1945 Pazar

 

Çoğunluk, toplantının İş eğitimi Sözlüğü için yapılacağı görüşünde. Özellikle Süleyman Alkan bu kanıda:

-Hakkı Bey buna çok önem veriyor, bir an önce de başlanmasını istiyor! dedi. Bu kez de İş Eğitimi dile dolandı. Sabri Taşkın ortaya sordu:

-İş Eğitimi ne demek? İş mi eğitilecek, yoksa insanlar mı? “Fitne!” diye bağıran oldu. “Fitne,, sözü başka bir söze benzetilmiş

-Ayıp, hammal şakası! diyenler oldu. Tartışmaları tam anlamadım ama, Sabri Taşkın’ın sorusuna ben de katıldım, bir süre de düşündüm:

-İş Eğitimi ne demek? Eğitim sözünün pedagoji yerine kullanıldığı söyleniyor. Pedagoji, çocuk bilimi ya da çocuk bilgisi. Kısaca çocukları, bilinçli bir şekilde yetiştirmek. Öyleyse eğitim de çocukları eğitmek, daha doğrusu yararlı bir insan olmalarını sağlamak. Bu nedenle onları eğiteceğiz. Kısacası eskilerin ya da tüm dünyanın benimsediği pedagoji kurallarını kullanacağız. Öyleyse pedagoji biliminin yolunda gideceğiz. Pedagoji biliminin günümüzdeki şeklinin oluşup gelişmesini Enstitü son sınıfındayken biraz öğrenmiştik. Çocuklar, tıpkı hayvanlarda görüldüğü gibi ilk insandan bu yana anne-baba gözetiminde büyürdü. Uygarlık geliştikçe bu yöntem yeterli görülmedi, başka arayışlar ortaya çıktı. Bunlar sayılamayacak derecede değişik denemelerden öteye geçemedi:

-Ustalık çıraklık, ya da gurbete göndermek v.b. gibi. Yakın Çağlara doğru (Uyanış döneminde) öne sürülen görüşler arasında bir tanesi ötekileri gölgeleyerek öne çıktı. Fransız Düşünür Yazarı Jean Jacques Rousseau. Onun önerisi benimsenip yaygınlaşınca bu kez bunun tek tek değil toplu olarak yapılması yolları arandı. İşte Pestalozzi denilen pedagog bunu ortaya getirdi, Okul, çocukların bir arada birbirini gözetleyerek yetişmesi sağlar. Bunun kuralları üstüne yapılan çalışmalar Pedagoji Bilimini doğurdu. Pestalozzi yanında çalışanlardan Alman Herbart, çocuklara yaklaşmak için bir takım bilimsel kurallar önerdi. Arkası sürdü Fröbel, oyunu, oyuncaklara bağladı. Montesoriler, Ellen Key’ler, John Dewey’ler, Decroly’ler, onları izleyen sayısız bilgin katkılarda bulunarak Uygar ülkelerin okullarını yüceltti. Bununla da kalmadı, yeni yetişen uzmanlaşmış pedagoglar, her biri bir yararlı yeni eklenti yaparak Pedagoji bilimini olgunlaştırdı. Bunların adları sıralanınca büyük bir zincir oluşur. Dışımızdaki dünya bunların buyruklarıyla çocuklarının eğitimini oldukça geliştirmiştir. Yurdumuz ancak Cumhuriyet Döneminde bu işe el atmış, henüz başlangıç aşamasındadır. Böyleyken yeni keşiflere yönelir gibi (!) bir durum ortaya atılmaktadır. İşte İş Eğitimi söylemi de bunlardan biri olacaktır. Çocukların işe yönelmesini sağlayacak görüşler vardır, bunlar birçok ülkede uygulanmaktadır. Örneğin A.B.D’de Booker Washington’un Tuskegee(Zenci Çocukları için), Almanya ‘da Paul Geeheb’in Odenwald, (İşçi çocukları için) Rusya’da ünlü yazar Tolstoy, Rousseau’nun fikirlerini uygulamak amacıyla açtığı kendi yaşam koşulları içinde yetiştirme amaçlı Yasnaya Paliyana Okulu, Sovyetler Birliğinde Blonsky, (Halk çocukları) Makarenko, (Suç işlemiş çocuklar) gibi pedagogların rehberliğinde İş_Okulları, çalışmalarını sürdürmektedir.. (Geçerli iş alanlarına uzman yetiştirmek için), Yunanistan’da (Yoksul, öksüz Çocuklar) adını bilmediğim ancak Yaşar Nabi Nayır’ın bir yazısından öğrendiğim işe yönelik okullar vardır. Ne var ki onlardan çıkan öğrenciler bizim gibi öğretmen olmazlar, oralarda yetişenler, okulda öğrendikleri işlerde çalışmak üzere yetiştiklerinden; o işleri sürdürmek üzere iş yaşamına girerler. Oysa biz öğretmen olacağız, öğretmenlik bir meslektir. Birinci görevimiz çocukları yetiştirmektir. Bunun içinse pedagoji bilgimizin sağlıklı olması gerekir. Bir eğitim sözü ediliyor, üstelik ara ara konuşmalarda pedagoji’in safsata olduğu öne sürülüyor. (Başta Müdür Rauf İnan olmak üzere bir takım duyarsız arkadaşlar) Sorumlu sorumsuz insanların ortalıkta böyle konuşmaları varken İş Eğitiminin ne mene yararı olacak? doğrusu çok merak ediyorum. Bu nedenle Sabri Taşkın’ın sorusuna takıldım.

Köy Enstitülerinin binalarını kuranların çoğunluğu Yapı Usta okulunu bitiren teknisyenlerdir. Namık Ergin, Hasan Çevik, Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren benim bildiklerim. Bunların okulları Ortaokul düzeyinde bırakıldığından, askerliklerini er olarak yapmaktadırlar. Öyleyken işlerini iyi öğrenmişlerdir. Kepirtepe’de Köy Enstitüsü sözü edilmediği dönemde yaptıkları bina, sonradan ünlü Mimar-Mühendis Emin Onat tarafından onaylanmış, olağanüstü sağlam olduğu raporlara geçmiştir. Bizi yetiştiren bu insanlar İş Eğitimi denen olayı görmemişlerdir. Yapı Usta okulunda, Tarım Okullarında, Erkek-Kız Sanat Okullarında uygulanmayan İş Eğitimi, neden Köy enstitülerine gerekli görülmektedir? İş Eğitimi bir bilgi dalı da bunu köylülere mi uygulatmak isteyecekler(?) Çağımızın büyük pedagogları olarak tanınan A.B.D’li Jonn Dewey ile Alman Kerschensteiner, işin öğretime katılmasını yeterince önermiş, bu öneriler tüm dünyaca benimsenmiştir. Örneğin Kerschensteiner’in öğretimde ünlü yedi ilkesi olduğu gibi bizim İlköğretim Müfredat Programımıza alınmıştır. Bu ilkeler dışında nasıl bir ilke değişikliği oldu ki Pedagoji bilimi yerine İş Eğitimi sözü öne sürülmektedir. Oysa Köy Enstitülerinde İşler; tuğla, taş, kiremit, beton dökme olarak sürüp gidiyor. Binalar da tek plân, dahası sıva bile yapılmıyor. Öğretmenler gene eski öğretmenler.(Hatta, geriye dönüş oldu, Yapı Usta Okulu çıkışlılar yerine köylerdeki ustalar,  Usta Öğretici olarak inşaatların başına geçirildi)

Köy Enstitüleri ilk meyvelerini vermeye başladı, Türk Halkının gözleri onların üstünde. Böyleyken Enstitülerde kararsız bir öğrenim sürdürmesi doğru olur mu? Zaten, Köy Öğretmen okullarını benimseyenler, Köy Enstitülerinin başta adı olmak üzere işe yönelik kitlesel öğrenci alıp bir yılda iki sınıf geçirilmesini o zaman oldukça eleştirilmişti. O sıralar ben de ummadığım bir soruyla karşılaşmıştım. Lüleburgaz’da manifatura mağazası olan, babamın, ağabeylerimin tanıdı, benim de sık sık mağazalarına uğradığım Dağlı Hasan lakaplı Hasan Amca bana sormuştu:

-Seni iyi tanırım, Lüleburgaz içinde kaldığınız yaz arkadaşlarını da uzaktan uzağa gözlemiştim. Bir yıla yalın kasaba içinde kaldınız, herhangi bir olaya karışmadınız. Bu yönünüzle tüm Lüleburgazlılar gibi ben de sizi takdir etmiştim. Ancak okul adı değişince birden çok öğrenci alındı, ondan sonra sanırım bir kalite değişikliği oldu, çarşı esnafı sizin öğrencilerden fazla söz etmeye başladı: İçlerinde doğru dürüst Türkçe konuşamayanlar varmış!

Hasan Amcaya karşı savunma yaptım ama üzüldüm de. Bu denli değilse bile gerçekten çok yeteneksiz, ya da çalışmalara karşı duyarsızlar var. Olayı arkadaşlara söylediğimde gülenler oldu, gerçekten Trakya’da Pomak köyleri olarak bilinen yörelerden doğru dürüst konuşamayan öğrenciler olduğunu söylediler. Ondan sonra çevremi daha dikkatle izledim, Dağlı Hasan Amca haklıymış! deyip sustum. Söz konusu arkadaşlar, şimdilerde Trakya’nın bir köşesinde öğretmen olarak çalışıyorlar. Onlardan biri Hamitabat köyüne düşse nasıl karşılanır, pek kestiremiyorum. Hamitabatlılar oldukça şakacıdırlar.

Hepimiz, bitirdiğimiz Köy Enstitüsü dışında en az bir başka Enstitü gördük. Sanat Öğretmenleri bir yana (Onlarda bir kalite düşüşü var) kültür dersleri öğretmenlerinin belli bir bilgi alanı var mıdır? Branş denilen bilgi alanı olmayan öğretmen, öğretmen çıkacak gence nasıl bilgi verir? İnsanlar, öğrendiği bilgilerin çoğunu zaten unuturlar. Bir de kentlerden ayrı düşünce okuma olanağı kısıtlanan öğretmenden yeni bilgiler beklenebilir mi? Benim dönemimde önce branş öğretmenleri gelirken çok şeyler öğrendiğimi kendim saptadım. Son iki yılda gelen öğretmenlerden bir şey öğrendiğimi anımsamıyorum. Reşat Tekinay Öğretmen bir süre Tabiat Bilgisi bir süre de Tarih dersimize geldi. Reşat Tekinay öğretmenden bende kalan, onun hoşgörülü tavrı ile sık sık anlattığı sevgilisi Nurefşan adlı kız oldu. Selçuk Korol Öğretmeni anımsıyorum, bir yıl Tabiat Bilgisi,2.yıl tarih derslerine gelmişti. Tabiat Bilgisi dersini yel üfürdü ancak tarih derslerini hiç unutamıyorum. Çünkü Tarih konularını sevdiği için özel olarak kendini geliştirmiş. Şimdi, Doç. Halil Demircioğlu ile karşılaştırınca Selçuk Öğretmeni küçümsemek aklımdan geçmiyor, üstelik belli konular geçtikçe, sesi kulaklarımda tınılar gibi oluyor. Bir de Hatice Öğretmeni düşünüyorum, okulunu bitirir bitirmez bizim okula atandı. İlk yıl Türkçe Derslerine girdi.2. Yıl. Matematik okuttu. Üstelik birinci yıl 4. Sınıflara,2. Yıl 2. Sınıflara derse girdi. Geçtiğimiz yaz burada da bunlara dikkat ettim. Oldukça geniş öğretmen kadrosu olmasına karşın özenli bir ders dağıtımı yapılmadığını gördüm. Çünkü konu yönetim düzeyinde özümsenmemiş, “Nasıl olsa olur!” mantalitesi egemen!

Bu düşündüklerimi, kalkıp söyleyebilir miyim? Söylersem ne olur? Olmadığını söylediklerimi gören ya da göremeyen yetkililer bunu önce nasıl anlar, anlarsa nasıl karşılar? Geçen yılki giysi olayını anımsadım. Okul Müdürü, ceketimin örgülü kemerinden tutup:

-Bunu giyemezsin! demişti. Direttim, arkadaşların yardımıyla olay Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e dek gitti. Şimdi giyiyorum. Rahat mıyım? Yaz boyunca bir ip ucu vermemek için gözümü dört açtım. Bunda, şimdiye dek başarılı oldum ama, bu tür ip uçlarını çoğaltırsam, gene başarılı olabilir miyim? Genel Müdür,1941 yazında Hasanoğlan’a geldikçe benimle sık sık konuşurdu. Geçen yaz da o yakın ilgiyi gösterdi. Radyo Mandolin Konserine beni götürmesi bunun bir belgesi. Ancak giderek bir uzaklaşma var. Okul Müdürü, öcünü neden bu yolla almasın?

Ne kadar düşündüm bilemem, çevremde kimse kalmayınca kalkıp kahvaltıya katıldım.

Arkadaşlar kalkmak üzereymiş, bana sordular:

-Nerede kaldın? Ben de:

-Bir süre yatakta düşündüm. Birileri uzun uzun yatakta kalıyorlar, hep kendime sorarım:

-Bunlar yatakta ne yapıyorlar? Halil Yıldırım takıldı:

-Keşke bana sorsaydın! Sandığın gibi değil inan ki onlar düşünmüyorlar; düşünseler öyle yatamazlar. Yatanlara bak hep, işleri asmış olanlar, İçlerinde doğru dürüst iş beceren var mı? Nihat Şengül, yatma taraftarıymış karşı koydu:

-Sen öyle bil, insanlar rahat içinde daha iyi düşünürler! Konuyu değiştirdim:

-Genel Müdür gelecek, bizim alt katın keman odaları işini ona açalım mı? Arkadaşları birden bir sevinç sardı. Ancak, hemen bir soru:

-Genel Müdüre kim çıkacak? Sen çıkar mısın? Çıkacağımı söyledim:

-Salondan keman zımbırtısı gidince ben de daha rahat piyano çalışırım. “Keman zımbırtısı!” sözüm kısa bir tartışma yaratmış olsa bile iyimser olarak salona döndük. Toplantı öğleden sonra, saati belli değil, Genel Müdürün gelmesine bağlı.

Alt odaya inip uzun süre çalıştım. Mozart kv.279 bana göre olgunlaştı. İyice de ezberledim. İlk kez de çalıştığım bir parçanın kaç dakika sürdüğünü saptadım. Sonat kv. 279 tamı tamına 14 dakika! Ben buna rahatça 15 dakika diyebilirim. Kendi kendimi kuruntuya kaptırdım, tam bir saatlik bir Mozart Resitali verebilirim, saat tutmadım ama        Maman, La Major kv.331, Do maj. Kv 545. Sonatlar toplam olarak bir saat tutar hatta geçer bile. Çünkü öteki iki sonat biraz daha uzundur, sanıyorum. Salon işini düşündüm! Salonumuz ancak yüz dinleyici kaldırabilir. Böyle dedim ama insanlar ayakta dinleyecek değil ya sandalye yerleşince kaç kişiye iner? Olaya, şaka falan değil kendimi iyice kaptırdım. Kimsenin olmadığı bir sırada ölçmeyi hesaplarken Doğan Güney geldi. Doğan çok iyimser, cesaret verici! Kapıdan girerken daha:

-Vallahi, uzun uzun dinledim, çok güzel çalıyorsun, istersen konser verebilirsin! Doğan’a yazın Kepirtepe’ye gidince ilk işimin konser vermek olacağını söyledim. Gülüştük, olayı biraz daha büyüterek Lüleburgaz Halkevi salonuna taşıdık. Lüleburgazlılar ilk kez piyano dinleyecekler! Bunları konuşurken bir anımı anlattım. Son sınıftayken Lüleburgaz Halkevi salonunda bir gösteri yapmıştık. Asım Öğretmenle birlikte akordiyon çalmıştım. Asım Öğretmen parçalar seçmişti. Parçaların bazılarında o yalnız çalacaktı. Belli yerlerde ben çalar gibi yapacak ama fazla basmayacaktım. Sahnenin bir köşesinde ben öteki köşesinde Asım Öğretmen çalmaya başlayınca salondaki küçük çocuklar tam önümüze toplanıp akordiyonlara bakmaya başladılar. Bir ara birisi, beni göstererek bağırdı:

-Bu çalmıyor! Bundan sonra çocuklar beni göz altına aldılar:

-Çalıyor bak!

-Gene kesti!

-Bak bak çalıyor! diyerek bitinceye dek takılmışlardı. Çocuklarını susturacakları yerde izleyicilerin sesli sesli gülüşleri beni utandırmıştı. Görgüsüz hemşerilerim benim! Spor deyince yağlı güreş, tiyatro deyince Panayır şaklabanlıklarından başka bir şey bilmediklerinin ayırdında bile değiller. Oysa konum olarak sözüm ona Osmanlı İmparatorluğunun iki büyük uygarlık merkezi sayılan Edirne İstanbul yolunun ortasında bulunuşlarıyla övünürler. Gerçekte ise söz konusu yola çok uzak olan Keşanlılardan pek farklı değildirler. Özellikle Kepirtepe Köy Enstitüsü’ne yaklaşımları bakımından, Keşanlılardan bile geri düşebilirler...

               *

Yemekte, Genel Müdürün geldiği duyuruldu. Arkadaşlardan sevinenler oldu:

-Erken başlasın erken bitsin!

Salona girince Halil Dere işaret etti, yer ayırmış, oldukça kalabalık bir küme arasına oturdum. Onlar kendilerine     Muğla-Aydın işbirliği diyorlar. Ancak, konuşacak belli konular saptamışlar. Sabri Taşkın, Mehmet Toydemir, Mehmet Kocaefe gibi kolay heyecanlanan arkadaşları uyardılar. Genel duruma göre tavır alınacak. Olay salt çıkacak kitap içinse bilgi olarak sorular sorulacak. Konu Köy Enstitülere dönerse basında çıkan aleyhte yazılar ortaya getirilecek. Bunu duyunca duraksadım; çünkü bu tür bir yazı okumadım. Özellikle Varlık Dergisinde böyle bir yazı çıkmadı. Hasan Özden azıcık çıtlattı:

-Köy Enstitülerine büyük emek vermiş birçok yönetici, küstürülerek, bir iki basamak alt görevlere atanıyor. Bunlar, belki Köy Enstitülerinin hızlı çalışma temposuna uyamamış olabilir. Bunları, hoşlanacağı bir göreve almak daha iyi olmaz mı? Soru hoşuma gitti. Ancak:

-Bu, öyle ulu orta sorulamaz. Köy Enstitülerinin aleyhine yazan ya da konuşanlar ayrıntılı olarak ele alınırsa ad vererek bunu ortaya getirmek iyi olur. Örneğin, Çifteler Köy Enstitü Müdürü Remzi Özyörük’ün bir yazısı varsa bu sorulabilir. Remzi Özyörük meslekten ayrılmış. Müdür olan bir insan mesleğini kolay kolay bırakmaz. Remzi Özyörük’ün soyadını yanlış söylemişim uyarma yapıldı. Doğrusunu öğrendim; Remzi Özyürek! Gerçekte ise ben, kendi müdürüm Nejat İdil için konuşmak isterdim ama Nejat İdil, bu konuda yazı yazmak değil tek söz söylememiştir. O nedenle adını ortaya getirmenin ona karşı saygısızlık olacağını düşündüğümden konuyu başkasının üstüne çevirdim.

Biz karşılıklı, değişik konuları sıralarken oldukça vakit geçmiş, Genel Müdürle yanındakiler birden kapıda belirdi. Çok şey konuştuk, sanki hepsini Genel Müdüre söyleyebilecek cesaretim varmış gibi bir duruma girmeme karşın, Genel Müdür kapıdan girince her şey uçtu. Kapıdan en az on insan girmesine karşın sanki tek Genel Müdür girmiş gibi geldi. Tam karşıma gelen yere ayrı masalar kurulmuş, oraya oturdular. Gelenler arasında tanıdıklarım var, Ferit Oğuz Bayır. Ferit Oğuz Bayır, Edirne/Karaağaç Eğitmen Kursu Müdürü, bizim köyün Eğitmeni Mustafa Ağabeyin öve öve göklere çıkardığı, Mustafa Ağabeyin saygılarını bir türlü iletemediğim, giderek de iletmekten vazgeçtiğim kişi. Ne ilginç bu kişi aynı zamanda,1941 yılı Hasanoğlan Köy Enstitüsü temel atma gününde başındaki kasketi nedeniyle bayrak taşıyan arkadaşımız Hüseyin Serin’i paylayan kişi. Giderek bu durum bende değişik bir duygu uyandırdı. Yaz stajımda zaman zaman karşılaştığım öğretmen kızını bile küçümsedim? İçimden hep sordum:

- Hangi özelliğinden dolayı buraya atanmış acaba? Dışlayıcı bir gözle baktım ona. Bu düşüncemden dolayı zaman zaman kendimi sorguladım. Nasıl Bir sezgiyse, ben Nejat İdil’in Kepirtepe’den alınmasına da Ferit Oğuz Bayır’ın neden olduğu kanısına vardım. Bu sanımdan dolayı kızına da yan bakmıştım. Genel Müdür’ün yanında görünce belleğimde bunlar sıralandı. Gelenler arasında Gazi Lisesi Müdürü Hasan Özbay da vardı. Cumhuriyet Bayramı törenlerine katıldığım günler, Hüseyin Çakar’la ikimize çok yakınlık gösteren iyi insan. Birden onu, bizim okula Müdürlüğe uygun gördüm. Bu gerçekleşmiş gibi sevindim. Bir yandan da düşündüklerime neden aradım:

-Nejat İdil ile Ferit Oğuz Bayır neden karşı karşıya olsun? İlk aklıma gelen, Eğitmen Kursu üstüne kurulan Trakya Köy Öğretmen Okulu, iki ayrı kurum, bunların ikisinin başında iki müdür. Bunlar arasında anlaşmazlık olamaz mı? Belleğimi yokladım. Zaman zaman eşyaların bulunduğu Sinanlı deposuna ben de gidiyordum. Genellikle Namık öğretmenle gidiyorduk. Bir keresinde Namık öğretmene sormuştuk:

-Bu eşyaları Kepirtepe’ye neden götürmüyoruz? Namık Öğretmen gülerek:

-Onların hepsi bizim değil, biz aldıklarımızı da Ankara’dakilerin lütfen izinleriyle alıyoruz. Ankara’dakiler kimlerdi? Zamanla, ben bu sorunun karşısına o zamanki Eğitmen Kursu Müdürü Ferit Oğuz Bayır’ı koydum. Giderek de ortalıktan kaybolan onca eşyanın, porselen tabakların, yaldızlı çatal, bıçak, kaşık, dolaplar dolusu işlemeli tüllerin, kadife perdelerin hiç birisi Kepirtepe’ye gelmedi.

Genel Müdür konuşunca kendime geldim. Genel Müdür:

-Verdiğimiz karara göre gelmem gerekiyordu, ancak bugün gelebildim. Zaman zaman bir araya geliyoruz. Derli toplu bir gündem saptamadığımız için, her ne kadar yararlı konuşmalar yapmış olsak da esas konuları bir sonuca bağlayamıyoruz. Bugün bir konu üzerinde durup kesin bir karara varalım. Daha önce çok önemsediğimi söylediğim İş Eğitimi Sözlüğü’nü bir yoluna koyalım. Uzun araştırmalara gerek duyulacak. Ne kadar erken başlarsak sonuca da erken ulaşırız. Genel Müdür:

-Genel birkaç söz söylemiştik, isterseniz bir daha özetleyelim. İmece yöntemiyle bir eser daha yapacağız. Ancak bu, şimdiye dek yaptıklarımızdan farklı olacak, şimdiye dek yaptıklarımı insanlar görmek için gelmek, gezmek zorunda kalıyorlardı, bunda ise, insanlar eline alıp okuyacak. Bu nedenle daha çok görücüye çıkmış olacağız. Ferit Oğuz Bayır, olayı yeni duymuş gibi sordu:

-Baskı kimin adına olacak? Önce fasikül olarak çıksa daha iyi olmaz mı? Genel Müdür:

-O dedikleriniz çok önemli, ancak ben İş Eğitimi kapsamı içine alınacak maddelerin saptanmasını önemsiyorum. Ortak çalışmamız bu nokta üzerinde olacağı için bunu ön plâna aldım!

Bundan sonra Genel Müdür İş Eğitimi kavramı üstünde durdu, işin çok geniş bir alanı kapsadığını, bunun sınırının çizilmesi gerektiğini işaret etti. Arkadaşlarda kıpırdanmalar görüldü. İhsan Güvenç parmak kaldı. Genel Müdür biraz isteksizce işaret etti. Belli ki İhsan’ın düşünmeden konuşacağını sezmişti. İhsan Güvenç:

-Kitaba alınacak sözlerin bir listesi yapılsın! Gülümseyenler oldu. Genel Müdür, İhsan’a bakmadan ortaya:

-Sıra listeye gelince o da yapılacak! Bu ara 1.Sınıflardan Haşim Kanar parmak kaldırdı. Genel Müdür, Haşim’i süzerek:

-Buyurun sizi dinleyelim! Haşim Kanar:

- Hazırlanacak sözlüğün adı neden İş Eğitimi Sözlüğü, sadece Eğitim Sözlüğü olsa daha geniş anlamlı olmaz mı? Genel Müdürün kaşları çatıldı, alnı kırıştı, oldukça yüksek bir sesle:

-Bunu başkaları da söyledi, onlara söylediğimi sizlere de tekrarlayayım:

-Köy Enstitüleri, iş eğitimi esaslarına göre kurulmuştur, bu umdeler sürecektir. İş Eğitimi içinde bizatihi eğitim vardır. Bu kez de Niyazi Başkaya parmak kaldırdı:

-Bizim Denizli dolaylarındaki halk, eğitim sözünü Eğitmen sözüyle özdeşleştirmiş, “Eğitim!” deyince hemen eğitmenleri anmaya başlıyorlar! Arkadaşlardan gülenler oldu. Bu kez de Okul Müdürü Rauf İnan, Genel Müdürden izin alıp:

-Daha iyi değil mi, demek ki, halk Eğitmenleri bağrına basmış! Birçok parmak kalktı. Genel Müdür Hasan Özden’e söz verdi. Hasan Özden:

- Arkadaş Denizli’den söz etti, ben de komşu ilden Aydın’dan örnek vereceğim, halk Eğitmenlerin çalışmalarını takdir ediyor ama Eğitmen sözüne bir türlü ısınamadı.

Tıpkı Köy Enstitüsü adına olduğu gibi. Okul olarak Köy Enstitülerine kimse karşı değil. Ancak onlar hakkında konuşurken sanki başka bir varlıktan söz edercesine alaylı söz ediyorlar. Müdür Rauf İnan gene söz istedi. Bu kez kendisinin Denizli daha doğrusu o bölgede çalıştığını, halkını çok yakından tanıdığını halkın genelde davaya sarıldığını, arkadaşların yakındığı, sayısı pek az birkaç menfi tabiatlı kimseler olabileceğini anlattı. Süleyman Adıyaman söz istedi. Genel Müdür gülümseyerek Adıyaman’a söz verdi. Adıyaman doğrudan Okul Müdürü Rauf İnan’a:

-Sizin çalıştığınız zaman öyleydi efendim, aradan geçen zamanda çok değişiklikler oldu, bu değişiklikler halka inemedi. Bu yüzden günden güne aleyhte bir hava esmeye başladı! dedi. Genel Müdür, acımsı gülüşlü bir yüzle:

-Yeniliklerin her zaman zorluklarla karşılaşır, burada sözlenenlerin hepsinin ayırdındayız, onları biz de duyuyoruz, ancak eser büyüdükçe karşı olanların o yeni eserin altında kalacağını biliyoruz, bunu da inançla bekliyoruz. Eğitimbaşı Hürrem Arman söz aldı:

-Meyveli ağaca taş atılır! diye bir söz vardır, varsın avara takımı bizim ağacımıza taş atsın, biz işimize bakalım! Genel Müdür gülümsedi, az eğilip önündeki kağıda baktıktan sonra:

-Çalışmalarımız, ağırlıklı olarak eğitim üstüne olacak. Öncelikli olarak tanınmış büyük eğitimcilere, onların görüşlerine yer vereceğiz. Ancak onların hayat hikayelerini değil, çalışmaları, işe yönelik çabalarını sınırlayıp okuyuculara sunacağız. Pestalozzi, Ruso, (Jean Jacques Rousseau) Kerschensteiner, Dewey gibi bu uğurda ün yapmış kimseleri de kısa kısa tanıtacağız. Bekir Semerci parmak kaldırdı. Genel Müdür söz verince Bekir uzun bir listeden adlar okudu. Genel Müdür listeyi uygun buldu:

- Yazmak isteyenler en kısa zamanda seçtikleri konuları hazırlayıp Dergi Koluna teslim etsin! dedi.

Toplantı son buldu sanmıştık. Neredeyse ayağa kalkacaktık. Ferit Oğuz Bayır söz aldı. Söz alışına da arkadaşların, Eğitmen ya da Köy Enstitüsü sözlerine gösterdiği tepki nedenine bağladığını söyledi. Bu arada bir nebze de olsa bu adların konulmasında kendisinin de payı olduğunu belirtti. Bunun çok doğal olduğunu, kendisinin ilk öğretmen çıktığındaki okul durumlarını, halkın o zaman açık açık okullara (O mektep dedi) karşı geldiğini, kendi yüzlerine karşı sarıklı hocaları tuttuklarını anlattı. Sonunda yurdun düşmanlarca işgalinde kılı kıpırdamayan sarıklı hocaları görünce halkın bu kez kendilerini kahraman ilân ettiklerini, özellikle öğretmenlerin Kurtuluş Savaşındaki kahramanlıklarını duyduklarında onları bağrına bastıklarını, önce sevilmediği söylenen öğretmenlerin günümüzde en itibarlı memur sayıldıklarını anlattı. Bu arada, kendisin de cephede savaşa girdiğini ekledi. Eğitimbaşı Hürrem Arman gülümseyerek:

-Teşekkür ettikten sonra:

-Ağabeyimiz, İstiklâl Gazisi’dir! diye gösterdi. Arkadaşlardan alkışlayanlar oldu. İyi mi oldu, yoksa kötü mü? Ancak toplantı ilk başlardaki gerginliğin dağılmış olduğu bir hava içinde son buldu. Bizim grup yerinden bir süre kalkmadı. Muzaffer Kayhan, Niyazi Başkaya’yı bir güzel azarladı. Niyazi neye uğradığını anlamadı, bir süre şaşkın şaşkın bakındı. Olay kendisine açıklandı:

-Sen konuşmasaydın, konu bir başka yolla daha derinlemesine irdelenecekti! Süleyman Adıyaman için de konuşuldu. Ancak onun için:

-Adam sorumsuz; kalender mi, derviş mi öyle bir şey! İyi düşündüğüne inanmıştır, oysa yanılgılar içinde yaşamaktadır. Onun doğruları herhangi bir insanın sıradan yanılgısı düzeyindedir. Her zaman, her yerde kimseye danışmadan konuşur. Onu uyarmak yerine ondan uzak durmak gerekir.

Konuşmalar toplantı üzerine dönüştü. Önce Eğitimbaşı Hürrem Arman, arkasından Müdür Rauf İnan çekiştirildi. Emin Soysal’ın bir sözü tekrarlandı. Emin Soysal bunları gazetelerde yazıyormuş:

- Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un çevresini “Dalkavuk Takımı sardı!”

Konuşmalar, iyice kişileştirilmeye başlarınca ayrıldım. Faik Öğretmen gelirse dersini gene akşamdan yapacaktır, düşüncesiyle piyanoya oturup sıkı bir çalışma yaptım. Öğretmen başka bir çalışma istemezse Mozart Sonat k.279 ‘u baştan sona çalacağım. O niyetle saat tutarak sonatı iki kez tekrarladım. Kendim oldukça beğendim. Üstelik sonatı iyice ezberledim de.

Salona çıktığımda arkadaşların heyecanlı konuşmalar yaptığını gördüm; konu, Kahvehane! Naci Ön, olayı anlatmış. Arkadaşlar da “Neden gitmediklerini, sorun yapmışlar. Okul Müdürüne hep birlikte durumu anlatmak kararı almışlar. Kara alınmış ya, sanki yola çıkılmış gibi seviniyorlar. Bana da muştuladılar. Gönülsüz de olsa sevindiğimi söyledim.

Yemekte de aynı konu; o onu dedi, bu, bunu dedi. Ekrem Bilgin sordu:

-O adamın Gazi Madalyası var mıdır?

-Madalyası olmasa “Gazi!” derler mi?

-Neden demesinler? Bizim Ödemişlilerin birçoğu kendine “Gazi!” diyor!

Hemşerim Kadir düzeltme yaptı:

-Ama burada, adam kendisine demedi, başkası ona “Gazi!” dedi. Nihat Şen gül sözü tamamladı:

-Bozacının şahidi sirkeci olurmuş!

Kamil Yıldırım sözü tiyatroya çevirdi:

-Ne zaman gidilecek? Konu Kahvehane.

Kahvehane’de oynayan sanatçıların bazılarının adları sayarken Nuri Altınok için arka masadada oturan Yusuf Demirçin:

- Nuri Altınok benim “Hemşerim, iyi tanırım! deyince azıcık şaşırdım. Nuri Altınok, sahnedekilerin en yakışıklısı. Rol kılıkları dışında verdiği görüngü de öyle. Ragıp Haykır ya da Salih Canar yanında Nuri Altınok tığ gibi delikanlı, köylü olabileceğini hiç düşünmemiştim. Doğrusu benim gözüm Ertuğrul İlgin’le Nuri Altınok’a takılmıştı. Nuri Altınok’un yakışıklığı bir yana sesi de gür, kullandığı sözler doyurucu.

Biz konuşurken, öğretmenlerin geldiği duyuruldu. Faik Öğretmen gelmiş, elimi çabuk tutup salona indim. Az sonra da Faik Öğretmen geldi. Birlikte alt odaya indik. Oda oldukça soğuk. Faik Öğretmen:

- Havanın soğukluğu insanları olumsuz etkiler, yalnız bu değil çalgıları da etkiler! deyip gülükten sonra:

- Dikkat et bak, çalgıları etkilemesi, üşüme anlamında değil, seslerin rezonansı değişir. Biz buna tınısı diyoruz. Öğretmen piyanoya oturup baştan sona gamlar arpejler yaptıktan sonra:

-Seslerden belli bu piyano çok çekiçlenmiş. Tuşlar dışardaki soğuktan habersiz gibi! deyip güldü.

İşaret edince piyanoya oturdum. Öğretmenin önce konuşması, cesaretimi arttırıyor; yalnızmışım gibi piyanoya oturup, Mozart kv. 279 Sonatın birinci bölümünü çaldım. Faik Öğretmen:

-Eee, sonrası? Burasını dinlemedik mi? deyip 2. Bölümü çaldım. Ancak bu kez hiç duraksamadan 3. bölüme geçtim. Bitirince öğretmen alkışlar gibi ellerini vurdu. Sonra da:

-Bu alkışlar, parçayı güzel çaldığın için değil, yılmayan bir iradeyle piyanoya yüklenmen içindir. İbrahim, doğrusunu istersen ben bu sonatları baştan sona pek çalmadım. Çalamadığımdan değil, gerek görmedim. Senin gayretini takdir ediyorum ama, el attığın eserleri kendim çalmadığım için üstüne varmak istemiyorum. Sen bunları çalışmana devam et! Öztekin Öğretmen seneye sana bir piyano öğretmeni buldu, bir engel çıkmazsa o gelecek. Umarım onunla birlikte daha güzel parçalar çalacaksınız. Ben senden parçadan çok teknik gelişmeni istiyorum. O nedenle biz gene Hanon’a, Czerny Etütlere sarılalım. Sen, seçtiğin parçaları da özgürce çalışırsın. Arada bana çalacakların olursa dinlerim.

Faik Öğretmen’in söylediklerini iyi anlamadım sanırım, sevineceğime neredeyse üzüldüm. Dersten sonra Öğretmen Kulübüne dek birlikte gittik. Yolda anlattıkları güldürücü fıkralardı azıcık rahatladım.

Kitaplığa uğradım, bizim Kepirlilerden bir grup vardı, onlara katıldım. Konuşmalar, toplantı üstüneydi. İlginçtir, hepsi Genel Müdürü haklı buluyor, Köy Enstitüleri üzerine eleştirilere tepki gösteriyorlar. Onlara karşı olmak istemedim, Arif Kalkan’dan gelen mektubu okudum. Arif’in ikinci öğretmenlik yılı. Köylülerin, hiçbir yardımını görmediğini yazıyor. Arif’in yazdıklarını da çok kişisel olarak nitelediklerini görünce Yusuf Asıl olayını anımsattım:

-Yusuf bizim köyde mi çalışmıştı? diye sordum. Daha ileri giderek, onların eski yaralarını deştim, sap saman yataklarda yatarken konuşulanları anımsattım:

-Sultanların, şehzadelerin karyolaları, yatakları, yorganları Sinanlı Deposunda çürürken biz neden üç katlı tahta ranzalarda yatıyoruz? diye bağıranlar kimlerdi? diye sordum. Kısa bir sessizlikten sonra:

-Tüm sorumluluğun İsmail Hakkı Tonguç’ta mı olduğu soruldu. Ben de:

-İnsanlar İsmail Hakkı Tonguç’tan değil, işlerin iyi gitmediğinden yakınıyor. Ancak onların karşısına işlerin iyi gittiğini söyleyen yetkili olarak o çıktığı için adı dillerde oluyor. Hakkı Tonguç’a düşman olan Emin Soysal, Ona Hakkı Tonguç olarak karşı değil, öyle olsaydı Hakkı Tonguç’un kardeşi Zekeriya Tonguç’u kendisine yardımcı yapmazdı. Zekeriya Tonguç Kızılçullu’da görevini sürdürüyor, Emin Soysal ona bir şey söylüyor mu? diye sordum. Zekeriya Tonguç’un varlığından yeni, haberdar olanlar sordu:

-Sahi, Hakkı Tonguç’un kardeşi mi?

Sözü azıcık uzatarak sordum:

-Hem Nejat İdil’i beğenip seveceksin, hem de ona, “Sen bu işleri beceremedin, seni başka işlere gönderiyorum! diyeceksin! Şimdi dikkat edin, onu beceriksiz sayacaksın, onun yerine de hepimizin bildiği İhsan Kalabay’ı göndereceksin! Bir başka örnek vereyim.1941 yılında Hasanoğlan’a göçtüğümüzde karşımıza biri çıkmıştı, Ladik Müdürü Nurettin Biriz. Onu anımsayalım, adama hayran olmuştuk. Oradan gelen öğrenciler de onu seviyordu. O müdür oradan alındı yerine de Enver Kartekin getirildi. Enver Kartekin’den memnun mu ayrıldınız? Hepimize tepeden bakan kimdi? O zaman zaman dersliğimize gelip gittikten sonra neler konuşuluyordu? Durmadım bana korku yaşattığı “Demoklesin Kılıcı! “Olayını anlattım. Nedenini bilmediğimiz, hiçbir zaman da öğrenemeyeceğimiz arkadaşımız Ali Güleren’in son sınıfta kovuluşunu anımsatıp bir de örnek verdim:

-Resmen hırsızlık yapan, bir arkadaşımızı kahreden Durmuş Ali Uğur paşa paşa öğretmenlik yaparken, bir suç işlediğine bir türlü inanamadığımız Ali Güleren belki de hayatına kıydı, neden hiç bir haber alamadık? diye sordum. Karşımdakiler kül gibi benizlerle beni dinlediler. Tek Harun Özçelik, derince bir soluk aldıktan sonra:

-O kadar haklısın ki, senin bu konuşmanı unutacağımı sanmıyorum. Biz, etraflı düşünmeden konuşarak birbirimizi etkiliyoruz. Sahiden, Kepirtepe’de ondan önce Eğitimbaşı yoktu, Enver Kartekin geldi de bizde bir değişme mi oldu?Beş sanat öğretmenimiz vardı, Sanatbaşı falan bilmiyorduk. Lâdik’te bir sanatbaşı m.var, ötekiler usta öğretici, oradaki işler Kepirtepe’nin yanında solda sıfırdır. Zaten depremde yıkılması da bundandır. Bu kadar deprem oluyor, Trakya’da da deprem oldu, Keşan’da, Hayrabolu’da Kepirtepe’de bir çatlak oldu mu? Beş yıl birlikte yaşadık, hep depremlerden söz edildi, bizim bir deprem kaygımız oldu mu?

Arkadaşımız Halil Basutçu işi şakaya çevirerek:

-Bu akşam, dertlenme akşamı, yarın dersler başlayacak, yatalım arkadaşlar; bunları birazda yatakta düşünürüz! deyip kalktı. Ben de:

-Arkadaş haklı, o geçen yaz bunları Pazarören’de çok düşündü, bir akşam da o bize bu düşündüklerini anlatır’ dedim.Dedim ama sözümü kesmeden:

- Bir ay önceye dek Hasanoğlan’da bulunan İnşaat ekibinin başında Sabiha Epçim vardı. Sabiha Epçim, Pazarören Köy Enstitüsü Sanat Başı’nın eşi bir ilkokul öğretmeni bir bayan. Saatlerce İş Eğitimi tartışması yapılan bir ortamda inşaatta çalışan öğrenciler, tıpkı kültür derslerinde olduğu gibi gene bir ilkokul öğretmeni yönetiminde. Kısaca öğrenciler öğretmen olmak üzereyken de İlkokuldaki günler havasından sıyrılamamış durumda. Bunu, sanırım halka anlatmak güç olmaktadır. Hamitabatlı 9 Mehmet’i bilirsiniz, (Mehmet Özalp) kendi ilkokul öğretmeni Cemile Kun Kepirtepe’ye atanınca:

-Amaninnnn! Beni, Burada da Cemile Öğretmen mi okutacak? diye sormuştu. Öyle oldu. Mehmet Özalp, şimdilerde öğretmen. Öyle sanıyorum ki, bir gün geriye doğru baktığında tüm öğrencilik yaşamını dolduran Cemile Kun öğretmen görüntüsü içinde bulacaktır.

Suskunluk içinde ayrıldık.

Yatınca da bir süre düşündüm, insanlar, yani yöneticiler de birbirini kösteklemekte, Bir birinin kuyusunu kazmaktalar. Ahmet Korkut Öğretmen kısa İlköğretim Müfettişliğinde çok başarılı sayıldığından Erzurum Pulur Köy Enstitüsü Müdürlüğüne atandı. Nedense iki yıl bile olmadan görevden alındı. Eşine dostuna ne diyecek? Edirne nere Erzurum nere? Oraya sevinerek gitmişti, şimdi Edirne’ye nasıl dönecek?

Ahmet Korkut Öğretmenim gözlerimin önüne geldi, onunla konuşmaya hazırlanırken gözlerim kapandı.

 

5 Şubat 1945 Pazartesi

 

Gözlerimi, Dopçinki, Bopçinsi sözleri arasında açtım. Azmi Erdoğan, Muttalip Çardak’a takılıyor:

-Dopçinski misin, yoksa Bopçinski mi? Muttalip de:

-Anadan doğma Muttalip’im, beni tanıyan herkes böyle bilir. Orhan Doğan yüksek sesle karşılık verdi:

-Yaşa hemşerim, Konyalılık budur işte!

-Bu sabah, bu Konyalılara ne oldu böyle? Enver Ötnü:

-Konyalılar, zaman zaman böyle horozlanırlar! Veli Demiröz:

-İzmirlilere “Kişt! deyince kahkalarlar atıldı. İzmir adı geçer geçmez benim aklıma da Necati Cumalı’nın şiiri geldi:

 

        “Günaydın tavuklar, horozlar
         Artık memnunum yaşamaktan
         Sabah erkenden kalktığım zaman
         Siz varsınız;”
 

Yalnız olmadığım için ben de mutluyum! deyip kalktım.

Faik Canselen Öğretmenin dediklerinden kimi kuşkularım olmasına dek sahiden mutluyum. Faik Öğretmen:

-Sana yeni bir piyano öğretmeni gelecek! demesi hoşuma gitti. Gelecek öğretmenin bana olmadığını biliyorum, öğretmenin öyle deyişi benimle konuştuğu içindi. Öğretmen gelecekse doğal olarak okula gelecek. Önemli olan, gerçek piyano öğretmeni farklı mı olacak? Belki de benim çaldıklarımı beğenmeyip bir daha çaldıracak ya da el, kol hareketlerim üzerinde duracak. Olacak, bulacak diyerek salona gittim. İyi ki gitmişim, uzun zamandan beri salon sobasını yanmamış buldum. Hava da oldukça ayaz. Soba yanışa akşamdan hazırlandığı için kolay ateşlendi. Az kalsın Aydın Gün Öğretmeni üşütecekmişim. Üşüyünce insanın ses telleri geriliyormuş. Geçmişte bir gün Namık Ergin Öğretmenle yol kenarında kamyon bekliyorduk. Kamyonun gelişi gecikince Namık Öğretmen bizlere hareket etmemizi önermişti:

-Hava soğuk, yerinizde durunca daha çok üşürsünüz. Üşüyünce bedeniniz gerilir, gerildikçe de daha çok üşünür! dedikten sonra telefon tellerini göstererek:

-Bakın bu teller bile ılık zamanlara göre daha fazla gergindir! demişti. Aydın Öğretmen duysa kızar. Ses telleriyle telefon tellerini bir tutar gibiyim. Aydın Öğretmen bunu çok önemsiyor:

-Muazzez, buraya gelecek ama, ancak nisan ya da mayısta. Onun sesi çok duyarlı, soğuklarda gelirse sinin tınısı değişir, üslendiği rolleri yapmakta zorluk çeker! demişti. Bunları düşünerek biraz titremekle birlikte kahvaltıya yetiştim.

Arkadaşlar işin ayırdında değil, kahvaltıya geç kalışıma şaşmışlar. Oysa benim aklımdan neler geçti neler!

Arkadaşlar, Aydın Öğretmenden çok Mahir Canova Öğretmeni konuştular. Piyes çalışması yapılacak. Acaba rolü olmayanlar serbest kalacak mı? Kalmayacağını adım gibi biliyorum. Rol almışlara söylediklerini bizim de duymamızı istemez mi? Ne mantıksız istek!

                  *

Aydın Gün Öğretmen “Gün Aydın!” deyip doğru sobaya gitti. Gülerek sobayı gösterdi:

-Bunu gördüğümde çok sevimsiz gelmişti. Nerdeyse:

-Kaldırın şunu! diyecektim; meğer sevimli bir şeymiş. Aydın Öğretmen, insanların kimi zaman, bilgisizlikten ileri gelen yanılgıları oluyor. İşte bu duruma düşmemek için insanlar çevresini iyi inceleyip, ona göre davranmalı! deyip bir anısını anlattı:

-İlk öğretmenliğim yılında okula bir müdür gelmişti; Efe tavırlı bir müdür. Öğretmenlerle yaptığı ilk toplantıda bir yığın özellikleri sıralamış, neler isteyip istemedikleri saydıktan sonra da masasının yanı başında asılı duran bir çengeli çekerek göstermiş:

-İşte bir örnek, bunun ne fonksiyonu var burada? diye sormuş. Öğretmenler sessiz sakin bakışırken Müdür Masasındaki zil çalmaya başlamış. Zil kendiliğinden çalınca Müdür sağa sola bakınmaya başlamış. Öğretmenler de hayret etmiş. Müdür dokunmadığı halde zil neden çaldı? Zil sürekli çalınca öğretmenlerden yardım etmek isteyenler olmuş Sonuçta biri gidip zilin kablosunu kesip zırıltıyı durdurmuş. Müdür gibi öğretmenler de merak içinde kalmışlar. Olayın nedeni sonradan anlaşılmış. Müdürün masasındaki görevli çağırma zilinin masa içindeki kabloları bir yerde yıprandığından kontak yapıyormuş. Müdürün geldiğine günlere rastladığından elektrikçi bununla uğraşırken Yeni Müdür elektrikçiye:

-İşi uzatma, kısa kes! emri vermiş. Elektrikçi de soyulan telleri ayırıp arasına bir kablolu tel eklemiş; arızalı telleri ayrı tutmak için de geçici bir önlem olarak bir çengel takmış. Müdürün, “Gereksiz!” diye çelip aldığı bu destekmiş. Aydın Öğretmen bir süre güldükten sonra:

-Sonra ne oldu? demeyin; o müdürün aramızdaki adı “Zili Müdür!” oldu öyle de kaldı.

Aydın Öğretmen ellerini vurarak” Çalışmamız başladı!” deyip ses çalışmalarına başladık. Önce kendisi piyanoya oturup çalışma şeklimiz, çalışma sınırlarımız, dediği önekleri verdi. Önce gamlar, İniş-çıkış birlikte çıkış ayrı, i niş ayrı, ek olarak kesik ses çalışmaları (2’li3’lü 4’lü,5’li sıralar.)

Önce beni çağırdı. Öğretmen ses verdi ben ona uydum. Çıkıcı gamlarımı yetersiz buldu, inicilerimi beğendi. Aynı sesleri, çalışsan her durumda verebilirsin, sakın kendini savunmaya kalkma, inanmam! Çalışmanı bekliyorum!

Piyanoya oturmayı istiyordum ama bu sözlerden sonra kendimi sorumlu tuttum, utandım, neşem kaçtı. Tüm arkadaşlar önce bir iniş bir çıkış gam yaptılar. Sonra gene sıra ile do-re, re-do,do-re-mi,mi-re-do,do-re-mi-fa,fa-mi-re-do,do-re-mi-fa-sol-sol-fa-mi-re-do,do-re-mi-fa-sol-do-do-sol-fa-mi-re-do... sıralaması yapıldı. Bu sıralamaları teker teker yaptıktan sonra topluca tekrarladık.

Daha önce birer şarkı seçmiştik şarkılarımızı söyledik. (Son Bahar)

Öğretmen bu kez de birer türkü seçmemizi istedi. Sonunda da öğretmen kendisi türkü söyledi. Önce türküleri gruplara ayırdı. Gerçek halkın yaktığı türküler. Kızılırmak, Koyun gelir. Kurtuluş Savaşı için yakılan bir türkü.” Ankara’nın Taşına bak!” Yapay ya da yakıştırma türküler: Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu.. (Halk şiirleri üstüne kurulanlar) Yörükler Yaylası, Çanakkale, Alişim, Kırımdan Gelirim...

Adı anılmayan birilerinin hem sözünü hem sesini yakıştırdıkları...

Aydın Öğretmen, kısa birer örnek seslendirdi. “Ankara’nın taşına bak” olarak ilkokul ilk sınıflarında öğrendiğim şarkıyı o denli güzel söyledi ki, ilk kez duymuş gibi duygulandım. Kızılırmak’la Yörükler Yaylası bizim kahve plâklarında var. Gidince ilk işim onları atmak olacak.

Aydın Öğretmen Karacaoğlan’dan iki koşma söyledi. Birisini geçen yıl da söylemişti.

 

        Nasıl Methedeyim Sultanım Seni...
      
        Nasıl methedeyim sultanım seni
        Gürcistan ilini değer gözlerin
        Bir bakışta eylen ettin cihanı
        Cezayir, Tunus’u değer gözlerin
 
        Darılma sevdiğim ettiğim söze
        Ne hoşça yakışmış benlerin yüze
        Mısır, Arab, Alban, Yemen, Anize
        Belh’i, Buhara’yı değer gözlerin
 
        Eme idim ağzındaki dilini
        Dere idim koynundaki gülünü
        Bosna, İstanbul’u Anadolu’yu
        Bütün Rumeli’yi değer gözlerim
 
        Ben seni severdim ezel ezeli
        Bana cefa etme dünya güzeli
        Bağdat’ı, Basra’yı Acem Şiraz’ı
        Bütün Hindistan’ı değer gözlerin
 
        Öpsem yanaklardan kurtulsam yastan
        Adam kemlik görmez sevdiği dosttan
        Arnavut Çerkez’le Kürt Arabistan
        Bütün Türkistan’ı değer gözlerin
 
        Görmedim dünyada sen gibi canan
        Yoktur hey sevdiğim ben gibi yanan
        İngiliz, Fransız, Moskof, Alaman
        Çin ile Maçin’i değer gözlerin
 
        Karacoğlan der ki hoş etti methin
        Al yanaktan buse olsa himmetin
        Yüz bin şehir saysam etmez kıymetin
        Hasılı dünyayı değer gözlerin.

 

Aydın Öğretmen son mısraı “Büsbütün dünyayı!” olarak söylüyor.

Mahir Canova Öğretmen kapıdan girince durup dinlemiş. Aydın Öğretmen bitirince sordu:

-Kapıda beklettik mi? Mahir Öğretmen gülerek:

-Hayır, hayır! Ancak, arkasından bir de Hafız Burhan gelir mi? diye merak ettim! deyince öğretmenler gülüştüler.

Aydın Öğretmen, şan çalışmamızı beklediğini tekrarlayıp ayrıldı. Nedense Mahir Öğretmen şakasını açıklamak gereğini duydu:

-Amacım, güzel türküyü eleştirmek değil, Hafız Burhan plâklarını da dinlerim. Ancak bir başlarsa kolay kolay bitmez! diye bir saplantım var; onu kastettim. Mahir Öğretmen kitabı açıp bana verdi. Konuşması bitince arkadan konuşacağın adını duyurmamı istedi. Arkadaşlar iyiden iyiye hazırlanmışlar. Takılanlar küçük uyarılarla toparlanıyorlar. Ancak tavırlar üstünde dakikalarca duruluyor. Müfettiş Kamil Yıldırım’dan çok uşağı Osip üzerinde durulmasını anlayamadım. İbrahim Şen’den başka Abdülkadir Ariç, Naci Ön denendi. Sonra gene İbrahim Şen’in sürdürmesi kararlaştırıldı. Öğretmen, Yıldız’la Halise üzerinde hiç durmadı. Yalnız ayrılırken ikisine de:

-Siz ezberleyince ayrıca çalışacağız, azıcık sabredin, rollerinizin sözleri ezberleyin! dedi. Bana da:

- Sana suflörlüğü yükledik; kitabı bir daha dikkatlice oku! deyip ayrıldı..

 

Yemekte konu Armoni Dersi oldu. Seybold melodilerine ikinci ses takılacaktı. Bir telaş başladı; defterini kaybeden ödevi unutan “Ah,vah,,” ediyor.

Yemekte, armoni ödevleri konuşuldu. “Faik Öğretmen, genellikle verdiği ödevler üstünde neden durmuyor? Karşılık verildi:

-Yapılmadığını bildiği için! Üstünde dursa daha üzüntülü durumlarla karşılaşacağını bildiği için geçiştiriyor!

                *

Faik Öğretmen, gerçekten ödev sormadı, piyanoya oturdu, önce tek ses verdi, sonra ikinci ses ekledi. İki ses arasındaki uyumluluğu sordu. Sonra da teker teker sesle katılmamızı istedi. Do-re, do-mi, do-fa-do-sol ......

Daha sonra da piyanoya beni oturtup arkadaşlara, sesleri yazmalarını söyledi. Uzun süre do-re, do-mi, do-mi-sol çaldım.

Do ses gam dizisinin tüm notaları gamlarının 1;3,5;8 akarlarını yazıp okumamızı istedi.

Öğretmen ayrılınca sevinenler oldu. Verilen ödevin zorlu bir ödev olduğunun ayırdında bile olmamışlardı. Oysa 50 kadar gam sıralayacaklardı. Anlamadıklarını anlayıp güldüm.

Öztekin Öğretmen serbest çalışma yapmamız söyledi. Alt odaya inip uzun süre Hanon Etütleri tekrarladım. İlk parçadan başladım. Etüt, zaten çalışma...İlk parçada daha acemilik çektim. Oysa ben 60 numaraya dek çalışmıştım. Bir ara Faik Öğretmenin ödevini denedim.Do/do-re/re-mi/do-re-mi/mi-fa,re-mi-fa/do-re-mi-fa/fa-sol,mi-fa-sol/re-mi-fa-sol/do-re-mi-fa-sol/sol-la,si-do/do-re-mi-fa-sol-la-la-si-sol-la-si,fa-sol-la-si,mi-fa-sol-la-si,re-mi-fa-sol-la-si,do-re-mi-fa-sol-la-si,si-do-la-si-do,sol-la-si-do,fa-sol-la-si-do, mi-fa-sol-la-si-do,re-mi-fa-sol-la-si-do,dre-mi-fa-sol-la-si-do......Daha sonra do-mi-sol-do/re-sol-si-re/mi-sol-si-re....... Kafam karıştı, bıraktım...

Akşam yemeğinde her zaman olduğu gibi konuşmalar gene, “Yarın!” diye başladı:

-Sabahattin Öğretmen sınav yaparsa ne soracak? Karşılıklar hazır:

-Sorsa sorsa Montaigne Öğretmeni soracak! Montaigne Öğretmenin nesini sorar?

-Kayın Pederini sorar. Kayın Peder az kullanılan bir söz, ilgi çekti. Ekrem Bilgin:

-Vallahi, bir Kayın Pederim olsun istemem! Nedenini de açıkladı:

-Nazını geçireceğini düşünerek eşimi benden çok yanında tutmaya kalkışır. Halil Yıldırım sordu:

-Gerçek bu mu?

-Başka ne olabilir?

-Eşine istediğin gibi horozlanamamak kaygısı olabilir! Eşine horozlanmak, Kızılçullu grubunda eskiden beri olan bir sözmüş. Kızılçullu’da evli öğretmenleri bir süre andılar. Bu arada sonradan bize gelen Enver Kartekin de sayıldı. Kayın Pederi yokmuş ama eşi Sabahat Öğretmene hiç horozlanamıyormuş. Pazarören Köy Enstitüsü Müdürü, Şevket Gedikoğlu, Ortaklar Köy Enstitüsü Müdürü Hayri Çakaloz horozlanan türdenmiş. Olayı daha da kurcalamak amacıyla şimdiki müdürleri Hamdi Akman’ı sordum. (Onlar Kalas diyor) Nihat Şengül de bana bizim müdür Rauf İnan’ı sordu:

-Sen hiç bu müdürü eşiyle gördün mü? Doğrusu Müdürü eşiyle değil de eşini başka bayanlar arasında bir kez görmüştüm. Söz Zekeriya Tonguç’a sıçradı arkasından da ağabeyine. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un evinde bir gece yattığımı, eşinin çok saygın bir insan olduğunu anlattım. Oğlu Engin’i anlatınca, Genel Müdürün oğlu olduğunu arkadaşlar ilk kez duyduklarını söylediler. Oldukça şımarık, Hasanoğlan’ı beğenmeyen daha doğrusu gitmeye değer görmeyen bir ortaokul öğrencisi! dedim. Bu kez de arkadaşlar Engin’e arka oldu:

-O daha çocuk, buranın nesini sevsin? Boz giysileriyle fotoğrafları gördüyse iyice soğumuştur. Bu kez de Genel Müdür mü yaşlı Milli Eğitim Bakanı mı? Bakanın bu yıl üniversiteye giden oğlu var; ikiz kardeşler, biri kız, Konservatuvara gidiyor.) Ben bunları söyleyince arkadaşlar işi şakaya dökerek:

-Sen onların adlarını da bilirsin! diyerek karşılıklı göz-kaş ettiler. Aldırmadım, ikizlerin adlarını söyledim:

-Oğlanın adı Can, kızınki Canan! Daha önce anlattığım olayı, bir kez daha tekrar ettim.

 Bu kez de Hasan Ali Yücel’in kızı merakına kapıldılar:

-Onu nasıl görürüz?

-Kapıda durur sorarsınız: Canan Yücel aranıyor!

Gülüşerek kalktık. Halil Dere beni bekliyormuş, birlikte kantine gittik. Kantinde satranç oynadık. Satrancı çok seven Kepirli arkadaşım Halil Basutçu, görmüş geldi:

-Kepirli Müzikçi buralara geliyor muydu? diye sordu. Elinden tutup oturttum:

-Üç ad bir araya gelince falan diye bir şey deniyor ama korkma ben yalnız Halil değil, Halil İbrahim’im! diyerek oturttum. Gerçekte Halil Basutçu satrancı benden daha düzgün oynuyor, Halil Dere’nin tam istediği gibi. İsterlerse hemen hemen her gece oynayabilirler. Çevreme baktım, bizim bölümden Nihat, Kamil, son sınıflardan Mehmet Zeybek, Fahri Yücel kendilerini oyuna kaptırmış etraflarına bile bakmıyorlar.

Yatınca aklım kendi kahvemize gitti. Köydeki arkadaşların bazıları da kağıt oyunlarına tutkundu, geç saatlere dek oynuyorlardı. Babamın övüdünü anımsadım:

-Sakın kendini oyun alışkanlığına kaptırma! Oyuna, onun bir oyun olduğunu bilirsen yakayı ele vermezsin! Sanırım babamı dinledim, oyunların hiçbirine istek duymuyorum. Buna belki müzik tutkusu da yardım etti!

 

6 Şubat 1945 Salı

 

Uyanır uyanmaz, geçen hafta Sabahattin Öğretmenin üstünde durduğu şairleri, verdiği örnek şiirleri anımsamaya çalıştım. Şinasi Özden’i daha önce öğrenmiştim. Oktay Rifat, Melih Cevdet, Orhan Veli üçlüsünü geçen yıl Hamdi Keskin Öğretmen de anlatmıştı. Cahit Sıtkı Tarancı... Başka başka? Arkası gelmedi. Ben, bunları anımsıyorum, Abdullah Erçetin ya da Kadir Pekgöz bunları da anımsamaz! deyip yürüdüm. Ne var ki derslikte benimle birlikte 60 arkadaş daha var. Şiirle ilgilenenler özellikle de Turhan Aydoğan gibi şiir yazanlar bunları bilirler. Şiir yazıyor mu bilmem(Söylemiyor)Talip Apaydın da şiirle çok ilgili) Bizim Kepirli Mehmet Başaran da şair geçiniyor ama sanmam birinin adını ezberleyip de yeri gelince ansın! O biraz da haklı sanırım Kepirtepe’de ona o denli takıldılar ki sinmek zorunda kaldı. Özellikle Fettah Biricik, İsmet Yanar bu şiir yazma konusu üstünde öylesine duruyordu ki onların yanında kim olsa şiiri ağzına alamazdı. İsmet, oldum olası şairlik taslıyordu. Amacı şiir yazmak değil çevresindekileri güldürmekti... Arkadaşımız 6 Ali Güleren için:

- Adı Ali, lâkabı kaz-Aklı fikri Lüleburgaz.. 7 Fettah Biricik için:

-Ayağında renkli patik, sevdiği ders matematik(!) 63 Hilmi Altınsoy için
-Dilinden düşmez anası, anasının danası!.. türü kırıcı yakıştırmalar, karşılıklı söyleşmelere neden olur, arkasından da eklenirdi:

-Yağmur yağdı çaktı şimşek-Sen de şair mi oldun eşşek! eklenirdi. Salt bunu söylemek için uzun süre ağız dalaşı yapılırdı. Zaman zaman da eşek, huysuz eşek olurdu. Bu ise kesinlikle birisi için özel eklenirdi. Çünkü huysuzluk birisi için yaygın bir sıfat olmuştu!

Kahvaltıda da şairler anıldı. Bizim masada benden başka şiirle ilgilenen yok. Şiir denince İstiklâl Marşı’nın sözleri, şair deyince de Mehmet Akif Ersoy yeterli görülüyordu. Bu arada bir de acınası yakıştırmadan söz edildi. Öğretmenin biri öğrencilerine İstiklâl Marşını ezberletmek istemiş. Bu ödevi verdikten sonra da dirençle ezberlenip ezberlenmediğini kovuşturmuş. Marşın sözleri o denli çok tekrarlanmış ki, sonunda şiirin adı “Cakcaklı Şiir!” olarak anılmaya başlanmış. Bunu duyunca daha önce duyduğum bir eski sözü anımsadım:

-Şûyu, vuku’undan beter! Kısacası onu söyleyen çocuk, çocukça bir kusur işlemiş ama bunu yaymak ondan daha büyük, ayıp ya da suç! İlk aklıma gelen de bunu bir çocuk değil İstiklâl Marşı’na karşı olanlar çıkarmıştır. İstiklâl Marşı’na karşı olan birileri var, bu öteden beri biliniyor. Onlar, Cumhuriyet Dönemi yeniliklerine oldum olası karşı. Varlık Dergisi bu konuda çok değişik yayınlar yapıyor; Dil, çeviri, şiir, Alaturka müzik numaraları gibi....

Sabahattin Öğretmen elinde kitaplar, biraz gecikerek geldi. Gelmeyeceğini düşünmeye bile başlamıştık.

Öğretmen:

- Geçen hafta konuştuklarımıza bir nokta koyalım, gene devam ederiz. Bugün de güncel bir konuyu ele alalım! Dedikten sonra çıkan dergiyi gösterdi:

-Okumuşsunuzdur. Umut verici çalışmalar var. Hepsini incelemem söz konusu değil, onu siz yapacaksınız; yapmalınız! Ancak ben, genel olarak bir göz attım. Daha çok çeviri meraklılarının bolluğuna sevindim. Çeviri, yabancı dil öğrenmek isteyenlerin yapmak zorunda olduğu bir uğraştır. Başlangıçta insana güç gelse de çalıştıkça o zorluklar aşılır. Yabancı dil heveslilerin çokluğu dikkatimi çekti; hele ilk çalışmalarda çeviri denemelerine girişim beni umutlandırdı. Ayrıca benden çeviri konusunda bilgi isteyenler oldu. Çeviri işi benim asıl uğraş alanım. Ancak tek tek kişilere doğrusu verecek ölçüde bilgimin olduğunu sanmıyorum. Buna şaşacaksınız belki ama çeviri için bir yabancı dil bilmek yetmiyor. Öncelikle insanın kendi dilini bilmesi önemli. Bunu da insan, başkasının söylemesiyle değil, iş başa düşünce ayırdına varılıyor. Bende böyle oldu. O nedenle ben hepinize benim bu konuda bildiklerimi anlatmayı yaralı gördüm, oradan ötesini isteyenler, bulursa başkalarından tamamlasınlar. Benim yabancı dil öğrenmemi, nasıl bir ilgi kuracaksınız bilmem ama Öğretmenimiz Montaigne’in denemeleri benzetebilirsiniz. O nasıl kendisinden önce kimsenin başaramadığı bir yöntemle düşüncelerini anlatmışsa ben de kendi kendime bulduğum bir yolla çeviri yapıyorum. Çok iyi yaptığımı söyleyemem, ancak daha iyisini yapabilmem için kendi dilimizi daha iyi bilmem gerektiğine inanıyorum. Bunun başka bir tılsımı yok! Mehmet Toydemir çeviri üstüne bir yazı okuduğunu, orada da Türkçe de yeterli söz olmadığından zengin dillerdeki sözleri karşılayamadıkları yazdığını anlattı. Sabahattin Öğretmen gülümseyerek:

-Başka şeyler söylüyoruz sanırım, burada biraz duralım! deyip baktı. Gene gülümsedi:

-Benim anlatacaklarım öyle, birilerinin dediği gibi derin ilgilere dayanmıyor, doğrudan doğruya kendi deneyimlerimdir. O nedenle belki sizlere de önemsiz gibi gelecektir.Örneğin:

-Çok sıkıntı çektiğim bir çevirimde karşıma çıkan söz hangisiydi biliyor musunuz? Durmak! Türkçe’de “Durmak,, ne anlama gelir? Durmak, gitmek mastarının karşılığıdır. Giden ya da yürüyen insan bir yerde durur. Çok önemsiz bir fiil gibi geliyor. Ancak üstünde durursak, başka ödevler üslendiğini de görürüz. Bakın, üstünde durmak. Bu üstünde durmak bile işimizi zorlaştırıyor. Bir yüksekliğe binip durmak, at üstünde durmak, ayakta durmak. Yetmedi, bu konu üzerinde biraz duralım; dediğimizde nerede duruyoruz?

İsterseniz bunları cümlelerde kullanalım:

At, yürürken birden durdu. Sahibi, gidip dururken, duran atın, bir nedeni olacağını düşünerek konunun üstünde durdu.

Durmanın bir de eklentili, ortaklık görevleri var:

-Duraklamak, durdurulmak, duraksamak, durdurmak, ya da bakıp durmak, gidip durmak, konuşup durmak, yaşayıp durmak, Söylenip durmak, Durup durmak, durup kalmak, durup düşünmek. Asılı durmak, takılı durmak. Azıcık üstünde dursak daha nicelerini buluruz. Durmak, gidedurmak, aslı durmak, üstünde durmak, sözünde durmak ne denli değişik anlamlara kayıyor.

Belki siz de hiç düşünmediğiniz, bunu ben de düşünmemiştim. Ancak bir çeviri işimde beni oldukça zorladı. Bakın bu çeviri Fransızca’dan Türkçe’ye değil Türkçe’den Fransızca’ya yapığım bir çeviriydi. Gördüm ki bizim dilimizde onlardan çok türeme olanağı var. Bu bilimsel alan için söylenemez. Çünkü bizim bilimsel çalışmamız yok, buluş söz konusu değil. Araştırmalar, olmazsa buluş olmazsa bilimsel söz de olmaz. Söylemek istediğin sıradan Edebiyat metinlerinin çevirisi üstünedir. Bu küçük araştırma bana şunu öğretti. Türkçe, Batı dillerinin edebiyat metinlerini çevirecek zenginliktedir. Yeter ki çevirici Türkçe’yi bilsin. Yazık ki çeviriciler, kendi dillerini bilmeden bu işe atılıyorlar. Onlar sanıyorlar ki kendi konuştukları Türkçe, kendi günlük işlerinde kullandıkları sözlerden oluşuyor. Bu büyük yanılgının kökenindeki yanlışlık da sınırları daraltılmış bir söylem(Şive) anlayışından gelmektedir:

-İstanbul’da konuşulan dil! Divan Edebiyatı’nda sürüp giden bu anlayışa sonradan Ziya Gökalp de bir ekleme yapmış:

-İstanbul, konuşmasını salık vermiş.

          “Güzel dil Türkçe bize,
          Başka dil gece bize,
          İstanbul konuşması
          En saf ,en ince bize!.....,,
 

Diyor ama besbelli onun amacı başka! Ziya Gökalp, söz sayısı sınırlaması değil, sözlerde vurgular, seslendirmeler, kısacası dilin müziği açısından öneride bulunmaktadır. Türkçe’nin kök olarak söz sayısı söylenenden çoktur. Asya kıtasına boydan boya yayılan Türklerin Türkçe köklü dillere nasıl yoksulluk yakıştırılır? Konuşmalarda ya da yazmalardaki farklılıklar önemsiz bir değişmedir. Bu tür değişiklikler Fransızca ya da Almanca’da da vardır.

Öğretmen bundan sonra yapışılan çevirilerin farklılığından söz etti:

-Genellikle çeviriler iki yöntemle yapılır:

1-Ele alınan metinde geçen sözler, söz olarak karşılanır, ya da olabildiğince karşılanmaya çalışılır.

2.Metin okunur, anlatmak istediğini, çeviren kendi dilince yeniden yazar. Bakın iki durumda da çeviricinin kendi dilinin söz zenginliği önem kazanıyor. İşte olayın püf noktası. Sen gel, koskoca Türk dünyasının dilini İstanbul’a hapset, sonra da Türkçe öteki dillerden yoksun! de. Öğretmen elindeki kitabın birini açtıktan sonra okur gibi bir süre baktı. Sonra da:

-Size bir örnek vereyim:

-Fransa’nın büyük şairlerinden biri sayılan Lamartine bundan yüz yıl kadar önce bir şiir yazmış. O şiiri bizden bir şiir sever dilimize çevirmiş! Dedikten sonra:

-O günkü dille! Eklentisini yaptıktan sonra

         Ta key bu şitap her kenare
         Hiç meddine yok mudur nihaye
         Yelday-ı ezelde serserîsin
         Aram ü rücu’dan berîsin
         Bir dem olamaz mı ömr-i nâsâz
         Umman-i dehrde lengerendâz
         Ey göl nazar et ki bir yıl akdem
         Yârimdi bana bu yerde hemdem
         Bu taş ki bus eder miyahın
         Arâmgehi iken o mahın.......

Öğretmen sordu:

-Tanıdığınız söz geçti mi? Taş, göl, yâr, hiç, yer, serseri sözleri söylendi.

Öğretmen bu kez de şiirin Fransızca’sını okudu.

 
             Le Lac
 
      Ainsi toujours pousses vers de nouveaux rivages,
      Dans la nuit eternelle emportes sana retour,
      Ne pourrons-nous jamais sur L’ocean des âges
         Jeter l’ancre un seul jour?
      O lac; L’ancre â peine a fini sa carriere,
      Et pres des flots cheris qu’elle devait revoir,
      Regarde! Je viens seul m‘asseoir sur cette Pierre
          Ou tu la vis s’asseoir!
      Tu mugissais ainsi sous ses roches profendes;
      Ainsi tu te brisais sur leurs flancs dechires;
      Ainse le vent jetait L’ecume de tew ondes
         Sur ses pieds adores.

         ..................................

Sabahattin Öğretmen, “Göl şiirinin yazıldığından kırk yıl sonra yapılan çevirisinden sonra bir de günümüz çevirisini okuyalım!” deyip Yaşar Nabi Nayır’ın çevirisini okudu.

 
            Göl
 
      Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
      Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
      Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için
         Demirleyemez miyiz?
      Ey göl, henüz aradan bir sene geçti ancak,
      Seyrine doyamadığı o canım su yanında
      Bir gün onu üstünde gördüğüm şu taşa, bak
         Oturdum tek başıma!
      Altında bu kayanın yine böyle inlerdin;
      Yine böyle çarpardı dalgaların bu yara,
      Ve böyle serpilirdi rüzgârla köpüklerin
         O güzel ayaklara.

         ...........................

Sabahattin Öğretmen, Göl şiirinin tamamını okumamızı önerip ayrıldı.

Yunus Kazım Köni gelmemiş. Arkadaşlarda bir sevinç bir sevinç! Kitaplığın soğuk olmasına karşın yerinden kalkmayanlar oldu. Ben de bir süre oturdum. Göl şiiri konu edildi. Az önce söylenmesine karşın, yazarı, çeviricisi soruldu. Kimi arkadaşların konuya yabancılığına şaştım. Şiiri yazan değilse bile çeviren Yaşar Nabi Nayır’ı tanımam beni mutlu etti. Geçen yaz burada kalmamın bana kazandırdıklarını düşündüm. Yaşar Nabi Nayır gibi Reşat Nuri Güntekin, Halide Edip Adıvar, Ahmet Kutsi Tecer, birden anımsayamadığım daha birçok insanı tanıdım. Salt burada kalmam değil, bana bu olanağı bulunduğum bölümün sağladığını da düşündüm. Gerçekten burada başka arkadaşlar da kalmıştı, örneğin Hüsnü Yalçın bunların hiç birisini göremedi. Gerçi, onun da benim göremedikleri gördüğü oldu ama onlar, sınırlı çevreler içinde ün yapmış kişiler. Özellikle veterinerler, tarımcılar v.b.

Yaşar Nabi Nayır gözüm önüne geldi. Doğrusu görünümüne göre yaptıkları çok olağanüstü. Varlık Dergisi’ni çıkarması bir yana orada yazdığı yazıları anımsar gibi oldum. Dil konusunda, çeviri konusunda okullar konusunda herkese ders verirce yazılar yazıyor. Özellikle de Devrimler konusundaki yazılarının doç, Halil Demircioğlu Öğretmenimizden farkı yok. Göl şiirii de onun çevirmesi, onu gözümde bir kat daha büyüttü.

Bölüm salonuna gittim. Salon, konser öncesi, orkestradakilerin bir süre ses ayarı için çıkardığı ses kargaşasını andıran bir durumda. Tek fark nefesli çalgılar eksik.

Alt odaya geçip Czerny Etüt çalıştım. Czerny 299 1. Etüt iyi gidiyor. Akordiyonun sağ elde yararlarını görüyorum. Ancak no:2 Etüt’de sol el akordiyon tembelliğini bir türlü aşamıyor.

 Yemekte, herkes sevinçli. Ara sıra böyle boş saatlerimiz olsun! deyip gülüştük.

Konu hemen öteki bölümlerin bol bol boş zamanlarının oluşuna kaydı. Ekrem Bilgin, ona da bir kulp taktı:

-Onların da boş zamanları yok, sayılır, lokal ya da köydeki kahvede geçen zamanlar boş sayılmaz!

Öğleden sonra kısa bir süre Müzik imlâsı (Kulaktan ses alma) yaptık. Enstitü, Bölümünde Ders Uygulamasına gittik. Uygulayıcı Mehmet Zeybek. Mehmet Zeybek çok iyi bir arkadaş ama çalışamıyor. Onu, son sınıftayken arkadaşımız Halil Basutçu’nun durumuna benzetiyorum. Daha doğusu öyle olmasını istiyorum. Çünkü öylesi sonuçta iyi oluyor. Halil Basutçu o zaman korkulacak bir durumdaydı. Onunkini sevdaya bağlamıştık. Mehmet Zeybek neden olmasın. Öğretmenlerden birine aşık neden olmasın?

Uygulama sınıfı Fatma Öğretmenin sınıfıymış. Bunlar da benim sevdiğim öğrenciler. İçeriye girdiğimizde bana yer açmalarına çok sevindim. Sıraların yanından ben geçerken öğrencilerin sıkışıp yer açması, geçince de gene kapatmaları, ilginçti. Arkadaşların, bunu konu yapacağını düşündüm.

Mehmet Zeybek, çocukları iyi tanımış, adlarıyla çağırınca sevindim. Besbelli bu çalışmaya önem vermiş. Bir ara da Mehmet Zeybek’in Fatma Öğretmene tutkun olabileceğini düşündüm. Niçin olmasın? Fatma Öğretmen çok cici bir bayan. Belli bir ailesi, oldukça ünlü bir ağabeyi var.

Mehmet Zeybek, hemen hemen benim üstünde durduğum şarkıları söyletti. Kısa açıklamalar yaptı. Ses tonunu iyi ayarladı, ellerini iyi kullandı. Ancak mandolinlerde azıcık tökezledi. Çalınacak parçaları nedense önce kendisi çaldı. Daha doğrusu çalmaya çalıştı. Ayakta mandolin çalışmamış olduğu belli; iki de bir diziyle düzeltme yapmaya kalkıştı. Bu da çalışını engelledi. Buna karşın öğrenciler parçaları güzel çaldı.

Öztekin Öğretmen, Mehmet Zeybek’e yapıcı öğütler verdi. Genellikle beğendiği çalışmalar sırasında yüzünden seziliyordu.

Salona dönünce serbest çalıştık. Akşam plâk dinlemekte buluşmak üzere Öztekin Öğretmen ayrıldı.

Uzun süre Czerny çalıştım. Ellerim arasında bu denli hareket farkı olacağını hiç düşünmemişim. Üstüne vardıkça sol elimin ağırlaştığı kanısına saplandım. Yoksa ben çaldığımı sandığım öteki parçalarda da mı aksaklıklar yapıyordum. Czerny’yi bırakıp çaldığım parçaları denedim. Abdülkadir’le Doğan geldi. Onların övgüleri azıcık içimi rahatlattı.

Bu kez plâk seçmeyi arkadaşlara bıraktık.

İyi ki öyle yapmışı, Orhan Doğan, gelir gelmez anımsattı:

-Hep sizin seçtiklerinizi dinleyecek değiliz, izim de seçme hakkımız var! deyince,bu gece için seçmediğimizi anlattım. Onun aklında Beethoven 6.Senfoni varmış, hemen onu söyledi. 6.Senfoni Fantasia filminden sonra çok sevilmişti. Öteki arkadaşlar da katılınca karar kesinleşti. 2. eser için de kısa bir tartışmadan sonra Mehmet Yelaldı’nın istediği Bach’ın Air’li orkestra süiti (3.Süit) seçildi. Öztekin Öğretmen de erken geldi, gerçek bir konser havası içinde eserleri dinledik. Sonunda gene Fantasia filmi anıldı. Film hakkında yazı da okuduğumdan oldukça bilgili olduğumu sanıyorum. Konuşmalar baktım hep filmin belli yerleri üstünde duruluyor. Çalınan eserlerden 6. senfoni dışında hiç birisinden söz edilmiyor. Yatınca filmi görür gibi oldum; Tanrı Baküs’ün yürüyüşü gözümün önüne geliyor. Filmin başını zifiri karanlıktı.

 Karanlıkta bir süre bir şeyler görmeye çalıştım. Karanlık uzun mu sürdü ne? O sıralar uyumuşum.

 

7 Şubat 1945 Çarşamba

 

Akşam yatarken aklım takılan Fantasia filminin girişini iyice anımsadım. Karanlıkta orkestra üyeleri yerlerini alıyor. Sonra da uzun bir konuşma yapılıyor. Arkasından da Bach’ın bir eseri (Toccata) çalınıyor. Arkadaşlardan kimse şef Leopald Stokowsky’den, çalınan Bach-Toccata, Paul Dukas- Büyücü, Tschaikowsky-Fındık Kıran, ya da Schubert’ten Strawinky’den söz etmiyor. Nerden edecek onlar, Varlık Dergisi’ndeki İhsan Akay’ın Fantasia yazısını okumadılar ki!

Biraz böbürlenir gibi oldum. Fikret Madaralı öğretmeni saygıyla andım. Köydeyken de kahveye gelen gazeteleri okuyordum. Hayber Kalesi, Hazreti Hamza ya da Hazreti Ali Cenklerini okuyordum ama başka türlü kitap okumamıştım. Trakya Köy Öğretmen Okuluna girince Fikret Madaralı Öğretmen, bunları okuduğumu söylediğimde gülümsemiş:

-Bundan böyle biraz başka kitaplar okuyacaksın! Demişti. Daha sonra da bir gün:

-Yeterince harçlığın var, bir dergi alabilirsin! Dedikten sonra Yeni Adam dergisini vermişti. Yeni Adam dergisine alışınca abone olmuş, dergi okuma alışkanlığım gelişmişti. Daha sonra Akşam Gazetesini okumaya başladım. Yeni Adam dergisinde İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nu, Hüsamettin Bozok’u, Akşam Gazetesi’nde Necmettin Sadak’ı, Va-Nu’u (Valâ Nurettin) tanımıştım. Bundan sonra arkası geldi. Bunlara daha sonra okuduğum kitapların yazarları eklendi. Şimdilerde beleğim adlarla dolu. Arkadaşlar ikide bir:

-Ad belleyemiyorum! deyince gülesim geliyor; belleyemezsin, çünkü bellemek için bir çaba göstermemişsin. Ben, neredeyse sekiz yıl bu denemeyi sürdürdüm. (1938-1945)

Kahvaltıda tahminler yürütüldü:

-Gene mi Çeltikçi Köyü? Arkasından da sorular:

-Birbirine benzeyen köyleri okursak ne kazanacağız? Biz, köyleri biliyoruz. Köyleri öğretmenlerin bilmesi yetmez, köyleri asıl, öteki memurlar bilmeli!

               *

Doç. İbrahim Yasa, ağzında piposu kapıya dek geldi, arkasını dönüp durdu. Belli ki piposunu söndürüp cebine koydu. Gülümseyerek geldi. Hakkında neler düşüneceğimizi biliyor olmalı:

-Alışkanlıklar da insanların karakterinin bir parçası. Böyle düşündüğümden ben, alıştığım için kapıya dek pipomu bırakmıyorum! dedi. Belki beklemiyordu, parmaklar kalktı. Parmak kaldıranlara baktı. Mustafa Parlar’a söz verdi. Mustafa Parlar dengeli bir arkadaş, çok rahat konuşuyor. Sözü hiç uzatmadan:

-Öğretmenler, alışkanlıklarını bırakmak istemediğini söylerse, öğrencilerine ne yüzle alışkanlıklardan sakınmasını isterler? Öğretmen, dikkatle dinledikten sonra sordu:

-Ne bakımdan? Mustafa Parlar:

-Alışkanlıklar, öğrencileri yanlış yollara götürür. Örneğin öğrenci kaçak kaçak sigara içiyorsa ya da arkadaşlarının eşyalarını karıştırıyorsa onlara ne diyebilir? Öğretmen güldü:

-İşte bunları dedirtmek için size öyle dedim. İnanın ki bana:

-At o pipoyu! diyen olsa hemen atarım! Bu kez de arkadaşlar güldü. Mustafa Parlar:

-Siz yetişkin bir insan olarak kendinizi ölçü alıyorsunuz, bizse küçük çocukları düşünüyoruz. Öğretmen:

- Haklısınız, sözümü geri alıyorum! Öğretmen kitapları arasından bizim dergiyi çekip kaldırarak:

-Umut verici çalışmalar var. Gelecekte daha bilimsel incelemeler olacağı güvenim tazelendi! Deyince Mustafa Top söz istedi. Mustafa Top:

-Dergide bizim konularımızı ilgilendiren birçok yazı var, onların bilimselliğini nasıl ayıracağız? Öğretmenden önce Şükrü Koç söz istedi. Şükrü Koç:

-Ne bilimselliği arkadaşım, eline kalem alan köyünden söz etmekte, köyde olanları anlatmanın bilimselliği mi olurmuş? Kendimizi aldatmayalım, bizim görevimiz köyleri anlatmak değil, köylerin neden geri kalmışlığı üstünde durmak, bozulmuş olan ne varsa onları bulup çıkarmak. Köyleri anlatan sayısız şarkımız türkümüz var, yazarlar romanlar yazmış, alır okuruz! İbrahim Yasa gülümseyerek Şükrü Koç’a teşekkür etti. Sonra da:

-Siz bugün beni konuşturmaya karar vermişsiniz. Ancak ben bugün konuşmak niyetinde değilim. Daha doğrusu bugün hazır değilim. Söyledikleriniz tümüyle benim de sorunum. Öğretmen dergiyi göstererek:

-Bugün bu dergiyi karıştıralım, buradan da kendimize paylar çıkarabiliriz! dedikten sonra İsmail Tıknaz’ın Köyümde Delikanlılar Birliği adlı yazıyı gösterdi. Arkasından da:

-Bakın, birçok kentte, kasabada başarılamayan bir olayı köyde başarmışlar! deyince gene parmaklar kalktı. Öğretmen kimseye söz vermedi, yazıyı da kendisi okudu. Yazı bitince gülenler oldu. Öğretmen, görmemiş, duymamış olarak sayfayı çevirip bu kez de Şevket Hızal’ın Çukurova’da Toprak ve Müstahsil Durumu adlı yazıyı okudu. Arkadaşlar sessizce dinlediler. Parça bitince sordu:

-Ne diyorsunuz? Söz birliği etmişçe kimseden ses çıkmadı. Öğretmen kitabı bırakıp konuşmak üzereyken Hasan Üner parmak kaldırdı. Hasan Üner çok az konuşan arkadaşlarımızdan olduğu için herkes dikkat kesildi. Öğretmen, sanki ne söyleyeceğini sezmiş gibi bir süre Hasan Üner’i süzdükten sonra:

-Hadi söyle bakalım! gibi sevimsiz bir izin verdi. Hasan Üner:

-Arkadaşlar, ikisi de uzun emeklerle yazmış olabilirler. Ancak bunları kim okuyup yararlanacak? diye sorduktan sonra devamla:

-Bunları, yıllardan beri Halkevleri ciltler dolusu kitaplarla, hem de uzmanların hazırladığı kitaplarla anlatıp halkın ayağına Halk Odalarına kadar gönderiyor.1941 yılında biz buraya Hasanoğlan Köy Enstitüsünü kurmaya geldiğimizde kitap sıkıntısı çektiğimizi söyleyince Hasanoğlan muhtarı, (Şimdi de muhtar o) Ahmet Çakır, bize Halk Odası Kitaplığını açmıştı. Yüzlerce dergi, kitap yığın halinde hiç açılmadan duruyordu. O kitap yığını arasında açılmamış romanlar bile bulmuştuk, Çingeneler, Bir İnsan Düşmanı, 9.Hariciye Koğuşu v.b gibi. Kepirtepe’ye dönünce köyüme gittiğimde (Orada da Halk Odası var) daha önce hiç bakmamıştım, bu kez bakınca gördüm ki aynı kitaplar, dergiler hatta Ulus gazetesi yığınla orada da duruyordu. Hiç kuşkum yok bu arkadaşlar da yazılarını yazarken oralardan yararlanmışlardır.

Öğretmen Hasan Üner’e teşekkür etti. Kendisini de uyardığını söyledi. Öğretmen duraksayınca, Hasan’ın konuşmasından cesaret alarak elimi kaldırdım. Öğretmen görmezden gelecek sandım. Yanılmışım, öğretmen çok yumuşak bir sesle “bir ekleyeceğiniz mi var?” diye sorarak izin verdi. Arkadaşın dediklerine benzer bir başka örnek! deyip, Edirne/Karaağaç’ta açılan bizim okulun, Trakya Genel Müfettişliğince desteklendiğini, o zaman ki Genel Vali Kazım Dirik Paşa’nın çabalarıyla sürdürülen Trakya’daki halkın kalkınma çabaları için yapılan özellikle tarım alanındaki yayınların daha sonra da Kepirtepe Köy Enstitüsüne geldiğini, o yayınların defterlerini ben tuttuğumu, ayrılırken de Tarım Öğretmenine teslim ettiğimi, büyükçe iki dolaplar dolusu kitap biriktiğini anlattım. Öğretmen nedense bana, Hasan’a sormadığı bir soruyu sordu:

-Bu yayınlardan nasıl yararlandın? Ben de bunu bekliyordum, daha doğrusu bunu söylemek için olaya karıştım: “Biraz uzun olacak ama isterseniz anlatayım:

-O küçük kitapların birinde çiftçilerin dikkati çekiliyordu.” Tohum nasıl alınır? Okudum, karpuz’la buğday tohumlarının alınışı ilgimi çekti. Özellikle karpuz. Karpuz benim köyümün çok ünlü bir ürünüdür. Söylendiğine göre Trakya’nın en tatlı karpuzu bizim köyde çıkarmış. Bu nedenle köyümüzün bir adı da Karpuz köydür. Bunu Kepirli arkadaşlarım hep bilir. Gözlemlerime göre köyde karpuzun çekirdeği ayrılırken büyükçe karpuzlar seçilir onların çekirdekleri ayrılıp tohum olarak ekilirdi. Oysa okuduğum yazıda bir başka yöntemden söz ediliyordu. Bu yöntem uygulanırsa karpuzun çekirdeği azalır, karpuz daha tatlı olurmuş. İlgimi çekti, dikkatle okudum. Karpuz oturtulup sap, orta, alt olarak üç parça edildikten sonra orta bölümün çekirdeği alınıp tohum olarak tarlanın bir köşesine ekiliyor. Gelecek yıl da oradan alınan karpuzlar gene üçe ayrılıp ortalanın çekirdekleri ayrı ekiliyor. Üçüncü yıl sonunda tüm tarlaya bu çekirdekler ekiliyor. Bu tohumların karpuzlarının çekirdekleri yok denecek kadar azalıyor. Bu karpuzların çekirdekleri en az beş yıl çoğalmıyor, sonra sonra değişiyor. Bunu kahvemizde komşularımıza anlattığımda gülenler oldu. Başta babamla birkaç komşu bunu denedi. Geçen yıl son gittiğimde beni doğruladılar. Aynı deneme buğday başakları için de geçerliydi. Buğdayda daha önce göze çarpan gelişmeler görülmüş. Buğdayın da başakları üçe bölünüp orta bölümleri ekilince tanelerin tokluğu daha ikinci yılda farklı oluyormuş.

Öğretmen bana da teşekkü etti. “Ne iyi- ne iyi!” dedikten sonra az duraksadı. Ne düşündüyse birden:

-Gene de biz çalışmalarımızı sürdüreceğiz, “Böyleyken böyle!” deyip direneceğiz. Önemli bir nokta, Halkevleri ile bağlantı kurup yayınlarını getirtelim! Öğretmen:

-Bir sonuca varamadık, ancak konuyu toparladık, tartışmamızı sürdürelim deyip ayrıldı. Sessiz, sakin bilinen Hasan Üner Kahraman olarak alkışlandı. Arkasından da:

-Bizde de o yayınlar vardı galiba! türü sesler duyuldu.

 Doç. Halil Demircioğlu elinde şişik çantasıyla geldi. İlk kez:

-Sizin dersler arasında hiç zaman yok mu? Hep böyle geleni gideni oturarak mı bekliyorsunuz? deyip gülümsedi. Tüm yüzler gülümser gibi oldu. Sakallı Ahmet (Ahmet Özkan) konuştu:

-Büyüklerimiz öyle takdir buyurmuş! Öğretmen:

-Büyük buyurması değil, bu bir anlaşmazlık, bir gözden kaçma olabilir. İnsan tabiatı böyle durumlara pek uymaz. Bundan sonra beni,10 dakika sonra bekleyin. Bu kesin olsun, on dakika sonra!

Öğretmen, geçen hafta ayrılırken dediği gibi gerçekten kaldığı yerden başladı:

-Gelelim Osmanlı İmparatorluğunu bir ahtapot gibi saran Kapitülasyonlara! deyip baktı.

Az sonra da sordu:

-Bu kapitülasyon sözünün anlamı nedir? Bu kurumu kuran kimdir ya da kimlerdir? Bu, birden mi olmuştur, yoksa alıştıra alıştıra mı geliştirilmiştir?

Bu soruları sorduktan sonra az düşünür gibi durup soruları değiştirdi:

-Önce şunu konuşalım; Kapitülasyon ne anlama gelir? Parmaklar kalktı. Öğretmen, neredeyse parmak kaldırmayanları arar gibi aralıklara baktı. Bizim Kepirli Bekir Temuçin kurnaz kurnaz beklemede; parmak kaldırmamış, öğretmen onu gördü. İşaret etti:

-Sizi dinleyelim! Bekir Temuçin:

-Tarih olarak ne zaman kurulduğunu bilmiyorum; bunu bana şimdiye dek kimse kesin olarak söylemedi. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu’nun Fatih Sultan Mehmet döneminden beri bir türlü düzene sokulamayan bir para politikası olduğu bilinmektedir. İstanbul’un alınması sevindirici ama masrafların artması, özellikle ordunun büyütülüp donatılması, ardından gelen sınırsız işgal politikası sonucu art arda yapılan savaşlar, devletin gelirlerini eritmiştir. Bu nedenle borçlanma başlamış, borçlanma içteki kaynakları tüketince de dışardan alma yolları denenmeye başlanmıştır. Uzun yıllar denenen bu yöntem sonunda borç verenlerin haklarını vermemeye başlayınca borç verenler birleşip devletler arası bir kurum oluşturmuş, borcu ödenmeyen devletin baş vurusu sonucu birleşen bu devletler savaş açarak ödetme yolunu açmışlardır. İşte bu devletlerin ortak borç takip etme işlerini yürüten kuruma Kapitülasyon yani para işlerini düzenleyen kurum denmektedir.

Öğretmen gülümsedi, teşekkür etti. Başını kaldırarak:

-Hikâyemizin özeti budur. Biz bir süre ayrıntılar üzerinde duracağız. Belli belirsiz, hatta muhtemelli konuşacağız. Çünkü elimizdeki belgeler yancıların belgeleridir. Borç almışız ama aldığımız paraları kullananlar bile bizden değil içimizdeki azınlıklardan yetişen kişiler kullanmıştır. Geçen konuşmalarımızda değindiğimiz Yabancı Kolejler işte bu işleri kovuşturan uzmanları yetiştirmiştir. Dikkatinizi çekmiştim, Büyük Fransız İhtilali’nin patladığı yıllarda Fransız okulu vardı.1790’ları düşünün. Yüz elli yıllık bir bir kökleşme...Öğretmen bundan sonra borç almanın nedenlerini sıraladı. Bir iç savaş niteliğinde olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ile çekişmelerden başlayarak Sultanların düğünlerine dek borçlar alındığını, bunların genel borçlara aktarılıp borç üstüne borç bindirildiğini, borçlar arttıkça Kapitülasyon koşullarının da ağırlaştığını anlattı. Öğretmen az duraladıktan sonra.

-Eeee! diye uzatarak sordu:

-Heyulâ’nın yemini nasıl verdik? Öğretmen bundan sonra yurdumuzda gelir getirecek ne varsa onları saydı. Sayarken de Osmanlı Egemenliği altındaki toprakları sıraladı, Trablusgarp, tüm Arabistan Yarımadası, Irak, Suriye ile Doğu Akdeniz kıyıları, Kara Deniz Kafkas kıyıları ile tüm Anadolu ile Rumeli’de o dönemlerde çıkan maden, petrol, (Batum-Musul), tüm deniz işletmecilikleri, tütün, kendir, pamuk, susam, afyon ekimleri, demiryolu yapımları, işletmecilikleri, bağ, bahçe ürünlerinden çıkarılacak, şıra ya da başka yapımları hep Kapitülasyonlar aldı. Bağında üzüm yetiştiriyordun ama ondan şarap yapamıyordun. Tütün yetiştiriyordun ama sigaranı sen yapamıyordun. Yaparsan en ağır cezaları çekiyordun. Seni kim cezalandırıyordu? Kendi devletin. Niçin cezalandırıyordu? Devlet-i Muazzama’nın isteği üzerine. Devlet-i Muazzama kimdi? Fransa, İngiltere Avusturya, Felemenk sonradan Yunanistan. Bu sömürü, Osmanlıyı bitirdi. 1914 yılında başlayan savaşa girmeseydik, kurtulurduk’ diyen Osmanlıcılar var, bunlarla siz de karşılaşacaksınız. Yanlış, savaşa girilmeseydi de Osmanlı bitmişti. Araplar, ayılmak için teşkilatlanmıştı. Suriye, Irak bizde kalmayacaktı. Ya ne olacaktı? Onlar tıpkı Mısır gibi bir Avrupa devletine yanaşıp Kapitülasyon davasından kurtulacaktı. İşte o zaman tam çöküş olacaktı. Ticarî anlamda “İflas!” Lozan Barışı’nın bir güzel tarafı da burada. Direndik, Kapitülasyon borçlarını o günkü toprak durumun göre kabul ettik. Hâlâ borç ödüyoruz ama Türkiye Cumhuriyeti toprakları payını ödüyoruz.

Muzaffer Kayhan sordu:

-Onlar borç ödüyor mu? Öğretmen güldü:

-Onlar neden ödesin? Onlar kendileri köle olarak efendileri bıraktı, köleden borç istenir mi? Öğretmen bu kez de:

-İşin ilginci, şu kapitülasyon olayı gerçek anlamda bir incelense biz alacaklı çıkarız. Yüz elli yıldır, az yukarda saydığım değerlerin karşılığı nedir, bilen var mı? Osmanlı düzeni, yurdundaki gelirlerin bir dökümünü yapmış mı? Yıllık bütçe yapmayan bir düzen, bağın, bahçenin, denizde gezen gemilerin gelirini giderini nerden bilecek? Öğretmen:

-Bir imparatorluğun tarihe karışması olayında büyük payı olan bir olaydan söz ediyoruz. Elbette ki tüm neden bu değil. Ancak bu da önemli nedenlerden biri. Bu konu herkese açık bir konu, herkes araştırmasını yapabilir. Sizin bu konuda dikkatinizi bir noktaya çekmek isterim. Avrupa haritasını 20 içinde allak bullak eden Napolyon yenilince Avrupa devletleri yeni Avrupa düzeni için Viyana’da toplandı. Herkes Fransa’dan şikayetçiydi. Devletlerin Dışişleri bakanları toplandı, aylarca tartışıldı. Bu olay tarihe 1815 Viyana kongresi olarak geçti. Kongreye suçlu giren Fransa, kongre sonunda pek zarar görmemiş olarak çıktı. Neden biliyor musunuz? Çünkü Fransa’nın çok güçlü bir dişleri bakanı vardı. Yıl 1815.Gelin bir de bize bakalım,1815 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun dışişleri bakanı değil böyle bir kurumu bile yok. Çok önemli anlaşmalara bile Padişahlar, kendi seçtiği adamları gönderirdi. Bunlar oğullarının ya da kendilerinin öğretmenleri (Din hocaları) ya da sultanların kayırdığı insanlar olur, o saat Beylik, paşalık payeleriyle süslenirlerdi. Ne var ki bunlar, konulardan habersiz olduklarından el işleri el yordamıyla yürütüyordu. Aynı tarihlerde kapitülasyonların ağababaları vardır da bizde bir Maliye Bakanlığı ile yoktur. Bunca savaş kazandık, o denli de savaş kaybettik. Bunlar hep birer anlaşmayla son buldu. Bu anlaşmaları tarih yazıyor, Karlofça, Kaynarca, Yaş, Kasrı Şirin v.b. Bunlara katılanların birinin adı tarihimizde var mı?

Öğretmen gülümseyerek:

-Konumuz dışında bir tur yaptık, sanırım bir yararı oldu. Gene konumuza döneceğiz! deyip ayıldı.

Öğretmen ayrılınca birileri konuştu:

-Adam bize, bütün bildiklerini vermeye çalışıyor! Bunu kim dedi? diye dönüp bakarken bir başkası:

-Ne yapayım onun bilgilerini, ben tarih okutmayacağım ki? Bunları söyleyenler çok iyi tanıdığım arkadaşlardı. Bir süre düşündüm; ikisi de haklıydı. Bu denli bilgi, sıradan bir vatandaş için fazla sayılabilir ama, o vatandaşın bulunduğu yer de önemli. Bu vatandaş bir çiftçi mi, yoksa bir lisede öğretmen mi? Hele bu vatandaş bir Köy Enstitüsü öğretmeni ise onun kusuru affedilmez. Çünkü o, her zaman bir cumhuriyet düşmanı ya da o düşmanın düşünceleriyle karşı karşıya kalabilir. Böyle bir durumda savunmasını yapamıyorsa affedilmez bir görev aksaklığı yapmış olacaktır. Ben bunları düşünürken iki arkadaşım da kolkola girmiş konuşa konuşa önümden gittiler. Onları izleyip dinledim. İkisi de benim gibi düşünüyor. Bana aykırı gelen sözü söyleyen Kemal Kızılelma, sözünü tekrarladı:

-Ne yapacak o bilgileri, yeri geldiğinde tekrarlamazsa! Anladım ki arkadaş, Adam sendecilikten yakınıyor. Süleyman Karagöz’un düşünceleri biliyordum. Süleyman Karagöz, çalışkan, çalışmayı seven bir arkadaş. İkisini de kutladım.

                   *

Yemekte önemli konu açıldı; uygulama derslerinin gerçek ders olup olmadığı...

Ben de bunu düşünmüştüm; hiçbir yenilik yok; bildiğimiz yaz kurslarının tekrarı. Müzik dersleri böyle mi sürecek? Öğrenciler notayı nasıl öğrenecek? Öğrenciler sesleri nasıl tanıyacak? Aydın Gün Öğretmen her hafta söylüyor:

-Sesleri tanımadan müzik öğrenilmez! Beş ya da altı derstir uygulama dersine giriyoruz, hiçbirinde Köy Enstitüleri Müfredat programı sözü edilmedi. Oysa programda bir şeyler var. O bir şeyler, bilgi basamaklarıdır. Öncelikle notaların öğretilmesi ele alınmalıydı. Halil Yıldırım, hazır cevap, hemen karşılık verdi:

-Üzülme gelecek yıl onları da bize yaptırırlar! Bizler, öğretmensiz yetişip geldik, onlar hiç değilse öğretmenimiz yoktu! demeyecekler. Ben de sordum:

-Bu dediklerin müzik derslerinin eksiğini tamamlar mı?

             *

Öztekin Öğretmen bir yabancı ile geldi. Yabancı şık giyimli biri, Öğretmen onu, Ankara Marşının bestecisi olarak tanıttı: Halil Bedi Yönetken! Benim yabancısı olmadığım bir ad. Varlık dergisinde yazıları çıkıyor. Halil Bedi Yönetken, Köy Enstitüleri’nin çalışmalarını uzaktan izlediğini, Türk Halkı’nın Güzel Sanatlar alanında kalkınmasına yardımcı olacağı için sanatsal çalışmalarını sürdürmesini sevinçle karşıladığını söyleyerek konuşmaya başladı. Önce kendini tanıttı. Esas uğraş alanı müzikmiş. Besteci, enstrüman kullanıcı hatta orkestra şefliği denemeleri yapmış. Hepsinin üstünde de:

- Öğretmenim, bununla övünüyorum! dedikten sonra kendisinin istekle önce öğretmen olarak yetiştiğini, bir süre öğretmen olarak çalıştığını daha sonra açılan sınavları kazanarak dış ülkelere gittiğini, ilk gittiği ülkenin Çekoslovakya olduğunu, orada, (Prag) Batı Müziği’nin tekniklerini öğrendiğini anlattı. Çekoslovak müziğinin, Halk Müziği ile ilgisini görünce kendisinin de Türk Halk Müziği’nin Batı tekniğine uyacağına inanarak bu alana el attığını, bu amaçla Anadolu’nun değişik bölgelerinde araştırmalara katıldığını anlattı. Çek Müziği denince arkadaşlar, Smetana ile Dvor’ak hakkında bilgi istediler. Halil Bedi Yönetken:

-Çekler, çok uzun bir süre Avusturya yönetimi altında yaşamış, özellikle Prag kenti neredeyse Viyana ölçüsünde müzik alanında gelişme göstermiş özellikle de Viyana Klasikleri olan Josef Haydn’a, Wolfgang Amadeus Mozart’a, Ludwig van Beethoven’e sahip çıkmışlar. Özellikle Mozart kv 504 no: 38 büyük senfonisine Prag adı vererek onları onurlandırmıştır. Buna karşın Prag halkı da Mozart’ı Prag hemşehrisi yaparak adını anıtlandırmışlar.

 

                     

Mozart’ın sağlığında Prag Operasında sahnelenen Üç operası, Figaro’nun Düğünü, Don Juan, Clemenzo de Tito operaları anıtsal bir yazıyla saptanmıştır.

Konuk Yönetken, yurda döndükten sonra Atatürk’ün buyruklarıyla kurulan Gazi Eğitim Enstitüsü, Devlet Konservatuvarı gibi evrensel sanat anlayışına uydun öğrenim yapan okullarda öğretmenlik yaptığını, ayrıca yeni yeni başlanan Türk Halk Müziği araştırmalarına katıldığını, bu katılmanın gerçek anlamıyla katılma olması için köy, köy, kasaba kasaba gezdiğini, halk müziğini gün yüzüne çıkarmış olan Rus Beşleri, ya da Çekoslovakya’da Smetana, Finlandiya’da Sibeliüs’ün yaptıklarını yaptığını anlattı. Sonra da.

-Salt müzik değil, sizin başlattığınız halk oyunlarını, gerçek Zeybek oyunlarını, bu oyunları gerçeğine uygun melodilerini toplamayı şiıar (Görev) edindim. Öztekin Öğretmen, kendisinin de öğretmeni olan Halil Bedii Yönetken’e:

-Bu yoğun çalışmalar size güç vermiş, baksınlar hangimiz daha genç gösteriyoruz? diye takıldı. Bu arada da fısıltıyla duyurdu, hep birlikte Ankara Marşı’nı söyledik.

Halil Bedi Yönetken çok mutlu bir görüntü içinde ayrıldı.

 

 

            Halil Bedii Yönetken

 

Öğretmen de birlikte geldiği Halil Bedi Yönetken’le birlikte gitti. Onlar gidince arkadaşlar, Halil Bedi Yönetken’in giyim-kuşamına takıldılar:

-Artist gibi giyimli. Robert Taylor’a benzeten oldu. Nihat Şengül ise:

-Harry James’in ta kendisi, bir elinde trompeti eksik! dedi

Ben de dizimi dövdüm. Son Varlık’a (15 Ocak 1945) yazısı çıkmıştı, onu okumamıştım. Bunu büyük bir şanssızlık saydım. Okusaydım konuşma fırsatı yaratmış olacaktım. Folklorla ilgilendiğine göre kesinlikle Vahit Dede’mi tanırdı.

Yemekte baştan sona Halil Bedi Yönetken’in saçları, giyimi, konuşması, artist gibi tavırları konuşuldu. Soy adı konu edildi. Yönetken ne demek? Yönetmen duymuştum ama Yönetken duymamıştım, ancak kendi mantığımla onun da yöneticilikle ilgili olabileceğini savundum.

Yemekten sonra hızımı alamadım, kitaplığa gidip eski Varlıkları karıştırdım. Gerçekten Halil Bedi Yönetken kentleri gezmiş. 15 Ocak 1945 277, 15 Aralık 1944, sayı 275, 15 Ağustos 1944, 267 sayılarda yazıları çıkmış. Elazığ, Tokat, Tunceli. Bunları okudum. Yazıları okuyunca üzüntüm dağıldı. İnsanlar araştırma için nelere katlanıyorlar! O artist gibi adam yeri geldiğinde ata biniyor, yere çöküp sofra oturuyor. Bir de kendimi düşündüm, kumaş pantolonlu olduğumda sofraya oturmamak için bahane arardım. Babam ya da ablam, ağabeylerim bana anlayış gösterirlerdi. Ancak, içlerinde ne geçtiğini şimdilerde anlar gibiyim:

Görmedik! Babam başkaları için söylerdi:

-Görmediğin bir oğlu olmuş, sevincinden çocuğun, ç’ünü koparmış! deyip gülerdi. Biliyorum bu dediklerimi onlar benim için demezler ama önemli olan benim o duruma düşüp düşmemem!

Yatınca köyümü, evdekileri anımsamak bir anlam taşır mı bilmem ama, ben bunu yaparsam daha rahat oluyorum. Günlük hayhuya uyup başkalarını düşünmekten, evdekileri düşünmek beni rahatlatıyor. Bunları, onlara anlatsam kesinlikle ablalarım ağlar. Onların sevinç tepkileri böyle. Babam çok doğal karşılar. Ağabeylerimden pek beklemiyorum. Onların ölçüsü mektup:

-Bir mektup bile yazmıyorsun! diyebilirler. Üçüne de ayrı ayrı yazmaya karar verdim.

 

8 Şubat 1945 Perşembe

 

Hamdi Keskin Öğretmen ayrılırken:

-Devam edeceğiz! demesi, herkesi rahatlatmıştı. Sanırım o yüzden kimse dersten falan söz etmiyor. Ömer Seyfettin. Ömer Seyfettin, çok kısa yaşamış, (1884-1920) Üstelik bu yaşamın çoğunu asker olarak geçirmiş, (Subay) Balkan Savaşı’nda esir düşüp, iki yılını da esarette geçirmiş. Buna karşın durmadan yazmış. On kitap dolduran hikâyelerinin sayısı için 115 diyenler olmakla birlikte bir o kadar da kaybolduğunu söyleyenler vardır. Çünkü yaşadığı ortam, pek koruyucu bir ortam sayılmamaktadır. Ölümü de Kurtuluş Savaşı’nın en ateşli sırasına rastladığından kendisiyle ilgilenenler sınırlıdır.

Kahvaltıda Ömer Seyfettin baş konuydu. İçimizde Ömer Seyfettin’den okumayan yok. Yalnız Ekrem Bilgin bir soğukluk yaptı:

-Ben okumadım, bana okuttular! Ömer Seyfettin’i sevmediğinden değil, amacı söz üretmek!

Hemşerim Kadir Pekgöz Ekrem Bilgin’e takıldı:

-Ömer Seyfettin’in Diyet Hikayesini, piyes durumuna getirip Koca Ali rolünü sana oynattıracağım! Ekrem karşı durmadı:

-Sen yaz, ben oynayacağım! Ancak bir koşulum olacak, hikâyedeki ihtiyarı da sen oynayacaksın! Kadir buna razı olmadı:

-Olmaz, bana kızar, kendi kolunu keseceğine benim kolumu kesmeye kalkışırsın! Bir süre güldük. Bundan sonra da yeni bir konu ortaya atıldı:

-Hikâyeler böyle değiştirilemez mi? Koca Ali, o ihtiyarın kolunu kesse ne olur?

-Hikâyenin sonucu değişir.

-Sonucu değil vermek istediği fikir de değişir.

-Fikir değil vermek istediği ders değişir,

-Koca Ali hikâyesinde verilmek istenen ders nedir?

 

Bu arada, Müzikteki değişiklikleri anımsatanlar oldu. Liet olarak bestelenen bir eser, sonradan oda Müziği durumuna getiriliyor. Örneğin Franz Schubert’in Alabalık Kuarteti.....

Böylece, Hamdi Keskin Öğretmenin dersine bu sabah hazırlıklı olarak gittik.

Gerçekten Hamdi Keskin Öğretmen, geçen ders bıraktığı yerden başladı:

   “Ömer Seyfettin, çok çalkantılı bir dönemde yaşadı. Onun kuşağı, Osmanlı Devletinin çöktüğünü daha çocukluklarında öğrenmişlerdi. Özellikle Asker okullarında bu konu açık açık tartışılıyordu. Ömer Seyfettin de bir asker olarak bu acı sonun acısını biraz olsun azaltmak üzere düşler kuruyordu. Yıkılışı hızlandıran dış güçler yanında bir de iç entrikalar vardı. Ömer daha çok bunlara yöneldi. Bunlardan biri, sağlıklı bir toplumu oluşturan dil sorunuydu. Ömer Seyfettin bu yolu seçti. Karmaşık Osmanlıca’nın, gerçek tabanı Türk olduğu halde onun dili olan Türkçe’nin dışlanmasına karşı koydu. Kendisi gibi az da olsa düşünenler vardı, Ömer Seyfettin onları buldu, severek aralarına katıldı. Genç Kalemler topluluğu olarak Edebiyat Tarihine geçen dergi, Ziya Gökalp, Ali Canip, Ömer Seyfettin gibi birkaç duyarlı insanın gayretiyle ayakta kalmıştır. Yıl, 1910-12, zaman, Trablusgarp, arkasından da Balkan Savaşı. Bu savaşlar bitti bitecek derken Büyük Savaş başladı. Biz savaşı 1910 yılından başlattık ama hata ettik. Bizim uzun süren bir de Girit savaşımız var. Bu savaş, 1900’lerin başlarında Osmanlı İmparatorluğu aleyhine onur kırıcı bir politik savaştı, uzun süre de ( yurt çapında) toplumumuz için bir baş ağrısı olmuştu. Ömer Seyfettin 1884 doğumlu olduğuna göre demek oluyor ki çocuk yaşında savaşla karşılaşmış, mutlu sonu tam olarak göremeden ayrılmıştır. İşte bu karışık dönemde Ömer Seyfettin’i ortalıkta, doğru bir deyimle Yalın Kılıç, bizi uyarmaya çalışırken görüyoruz. Demek oluyor ki, Ömer Seyfettin, çocuk yaşında girdiği savaş yıkıntıları arasından bir türlü sıyrılıp bir huzurlu barış günü geçirememiş.

Hamdi Keskin Öğretmen undan sonra Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde dil sadeliğinin, konularındaki yalınlığın nedenleri açıkladı. Edebiyatın bir yüksek tabaka tekelinde olmaması için duru bir dil, yalın konularla (Konuların da halkın benimseyeceği türden ) halka inilmesi düşüncesiyle yazdığını anlattı. Bu tür hikâyelerin başka ülkelerde de yazıldığını, isim yapmış ünlü hikâyeciler bulunduğunu söyleyince parmaklar kalktı. Öğretmen söz verdi; Anton Çehov, Andre Gide, Oscar Wilde, Dale Carnegie, Prosper Merimee anıldı. Parmak kaldırdım. Ömer Seyfettin’e en yakın hikayeci olarak Alphonse Daudet olduğunu söyledim. Öğretmen gülümsedi. Bana, nasıl bir benzerlik kurduğumu sordu. Yazarın, Son Ders hikâyesini özetledim. Oradaki öğretmenin öğrencilerine verdiği derse benzer bir dersi Ömer Seyfettin, Kaşağı, Diyet, Mermer Tezgâh, Deve hikâyelerinde okuyucularına başka başka nedenlerle veriyor! dedim.

Hamdi Keskin Öğretmen konuyu uzatmak istememiş olacak, Ömer Seyfettin için Ömer Seyfettin Türk çocuklarının edebiyat sevmesi için her zaman başvurulacak bir yazarımızdır! deyip konuyu değiştirdi. Reşat Nuri Güntekin ile Halide Edip Adıvar karşılaşması yapıldı. Arkadaşlardan iyi hazırlananlar olmuş oldukça tartışmalı bir ders geçirdik. Gene de verilen hükümlere şaştım, Reşast Nuri gözlemlere dayanan bir yazar, Halide Edip ise düşünceye dayanan bir yazarmış! “Mış,, diyorum, çünkü bu görüşe katılmıyorum. O dedikleri şeyler “Nelerse!” ikisinde de bulunmaktadır. Halide Edip Adıvar’ın Aliye Öğretmeni anlatmasıyla Reşat Nuri Güntekin’in Feride öğretmeni anlatması, haklarında söylenen sözlerin çokluğundan öte pek fark yok gibi. Hiç değilse düşünce açısından öyle. Öğretmen, Yakup Kadri Karaosmanoğlu için de:

-Onu unutmadık, onu ayrıca konuşalım! deyip ayrıldı.

              *

Almanca Öğretmenimiz Doç. Niyazi Çitakoğlu gelmemiş. Onun gelmediği akşam duyurulmadığından koşarak kitaplığa gittik. Gelmediğini öğrenince de oturup bir süre öğretmeni çekiştirdik. Mustafa Saatçi başta olmak üzere, Salih Baydemir, Emrullah Öztürk, İbrahim Ertur, öğretmenin, gelmekle gelmemek arasında bir fark olmadığını savundular. Ben de buna karşı oldum:

-Arasında bir fark yoksa; gelmediğine neden seviniyorsun? Konu Türkçe konuşmayı doğru konuşup konuşmadığımıza kaydı. Bir süre sen-ben olarak giden tartışma Kepirtepe anılarına dönüştü. Bunu fırsat sayıp Geçen hafta Arif Kalkan’dan gelen mektubu konuşurken verdiğim sözü anımsayıp Kepirtepe’den ayrılmadan önce Arif için yazdığım notu okudum.

Arif Kalkan No. 76,Boy:1.67, Kilo: 64, yaş:20

Yakup'la konuşurken yanımıza gelen Arif Kalkan soruları okumuş, hemen sordu:

-Bunların hepsine yanıt vermek zorunda mıyım? Öyle bir zorunluluk olmadığını, zaten soruları doğru hazırlayamadığımı, ancak hiç yoktan biraz daha iyi sayılabileceklerini tekrarladım. Yakup'un tepki göstermeden konuşması sanırım Arif'i etkiledi, oturunca rahatladı.

Arif arkadaş, sınıfımızın bedence güçlülerinden. Boyca, uzun boyluların altında görünmekle birlikte uzun boyluların çoğundan güçlüdür. Sanırım bu nedenle ağır yük taşınacağı zamanlarda Arif Kalkan'la sık sık bir araya geliriz. Gidilen yerlerde yapılan işlerden habersiz küçük takımı zaman zaman bunu bir hak sanıp sorun yapmaya kalkmışlardır. Örneğin Arif'le ben Sinanlı'ya üç-beş kez gitmişiz de Yusuf Asıl'la Mehmet Başaran ya da Bekir Temuçin hiç gitmemiş. Bu, konu olunca deriz:

-Kamyona yüklenecek ağırlıkları kaldırabilirseniz siz gidin! Evrensekiz köyüne dört kez gitmişiz. Belli ki oradan dört kez ağır yük gelmiştir. Bunlarda benimle Arif hep olmuşuzdur. Oysa Arif'ten uzun boylular vardı; İsmet Yanar, Mehmet Yücel, Ali Güleren, Mustafa Saatçi v. b.

Arif Kalkan için de hemşerisi Yakup için söylenen sözler söylenebilir. Ancak farklı bir tarafları vardır. Arif güçlü oluşunun ayırdında olduğundan fazla naz-söz götürmez, sataşmalara karşılık verir. Kin taşımaz. Çok çalışsa da kendini başarılı saymaz. Sözlü sınavlarda tutuklaşır. Çabuk alınır. Özellikle tahtaya kalktığında duraksadı mı, doğrusunu anımsasa ya da başkası anımsatsa onu tam fırsat sayıp kullanma yoluna gitmez. Öyle bir gurur anlayışı vardır. Sanırım öğretmenliğe dönüşü de bu düşüncesinden kaynaklanmaktadır.

Öğretmenliğe uyum sağlar sağlamaz evleneceğini söylemektedir. Oğlu olursa kesinlikle okutup avukat ya da yargıç-savcı olmasını isteyecektir. Kızı bir tane olursa az okutup evlendirmeyi, iki olursa birini kesinlikle öğretmenliğe yönlendirmeyi düşünmektedir. Arif arkadaşın, okumayı sürdürmek isteyenlerden son bir ricası var:

-Hey, Hasankara'ya mı yoksa Anoğlan'a mı? Nereye giderseniz gidin; kaybolmayın oralarda! Kaybolmadığınızı ara sıra bize duyurun!

Not: Arif Kalkan’ın bu çağrısını duyan tüm arkadaşlar ona mektup yazmak için sözleştiler!

Sorular:

1-Bu okula girdiğine pişman mısın?

-Değilim.

2-Öğretmenliği sürdürmeye kararlı mısın?

-Kararlıyım.

3-En sevdiğin ders hangisiydi?

-Öğretmenlik Bilgisi Dersleri.

4-En sevdiğin öğretmen kimdi?

-Fikret Madaralı

5-Okula sık sık gelmeyi düşünüyor musun?

-Düşünmüyorum.

6-Okulun kurulmasında en çok emeği geçen kimdir?

-Eski Müdürümüz Nejat İdil.

7- Okulun yapılışında en çok emeği olan öğretmen kimdir?

-Namık Ergin.

8-En çekindiğin öğretmen kimdir?

-Namık Ergin. (Sevdiğim için onu üzmek istemiyorum)

9-En sevdiğin arkadaş kimdir?

-Yakup Tanrıkulu.

10-En çalışkan arkadaş kimdir?

-Halil Basutçu.

11- En başarılı arkadaş kimdir?

-O da sensin.

12-İyi bir öğretmen olmanı engelleyen saptanmış bir eksiklik buluyor musun?

-Buluyorum, konuşmamı düzeltmem gerekecek, buna çalışacağım. Bu biraz zor olacak ama başaracağım. Bunu bana daha okula girdiğimde Fikret Madaralı Öğretmen söylemiş, Demosten'in Kum Masalını anlatmıştı. Özellikle Kepirtepe'de bol kum olmadığı için bunu, uygulayamadım. Bundan böyle kumlu yerler bulacağımı sanıyorum (!)

13-Okul sürecinde seni en çok üzen bir olay var mıdır?

-Okul Müdürümüzün müdürlüğünün alınması. (Ben, atanmasını doğal buluyorum, ancak müdürlüğünün alınmasını affetmiyorum!)

14-Okul sürecinde seni en mutlu eden olay nedir?

-Okulu sağ-salim bitirmem.

15-Burada öğrendiklerini, çalıştığın okullarda uygulayacağına inanıyor musun?

-İnanıyorum.

16-Öğrendiğin sanatlar arasından bir seçim yapıp o alanda sürekli çalışmayı düşünüyor musun?

-Tam kararlı değilim ama denemeyi de istiyorum.

17-Öğretmenlerin önerdiği kitaplardan okuduklarının sayısı kaçtır?

-Çok kitap okumadım, okuduklarımın hepsi 15, 16'yı geçmez.

18-Okuduğun kitaplardan en çok etkilendiğin 5 kitap söyler misin?

-Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Zeytin Dağı, Yaban, 9. Hariciye Koğuşu, Pastoral Senfoni.

19-Okuduğun kitaplar içinden birini özetler misin?

-Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok. Genç yaşta insanlar askere alınıp kısa bir eğitimden sonra savaşa gönderilir. Çok kanlı savaşlar olur. Aç-susuz savaşan askerler, salt düşman kurşunuyla değil, açlık, susuzluk hatta pislikten ölmektedir. Bir okuldan bir grup öğrenci savaşa katılmış; hemen hemen hepsi ölmüştür. Sağ kalan biri de iyice aklını bozmuştur. Nasılsa kurtulan bu hasta asker evine döner. Savaş Almanya'nın batısında olmuştur. Ona göre tüm okul arkadaşları gibi askerlik arkadaşları da gözlerinin önünde mahvolmuştur. Öyleyken haberler yazılıp söylenir: Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!

20-En çok kitabını okuduğun yazar kimdir?

-Ömer Seyfettin'in 6 kitabını okudum.

21-En sevdiğin şair kimdir?

-Faruk Nafiz Çamlıbel!

 Arif için özel not: Güle güle Radyolu hamal arkadaşım, yaşam boyu sağlıklı çalışmalar!

Arif de bana:

-Sana da güle güle Radyolu hamal arkadaşım, çağırırsan gene, koşa koşa yardıma gelirim!

Radyolu Hamal sözü, aramızda yaygın bir söylemdi. Ağır yük işlerine gidince birbirimize bunu söylüyorduk: Radyolu Hamal!

Bu söz, dilimize nereden takılmıştı, onu hiç soruşturmamıştık!

Almanca dersimiz, anılarla geçti. Yusuf Asıl’ı andık. Harun yakınlarda mektup almış, Yusuf Öğretmen olarak çalışmaya başlamış, buna sevindik. Önümüzdeki yıl buraya dönmeye niyetliymiş. Buna daha çok sevindik

             *

Yemekte, öğleden sonra yapılacak çalışmalar konu oldu. Bugün de birileri gelse! Dün gelen kimdi? Şaka yollu sorular ama, birkaç gün sonra gerçek olacak! Yarın da Malik Aksel Öğretmen gelmese! Sonunda sordum:

-Öğretmenler toptan gelmese ne olacak?

-Köylere döneriz! Bu kez de sinirlendim:

-Böyle konuşacağınıza, çekin gidin! Ekrem buna da bir karşılık verdi:

-Olmaz! o zaman burada sen kalırsın; olursa toptan olsun!

-Öyleyse siz de hepimizin fikrini almadan bencilce karar vermeyin! Sonunda anlaştık, öğretmenler ara ara gelecek! İbrahim Şen, Malik Aksel Öğretmenin Cuma günü gelmesi istemedi, Kadir Pekgöz Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin salı günü gelmemesini, derken iş giderek cıvınca gülüşerek masadan kalktık.

Bölüm Başkanı erken gelmiş, sanki konuşmalarımızı dinlemiş gibi:

-Derseler ara vermek insanı rehavete sokar, bu ise bizim için kötü sonuç verir.“Hop!,, deyip ellerini çırptı. Arkasından da “Paslanan kulakları nasıl açacağız?” deyip piyanoya oturdu. Oturunca da, nedense tek sesli olarak Mozart Maman’ı tınılattı. Arkasını dönerek bize:

-Hepiniz biliyorsunuz, bunu ben değişik tonlardan çalacağım, siz yazacaksınız, dedi. Arkadaşlar sevindi, işin ayırdında değiller. Beklediler, öğretmen nota kitabındakiler gibi do majörden çalacak sandılar. Oysa öğretmen önce la majör olarak sonra da fa majör olarak çaldı. Öğretmen piyanodan kalkıp yazılanlara bakınca güldü. La, la do diyez do diyez yerine, do, do-sol sol’lar oturmuş. Fa, fa, la, la si bemol, si bemol yok. Onun yerine herkes başka başka şeyler yazmış. Öğretmen, beni piyanoya gönderip çaldırdı. Ben de gerçek notasından çaldım. Do, do, sol, sol, la, la, sol, sol, fa, fa, mi, mi, re, re, do... Öğretmen bu kez de la tonu! dedi, La, la, do diyez, do diyez re, re mi, mi, re, re, do diyez, do diyez, la! deyince öğretmen işte bu kadar. Burada anlaşılmayan taban nota, yani ilk duyulan ses. Bu sesi, yanlış alabilirsin, bu olağandır. Sancak aldığın sesin melodi dizisini doğru tutacaksın. Bu da gamları doğru bilmekle olur. Re ile başlarsan bu şarkının sesinin fa diyez olacağını bilmek zorundasın! Bana, tüm do majör dizisi üstünde aynı melodiyi çalmamı söyledi. Do çalınca sustu, re çalınca fa sesini sordu. Mi çalınca fa, do, sol, re seslerini sordu. Sonra da, tahtaya sırayla kaldırıp arkadaşlara majör gamlarını yazdırdı. Öğretmen bir şey söylemedi ama tahtaya yazılan notaları da beğenmemiş gibiydi. Gerçekte öğretmen kendisi de çok düzgün yazamıyor ama yazdığını beğeniyor besbelli. Abdullah yazarken öğretmenin dikkat kesilmesi ilgimi çekti.

Öğretmen ayrılınca yeni bir yakınma başladı:

-Ben bunları biliyordum, nasıl da unutmuşum! Bu yakınmalar arasında ben de Maman’ı baştan sona tekrarladım. İçimden de söylendim:

-Nasıl olduysa, ben bunu hâlâ unutmamışım! Saate de baktım, benim çalışıma göre on dakika sürüyor. Tam bu sıra Doğan Güney geldi. Ona eski şakamızı anımsattım:

-Si-mi-la-re-sol-do-fa ? Doğan hiç bozuntu vermeden gülümseyip, elini göğsüne koyarak:

-Fa, do, sol, re, la, mi, si! dedi. Kimse sormadı ama ben tekrarladım:

-Bizim bu selâmlaşmamız bundan yedi yıl önce başlamıştı. Doğan İlkokul 4. sınıfta ben de Ortaokul 1. sınıftaydım. İkimizin sınıflarına da aynı müzik öğretmeni giriyordu. Bize ta o zaman bu diyez, bemol sırasını ezberletmişti. Ondan sonra son sınıfa dek müzik dersi görmedik ama biz kendimiz çalıştık, bunları da unutmadık! Notalarını ezberlediğimiz şarkılarımız da vardır. Kır At’la Biz Kimleriz Marşı. Bu kez de ben:

-Sii-do-mii-re-do-si-la-si-do-si-la-sol-fa- mi-ree la-sol-laa-siiii... dedim. Doğan hemen:

-Sii-do-mii-re-do-si-la-si-do-si-la sol-fa-mi-ree-fa –sol-laa-miii! karşılığını verdi. Bu, numarayı bir kez daha yapmıştık ama ilki bu denli etkili olmamıştı; bu kez arkadaşların dikkatini daha çok çekti:

-Siz, bu müziğe erken sarılmışsınız. Doğan, benim yaz kış, Marangozluk Atölyesinin boş olduğu zamanlar devamlı akordiyon çalıştığımı söyledi. Ben de, salt Marangozluk Atölyesi değil, daha rahat çalışmak için arkadaşların Tarım nöbetlerini üslendiğimi söylemedim. Çünkü, Tarım Barakası okula daha uzaktı, akordiyonu daha çok körüklüyordum.

O zamanlar arkadaşlar bana takılıyordu:

-Sen Tarım Barakası’ndan nafakalanıyorsun! (Yiyecek buluyorsun) Oysa benim oradan nafakalanmaya gereksinimim yoktu. Çünkü ben her hafta Yeni Bedir köyüne uğrayıp nafakamı alıyordum. (Köyün Muhtarı, babamın ablasının oğluydu.)

Yemekten sonra kitaplığa gittim. Kitaplığa gidince kitap okumak hevesine kapılıyorum. Birçok yeni kitaplar gelmiş, onları karıştırırken günü tamamladım. Yatınca da gene kitap okuma olayı aklıma takıldı. Kitap nasıl, nerede, ne zaman okurum? Sorusunu karşılayacak zamanın kırpıştırmasını düşünürken uyudum.

 

9 Şubat 1945 Cuma

 

Malik Öğretmenin geçen haftaki neşesini düşünerek, uyanır uyanmaz toparlandım. Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca erkenci, yanımdan geçerken takıldı:

-Mızıkçılar (Müzikçilerin şakalı söylenişi) bugün bayram edecek! Anlamadım; durup bakınca tekrarladı, “iki öğretmeniniz de gelmedi, sanırım onların okulu gene ara tatiline girdi.” Hazırlanmıştım, gene de salona gittim. Bu kez nöbetçiler görevlerini yapmış. Daha doğrusu geçen haftaki konuşmalardan etkilenen Ömer Çiftçi, iyi tanıdığı nöbetçileri uyarmış. Az sonra Ömer de geldi. Konuşa konuş kahvaltıya gittik. Arkadaşlara olayı anlatmak niyetinde değildim, Azmi Erdoğan duymuş, geldi masadakilere söyledi.

Masadakiler neşelendi. Ancak neden gelmediklerini öğrenince buruktular. Onların okulu okul da bizimki okul değil mi? Onlar iki ara yaparken bizim hiç değilse bir aramız neden olmuyor? Birden tersliğim tuttu:

-Olmaz! dedim. Birden sordular:

-Neden olmazmış? İnat bu ya hemen bir neden buldum:

-Bizim okul derslere geç başlıyor! Arkadaşlar bunu yeterli bulmadılar. Bu kez de:

-Onların iki tatiline bir de bizimki eklenirse bize ders yapma günü kalmaz!” Özellikle, sevdiğim arkadaşım Nihat Şengül, bu sözüme fena kızdı, bana dönerek:

-Sen şimdi bunları düşünerek mi söylüyorsun? Ben hiç bozuntu vermeden:

-Yok arkadaşım ben de sizin gibi hiç düşünmeden ortaya lâf atıveriyorum. Baksanıza bizim okulu ikide bir başka okullarla bir tutmaya kalkıyorsunuz. Kampta gördük, adamların, bizimle hiçbir benzerliği yok. Kampta gördüğüm yüzlerin bazılarını Yeni Şehir’de görünce şaşırıyorum. Bopstil ayakkabılar, yerlerde sürünen pantolon paçaları, ceplerde renk renk mendiller, boyunlarda sallanan kravatlar.. Oysa ben, Lüleburgaz’da diktirdiğim ceketimi burada az kalsın giyemeyecektim. Adam, ceketimin kemerinden tutup:

-Bunu bir daha sırtında görürsem koparırım! demişti. Ben de ona:

-Onun parasını benim babam verdi, onu babamdan başka kimse benim sırtımdan çıkartamaz! Cevabını verdim ama, sonradan bunu duyanlar beni korkutmak için türlü olasılıklar öne sürdüler. Çünkü o, dediğim okul müdürüydü (Rauf İnan) Gene de o ceketimi giydim, giymeye de devam ediyorum, bundan böyle de onu giymeye devam edeceğim.

Öğretmenlerin gelmediğini duymuşsa Bölüm Başkanı damlar! Bir süre salona gitmemeye karar verildi. Arka masaya duyurdular. Onlar bizden önce karar almışlar. Nereye gideceğiz? Herkes kendine yer bulsun! Karara katıldım ama bir yandan da pişmanlık duydum. Bölüm Başkanına niçin ters düşen bir durum takınıyorum? Belki o da gelmemiştir! Biraz sıkıntı içinde kitaplığa gittim. Talip Apaydın vardı, onunla şiirden söz ettik. O da şiir defteri tutuyor. Şinasi Özden hayranı. Şinasi Özden’in yazarlarla konuşmalarını konuştuk. Falih Rıfkı Atay başka söylüyor, Hüseyin Cahit başka. Sabahattin Öğretmenin cevabı vardı, o dergi kaybolmuş, Talip üzüldü. Yazıyı ben almıştım, Talip’e söz verdim, okuyup geri verecek. Birden karar verdim, tanıtmak için seçtiğim kitabı, Jean Jacques Rousseaeu’nun Julie yahut Yeni Heloise’ini okuyacağım. Kitabın birinci, ikinci, üçüncü cildi var dördüncüsü yok. Durumu Talip’e anlattım. O da bana hak verdi:

-Okuma alışkanlığını sürdür! Kitabın üçü çıkmışsa dördüncü neden çıkmasın? Birinci kitabı açıp okumaya başladım

Uzunca bir süre okuduktan sonra duraksadım. Benim okuduğum kitaplardan bu kitap farklı. Yazar, olay anlatmaktan çok kitap okuyucularından yakınıyor. Bir ara okumaktan vazgeçmeye karar verdim. Kitabı karıştırdım; arkaların değiştiğini görünce okumayı sürdürdüm. Ancak, aklım gene arkadaşlara takıldı; ya salona topluca gitmişlerse. Kitabı kapatıp Salona döndüm. Düşündüğüm gibi arkadaşların çoğu gitmiş ama Bölüm Başkanı gelmemiş, birileri çalışıyor. Onların çalışmalarını aksatmamak için alt odaya geçip bir süre Czerny çalıştım. Czerny bana farklı geldi. O da etüt ama, sanki, parçaymış gibi belli melodileri var. Hanon çok mekanik, parmaklar belli aralıklarla mekik dokuyor. Czerny başka, onda düpedüz parça çalınıyor ama notalar parmakları, kalıplaşmış hareketlerin dışına çıkmaya zorluyor.

Yemekte buluştuk. Herkeste bir sevinç, Kamil Yıldırım rolünü ezberlemiş, Kadir Pekgöz satranç oynamış, Halil Yıldırım mektup yazmış. Abdullah Erçetin ise hiçbir şey yapmadığını söyledi. Ekrem Bilgin, yaptığını söylemedi ama Abdullah için yapıştırdı:

-Aşık! Ekrem’e sordum:

-Sen de bir şey yapmamışsın, aşık mısın? Ekrem’den önce arkadaşı Halil Yıldırım:

-O zaten aşık, hem de sırılsıklam! Kime sorusuna ise:

-Tembelliğe! karşılığını verdi. Bu kez de İbrahim Şen:

-O sayılmaz, tembelliğe hepimiz tutkunuz, başka bir şeyler varsa onu söyleyin! Abdullah Erçetin:

-Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpan kalbimiz! Ötesi, ötesi! diyerek kalktık. Ötesi, ya keman, ya müzik ya da tembellik!

Öztekin Öğretmen, derslerin boş geçtiğini öğrenmiş hemen:

-Dinlenmiş durumlarınızı da görelim bakalım! deyip ellerini şaplattı. Bu, “ders başladı” anlamını taşıyordu. Arkadaşlar kemanlarını kutularına yerleştirince toplandık. Başta İstiklâl Marşı, tüm gösteri programları için seçtiğimiz parçaları tekrarladık. Öztekin Öğretmen:

-Bu tamam sayılır, araya temsil eklenince bunlardan bir kısmını zaten atacağız! dedikten sonra, oturmamızı söyledi. Oturunca, gene kulak eğitimi olacağını anladım. Öztekin Öğretmen:

-Defterlerimizi alalım! deyince durum kesinleşti. Dünkü çalışmamızı tekrarladık. Ben gene piyanoya oturdum. Bu kez aralıklı tonlar denendi. Baştan biraz karmaşa oldu ama sonra sonra alışıldı. Sürekli kontrol eden öğretmen sonunda:

-İşte bu kadar, zoru başarmak için zorlanmak zorundayız! deyip serbest çalışma işareti verdi. Czerny 2’de sol eli biraz hızlandırdım. Gene de seslerde bir fark olduğunu sezer gibiyim. Önemli olan parmakların yerini bulması değil gereğince sesler arası sınırı tutturmak önemli. Yemekte, konser bilmeceleri konuşuldu, İtalyan bestecilerinin eserleri neden çalınmıyor? Müzik Kitaplığımızda, yığınla nota var. Küçük parçalar, Gavot, Saraband, Menuet, Tamburin, Prelüd, Allemane, Serenad,fantasie...

Onların neden çalınmadığını sordum. Her müzik parçası, her an alınıp çalınmaz. Konserler de öyledir. Belli bir zamanda bakarsın o da çalınır.

Yemekten sonra kitabımı okudum. Ancak kitapta geçen adlar bana çok yabancı geldi. (Bir yıldan fazla bir zamandır kitaplardan uzak kalışımdan da böyle bir yadırgama duygusuna kapılmış olabilirim) Daha önce de çok Fransız yazarlarının kitaplarını okumuştum. Onlardaki adlar böylesi yabancı mı idi? Alphonse Daudet, Prospher Merime, Alfred de Musset, Stendhal, Victor Hugo, Emil Zola, Andre Gide v.b. Yazar adları da yabancı gibi gelince anladım:

-Gözlerim okumaya yabancılaşmış!

Yatınca kitabın yazarı Jean Jacques Rousseau’yu düşündüm, çok yönlü biri. Emil ya da Çocuk Eğitimi kitabını hemen okumak isteğine kapıldım. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un çok övdüğü Pestalozzi’yi o etkilemiş.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ