Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

24 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Yoğun İşler Arasında Bile Süren Kitap Okuma Tutkusu

 

8 Ekim 1941 Çarşamba

 

Uyanınca gene küçük Berthe’yi anımsadım. Annesiz kalmasına üzülmüştüm, Sonra da babasız kaldı. Bu, daha acı. Kitaptaki çocuklar canlı değil biliyorum ama onlar bana canlıları anımsattığı için ben onları hep canlı olarak düşünüyorum. İçimden bu düşünceleri atmak için defterimle arka masalara gittim. Cumartesi günü yemekhane buraya taşınacakmış. Bizim masalar herhalde bu kez öğretmen masaları yanına konur. Ben öyle olmasını istiyorum. Öğretmenler yakın olunca tartışmalar azalır. Yusuf Asıl nöbetçi, geldi, “Burada son oturuşun olacak, birkaç gün sonra buralar tabakla dolacak!”dedi. Ben de “Dolsun, ben de o zaman dersliğe giderim!”dedim. Ben çoktanberi yemekhane nöbeti tutmadım, onlar daha mı erken kalkıyor?”diye sordum. Yusuf da bilmiyormuş, hemen öyle söylemiş. Yemekhane buraya taşınınca bütün kapalı bahçe dolmaz sanırım, muslukların yanında boş masalar kalacaktır. Yusuf’la birlikte muslukların oraya gittik. Gerçekten orada banksız iki masa var. Buna sevindim. Ben de gider orada otururum. Yusuf güldü. “İşte o zaman sana, kızlara bakıyorsun, diyecekler!”Desinler, deyip, umursamadığımı söyledim. Başka arkadaşlar geldi, “Ne keşfediyorsunuz?”diye sordular. Ben “Kızlara bakıyoruz!”dedim. Yusuf, gülerek “Ben bakmıyorum!”deyince arkadaşlar, “Asıl sen bakıyorsun, sen alemi kör mü sanıyorsun?”diye sordular. Yusuf kıpkırmızı oldu. Arkadaşlar benim azıcık bildiğimi daha geniş olarak öğrenmişler. Ancak ben gene de Yusuf’un gerçek sevgilisini açıklayabileceğini düşünmüyorum. arkadaşlarınki varsayımlar:Öyle biri var ama o mu, bu mu? oyunu. Kahvaltıda gene gün saymalar başladı. Cumhuriyet Bayramı ne güne geliyor. İsmet’le ben, dün hesap etmiştik, o nedenle biliyordum, “Çarşamba!”dedim. Hilmi ile 4 Mehmet, ikisi birden”Sen her soruya nasıl yanıt buluyorsun?”diye hayretle sordular. “Dün hesaplamıştık!”demedim, biraz da böbürlenerek, “Ben, konuşulanları ciddiye alıp aklıma yazarım, bu konuyu biz çok önceleri de konuşmuştuk. İşte onu akıl defterime yazmıştım;sırası geldi, ondan yararlandım!”dedim. Mehmet sustu, Hilmi, “Ben bunu neden yapamıyorum? Kendi kendime kızıyorum. Benim akıl defterim falan yok herhalde?”deyince arkadaşlar gülerek:

-Dikkat et, başka eksiklerin de olabilir! Hilmi, “Hadisenize siz, neyi kastettiğinizi biliyorum, o tamam!” deyip hepimizden önce kalktı. Yusuf’la Mehmet Aygün Hilmi’nin koluna girip bizim grupla yola çıkardılar. Yusuf’a nöbetini ben anımsattım. Yusuf gülerek geri döndü. Hilmi yerine bu kez Yusuf çekiştirilmeye başlandı. Ancak Yusuf’un unutkanlığı hemen aşık oluşuna bağlandı. Ayrılırken Recep Kocaman duramadı, “Yok yahu Yusuf daha çocuk, aşık maşık değil, öyle şeyler konuşuluyorya o da arada anılsın istiyor!”dedi. Harun Özçelik, Yusuf’u en iyi tanıyanımız, uyardı:

-Sakın Bunu Yusuf’a söylemeyin, çok kızar, darılır kolay kolay da barışmaz!

Onlardan ayrılınca bizim konumuz hemen değişti. Bir arkadaşıyla Hasan Gülümser geldi, çalıştıkları yere bir iskele gerekli olmuş, “Fazla varsa alabilir miyiz?”diye sordu. Hasan Gülümser!in söylediğini duymamış olan Hasan Arabacı, Hasan Gülümser'i görünce, “Bir sen eksiktin, sen de gel dedi. Hasan Arabacı, onun da adının Hasan olmasından böyle demişti. Kamil hemen yanıtladı:

-Ne iyi oldu, içimizde bir de gülümseyen olsun! Bu kez ben Kamil’e “Haksızlık etme, bizde gerçekten sürekli gülen var, unutmayın o yarın gelecek!”dedim. Az durduktan sonra Süleyman Gege’den söz ettiğimi anladılar. Hasan Gülümser de dahil Süleyman Gege’nin hep güldüğünü tekrarladılar. Bu kez de İrfan Taşkın bana “Abi sen bizi bizden daha iyi tanıyorsun, biz sınıf arkadaşlarımızı böyle özellikleriyle hiç değerlendirmiyoruz!”dedi. Hasan Gülümser uygun iskelelerden biri alıp gitti. Bu kez onlar hangi arkadaşlarını ne özelliği var onu konu yapıp hem konuştular hem de çalıştılar. Kuralımız daha önce belirtilmişti, yarıyı geçince bayrağı taktık. Hemen bir soru geldi, “Her binaya bayrak takılacak mı? “Takılacak, ama neden takılacağını da iyi bilmemiz gerekecek. Bu binaları 14 Köy Enstitüsü imece yoluyla. yaptı. Gelen ekipler sürelerinin kısa tutulması nedeniyle binalarını bitiremeden gittiler. Zaten onlar bize yardıma gelmişlerdi. Onların anısına biz onların çıkarmış olduğu duvarlara adlarını yazdık:Bizim bina dışındaki duvarlarda, orada çalışan ekiplerin okul adları yazılıdır. Onların yarım bıraktıklarını biz tamamlıyoruz. O binaları onlar tamamlasalardı, bayrakları çekeceklerdi. Mademki biz onların yarım binalarını tamamlıyoruz, o halde onların yapması gerekeni biz de yaparız. Binaların yakın olması önemli değil. Bir de şöyle düşünelim çok yakın bahçeleri içine aynı günlerde iki üç komşu birden bina yapsa onlar bayrak takmayacaklar mı?”Arkadaşlar, ”haklı buldular. İçlerinde duvarlardaki yazıları dikkatle okumayan varmış, okumaya karar verdiler. Kepirtepe-(Cilavuz-Haruniye)-(Pazarören-Arifiye)-(Ladik-Savaştepe)-(Gölköy-Aksu)-(Çifteler-Akçadağ)-(Aksu-Beşikdüzü)Kızılçullu-Levhalar böyle asılmış ama onlar binalar tamamlanınca asıl yerlerine konulacak. Çünkü üç ekip ayrı olarak atölye binalarını yapmıştır. Sözlerim yarım kaldı. Öğretmen soru sorarak geldi, anlayamadım. Öğretmen yukarıya çıktı, ”Dört kişiyi yarın göndereceğim!”dedi. Kendisi de vbir ara gelip küçük taraftan başlatacak. Buna ben çok sevindim. Öyle olursa cumartesi gününe bunu da bitireceğiz. Kamil Varlık, “Hasan Gülümser, Süleyman Güler adlarını anmaya başladı. Bu kez de ben uyardım:

-Belki bizim bu şakamızdan hoşlanmaz. Adından memnun olmasa babası o adı seçmezdi. Dur bakalım, şöyl bir yoklayalım, şakamıza da gülerse o zaman salt güler değil Hepgüler bile deriz. Hasan Arabacı, “Abi benim de bir önerim var, ”Şu Kamil’e de Hepkonuşur, diyelim. Kamil dikeldi:

-Konuşurum, konuşmak yasak mı? Hasan Arabacı’dan bir ses gelmedi. Az sonra aşağıda bir şarkı başladı. “Boş fıçıdan bilmen neden bu kadar-Gürültülü ve anlamsız ses çıkar-Boş insanlar da işte böyledir. ”Şişt-pişt sesleri geldi. Şarkı kesildi, Kamil ya duymadı ya da duymazdan geldi. Herkes kendine göre birşeyler konuşuyordu.

Yola çıkınca dönüp baktık, bayrak değil bayraklar uçuşuyor. Bayraklar çoğaldıkça neşemizin artacağı besbelli. Öğle yemeğinde Selçuk Korol Öğretmeni gördük masalar arasında geziniyordu. nöbetçiymiş, bizim masaya da geldi. Arkadaşlar “Yakında binalar bitecek, Kepirtepe’ye döneceğiz!”dediler. Öğretmen gülerek “İnşaallah, o gün de gelecek!”dedikten sonra, “Sizin neşenizi kaçırmak istemem radyo haberlerini izlemediğiniz besbelli. Alman Ordusu doğrudan Moskovayı hedef aldı 4, 5 gündür dolu dizgin yürüyor. Moskova düşerse Hitler rahatlayacak, ondan sonra ne yapacağı belli değil, çevremizi iyice sarmış olacak. Şimdiki durum bizim için pek sevindirici sayılmaz!”dedi. Gerçekten bizim, birden neşemiz kaçtı. Bir çoğumuz Alman-Rus savaşında Almanya’nın yenmesini istemekle birlikte daha çok güçlenecek Almanya’nın sonraki durumundan biz de kaygılanır olduk. Öğretmen, akşam bizim dersliğe gelip daha ayrıntılı konuşacak. Kendi aramızda ileri geri varsayımlar yaparken, içine düşüğümüz kaygılar giderek azaldı. “Hele akşam gelip konuşacağına göre, Moskova Savaşı bizim için bilinmezlikten çıkmış olacak !”gibi sanılarla kendimize oyalantılar bulduk. Ben yatakhaneye gittim keman çalıştım. Yusuf çıktı, gezdi. İşe giderken yalnız yürüdüm. Bayraklar dalgalanıyor, şimdilik iki, yarın üç, sonra dört, beş olacak. Ya savaş ne olacak?Arkadaşlar hep geldi, toplandık bıraktığımız yerden başlayacağız. Savaş durumundan habersiz arkadaşlar, Güleyman (Gege) Güler, Hasan Gülümser yakıştırmalarını sürdürüyorlar. Gülümser sözünün karşılığını araştırdılar. Gülüşerek bir çok söz söylediler ama hiç birinde karar kılmadılar. Sonunda onlara ben yardım ettim:

-Somurtkan. Çoğu duymamış, güldüler. Kamil gülerek, “Osurgan, duydum ama somurtkan, duymadım deyince, Hasan Arabacı, Kamil’i fena yakaladı, hemen:

-Nasıl nasıl?”diye sordu. Kamil de rahar rahat “Osurgan!”diye tekrarladı. Hasan Arabacı, “Tam sana göre bir sıfat!”deyip gülerek zıplamaya başdı. Önce hepimiz güldük ama gülüşler uzun sürmedi. Kamil duraksadı etrafına bakındı, Hasan Arabacı’ya bakmadan “Konuşmuyorum seninle!”diyerek, arkasını dönüp hızla uzaklaştı. Arkasından koşanlar oldu. İrfan’la iki Ali de (Ergin, Kıpçak)Hasan Arabacı’ya çıkıştılar. Hasan Arabacı, “Nasıl konuşmaz?”ben onu konuştururum. O bana daha ağır şakalar yapıyor. Biz şimdi burada tanışmadık ki?”diye söylenerek yukarı çıktı. Onun da üzüldüğü belliydi. Hiç bir şey olmamış gibi Musa ile Kamil, bir kirişi tutup getirdiler. Kamil bana gülümsedi. Ben de karşılık verdim. Kirişin uçlarını çevirttim. “İşte oldu!” deyip çalışmaya başladık. Beklemediğimiz bir durum oldu, hava bulutlanmış biz ayırdında değiliz. Az ilerimizdeki bayrak yırtılırca dalgalanıyor. Rüzgar, dağ tarafından gelmeye başlamış. O taraf makaslarını yaptığımız için rüzgardan fazla etkilenmedik ama, bu kez de yağmur yağacağını düşünmeye başladık. “Yağmur yağarsa ne olacak?”Arkasından yanıtlar söküldü:

- Hava iyice soğur. Sonra ne olur? “Üşürüz!” Biz böyle konuşurken Sili Usta geldi, “Korkmak yok, başımızı örteceğiz, sonrası kolay!”dedi. Sili Usta sormuş soruşturmuş, “Hava kapalı olsa da bu rüzgar esince yağmur yağmazmış. Sili Usta:

- Burada yağmur, rüzgarsız zamanlarda, güneyden gelecek! dedi. Sili Ustanın sözüne uyarak rüzgara razı olduk. Sonunda burası ile Kepirtepe arasında bir benzerlik bulduk: -İki yerde de rüzgar aynı hızla esiyor! “Tamam mı?” sorusuna “Tamam!”diyenler olduğu gibi, “Değil!” diyenler de oldu. “İkisinde de biz zarar görüyoruz. !” Hepimiz güldük. Kar yağarsa ne olacak?Bu yolu nasıl yürüyeceğiz?Bir süredir susan Kamil konuştu:

-Aman, ne olursa olsun bunları konuşmayalım!Kamil'e yanıt verildi:

-Rüzgarın bir başka yararı var, paydos zili rüzgarlı havalarda çok rahat duyuluyor. Kamil baka kalıdı. Arkasından da bir, “Ahaa!”dedi.

Yola çıkınca rüzgarın esas zararını saptadık;zaman zaman yürüyüşümüz ağırlaştı, tozu da caba.

Bizim yatakhane çadırı kımıldamadan duruyor. Çukurda olduğundan. Biraz da, okul bahçesinde fazla esinti yok;ne de olsa okul binası ile karşısındakı kuruluk rüzgarı önlüyor. Çadıra girince rüzgarı unutarak kemanı alıp, baştan sona parçaları birer ikişer çaldım. Birlik, ikilik, dörtlük notaları tek yayla çalmaya çalıştım. Ses bozulmadan çaldığıma inanıncaya dek çalıştım. Yusuf “Yemek zili çaldı!”dediğinde inanamadım, kemanı kutusuna koyup bileğimi yoklayarak yemeğe gittim. Arkadaşlar Selçuk öğretmenden söz ediyor. Selçuk Öğretmen ortalıkta yok. Nöbetçilere sordular. Nöbetçiler Selçuk Öğremeni öğleden sonra hiç görmemişler. Dersliğe gittiğimizde 8. sınıflardan Hasan Bozkurt geldi, “Selçuk Öğretmen gelemeyecekmiş, Mısafiri geldi!”dedi. Arkadaşların bir bölümü sevinir gibi davrandı. Sanırım içlerinde Selçuk Öğretmeni benim gibi candan bekleyenler yokmuş. Ben hazırladığım sorumu soramadığım için üzülürken arkadsaşlar, Selçuk Öğretmenin gelmeyişinden çok Hasan Bozkurt’un Misafir değil de mısafir deyişine takıldılar. Bir çok arkadaş iki sözü de söyledikten sonra, “Ne varmış bunda?Bizim köyde hep böyle söyleniyor!”diyenler oldu. Sami Akıncı, noktanın önemini belirtti. “Yerinde kullanılmazsa böyle olur!”dedikten sonra kendisi nokta yerine bir virgül örneği verdi. “Çalış oğlum baban gibi eşek olma!”Çalış oğlum, dedikten sonra “Baban gibi eşek olma!” anlamı ile “Çalış oğlum baban gibi, eşek olma!”cümlelerinin anlamlarını açıkladı. Sami bunu açıkladı ama o anda daha pişman oldu. Mustafa Saatçı, Bekir’e, Mehmet Yücel İsmet’e, Yusuf Asıl, Mehmet Aygün’e aynı sözleri söylediler. Sami Akıncı'nın güzelim örneği iyi algılanamadı. Gerçekte de bu örneği daha ilk yıl Fikret Madaralı Öğretmen anlatmıştı; “Çalış oğlum, baban gibi eşek olma!”. . . . . “Çalış oğlum baban gibi, eşek olma!”

Konuyu değiştirmek için ben, Sili Usta’nın yağmur konusundaki sözlerini tekrarladım. Çoğunun ilgisini o da çekmedi. Bu kez de açtım tarih kitabını Mısır Tarihi’ni yeniden okumaya başladım. Eskilik olarak en eski Sümerlerden söz ediliyordu. Onlardan sonra Babil, Asur, Met ya da Pers, Hitit, hep iki bin yıllarında anılıyor. Oysa Mısır Tarihinde üç bin- dört bin yıllarından söz ediliyor. Firavun aileleri gelmiş geçmiş. Bizde de Osmanlı ailesi 600 yıl hükümdarlık yapmış. Demek Mısır’da Osmanlı ailesi gibi yıkılan aile yerine bir başka aile gelmiş, o da en az altı yedi yüz yıl yönetmiş ondan onra da bir başka aile gelmiş. Böylece başa geçen aileler yüzlerce yıl Mısır’ı yönetmiş. Bu nedenle 1. Sülale, ya da 1. Firav unluk, 2. , 3. , 4. 5. Firavunluk olarak söylenbiyor.

Hasan Üner geldi. Mısır Tarihi’ni okuduğumu anlatınca güldü. “Bende Mısır Tarihi ile ilgili bir kitap var, istersen onu oku!”dedi. “Ama kitap bir roman, Mısır’da geçiyor, eski Mısır’da, Mısır tarihiyle de ilgili tarafları var!Bir roman, adı:Tais. Yazarı Anatole France. ”

Yazarı biliyorum, Penguinler Adası’nı okumuştum. Hasan kitabı verdi. Dünya Muharrirlerinden Tercümeler Serisi No: 1. Nasuhi Baydar Fransızca’dan çevirmiş. 171 sayfa. Kitap bölüm bölüm, her bölümün adı var. İlk bölüm Lotus. Varsıllığıyla Tarih kitaplarında anılan Mısır’ın Tep bölgelerinde kimi insanlar varsılık düşmanı olarak yaşamlarını sürdürüyormuş. Özellikle İsa’nın doğumu sıralarında bu inanç geniş bir kesime yayılmış. Bunlara göre yaşamda mutlu olmak için yoksul olarak kalınmalıymış. Varsa bile elinde olanları, kendi mutlulukları için yoksullara dağıtmalıymış. İnsanlar, ne denli yoksul olur, ne denli acılar çekerse gelecek yaşamın o denli mutlu olurmuş. Bu görüşü benimseyip çevresine yayan, sayısız insan yetişip ülke alanına dağılmış. Bu insanlar başka insanları da kendi yanlarına çekmek için yarış ederce çalışıyormuş. Özellikle Nil Nehri kıyılarında yokluk içinde yaşayan bu insanlar, zaman zaman gezilere de çıkıp taraftar topluyormuş. Belli bir yaşam sorunu olmayan bu kişiler, tüm insanları ilgilendiren genel olayları da yakından izliyormuş. Kendi aralarında da bir yarış durumunda olan bu keşişler, Tanrıya yaranmak için kendilerince olağanüstü çaba gösteriyormuş. İşte bunlardan bir tanesi de Pafnüs adlı keşiştir. Pafnüs, Thais adlı bir güzel kadının ününü duymuştur. Ancak bu kadın çok ünlü bir sanatçı olması yanında kendini zevke vermiş, o günün Mısır yüneticilerine elinin içine almış zorlu bir fahişedir. Pafnüs’e göre de Tanrı'nın sevmediği bir yola girmiştir. İşte bu sapık kadını o kötü yoldan kurtarır Tanrı'nın istediği yola getirirse kendisi Tanrı tarafından ödüllendirilecvetir. Buna inanır, bunu yapmak için kendisinde güç olduğunun ayırdındadır. Ancak kendisi Mısır’ın doğusunda Tep kentinde oturur. Thais ise İskenderiye’de yaşamaktadır. İkisi aranındaki uzun yol aşılması güç yokuşlarla doludur. Buna karşın Pafnüs yola çıkar. Pafnüs, güçlü, boyu bosu yerinde, özensiz giyimli, yalınayak dolaşan bir keşiştir. Belki bir ay sürecek bir yolu göze alıp çıkar. Kan revan içinde yirmi gün kadar, gece gündüz yürüdükten sonra İskenderiye’ye varır. İskenderiye bir büyük kenttir. Orada bir kişiyi bulmak oldukça zordur. Buna karşın giriştiği işin kutsallığına inamış bulunan Pafnüs onun da bir yolunu bulur. Thais’in gösterisine giden birine takılır. Bu kişi Pafnüs’ü Thais’in gösterisine götürür. Kendisini götüren kişi, (ayrıca bildiği kadarıyla) Pafnüs’e Thais hakkında bilgi verir, kaldığı yeri de göstetir. Pafnüs böylece Thais’in yaşadığı yeri öğrenmiş olur. Thais Yunan mitolojisinden esinlenerek oyun gösteriri yapar. Uzun uğraşlar sonunda Pafnüs Tais’in kapısına dayanır. Thais o günlerin varsıl Rakolis mahallesinde oturur. Sarayı, Büyük İskender’in mezarı bitişiğindedir. Yapay tepeleri olan, şırıl şırıl dereleri akan, olağanüstü bir korunakta(Nenfoler Sarayı) tek başına oturmaktadır. Pafnüs, Thais’in kapısındakilere, “Tanrı tanığımdır, uzak yollardan Thais’i görmek için geldim, görmeden ayrılmam!”der. Kapıdakiler konuşanın tavrına, cübbesine bakıp Pafnüs’ü içeriye alırlar. Thais o sıra, salt kendisi için yaptırdığı olağanüstü donatılmış görkemli Nenfoler Sarayının başka kimsenin girmediği özel mağarasında soyunuk olarak dinlenmekdedir. Pafnüs soru sual etmeden Thais’in karşısına dikelir.

Okuduğumu gözümde canlandırmaya çalışırken yat zili çaldı. Lotüs bölümünü bitirdim. Hasan'a bağırdım:

-Hasan, Hasan!Gene yaktın benim canımı!Bu kitabın neresinde Mısır Tarihi var?Belki çok bilgi var ama ben, saçlı sakallı bir dede ile güzel bir kadından başkasını tanıyamıyorum. Hele aralarda anlatılanları hiç mi hiç anlamıyorum!Hasan üzülür gibi bakınca, gene kıyamadım:

-Ama gene de kitabı bitireceğim. 46 sayfa okudum. Çingene gibi çırıl çıplak yaşayanlarla, çok güzel bir oyuncu kadını görür gibiyim. Daha doğrusu kadını da daha tam olarak öğrenemedim. Varsıllarla düşüp kalkan, emsalsiz güzel olan Thais bu çıplak adamı nasıl karşılayacak acaba?Hasan:

-Bilmem orasını, okursan öğreneceksin hepsini!

Yatınca da bir süre kendi varsayımlarıma göre, belki de Thais Pafnüs’le evlenecek. Ya da Paf- nüs kızını kaybetmiş, onu arıyordur. Kızının belli bir işareti var, o işaretten tanıyacak. Yaşlı Pafnüs’le evlenme düşüncesi bana babamın anlattığı bir gerçek öyküyü anımsattı. Babam kanıt olarak İstanbul’da bir camiden söz ederdi:

-Hocapaşa Camisi. Padişahlık döneminde (Eski dönemlerde) erkeklerden biri karısına “Boşadım seni derse, o kadın boşta kalmış sayılıyormuş. Koca söylediğine pişman olup gene bir araya gelmeleri istenirse kadın kesinlikle bir başka erkekle evlendiriyormuş. Çok kısa da olsa böyle bir evlilik yapmak zorunluğu varmış. Topkapı Sarayı’nda yaşayan padişah yakınlarından bir çift aralarında tartışma yaptıktan sonra koca karısına, “Boş ol!”demiş. Demiş ama ailenin büyükleri bu boşanmayı durdurmuş. İşte yukarıdaki anlayışa göre karı kocanın tekrar bir araya gelmesi için kadına bir geçici koca gerekmiş. Saraydan görevliler böyle bir eş aramaya çıkmışlar. Evlenecek erkek, evlendikten sonra kesinlikle ayrılmalıymış. Arayanlar köşe bucak Sirkeci dolaylarında gezerken bir bahçe kenarında bir yaşlı adamı bulmuşlar. Adam o dönemim Rumeli illerinden gelmiş gariban biriymiş. Hacca gitmiş, Hac sonunda memleketine dönüyormuş. Yatacak yeri olmadığından mahallelik arasında bir kuytuyas sığınmışmış. Arayıcılar yaşlı adamı(Hacıyı) kandırıp götürmüşler. Giydirip donatmışlar, nikahlanacağı kadına götürmüşler. Hacı bir gece olsun sarayda yatmanın mutluluğunu yaşamış. Sabah yurduna dönecek bu geceyi de bir anı olarak anacaktır. Ancak saray kızı gelin hanım, hacıdan hoşlanmış. Sabah olunca “Ben ondan ayrılmam!”diye tutturmuş. Olay Padişaha dek ditmiş, padişah da “Gelinin istediği yapılsın!” buyruğunu verince, Hacı Saraya damat olmuş. Saraya damat olmak o dönemde varsıl olmak demek. Saraydakiler bu Hacı damada bir de paşalık payesi vermişler. Adı, Hacı olduğu Hoca, paşalık payesi aldığı için de paşa olunca iki sıfat birleştirilerek Hocapaşa olmuş “. Hocapaşa sonraları, saray adamlarının kensdisini bulduğu yeri satın alıp oraya bir cami yaptırmış;caminin adına da Hocapaşa Camisi adı verilmiş. Cami, Sirkeci dolaylarında günümüzde de kullanılıyormuş. Pafnüs de Hocapaşa gibi evlenebilir…

Bayılırca esnedim. Pafnüs, ilerde (Öldükten sonra) varsıl yaşamak için yola çıkmıştı. O varsıl yaşamayı şimdi yapsa ne olur?Belki de öyle yapacak! Thais'le evlenip Nenfoler Sarayı'nda yaşayacaktır.

 

9 Ekim 1941 Perşembe

 

Herkes uykuda, çok mu erken acaba diyerek yavaşça indim. Hilmi yüzükoyın yatmış kolunun biri yastığın altında öteki ranzanın kenarına yapışık. Şaştım kaldım, Hilmi uyurken hiç ona benzemiyor. Yüzü değişik geldi bana. Hiç böyle dikkatli bakmamıştım. Masaya oturdum arkamdan Harun geldi;gülerek “Kaçışını gördüm!”dedi. Hava açık ama ayırdında değiliz, hava serinledi. Harun , “Yakın zamanlarda buralarda oturamayacağız galiba!”dedi. Onları hiç düşünmüyorum, ama bunu da söylemiyorum. Benim akranlarımın hepsi asker. “Asker olsaydım ne yapacaktım?”diye soruyorum içimden. Zil çaldı, içerden sesler geliyor:

-Nöbetçi nerede, gelsin kaldırsın bizi!”Harun gülerek:

-Hep aynı laflar, bıkmadan, usanmadan tekrarlıyorlar!deyip gitti. Gelecek Perşembe günü de ben nöbetçi olacağım. Arkadaşlardan bir grup dersliğe gitti. Ben de gitmeği düşündüm ama kahvaltı yaklaştığını düşünerek ağırdan aldım. Zaten kahvaltı zili çaldı. Kahvaltıya giderken de eğlence bulan var:

-Çay mı, çorba mı? arkasından Çorba mı çay mı?Bu iki soru arasında fark varmış. Bu farkı anlamayan bahisi kaybediyormuış. Bunu bilmeyecek ne var? Kim hangisini daha önce sorarsa, onu seviyor demektir. 4 Mehmet bunun tersini savunuyor. “Ben, önce sevdiğimi sorarım, ondan sonra, o değil de bu mu? anlamından ötekine geçerim!”deyince, “Sen yanlış yapıyorsun!”diye Mehmet girdi tartışmanın içine. Hasan Üner, kavgalardan kaçtığı gibi tartışmalardan da hoşlanmıyor. “En iyisi, az bekleyin ne olduğu ortaya çıkacaktır!”Hilmi Altınsoy bu söze de takıldı:

-Ben sabretseydim, anam beni kız doğuurdu! Bu kez de Hilmi paylandı:

-Sen sabırlı olduğun için anan seni erkek doğurmuş. Kızlar daha erken doğar! “Kızların erken doğduğunu kim biliyor?”Bunun doğru olduğunu Yusuf, Hasan, Mehmet birlikte söylediler. Sözde kızlar acele ettikleri için, erkeklik lazımlıklarını alamadıkları için kız oluyorlarmış. Son on gün içinde o lazımlıkların takılmasını bekleyenler erkek oluyormuş. Bu kez de bir kıkırdaşma başladı. Bu, doğrudan bir arkadaşımız içindi. İş giderek büyüyecek kaygısıyla ona da ben izin vermedim:

-Konuşma böyle sürer birileri bunu duyarsa, ağır küfürler gelebilir. Böyle bir olaya biz neden olmayalım!deyip konuyu kapattım. Kapısı önünden geçerken Ali Yılmaz Öğretmen bize katıldı. Çok neşeliydi. “Havalar biraz serinledi, daha rahat çalışacağız!”dedi. Bugün birlikte çalışacakmışız. Bana “Ne o memnun olmadın mı?”diye sordu. Ben, “Memnun olmak değil de çalışma yerimizi daraltmıştık!”dedim. Öğretmen “Biz küçük tarafa geçeriz!”dedikten sonra da “Bak bak bize yer vermeyi bile esirgeyecekler!”deyip güldü. “Zaten nöbetleşe kiremit hazırlığına da başlayacağız!”diye ekledi.

Biz kaldığımız yerden devam ettik, gerçekten Ali Yılmaz Öğretmen, beraberindeki arkadaşlarla kuzey bölümden başladılar. Bir ara yanımıza çıktı, “Bugün bitirelim mi?”diye sordu. “Biz bitiremeyiz, on dört makasımız var, siz on altı makası nasıl bitirirsinz?”diye sordum. Öğretmen güldü:

-Sen de hiç açık vermiyorsun, bitirmek için girişiriz de kaldığımız yerde durursak ne olur yani?”deyip güldü. “Bugün değilse bile yarın bitireceğiz, ne dersin?”deyip ayrıldı. Bizim sayımızda bir değişiklik yoktu, ancak arkadaşların yakınımızdca olması ya da öğretmenin varlığı konuşmaları azalttığından olacak öğleye bir makas fazlasıyla çıktık. Arkadaşlar da ek kalkan duvarda çok oyalandıklarından ancak dört makas çıkardılar. Ali Yılmaz Öğretmen gülerek yanındakilere bizi övdü, “Onlar deneyim kazandılar!”dedi. Yemeğe dönerken arkadaşlar öğretmenden radyo haberlerini sordular. Ali Yılmaz Öğretmen Selçuk Korol Öğretmenden farklı konuştu:

-Almanlar Moskova’yı alsalar da büyük bir başarı kazanılmış sayılmaz. Rusya çok büyük bir ülke, Fransa, Polonya gibi değil, Alman Ordusu bir baştan girip öteden çıkamaz. Üstelik kış geliyor. Bakın Leningrad’ı bile alamadılar. Bekleyelim bakalım, neler olacak!dedikten sonra, “Üzülmeyin çocuklar, bir kış burda kalsak ne olur? Askerlerimiz dağ başlarında kalıyor. İşte başımızı sokacak yerleri tamamlıyoruz. Fazla da karamsar olmayalım. Bu bize yakışmaz!Öğretmen ayrılınca bir tartışma başladı. Hasan Arabacı. “Öğretmen haklı!”deyince ötekilerden bazıları, “Öğretmen bugün böyle yarın başka türlü söylüyor!”diyenler oldu. Konuştukça öğretmeni haklı bulduk:Öğretmen ne desin?Savaş durumu sık sık değişiyor.

Yemeğe girince gözler masalara takıldı, “Ne var?Ne konursa önümüze onu yiyoruz, böyleyken gene de soruşturuyoruz. Mercimek, fasulye, nohut. Nohut , fasulye mercimek…Bulgur pilavı, makarna Makarna , bulgur pilavı arada bir de pirinç. Tatlılar, üzüm hoşafı, erik hoşafı arada bir de irmik helsası, un helvası(Tatlı bir karışım) tatlı surlu pirnç çorbası(Sütlü aş-Sütlaç diyorlar) zaman zaman da yufkalar üstüne tatlı su dökülmüş adı nı bilmediğimiz bir tatlı yiyoruz. Çoğunlukla şimdilerde mercimek çorbasında. Hem akşam hem de sabah verilen tek o var. İşte ben bu mercimeği köyde yemezdim. Belki de köyde yemediğim tek yemek mercimek yemeğiydi. Mısır unundan yapılmış kaçamağı yiyordum ama mercimeği yemiyordum. Bizim aşçı da sanırım kaçamağı bilmiyor. Bilse yapardı herhalde. Bunu arkadaşlara söyleyince bana çıkıştılar:

-Ne karıştırıyorsun şimdi kaçamağı?Adamların aklına gelirse hemen vermeye kalkışırlar! “Bilmedzler” demeye kalkıştım. Arkadaşlar hemen Hüsnü Baykoca Öğrfetmeni anımsattılar:

-Senin bildiğini odabilir, Trakya'da çok dolaşmış anımsatmayalım. Arkadaşlar haklıydı;sustum.

Harun’la birlikte çadıra gittik. Harun, “Ben rahatsız olmam, sen istediğini yap!”deyince kemanı çıkarıp çok istekle çalıştım. Harun, yattığı yerden, “Abi, şaka falan değil sen çok güzel keman çalıyorsun!”dedi. Harun’a baktım, sahiden gülerek, ciddi ciddi söylüyor. Bu da hoşuma gitti. Süheyla Öğretmenin gelmesine daha bir hafta var, o da dinleyince Harun gibi söylerse o zaman yorulası çalıştığıma yanmayacağım.

Yusuf’la 4 Mehmet beni almaya geldi, birlikte çalışmaya gittik. Öğretmen de erken geldi, “Yarış başlıyor!”diye hepimize seslendi. Kesintisiz çalıştık. Gene de biz bitiremedik. , üç makasımızla kalkan duvarı kaldı. Onlar ise yarıdan bir fazla dikebildiler. Ali Yılmaz Öğretmen ara bacadaki sorunu öne sürdü. “Baca deliği çarpıtılmış, üstü öyle kapatılırsa ilerde çatıyı sökmek gerekecek!”demiş, bacayı düzeltmişler.

Köye dönerken Ali Yılmaz Öğretmen “Yarın bitirirsek, cumartesi günü yarım gün çalışıp pazar günü kiremit işine başalayacağız!”dedi. Kiremik, denince benim aklım ellerimde oluyor. Kiremit elleyince parmak uçlarının nasıl olduğunu çok iyi biliyorum. Kepirtpe’de günlrece parmaklarımın yandığını hiç unutmadım. O zaman müzikle de uğraşmıyordum. Öyleyken ağlamaklı olmuştum. Şimdi de öyle olursa ne keman ne de akordiyon çalabilirim!İçimden bunları düşünüp düşünüp durgunlaşıyorum. Arkadaşların bir bölümü olayın ayırdında değil, kiremit dizmiş olmanın sevincini şimdiden yaşıyor. Birileri de binaların kapanacağını, içerde daha rahat çalışılacağını konuşuyor.

Dönünce ben yatakhaneye gittim. Harun bu kez dersliğe gitmek istediğini söyledi, anlaştık. Bir süre akordiyon sonra da keman parçalarımı tekrarladım. Toselli Serenat’ın girişini tekrar tekrar denedim. İstediğim gibi ses çıkaramıyorum ama gittikçe de bir iyileşme olduğunu ayırt ediyorum. Harun gelince çabuk döndüğünü söyleyecek oldum;güldü, “Yemek zili çoktan çaldı!”deyince şaşırdım. Çalışırken zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımı söyleyince Harun, “Ben de resim çalışırken öyle oluyorum”, “Daha yeni başladım!”derken vakit geçmiş oluyor! “Yemekte ne var?” sorusunu ben hiç sormuyorum. Masa arkadaşlarımdan tek istediğim, gene gene söylediğim, “Ne yemek olursa olsun, beğenmiyorsan yeme ama yemek üstüne de konuşma!. Sen, yerici konuşma yapınca beni etkileyerek zarar vermiş oluyorsun!”Bu nedenle bizim masada olabildiğince yemekler üstüne olumsuz konuşmalar az olur. Benim bu kuralım salt yemek zamanı yemek masasında geçerli. Derslikte yapılan konuşmalara ben de katılırım. Ben o konuşmalardan bir zarar görmüyorum. Ancak sofrada yapılan olumsuz konuşmaların etkisinde kalıyorum. Dersliğe dönünce gene Alman-Rus savaşı konusu açıldı. Selçuk Öğretmenin konuğu kardeşi ya da yakın akrabası imiş, birkaç gün daha burada kalacakmış. Sami Akıncı arada konuşur. Gene konuştu:

-Selçuk Öğretmenin konuğu gidene dek Alman Ordusu Moskova’ya girecek sanırım!

Ben, Thais denilen güzel kadının yalınayak dolaşan Pafnüs karşısında çırıl çıplak kalınca ne yaptığını merak ederek okumaya başladım. Kitabın ikinci bölümü, bu bölümün adı da Papirus. 1. Bölüm:Lotus’tu. Papiriüs bölümünde Thais’in yaşamı, çocukluğu, yetişme koşulları anlatılıyor. Thais, İskenderiye kentinde doğmuş. Babası gemicilerin uğrak olduğu bir yerde meyhanecidir. Öteki meyhaneciler gibi müşterilerini havasına uyan, iri yarı bedenli, olabildiğince neşeli ama öfkelenince de önüne geçilemeyen bir kişdir. Çatlak sesine bakmadan açık saçık şarkılar söyler. Onun bu durumu çevrede iyi karşılanmadığı için sevilmez, hakkında türlü söylemler üretilir. Anne de bir başka yaratılıştadır. O da çevrede sevilmez. Acımasızdır. Aklı fikri kazanmaktadır. Kocasına göre biraz daha zayıf bedenlidir. Onun için de olumsuz söylemler uydurulmuştur. Sözde geceleri baykuş kılığına bürünüp sihirbazlık yaptığı dillerdedir. Thais çocuk yaşlarında bunları duymuş, geceleri annesini sık sık gözlemiştir. Babası ise güzel çocuğunu meyhanesine götürür geceleri sarhoş gemiciler arasında dolaşmasına göz yumar. Sarhoş gemiciler çocuk yaşındaki Thais’i önce güzel bulup överler, giderek çocukluğuna bakmadan onu çimdikleyim eğlenirler. Yıllar içinde bu durum Thais’i, bir başka anlayışa iter. Çocuk Thais, kendisine yaklaşanlara sarılır, ancak bu sarılma sanıldığı gibi kadınsı ya da beğeni sarılışı değil, sarhoşların ceplerini boşaltma sarılışıdır. Zamanla Thais bu işi öyle ustalıkla yapar ki, hiç kimse onun yaptığından kuşku duymaz. Thais küçük yaşta iyi bir hırsız olmuştur. Onunla anne-baba hiç ilgilenmez. Thais çaldığı paralarla yiyeceğini sağlar, olanak bulursa bir köşede uyur. Anne-baba Thais’i kendi köleleri Ahmes’e bırakırlar. Ahmes Nubiyalı bir zencidir. Köledir, fakirdir, karanlık bir gece kadar siyahtır ama çok temiz bir kalbi vardır. Thais’i ahlaksal alandasürekli uyarır. Ancak Ahmes, Thais’in yaptıklarını, yapmaya kalkıştıklarını fazla önemsemez;o, masallar içinde iyiliği, kötülüğü sembollerle gösterir. Seçimi ise Thais'e bırakırdı. Ahmes’in masallarında kötü kralların melek kadar güzel kızları alıp bir süre sonra öldüğü, iki kralara eş olarak giden güzel görünümlü kızların sonradan yaptığı ihanetleri anlatır, iyi ile kötüyü , ona göre böylece Thais'in önüne konmuş olur. Çocuklarını satan anne-babalar yanında anne-babalarının canına kıyan kişiler Ahmes’in masal kahramanlarıdır. Ahmes köleydir, çok çekmiş bir insandır aynı zamanda inanmış bir Hiristiyandır. Olanak buldukça din toplantılarına gider, anlatılanları içerce dikkatle dinler. Öğreniğin duaları, zayıf, çatlak sesine karşın olabildiğince tatlılaştırarak Thais’e dolaylı olarak dinletir. Thais büyüdükç en kötü ile en iyiyyi bir arada algılamaya başlar. Thais yedi yaşına girince Ahmes Tais’e İsa’dan söz etti. Tanrı, İsa’ya oğlu olarak demiş ki, “Dünyada neyin varsa onları terket, mutluluğu o zaman bulacaksın!”İsa bunları insanlara söylemiş. Söylemiş ama kötü insanlar da onu çarmıha germiş. Thais’in Ahmes’ten dinlediği bu tür söylenceler onda iyiliklerle kötülüklerin karmaşık bir beyinsel öz oluştumuştur. Bu arada Hiristiyenlara uygulanan acımasız suçlamalar sonunda Ahmes de katledilir. İşte bu Thais’teki beyinsel olguya bir başka boyut getirir. O pekala, bir güzel olarak kralları dize getirir ya da Ahmes’leri katledenlere ayaklarını öptürebilir;öptürmek ne ki öylesini yerlerde süründürebilir. Ahmes, Hiristiyan olduğunu söyleyince ilgilenen Thais’i de vaftis erttirmiştir. Thais, vaftis’in ne olduğunu Ahmes’ten dinlemiştir. Vaftis, kişiye tanrısal bir aydınlık verdiği inancıdır. Vaftis olan kişi gizli bir gücü taşır, giriştiği işlerde başarılı olacağına inanır. Thais küçük yaşına karşın Ahmes’in bu öğütlerini iyi bellemiş. İnanarak bağlandığı, baba dediği Ahmes’in katledilişi Thais’i kendi ayakları üzerinde durma uyarısı olmuş. Yaşı ilerledikçe güzelleşmiş, güzelleştikçe de etrafındaki özellikle varsıllarla hesaplaşmaya başlamış. Daha çok da yönetim katmanlarındaki yetkili avanakları avlamaya başlar. Giderek de en acımasız, en gaddar, insanları onların sömürdüğünü anladıkça o da onları soymanın yollarını aram akta ustalaşır. İskenderiye’den uzaklaşarak Suriye, özellikle o günlerin Ortadoğu kültür merkezi sayılan Antakya’da yıllarca kalıp ününü yaydırmış. Tais salt kendini satan bir güzel değil, daha çok gösterileriyle ünlü bir sanatçı olmuş. Gösterilerinde de daha çok geçmiş dönemlerin kahramanlıklarını, bu kağramanlıkların nedeni olan aşk sahnelerini canlandırarak, insanları bir bakıma kendi pazarına hazırlamış. Kendi ölçülerine göre varsılının son noktasına gelince doğduğu kent olan İskenreriye’ye dönerek ünlü Rakolis semtinde İskenderin anıt mezarı yakınında büyük bir köşk yaptırır. Geniş bahçeleri olan bu köşk de dillere destan olmuş özellikle Tais’ten başka kimsenin girmediği giz mağarası Nenfoler benzersiz mekanlar olarak ünü dört yana yayıldı. Thais, İskenderiye’de de hemen geniş bir çevre edindi. Dostları gene varsıllar, yetkililer daha doğrusu ona sahip olmak isteyen kolaycı insanlardı. Thais gösterileriyle onları büyüledi. Ancak bu gösterişli yaşam içinde bile geçmişindeki acıları unutamamıştı. Zaman zaman kendisini kullananları, kullandıktan sonra bırakanların acıları hep içinde durdu. Ahmes’den sonra ona bakacağını söyleyen Möroe adlı koca karı’yı hiç unutmadı. Ona bakacaktı, bir oğlu vardı, oğluyla oynayacaktı. Oysa Thais’i döverek müzik öğretti, oynaması için unutulmaz eziyertler etti. Thais bu zorlu süreçte beğenilir bir rakkase olmuştu. Möroe Antakya’ya gelir gelmez Thais’i hem gösterilere çıkardı hem de gizli gizli sattı. Bunlar şimdi çok uzakta kalmıştı ama Thais bunları dün olmuş gibi anımsıyordu. Severek birlikte olduğu Lolyüs’ü hiç unutmuyordu. Ama altı ay birlikte olduğu Lolyüs’ü niçin terketmişti?Pandomimi, raksetmeyi hatta şu ilk büyük başarısı olan Dirse rolünü ona sağlaran Möroe’yi hep anımsıyordu. İskenderiye, onu çocukluğunda aç, susu, kimsesiz bırakan bu görkemli kent şimdi, önünde eğilmişti. Nisyas’la yaşıyordu. Nisyas, Thais’e tapıyordu, onu anlamak, onu mutlu etmek istiyordu. Böyleyken Thais kimi zaman içinden “Birimiz aşk, birimiz ölüm!” deyip sessizliğini sürdürüyordu. Kimi zaman da Nisyas aşka övgüler döktürürken Thais Ahmes’in mezarı başında olduğunu varsayıordu. İşte böyle birgünde Nisyas’ı da istemedi. Nisyas’la dost olarak kaldı ama aşk bitmişti. İşte tam bu sıralarda Pafnüs gelmiş, karşısınas dikilmişti. Thais çırıl çıplak, Pafnüs kan revan içinde ama dimdik duruyordu. Birden “Bana, karşı takınacağın tavırları Tanrı görecektir, onu düşün!”dedi. Bu söz Thais’i etkiledi ama o, “Tanrı bizi görmek için Nenfolor mağarasının üstünde mi duruyor?”diye sordu. Pafnüs kolundaki kutsal işareti gösterip uzun bir konuşma yaptı. Söyledikleri Thais’i, n beynindeki çözümsüz gibi görünen açmazlara yeryer değinince Thais giderek dikkatle dinledi. Pafnüs birden Tahis’e kalkmasını söyledi. Tahis bir çocuk gibi söze uyup ahyağa kalktı. Pafnüs, “Yanımda biri olmasa şimdi ben de günaha girecektim!”diyerek sözde yanında gizli bir gücün olduğunu söylemesine karşın Tais Pafnüs’üğn beklediği güveni göstermedi. Yüksek bir yönetim başkanına davetli olduğunu söyledi. Pafnüs Thaise’e “Bu davete gitmeyedceksin!” dedi ama Tais bunu doğru bulmadı. Bu kez Pafnüs “Ben de gelceğim deyince Thais, “Gelirsen seni de benim aşığım sanacaklar!”diyerek alaylı bir tavır takındı. Thais, azsonra kalkıp Deryalar Kaptanı Lüsyüs Oreliyüs Kota’nın davetine gitti. Yanında gelen Pafnüs’ü göstererek “Size Antinoe Rahibini getirdim!”diyerek tanıtma yaptı. Ev sahibi Lüsyüs Oreliüs Kota da, ayağa kalkarak:

-Sen ki Hiristiyansın, hoş geldin, safa geldin ey Pafnüs;bu şahane meshebe ben de saygı duyuyorum, İmparatrorumuz Tanrısal Konstantin bu dindaşlarını, imparatorluğunun vatandaşları arasına aldı….

Zil çalınca sayfayı kıvırıp yatmaya hazırlandım. Yatarken Thais’i, onun güzelliğini düşünürken Mahmut Ağabeyimin çok söylediği bir türküyü anımsadım. “Şimdi rağbet güzel ile zengine!”deyip devam ediyordu. Sanırım bu, geçmişte de öyleymiş. Bakıyorum da, Thais zamanında da öyleymiş. Thais önce güzel sonra da zengin olunca ikisini de bir araya getirmiş. Babam da köyümüzde yetişen güzellerden Arzu adlı güzel kız sonradan gözden düşünce bu kez babam: Varsıllıkla güzellik bir birine benzer, iyi kullanırsan yararı, kötü kullanırsan zararını görürsün işte . Arzu güzelliğini kullanamadı!”demişti. Demek Thais ikisini de iyi kullanmış oluyor.

 

10 Ekim 1941 Cuma

 

Uyandım ama kalkmadım. Bu sabah en son kalkacağım. Bakalım kimler kimlere sataşıyor. İlk kez Bekir Temuçin Abdullah Erçetin’e bağırdı:

-Kalk oğlum, nöbetçisin! Arkasında iki ses birden, ancak bu sesler biraz kalınca, “Baba, ben de kalkayım mı?”Biri Mustafa Saatçı’dan öteki de İsmet Yanar’dan. Mehmet Yücel de duramadı, “Baba, ben bugün kalkamayacağım!”Kimden geldiği tam saptanamayan bir ses, yatarsanız şişmanlarsanız. Bu şişmanlama sözü Abdullah’ı konuşturdu. Kendisine biraz tombul olduğu için takılıyorlardı. Bu kapalı şekilde onu anımsatmaktı. Abdullah kötü bir küfür savurdu. . Bekir bu kez Abdullah’a “Küfretrmesen sana kimse bir şey demeyecekti, bunu sen de biliyorsun. Şimdi küfürle neyi önledin?”dedi söylenerek çıktı. Mehmet Aygün, Yusuf Asıl, İbrahim Ertur Abdullah’ı küfrettiği için ayıpladılar. Üstelik “Bizim şakalarımıza katlanamayacaksan, bir daha da bize katılma!”dediler. . İsmet Abdullah’a can simidi uzattı:

-Bu küfrü güzel bir şarkı temizler!Abdullah buna uydu, “Kuşlar diyor, uyan uyan-Tembel olur çok uyuyan… diye süren bir okul şarkısı söyledi. İsmet şarkıya uyumsuz bir sesle katılınca herkes güldü. Mustafa Saatçı “Ben daha güzel söyleyeceğim, bet sesli İsmet’i susturun!”deyince İsmet yanlısı olanlar hep birlikte bağırmaya başladılar. “Hafıs, sen okuyacaksan dua oku, dediler. Mustafa Saatçı bu kez ben Hafıs değilim ama sizin için İmam olacağım, o zaman da canınıza okuyacağım!”dedi. “İmamlar cana ya da canlıya okumazlar cansıza okurlar, sen yanlış biliyorsun!”diyenler oldu. Sami Akınca açıklama yaptı:

-Canına okuyacağım, demek, seni, canlı canlı mezara gömeceğim!”anlamında kullanılır!”deyince bu kez de Mustafa Saatçı’ya, “Vay insafsız İmam, ölüler yetmedi de yaşayanlara mı göz diktin” sözleri tekrarlandı. Mustafa Saatçı:

-Durun arkadaşlar, herkes her şeyi söylüyor, üzrinde durmuyorsunuz bana gelince benim tüm sözlerime karşı oluyorsunuz!Arkadaşlar hep birden:

-Sen bizim imamımızsın! diye bağırdılar. Mehmet Yücel tamamladı. Ne demişler “İmam o…… Cemaat s…! Mustafa Saatçı, “Pis İskelet!”deyip çıktı. Kahvaltıda mercimek çorbası gene konu oldu. “Bu mercimeği nerede yetiştiriyorlar?”diye soranlar oldu. Ben, “Alpullu'da şeker yapılan güzelim pancarlarla ilgilenmediniz, mercimeği mi inceleyeceksiniz?”diye sordum. Hilmi, “Hayır abi, gidip mercimek tarlasını kurutacağız!”deyip güldü. Ben, Mercimek kurutulmaz, yolunur. Mercimek yolmak da çok zordur, bunun bir de türküsü var deyince, gülerek düzelttiler. Benim söylediğim mercimek değil, burçakmış. “Aman ne zor imiş burcak yolması! Ben bu defa da, “O olay mercimek tarlasında olmuş ama türkü yapanlar mercimek sözünü uyduramadıkları için burçak olarak çevirmişler dedim. Bana inanmadılar. Biz gülüşürken Mehmet Yücel yanımızdan geçti. Mercimek çorbasına en çok takılmış bulunan Hilmi Altınsoy’a, “Senin gibi pehlivanların mercimek yemelerinde yarar vardır, mercimekteki çelik, kolları güçlendirir!”deyip yürüdü. Hilmi arkasından bağırdı:

-Ele verir talkımı, kendi yutar salkımı! Sen ye de şişmanla İskelet!Mehmet Yücel duymadı ama arkamuzdaki masada oturan kardeşi Namıl Yücel duydu. Yusuf Asıl yavaşça Hilmi’ye, “Kardeşi duydu, fena baktı, döverse karışmam!”dedi. Hilmi bu kez de, “Duyarsa duysun oda iskeletin biri. Hık demiş burnundan düşmüş!”dedi , kalktı. “Hık deyip burnundan düşmek!” kardeş için söylenir mi? Ben de bunu arkadaşlara sordum.

Yol boyunca konuşuldu. Neredeyse yarı yarıya iki gruba bölündük. Söylenir-söylenmez tartışması çatıya dek sürdü. Yarımız kiremit taşımaya gidecekti. “Kaybedenler gitsin!”diye konuşurken Ali Yılmaz Öğretmen geldi. Kamil dayanamadı öğretmenden sordu. Öğretmen, Kamil’in fikrini sordu, Kamil, “Kardeş benzerliği için kullanılır!”deyince öğretmen bu kez benim hangi tarafta olduğumu öğrenmek istedi. Ben, “Anne-baba için diyorum, çocuğun onlardan birine benzerliğini anlatılmak için kullanılır!”dedim. Öğretmen Kamil’e “Hadi gurubunu topla kiremit taşımaya!” dedi. Arkadaşlar gülüşerek kiremit hazırlığı için Kepirtepe binasına gittiler. Arkadaşlar gidince birden şaşırdım, benimle çalışanların hemen hemen hepsi kiremit için gitmiş. Ali Yılmaz Öğretmen gülerek:

-Ne o sen onları başından atmak için tuzak mı kurdun?”diye sordu. Hiç öyle bir şey düşünmemişim, hatta ben onlara fikrimi açıklamamıştım. Kendiliğnden olmuş bir olay. Öğretmen, Recep Kocaman’la Orhan’ı geri gönderdi. Böylesi daha iyi oldu, hem arkadaşlarla buluştuk hem de sessiz bir çalışma yaptık. Öğleye son makası takarak çıktık. Öğleden sonra rahat rahat destekleri çakıp bitireceğiz. Orhan’la Recep’in eksikliği öbür tarafın işini aksatmış, “Akşama bitmez!”demeğe başladılar.

Öğlede külhana gittik. Bugün benim oyun günüm. Yatakhanede çalışmadığım zamanlar oyun. Bu da yatakhane nöbeti tutan arkadaşlara göre oluyor. Ayda 6-7 gün müzik çalışmalarına paydos. Mehmet Aydemir mandolinle geldi. Timurağa, Hoşbilezik, Tamzara, Sivas Halayı, Merzifon Halayı’nı tekrar tekrar oynadık. Bizim Trakya Halayı, güzel oynansa bunların çoğundan daha güzel olacağı fikrine vardık. Bizim oyunumuzda insan bedeni daha rahat duruyor. Oynayanlar biraz canlı olunca, hele bir birine uyunca gerçekten çok güzel gösterişli bir oyun. Özellikle uzun boylu oyunculardan kurulacak bir dizi çok başarılı olacaktır. Halaylar zeybeklerden daha çok yoruyor. Bugün iyice yorulduğumu anladım.

Öğleden sonra biz bir süre ek destekleri çaktık. Daha sonra küçük tarafa arkadaşlara yardım için geçtik. Çalışma biraz hızlandı ama gene de bitmedi. Dört makasla ek bağlantilar yarına kaldı. Öğretmen sonuçtan memnun. Dersliğe dönünce Thais’i okumaya başladım. Deryalar Kaptanı’nın davetlisi olarak gelmiş olan o günün Mısır büyükleri, Thais’in önünde eğilirken o büyüklerin eşleri Thais’i eleştiriyorlar. Pafnüs için ise Thais’in yeni sevgilisi diyorlar. Birisi, “0 kılıksız ihtiyara ağzımı öptüreceğime Etna Yanardağının lavlarına sürerim, daha iyi olur!” demiş. Bayanların böyle küçümsemesine karşın erkekler onunla bilgiççe konuşuyorlar. Thaisin eski sevgilisi Nisyas’tan başka, Ökrit, Doryon, Drozem, Kastor, Kereas gibi, şair, filosof, bilgin, politikacılar o günlerin ortamından, geçmiş dönemlerin olaylarından söz ediyorlar. Thais bunların konuşmalarıı dinliyor Konuşmalardan anlıyoruz ki, Thais, gösterilerinde geçmiş dönemnlerin büyük aşk olayları gibi düşün yaşamından kesintileri de sergilemektedir. Pafnüs bu kişilerin konuşmalarını sessizce dinliyor. Okuyorum ama anlayamadığım bir başka durum da;Thais bu konuşmaları yatarak dinliyor. Ev sahipliği yapan başkaptan Lüsyüs Oreliyüs Kota da Thais’in yakınında yatmaktadır. Bu nasıl oluyor;bir türlü anlayamadım! Kota bir ara da uyudu. Yapılan konuşmalar hep geşmişle ilgili konular. Roma İmparatorluğunda olan olaylarla, ilk Hıristiyanlık kavgaları. Konuşmalar uzadıkça uzamaktadır. Hemen hemen hiç bir şey anlamadığım bu konuşmalar sonun Pafnüs birden ayaklanıp, hepsine meydan okuyup Thais’i alıp kaçırır. Thais de karşı durmaz. Doğru Thais’in sarayına giderler. Terkedip çıktıkları toplantıdaki konuşmalar Thais’i iyice bunaltmıştır. Adamlar dünya düzeninden, tanrılardan, felsefeden söz ederler ama akılları fikirleri Thais’le yatmak olduğunu o çok iyi bilmektedir. Thais, Pafnüs’le sarayına dönünce Pafnüs’e sorar “Şimdi ne olacak?”Pafnüs tüm adamlarının çağırılmasını Thais buyruklarını verir, yardımcıları, işçiler, köleler toplanır. Bunlar içinde değişik topluluklardan insanlar vardır. Pafnüs özellikle Yunan asıllı olanları gönderir. Kalanlara kesin buyruğunu verir. Sarayda ne varsa yakılacak. Köleler dağılıp hazırlık yapar, kocaman bir ateş yakılır. Sarayda ne var ne yoksa ateşe atılır. Sabaha dek süren yangın çevredekilerin ilgisini çeker, insanlar merakla bakarlar. Çevrede ilginç yorumlarn yapılır. Haksız kazanılmış mallar dendiği gibi, Thais başka yere giderse biz mallarımızı kime satacağız diye ağlaşanlar da çıkar. Bir yandan da yağmacılar üşüşür. Bunlar, eşyanın yakılmaması için karşı dururlar. Giderek artan yağmacılar Thais’i kandıran Pafnüs’ saldırırlar. Pafnüs gibi Thais de taşlı sopalı saldırıya uğrar. Bu sıra Thais’in eski sevgilisi Nisyas gelir, onları kurtarmak ister. Gittikçe artan saldırı karşısında yağmacılara para dağıtarak canlarını kurtarmalarını önerir. Bu öneri işe yarar. Altınlar, elmaslar atılarak yağmacılardan kurtulurlar. Nisyas onların kurtulmasına yardım etmiştir ama Thais’ten de ayrılmaık istemez. Thais’i caydıracak sözler söyler. Pafnüs buna kızar, Nisyas’ı oradan kovduktan sonra Thais’i alıp uzun bir yolculuğa çıkarlar. Yorucu bir yolculuktan sonra ünlü bir Bayanlar kilisesine götürüp Kilise sorumlusuna Thais'i teslim eder. Böylece Thais, görkemli sarayını bırakıp günlerce yollarda süründükten sonra perişan bir şekilde rahibelerin yaşadığı bir kilisenin karanlık, daracık bir odasına tıkıldı. Pafnüs ayrıca Thais'in odasını da kilitletti. Pafnüs bakıcılara tembihledi:

-Thais’e gerekli ekmeği, suyu, bir de üç delikli bir ney verin!dedi. Pafnüs büyük bir işi becermenin sevincini duyarak geldiği yollardan geçerek eski çölüne döndü. Başarısının önemini biliyordu. Ancak Thais’i bir türlü unutamıyordu. Thais’i hem anımsamak istiyor hem de onu anımsadıkça huzursuz olmaya başladı. Bunu bir süre kimseye açamadı. Açamadı ama Thais de onun yakasını bırakmadı, bir gece rüyasında Thais geldi onun yatağına girdi. Thais gene o Thais’ti. Uyanınca kendini affetmedi. Nedeni ise Thais gelip yatağına girince onu reddetmemesiydi. Kendini günahkar saydı. Düşündeki Thais, ’i bir türlü kovamıyordu. Daha doğrusu kovmak da istemiyordu. Sonunda Palemon adlı bir ermişe durumunu anlattı. Palemon kendisinin de günahkar olduğunu söyleyerek bir yardımda bulunamadı. O da kendini günahlardan arındırmak için sebze bahçecili yaptığını, tavşan yetiştirdiğini anlattı. Pafnüs Palemon’dan sonra kirli saydığı yatağına istemeyerek döndü. Çadırı karınca kaynıyordu. Bunda da bir uğursuzluk gördü. Bir süre sonra bir rüya daha gördü. Bu rüyasında yüksek bir direk vardı. , uzaktan gelen bir ses “Pafnüs, bu direğe çık!”deniyordu. Pafnüs bu sesin Tanrısal bir buyruk olduğunu anladı, yanındaki çömezlerine veda edip çöle yollandı. Kendine yer ararken kalıntılı bir yer gördü. Bu yerde sıra sıra sütunlar vardı. Bunların da insan yaşamı için olabileceğini düşleyip kendisine bir direk seçip üstüne çıktı. Direğin üstü ancak oturacak genişlikteydi. O da, yatmadan oturarak yaşamaya başladı. . Bir süre sonra Pafnüs'ü o çevrelerde yaşayanlar görüp şaşkın şaşkın izlediler. Daha sonraları da görmeyenlere olayı abartılı yorumlarla yaydılar. Önce, eski çömezleri onu bulma sevinciyle gelip yakınlarında yaşamaya başladılar. Giderek de çevre, Pafnüs'e öykünenlerce doldu taştı. Bir süre sonra da orası oldukça kalabalıklaştı. Pafnüs’ün olağanüstü yaşamı bir tanrısal olaya dönüşmüş gibi algılanarak uzak çevrelerin dindarları da gelip gitmeye başladı. Kısa zamanda burası hacıların uğrak merkezi oldu. O denli insan geldi ki altı ay sonra koca bir kent oluştu. Üstelik bir kutsal kent olarak da kısa zamanda büyük ün yaptı. Bir kenti oluşturan alıcılar satıcılar giderek doldu. Pafnüs, herkes için bir kurtarıcıydı;gözü görmeyenler ondan görerek dönüyor, bastonla gelenler bastonu atıp koşuyordu. Yeni oluşan bu kutsal kenti, Kaptanlar Kaptanı Lüsyüs Orelius Kota bile görmeye gelir. Buraya nokta koyup yemeğe gittim. Hasan sordu, “Thais nasıl?”Gülerek:

-Sakın sonunu söyleme kitabı atarım!dedim. Sonra da “Bu nasıl kitap böyle?Bir olay var onu izlemeye çalışırken o kadar çok bilgi veriliyor ki, onları benim anlamam olası değil. Ayrıca olay Mısır’da geçiyor ama Mısır üstüne doğru dürüst bilgi yok. Sık sık Nil Nehri geçiyor bir de İskenderiye!”Hasan, “Al benden de o kadar, ancak gene de Hıristiyanlık için biraz bilgi var, Vaftis, keşiş, papaz, mürit!”Hasan’a öyle dedim ama gene de kitabı bitirmek istiyorum. Gelecekte adı geçerse “O kitabı yarım bıraktım!”demek istemiyorum. Ancak bu kitaptaki konuşmaların çoğunu gerçekten anlamadım. Özellikle Eski Yunan-Roma tarihleriyle ilgili bilgileri kavrayamadım. Hele Pafnüs denilen adamın yaşayışını bir türlü anlayamadım;o adam ne yer ne içer?Ya bir direk üstünde yatmadan sürekli durması, inanılacak gibi değil. Ya onu görüp oraya taşınan insanlar! Koskoca bir kent kurulur:Stilopolis(Direkte oturanlar kendi)

Kaptan Lüsyüs Orelius Kota Pafnüs’e seslenir:

-Hatırlar mısın bir yıl kadar önce benim konuğum olmuştun. Ben ev sahibi Kota’yım! Pafnüs onu günahkar saydığından karşılık vermez. Ancak Kaptan Kota sorusunu geneler, arkasından da “Bir fahişeyi kaçırmıştın!”der. Yanıt alamayınca yanındaki Ariste’e sorar. Ariste Kota’nın dostu, genç, iyi at biner, yazardır. Kota ona, görüp duyduklarını yazmasını söyler. Önce sorar Pafnüs’ün yaptıklarını kimler yapar?Ariste’nin yanıtı:

-Cehalet-cinnet.

Ariste gördüklerini yazar. Ancak Kota Nilde gezen büyük donanmasıyla gelmiş, gene öyle görkemli bir görüntü içinde gitmiştir. Ariste ise, Pafnüs’ün yanıt vermemesi bir yana, olayı, gelenlerin Pafnüs'e şükran ödediği biçiminde yansıtmıştır. . Pafnüs’ün söylemleri daha da artmıştır. “Deryaların Hükümdarı koskoca Lüsyüs Orelius Kota Pafnüs'ü ziyaret ekmiş, ondan şifalar dilemiştir!” şamataları Nil boylarında yankılanmışır. Ne var ki Pafnüs, o ürkütücü rüyalarından kutulamamıştır. Gene bir gece rüyasında bir güzel kadınla yatmış, ancak onlar yatarken Bir ses gelir, Helene, Helene, gel yıkanalım. Pafnüs’ün yanındaki kadın yanıt verir, “Gelemem yanımda bir erkek var!”Pafnüs cıldırır, bu kadını çok iyi tanır. Bir süre sonra da ses duymaya başlamıştır. “Thais ölmek üzeredir!”Bu kez Pafnüs sahiden çıldırmıştır. Tanrı peşinden değil şeytanın peşinden koşuğunu anlar. İş işten geçmiştir. Thais’e gitmeye karar verir, kendisine yardım edecek birini bulur. Binbir zorluklar içinde gene Thais’e gider. Thais henüz yaşamaktadır. Yanındaki rahibeler çekilir. Pafnüs Thaise’e yalvarır lütfen gayret et, yaşa. Thais ise, çeşmeden su içtiklerini hurma yediklerini o zaman çok mutlu olduğunu söyler. Pafnüs, yalvarır, “Thais’im ben seni aldattım, ben sana ihanet ettim, beni affet!”der. Thais ise mutlu bir bakış atar, güzel gözlerini açar, eski güzelliği geri gelmiştir. Pafnüs sarılır, “Seni seviyorum!”der ama Thais, Pafnüs’ün kolları arasında can verirAncak Pafnüs Thais’in ölümünden habersiz gibi ona sarılmayı sürdürünce çevredekiler Parnüs’e cadı, şeytan diye bağırırken Pafnüs gerçekten insandan başka türlü bir varlık görünümünde oradan uzaklaşmıştır. Anlattıklarına göre Thais, Rahibeler yurduna bırtakılınca oranın kurallarına aynen uymuş, bu tavrıyla da beğeni kazanmıştır. Pafnüs onu odasına kapatınca kapısını kilitlemiş, kilidini de mumlamıştı. Zamanı gelince de kendiliğinden açılacak, demişti. Gerçekten uzun bir süre sonra mühür kendiliğinden bozulmuş, kilit açılmıştır. Ondan sonraki zamanlar Thais duacı ya da dinsel şarkılar söyleyen kızlara katılmış, dini bütün bir rahibe adayı olmuştur. Çektiği çilenin tamamlandığını herkes gibi o da anlamış, mutlu sona ulaşmaya hazırlanmıştır.

Kitabı bitirdim ama içimde bir rahatsızlık duyuyorum:Okuduğum kitabın anlattıklarının çoğunu anlamadım. Roma İmparatorluğu dönemlerini anlatıyor. Mısır’da geçiyor ama, Mısır’la ilgili bilgi vermiyor. Bir Büyük İskender’in mezarının yerini öğrendim; İskenderiye’ymiş, Rokalis Mahallesinde. Bir de Roma İmparatorluğu günlerinde de Nil Nehrinde gemi yüzdürüldüğünü. . Thais Kitabını okumam bir bakıma da iyi oldu. Hiç değilse bu kitapta ölenler ya da ortada kalanlar için üzülmedim. Pafnüs’ü zaten sevmemiştim. Thais’in çocukluğuna acımıştım ama o, sonradan kendi öcünü alırca yaşadı, Pafnüs’e uymasını ise pek anlayamadım. Bu nedenle ölmesi benim için doğaldı….

 

11 Ekim 1941 Cumartesi.

 

Otuz kişilik sınıfımızda boy olarak en kısamız Bekir Temuçin. Yaş olarak en küçüklerden değil. Ancak derslerde hep ilerlerde. 7-8’den aşağı not aldığı az görülmüştür. Sesi de güzel, bir ölçüde de gürdür. Ancak çok çalışmaz. Buna karşın çok konuşur. Şakalarda ilk çıkışları çoğunlukla o yapar. Ne var ki kendisine yapılan şakalardan çabuk kırılır. Nöbet görevlerini de iyi yapar. Bu nöbetinde de zil çalarken daha “Kalk borusu çaldı!”deyip şarkılara başladı. Bekir şakacıdır ama herkesle de şakalaşmaz. Örneğin benimle çok ölçülü konuşur. Kısaca kavgacılardan hoşlanmaz. Arkadaşların çoğu Bekir’i sevdiği için onu hoş tutmaya çalışrlar. Bu nedenle olacak Bekir Temuçin’in nöbetleri oldukça neşeli geçer. Abdullah Erçetin iyi arkadaşlarındandır. Şarkıları birlikte söylerler. En çok takıldıkları Mustafa Saatçı’dır. Ancak bu sabah kimseye takılmadılar. Bekir önce bir okul şarkısı tutturdu:

-Yalancı, sana kimse inanmaz!Arkasından Abdullah katıldı. Önce İsmet, arkasından da Mustafa Saatçı değişik bir sesten girdi. Bekir bu kez Yalancı’dan vaz geçti, “Asker oldum piyade” diye başladı. Gülüşmeler arasında bir grup arkadaş, “Manastır’ın ortasında var bir çeşme!”diye ortaya çıktılar. Bu kez de Bekir’le Abdullah, “Hasanoğlan ortasında var bir çeşme, canım çeşme-Bizim okul kızları hepsi de seçme!” diye şarkılarını sürdürdüler. . Mustafa Saatçı uzun süreden beri SS’den söz etmemişti. Birden:

-Susun arkadaşlar, haksızlık olsun istemem, o dedikleriniz içinde bir tanesidir seçme, ötekilere kulakasmayın! Kapı önündeki arkadaşlardan uyarı geldi;“Susun, SS geçiyor!” Kapı önünde SS konuşmaları olunca Mustafa Saatçı, “Ne yapıyorsunuz yahu, siz şakadan anlamıyor musunuz? Elin kızı duyarsa, ayıp olur!”deyip sustu. Herkes güldü. Arada, “İmam korktu, Hafızın benzi küle döndü söylemleri içinde kahvaltıya gittik. Kahvaltıda Ali Yılmaz Öğretmenle karşılaştık;nöbetçiymiş, İş yerine az geç geleceğini söyledi. O gelinceye dek biz kalan işleri tamalayacağız.

Öğretmen geç geleceğini söylemesine karşın bizden az sonra geldi. Öğretmen gelince Yusuf Asıl gülerek Ali Yılmaz Öğretmene takıldı:

-Bizi denemek için öyle söylediğinizi anlamıştık, o nedenle kaytarmadık!dedi. Öğretmen, nöbet işlerinden hoşlanmıyormuş;biraz üzgün olarak, “Nöbet işlerinden hoşlanmıyorum, bırakıp geldim!”dedi. Gerçekten öğretmen paydosa dek konuşmadan çalıştı.

Öğlede uzun dinlenme var, ancak pazar günü tam gün çalışma. . Yusuf çok sevinçli akşamüstü oyun olacakmış. . Yusuf'u uyardım:

-Bugün orası yemekhaneye dönüştürülecek, Ali Yılmaz Öğretmenin geç geliş nedeni de bu olsa gerek.

Toz kalkacağı için orada oyun oynatmazlar. Yusuf bana sinirlendi. “Bana kalırsa sen, bilemediğim bir nedenle bu oyunları geciktirmeye çalışıyorsun!”dedi. Böyle bir sonuç çıkarmasına üzüldüm. Gönlünü almak için, “Ben akordiyonu alıp her yere giderim, yerini siz saptayın!”Yusuf bunu sağlayacağını söyledi. Anlaştık.

İşbaşı yapınca eski işimizi sürdürdük. Bugün hava durgun, esinti falan yok. Bayrağa bakıyorum bağlanmış gibi, öyle duruyor. İçimden düşündüm;bu iyi mi, yoksa arkasından bir değişiklik mi gelecek?Köydeki günleri anımsadım;böyle günlerde babam:

-Bakmayın böyle durduğuna, birden kendini gösterecek, sakinliği almatmacadır! diyerek hava durumunu insanlara benzetirdi. Sinsi, kapalı düşünceleri olan ya da ne yapacağının bilinmesini istemeyen insan. Benzer sözleri, kimi zaman da köyde, sanırım pek sevmediği kişileri anlatırken kullanırdı:

-Ne yapacağı belli olmaz, sağı gösterir soldan vurur, gece yola çıkacaksa, “Yarın sabah” der geçer! derdi.

Biz, küçük tarafın makaslarını da tamamladık, ek destekleri çaktıkKalkan duvarları pervazlarını taktık. Toplanıp aşağıya inerken Ali Yılmaz Öğretmen beni, Harun’u, Recep’i, Orhan’ı, Salih’i akremit altı tahtalarını ayırmak üzere görevlendirdi. Öteki arkadaşları alıp kiremit hazırlığına gitti. Kiremit altı tahtaları yığınla duruyordu. Onları gördükçe, inceliğini bakarak ne işe yarayacağını kendi kendime sorup duruyordum. Yanlış alındığını bile düşünmüştüm. Şimdi anladım. Şimdi anladığım bir başka olay daha var:

-İnsanlar, kendi düşünceleriyle yenilikleri hemen kavrayamıyor. Olaylar da böyle; etraflı düşünüp iyi kavramak gerekiyor. Örneğin ben, bu tahtaları yanlış getirmişler, diye bilirdim. Ali Yılmaz Öğretmene ya da Sili Ustaya bunu deseydim belki doğruyu söyleyip geçeceklerdi. Ama belki, diyorum. Belki de “Terbiyesiz, işe yaramayacak tahtaları buraya neden alalım?” diye düşüneceklerdi. İşte bu duruma düşmek insan için iyi bir durum olmasa gerek. Babam çok kez, insanların boşboğaz olmalarından yakınırdı:

-Boşboğazlık insanlara her zaman bela getirir!der, bir de yakıştırma yapardı “Bülbülün çektiği, dilindendir!” derler deyip sözünü bağlardı.

İnce tahtaları onar onar ayırıp belli bir alana yaydık. Kaç tane gideceği için bir bilgimiz olmadığından öğretmenin gelmesini bekledik. Öğretmen geldi, ” “Hani siz geometri okumuştunuz bunların hesdabını yapıyordunuz?” deyip güldü. Ben, “Ölçü verilirse yaparız!”dedim. Öğretmen “İşte bina orada, ölçün!”deyip saatine baktı, “Onu yarın yaparsınız, şimdi paydos ediyoruz!”deyip yola doğruldu, bizi köşede bekledi. Öteki arkadaşlar da geldiler, birlikte okula döndük. Birden yadırgadık. Yemek yediğimiz yerler boşalmış, ağaçların altı bomboş. Okul bahçesine yürüdük. Kapalı, burası daha iyi ama, bizim sınıf için zararlı tarafı da var. Önce yatak çadırımıza girip çıkan yabancılar çoğalacak. Aslında bu açıdan en çok ben tedirginim. Kimi arkadaşın kardeşi var, kimisinin de 8-10 hemşerisi var;bunlar dersliğe olduğu gibi yatakhaneye de girecekler. Ben akordiondan çok kemana bir zarar verilir, diye kaygılanıyorum.

Umduğum gibi bizim masalar öğretmenlerin yakınına konmuş. Buranın bir iyiliği de musluklar yakın, su bol. Müzik çalışması için öteki uçta geniş yer var.

Biz bakınırken tören zili çaldı. Hidayet Öğretmen dikkat çekti. İstiklal Marşı’nı çok canlı söyledik. Öğleden sonra dinlenme olacağı, yarınsa tam gün çalışılacağı tekrarlandı.

Yemeklerimizi yedik. Tatlı, sulu sütlü pirinç çorbası vardı. Arkadaşlar Sütlaça böyle ad takm ışlar. Adı ne kadar uzun olursa o kadar makbul olurmuş. Yusuf mercimek çorbasına ad buldu:

-Tatsız, sıcak sulu, pişmiş mercimek. Bu kez de başka yemekler sıraya kondu. Çayla verilen peynir için “Daha fazla küçülemeyen peynir parçası!” Bu söz çok beğenildi. Bulgur pilavı da uzun uzun konuşuldu, “Değirmen taşına karşı direnen sert buğday taneciklerinin ıslatılmışları!” “Börülce aklıma geldi, bir türküde geçiyor, “Bahçelerde börülce, oynar gelin görümce-Oynasınlar bakalım, bir araya gelince…Bizim masadan kimse anımsamadı, Mehmet Yücel, biliyormuş;gülerek “Çingene türküsü!”dedi. Ben üstünde durmadım, benim söylediğim börülcenin ne olduğudur. Börülceyi anlatan bir de türkü vardır. Demek börülce var, türküsü bile var. Üstelik ben börülceyi biliyorum, bizde ona karnıkara da derler.

Yemekten sonra biraz duraksadık. Eskiden gelip burada gölgelikte oturuyorduk. Arkadaşlar dersliğe gittiler. Yemeğe geç gelenler oldu. Hüsnü Baykoca Öğretmen iki yabancıyla geldi uzun süre oturdular. Ben de dersliğe gittim. Azıcık işim bozuldu gibi, yatakhaneye eskisi gibi girip çalışamayacağım. Gündüz yatakhaneye girmek yasak. Oysa ben arkadaşların göz yummasıyla giriyordum. Şimdi uzun süre bekleyip yemek masaları boşalınca kemanı alıp çıkabileceğim. Derslikte bir süre arkadaşları dinledim. “Cumhuriyet Bayramına 17 gün kalmış. ” “Cumhuriyet Bayramı günü nöbetçi kim olacakmış. ” “Nöbetçi Ankara’ya gidebilecekmiymiş. ”

Ben, Cumhuriyet Bayramını değil Süheyla Öğretmeni düşünüyorum;on beş günlük izin almıştı, geri gelirse sevineceğim. O gelince belki yeni bir düzen kuracak, müzik çalışmaları yeniden başlayacak. Ona uyarak gene çalışmaya başlayacağız. Ya gelmezse?İşte o zaman, benim çalışmalarım aksayacak.

Öğretmenler yemek masalarında otururken ne çadırda ne de yemekhanede çalışabilirim. Sıkılarak kalktım, gene okul bahçesine gittim. Hiç kimse kalmamış, sevinerek kemanı alıp yerime geçtim. Öğretmen gelecekmiş gibi, kendimi toparlayıp çalışmaya başladım. Çalışmaya benden başka kimse gelmedi. Zaten öğretmen gideli beri kimse gelmiyordu. Uzun süre çalıştıktan sonra kemanı kapatıp yerine koydum. Gölgelikte otururken Yusuf’la Ahmet Güner geldi. Başlamış olduğumuz oyun çalışmalarını nasıl sürdüreceğiz?Şimdi oynamayı denesek, çok erken bir çok arkadaş tatildan yararlanıp eksiklerini tamamlıyor. Banyo grupları sürüyor. Bizim için önemli olan kızların katılması. Oysa onlardan hiç bir ses yok. Her nedense şu anda da karşılarda kimseler yok. Ben zaten keman çalışma düzenim bozulduğu için üzgündüm. Biraz da bu nedenle, arkadaşlara bu işi Süheyla Öğretmen gelene dek etteleme önerisinde bulundum:

-Biz gene külhanda oyunlarımızı tekrarlayalım. Erkek arkadaşlşardan gelenler katılsın, kızları sonradan yetiştiririz!Yusuf çok üzüldü ama, deneyecek başka da bir yol bulamadığımız için, oyunları bir hafta sonraya bıraktık. Ben daha önce tasarlamıştım, radyo dinlemeye gittik. Bizden önce bir çok çocuk toplanmıştı. Saat 5 haberleri diye başlayan bir proğramı izledik. Alman ordusu Kırım’ı almış, Kafkaslara doğru ilerliyormuş. Bu Alman radyosu Türkçe haberleriydi. Sonra bizim Ankara Radyosu haberleri verildi. Leningrad’a yaklaşan Alman ordusu çetin direnişler karşısında durdu, Kuzey Afrika’daki Alman Ordusu bozguna uğradı, İngilizler Tobruk’u geri aldı. Bu haberleri değerlendiremedik ama Almanya’nın dolu dizgin gitmesi önlenmiş, kanısına vardık. Haberlerden sonra önce dans müziği onra da türküler dinledik. Radyo belli bir saatte kapandığı için kalkıp dersliğimize döndük. Coğrafya dersi başladı, Kırım neresi, Moskova nerede?Leningrad neresi sorularını çizerek bulmaya çalıştık. Büyük harita daha doğrusu hiç harita yok. Lise 1. Tarih kitabındaki eski haritalardan adı geçen yerleri saptadık. Uzun süre Almanya’nın yayıldığı yerleri kavramaya çalıştık. Akşam yemeğinde yeni yerimizi çok beğendik. Daha aydınlık, daha kuytu gibi geldi bize. Çünkü üç taraf da kapalı, bir taraf açık o tarafta da okul binası var, esintiyi tutuyor. Selçuk Öğretmennin konuğu gitmiş, arkadaşlar sordular, ”Gelirim!”demiş. Yemekten sonra hazırlandık. Öğretmen biraz gecikerek geldi. Hepimizin halini hatırını sordu. Konuşmasına :

-Savaş için konuşacaktık. Ancak bir hafta içinde, haberlere bakılırsa, savaş durumu duraksadı, iki tarafın da şansı bir gibi;Alman Ordusu Leningrd önlerinde durduruldu. Moskova’ya ise pek yaklaşamadılar. Almanya elini çabuk tutmazsa ki tutamayacağa benziyor. Kış basarsa halleri duman olur. Biz daha sizinle tarih derslerimizde okumadık. Fransız İmparatoru Büyük Napolyon Bonapart, 1812 yılında böyle bir savaş açmış, biraz gecikerek Moskova’yı almıştı. Ancak kışı geçirecek önlemleri vaktinde alamadığı için geri dönmek zorunda kaldı. İşte o geri dönüşte Napolyon Bonapart’ın ordusu hemen hemen soğuktan yok oldu. Rusya insanı soğuk içinde yaşadığı için katlanabiliyor. Ilıman yerin insanı ise o soğuklara katlanamıyor. Afolf Hitler de bu hesapları tam yapamamışsa felaket onu da bulacaktır. Laf aramızda, biz de bulmasını istiyoruz. Bizim yuvamıza dönüşümüz de buna bağlı!

Selçuk öğretmen, gülümseyerek:

-Çocuklar böyle konuştuğum için beni insan düşmanı sanmayın, ben kimsenin ölmesini istemem ama, bizi yerimizden edenlere beddua etmek de bizim hakkımızdır. Nice masum insan evinden, yurdundan oldu. Almanya’nın haritadan sildiği devletleri hiç saynız mı?”diye sordu. Hep birlikte karıştıra karıştıra saydık. Fransa, Belçika, Holanda, Danimarka, Norveç, Çekoslavakya, Polonya, Avusturya, Macaristan, Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk. Bunları resmen işgal etti. Rusya’nın yarısı, Afrika’nımn kuzeyleri, Irak, Suriye, İran da Alman taraftarı yandaşları elinde. Buralarda yaşayan milyonlarca insanın hakları ellerinden alınmış durumda. Bu vahşeti yapanlara insanların beddua etmek hakkı vardır!

Selçuk Öğretmen:

- Devletler arasında tarih boyunca savaşlar olmuştur ama böylesi de tarihte görülmemiştir. Bir devlet bir başkasını yener, istediğini yaptırır, bunu anladık ama, 15-16 devleti işgal et 17. ya da 18. için savaşı sürdür. İşte bu akıl dışı bir olay, bunun sonucunu bekleyeceğiz. Sabredebilirsek sanırım sevineceğiz!

Selçuk Öğretmen Edirne’den aldığı haberleri üzülerek anlattı. Trakya insanın kaderi üstüne başka örnekler verdi. !877-78 Savaşı(93 Harbi)Balkan Savaşı daha sonraki Yunan İşgallerini tekrarladı. “Bu kez hiç değilse insanlarımız ölmedi!”deyip sözünü kesti. Sonra da bizlerden yaptığımız işler üstüne bilgiler aldı. Zil çalınca da kendisini çağırdığımız için mutlu olduğunu, gene istersek her zaman gelebileceğini söylerken günlerdir sormak istediğim soruyu özür dileyerek sordum. Padişah Genç Osman ordunun başında Tuna taraflarına gitti mi?Selçuk Öğretmen gülerek:

-İbrahim, niyetin sahiden öğrenmek mi soksa beni sigaya çekmek mi?Nereden esti bu Genç Osman aklına?dedi. Selçuk Öğretmeni inandırmak için kendi uydurduğum olayı başkasından duyduğumu söyleyip anlattım. Bu kez öğretmen eliyle saçını düzelterek. Genç Osman'ın topu topu 4 yıl saltanat sürdüğünü, savaşçı bir padişah olmadığını gene de kısa süreli de olsa önemli bir savaşa katıldığını, tarihimizde Hotin Savaşı olarak anılan bu savaşta Genç Osman, Yeniçeri Ocağının bozulmakta olduğunu görünce Islahatlar yapma planları kurmaya başladığını, bundan kuşkulanan Yeniçeri Ocağının, Genç Osman'ı hallettiğini(Padişahlıktan indirdiğini) anlattı. “Bu olay, Hotin Seferinden de önemlidir. Bunu gelecek yıllar okuyacağız!” Selçuk Öğretmen söylediklerinin yeterli olup olmadığını sorduktan sonra ayrıldı. Öğretmenler anlatınca olaylar daha açıklık kazanıyor. Ben buna sevinirken, arkadaşlardan bana takılanlar oldu:

-Sen şimdi öğretmenden ne öğrendin?Tatsız bir tyartışmaya neden olmamak için sözü uzatmadım. Ancak Osmancık köyü için uydurduğum öyküyü tarihe uygun düşüşürerek düzdüğüme sevindim. Bence bu iki köy üstüne yapılan düzmece söylemleri dinleyenler, Osmancık köyünün adının, Ceylan Köyün adından daha akla uygun konduğunu söyleyeceklerdir.

Yatınca kendi kendime savaş mavaş derken, gene babamın çocukluğunu anımsadım. Babamın 93 Savaşı dediği bana göre çok eskilerde olmuş gibi. Oysa babam o savaşın acılarına tanık olmuş, düşman askerleri evleri basarak, değerli buldukları ne varsa almışlar. Evlerdeki hayvan yemlerini bile alıp atlarını beslemişler. İki yıla yakın bir zaman süren Plevne Savaşından sonra, iki yıldan biraz fazla süren Balkan savaşının ardından, daha sonra daYunan işgalinden sonra Yunan askerleri, halkın elinden sürüyle hayvanları alıp gitmişler. Babamın sık sık anlattığı bir olayı ben de anmaya değer buluyorum. Yunan ordusu Trakya'yı işgal edince kentlere birer yetkili Yunanlı komutan gelir. Kırklareli yetkili Yunan komutanı, o yöred yetişmiş, Yunan ordusundan bir kimsedir. Biraz aksayarak yürüdüğü için halk ona Topal Zabit (Aksak Subay anlamında) adı takmıştır. O denli acımasız o denli aç gözlü biridir ki, belediye ya da devlete ait de bulduysa kendi cebine indirir. Halk, Topal Zabit Karun kadar zengin yakıştırması yapar. Özellikle Kurtuluş Savaşı onların alehlerine dönünce Topal Zabit adamlarını köylere salıp sürülerle sığırı, koyunu toplatır Yunanistana yollar. Yolladıklarından başka yeni sürüler oluşturur, gidene dek bu soygunu sürdürür. Bizim için mutlu onlar içinse acı son gelince arabulucu olarak gelmesine karşın kalleş Fransız’ların gözetiminde Topal Zabit soyup soğana çevirdiği Kırklareli’yi Fransızlara teslim ettiktan sonra ganimetleriyle yola çıkar. Giden bir subay değil koyunu, kuzusu, atı arabasıyla tüm Kırklareli neredeyse Yunanistan’a gitmektedir. Bu durum halkın gözünden kaçmaz. Birileri öc almak için İnece Köprüsünde pusu kurar, Topal Zabit öldürülür. Haber, tüm Trakya’da sevinç yaratır. Ancak halk soyulmuştur. Sürüyle koyun sahibi olanlar damızlık , için bir kuzuya muhtaç kalmıştır. Topal Zapit gebertilir ancak yenik sayılsa da koskoca bir işgal ordusu, üstelik Fransızlarca korunmaktadır. Topal Zabit'in yanındakiler de yağmacıdır. Topal Zabit'in tolpladıklarını götürürler. Gene de Topal Zabit'in öldürülüşü tüm Trakya'da çok sevindirici bir yankı yapar. Ya yağma edilenler ne oldu?İşte bu soruya doğru yanıtı bulmak isteyenler bir koşuda İnece’ye ulaşır, başıboş dolaşan sahipsiz hayvanlardan kısmetine düşeni almak ister. İnece Bucağı bir süre kısmet peşinde koşanlarla dolup taşar. Bizim köyden kimse böyle bir kısmet sahibi olamamış ama, Eriklefyurdu, Lefeci, Kavakdere, Asilbeyli, Kavaklı köylerinden sayısız insan, keçi, koyun, at, inek ne tutabildiyse hiç değilse bir teselli canlısı bulup sevinerek evine dönmüş. Topal Zabit öyküleri arasında öyle bir olay da anlatılmaktadır. Yurda düşman girerse ndler olabileceğini anlatan bir yaşanmış öykü.

 

12 Ekim 1941 Pazar.

 

Tabak, çatal tıkırtılarıyla uyandık. 79 Ahmet Güner çadırın en dibinde yemekhaneye en yakın uçta yatıyor. Mustafa Saatçı seslendi:

Oğlum Ahmet Güner, şuradan elini uzat, benim kahvaltımı alıver evladım!dedi. Birileri gülerken Ahmet Güner:

-Burasının kapalı olduğunu sen bilmiyor musun Hafız Amca!yanıtını verince gülmeler arasında Hafız Amca, İmam Dayı, İmam Amca, Hafız Dayı sözleri tekrarlanmaya başladı. Mustafa Saatçı sinirlenerek:

-Ne oluyoruz arkadaşlar, küçük bir şaka yaptık, hepiniz ayaklandınız!deyince. Mehmet Yücel:

-Ne var bunda şaşacak, atalarımız, “Kurt kocayınca köpeğin maskarası olur!”demiş. Bu söze de gülenler oldu. Ancak Mustafa Saatçı Mehmet Yücel’e, :

-Kırk yılda bir de olsa bazan doğru söz söylüyorsun, teşekkür ederim. Kurt sözünü öteden beri severim, köpek olmaktansa kurt olmayı yeğlerim!deyince. Bir grup Mehmet Yücel’e demedikleri bırakmadılar. Mehmet Yücel kimseye sataşmadığını, sadece anımsadığı bir sözü söylediğini, bunun sorun yapılmasını da anlamadığını söyleyip bahçeye çıktı. Biz ağırdan alıp çıktığımızda tüm öğrencilerin bahçeye geldiğini gördük. Hemşeriler “Ağabey!”deyip söze tutanlar, soru soranlar oldu. Oldukça şaşırtıcı bir durumla karşılaştık. Benim korktuğum başıma geldi, bunlar bizim yatakhaneye de girecekler!

Kahvaltıya girdik. Biraz da pazar oluştan kaynaklanan bir kargaşa yaşandı. Kahvaltıdan sonra bizim grup tokluca iş yerimize gittik. Sabah topluca gitmek için yeni yemekhane daha elverişli oldu. Kahvaltıdan çıkan hemen ayrılmadığı için buluşma kolaylaştı. Otede yemekten sonra çeşmeye gidenler oralarda oyalanıyordu. Burada musluklar belli yerde olduğundan buluşmak sorun olmaktan çıktı. .

Ekibimiz tamam, kimseye çaktırmadan saydım:

-Harun Özçelik, Hüseyin Orhan, Recep Kocaman, Salih Baydemir, Hasan Üner, Yusuf Asıl, Mehmet Aygün, Namık Yücel, Kamil Varlık, Hasan Arabacı, Ali Ergin, Musa Güner, Süleyman Gege, Ahmet Baştürk, Ahmet Has, İrfan Taşkın, Ali Kıpçak, Hasan Akyol, Hasan Gülümser. . 20 kişilik tam takım, Kiremit işine başlıyoruz. Daha önce konuşulduğu üzere kirişlere kalas uzatmaya başladık. Duvara yakın yerlere dörder kalas koşulu var. Kalaslardan sonra ince tahtalar. Son uyarı, “Konuşma yok”. Ben bayrağı söktüm. Katladım. Öğretmen geldi, çok neşeli “Günaydın!”dedi. Çok tekraraladığı sözünü gene söyledi:

-Ben pazar günleri çok sinirli olurum. Ancak bugün nedense çok neşeliyim. Bunda sizin büyük payınız var!

Bunları söyledikten sonra Ali Yılmaz Öğretmen zıplayıp yanımıza çıktı. Arkadaşların yüzlerine bakarak ikişer ikişer ayırdı. Harun Özçelik-Hasan Gülümser, Salih Baydemir, Hasan Arabacı, Hüseyin Orhan-Süleyman Gege, Recep Kocaman-Mehmet Aygün, Hasan Üner’le Yusuf Asıl’ı yerdeki durumu düzenlemeye bıraktı. Beni de karşısına aldı. Kamil, İrfan, Hasan Akyol, Ahmet Baştürk bize yardımcı, ötekiler taşıyıcı. (Öğleye dek, öğleden sonra değişecek)Öğretmenle karşılıklı saçak tahtalarını, ilk dört kiremite yetecek genişlikte çakmaya başladık. Arkadaşlar tahtaları elimize verdikleri için kolayca batı saçağını bitirdik. Bu kez ilk iki sıra kiremiti sıralayıp bağladık. Arkamızdan Salih Baydemir, dizmeye, onun arkasından da Harun Özçelik tahta çakmaya başladı. Harun'dan sonra da Orhan dizmeye geçti. Biz batı iki sırasından sonrta doğu tarafına önce tahtaları sonra da kiremitleri çekerken Sili Usta ile Mustafa Güneri Öğretmen geldiler. Güzel sözler söylediler. Sili Usta bana bayrağı sordu. Bayrağı söküp katladığımı söyledim. ”Onu sonra bana getir, sakın unutma!”dedi. İlk iki sıra kiremitten sonra öğretmen bıraktı. Biz dizmeyi sürdürdük. İlk sıralar telle bağlandığı için biraz ağır gitti oma sonra sonra kolaylaştı. Ancak yarılara gelindiğinde Ali Yılmaz Öğretmenin uyarısiyle Harun, Salih, Recep dördümüz kiremitlikte kalıp üstten sıralamaya başladık. Öğle paydosunda yarıyı geçmiştik. Korkuya boşuna kapılmışım, ellerimi yokladım, parmaklarımda yanma falan yoktu, buna sevindim. Bunu öğretmene de söyledim. “Biz Kepirtepe’de kiremit dizdiğimizde ellerim, özellikle parmak uçlarım kızarmıştı!”dedim. Ali Yılmaz Öğretmen:

-Soğuk havalarda dizilirse, özellikle de yağışlı olursa tuğla-kiremit gerçekten elleri yakar! dedi.

Yemek paydosunda yola çıkınca arkadaşlar dönüp dönüp baktı:

-Binalar kiremitlenince daha güzel görünecek!Daha biri kiremitleniyor;öteki beş büyük bina da kiremitlenince çok daha güzelleşecek. Etrafa bakınan arkadaşlar bu kez öteki küçüklü büyüklü duvarlara bakıp saymaya başladılar; “Üç atölyeden başka kiremitli bina yok” Duvarı yükselmişler hep kiremitlenirse 13 bina yapılmış olacak! Arkadaşların bir kısmı “Ohooo!” çekti. Gerçekten sağa sola serpilmiş bir çok yapı var. Bunların 5 tanesi bir birine benzeyen büyük binalar. Bunların üstünde adlar yazılı. 3 tanesi atölye, marangozluk, Duvarcılık, Demircilik. Bir de yarım kalan atölye var. Öteki beş bina ne ki?Konuşmalarımızı dinleyen öğretmen, “Onların hepsi Sili Ustanın elindeki planda yazılı, gelince sorun, söyler. Bizim çalıştıklarımızın derslik binaları olduğunu biliyorum ama ötekilerin neler olduğunu ben de bilmiyorum!”dedi. Onüç bina gözümüze çok göründü. Hemen, “Kepirtepe’de kaç bina olduğu soruldu. Yemekhaneye girerken hala bunlar sayılıyordu. Masalara oturunca da daha önce gelmiş olanlara bu soruldu. Yusuf, Hilmi Altınsoy’a sordu. “Kepirtepe’de kaç bina yaptık?”Hilmi düşünmeden, önce “Beş!”dedi. Az sonra da altı, yedi gibi değişen sayılar söyledi. Yan masada da aynı sayılar sayılıyordu. Ben kesin olarak orada da onüç bina yaptığımızı söyledim. Benim yanlışımı bulmak için arkadaşlar birbirini uyararak defalarca saydılar, ancak onbire çıkabildiler. Sonunda ben açıkladım:

-Yaptığımız iki atölyeyi sonradan yıktık, onları da yapmış saymalıyız!Arkadaşlar, Revir, Yatakhane, Tuvalet aynı çatı altında olduğu için tek bina sayıyorlar. Oysa onları biz ayrı ayrı yapmıştık.

Pazar öğleleri azıcık uzun oluyordu. Bu kez uzunluk benim için zararlı oldu, çünkü öğlede çalışamıyorum. Dersliğe gittim, orası da tutmadı, radyo dinlemeye gittim. Orası da kapalıymış. Eski yemekhane yerinde çocuklar toplanmıştı oraya gittim. . Benim gibi çalışamama sıkınısı çeken yok, kümeler oluşturmuş sen ben kavgası ediyorlar. Kimisi tartışamnları yatıştırmaya kimisi de kızıştırmaya çalışıyor. Çoğunluk seyirci. Bizim gruptan İrfan Taşkın’ı gördüm. yanında bizim 9 Mehmet vardı;biraz onunla konuştum. Birlikte yola çıktık. ) Mehmet'i Hamitabat ilkokulundan beri tanırım. Zaten 9 Mehmet adı oradan gelmektedir. Be 5. sınıftayken o ikinci sınıftaydı. Akranları içinded en inatçı, en kavgacı oydu. Bilkinen güreşler yanında kafa vuruşu da yapardı. Kafa vuruşunda onunla kimse yarışamazdı. İşted bukafa tokuşturması nedenil yle adı yayılmıştı. O zaman soyadı yoktu. Okulda sayısız Mehmet adlı çocuk olduğundan çok adlılar numaralarıyla ayrılşıyordu. Bizim sonradan Mehmet Özap olan aarkadaşımız ilk okul numarasıyla tüm köyce tanınmıştı. Öyle ki, Kepirtepe'ye gelince numarası çok yukarlarda olmasına karşın 9 Mehmet olarak anılması sürdü.

Arkadaşların çoğu daha önce gelmiş, hemen işbaşı yaptık. İlk sıralar iyi gitti ama yükseldikçe hız durdu. Son üç sıranın gene telle bağlanması, hele son sıraların dizilmesi akşamı etmemize dek sürdü. Oluklu kiremitleri yapıcılara bırakarak öbür bölüme geçtikten. Ali Yılmaz Öğretmen pek anlamadığımız daha doğrusu niçin söylediğini kestiremediğimiz bir söz döyledi:

-Gelsinler de 20 kişilik bir ekip nasıl iş bitirirmiş görsünler!dedi. Bunu kime söyledi?Niçin söyledi?anlamadık. Ancak gülümseyerek, Salih’e:

- Geç benim yerime!deyip okşayıcı sözlerle Salih'i oldukça yumuşattı. Salih, “Vallahi öğretmenim, biz sizin sözünüzü tutarız, atla deseniz, hepimiz bu çatıdan atlarız!”deyince öğretmen bu kez de:

- Aman Salih, o ne biçim söz!Sizin önünüzde koca bir yaşam var, o öyle feda edilir mi?Teşekkür ederim ama, unutmayın ki biz bir görev için bir aradayız. Bu görevi el birliği ile sürdürüyoruz. Bunu sürdürürken karşılıklı anlaşmamız yeter. Bu kadarcığın bile çok güzel bir başarı olduğunu bilmelisiniz!Arkasından da gülerek:

- Hadi şimdi, beni daha fazla duygulandırmayın. Bitirelim şunu da yarın yapıcılar tepesini kapatsınlar. Biliyorsunuz daha iki çatımızla dört kiremit işimiz var. Bunlar, kasım ayına dek tamamlanacak!Arkadaşlar hep bir ağızdan:

-Cumhuriyet Bayramı’na!Öğretmen, “Evet, Cumhuriyet Bayramı’na, siz zamanı daha da kısaltıyorsunuz, unutmayın yani!Namık Ergin Öğretmen geldi, gülerek:

- Oh ne güzel, kırmızı bayraktan sonra kırmızı kiremit. Bu işlerde çalışanları da bunlar mutlu ediyor. Şimdi belki pek ayırdında değilsiniz ama ilerde siz de bizim gibi bunlardan mutluluk duyacaksınız. Çalışanın, emeğinin karşılığını görmesi, ondan sevinç duyması, bizim gibi çalışan insanların kitabında tanımı yapılan mutluluktur!dedikten sonra, yarın tepeyi hemen tamamlayacaklarını, oranın çimentoru kuruduktan sonra yağmur, kar, fırtına vız gelir, altında rahat rahat çalışıp iç donanımını nasıl olsa yaparız, değil mi Demirbilek ?diye Ali Yılmaz Öğretmene onaylattı. Ne düşündüyse birden bana döndü, “Ne haber İbrahim, akordiyonla aran iyi mi?Bir gün Sili Ustaya bir Macar Dansı çal da onu oynatalım!”dedi, güldü. Öğretmenler ayrıldılar. Sili Ustanın oynaması sözüne hep güldük ama benim aklıma başka bir takıntı oluştu. Ben, iki yıldan fazla bir zamandır Macar Dansı diye bir parça çalıyorum. Üstelik o parçayı da çok seviyorum. Johannes Brahms-5 nolu Macar Dansı. Böyleyken Macar olduğunu ilk günden beri bildiğim Sili Usta ile arasında bir bağ kurmamıştım. Neden acaba?Oysa Matematik öğretmenimiz Ahmet Gürsel Öğretmen, öğrenme, sözler, sayılar arasında ilişki kurabilmedir. Kurabildiğin ilişkileri daha da genişletirsen uyanık görüşlü insan olursun!”diyordu. Arkasından da gülerek:

- Halkımız bunu, ”Leb deyince leblebiyi anlamak! diye anlatır!”diyordu. Türkçe Öğretmenimiz Fikret Madaralı da:

- Sözcüklerin arka arkaya sıralanması düz bir anlatım sayılır, oysa sıralanan sözcükler yakın ilişkilerine göre dizilirse o zaman düz bir anlatımlıktan çıkar ustalıklı bir söz zinciri oluşturur. Bu tür anlatımlarda düşünceler, sanatsal anlatımlarda bulunur ki böylesi yazılara Edebiyat ürünü denir. Böyle bir anlatıma ulaşmak zordur ama çalışan insanlar bunu başarabilir!”edikten sonra Halit Ziya Uşaklıgil’den, Falih Rıfkı Atay’dan, Ahmet Haşin’den örnekler verirdi. Oysa ben iki Macar ilintili ögeyi yan yana getirememişim. Neden Macar olduğunu aylardır bildiğim Sili Usta bana Macar Dansını anımsatmadı?Oysa gün aşırı Macar Dansı çalıyorum. Burada benim ne eksikliğim var?Kara kara bunu düşündüm.

Getirilmiş olan kiremitler yetmediği için arkadaşlar bir süre kiremit taşıdı. Biz dizmeyi sürdürdük.

Bayrak töreni nedeniyle erken paydos edildi. İnince baktık, çatı aşağıdan bitmiş gibi görünüyor. Ne anlamı olacaksa, “Bitirdik!” demeye karar verdik!Ancak Salih Baydermir:

- Böyle saçma kararlara beni katmayın!deyip yürüdü. Arkasından, Yusuf, Hasan, Recep verdikleri karardan caydılar. 8. sınıf arkadaşlarımız, bize bakıp gülüşüyorlar. Eleştirmeleri söz konusu değil, sanırım bizim arkadaşların bu tür değişik tartışmalarını onlar da seviyorlar ki, gülerek katılıyorlar. Zaten onların her durumundan bizi gıpta ile izledikleri belli oluyor. Özellikle Salih Baydemir’le Ali Yılmaz Öğretmenin konuşmalarını dikkatle izliyorlar. Salih Baydemir’e de sevgiyle bakıyorlar. Hasan Gülümser’le Süleyman Gege’nin bile upuzun boylarına karşın Salih’e “Salih Abi!”demeleri bundandır. Arkadaşlar itiş kakış giderken ben de bunları düşünüyorum. Aslında bana da hepsi abi diyor, sayıyorlar ama, beni öğretmen ortaya sürüyor, ayrıca hepsinden yaşlı olduğum da besbelli. Salih’le Hasan Gülümser aynı yaştalar. Sanırım Hasan Arabacı ile Süleyman Gege de öyle. . .

Ucu ucuna Bayrak Töreni’ne yetiştik. Biz yerimize geçince Hidayet Öğretmen komut verdi. Hasan Gülümser soluk soluğa bayrağı indirdi. Hidayet Gülen Öğretmen gülerek, Müdürümüz Nejat İdil Beyden mektup aldım, hepinizin, hepimizin gözlerimizden öpüyor. Oradaki işler iyi gidiyormuş!”dedi. Alkışlayanlar oldu. Hidayet Öğretmen, “Alkışa gerek yok, iyi haberleri, selamı ilettim!”deyip dağılma işareti verdi. Yemekhane nöbetçileri bakışlarımız altında dağıtımı koşarak yaptılar. İşaret verilince de yerlerimize oturduk. Herkesin düşüncesi ortaya döküldü. “Yemekhanenin buraya gelişi iyi olmadı!”Bunu ben daha önce kendi kendime düşünmüş, yeterince de üzülmüştüm. Arkadaşların konuşmalarına katılmadım. Hasan Üner’e kasıtlı olarak Stilopolis kentini sordum. Hasan, bilmediğini söyleyince herkes ilgilendi. Mehmet Aygün Persepolis’i anımsadı. Arkasından Akrapolis eklendi. Ben “Hayır onlar değil, Stilopolis, deyip direttim. Sonra da anlattım. “Delinin biri bir sütun üzerine çıkmış, aylarca orada kalmış. Onu görenler ilgilenip çevresinde toplanmışlar. Sonra da onun yakınlarında oturmaya başlamışlar. Birkaç yıl sonra orası!”deyince Hasan anımsadı, gülerek arkasını o anlattı. Bu kez de Yusuf sordu, “Sen bunu şimdi niçin sordun? “Hilmi gülerek Yusuf’a sordu, “Anlamadın mı? Bizi susturmak için!” Ben de, “Hayır susturmak için değil, benim bildiğim bir olayı sizin de bilip bilmediğinizi öğrenmek için. Çünkü okuduğumdan bu yana hep onu düşünüyorum. Adamın biri bir delilik yapıyor, öteki binlerce insan da onun çevresinde toplanıyor. Hasan, “Ama o büyük bir ermiş!”deyince arkadaşlar “Aaaa, o başka!”dediler. Onun ermiş falan olmadığını ortaya getirmedim. “Bizim ardaşlar da ermiş sözlerine inanıyorlardır, onların düşüncelerini kurcalamak istemedim!” Bir de baktık ki bizden başka oturan yok, gülerek kalktık. Derslikte de Ermiş Pafnüs’ün Stilopolis’i bir süre konuşuldu. Mısır Tarihi’ni açıp bir kez daha baştan okudum. Besbelli Mısır’da Pafnüs gibi delilerin yaşayacağı daha çok sütunlar var. Ehramlara baktım. Görünüş olarak bizim Lüleburgaz karşısındaki Umurca tepelerine benziyorlar. Arkadaşlara dönerek:

-Bizim Kepirtepe’deki okulun karşısındaki Yeni Bedir Höyüğü de ehram gibi bir şey. Umurca tepeleri kazılmış, içinden değerli eşyalar çıkmış diye tevatürler yayılmıştı. Kamber Amcamın deyişine göre Yeni Bedir Höyüğü’nden hiçbir şey çıkmamış!”dedim. . Mehmet Yücel gülerek, “Senin Kamber Amcan açıkgöz, çıkanları ceplemiştir!”diye takıldı. ”Kazıları, devletin yüksek yetkili uzmanları yapıyormuş, Kamber Amcama, bırakırlar mı?”diye sordum. Mehmet Yücel, takıldığını söyleyerek, sözünü geri aldı. Mısır Tarihi’ne bakıyorum İ. Ö 4000 yılından söz ediyor. Orta 1. sınıfta okumuştuk. Birden şaşırdım, İ. Ö. 4000 yıllarında Sümerleri anımsıyorum. Demek o zaman Mısırlılar da varmış. Eski Krallık dönemiymiş. İ. Ö. 2800 yılında basamaklı Ehram Coser yapılmış. Mısır Ehramları bile bizim eski diye okuduğumuz, Hitit, Asur, Babil devletlerinden eski. Hele Yunanistan, İran tarihleri Mısır yanında dün gibi yakın:İ. Ö. 600 den beri doğru geliyor. Hele Roma tam İsa zamanı. Zaten İsa Romalılara karşı çıkmış, Romalılar da onu Çivileme Cezası’na çarptırmışlar. Eski Krallık dönminde yapılan Keops Piramidi 150 m. boy, 227 m. çevresi olan dünyanın en eski, en büyük taşyapısıymış. Coser, Keops, Kefren, Sfenks, Amon, Horus, Re, Oziris, Labirent, Hiyoğralif, , Hiyeratik, Papirus, Demotik, Luksor, Karnak, Tanis, Psammetik, Azmonofis, Ramses, Firavun, Tutmosis, Hiksos, Avaris, Mikerinos, Tinia, Menfis, Tep, Menes sözlerinin anlamları ya da karşılıkları bulunup yazılacak! Mısır Tarihi beş büyük döneme ayrılıyor:1. Dönem. Eski Krallık: ( İ. Ö. 3000 ile 2100 arası)2. Orta Krallık ve Hiksoslar Dönemi:(İ. Ö. 2100-1600 arası), 3. Yeni Krallık Dönemi (İ:Ö 1600-1200 arası) 4. Gerileme Dönemi. ( İ. Ö. 1200-645 arası), 5. Sais Krallığı (İ. Ö. 645-525 arası) İ. Ö. 525 yılında Persler Mısır’ı alıp egenmenliğine son verdiler. Ne acı, Tarihin en eski en güçlü devletini kuran Mısır, İ. Ö. 525 yılından beri, yani 2466 yıldır köle olarak yaşıyorlar. Önce Persler almış, Perslerden Makedonyalı İskender, ondan sonra Yunanistan, arkasından Roma, Roma’dan Bizans’a geçmiş. Bizans’tan Emeviler almış, ondan sonra sürekli Arap yönetiminde kalmış. İ. S. 1517’ de de Osmanlı yönetimine katılmış. İ. S. 1798 yılında bir süre Fransa işgal etmiş. Gene Osmanlı yönetimine geçmişse de Kavalalı Mehmet Ali Paşa bir süre Osmanlı Yönetimine başkaldırıp bağımsız gibi kalmışsa da ardından İngiltere işgal edip tam sömürge yapmış. Bu bilgileri toparlayınca arkadaşlara anlattım. Dikkatle dinleyenler oldu. Sami Akıncı döndü baktı. “İşte bunu ben hep düşündüm, Sümerlerden, Babillilerden, Asurilerden, Hititlerden kimse kalmadı mı ki, hiç anılmıyorlar!”Sami konuşunca herkes konuya ilgi gösterdi. Ancak Yat zili çalınca tarih dersi bitti…. Yatınca ben gene Sami’nin numarasını düşündüm. “Sen bunu düşündün de neden daha önce böyle bir konuyu açıp fikrini söylemedin?”Ben arkadaşlara bir konuda bir şeyler anlatırken görünce hemen o da o konuları düşünür, oluyor. Böyle düşünüyoprum ama kesin olarak da böyle olduğuna karar veremiyorum. En iyisi bir konu seçeyim, seçtiğim konuyu iyi inceleyeyim. Bu akşamki gibi getirip arkadaşlara anlatmaya başlayayım. Ancak konunun doğru tarafını değil de önce yanlış tarafını ortaya getireyim. Eğer salt “Ben de varım” demek için ortaya atılıyorsa hazırlıksız bulunup yanılacaktır. İşte o zaman bir güzel mahcup edeyim. Konuyu doğru bilip açıklarsa olağan karşılayıp dinleyeyim. Bunu nasıl yaparım. Bunu da gene tarihten yapabilirim. Yunan ya da Roma tarihinden olabilir…

 

13 Ekim 1941 Pazartesi

 

Uyandım ama kalkmadım. Kalkıp dersliğe gitmem gerekiyor. Sabahleyin okumak istemiyorum. Yazmak için de defterimi götürüp getirmem gerekiyor. Çantamı herkesin gözü önünde açıp kapatmak istemiyorum. Yemekhane taşınalı beri kızlar musluklara sık gidip geliyor. O nedenle o köşeye de gitmek istemiyorum. Yemekhanenin buraya gelişi benim zararıma oldu. Süheyla Öğretmen gelecekse, üç gün sonra gelecekmiş. “O da, gelecekse koşuluna bağlanıyor. Üç gün sonra olsun, dilerim gelsin. Gelsin de isterse bir süre sonra tümden gitsin!Süheyla Öğretmen haberleri mandolincilerden geliyor. “Ya gelmeyecekse?”Böyle düşünüyorum ama kimseye sormuyorum, konuşmalara da pek karışmıyorum, sanki ilgim yokmuş gibi konuşulanları duymazdan geliyorum. Arif Kalkan bana birden:

- Müzik öğremenin ne zaman geleceğini sen nasıl bilmez, anlayamıyorum?dedi. Sefer Tunca ise “Biliyor da, ilgisizmiş gibi davranıyor!”deyip güldü. Abdullah Erçetin:

- Boşuna beklemeyin gelmez o kadın! deyip kahkahayı bastı. Bana dönerek:

- Bundan da sen karlı çıkacaksın, bedava bir keman sahibi olacaksın!diye ekledi. Böylece öğretmenin kemanını kullandığım ortaya çıktı. Birileri yeni öğrendi, birileri de “Kemanını bırakır mı?Kendisi gelmese bile birinini aracılığıyla aldırır!” dediler. Benim keman işi öğretmenin kesin geleceği için bir güçlü neden olarak gösterildi. “Öğretmenin başka eşyaları da vardır, gelir, alır gider!”Bir süre dinledim;baktım herkes ilgili. “Bilemediniz, öğretmen gelecek ama kemanı almayacak, çünkü kemanı bana hediye etti!”dedim. Bir sessizlik oldu.

Salih Baydemir, kahvaltını başladığını muştuladı. Bir çok meraklı, benim sözlerimin şaka mı, yoksa gerçek mi olduğunu öğrenemeden kahvaltıya gidildi. . Kahvaltıda bu kez bulgur çorbası var. Son zamanlarda sık sık bunu da içmeye başladık. Hilmi soruyor, “Bu yakın ama tam küfür sayılmayan bir sözün yerine de geçebilir!” Hilmi, bana teşekkür etti.

Bizim kiremit grubu bahçe kapısında toplnesnenin ( başka söz söylüyor)pilavı olur!”derlerdi, bunu diyenler çorbasından habersizmiş herhalde?”deyince, Hasan Üner:

-Haberli, haberli olmasına haberli de, sonunda senden küfür yememek için kesmişlerdir!”Hilmi, “İnan hemşerim, ben yiyecek üstüne konuşurken küfretmen. Ama o biçim insanlara o biçim sözler söylerim!” “O biçim!” sözünün de küfür sayılacağı tartışıldı. Konuşmalara baştan katılmadığım için bana sordular:

-O biçim küfür yerine geçer mi?Ben, “Geçmez, çünkü küfür sözleri, bir takım eylemsel sözleri içeren kalıplaşmış söz gruplarıdır. Onlardan biri söylenmediğine göre küfür olmaması gerekir. Gerçi küfrü de anlatmış oluyor ama bir açıklık yok. En ağır küfür de olabilir, küfre yakın ama küfür sayılmayan bir sözün yerine de geçebilir. Hilmi bana teşekkjür etti. Bizim kiremit grubu bahçe kapısında toplanmış, bizi bekliyorlar, onlara katılıp yola çıktık. Kamil Varlık’la bu kez Ahmet Baştürk tartışıyor. Konu Kırklareli. Kırklareli’nin adı eskiden Kırk Kilise imiş. Sözde orada kıkk tane kilise varmış, ondan bu ad verilmiş. Kırklareli’de kırk kilise olur mu?Kent ortası küçücük bir yer. Kamil duyduklarını söylüyor, Ahmet ise olurluluğu olmazlığı irdeliyor. Öteki arkadaşlar da arada başka olasılıkları öne sürüyor. Hasan Gülümser, “Onun aslı herhalde Kırık Kilisedir!”diyor. Bu kes de kilise kırık olur mu?Olsa olsa yıkık, olur. Bina önüne gelince tartışma kesildi. Biz bıraktığımız yerden başlamak üzere dağılırken öğretmen yetişti, grubumuzu bölüp yarısını aldı. Bu arada Ahmet’le Kamil de gitti. Taşınmış kiremitler bitmek üzereymiş, önce bir süre kiremit yığdık sonra çatıya çıktık. Biz çıktık az sonra yapıcılar geldi. Halil Basutçu, Bekir Temuçin, Yakup Tanrıkulu, İdris Destan. Bekir gelir gelmez Yusuf Asıl’la tartışmaya başladı. Yusuf, “Sen güçsüz bir arkadaşsın, neden duvarcılığı seçtin?”demiş. Bekir, “Duvarcılık taş taşımak değildir!”diye başladı, uzun süre konuştu. Halil Basutçu Yusuf’a “Sen marangozluğu seçmişsin ama bak kiremit taşıyorsun!”dedi. Bir süre buna güldük. Bu kez ben daha değişik bir şey söyledim, önce bir sessizlik oldu, sonra konu daha tatlı yönlere gitti. Benim sözüm:

-Bizleri, anne-babalarımız okumaya gönderdi ama yedi aydır burada hendek kazıp, taş taşıyoruz. (Akşam okuduğum için henüz unutmamıştım, )İ. Ö. 3000 yıllarında da Mısır’daki Basamaklı Piramidi bizim gibi çalışanlar yapmıştı!dedim. Bir gülmedir başladı. “Biz de piramit yapalım!” Orhan gülerek bayrak direğini gösterdi, “ Bizim piramıdımız tahtadan!”Piramit falan derken Kepirtepe’ye dönünce Yeni Bedir’deki hoyüğü incelemeye karar verdik. Namık Öğretmen geldi, “Siz hala bitirmediniz mi?diye takıldı. Namık Öğretmen kendisi çıktı, Halil Basutçu ile Doğu ucundan başlattı. Sonra da Bekir’e “Haydi balkalım Bekir Usta!”diyerek Bekir'i yerine geçirdi. Bekir'in işi Halil’e kiremit uzatmak ama, o bunu önemsiyor. İlk kiremiti verince gözleri Yusuf Asıl’aradı, gülümsedi. Ancak Yusuf bugün yerde nöbetçi, yukarı kiremit uzatıyor. Mustafa Güneri Öğretmen geldi, çok güzel sözler söyledi. ” “Hasanoğlan Köy Enstitüsü tarihinde Kepirtepelilerin özel bir yeri olacak!”dedi. ”Dışardaki duvarda yazılı Kepirtepe yazısı altına kiremit diziliş tarihini yazıp ilk bina olduğunu belirteceğiz. Buraya gezmeye geldiğinizde bununla gurur duyacaksınız!”sözleri hepimizi sevindirdi. Namık Öğretmenin uyarısı üzerine bir küçük tarafın kiremi dizişini durdurduk. O tarafın baca konumunda bir özürlü durum varmış, “Onu düzeltelim!”dedi. Böylece kiremit işimiz öğleden sonraya sarktı. Ali Yımaz Öğretmen de geldi. Biz rahatladık. Ancak ortak kalkan duvarındaki onarım için iki sıra kiremit sökülüp iki yana dağıtıldı. Öğle yemeğine bu durumda gittik. Yemekte, Mehmet Aygün Ahmet Baştürk’le Kamil Varlık’ın tartışmalarını saçma bulduğunu söyledi. Birden aklıma geldi, sordum neresi saçma?Mehmet sustu ama ben sözü uzattım, Senin ilçen Babaski sözünün ne anlamı var?Bunu hiç düşündün mü?Bir yabancı bunun anlamını senden sorsa ne diyeceksin?Babaeski-Eskibaba. Yaşlı baba demek mi. İki tane Baba adlı kent varmış da biri eski öteki de yeni adını mı almış?Sonra Yeni baba yok olmuş, Eski baba kalmış mı diyeceksin?Mehmet bu kez bana sordu “Lüleburgaz ne demek?”Mehmet sordu ama sonradan anımsadı. Lüleburgaz’ın adı üstüne Fikret Madaralı Öğretmen geniş bilgiler vermişti. . Burgaz sözü, eski Yunanca’da Pyrogaz=Kale anlamına gelirmiş. Eskiden orada lüleye benzeyen bir kale varmış. Lüle Pyrogaz söylene söylene Lüleburgaz olmuş. Yunanistan sınırında Kuleliburgaz da öyle. Orada iki büyük kule varmış, o nedenle oraya da Kuleli Burgaz demişler. Bu kez de Mehmet bana, “ Bu işleri sen daha iyi biliyorsun, Babaeski’yi de sen araştır!”dedi. “Olur arkadaşım!”dedim, bakıştık. Az sonra Hasan, “Sen Kamil’le Ahmet’in tartışmasına ne diyorsun?Ben, “ Kırklareli’nin adı yeni böyle olmuş, eskiden Reisengrad=Üzüm şehri deniyormuş. Avrupa’nınen iyi üzümü orada yetişiyormuş. Oranın Papazkarası üzümünden yapılan şarapları, Tekirdağ iskelesinden Avrupa’ya taşıyorlarmış. Kırklareli-Tekirdağ arasındaki yola da Şarapyolu deniyormuş. Bu yolun kalıntıları bizim köy merası içinde şimdi de vardır. O yolun geçtiği yerlere günümüzde de Şarap Yolu tarafı denir. ”Arkadaşlar bana “bunları anlat, onlar da dinlesin!”dediler. Kalktık. Kalkarken anımsadım, asıl büyük Burgaz, Bulgaristan’dadır. Oraya da Ahyolu Burgazı derler. Onu da Hüsnü Yalçın’dan dinleyelim. Konu değiştirip Mustafa Güneri Öğretmenin sözlerini tekrarladık. Çok güzel konuşuyor ama, gerçekten o denli iyi bir insan mı?diye soru da sorduk. Belki de bizi çalıştırmak için o yöntemi kullanıyor. Belki de Çoban Mehmet’in durumuna düşmemek için bize okşayıcı sözlerle yaklaşıyor. Böyle diyorsak da onunda hiçbir kötü tarafını görmediğimiz için, “Demek onun kötü tarafı o denli fazla değil!”deyip iyi noktada duruyoruz. Ali Yılmaz Öğretmen de kötü değil ama ikide bir tepesi atıyor!Yusuf gülerek:

-Yahu arkadaşlar, ikide bir ne demek?Adamın yarısı iyi, yarısı iyi değil demek oluyor. Ali Yılmaz Öğretmen o kadar da değil!”İkide bir, bir şeyin yarısı anlamına da gelir ama başka anları da var. Örneğin iki bir yana bir bir yana. Böyle olunca üçte bir, üçte iki anlamına gelir. Bir de deyim olarak söylenir, bu da sık sık anlamı taşır. Yusuf kahkahayı bastı, “Konuşmanızı nasıl dinemitledim ama?”Çatıda toplandık. Duvarcılar büyük tarafta kıvır zıvır bırakmışlar, temizledik. Bacayı tam yapmadılar ama kiremit üstüne çıkardılar. Onlar inince işimize başladık. Paydostan önce o tarafı da bitirdik. Fazla kiremit taşımışız, onları ayırdıkKirişler üstündeki kalasları indirip en yakın binaya taşıdık. Atölyeye döndük. Öğretmen saatine baktı, “Yorgunsunuz ama bir hayli zaman var, kiremit altı çıtalardan taşıya bildiklerinizi taşıyın, bu nasıl olsa sizin işiniz!”deyip güldü. Yusuf’a yavaşça sordum. “Bu şimdi Ali Yılmaz Öğretmenin hangi “ikide bir’ine giriyor?Yusuf başın kaldırarak, ”Hiç birine, hiç de ilgisi yok, herkes çalışırken bizi oturtacak değil ya!”dedi. Yusuf’un bu akıllı değerlendirmesine sevindim, arkadaşlar içinde en küçüğü olmasına karşın ben onu kendime arkadaş seçmiştim. Seçtiğime de pişman değilim. Bana da en rahat uyan o. Ustelik çok konuşmasına, sürekli şakalaşmasına karşın rahatsız edici değil. Sevdiği kızı gizli tutabilmesi ise, onun bir gizli tarafının da olduğunu gösteriyor. Bu tarafını da seviyorum. Oyunlarda bana uydu, böylece benim oyunları öğrenmeme en büyük yardımı o etti. Yalnız başıma da öğrenirdim ama, bunun anlamı pek olmayacakı. Önce Yusuf, sonra Ahmet Güner daha sonra da öteki arkadaşlar katılınca oyunlar bir ekip işi durumuna geldi. Şimdilerde yirmiye ulaşan oyun arın, Yusuf katılmasaydı belki bir ikisini öğrenip ötekilerden ben de vazgeçecektim. Bu arada Yusuf’u müziğe alıştırmaya heveslendim ama bunda başarılı olamadım. Yusuf bir ara mandoline sarıldı, bir iki tımbırtıdan öteye geçemedi. “Çalışacağım!”diye diye altı ayı geride bıraktı.

Kiremit altı çita tahtalarını taşıdık. 4 metrelik demetler, iki ucundan tutunca bel veriyor, bu nedenle yürümekte sıkıntı çektiğimiz için oldukça yorulduk. Yusuf işte bunda bana tam uyamadı. Ne de olsa çocuk.

Kepir’e dönünce Ahmet Güner’le ikimizi köyüne, Manika’ya çağıracak. Ben akordiyon çalacağım, onlar Ahmet’le oynayacaklar. Bunları düşlüyoruz. Ali Yılmaz Öğretmen bana sordu, “Yoruldun mu?”Yusuf atıldı, “Öğretmenim ben yoruldum, onlara sormayın, onlar yorulsa da söylemezle!”Öğretmen, “Ben de söylememelerini bekliyorum; “Yorulduk!”derlerse üzüleceğim, onlar bunu bildiği için beni üzmüyorlar. Sen ne diyorsun onu söyle!”Öğretmen dikkatle Yusuf’abaktı. Yusuf oturuyordu kalktı, güldü, “Siz böyle konuşunca ben ne diyebilirim ki ?Yüzünüze karşı, Sizi üzeceğim! diyebilir miyim?”Öğretmen kahkaha ile güldü, “Nasıl ama seni sıkıştırdım!”dedi, arkasından Yusuf’a “Sen zeki bir gençsin, neşelisin, senin neşen bizi de kamçılıyor. Sana takılılıyoruz. Çalışıyoruz, yoruluyoruz, yorgunluğumuzu ortaya dökmemizin bir anlamı yok;bunu hep biliyoruz. Önemli olan bu yorgunlukların ürünlerini ortaya çıkarmak!” Eliyle binayı göstererek, “Biz yorulduk ama ayakta duran alın terimiz. Biz, ona bakıkça ayırdında olmadan o bize güç verecek. Şu yoldan geçen Hasanoğlan köylüleri bu binaya bakınca bizim baktığımız gibi bakamazlar. Bu bakışlar, arasındaki fark bizim iç dünyamızı güçlendirecek, gururumuzu okşayacak. İşte yaşamda insanların duyduğu sevinçler, tadlar bunlardır. İnsanların yaşama sevinci bu kaynaklardan güç alır, kişilerin yaşamlarını renklendirir, mutluluğunu doruğa çıkarır!”Yola çıkınca dönüp dönüp baktık. Gerçekten beş bina da kiremitlenince buraların görüntüsü değişecek. Ayrılmak üzereyken öğretmen bana, “Kiremide devam mı, yoksa çatıya dönecek misin?”dedi. Sonra da “Yarın konuşuruz!”yeyip yürüdü. Benim yanıtım hazırdı ama söyleyemedim, “Çatıya döneceğim, kiremitte öğrenilecek ya da alışılacak bir durum yok;diz diz gene kiremit diziyorsun. Çatıda ise her çivinin yeri başka, ona vurmek için elini kullanışın başka oluyor!”Öğretmenle ne konuştuğumuzu duymayan arkadaşlar sordular:”Öğretmen ne dedi?”Ben de, “İyi çalışmayanları ona bildirmemi istedi!”dedim. Kamil Varlık dışında bana kimse inanmadı. Kamil Varlık birkaç kez sordu, “Doğru mu?”Birkaç kez “Şaka!”dedim ama, bu kez de “Yemin etmemi istedi. ”Yemin etmemeye daha önce yemin ettiğimi söyleyerek konuyu kapattım. Kamil'in bu söz çok hoşuna gitti. “Yemin etmemek için yemin etmek!”Nasıl olur?” diye arkadaşlardan sorunca Hasan Üner açıkladı:

-Sen nasıl bazan konuşmamaya karar veriyorsun ardında da bu kararını anlatmak için akşama kadar konuyorsun; işte bu da onun gibi bir şey!Kamil durdu, “Anlamadım!”dedi. “Anlarsın anlarsın, numarayı bırak şimdi!”deyip yürüdüler. Kamil yalnız kaldı.

Nöbetçi Salih Baydemir sıkılmış, bizi bekliyormuş. Ben gelince o çıktı. Ben çok yavaş olarak, çadırın yol köşesinde keman çalıştım. Parmaklarımda bir ağırlık var ama acı macı yok;çalışınca o da geçer gibi oldu. Bir ara bayrağı Sili Ustaya götürmeyi düşündüm. Bundan vaz geçtim, geç oldu yerinde olmayabilir. Dört tempoluk yay çekişlerinde yayı dolduramadığımı saptadım. Oysa ben bunu daha önce yapmıştım. Bir süre bununla uğraştım. Çıkıp kendi yatağıma sırt üstü yattım. Dışardaki sesler olduğu gibi geliyor. “Kız Sevim, Yapma Rafet, Raif Kayın, Selim Gezen, Mehmet Ak, Celil Altın, Hüseyin Baş bunlar nöbetçiler. Sevim belli, bizin arkadaşların SS’si. Raif Kayın da bizim derslikte çok anılır. Bildiğim iki Rafet var, Rafet Kurşun, Rafet Topuz. Hangisi acaba?Merak ettim, çıkınca bakacağım. Yemeğe gidince sahiden Rafet aradım. İkisi de değil, ben o çocuğu da tanımıştım, Rafet Çetin. Soyadını çok iyi tanıdığım Hasan Çetin’den anımsamalıydım.

Öğretmenlerden kimse gelmedi. Öğretmenler gelmeyince nöbetçi kızlar da ortalıkta görünmüyorlar. Bizimkiler SS’nin nöbetçi olduğunu saptayamadılar. Bu nedenle konuşma konusu olmadı. Bu gece konu Raif Kayın oldu. Raif Çok saygılı, hepimize abi, diyor. Mehmet Yücel hemen bunun nedenini buldu:

-En iyi onu söylüyor da ondan! Adlarımızı söylemeye kalksa bunu başaramayacağı için o yolu seçmişmiş. “Çağırıp deneyelim!”diyenler oldu ama çoğunluk karşı durdu. “Raif’i eleştirmeye hakkımız yok, o çok saygılı bir arkadaş!”

-Derslikte bu kez, Hilmi Altınsoy’la Baba Ali tartıştı. Hilmi Baba Ali deyince Ali de “Ne var Hilmi ana?” demiş. Hilmi, “Benim bir anam var, ona duyduğum saygı yüzünden ana sözünü şakalarda kullanamam!”deyince Ali Önol da aynı sözü tekrarladı:

-Benim de bir babam var, ben de baba sözünü şakalarda istemem!Ancak Hilmi, “Baba sözleri başka başka yerlerde hep kullanılıyor. Biz sana, senin anladığın baba olarak takılmıyoruz, örneğin İskele Babası vardır, o nedenle sana baba diyoruz. Ali renklendi

Kem küm etti ama arkadaşların uzun uzun gülmesine üzülüp sustu. Hilmi sözünü kesmedi, “Raif Kayın’ı savunmak sana mı düştü?” sorusunu sordu. Bu kez Mustafa Saatçı, “Raif benim sevdiğim biridir, onu ben savunurum!”deyip ortaya çıktı ama, kimse karşılık vermedi. Az bir sessizlikten sonra İdris Destan “Yahu arkadaşlar içinizde bilen var mı?Yoksa SS de mi Pomak?”Mustafa Saatçı, baktı ama yanıt vermedi. Bu kez de Abdullah Erçetin, Gül’ün adını vererek o da pomak, ne var bunda?Ne güzel kız!SS de pomak niçin olmasın?”Hüsnü Yalçın konuştu:

-Siz pomakları Bulgarca konuştuğu için mi sevmiyorsunuz yoksa benim bilmediğim bir baçka neden mi var?”diye sordu. Sami Akıncı yanıtladı:

-Hiçbir nedeni yok, onlar biraz bizim dilimizi ihmal etmişler, evlerinde çocuklarına doğru Türkçe öğretmiyorlar. Ancak çocuklar okula başlayınca bizden farksız konuşuyorlar, Raif biraz tembel her halde öğrenmeyi geciktirmiş. Hepsi bu. Ergene boyundaki köylerde yarı yarıya Pomak denilen insanlar oturuyor!Herkes sustu. Mustafa Saatçı bu kez Hüsnü’ye “Sen Burgarca konuşuyorsun diye sana da Pomak diyecek değiliz. Ancak Emrullah’ı gösterek “Ona diyebiliriz!”Arkadaşlar güldü. Emrullah söylenenleri tam dinlememiş, arkadaşlar ona bakınca yaşaşça kalktı, “Vallah ben Pomak değilim!”dedi. Emrullah’ın kalkışı, yemin edişi, yerine oturuşu gülme nedeni oldu. Mustafa Saatçı da sözünü geri aldı, birileri “Bırakalım şu Pomak sözünü, Raif Kayın, saygılı bir arkadaş!”deyip güldüler.

Mısır Tarihi ilgimi çekti. Firavun yönetimlerinin Büyük İskender tarafından kaldırılması sonunda Yunan düzeni kurulmuş. Oysa İskender Makedonyalı. Mezarı bile İskenderiye’de. Bunu Thais romanı böyle yazıyor. İskender öldükten sonra onun arkadaşları birkaç devlet kurmuş. Hiç birisi Mısır gibi Yunanlı olmamış. Bunu düşünürken Zil çaldı. Yeter bu kadar Mısır!”deyip kitabı kapattım. Yarın nöbetçi Hasan, sonra Hilmi sonra da ben. Bu üç günde ne çalışabilirsem çalışacağım. Ondan sonra Süheyla Öğretmen gelmiş olacak. O belki yeni bir çalışma yeri bulduracaktır. Yatarken Süheyla Öğretmeni gene anımsadım ama öyle değil. Röslein’i düşündüm, bizim sınıftaki Pomak konuşmalarını dinlese kimbilir ne kadar üzülür!Onun konuşmalarında da kimi bozukluklar var. O bunların ayırdında mı acaba?. . . .

 

14 Ekim 1941 Salı

 

Zil çaltı, tabak tıkırtıları başladı. Hasan Üner, Nöbetçi kaldırmasına gerek yok, herkes tıkırtıları duyunca tilki gibi kulakları dikiyor!”dedi. Sami Akıncı yeni nöbet durumuınu açıkladı, ”Yarından sonra yeatakhane nöbetçisi olan arkadaşımız, aynı zamanda Yemekhane nöbeti de tutmuş olacak!”Tam kapıdan çıkıyordum, duyum döndüm. Sami bir daha anlattı. 16 Ekim gününden başlamak üzere bizim sınıf nöbet tutacak. Bu nöbet hem Yemekhane hem de Yatakhane için olacak. Yemekhane nöbeti, günlük nöbetçi başkanı, annı zaman da kendi yatakhanesini de temizleyip bekleyecek. Karar çıkmış, bugün Yemekhane ile Yatakhaneye asılacakmış. Tam da benim nöbetime geldi. İçimden, ”Aldırma!”deyip yürüdüm. Kalanlar aralarında patırdaştılar. Kahvaltıda da konu oldu ama, sonuş değişmedi. Şimdiye dek, bizi Yemekhane nöbetinden iki nöbetçi olmasın diye çıkarmışlar. Şimdi yakın düştüğü için ikisi bir arada yürütülebilecekmiş”Bunu Hüsnü Baykoca yapmıştır!”diye gülenler oldu. Sonunda Hüsnü Baykoca’yı Kepirtepe’ye götürmemeye kararı verildi. Onun suçunu öğrenmek istedim. Mehmet Aygün gülerek “Ondan bıktık, bizimle çok kaldı!”dedi. Onun yerine Mustafa Güneri Öğretmeni götürecekler. Ben, Mustafa Güneri Öğretmen Müdür Vekili olduğuna göre bizim nöbet işi onun imzasıyla asılacak!”deyince bu kez onu da götürmekten vazgeçtiler. 8. Sınıflar bizden önce masalardan kalkıyor. Biz konuşurken kapı önünde toplandıklarını görünce kalktım. Grubumdan bir kişi gene eksik, dün Salih Baydemir, bugün Hasan Üner. Bizim nöbt tutuşumuza 8. sınıflar sevindi. Onlar nöbetçi Başkanı olma konusunda sürekli dırıltı çıkarıyorlarmış. Özellikle A şubesi başkanlığı tekelinde tutmak istiyormuş. Öğretmen arkamızdan yetişti. 4. Çatıya, 2. kiremide başlıyoruz. Bana “Yazı tura mı istiyorsdun yoksa seçimini, yapacak mısın?”dire sordu. Çatıyı gösterdim. Öğretmen etrafına baktı, ”Hasan Üner?”dedi durdu. ”Nöbetçi!”deyince “Sizin bir de nöbetçiliğiniz var!”değil mi?deyip yürüdü. Birlikte kiremit istiflerinin önüne gittik. Öğretmen“Seninle daha anlaşarak çalışıyoruz, bana yardım et, ilk üç sırayı birlikte çekelim!”dedi. Durumu anladım. Çatıya kimse gitmedi, tüm arkadaşlar kiremit taşımaya geçtiler. Recep, Orhan, Mehmet, Salih, Yusuf çatıya çıktık. Dört arkadaş, kiremit altı tahtalarını aralıklı olarak çakmaya başladılar. Yeterli tel, çivi hazırlığı yapılmamış, bunun ayırdına vardık. Öğretmen, Hasan Akyol, Ahmet Has, Ali Kıpçak üçlüsünü görevlendirdi. Tel kesip çivi hazırlayacaklar. Bir süye ayaklarımız aldına kalasları yerleştirdik. Gene doğu taraftan başlayarak üç sırayı birden dizmeye başladık. Kepirtepe’de ilk sıralarda bağlandığımızı anlattık. ”Orada hem mevsim hem de bina yüksekliği onu gerektirmiş, vbura da o denlü ürküntücü bir durum yok!”biraz da bunu düşünerek ilk üç sırada ben bulunuyorum, ne de olsa bir deneyimim var!”dedi. Öğleye dek öğretmenle büyük tarafın ilk üç sırasını kapattık. Öğleye giderken, Öğretmen, ”Çatı işini yarına bırakalım, buranın işi iyice hafiflesin!”dedi. Öğretmen sürekli olarak karşı dağları gösterdi, ”Şu tepe ne tepesi?İdris Dağı hangi taraf, Hasan Dağları nereden nereye uzamakta?” gibi sorularla yolu bitirdi. Benim gibi öteki arkadaşlar da bir birine sordu:”Öğretmenin bugün nesi var, neşesi pek yok gibi!”Öğle yemeğinde İrmik helvası çıktı. Ben sevindim, revani olsaydı daha çok sevinecektim ama buna da razıyım. Hasan’a öğretmenin durumunu anlattım, hiç oralı olmadı. Belki oldu da bana sezdirmek istemedi. Yemekten sonra radyo dinlemeye gittik. Sürekli konuşma yapğıldı, seçim yapılmış, yeni Millet Vekili olanlar varmış, onları anlattı. Burada seçim meçim yapılmadı ya da biz duymadık. Gülüşerek yola çıkık. Bizim seçimle falan ilgimiz yok. Az sopnra arkamızdan öğretmen geldi, ”Dünkü düzeni bozmayalım!”dedi. Salih’le Hasan Akyol’u ayırdı, ”İki yağız delikanlı, haydi!”dedi. Recep’le Ali Kıpçak’ı, Orhan’la da Hasan Gülümser’i gönderdi. Yusuf’la beni, Hasan Arabacı’yla Namık Yücel’i ayırdı “Öbür tara marş!”dedi. Süleyman Gege’ye “Sen aşağının komutanısın, bak bunlara kaytarmasınlar, gözleriniz yukarıda olsun!”dedi. Konuşa konuşa yürüdü:”Siz daha askerlik yapacaksınız, oranmın daha katı kuralları vardır, kimse kimsenin gözünün yaşına bakmaz!”deyip gülümsedi. Namık, benim kirmit vericim, buna sevindim. Yusuf’la önce tahtaları çaktık. Kiremitlere başlarken öğretmen geçti. Öğretmen çalıştığı sürece Yusuf da kiremit uzattı. Üçüncü sıradan sonra Yusuf da dizdi. Bir süre öğretmen Yusuf’a baktı, takıldı, güldürdü, güldü. Öğretmen yanımızdan ayrılınca Yusuf’l Hasan Arabası uzun süre Öorlu, Saray tartışması yaptılar. Hasan Arabacı’ya göre Saray, Çorlu’nun bir mahallesi bile değilmiş. Yusuf’a göre ise Çorlu daha yeni kalabalıklaşmış bir köymüş. Saray asırlardan beri varmış. Öğretmen geri geldi, Küçük bacaya baktı. Bu da mı sorun olacak?”diye konuştu. Ben öteki binada da bacanın ne sorunu olduğunu anlamıştım, öğretmen açıkladı. Büyük tarafın doğuda baca yeri var, kocaman bir de baca yeri var. Salon büyük olduğu için ikimnci bir baca düşünüldüğünden buradaki bacaya da ek yapmışlar. Oysa duvarın durumu iki deliğe elverişli değil. Şimdi bu iki delik bire indiriliyor. Soba kurulacaksa aynı deliğe bağlanabilir. Öğretmen ne düşündüyle bizi aşağıya indirdi, Aşağıdakileri yukarıya çağırdı, onlarla konuştu, bu kez onlar kiremit dizmeye başladılar. Bir sıra ya dizdiler ya da dizmediler paydos oldu. Binan ın yarıdan çoğu kiremitlenmiş olarak ortaya çıktı. Öğretmen, ”Binalar aralıklı neden biliyor musunuz?”diye sordu. , gene kndisi yanıtladı, aralar hep meyve bahçesi olacakmış. Binalarda oturanlar ellerini uzatınca meyveleri toplayabileceklermiş. Kamil gene dayanamadı “Çüş!”dedi. Öğretmenin kapısına dek bu çüş sözü konuşuldu. Hasan Arabacı, Hasan Gülümser Kamil’in eşekler kalma alışkanlığı dediler. Kamil “Bizde eşek yoktur, ben bunu insanların konuşmalarından öğrendim!”dwdi ama dinletemedi. Ben d destek oldum, kahvede konuşanlar sık sık, ”Çüş!”derlerdi. . Muhtar bir angarye yüklemiştir. Bir çokları bunu “çüş!” sözü ile karşılar. Tahsildar gelmiş “Çüş!”sırasımıydı şimdi, derler. Hasan da beni bekliyormuş, görür görmez çıktı. . Yatakhanede yalnız kalınca kemanı çıkarıp usturuplu bir çalışma yaptım. 15 parçam var hepsini gene gene tekrarladım. Özellikle dört tempolukları su gibi yaptım. Yay elimde kayıyor. Çok iyimserim. Öğretmen isterse bugün gelsin diyorum içimden. Kemanı bırakıp çıktım. Kapı önünde ne yapacağımı düşünürken Röslein çıktı, gülümseyerek yanıma geldi. Yarım kalan oyunları tamamlamak istediklerini, ayrıca şarkıları toplu söylemeye, mandolin çalışmaların da katılmaya kararlı olduklarını söyledi. Bizim Yuısuf’la konuşup istediklerimizi Röslein birer birer sıraladı. ”Bunlara kim engel oluyor?toplanıp çalışalım!”dedim. Hidayet Öğretmene de söyleyeceklermiş. ”Onun da bize yardımcı olacağını umuyoruz!”dedi. Ben de, “Oyunlar gibi öteki çalışmalara da hazırız!” deyip yürüdümKon uşurken Hasan da gelmişti, bizi o da dinledi. Bu konuşmadan sonra dersliğe gidince durumuYusuf’a anlattım, Yusuf birden coştu, sanki her şey hazırmış gibi sevinç içinde oyun sıralamaları yaptı. Ahmet gelince heyecanla ona da anlattı. Unutulmuş gibi gerilerde kalan oyun sözleri birden canlandı. Bizim arkadaşlardan da katılmak isteyenler oldu. Kadir, Bekir, İsmet, Yakup ilk katılacaklar olarak sıraya girdiler. Ahmet Güner Yakup Tanrıkulu’ya, ”Sen varsan ben bu işte yokum, sen oynamak için değil kızlara fiyaka için geliyorsun!” yanıtını verince bir çıngar koptu. Ancask çıngarcı arkadaşların ikisi de aslında kavgacı olmadıklarından, kolay susturduk. Yakup Tanrıkulu haksızlığa uğradığını öne sürdü. Kızlarla mızlarla ilgisinin olmadığını, kızlar gelmes de birkaç oyun öğrenmek istediğini ileri sürdü. Arif Kalkan tanıklık etti. ”Biz daha önce bunu konuştuk. Arkadaşın bunda bir art niyeti yoktur!”dedi. Konuşmalar böyle olunca Ahmet Güner biraz burukça gülerek, ”Öylemi, üstüme gelip beni kon uşturmayın, hepiniz mahcup olursunuz sonra!”dedi. Bu kez de YakupTanrıkulu “Amma da önemsediniz, ben vazgeçtim kardeşim, herkes öğreneceğine göre ben de onlardan daha sonra öğrenirim, acelem yok!”deyip derslikten çıktı. Yemek zili çaldı. Yemeğe giderken Ahmet bana, ”Ben sana işin doğrusunu anlatacağım, Yusuf da ayrıca konuşacaktır. Yakup’un niyetini Yusuf daha iyi bilir!”dedi. ”Kız kim, kiminle ilgili?” diye sordum. Ahmet yavaş sesle Röslein’in adını verdi. ”Sonra konuşalım!”deyip yürüdüm. Yusuf, yemek masasında da oyun sözü açınca, konuyu değiştirmek için başka öneriler önerdim. Örneğin öteki Enstitülerde olduğu gibi yöneticilerin bizim okulda da günlük pograma oyun koymalarını isteyelim. Bu olmazsa tüm okuldan gönüllüleri yazıp yoklamalı şekilde dinlenme günlerinde topluca çalışmayı deneyelim. Yusuf, “Yönetimi işin içine sokmayalım, ikinciyi deneyelim!”deyince arkadaşlar da ona katıldılar. Yarından başlayarak cumartesi gününe kadar listeyi hazırlayıp yarım gün dinlenmede ounlara başlayacağız. Yusuf hemen hangi sınıflarda kimlerin bu işte görevli olacağını saptadı. Böylece düzenleme işini Yusuf yüklenmiş oldu. Yemekten sonra derslikte yatana dek oyunlar konuşuldu. Ne varki iyi miyi denmesine karşın bizim sınıftan katılacakların sayısı beşi geçmedi. Zaten biz üçümüz işin içindeyiz beş kişi daha katılınca buna da sevindik. Bunlardan da cayacaklar olacağını bilir gibiyiz. Ancak öteki sınıfların böyle düşünmeyeceğini de kestiriyoruz. Olmazsa iki halka yapıp çalışmaları öyle sürdürürüz. Gene de oyun olayı sınıfça iyi karşılandı, kavga gürültü olmadı, katılmayanlar da katılanlşara küçümseyerek bakmadı. Onlar da “Belki ileriki günlerde katılırız!” tavrı içinde konuya ilgi gösterdiler. Harmandalı hangisiydi, Bengi o ağı oynanan mıydı, Hani şu zıplayarak gidilenin adı neydi türü sorular arasında yattık. Röslein için hiçbir şey düşünemedim. Yakup apaçık sevdiğini söylerse ne diyebilirim ki?Benimki haksız bir benimseme. Güzel bir kız, kıskanıyorum. Ama gerçekten biri ortaya çıkıp sahiplense sanırım o zaman kıskanmayacağım. Gerçekte buradaki kızların hiç birini kıskanacak kadar benimsemiyorum. A ile C’yi de sevdiğimi sanıyordum. Evlendiler, üzüldüm ama önleyecek bir gücüm yoktu. Hemşir de benim için bir ölçü oldu. Beğenip sevme başka, evlenmek için seçme başka galiba. Süheyla Öğretmeni de svdiğimi sanıyorum ama, bu sevgi çok başika bir sevgi. O beni yönlendirmek için çırpınıyor. Onun bu içtenlikli ilgisi beni ona bağlıyor. Bir arada kalıp ona kendimi süreki kanıtlamak istiyorum. Şerif çıkıp gelse, anlaşıp evlenseler, Süheyla Öğretmene küsecek değilim. Onunbana verdiği gücü koruduğum sürece ben onu seveceğimi sanıyorum. İki gün sonra geldiğinde “Ben evlendim!”dese, sanıyorum bende hiçbir değişiklik olmayacaktır. Belki o zaman sevgimi daha açık göstereceğim. Yoksa yanılıyor muyum?Burada tam açıklayamadığım bir durum var. Bunu ben de çözemiyorum. Şerif Baykurt’u hemşeri olarak sevdim. Süheyla Öğretmeni ayrı tutunca Şerif Baykurt’u kendime daha yakın buluyorum. ”Kırklareli’de buluşsak!”diyorum ama, onları birlikte anımsayınca Süheyla Öğretmen tümüyle öne çıkıyor, Şerif Baykurt gölgede kalıveriyor. Şimdilerde de Hep aklımda Süheyla Öğretmen oysa Şerif Baykurt’u çok seyrek anımsıyorum. O da gene Süheyla Öğretmen aracılığıyla oluyor. Gene Süheyla Öğretmen!”Gelmezse onu nasıl anımsayacağım?Yüzünü unutmam olası değil gibi geliyor ancak, sözlerini unutmam. Salt keman, müzik üzerine söyledi ama tüm yaşamım için gerekli olanı tekrarladı. Benim yaşımda olmasına karşın söyledikleri, Ahmet Gürsel, Fikret Madaralı, Salih Ziya Büyükaksoy öğretmenleri, , Vahit Dedemin, babamın öğütlerinin özetini tekraraladı bana. Onları hep duymuştum. Ne var ki Süheyla Öğretmen onları bana çok daha dikkatli dinletti.

 

15 Ekim 1941 Çarşamba

 

Yemekhane buraya taşınalı beri bizim yatakhanenin kalkma düzeni bozuldu. Ya da bana öyle geliyor. Bitişiğimizdeki konuşmalardan, tabak, kaşık tıkırtılarından uyanıyoruz. Hilmi nöbetçi, kendisi yatıyor, yatarken ranzayı sallıyor. ”Ne oluyorsun?”diye sordum, ”Daha yatıyor musun?”diye soruyor. Halil Basutçu çıkıştı, ”Nöbetçi sensin, yatıyorsa kaldır!”dedi. Hasan Üner’l Yusuf Asıl çekerek kaldırdılar. Nöbetçilik de cıvıdı. Gerçekten herkes uyanık ama kalkmıyor. ”Kalkıp da ne yapacağım?” diye soranlar var. Bahçede oturulmuyor. Oturunca nöbetçi çocuklar garip garip bakıyorlar. ”Al benden de o kadar!”dedim. Daha önce çıkıp okuyup, yazıyordum, şimdi o olanak elimden alındı. Dersliğe gitsem saatim yok, kahvaltıya geç kalacağım. Okulun önünde dursak, kızlara bakıyor, sözleri söyleniyor, arfkalara gidilse bu kez de kızları gözetleme oluyor. Mustafa Saatçı bir öneride bulundu, ”Kızları buradan çıkartalım!”Hava güzel, bu sabah sıcak çayla peynir verildi. Mehmet Yücel “Kahvaltı dediğin böyle olur!”diyerek güldü. ”Bir de çayı çay olsaydı!”deyince de biz güldük. Bana sordu, ”Dayı neden güldün?Benim babam kahveci, çayın çay olması sözünü bilirim!”deyince Mehmet Yücel, ”Anlat şu kızanlara (Trakya söylemi-çocuklar) öğrensinler!”deyip gitti. Bugün kesin çatıdayız, kalan kiremitleri bir içimizden bir grup tamamlayacak. Bunu öğretmen dün söylemişti. Salih kiret için kalmak istemiyor ama öğretmenin orada bırakacağını da kesin biliyor. Biraz tutuk olarak duruyor. Öğretmen ilk olarak ”Salih Baydemir, çatıya!”deyince Salih zıpladı. . Orhan’la Recep’i, Hasan Gülümser, Ahmet Baştürk, Ali Kıpçak, İrfan Taşkın kiremitte kaldılar. Hasan Akyol’la Ahmet Has nöbetçiymiş. Biz yürürken öğretmen hazırlıkları yapın az sonra geliyorum, bilikte başlayalım!”dedi. Atölyeye uğrayıp alacaklarımızı aldık. İskeleleri, yanaştırdık. Deneyimliyiz, bu dördüncü büyük çatımız olacak. Öğretmen gelinc başladık. Öğretmenle birlikte iki makas diktik, öğretmen ayrıldı. Öğretmende az sonra Sili usta geldi, defterini çıkardı, sallayarak, ”Bir gün öndesiniz!”dedi. Meğer Sili Usta ilk konuşulan tarihleri defterine yazmış. Kendisi de yukarıya çıktı. Benden bayrağı sordu. İki kez gittiğimi, kendisini bulamayınca da başkasına vermediğimi söyledim. ”İyi ettin, bana getirmeni söylemiştim,

yarın orada oturacağım, işim orada, getir!”dedi. Buna da sevindim, çünkü ben yarın nöbetçiyim, rahat rahat götürebilirim. Sili Ustaya sorun yaratan bacayı sordum. Sili Usta sinirlendi, ”Ben, “Kapatın onu dedim, neden kapatmamışlar?diye söylendi. Süleyman Gege’ye takıldı. Soyadını Güler al!”dedi. Hidayet Gülen’i örnek verdi. Arkadaşlar “O gülen!”deyinc Sili Usta, ”Biliyorum, o gülen bu da güler olsun!” dedikten sonra söylendi. ”Susuyorsunuz, ben konuşunca da (Eliyle ağzını açarak) ağızlar açılıyor, gülenmiş, gülermiş!” ha ha ha yaparak, sesli güldü. Usta gidince bir süre konuşmadan çalıştık. 4. kirişi yerleştirirken öğle paydosu oldu. Atölye önünde buluştuk. Arkadaşlar Sili Ustanın Süleyman Gege’ye uygun gördüğü adı öğretmene söylediler. Hasan Gülümser karşı koydu. Açıklamalar yapılınsa Hasan diretmedi. Bu kez de Ali Yılmaz Öğretmen Hasan Gülümser’e Sili Usdta haklı, ”sen gülümsüyorsun ama Süleyman düpedüz gülüyor, dikkat et bak!”dedi. Süleyman iyice güldü. Hasan kendini tutamadı, Yeter, sırıtma lan!”deyiverdi. Ali Yılmaz öğretmen “Şişşşşt, dozu kaçırmayalım!”dedi. Evinin önüne dek konuşmadı, ayrılırken, ”Güle güle çocuklar!”diye soğuk bir uğurlama sözü etti. Hasan Gülümser, ”Ağzımdan kaçtı, biz bu lafı her gün kırk kez bir birimize söylüyoruz değil mi lan!”diyerek Süleyman’a sarıldı. Kamil Varlık gülerek “İşte benim sözüm bu durumlarda söylenir:”Çüş!”Başta Hasan Gülümser olmak üzere herkes tekrarladı , ”Geçekten Çüş!”Öğretmenler böyle şakalar yapmazlar mı?”Öğretmenler de böyle şaka yapar ama, öğrencilerle böyle konuşmazlar. Böyle konuşmalara göz yumarsalar, onun önü kesilmez, öğrenciler o zaman her türlü şakayı yapmaua kalkarlar. Hasan Gülümseri teselli etmeye çalıştım. Hasan Gülümser Ali Yılmaz öğretmeni pek iyi tanımıyor. Daha doğrusu Ali Yılmaz öğretmeni ona kinci tanıtmışlar, öyle olmadığını söyledim. O da bana inandığını, şimdi rahatladığını söyleyerek ayrıldı. Yemekte, yarınki nöbetimi anımsadım. Yemekten sonra da nöbetçilerle konuştum. İşlerde bildiklerimden farklı bir şey yok. Yemekler, eski mutfaktan getirilip burada dağıtılıyor. Farklı olarak kaplar taşınıyor, onları getirmek götürmek fazla zaman alıyor. Masaların düzeni, yerlerin temizlenmesi bildiğimiz gibi…Yemekhaneden ayrılınca yalnız olarak işyerine yürüdüm. Bir çok arkadaş çıkmış beni görünce kimisi türüyüşünü yavaşlattı arkadagelenler de hızlanarak toplanarak binanın önüne gittik. ”Kaldığımız yerden devam!”deyip başladık. ”Süleyman Güler, Hasan Gülümser takılmaları bir ara tekrarlandı. Hasan Gülümser özür diledi, ”Beni bugün affedin!”dedi. Arkadaşlar “O nedenle mi, oysa aldırma!”dediler ama Hasan “O, bu demeye gerek yok, benim bugün neşem yok, siz de beni yok sayın!”arkadaşlar, üzülerek bu isteğe uydular. Az sonra Ali Yılmaz Öğretmen geldi. ”Ha şöyle çivi-çekiç sesleri arasında sessizce çalışalım!”dedi. Hiç konuşmamış olan Salih Baydemir sesli olarak güldü, ”Sesler arasında sessizlik olur mu öğretmenim?”dedi. Kamil Varlık beklemeden, ”Öğretmen bizim konuşmamızı istemiyor!”deyince, öğretmen, ”Konuşmanızı değil gereksiz konuşmanızı kastetmiş olabilirim!”dedikten az sonra da “Olabilir miyim?”diye sordu. Yanıt beklemeden zıplayıp iskelelerden yukarıya çıktı. . Makasları saydı, 7, üç yedi 21 dedi. Parmaklarını saydı, arkasından perşembe, cuma, cumartesi deyip kestti, gene “İyi!”cumartesi-Pazar!”diyerek küçük tarafı gösterdi. Ben ne dediğini anlatım. Bu çatı pazar günü akşama varmadan bitecek. Zaten kararımız da öyleydi. Harun Özçelik, kiremit altı tahlarının çok az kaldığını anımsattı. Öğretmen “Lalahan’da yığınla, getirtelim!”deyip çıktığı gibi gene zıplayarak indi. Süleyman Gege’ye boyunu sordu. Süleyman “Bilmiyorum öğretmenim, buraya geleli ölçülmedim!”dedi. Öğretmen bu da söz mü?getirin şuradan bir metre!”O anda metre bulunamadı. Öğretmen yanıda durdu, ”Tamam, ölçtüm!”deyip güldü. Arkadaşlar “Kaç öğretmenim?”deyince, öğretmen, ”Yok, onu söylersem, ”Kendi boyumun ölçüsünü, kendim vermiş olacağım” o, bende kalsın!”deyip ayrıldı. Orhanla Recep gülüştüler, ”Ali Yılmaz öğretmen hep böyle yapar:Bir konuda sinirlenip biraz ileri gittiğini anlayınca hiç ilgisi olmayan bir konuyla gelir, gönül alır!”dediler. Hasan Gülümser, ”Ne o, öğretmen bana darılmadı mı demek istiyorsunuz siz şimdi?”diye sordu. Salih Baydemir “Asla!”deyince Hasan Gülümser, ”Yaşasın, ben, o sözü söylediğimden beri içimden kendimi yiyorum. şimdi rahatladım!”dedi. Süleyman Gege’ye “Lan oğlum, bana öykünmekten vazgeç, bir daha da yanıma gelme, başım derde girmesin!”Bu kez ben, Hani çivi-çekiç sesi, çiviler, çekiçler de mi konuşmaya başladı?”dedim. Aşağıdan “Tamam abi!”sesleri geldi. Paydos zili çaldığı zamn Ali Yılmaz öğretmenin hesabını aştık. 21 değil büyük tarafın 20 makası kaldı. Bu sayıyı, cumartesi günü öğlede tamamlarız. Yusuf Asıl-Hasan Arabacı’nin Çorlu-Saray tartışması bu kez, Vize-Saray1a dönüştü. Vize’yi Musa Güner, Saray’ı da Ali Ergin savundu. Ermişleri, türbeleri derken iişin içine türküleri girdi. Meğer bildiğimiz türkülerin çoğu bu iki yöreden çıkmış. Musa daha önce köylerindeki bir türkücüden söz etmişti. Adını verdiği türküler de vardı. Ali Ergin ilk kez böyle bir savla çıkınca biraz kuşkuyla baktıksa da kendisi adını verdiği türküleri güzel söylediğinden karşı da olamadık. Zaten yöreler bir birine çok yakın, aradaşların ikisi de güzel söylediklerinden ikisini de haklı buldukTürkünün biri için, ”Bunu sen söyle!”öteki için de “Bunu da sen söyle!” diyerek okula döndük. Tartışma falan derken çok neşeli bir dönüş yaptık. İşin ilginç tarafı Yusuf Asıl tartışmalara hiç katılmadı. Yusuf’un müziğe ilgisizliğini bu da bir ölçüde gösteriyor. Hilmi çadırın önünde oturuyordu. Beni görünce “Gel abi, sen yarın burada oturamayacaksın, baksana nöbetçiler koşturuyor. Taşımasan bile orada duracaksın. Nöbetçi öğretmenleri de geliyor!”dedi. Ben içeri girip, bir süre keman çalıştım. Ancak içim rahat olmadı, gene çıktım bu kez yemekhaneye gittim. ”Yarın nöbetçiyim, neler oluyor, bakayım, çoktandır nöbetleri unuttum!”dedim. Hasan Akyol, Ahmet Has koştu geldi. Zaten ötki nöbetçileri de tanıyordum, Ramazan Korkmaz, Mehmet Özeren, Selim Gezen, Salih Sevilmiş. benim hep nöbetlerden tanıdığım arkadaşlar. Az sonra Fevzi Üner geldi. Fevzi’yi ise kooperatif çalışmalarından çok iyi tanıyorum. Yeterli bilgileri aldım dersliğe döndüm. Derslikte heyecanla nöbet işleri konuşuluyor. Sami Akıncı suçlanıyor. Ancak Sami Akıncı kendisi yok. ”Kendisi gelince sorun, o yokken konuşarak sorunu nasıl çözeriz ki?” derkn Sami geldi. Sami kestirdi attı:”Bana kağıdı verdiler, geldim size okudum. Gidin söyleyeceğinizi yöneticilere söyleyin!”Herkes sustu. Halil Basutçu:”Barı ilk numaradan başlasaydı!”diyecek oldu. Sami Akıncı, ”Bak onu ben dwe Hüsnü Baykoca Öğretmene söyledim, bana;Ayın da ortasından başlatıyoruz, ortadan başlanmaz diye bir yasa yok!”dedi. deyince birden “Gene onun başının altından çıktı!”Tepkisi oldu. Sami onada yanıt verdi:

- Okulun bu işlerden sorumlusu o olduğuna göre, onun yapması doğaldır!” uzunca bir sessizlik oldu. Yemek zili çalınca “Ne yemek var?” soruları sorulmaya başlandı. Mehmet Yücel”İşte bu güzelbundan sonra ne yemek var diye soru sormayacağız. Arkadaşlarımız bize haber verecekler!”İsmet bu sözü duymuş, geri döndü. ”Çok bilmiş iskelet, arkadaşların söylemesine ne gerek var, ben sana her gün söyleyeyim;Pazartesi, mercimek, Salı sabahı mercimek çorbası…Mehmet Yücel “Tamam tamam o listeyi sana ben ezberlettim, ”Kavuncuya kelek satılmaz!”git bu sözün anlamını dayından öğren, anlatsın sana da bir daha bana sataşma!”Hilmi seviniyor, bu kez rahat bir nöbet tutmuş. İkide bir bana “Abi yarın işin zor!”dedi durdu. ”Her gün başkaları yaparken, yapanların arasına ben de katılınca bana neden zor gelsin?Onlar nasıl yapıyorsa ben de öyle çalışacağım!”deyip kestirdim. Yemekten sonra da derslikte nöbet işi konuşuldu. Ben tarih kitabını açıp Yunan Yarımadası uygarlıklarını okudum. Mısır Firavunlar döneminin sonu neden Yunanlıların olmuş?Yunan Tarihi daha ilginç bir çok insan var, bunlar Hitit ya da Mısır tarihi gibi krallar, Firavunlar değil, yazarlar, tarihçiler, filosoflar. Yöneticiler de kral değil, seçilen insanlar. Makedonyalı İskenden dışında kral babadan gelen yok. Bir Isparta kralı Leonidas kral olarak anılıyor. O da büyük bir kahramanlık yapmış. Temopil geçidini tutmak için tek kişi kalana dek çarpışmış. Çok ilginç. Onun mezar taşı ya da anıtı, şimdilerde de duruyormuş. 2400 yıl önce olan bir savaş…Biz ortabirinci sınıfta da bu tarihi okuduk ama, unutmuş olacağım. O zamandan tek aklımda kalan Isparta-Atina kentlerinin savaşları. Bir o yeniyorduj, bir öteki. Bir de Ispartalılar, çocuklarını döverek eğitiyorlardı. Bir d anım var. Fikret Madaralı öğretmen kürsüde bir yazı okuyordu. Sami Akıncı ders anlatmak için kalkmıştı. Öğretmen Atina devletini sormuştu. Sami baştan sona Isparta’yı anlattı. Parmak kaldırıp “Yanlış, Siz Atina’yı sordunuz, arkadaş Isparta’yı anlatıyor!”dedim. Fikret Madaralı öğretmen, ”Öyle ama arkadaşın Isparta’yı çok güzel çalışmış, anlattığı doğrumu değil mi? sen onu söyle!”dedi. Öğretmen güldü, kalktı sıralar arasında dolaştıktan sonra beni kaldırdı. ”En iyi bildiğin bir yweri de sen anlat!”dedi. Bu kez ben de Atina’yı anlattım. ”Aferin!”deyip oturttu. Bunu hiç unutmuyorum. Bence öğretmen o zaman Sami’nin anlattıklarını dinlemiyordu. Ben uyarınca, Sami’yi kırmak istemedi. Beni de haklı buldu ama o anda sustu, sonra da belki benim gönlümü almak, belki de beni avlamak için kaldırdı. İyi bildiğimi söyleyip başarılı olmasaydım sanırım bir zılgıt yiyecektim. Ne var ki o uyarım, Fikret Madaralı öğretmenin benim tarihği sevdiğimi öğrenmesine de neden oldu. Ondan sonra hemen hemen her derste sorular sordu, doğru yanıtlar alınca da çalıştığıma inandı. Türkçeden daha önce iyi olduğumu söylüyordu. Ancak tarih dersini sevdiğimi öğrenmesi benim hakkımdaki kanısını perçinledi. Yatarken, gene geçmiş günleri anımsadım. İlkokuldan sonra üç yıl köyde hemen hemen boş dolaştım. Şimdi okuduğum kityaplar evimizde olsaydı onları okurmuydum?Kimi zaman okuyacakmışım gibi düşünüyorum. Kesikbaşları, Hazreti Ali, Hazreti Hamza cenklerini okuyordum. Hem de tekrar tekrar. Sonra da “Okumazdım!”diyorum, okuldan umuumu kesince neden okuyayım?Köyü, o günleri unutmuş gibi varsayımlar yapıyorum. Nöbetimi anımsadım, gözlerimi kapadım. Bir fısıltı geliyor. Kim acaba ?derken seslerf mi kesildi yoksa ben mi uyudum?. . . .

 

16 Ekim 1941 Perşembe.

 

Bir ses duymuş gibi uyandım. Dinledim ses mes yok. Daha doğrusu, okulun alt yolundan geçen kağnılar var. Dışarı çıktım, bakındım, gidip musluklarda yüzümü yıkadım. Cemalettin Mert’le Rafet Çetin geldiler. Benim nöbetçi olduğumu öğrenmişler. Onlar öteki nöbetçilei de biliyorlar, saydılar, Mehmet Karadeniz, Hasan Tuna, Zeynel Yalçın, Numan Bayazıt, Nezir Üşenmez, Rıdvan Ateşer, Hasan Yeşil, Salih Kırım, Hüseyin Yalçın, Safinaz Yılmaz…Mutfağa gittik, herşey hazır. Neyi almak istedimse, bana bıraktırdılar. Sonunda bir ekmek sepeti alıp yemekhaneye döndüm. . Safinaz gelmiş. Kızlar taşımaya katılmıyormuş. Ben de biraz ortalıkta gezinir gibi kaldım. Reşat Tekinay Öğretmen nöbetçi, beni görünce , ”Oooo, sen nerelerde kaldın, görünmüyordun!”dedi. ”Hem buradayım, öğretmenin, asıl siz görünmediniz!”dedim. Reşat Tekinay Öğretmen , ”Haklısın, ben biraz ara verdim, şimdi yaz, evde yiyecek bulundurmak kolay, o nedenle yemeklere de gelmiyorum, hem dx tarih okuyorum. Dersler başlayınca göreceksiniz, sizi bu yıl zorlayacağım. Tarih okuuğumdan değir, şaka maka şurada öğretmen olmanıza yılolarak iki yıl bile kalmadı. Gönderilen Tarih programı da oldukça yüklü!”Öğretmen eliyle omuzuma vurdu, ”Sen korkmazsın, biliyorum, sen tarihi seviyorsun!”deyince ben de, Lise 1. sınıf Tarih Kitabını okuduğumu söyledim. Öğretmen gülerek, ”İyi ki söyledin, söylemseydin derslerde konuştuğunu görünce kopye vermiş gibi olup olmadığım kuşkusuna düşecektim!”Ayrıca roman okuduğumu söyleyince, ”İşte ben onu yapamıyorum. Seni soğutmuş olmamayayım ama romanlar insanların düzmecesi, Yazanlart insanları kendi duyguları yönünde sürükleyip götürüyor. Arkadaşların özendirmesiyle birkaç kitap okudum ama sürdüremedim!”Rıdvan Ateş geldi, “Günaydın Öğretmenim!”dedi, eğilerek selamladı. Öğretmen çok hoşlandı. “Rıdvan büyüdü, iyi bir öğretmen olacağı şimdiden belli. Babasını aratmayacak, Rıdvan’ın öğretmen çocuğu olduğunu biliyorsun, değil mi?diye sordu. Bilmediğimi söyledim. “Öğretmen çocuğudur, babasının mesleğini sürdürecek!”dedi. Öğretmen elindeki küçük çubuğunu sallaya sallaya masaları gözden geçirdi. Kahvaltı zili vurunca da öbür uca gidip bir süre dikildi. Kahvaltıda çay-peynir vardı. En beğenilen kahvaltı. Arkadaşlar bana teşekkür ettiler. Ben de Reşat Tekinay öğretmeni gösterdim. İşaret ederken Reşat Öğretmen gördü, heman gelip sordu, “Beni mi çekiştiriyorsunu?Önce ben yanıt verdim. “Hayır öğretmenim sizin hakkınızı korudum!”Öğretmen gerçekten kuşkulu kuşkulu sordu. Arkadaşlar, olayı olduğu gibi anlattılar. Öğretmen bu kez de bana, “Bak sormasaydım, senin hakkını yemiş olacaktım. Çünkü ben böyle bir şey konuşacağınızı düşünmemeiştim. Sonra da “İbrahim'i iyi tanıdığımı sanıyorum, öğrenci psikolojisini benim kadar değme kimse bilmez. Siz daha yeni yeni işin içine giriyorsunuz, zamanla siz de olgunlaşacaksınız!”deyip ayrıldı.

Kahvaltıdan sonra işbölümü düzenli yürüdü. Rıdvan, Hüseyin Yalçın, Safinaz burada kaldı ötekiler mutfağa gittiler. Ben de çadıra girip, kendi işimi yaptım. Rdvana Hüseyin yardım etmeye kalktılar ama razı olmadım. Bir saate yakın zaman rahat kaldık. Bayrağı alıp Sili Ustaya götürdüm. Sili Usta beni görünce kalktı kapıya geldi, kolumdan tutarak içeriye çekti, sandalye gösterip oturttu. Önce birşeyler söyledi, çalışmanın kutsallığı üstüne sözler söyledi. Hiç beklemediğim Atatürk üstüne güzel sözler söyledi. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini sordu. Sonra da aylarca önce yaptığımız, Su yolunu, bayrak direğini anımsattı. Genel Müdür İsmail Kakkı Tonguç’un bana söylediklerini tekrarladı. Bayrağı aldı, elimi sıktı, masa üstünden bir bir kutu alıp bana uzattı. Şeker kutusu sandığım için, ”İstemem, yemem!  Gidi sözler söyldim. Güldü, Zaten yemeyeceksin, o yenecek bir şey değil, o bir anı olacak, onunla benim gibi Hakkı Tonguç’u da anacaksın!”derken öteki odadaki Hüsnü Baykoca Öğretmen geldi. Elini omuzuma koyarak, Sili Ustaya “Bu benim en eski dostum, dostumda da öte benim, öğrencim, evladım!”dedi. Bana verilenin ne olduğunu biliyormuş, onda benim de yerim olacak, gel sana bir gençlik resmimi vereyim!”dedi. Gülüştüler. Resim, anı sözleri geçti ama ben gene hiçbir şey anlamadan çıktım. Sarılı kutuyu açmadan Yatakhaneye girdim, açtım. Kutudan defter gibi bir şey çıktı. Sayfalar var ama yazacak gibi değil. Karışıştırıp bakarken olayı çözdüm. Bu bir resim defteri. Resimleri koyacağım. Resimlerin konacak yerleri cam gibi açık, ancak kağıt gibi esnek. Kapağına baktım bir yazı var. “VERİLEN İŞİ YORULMADAN, VAKTİNDE BAŞARMANA BİR ARMAĞANDIR. 16/10/1941 Bugünkü tarih. İmza Sili…. Öylece kaldım. Hüsnü Baykoca Öğretmenin bu işten haberi var ki, hemen bana resim vermek istedi.

 

Keman çalmayı tasarlamıştım. İçimden gelmedi. Çıktım, yemek masalarında oturan nöbetçiler var, yanlarına gitmek için doğruldum, nedense ondan da vazgeçip musluklara gittim. Oradaki nöbetçiler, akordiyon çalmamı istediler. Onlara, “Öğle yemeğinden sonra, olur!”deyip gene yatakhaneye dönerken arkladaşlar gülüştüler. Resimliğime bir daha baktım. Öyle bir süre durdum. Tabak tıkırtısı duyunca dışarı çıkıp çatal kaşık dağıtmaya katıldım. Arkadaşların demin arkamdan neden güldüklerini şimdi anladım. Meğer onların nöbet değişimi öğleleriymiş. Yemekten sonra başka grup gelecekmiş. Üzüldüm, bir olanak sağlayıp uygun bir günde onlara özel olarak çalacağıma söz verdim. Yemekler çorba, etli nohut, yoğurt. Bizim arkadaşların yanına gittim. . Ali Yılmaz Öğretmen aralıksız çalışmış, benim için de, “Bugün dünkü işi çıkaramazsak, kendine pay çıkarır, övünür!”demiş. “Öğretmen şaka söylemiş, o benim daha çok iş çıracağım gibi bunnunla övünmeyeceğimi de iyi bilir!”dedim. Hasan Üner, “Dikkat et! Bu da bir övünme olmuyor mu?” diye sordu. Hasan’a “Kaç makas çıkardınız onu söyle!”deyince Hasan gülerek, “Ben kiremitte idim sen onu makasçılara sor!”dedi. Makasta olan Harun’la Orhan üç makas tamamladıklarını söylediler. “Dün dörttü, bugün üç!”deyip azıcık böbürlendim. Kulaklarına eğilerek birer fotoğraflarını istedim. “Bu da şimdi nerden esti?” diye sordular. Sili Ustayı karıştırmadan arkadaşların resimlerini toplamak istediğimi söyledim. Yusuf, “Ben verdim!”dedi. Ötekiler de Cumhuriyet Bayramına gidince çektirmeye karar verdiler. Hilmi Altınsoy, “Abi anladığım kadarıyla senin bizden sakladığın bir şey var; ama bunun ne olduğunu kestiremiyorum!”deyince:

- 20 ay sonra öğretmen olarak ayrılacağız, buna şimdiden hazırlanıyorum!yanıtını verince inandılar. Yemek sonunda bir an, yalnız başıma kalır gibi oldum. Az sonra yeni nöbetçiler geldi. Bunları da çok iyi tanıyorum. İbrahim Öznal, Mehmet Karakoç, Mustafa Oktay, İlyas Özcan, Mustafa Çavdar, Tevfik Uğurlu, Recep Göçen, Şükrü Akdeniz, Şaban Patır, Necdet Şıpka, Celil Altın , Gülsüm Dinçer…. İşlerini iyi biliyorlar, kısa zamanda her şey yerli yerine gitti. Bu kez de beni buraya nöbetçi bıraktılar. Zaten bizim durumumuzu onlar biliyor. Düpedüz bir Çadır Bekçiliği tarafımız var. Bir önceki nöbetçi Hilmi Altınsoy, her zamanki gibi gene temizliği iyi yapmamış. Aklınca kurnazlık yapıyor;ortaları temizliyor. Bakanlar da iyi temizlenmiş sanıyor. Oysa kenar köşe toz içinde. Çadırın etekleri kadırılıp havaklandırmak, çadır eteklerinin altını da temizlemek gerekiyor. Hilmi bunları atlıyor. Olabildiğince çabuk temizleyip havalandırdım. Tekrar açıp armağanıma baktım. Armağan!Birden Süheyla Öğretmeni anımsadım. Onbeş günlük izinle gittiğine göre bugün yarın gelecek demektir. Kemanı çıkardım istekle çalışmaya başladım. . Yemekhane tarafından sesler gelince aralıktan baktım, nöbetçiler gelmiş, kemanı kapatıp ben de çıktım. Bir süre onları dinledim. Çocukça konuşuyorlar. Onlar da bizim sınıftakiler gibi. Küçüklü b üyüklü, İbrahim Öznal’la Necdet Şıpka aynı sınıfta, Yusuf’la benim gibi. Tevfik Uğurlu’yu dinledim, okuduğu bir kitaptan söz etti. Değirmen. Yazarı Sabahattin Ali deyince, Aynı yazarın Kuyucaklı Yusuf’unu, Fikret Madaralı Öğretmenin sınıfta okuduğunu söyledim. Tevfik onu da okumuş. Tevfik’in kitap okuduğunu öğrenince biraz şaştım. Sessiz, sakin bir arkadaş ama, kitap okuyacağını düşünmemiştim. Ne ilginç bir süre kitaptan söz edince benim düşündüğümü o bana söyledi. “Ben senin kitap okuyacağını hiç düşünmemiştim, hayret ettim!”dedi. Okuduğum kitapları söyleyince ise düpedüz şaştı. Hele Maksim Gorky ile Pearl Buck’un Ana’larını okuduğumu söyleyince iyice şaşırdı. Thais’i “Yeni bitirdim!”dedim. Tevfik yazarını duymuş ama kitabı okumamış. Öteki arkadaşlar da bizim konuşmamızı dinlediler. Şaban Patır, “Tevfik’in çok okuduğunu söyleyince, Tevfik, “Ne diyorsun Abi’nin okudukları yanında benimkilerin adı söylenmeye değmez!”dedi. Konuşmalardan anladım, uzaktan görenler beni müzik çalışması yaptığım için okumadığımı sanıyorlarmış. “Atölye çalışmalarında çok iyi olduğunu biliyoruz ama kitap okuduğunu bilmiyorduk!”dediler. Daha önce hiç düşünmediğim halde bu sözler üzerine aldığım armağanı getirip gösterdim. Çocukların tavırlarında hemen bir değişiklik sezmeye başladım. İbrahim Öznal, “Çok çalışkan olduğunu biliyoruz, bunu görmeyen ya kördür ya da kötü fikirlidir!”dedi. Tevfik Uğurlu ise, “Ben okula geldiğimde ilk olarak ağabeyi tanımıştım!”deyip bir olayı anımsattı. İnşaat yerinden tahtalar taşınıyormuş. Tevfik bir kalası kaldırmaya hazırlanırken ben, “O ağırdır, şunu al!”deyip daha küçük bir tahtayı göstermişim, sonra da o , ağır kalası kendim alıp götürmüşüm. Ben, “Çok doğal o zaman daha küçüktün!”deyip sözü geçiştirdim. Bu güzel konuşmalardan sonra Akordiyonu getirip birkaç parça çaldım. İçlerinde İlyas Özcan’ın keman-mandolin çalıştığını biliyordum. Özellikle onun için baslarla inici çıkıcı gamlar yaparak ilgisini çektim. Benimle hiç konuşmuyordu, “Müzik öğretmeninin ne zaman geleceğini sordu. Bilirmiş gibi davrandım:

- Bugün yarın gelecek!dedim. Akordiyonu bırakınca çalışmalara geçtik. Nöbet grupları öğlede değişiyor, bizimse sabahtan sabaha değişmiş oluşuna takılmıştım. Bu günkü durumu yaşayınca, böylesinin daha iyi olduğuna inandım. Değişik gruplar tanıma daha iyi;bu şekilde gitmesini savunacağım.

Biz işbaşı yaparken Nahide öğretmen geldi, “Benim yararım olur mu, geleyim mi?”diye sordu. Gülsüm’le konuştu. Nahide Öğretmen nöbetçi değilmiş ama nöbetçi öğretmeni yerine bakıyormuş. Nöbetçi öğretmeni de Süheyla Öğretmenmiş. Hemen sorduk, “Süheyla Öğretmen ne zaman geliyor?” Nahide Öğretmen de tıpkı benim gibi, “Bügün yarın, gelebilir!”dedi. İşte bunu, bugünüm için bir şanssızlık saydım. O olsaydı armağanımı gösterecektim. Üstündeki yazıyı okumasını da isteecektim. Nahide Öğretmen, Süheyla Öğretmenin kesin geleceğini söylemiş durumda, demek gelmemesi söz konusu değil. Öğretmen ayrılınca şakalaşarak çalışma hızlandı. İbrahimn Öznal’ı pek tanımıyordum. Uzaktan görünce de ağır, hantal biri sanıyordum, bugün daha yakından tanıdım, çalışkan bir arkadaş. Ancak, işe koşuyorlar ama çoğunlukla getir götür işlerini yapmayı seviyorlar. Gevşemiş kanepeler var, gelip üstüne dört kişi oturuyor. . Dik durması için uclarda oturanla ayaklarını ters basarak denge sağlamaya çalışıyorlar. Öğlede gördüm, “Yeni olmuş!”sanmışım. Akşam yemeğinde de öyle görünce sordum, “ Bu ne zamandan beri böyle?”Bir ucunda Mehmet Ak, öteki ucunda da Salih Sevilmiş oturuyor. “Bunu kendiniz çakamaz mısınız?”diye sordum. İkisi birden sordu, “Biz mi çakacağız?” Güldüm. ”Yok yok, siz değil, siz çivilerle çitaları getirin(Yakınımızda Nöbetçi Gülsüm vardı, onu gösterdim)Gülsüm çakar!”dedim. Mehmet Ak acızık utanır gibi oldu, daha esmer olan Salih, tilki tilki sırıttı. Daha sonra Mehmet Ak geldi, çivilerin nereden alınacağını sordu. Mehmet’in soruşu hoşuma gitti, “Yarın ben getiririm, birlikte çakarız!”dedim. Tilki Salih hiç oralı olmadı. Akşam yemeğinden sonra mutfaktaki işler bir hayli sürdü. Bu durum yarınki yemek durumlarına göre bazan daha uzun sürüyormuş. Biz de neredeyse yat ziline dek oyalandık. Ben gene de erken ayrıldım. Bahanem var:

- Ben, iki nöbeti birden tutuyorum. Lüks nöbetçisi lüks getirdi, bırakıp ayrılınca lüks pırpırladı söndü. Yemekhanedeki biriyle değiştirdim. Az sonra da zil çaldı. Arkadaşlar gelince nöbetim bitti. Salih Baydemir'’e sordum, “Gününüz nasıl geçti?”Salih, kısaca yanıt verdi:

- İyi geçti!”Yusuf hemen söz yetiştirdi. “Ne iyisi yahu? O çocuklar senden korktuğu için öyle uslu uslu durmuşlar, bugün bir birlerini yediler!”dedi. Kim kiminle diyecek oldum, sonra anlatırım deyip gitti. Orhan yatarken azıcık anlattı. Hasan Arabacı ile Kamil takışmış. Onların arasını bulmaya kalkınca Hasan Arabacı bu kez de Hasan Gülümsere çatmış. Süleyman Hasan Arabacı’nın üstüne yürümüş. Güldüm, “Bunları önemsiyorsanız, siz öteki günleri yakından izlemiyorsunuz demektir. Bu söylediğiniz her gün birkaç kez olmaktadır!”Orhan gülerek, “Bu günkünün farkı, Süleyman Ali Yılmaz Öğretmenin yanında efelendi, başka zaman bunu yapmıyordu!”dedi. “Olur öyle şeyler!”deyip yattım. “Verilen işi yorulmadan başarmana bir armağan!” “Yorulmadığımı kim söylüyor ki?”Yoruluyorum yorulmasına da, sızlanmıyorum. Kepirtepe’de de belimden bağlanıp saçak uçlarında dolaşırken, “Korkmuyor musun ?”diye soruyorlardı. Onlara “Hayır k orkmuyorum!”diyordum. Oysa öyle korkuyordum ki, ancak korktuğumu söylemekten de korkuyordum. Bunu söylersem tıpkı soranlar durumuna dişeceğimi biliyordum. ”Korkmuyorum!”deyince soranlar beni kendilerinden farklı görmeye başlıyordu. Zamanla bu farklı bakış kökleşti. Şimdilerde bunun yararlarını görmeye başladım.

Nöbete geç kalmamak kaygısıyla dün gece rahat uyuyamamıştım. Bu gece çok rahat uyumak istiyorum…

 

17 Ekim 1941 Cuma

 

Erken uyandım. Halil sordu, ”Ben mi uyandırdım?Rahat uyuduğumu anlattım. Birlikte çıktık. Nöbet takımını tanıttım. Nöbetçi öğretmenler de bizim gibi sabahtan sabaha görev sürdürüyormuş. Hidayet Gülen Öğretmen geldi. “Siz ikili nöbet mi tutuyorsunuz?”diye sordu. Halil’in nöbetçi olduğunu, benim arkadaşlık ettiği anlattık. Hidayet Öğretmen, “Bu böyle uzun sürmemeli, yazık oluyor, ortalıkta dolaşırken zaman geçiyor. Bir yerde toplanmalıyız artık. Kiremitlenen binaları geçici olarak kullanmak zorundayız, yağmurlar başlayınca gelip gitmeler çok zorlaşacak!”Halil sordu, ”Kepirtepe’ye gitmiyecek miyiz öğretmenim?”Hidayet Öğretmen güldü, “Benim ağzımdan laf almaya çalışma şimdi, bana kalsa, “Buyurun gidelim!” derim. ama onlar demiyorlar. “Burada kaldığımız süre için konuştum!”dedi. Ben ayrılıp geri döndüm, Halil Hideyet Öğretmenle mutfağa gitti. Kahvaltıda gene bulgur çorbası. Mehmet Yücel, “Bunun pilavını yemezdim ama bilirdim. Çorbası ise hiç duymamıştım!”diye konuşmaya başladı. İsmet karşı çıktı, “Sen bilmediğini yok sanıyorsun. Bulgur olduğuna göre çorbası hep vardı. Ben bulgur çorbasını doğduğumdan beri yiyorum!”Mustafa Saatçı İsmet’e sordu. “Benim bildiğim dünyada kabak hep var, onun da çorbası oluyor mu?”Bu kez de Bekir Temuçin söze karıştı:

-Kabak tatlı bir sebze, onun çorbası değil tatlısı olur. Sen hiç kabak tatlısı yemedin mi?diye sordu. Mustafa Saatçı, yemediğini söyleyince birkaç kişi birden “Yalancı, Kepirtepe’de kaç kez kabak tatlısı yedik!”yanıtını verdiler. Mustafa Saatçı:

- Vay be, insanlar Kepirtepe’de ne yediklerini de biliyorlar. Ben, dün ne yediğimi anımsamıyorum!Bu kez de “SS’nin işi çok az olacak!”Çünkü İmam dün ne yediğini unutacağına göre, ona her gün kapıska pişirip “Haydi İmam Efendiciğim bugün de kapıska ye bari!”deyip savuşturacak. Mustafa Saatçı teşekkür etti. “SS, öyle diyeceğine göre hergün kapıska yemeği yiyebilirim!”İsmet bu kez “Kapıska yemeği olduğuna göre kapıska hep varmıydı?”diye sordu. Yemek adları tartışılmaya başlandı. Mercimekten yapılana Mercimek yemeği, nohuttan yapılana nohut yemeği, fasulyeden yapılana fasulye yemeği denmesine karşın kapıska neden özel bir ad olarak ortaya çıkmıştır?”Kapıska adı üstünde kimse doğru dürüst bir söz söyleyemedi ama genel bir kuralda anlaşma oldu. Yemekler genel olarak hangi sebzeden ya da maddeden yapılırsa o maddenin adıyla söyleniyor. Kapıska Niçin farklı?Bu kez söze ben de karıştım. ”Biz bunu geçmişte de tartışmıştık. Patlıcandan İmambayıldı, etten, Kadınbudu köfte, Üzümden pekmez…. Derken biri Mehmet Aygün de tulumba tatlısını anımsattı. Tulumba ile tatlının ilgisi tartışılmaya başlandı. Bu sabah verilen bulgur çorbası bize yemekleri anımsattı. Mehmet Yücel gene son sözü söyledi, ”Yahu arkadaşlar, biz bu yemekleri ilerideki yaşamımızda yiyebilecek miyiz!”Hilmi Altınsoy, ”İmam Mustafa hariç, yiyeceğiz!”deyince Mustafa Saatçı , “Neden ben yiyemeyecekmişim?”diye sordu. ”Bir çok arkadaş “SS, sana her gün kapıska yedireceği için!”diye bağırdı.

Bizim grup toplanmış bize bakıyordu. Yusuf kolumdan çekti, yola çıktık. Yolda hiç çaktırmadan Hasan Arabacıya baktım. Neşesiz. Salih Sevilmiş’i, tanıyıp tanımadığını sordum. O da bana niçin sorduğumu sordu. Arkadaşlar güldüler. Bu kez Kamil’e Mehmet Ak’ı sordum. Kamil de aynı soruyu bana sorunca ben, soruyu değiştirdim:

- Sizi onlara sorsam acaba onlar da böyle neden ararlar mı?Ahmet Has, “Mehmet aramaz! onu bilirim. ”deyince Ahmet Baştürk gülerek, “Salih ise hiç aramaz!”deyip ekledi. “Dün onlar nöbetçi değildi, neden sorduğumu öğrenmek istediler. Bank işini anlattım. Bu kez hepsi birden “İkisi de işlerde kaytarırlar!”dediler. Kendi aralarında da konuşmayı sürdürdüler. İş yerine vardığımızda bir biriyle konuşmayan kimse olmadığını anladım. Az sonra Ali Yılmaz Öğretmen geldi, Recep Kocaman’ı, Orhan’ı Harun’u, Süleyman’ı, Ahmet Has’ı, Hasan Akyol’u, İrfan’ı öbür tarafa ayırdı. Biz büyük tarafta çalıştık. Namık Yücel’i de yukarı çıkardım. Hasan Üner aşağıdan gönderme işini yürüttü. Kamil hiç kanuşmadan çalıştı. Üç makası diktik, 4. kirişi yerleştirirken öğle paydosu oldu. Nedense öğretmen bugün yemekleri sordu, ”Doyuyor musunuz, yemeklerden hoşnut musunuz?”dedi. Bizim sınıf sustu, 8. sınıflar birden patladı, hem doymuyoruz hem de bazı günler çok yenmeyecek derecede ya yanık ya da pişmemiş çıkıyor. Saçma gibi sert mercimek yediğimiz oluyor. Verilen yoğurtlar ekşilikten yenmiyor. Bulgur çorbası bazan çiğ geliyor!”Ali Yılmaz Öğretmen, ellerini kaldırarak “Durun durun, ben hemen öyle sordum, söylediklerinize üzüldüm ama düzelmesi için kullanacak bir gücüm yok. Sabır göstermenizi söyleyerek bu konuyu kapatalım!”Şimdi tüm yetkiler Mustafa Güneri’de isterseniz ona durumu temsilci göndererek duyurun. “Buraya sıksık geliyor!”diyen oldu, Ali Yılmaz Öğretmen burada olmaz, onun makamında oturduğu bir sırada orada anlatmak daha etkili olur. Belki o zaman sorumluları çağırtır, temsilcileri onlara da dinletir. Belki sorumluların da söyleyecekleri vardır, böylece onların sorunlarını da öğrenmiş olursunuz!”Öğretmen ayrılınca Hasan Arabacı bana sordu, “Sen sustun, yemeklerden honut musun?”Hasan!ı yanıtladım. “Değilim ama bunu öğretmene anlatmak istemedim!”Bu kez de “Artkadaşlar temsilci olarak seçseler gider misin?”Açıkladım:

- Giderdim ama şimdi, gitmemem için onemli bir sorun çıktı “Sen sormasaydın gitmemem için bir neden toktu, sorduktan sonra gidersem bu, beni seçin de gideyim anlamı taşır. Bu nedenle gitmem. Bir başka neden de şimdi aklıma geldi, size de söyleyeyim;Sili Usta imzasıyla işlerde çok çalıştığımı belgeleyen bir armağan aldım. Bu sıra böyle bir temsilciliğe kalkıkşırşam benim için rahatça “Şımardı”diyebilirler. En iyisi başka arkadaşları seçelim, onlar konuşsun!”Benim armağan böylece arkadaşlara da duyurulmuş oldu. Olağanüstü bir ilgi gösterilecek, belki tartışma konusu bile olacak, diye beklerken kimseden ses çıkmadı. “Armağan dediğin nedir?”diye soran bile olmadı. Buna hem üzüldüm hem de sevindim. Konuşulsaydı belki ileri geri konuşmalardan etkilenip üzülecektim. Bu açıdan sevindim. Ancak hiç ilgilenilmemesine de üzüldüm. Acaba bu, “Biz senin çok çalıştığını biliyoruz, bu hakkındır mı?”dediler. Yoksa, “Armağanın senin olsun!” diyesi bir tavır mı?Bizim arkadaşların çoğu kıskançtır, biliyorum ama öteki sınıflar neden böyle yaptı?bunu düşüneceğim.

Yemekler az önce konuşulduğu gibi, etli mercimek ama içinde et yok. Mercimekler sahiden saçma. Bektaş Ağabeyim, çiftesinin fişeklerini kendi doldurur. Kuşlar için ayrı, domuzlar, kurtlar, tilkiler için ayrı saçma koyar. Bu ikinciler gerçekten mercimek büyüklüğündedir. Yoğurt iyice ekçi. Hilmi, ayrı yerde çalıştığı için bizim konuşmalarımızdan habersiz. Böyleyken ilk sözü o söyledi, “Bakalım içimizde kim şanslı?Herkes tabağına baksın, tabağında et olan elini kaldırsın! Mehmet Aygün “Benim tabakta var ama bu deri galiba, bu da şans sayılır mı?”Herkes tabağını karıştırdı, kemik, deri parçaları buldu. Hep birlikte “Şanslıyız!”deyip gülüştük. Yoğut için de sözler edildi. “Kimse yoğurdum ekşi!”demez diye bir söz varmış. Hilmi Altınsoy buna da takıldı:”Gel de sen buna şimdi, “Yoğurdum ekşi değildir de!”diye güldü. Hasan Üner karşı durdu:

- Sözü çarpıtma, yoğurt sahibi kendi yoğurdu için bu sözü söylemezmiş. Bizim yoğurtlar çok el değiştirdiğinden sahipsizdir. O nedenle istediği kadar ekşiyebilir!Hilmi dayanamadı:

- Baba bak hemşerim, salt bana karşı olmak için karşı olma!Bak, daha yoğurduna kaşık sürmemişsin, ye, boşalt o kabı da ondan sonra konuş!Hilmi'yi bu kez haklı buldum, desteklediğimi söyledim. Böyledi kon uşmalara karşın tabakları sıyırdık, ne mercimek kaldı ne pilav ne de yoğurt. Nöbetçi Halil Basutçu geldi, sanki az önce bizi dinlemiş gibi o da yemekleri sordu, “Beğendiniz mi?”dedi. Az bekledikten sonra bu kez de “Doydunuz mu?” diye tekrarladı. Ben de yanıt verdim:

- Önce bakıp, attık atıştırdık, sonra da kaşıklayıp attık atıştırdık!Halil güldü, “Söz oyunlarına devammm!”deyip öteki masaya geçti.

Konuştuğum uz üzere yemektyen hemen sonra çalışmaya gittik. Verdiğimiz söze göre yarın öğlede çatı bitmiş olacak. Arkadaşlarda bir yakınma yok. Bıraktığımız yerden başladık. Öğretmen geç geldi. O taraf bizim gibi hızlı değil. Aynı bina çatındayız ama onlar biraz alçakta biz yüksekteyiz. Ayrıca bizim onlara göre çalışma yönümüz ters geliyor. Hele aşağıdaki arkadaşlarımız bir birlerini hiç göremiyor. Çünkü ara duvarla ayrılmış durumda. Namık Yücel, başının döndüğünü söyledi, aşağıya gönüllü indi. Ali Ergin gönüllü geldi. “İhtiyatlar silah silah çatmış ah yolun üstüne hey aman aman-Ali ile Musa boylarına bakmadan hep aşk türküleri söylüyorlar. Ali’ye anımsattım, geçen yıl Okul Müdürümüz Nejat İdil, Aşk şarkıları da güzeldir ama biz her güzelin arkasından koşmayacağız. Hiç değilse öğrenciliğimiz bitinceye dek ara vereceğiz. Bunu yanında daha çok okul için geçerli olanlara sarılacağız!”demişti. Hem de sizin için söylemişti bunlarıMusa da aşağıdan dinliyormuş, “Biz bunları toplantılarda söylemiyoruz, salt öğreniyoruz, unutmamak içinde arada tekrarlıyoruz!”dedi. Gerçekte bunları ben de seviyorum ancak söyleyemiyorum. Bu nedenle de üzgünüm!”Ali Yılmaz Öğretmen seslendi, “Komşular, yeni haberler var mı?Bizi bırakıp gitmiyorsunuz, değil mi?”dedi. “Sizi ancak yarın bırakabiliriz!”dedik. “İyi, öyleyse gene beraber olacağız!”deyip güldü. Öğretmen ayrıca bayrak sordu. yanına gidip, “Bendeki bayrağı Sili Ustanın aldığını yeni bayrağın Hüsnü Baykoca Öğretmenden alacağımı “ söyledim. Öğretmen “Bir zahmet, yarın al!”dedi.

Al sözünden anımsadım, Yemekhane bölümündeki taburelerin çivileri öyle duracak. İyisi mi, grüp başkasın a söyleyeceğine kendim yapayım!”deyip çivi ile bir çekiç alıp götüreyim. Hayret bir şey bizim grupta o ikisiyle de ilişkisi olan yok muş. Bir el desteresiyle birer karış boyunda dört çita parçası ile bir de çekiç aldım. Önce öğretmen sordu, anlattım. Arkadaşlara örnek verdi, “İşte bu bir sorumluluk duygusudur. Bu duygu sizi ilerde köylerinizde sık sık yoklayacaktır. Onu iyi kullandığınız takdirde yararını da göreceksiniz. Köyün ortak yerlerinde onaracağınız bir kapı, cami bahçesinde bir kanepe size bina yapmışçasına hayırdualar ettirecektir. Halkın hayırduaları, kolay kolay değişmeyen güvenilir birer nottur. Tıpkı sizin notlarınız gibi. Öğretmen çalıştığına inandığı bir öğrnciyi kesinlikle korur. O öğrenciye karşı oluşan güveni kolay kolay değişmez. Halkta öyledir. Küçük gibi görülen tavırları değerlendirir, bunları anlata anlata taraftar toplar. Çalıştığınız yerlerde böyle olacak. Bunlara önem vermeyenlerin sanırım halkla yıldızları kolay kolay barışmayacaktır. Köylerinize gittiğinizde bu konuyu bir düşünün, küçük çaplı yoklamalar yapın. Öğretmen sözü gene bana getirdi, arkadaşın gördüğünü daha önce kaç kişi görmüştür de Bana ne?deyip geçmiştir. Yusuf beni övdü, oyunları örnek verdi: -O olmasaydı, ekipler gelip geçecek, biz de onların oynadığı oyunları unutup gidecektik, belki adlarını bile bilmeyecektik. Bizim sınıfta en az yirmi arkadaşımız Sepetçioğlu ya da Merzifon Halayı diye bir oyunun olduğunu bilmez. Geçen gün Harmandalı’dan söz ederken “Hani şu el ele tutmadan koştuğunuz oyun mu?”diye küçümsediler. Az sonra Trakya horası deyince ben de, “Hani şu elele tutuşarak koşulan oyun!”deyip taşı gediğine koydum!Ali Yılmaz Öğretmen, Yusuf’un sırtını okşadı, “İşte böyle, öylelerinin sözü altında kalmayacaksın”. Ali Yılmaz Öğretmen ayrılırken, “Ben şimdi ciddi olarak soruyorum, hani şu tek kişilik oynanan zeybek oyununun adı neydi?”deyince ben yanıtladım “Rıza Tevfik Zeybeği, o oyunu o kendisi düzenleyip kendisi oynamış. Oyun bir dönem çok ünlü olmuş. Hidayet Öğretmen bu konuda çok bilgili, çok güzel anılar da anlatıyor!”dedim. Ali Yılmaz Öğretmen teşekkür etti, “Hidayet ağabeyden ben de sorayım!”deyip ayrıldı. Okul bahçesine dek hiç konuşmadan yürüdük. Ben doğrudan yemek masalarına gittim. Hasan Gülümser’le Süleyman Gege, “Yardım edelim!”deyip geldiler. Halil Basutçu bizi gördü, geldi, “Haydi ustalar, birer tayın fazla hak ettiniz!”deyip güldü. İki parça ile onardık. Bir başka sıra daha varmış, onu da Halil saptamış, “Onu da ben yapayım!”diyerek, elimdekileri, işi bitince yatağımın başına koymak üzere aldı. Çadıra girip keman çalıştım. Bugün dünkü kadar sevinçli değilim. Süheyla Öğretmen bugün de gelmezse, belki hiç gelmeyecek. Tıpkı Behire Öğretmen gibi, “Bir de Süheyla Öğretmen gelmişti!”deyip geçeceğiz. Ya da arkadaşlar öyle deyip geçecekler. Ben o zaman ne düşüneceğim?Behire Öğretmen için, “O, benim için iyi bir öğretmen değildi, beni kemandan kopardı1” diyordum. Süheyla Öğretmen için, “O benim için iyi bir öğretmendi beni kemana bağladı!”deyip duracak mıyım?Yoksa “Ne farkları var ki?Sonunda o da bırakıp gitti! mi diyeceğim?”Gerçekten bir şeye bağlanmıştım ama o, keman mıydı yoksa keman arada bahane miydi?Bunları konuşabilecek miyim?Hele Süheyla Öğretmenin dediği gibi, o ayrılıp gidecek okumayı sürdürecek; ben de çalışıp kazanacağım, bir gün kesinlikle karşılaşak mıyız?O bana:

- Nasıl, ben dememişmiydim sen de kazanacaksın diye, işte dediğim çıktı!deyip gülecek mi?Bu kadarı bile olsa sevinmeliyim. Çünkü bu söz de -tıpkı Sili Ustanın armağanı gibi-yalnız bana söylenmiş bir güzel söz.

Halil geldi. Zaten bırakacaktım, o gelince kemanı kutusuna koydum. Halil dinlemiş, “Kemanı oldukça ilerletmişsin!”dedi. Halil’le Kepirtepe’de aynı sırada oturuyorduk. Beraberliğimizi burada sürdüremedik. . Ben marangozlukta, o yapıcılıkta olunca zorunlu olarak ayrı düştük. O başlangıçtan beri Namık Öğretmenle çalışıyor, işlerdeki başarısı çok iyi. Namık Öğretmen bunu açık açık söylüyor. Naci, İrfan ya da Hamdi öğretmenlerden birisi gelseydi beni de tutan bir öğretmenim olacaktı. Ali Yılmaz Öğretmen de tutuyor ama o daha yeni, geçmişle bir ilgisi yok gibi. O, şimdi yapılan işlerle ölçüyor. Halil yemekhaneye döndü ben de dersliğe gittim. Derslikte önümüzdeki on gün hesabı yapılıyor. Bu on günde güzel bir program yapıp Ankara’yı öğreneceğiz. Ben Cebecideki okulu görmek istediğimi söyledim. Gideceğimden değil ama bir yer söylemiş olmak için direttim. Açık olarak söyleyemiyorum, ”Orada bir tanıdığım var onu göreceğim!”diyorum. Bu sıra İsmet geldi “Kim diye soracak diye telaşlandım. Neyse ki, İsmet bir şey sorup gitti. Yemekte sulu köfte, yufka makarna. Bildiğimiz yufkaları kesip pişirmişler. Ben sevdim. Daha doğrusu eleştirileri önlemek için sevdiğimi söyledim. Eleştirenler alışkanlık edinmişler, tabaklarını yalıyorlar ama bitirince de söylemedik söz bırakmıyorlar. Bir Mehmet Yücel “Sevmedim!”dediğini yemiyor. Aç da kalsa yemiyor. Ona inanıyorum. Üstelik o, yemek üstüne de konuşmuyor. Okulun yemeklerini genellikle beğenmediğini söylüyor ama onun söylediği başka bir şey. O, “Bu yemekler daha temiz, daha özenle yapılabilir; yapılmalıdır!”diyor.

Dersliğe dönünce Bu kez Yunanistan Tarihini okumaya başladım. Yunanistan Tarihi bu kitpta bölümlere ayrılmış. Önce Girit Tarihi işleniyor. İ. Ö. 2000-1400 yılları arasında parlak bir dönem geçirmişlerdir. Knossos Sarayı, kalıntıları vardır. Çok odalı oturma yerleri olan mezarlar bırakmışlardır. Taşlara, ağaçlara, hayvanları kutsal saymışlardır. Duvar resmimnde ileri gitmişlerdir. Giritten sonra uygarlıkta ilerleyen Miken kentidir. Tarihte buna Miken Uygarlı denir. Miken, Pelopones Yarımadasının orta kuzeyinde bir kenttir. Girit yıkıldıktan sonra parlak bir dönem yaşamış, Yunanistan dışına taşarak Antalya dolaylarında yerler tutmuştur. Kuyu mezarları ilginçtir. Mikenlerden Kalan Tirins şatosunun Aslanlı Kapısı ilginçtir. Yunanistan Tarihi için kısaca Dor’lar la Akalar bilinecek. Akalar Yunanistan Yarımadasının eski halkı. Akalar, Dor’lar gelince Anadolu yarımadasına geçmiştir. Ege Bölgesine geçen Akalar, İzmir(Smirne), Efes(Efesos), Milet(Miletos), kentlerini kurmuştur. Ege Bölgesini de ikiye bölerek, Kuzeye Aiolia, güneye de İonia demişlerdir. Yunanistan’ı alan Dorlar kendilerine göre bir düzen kurup yeni yerleşim bölgeleri olurturmuştur. Korinty, Isparta, Larissa, Atina, Tebai bunların en ünlüleridir. Dorlar giderek Yunan Yarımadası halkı olmuş, denizaşırı seferler yaparak, önce Anadolu'ya daha sonraları da Afrika kuzeyinde Akdeniz kıyılarına çıkmışlardır. Ayrıca Karadeniz kıyılarında Trabzon, Giresun, Samasun, Sinop kentlerinin temellerini atmışlardır. Yunanistanda kurulan kentler. Isparta-Atina-Tebai-Tesalia, Korint

Isparta. Pelopone Yarımadasının güney bölümünde dağlarla çevrili bir yerde kurulmuştur. Halkı 3 boya ayrılmıştır. 1. Toprak sahibi seçkin Dorlar. 2. Kırsal kesimlerde yaşayan yoksul ama söz sahibi Dorlar. 3. Hiç bir hakka sahip olmayan, ama toprakta çalışması zorunlu eski Akalılar.

Isparta önce Krallıkla yönetildi. İ. Ö. 600 yıllarında krallık kaldırıldı, meclislerle yönetilmeye başlandı. Isparta Eğitimni tarihe ŞİDDET EĞİTİMİ olarak geçmiştir. Çocukları yaşama güçlü olarak alıştırmak için zorlu sporlar yaptırılıyordu. Anneler bile çocuklarına şefkat yerine şiddet gösteriyordu. Zorlu çalışmalar içinden gelen gençler çok savaşçı oluyordu. Termopil kahramanları ile başlarındaki Leonidas buna örnek gösterilir. Pers Hükümdarı Serhas, teslim olmaları için elçi gönderir. Leonidas elçileri kuyuya attırır. Buna kızan Serhas öc alma amacıyla geçtiği yerleri yakarak Termopil’e dayanır. Termopil dağlar arasında dar bir geçittir. Isparta kralı Leonidas 300 askeriyle bu geçiti tutar. Koskoca Pers ordusu dayanıp kalmıştır. Serhas hile düşünür, bir Teselyalı’yı satın alıp, Termopil’in arkasına çıkan bir yol öğrenir. Leonidas 300 yiğit askeriyle sarılmıştır. Tek kişi kalana dek vuruşurlar. Persler binlerle sayılmaktadır. Oysa Leonidas tek kişi kalana dek savaşır. Son kişi bile savaşarak ölür. Savaş sonunda bir anıt dikilir. Anıtta:

-YOLCU! GİT ISPARTA'YA DUYUR;ONUN YASALARINA UYARAK BURADA HEPİMİZ ÇARPIŞARAK ÖLDÜK!

Isparta güçlü oluğu dönemde Ünlü Pelopones birliğini kurdu.

(Buraya bir not ekliyorum. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen kimi kere kızınca, (Öğretmen hiç kızmazmış gibi güler ama bazan sözlerinden kızdığı belli oluyordu. ) “Ne o yumuşaklıktan hoşlanmıyorsun galiba, bizden Isparta türü şiddet bekleme, biz senin istediğin tavra girmeyiz. Lütfen sen, bir zahmet bizim çizgimize girmeye çalış!derdi. Bir kere de çiçekten, gülden söz ederken, Bursa nilüferleri, Isparta gülleri deyince arkadaşın biri, yanındakine “Atina’nın nesi?” deyiverdi. Salih Ziya Öğretmen bunu duydu. “Atina’nın nesini fesini bilmem ama senin kafanın içindeki (Eliyle başını göstereek) Isparta’nın o, bugün zorbalık dediğimiz öğretme –öğretme sistemine takılıp kalmış galiba;aklını topla, “Arayan bulur inleyen ölürmüş!”Sakın ha, bu sözü unutma!”demişti. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmeni burada anımsadığım iyi oldu. Onun resmini de alacağım. Böylece, Müdür: Nejat İdil, mdyr: Ömer Uzgil, Türkçe Öğ. Fikret Madaralı, Mat. Öğ: Ahmet Gürsel, Tar. Öğ :Salih Ziya Büyükaksoy, Yapıcılık Öğ:Namık Ergin-Hasan Çevik, Maran. Öğ:Naci İnan-Hamdi Bağ-İrfan Evren. Bu on öğretmenimin yerlerı hazır. Ötekileri de bir sıraya koyup resimlerini edinmeye çalışacağım. Süheyla Öğretmen dışında hepsinden isteyebilirim. Zaten o resim verse bile koyabileceğimi sanmıyoum. Ayrılıp gidince düşüncelerimde kesinlikle değişilklikler olacaktır.

 

ÖĞRETMeNLERİN RESİM LERİ

 

 

Yat zili çaldı. Nedense bu akşam İsmet geldi, kolumdan çekti. Gizli bir şey söyleycek sandım arkasına takıldım. Çadırın kapısında, “Beni getirmen için takıldım!”dedi. Arkadaşları her akşam yolda lafa tutup oyalıyorlarmış;bumdan böyle o da benim gibi erken yatacakmış. “Dilerim sözünde durup öyle yaparsın!”dedim. Yatar yatmaz uyuduğumu sanıyorum.

 

18 Ekim 1941 Cumartesi

 

Uyanınca Orhan’a baktım, uyuyor. Dışardan tıkırtı falan gelmiyor. Tam Orhan'ı dürteceğim sırada dışarıdan bir ses geldi, “Yusuf, nerdesin?seni bekliyoruz!”Şaşırdım, Sesi de bizim Abdullah’ın sesine benzettim. Aynı sesten Orhan da uyandı. Yusuf’a baktım karşımda üstte uyuyor. Abdullah da yanında bir altta. Okulda başka Yusuf olduğunu da bilmiyordum. Dışarı çıktım. Nöbetçiler. Üstüne üslük bir de “Sizi uyandırdık mı ?” diye sordular. “Bir daha bağırısanız hepsi dışarı çıkacak!”dedim. Bağıran çocuk İlyas Özcan’mış. üzüldü. Müzik çalışmalarından tanıyorum. Bu kez şaka söylediğimi, ben daha önce uyanmış olduğumu anlattım. Bu ara nöbetçi arkadaşımız Orhan da geldi. Birlikte mutfağa gittiler. Çadıra dönünce, benim dışarı çıkıp konuştuğumu söyleyen oldu, açıkladım. “Bir yanlışlık olmuş, çocuklar sesin o denli duyulacağını düşünememişler, arkadaşına seslenivermiş!”dedim. Yusuf karşı durdu, ancak olayın ne olduğunu da bilmiyordu; bana, “Sen kimse o çocuğu korumaya çalışıyorsun!”dedi. Gülerek Yusuf’a “Senin bu okulda bir adaşın var, biliyor musun?”dedim. Yusuf, ”Şimdi bu olayla benim adaşımın ne ilgisi var?”dedi. Bu kez olayı anlattım. İlk kez bir ses, “Yusuf nerdesin?”diye bağırdı. Ben de sen aranıyorsun diye dışarıya çıktım. O zaman nöbetçi çocuklarla karşılaştım. Çocuklar özür dilediler. Sen olsan ne yapacaktın?Fettah Biricik, “Ağzına bir tane vuracaksın!”deyince, “İşte çocuklar orada git, istersen iki tane vur. Bağıran İlyas Özcan, kendine bağırılan da Yusuf Başaran adlı çocuklar. Ben gittim kendileriyle konuştum, içerde arkadaşlar uyuyor, rahatsız oldular!”dedim. “Siz isterseniz rahatsız olduğunuzu söyleyerek, o söylediğinizi yapabilirsiniz. Unutmayın ki onlar da sizin gibi öğrenci. Üstelik özür dilemeyi, kabahatı iyi biliyorlar. Bir daha tekrar edilmeyeceği üstüne söz veriyorlar. İsterseniz, çağırayım gelsinler burada dövün. Ancak umduğunuzun dışında bir durumla karşılaşırsanız kaçmaya da kalkışmam!” Ali Önol, “Sen orada korktuğun için mi yumuşak davrandın?”diye sordu. “Yok, siz beni kurtarmazsınız diye sizin için kavgaya kalkışmadım. Çünkü ben zaten uyanmıştım. Bu nedenle Yusuf ya da Ali diye bağırmalar beni fazla etkilememeişti. Ben salt arkadaşımız Yusuf’n adı geçtiği için çıktım. Sesi de Abdullah’ın sesine benzettim. Birinden biri rahatsız olmuş olabilir düşüncesiyle üzülerek çıktım. Böyle bir şey olmadığına sevincimden sertlik mertlik düşünmedim!”Söz uzayacak, sonunda iş kavgaya dönecek kaygısıyla İsmet, “Dayı beni neden kaldırmadın?”diyerek sözü değiştirdi;kolumdan tutup dışarıya çıkardı.

Kahvaltı zili çalınca yerlerimize oturduk. Kahvaltı sırasında iki çocuk da masalar arasında geziyordu. Fettah’ların masasında oturan Ahmet Güner’e çocukları gösterdim. Birisi İlyas Özcan'dı. Ahmet geldi, kulağıma, “O çocuğun kardeşi var, sen bilmiyorsun herhalde pehlivan, Fettah’ın pusulasını şaşırtır!”dedi. Kastettiği çocuğu çok iyi tanıyordum ama kardeş olduklarını unutmuş olabilirim. İsmedt Özcan. Hilmi çok yakından tanırmış, anlattı. Çocukların ikisini de ben nöbetlerden iyi tanıyorum.

Kahvaltıdan sonra Hüsnü Baykoca Öğretmene uğrayıp bayrak aldım. Hüsnü Baykoca Öğretmen, gülerek, “Haydi bakalım Çeşmekollu, burada bir düzüne bayrak var, hepsini çatılarda dalgalandırabilirsek belki Hasanoğolanlılar uykularından uyanırlar. Biliyor musun ben Trakya’nın dağ köyleri de gezdim, hiçbir köyde burası kadar hantal, yaşamdan bıkmış insanlarla karşılaşmadım. 300 hane ne demek, sizin Hamitabat 300 hanedir;buranın yanında canlı bir kent sayılır. Günlük gazete gelir, bilirsin. Burası uykuda. Bir tek muhtarları adam gibi adam. O da olmasaydı, biz burada çok zorluk çekecektik!”dedi. Arkasından da “Aman bu sözler aramızda kalsın, ben bugün biraz efkarlıyım;seni görünce dilimi tutamadım!”dedi, arkamı okşayarak kapıdan uğurladı, gene gelmemi tembihledi. Nedense çok hoşuma gitti. Zaman zaman arkadaşların eleştirilerine kapılıp olumsuz duygular geliştirdiğim oluyordu ama bugün gene eski yıllardaki gibi sevimli buldum.

Öğretmen gelmiş, Hüsnü Baykoca Öğretmenin sorular sorduğunu, konuşmak zorunda kaldığımı anlattım. Ali Yılmaz, “Çok doğal, işim var gidiyorum, denmez, nezaket denilen bir takım tavırlar vardır. Bunlar insanların ölçüsüdür. Bunları aşarsan kapılar birer birer yüzüne kapanır!”Bayrağı asmak için bir parça aramaya giderken Hasan Gülümser hazırlamış geldi, Hasan bir şey demeden öğretmen, “Sen hak ettin, hadi çak bakalım!”dedi bana, “Usta izin veriyor musun ?”diye de sordu. “Söz sizin öğretmenim, ben iki tane hatta üç tane çektim. Arkadaşlar hep göz yumdular, bundan sonra sıra onların, seve seve” dedim. Hasan yukarıdan sordu, “Nereye çakayım?”Öğretmen onu da Hasan!a bıraktı. “Bayrağın ucu değmeyecek bir yükeklikte istediğin makasa!”diye bağırdı. Hasan, gidip ortak kalkan duvarı bitişiğindeki makasa çaktı. “GÖLGESİ SİZE DE DÜŞSÜN!”dedikten sonra oradakilere de dil çıkararak takılmış. Bunu öğretmen görmüş, sordu “Kime dil çıkardın?”Hasan hık mık edince, öğretmen, Söyle oğlum, kime dil çıkardınsa bundan sonra bayrak sırası onun olacak, o nedenle soruyorum!”deyince Hasan Gülümser, “Hiç öğretemenin hemen öyle, kendi kendime çıkardım!”deyince, öğretmen, Sen de az kurnaz değilsin ha! gülümser olduğun kadar “Benim’ser olmaya çalışıyorsun, açıkgöz!”dedi. Benimser olarak bir sıfat duymamıştık. Kötümser, iyimser var ama, deyince Hasan Gülümser, “Abi ya, benim soyadım sıfat mı oluyor?diye sordu. “Neden olmasın, sen bunu bilmiyor musun?”deyince Hasan, biz bu sıfat mıfat gibi şeylşeri okumadık mı yoksa ben mi atladım, bilmiyorum. Sıfat olarak da bir renkleri anımsıyorum:Yeşil ağaç, kırmızı bayrak, sarı gül, bir de küçük çocuk, yuvarlak top gibi şeyleri biliyorum. Hasan’a üzülmemesini söyledim, tüm kuralları biz de bilmiyoruz. Benim de bildiğim, sıfatlar da birer sözdür. İstersek biz onları sıfat olarak kullanırız. Senin yeşil ağacının yeşil sıfatını alıp bir lik eki takarsak;sıfatlığı ortadan kalkar bir ad olur:Yeşillik. Küçük çocuğun sıfatı olan küçük sözüne de bir lik(burada luk) eki takınca çocukluk olur. Biz onu insanların bir yaşam dönemi adı olarak kullanırız. Bu konular aslında çok kolaydır. Çünkü çevrende bir bilen kesinlikle vardır. Metematik ya da yabancı dil gibi değil. İstersen birlikte çalışır bildiğim kadarını sana da öğretirim. Ben de zaten çoğunu sora sora Sami Akıncı’dan öğrendim. Hasan çok sevindi, sözleştik çalışacağız. Biz son makası kalkan duvarına bağlarken öğretmen paydos işareti verdi. Bayrak törenine zamanında yetişelim!”dedi. Bayrak Töreni deyince azıcık burkuldum. İlk anımsayınca birden kederleniyorum;sonra sonra kederim dağılıyor ama çevremde anlatılan en gülünç sözlere bile bir süre gülemiyorum. Öğleden sonra bugün de dinlenme var. Yemekler arası ungun bir zamanda listede olanlar oynayacak. Bahçeye girer girmez gözlerim Hidayet öğretmeni aradı. Benim ölçüm Hidayet öğretmen;o ortalıkta yoksa kesinlikle Süheyla Öğretmen vardır. Kapıdan girerken daha kendisini görmeden sesini duydum; Hidayet Öğretmen:

-Şu düzen denilen alışkanlığı bir türlü edinemediniz!diye bağırdı. İçimden “Bakınmaya gerek yok!”dedimTören sırasında arkadaşım Sefer Tunca, eğilip, “Bu müzik öğretmenini de kaçırdık galiba, gene yok!”dedi. Hiç ilgilenmiyormuşum gibi, “Daha onbeş günü dolmadı!”diyecek oldum, Sefer arkadaş, “Yanılıyorsun, bugün gideli onyedi gün oldu!”deyerek o kendi doğrulu kanıtlarken ben içimden aklımca ilgisizliğimi kanıtlamış oluyordum. Bu kez Arif Kalkan, “Şu işe bak mandoline heveslendik, öğretmen yok oldu!”dedi. Ona da gelecek falan dedim ama neredeyse “Giderse gitsin, deyip ayağımı yere vuracaktım. Yemeğe girdik. Masaya oturunca da konu Müzik Öğretmeni oldu. Ancak çok konuşulunca bende bir rahatlama oldu. Süheyla Öğretmeni savunmaya daha doğrusu bizi bırakmakta haklı olduğunu anlatmaya kalkıştım. Kepirtepe’de Beden Eğitimi için gelen Rukiye Dökmen Öğretmeni anımsattım. Karşı tepelere bakıp, “Allahın Kırında yapılmış bir okulda çalışmayı güşünmüyordum!”demişti. Bu söze sınıfta tek ben karşı durmuştum ama öğretmen beni sene sonuna dek göz altında tutmuştu. O öğretmen haklıydı. “Biz neden böyle bir okulda okuyoruz?Köy yaşamına , köyün koşullarına uyalım diye. Demek insanlar için bir uyum sorunu var. Süheyla Öğretmen Ankara’da doğmuş, orada okumuş, ora okulları için yetişmiş bir ressam kızı. Nesden gelsin burada zorluklar içinde çalışsın?”Hilmi Altınsoy baklayı ağzından çıkardı “Vallahi Abi, ben seni bir türlü anlayamadım, doğrusu senin bu öğretmene aşık olduğunu sanıyordum. Sanıyordum da değil bana göre her halinden tavrın bunu belli ediyordu. Bu durumun tüm arkadaşların gözünden de kaçmıyordu. Şimdi ise gitmiş olmasını ister gibi konuşuyorsun!”Bu kez de Hasan Üner Hilmi’ye, “Ne biliyorsun hemşerim, belki abi içgüvesi olmak niyetinde, Süheyla Öğretmen gidince arkasından o da damlayacak!Bu kez çıkıştım, “Siz benim ne demek istediğimi anlamaya çalışın;insanlar yetiştiği çeyrede daha uyumlu davranırlar. Köylerde hiç kimse gidip kentlerden gelin getirmez. Kentliler neden köyden damat getirsin?Bizin ailede buna iki örnek var:Hasan Büyükeren amcamın eşi Atiye yenge güzel bir örnektir. Köye geldiğinde bir yığın dırıltılar olur, Atiye genge gidince ablalarım, yengelerim günlerc onu konuşurlardı. Yengemi pek yermezler ama onun önerilerini de anlamsız bulurlardı. Örneğin Atiye gengenin direreterek açtırmaya çalışmasına karşın başlarının açılmasını istemezler. Açık başla tarlada yağmurda-yaşta, karda ya da güneşte çalışılmaz;hele harmanda taneleri samandan ayırmak için yapılan çalışmalarda baş açık yaba kullanılamayacağını gülerek anlatırlardı. Bizim okulun varlığı da bu anlatmaya çalıştığım nedenlerden ötürüdür. Kentli öğretmenler gidipköylerde kalmak istemiyor. Biz istemesek de kalacağız!”deyip kestim. Mehmet Aygün, “Vay canına!köye atandığım yıl evlensem, bir yıl sonra çocuğum olsa, ben köyden kurtuluncaya dek bernim oğlum şimdiki benim yaşımdan büyük olacak:Yusuf dayanamadı, gülerek:

-Onokuz yaşında bir tosun!Mehmet Aygün tosun sözüne kızdı, “Benim karım inek mi ki oğlum tosun olun?”deyince Hasan Üner, “Tosun insan adı da var, genç, dinç delikanlılara da tosun, denir diye araya girdi. Ben de Ömer Seyfettin’in öykusunu anımsattım;Fikret Madaralı öğretmen derste okumuştu.

Konuşa konuşa dersliğe gittik. Ahmet güner de bize katıldı. Konuştuğumuz saati bekliyoruz. Vakit geçirmek için radyo dinlemeye gittik, geç kalmışız saat 3-5 arası kapalıymış. Çeşme başına gittik. Bizim kızlardan bir grup vardı. Necmiye, Melahat, Gül de aralarındaydı. Onlar ayrılınca yanımızdan geçerken sordum:”O köylü kadınlarla gülüşerek ne konuşuyorsunuz?”dedim. Melahat , “Abi onlar kadın değil;bizim yaşımızdaki köy kızları!”dedi. Şaşırdık. Hepsi üst üste giyinip sarınmışlar, başları yastık gibi. Melahat, Onlar çok giyindikleri için öyle iyi görünüyorlar, yakından bakınca yüzleri küçücük, inanın!”dedi Yusuf Asıl, Siz de öyle giyinseniz daha büyük görüneceksiniz, değil mi? deyince Necmiye sinirlendi; “A, niçin öyle giyinecekmişiz?siz köylü erkekler gibi giyinin, size yakışır. Yusuf’a dönerek, “Muhtar gibi giyin, bir de tespih al muhtar olusun!”Hepimiz güldük. . Kızlar ayrılınca, Yusuf biraz dile düştü. “Muhtar!”Yusuf durdu durdu sordu:

-Yahu ben bu kıza ne dedim ki? “Seni gözüne kestirdi!”diyenler oldu. “Az sonra oyuna galecek sorarsın!”dedim. Bu kez Yusuf, “Ben soramam, sorsam ne soracağım?Ben çadırdan akordiyonu aldım, muslukların yanına gittik. Önce Ahmet’le Yusuf Dağlı, Bengi oyunlarını oynadılar. Kızlar büyük bir grup oluşturdular. Yeni katılanlar ayrı olmak istedi. Ben Yusuf’a “Muhtar sen onlarla çalış!”dedim. Necmiye baktı, geldi, “Abi, benim dediğim için mi dediniz onu?”diye sordu. “Evet arkadaşa ad taktınız!”dedim. Özür diledi. ”Özrü benden değil arkadaştan dile!”dedim. “Peki, deyip üzgün olarak ayrıldı. Akordiyon çalarken gözlerim hep Necmiye’de oldu. Yusuf’a üzgün üzgün baktı. Ahmet’in çok büyük bir halkası oldu. Sonunda kızları ordaya aldık. birlikte tekraralamalar yaptık. Duraksamadan yapılan bir çalışma oldu. Zincirlerden kopmalar başlayınca bıraktık. Herkes neşeli olarak ayrıldı. Uzaktan izledim, Necmiye birkaç kez Yusuf’a baktı, Melahat’la birşeyler konuştu, sonra Melahat'la kolkola girip birlikte gittiler. Akordiyonu bırakınca biraz da keman çalıştım. Bugün keman günüm değilmiş, ne çaldıysam sesler kulaklarıma battı. Çıkıp dersliğe gittim. Liseli Ali gelmiş, Sami olmadığı için bu kez oturmuş arkadaşlarla konuşuyordu. Gidince ben de dinledim. Ali okuldaki arkadaşlarını, yaramazlıkları anlatıyordu. Bir ara ben derslerle ilgili bilgiler almak istedim. Biz hiç kimya dersi görmedik. Fiziğin ise salt konularını biliyoruz. Onu da ben biliyorum. Arkadaşlar, fizik dersinde ne okunduğunu da bilmiyorlar. Ali, kendisinin de en zorluk çektiği iki dersin Fizik-Kimya olduğunu anlattı. Sami geldi, bu kez lise dersleri bir kez daha tekrarlandı. Sami Akıncı iyiden iyiye lise derslerine hazırlanıyormuş. Kendi söylemiyor ama Ali’ye söylemiş, Ali de arkadaşlara açıkladı. Ali bana Edebiyat’la Tarih kitaplarını getirmişi. Bu kez de fizik- kimya-Matematik(Aritmetik-Geometri) kitaplarını getirecek. Ben köşeme çekildim Yunan yarımadasına bakarken Ali gitmek üzere kalktı, çıkarken döndü, ne düşündüyse bana, aklına bir şey gelmesin, sonradan düşündüm, , ınıf geçen arkadaşlarımız içinde kitaplarını iyi koruyanlar var. Onlar tüm kitaplarını birden satmak istiyor. İstersen öyle tam bir takım alayım!”dedi. Bunun, benim için de daha iyi olacağını düşündüğümden, almasını söyledim. Önce bulacak, ederini öğrenecek, bana haber verecek!Teşekkür ettim. Tarih’le Edebiyatı İsmet’e hediye ederim…Yemekte bizim masanın konuşma konusu Sami Akıncı oldu. Konuşsam ben daha daniskasını söylerim ama susuyorum. Benim yerime Hilmi Altınsoy’la Mehmet Aygün söylüyorlar. Hilmi Altınsoy, “Vay canına, arkadaş gözümüzün içine baka baka işleri bizim sırtımıza yıktı, lise dersi çalışıyor, çekip gidecek!”Ben çok doğalmış gibi karşılık verdim. “Ne var yani Sabit Soysal Öğretmenin kardeşi Hüseyin de çekti gitti, neyimiz eksildi?”dedim. Hilmi sinirlendi, “Abi, senin ki de söz mü?Onunla bu bir mi?Sen Sami’nin işlerde çalıştığını gördün mü?”Güldüm, “Ben bunu daha ilk yıl söyledim, hepiniz üstüme geldiniz. Kooperatifi Sami’nın elinden ben aldım. Siz bana oy bile vermediniz. O zamamnın 6. sınıflarının (Şimdi 8. sınıflar)oylarıyla yönetmeliğin uygun kooperatif kurduk. Harun Özçelik, Salih Baydemir, İsmet Yanar, Hasan Üner, Halil Basutçu dışında kimse bize oy vermedi. O zaman neredeydiniz?Sorun kooperatif değil, Sami oraya kümelenmiş, koopratif adı altında öğleden sonraları iş derslerinden kaçıyordu. Bana ders öğretmenleri, “Sami nasıl yapıyor dediklerinde verdiğim yanıt belliydi:

-Sami her gün öğleden sonra ödevlerini hazırlıyor. O saatlerde ben binaların çatılarında iş bitiriyorum!diyordum. Gerçi bunu bir kez söyledim, dişimi sıkıp bunu diyecek duruma düşmemeye çalıştım. Orasını siz de biliyorsunuz. Almanca dersi dıkşında hiçbir dersimin notu Sami’den düşük kalmadı. Sanat –Tarım derslerindeki başarımı ise Sami rüyasında bile göremez. Bu nedenle bana Sami için söz söylemeye hakkın yok. Sami Liseye geçerse sevinirim. O çalışkan bir arkadaş. Okumak onun hakkı. Aramızda kalması bence yanlış. O da benim gibi köy öğretmeni olursa ben ona üzülürüm. Sami köylünün işalanında nesine yardımcı olacaktır?Öğretmen okulunu bitirmişler gibi salt derslere girip çıkacaktır. O zaman bu okulda okumuş olmasının bir anlamı olmayacvaktır. Ben bunları düşünüyorum. Arkadaş olarak benim Sami için başka düşünecek neyim olabilir ki?Çalışkan bir arkadaş, büyüklerimize kendini sevdirmesini biliyor. Zaten bu durum, büyüklerimizin haksızlık yaratan hoşgörüsünden ileri gelmektedir. İlk günden daha o na da “Atölyeye gireceksin!”deselerdi, Sami kesinlikle kültür derslerinde de benim önüme geçemeyecekti. Tek bir saat iş derslerinden kalmadan onun aldığı notu aldığıma göre, onun haftanın 5 yarım gününü benden fazla çalışmasının ne anlamı kaldı?”Bu 2, 5 gün eder, Sami bun kullanamasaydı asla böyle bir öncelik alamayacaktı. Hilmi, “Haklısın ağabey, yerden göğe dek haklısın. Biz hep çocukluk ettik, çocukluğumuzun acısını çekiyoruz. !”Bu kez de “Acı çekecek bir şey yok, bir arkadaşımız çalışıp başarılı olursa sevinelim. Biz de aynı başarıyı gösterseydik başkalarına acı mı çektirmiş olacaktık?”Atalarımız:”Çalışan kazanır, inleyen ölür!”demiş. Herkes güldü, ”Böyle bir Atasözü duymadık!”dediler. Ben de “Bizim köyde var, sık sık da söylenir!”dedim. Yemekten sonra bir grup Sam’nin etrafında toplandı Saminin anlattıklarını dinlediler. İçimden güldüm, Sami Ali’nin anlattıklarını tekrarladı. Oysa arkadaşlar daha önce Ali’yi dinlemişlerdi. Matematik Öğretmeni sıfırcıymış, Tarih Öğretmeni toptancıymış, Fizik Öğretmeni kesirciymiş, Kimya Öğretmeni, baskıncıymış. v. b”. Keşke bizim öğretmenler de öyle olsa da çalışmayanlar günlerini görse!”deyip Yunan Tarihi’nde geçen adları sıraladaım. Heykeli yapılmış Tanrılar ilgimi çekti. İnsan resmi gibi resimleri var. Seuz, Hera, hermes, Apollon, Artemis, Afrodit, Nike tanrılar. Leonidas, Perikles, Temistokles, Alkibyades, Lisandros, Atina ile Isparta arasındaki anlaşmazlıklar iki tarafı da zayıf düşürmüş. Sonuçta Makedonya Yunanistana egemen olmuştur. Makedonya’yı Filip güçlendirmiş, oğlu İskender de doruğa çıkarmıştır. İskender salt Yünanistan’ı değil, Anadolu, bu günkü, Suriye, Mısır, Irak, İran’dan sonra Afganistan, Pakistan olmak üzere büyük bir imparatorluk kurmuştur. Kısa ömürlü olmasına karşın kültürler arası etkisi bakımından yeni bir çağ açmıştır. Büyük İskender’in kısa ömrüne karşın kendi adıyla kurdurduğu 12 büyük kent Yunan Uygarlığını Orta Asya içlerine dek yaymıştır. (İ. Ö. 336-320)Sanat-Bilgi alanında yetişenler:Destancı Homeros. Destanları:İlyada-Odise. Söylevci. Demosten, Tarıhçiler:Heredot-Tukidides, Ksenefon. . Felsefeci: Sokrates(Sokrat), Eflatun(Platon), Aristotales(Aristo)Bu ünlü adların ne yaptıklarını ayrıca yazacağım. Sokrat’ı biraz biliyorum, Çok soru sorarmış ama o sorular sonunda doğru ortaya çıkarmış. Eflatun da Sokrat’ın öğrencisiymiş. İlk kez okul kuran kişiymiş. Aristo da Eflatun’un öğrencisiymiş. Aristo ise ilk lise okulunu kurmuş. Bunları bize iki, kez ayrı ayrı iki kişi anlatmıştı. Birincisini, Fikret Madaralı Öğretmen İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nu anlatırken Yunan Filosofları vardır:Sokrat-Eflatun-Aristo, Sokrat Eflatun’ub Eflatun da Aristo’nun öğretmenidir. Tıpkı bizim gibi:Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu benim öğretmenim, siz de öğrencim oluyorsunuz!”demişti. Bir yıldan fazla bir zaman sonra Başmüfettiş Hayrullah Örs bir gece dersliğimize geldiğinde o da:Tarihte ünlü öğretmen üçlüsü vardır:Sokrat-Eflatun-Aristo, diyerek söze başlayıp, kendisinini okuj müdürümüz Nejat İdil’in öğretmeni olduğunu, Bizim de Nejat İdil’in öğrencisi olduğumuzu anlatmıştı. Bu nedenle bu üç kişiyi ne yaptıklarını tam olarak bilmiyorum ama arka arkaya geldiklerini, öncekinin ardından geleni okuttuğunu biliyorum. Sokrat. İ. Ö. (470-399), Eflatun. İ. Ö. (427-347), Aristo. İ. Ö. (384-322) İ. Ö. 470 ile 322 yılları arasında yaşamışlar, 148 yıllık bir süreç. Sokrat öldüğünde Eflastun 28 yaşındaymış;Eflatun öldüğünde ise Aristo 37 yaşındaymış. Aristo, Sokrat’ın ölümünden 15 yıl sonra doğmuş. Bizim diziler daha yakın, herkes yaşıyor. Zaten biz dünyada binlerce örnekten biriyiz, daha ne kadar öğretmenin, öncencisinin öğrencisdi vardır. Hatta, öğretmenin, öğrencisinin, öğrencicisin öğrencisi bile olması doğaldır. . Hayrüllah Örs yaşarken ben öğretmen olursam, benim öğrencilerin olacak. Benim öğrencilerimin 10 yıl sonra öğrencileri olunca ne olacak?

Zil çaldı bu konuyu yarına bıraktım. Yatarken düşünceye dalmamak için herhangi bir konuya saplanmamak niyetindeydim. İsmet mektup almış, Sabri uzun uzun anlatıyor. Çıkardıkları ürünleri satamıyorlarmışÜ. rnler ofise veriliyormuş. Ofis önlerinde günlerce bekleniyormuş. Teslim edilen ürün için tartıdan sonra gene bekletilerek alındığını bilgdiren pusula veriliyormuş. Ancak verilen ürünlerin tartıları hep yanlış yazılıyormuş, Yanlışları düzeltirmek için de tam bir gün beklemişler. Muhittin Eniştem kahrından hastalanmış. İsmet ağlamaklı. “Babam kahrından hastalandığına göre annem kesinlikle yataktadır!”deyip ortalıkta dolaşıyor. “Gel de rahat uyu!”dedim içimden. Bu tür olayların olduğunu pancar teslimlerinden bilirdim. Demek bu her zaman her yerde var!Sırt üstü yatıp Gene Süheyla Öğretmeni düşündüm, onun böyle dertleri yok, anne-babasının evinde keman çalıyor, okul düşünüyor. Herhalde o benim onu düşündüğüm gibi beni düşünmüyordur. Şerif Baykurt’u bile umursamadığına göre beni neden düşünsün?Bir an Süheyla Öğretmenin yüzü gözlerimden silindi. Böyle bir insanın olduğunu unutur gibi oldum. “Yüzü nasıldı?” diye kendime sordum. Bende resmi vardı, resimden bulayım diye ortalığı karıştırdım. Resimler de yok. Resimler akordiyon kutusu içindeydi, işin ilginci akordiyon da yok. Akordiyonu Ali Yılmaz Öğretmenlere bıraktığımı anımsadım. Rahatlar gibi oldum ama bu kez de “Akordiyon Ali Yımaz Öğretmende olduğuna göre ben nasıl akordiyon çalıyorum?Kendimi sıkarken uyandım. Gece yarısı, herkes uyuyor. Lüks lambası pıt pıt edip sönmeye çalışıyor. Dip tarafta yatanlardan birisi lambayı alıp kapı önüne bıraktı. Göz ucuyla baktım, 6 Ali Güleren, kendi kendine konuştu, “Çadırı kokuttu!”deyip yattı. Saat kaç acaba?”Bir saatim olsaydı?”dedim içimden. Bunu hep diyorum ama bir türlü olmuyor. Bir kol saati kaç liradır. Namık Öğretmenin saatini görünce gözüm kalıyor. Babam cep saatini verecekti, koruyamam, diye almadım. Oysa koskoca akordiyonu bile koruyorum. Biraz da babam için almamıştım. Babam onu gençliğinden beri kullanmış;ne anlama geliyorsa markası Serkisof’muş. Babam, bakıp bakıp anlatırdı;bir kez elinden düşürmüş, bir kez Ali Ağabeyim çocukluğunda kösteğinden çekip düşmesine neden olmuş. Ondan sonra babam, çocuklardan hep uzak tutmuş. İsmet'e kızar gibi oldum, benin saatimi kardeşi Sabri'ye kaptırdığı için saatsiz kaldım. Yakınımda olduğu için horlayanın birini biliyorum. Az uzakta horlayanın biri de İsmet, İsmet’e yakın bir ses daha gekliyor, Abdullah Erçetin olabilir. Kendimi hiç düşünmüyorum, horlasam söylerdiler. Ablalarım hiç öyle bir şey söylemediler. Gece uykudan uyanmak çok kötü. Uyumaya çalışırken abuk subuk olaylar aklıma takılıyorEsnemekten yoruldum ama bir türlü dalamıyorum.

 

19 Ekim 1941 Pazar

 

Kadir erken uyanmış, Orhan’a fısıltıla Almanca unutmak nedir diye soruyor. Duydum, Orhan yanıt vermedi, Vergessen diye yanıtladım. Kadir sayıklıyor, sözde bize “Siz Almanca konuşmayı unuttunuz mu? diye soracakmış. Gülerek “İş, öyle vergessen’le bitmiyor. Bizim fiil çekimlerimiizin yerine geçen onların çok farklı kalıp sözleri var. ”İch vergesse-işte ben , bunları, unutmak değil hiç öğrenemedim ki unutayım!”deyince az ileride bizi dinleyen Sami Akıncı güldü. Sami yakınımöıza geldi, bana, ”Sen Almanca çok söz biliyorsun, istesen onungramerini de öğrenirsin. Hani senin yazarak karşılaştırma çaışmaların oluyor ya onu Almanca’da da dene. Biz birinci sınıfta o konuları çok iyi öğrenmiştik. Benim de bildiğim hep onlar, onlar da yetiyor. !”dedi. Ayrıca Sami, ”Kitabın yoksa vereyim!”dedi. 1. -2. sınıf Almanca ders kitaplarım var. Kafam karışık olarak kahvaltıya gittim. Yusuf çok neşeli. Köyden mektup almış. ”Salt mektup aldığına mı seviniyorsun yoksa mektupta güzel haberler var o haberlere mi, seviniyorsun?”dedim. Yusuf hemen karşılık verdi. ”Hiç kimse senin gibi soru sormuyor, ben de böyle bir ayırım yapmıyorum. Mektup geldi, sevindim. Ben, ”Sen o zaman mektup gelişine sevinmiş oluyorsun. Bak dün İsmet’e de geldi, Mektuba sevindik ama içinde yazılanlara çok üzüldük!”dedim. Yolda da aynı konuları konuşarak giderken Ali Yılmaz Öğretmen arkamızdan çıktı, bekledik. Öğretmen, ”Bugün bölünmeyelim, tüm gücümüzle kiremit işine yüklenelim. Kiremitten sonra birkaç arkadaş kalan yeri tamamlar. Bugün , binanın iki tarafına birden başlıyoruz. . 8 kişi küçük tarafa 12 kişi de büyük tarafa. Öğretmen gülerek sordu, ”Ben ne taraftayım?”Siz her zaman iki tartaftasınız!”Öğretmen kalasların kirişler üstüne yerleştirilmelerini dikkatle izledi. ”Sifta edelim!”deyip ilk tahtaları boydan boya çakıp öbür tara geçti. Bu kez Orhan’la Harun Özçeliği aldı. Ahmet Has, Ahmet Baştürk, Namık Yücel, Ali Kıpçak, Namık Yücel, İrfan Taşkın öğretmenin yanına gittiler. Daha doğruusu onları özellikle ben ayırdım. Hepsi çalışkan, sessiz arkadaşlar. Cumhuriyet Bayramına hangi işleri bitirerek gidecektik. Beş okul binasının çatısıydı. Bu sözde kiremit yoktu. Ama biz, kiremitleri de ekledik. Bugün 3. binanın kiremitleri bitecek. 4. binanın da çatısı tamamlşanmış durumda. İki binanın kiremiti ile bir binanın çatısı kalmış durumda. Daha dokuz günümüz var. Kiremit için 3 gün ayırsak çatı için kalan 6 gün tıpatıp gelecek. Benim şimdiki durumda Ankara’ya inince bir saatçiye uğramak olacak. Yusuf sordu, ”Saat almaya paran var mı?Saatin fiyatını bilmiyorum ki!”Bilsem ona göre paramı hesaplayacağım. Salih’le Hasan doğu taraftan başladılar, biz batı taraftan. Yarış yok, yapabildiğimiz kadar. Ali Yılmaz Öğretmenin isteği bu:”İşte yarış olmaz!”İşte yarış yerine çalışanın, kendini geçmesi ya da aşması gerekir. Düğn yaptığı işin bir adım daha ileri götürürse o kişi yarışı kazanmış olur. Bir gün içinde sezile bilen bu fark, uzun süreçte başarı denilen kişiyi üstün kılan bir sıfat olur. Toplum içinde saygınlık kazanan bu sıfat sahipleri kendi çalışma alanlarında gözde kişiler olarak örnek alınırlar…3. sıradan sonra bağsız dizileri Yusuf’la Hasan’a bıraktım. Salih Hasan Arabacı’yı istemedi. Bunu açık açık olarak da söyledi. ”Kamil burada olduğuna göre Hasan orada kalsın!”dedi. Hasan bir bakıma sevindi, ”Ben tartışmak istemiyorum, ancak üstüme gelenlere de dersini veririm!”yedinci sırayı bitirirken öğle paydosu oldu. Öbür taraf daha hızlı gitmiş. Öğretmenin orada oluşu kesinlikle çalışmaları hızlandırıyor. Bir kötü haber, tel bitmiş. Sıra başları ile son üç sıra kesinlikle bağlanaktı. Öğretmen gülerek, ”Sili Usta buldurur!”dedi. Sili Usta okula gelen gereksinimlerin saklandığı yerleri biliyormuş. Daha sonra da öğretmen, ”Tepeye çimento harçlı oluklu kiremeitler konacağından bağlanmasa da olur. Namık Öğretmen halleder onu!”deyip ayrıldı. Giderken gelen ekipleri anımsadık:Hani mektupyazacaklardı?”Ben umudumu kesmedim ama fazla bir şey de beklemiyorum. Ancak haksızlık etmeyelim, çoğu ”Dersler başladığı zaman yazarız!”demişlerdi. Onlar da bizim gibi okullarındaki çalışmaları henüz bitirmemişlerdir. Yusuf’un kurcalaması iyi oldu. Çatılarını tamamladığımız binaları ikişer okul yapmıştı. Biz Kepirtepe olarak bir bina, bir de atölye yaptık. ( Bizim Marangozluk atölyesi). Binamızın duvarında Kepirtepe yazılı. İlk gelen ekipler iki atölyenin duvarlarını yapmıştı. Örneğin bizim yapıcılık ya da demircilik atölyesini hangi okul yaptı, belli değil. Ladik-Pazarören ya da Cilacvuz yapmış olabilir. Onların levhalarını bulup duvarlara çakalım. Şimdi kiremitlediğimiz bina duvarında Akçadağ yazıyor. Oysa orada bir başka okul öğrencileri daha çalışmıştı. Onların adını da eklemek gerekmektedir. (O binayı Kızılçullu tamamladı) Ben okul binalarının erkiplerini biliyorum:2. Bina Haruniye-Arifiye, 3. Bina Akçadağ_Kızılçullu 4:Bina Gölköy-Gönen, 5. Bina Savaştepe-Beşikdüzü Aksu-Çifteler ortak yapımı yarım kalan bina okul malzeme deposu olacakmış. Namık Erfgin Öğretmenin şimdi temellerine başlattığı büyük bina ise yemekhene olacakmış. Bunları anlatınca Yusuf güldü, sonunda söyleyeceğini söyledi:”Sen aşık olmamak için kendini zorluyorsu n, ne olursa olsun bir iş bulup onu yapamaya çalışıyorsun, değil mi?”diye sordu. Beni”Yaptığımın yanliş oluğunu söyleyemezsin, bir gün Ali Yılmaz Öğretmen, ”Gelin şu levhaları yerli yerine asalım dediğinde ben ona yardımcı olursam, bu bemin için bir sevinç nededi olacak. Bunu aşkla falan ilgisi yok. Birine aşık bile olsam, hep onu düşünecek değilim. Ben senin yaşındayken galiba aşıktım. Ama o zaman ders mers söz konusu değildi. Üstelik kızla da her gün saatlerce bir arada oluyorduk. Yusuf ilgiyle sordu, ”Bir aradayken ne konuşuyordunuz?”Bizimle hiç ilgisi olmayan şeylerden söz ediyorduk. Yalnız benim sevdiğim kız çok akıllı biriydi. O beni yönlendiriyordu. O bana göre daha uyanık bir aileden geliyordu. Bunun bilincindeydi. Duyduklarını, düşündüklerini bana anlatıyordu. Yusuf, sevgilimin güzel olup olmadığını sordu. Güle benzediğini söyleyince, ”Onun için mi o kızçağıza öyle bakıyorsun?”“Hayır, andırıyor ama o çok farklıydı, ben onu sevmiştim. Onun yerini kimse tutmaz, tutamaz. Bu nedenle benim bundan sonra aşık olmam kolay değil. Yüzünün benzemesi önemli değil, benim özlediğim, onun beni anlayıp, yönlendirmesiydir. Bir kez o, beni çalışmaya zorluyordu. Bildiği şarkıları bilmek zorunda kalıyordum. Şiir okumayı seviyordu. Uzun uzun şiirleri onun isteğiyle ezberlemek zorunda kalmıştım. İbrahim Alaettin Gövsa’nın Vatan, Namık Kemal, Kelebek, Denizler şiirlerine bana ezberletti. Unutturmamak için de sık sık okuturdu. Önce kendisi okumuş, beğenmiş, ezberlemiş. ”Okuyacaksın!”dedi. Okudum. Namık Kemal şiirini daha sonra okul günlerinde okumaya başlamıştım. Yemek masasına oturunca Yusuf hala benden söz bekliyordu. Sonra devam etmek üzere konuşmayı kestik. Nöbetçi Kadir Pekgöz geldi, sanki bizi dinlemiş gibi, ”Yusuf’a, ”Abinin bizim köyde’”derken Yusuf “Biliyorum, bana anlarttı!”deyince Kadir pirelendi, ”Sen ha!, benim köylümü dilliyorsun;bir daha o yoldan geçemezsin!”dedi. O yol dediği ise A’nın gelin gittiği evin bahçesi önünden geçen bizim göyün yoluydu. Bu kez Yusuf, düzeltme yaptı:”Senin köylünden, köylünden söz etmedi;kim olduğunu hatta evlendiğini de söylememişti, onu şimdi sen açıkladın. O, salt kendi sevgisinden söz etti. !”deyince Kadir, ”Öyle ise iyi, kimseyi kışkırtmayacağım, köyümden geçebilirsin!”deyip gitti. Öteki arkadaşlar olayı bilmediklerinden bir süre bakıştılar. Hilmi Altınsoy, ”Bu Kadir çok boşboğaz, aklına geleni söylüyor. Boyuna bosuna bakmadan da herkesle boy ölçüşmeye kalkıyor!”Mehmet Aygün, konuşmanın boyla ne ilgisi var?Hep uzun boylular konuşacak kısa boylular dinleyecej mi?Kepirtepe’den geçerken İsmet İnönü’yü gördük, Fahrettin Altay kendisinden çok uzun ama “Emredersiniz!”deyip konuşmasını kesmişti!”Hilmi, Mehmet’e bakarak;çık çık çık, çektikten sonra, ”Sen benim ne demek istediğimi anladın ama, beni konuşturmak için dıgıklıyorsun. Bunun yanıtını bir başka zaman alacaksın!”deyip kalktı. Arkasından biz de grupça kalkıp kiremi işimize döndük. Akjşam üstü erken bırakacaımızdan hemen başlayıp bitirmek istiyoruz. İki de eksiğimiz var:Kamil Varlık-Ahmet Baştürk öğlede nöbet almışlar. Yarın da Musa Güner ile İrfan Taşkın nöbete kalacakmış. Gittiğimiz yolun batısına düşen taraftaki yarım duvarlı binaları saydık i, kisi küçük biri çok büyük diğr ikisi de büyükçe sayılacak beş yarım yapı var. Büüyük olan yemekhane olacakmış. Çatılara çıkıp kaldığımız yerlerden başladıkBağsız dizilince iş daha kolay oluyor. Öğretmen geldiğinde bir dizi tamamlanmıştı. Öğretmen bu kez bizim tarafa geçti ara duvarın üstünden öteki arkadaşilara takıldı. Onların eksikliğini anlayınca önce sordu. Sonra da “Haksızlık etmeyelim, gene ben size yardım edeyim!”deyip o tarafa geçti, kiremit dizmeye başladı. Ben, ”Bizim gruptan oraya bir arkadaş gönderelim!”dedim. Öğretmen gülerek “Beni orada mı çalıştırmak istiyorsun?”Bunu baştan düşünseydin!”İyi bir usta bunları çok önceden düzenler!”dedi. Buna karşı ben, ”Sizin Salih usta bu işilere önem vermiyor, onların yapacağını ben yaparım, deyip geçiyor!”dedim. . Salih, ”Yeterli tahta ile kiremitin öğleden önce taşınttığı için yardımcıya gerek olmayacağını söyleyince bu kez de Ali Yılmaz Öğretmen, ”Öyleyse ben de bırakıyorum, sizin yardıma gereksinimiz yokmuş, madem!” Salih başta olmak üzere arkadaşlar birden :”Şaka etmeyin öğretmenim, biz sizsiz ne yapabiliriz?”Öğretmen gülerek, ”Peki öyleyse inanayım!”deyip dizmesini sürdürdü. Uzunca bir süre tahta çakanların takırtısı dışında kimseden ses çıkmadı. Namık Ergin Öğretemen geldi, ”Ne o siz kavgalı mısınız, ne den bu kasdar sessizliğe gömüldünüz?”diye iki tarafa da aynı soruyu sordu. Ben, ”Yarış ediyoruz, hızlı gittiğimi farkermesinler, diye susuyoruz!”dedim. Ali, Yılmaz Öğretmen ise Namık Ergin Öğretmene, ”Konuştur konuştur onları da içlerinden geçenleri ortaya döksünler!”Namık Öğretmen, ”Şu İbrahim yok mu, çok içinden pazarlıklı, şimdiden iddialı bir öğretmenliğe soyunmuş. Sili Usta geçen gün onun için ne dedi biliyor musunuz?Yetkim olsa İbrahim’i şimdiden Çiftelere Sanatbaşı olarak gönderirirm!”dedi. Neden başka yer değil de Çifteler sorununa ise. ”Öteki Enstitülerdeki sanat işleri daha dar kapsamlı, oralara her zaman adam bulunur. Şimdiki durumda en yaygın iş Çiftelerde, ben ayrılınca orası boş kaldı!”demiş. İki öğretmen de gülüştüler. İşin içinde biraz şaka var ama ne kadar?Acaba Sili Ustanın verdiği armağanla ilgili düşüncelerini mi söylüyorlar?yoksa benim canla başla çalıştığımı mı söylemek istiyorlar. Bu konuşmaların öteki arkadaşlar üzerinde çok olumlu etkiler bıraktığını biliyorum. Bu nedenle susarak dinliyorum. Sonunda Namık Öğretmen bana, ”Senin söyleyecek bir sözün yok mu?”diye sordu. Ben, Sili Usta beni gönderirken düşüncemi sorsa Çifteler’e değil Aksu ya da Haruniye’ye göndermesini söylerim. Çünkü oralarda yılın her ayında çalışmalar sürdürülebiliyormuş. Namık Öğretmen tüm arkadaşların dikkatini çekti, ”Sili Ustanın İbrahim’i beğenmesinin bir nedeni de bu!”Çocuklar içtenlikle söyleyin, on-oniki ekip geldi, çoğuyla konuştunuz, güldünüz oynadınız, içinizden biri olsun oralardaki iş aylarını sormak aklınızdan geçti mi?”Kimseden ses çıkmadı. İşte İbrahim’in bu özelliğini Sili Usta ilk günlerde daha gördü, denedi yanılmadığını anladıkça güveni arttı. İbrahim haziran ayını Sili Ustanın terazi aracını taşımakla geçirmişti. Anımsarsınız şu gezginci fotoğrafçılarının swehpasını andıran bir demir merdiven. Su yolunun kesin yeri bulunasına kadar yirmi kez yol değişikliği yapıldı!”İbrahim, “Yap iyiliği at denize, balık bilmezse halik bilir!”hesabı çalıştı, Sili Usta da bugün onları unutmadığını gösteriyor!”Darısı hepinizin başına!. . . . Ali Yılmaz Öğretmen çatıdan indi, öğretmenler konuşa konuşa yemakhane inşaatı tarafına gittiler. Bir süre sessislik oldu, Orhan, seslendi:”Mein Werkmeister!”Ben de “Nein, ich bin nur Meister!”Öğretmen uzaktan paydos i, şareti vermiş, ben arka tarafta olduğum i, çi, n göremedim. Bitiremedik ama zaten yapıcılar gelmeden bitmeyecekti. Yarın öğleye tamam olacak!”deyip yola çıktık. 8. Sınıflardan tek Almanca çalışan Tevfik Uğurlu dediler. Buna da üzüldüm, neden başkaları da çalışmıyor?Töreni düşünerek hızlı yürüdük. Okul bahçesine girdiğimizde çocuklar sıra olmuştu. Gözlerim Hidayet Öğretmene takılınca rahatladım. ”Garp Cephesinde yeni bir şey yok!”dedim. Sıra arkadaşım yanıtladı, ”Bre sahiden gelmeyecek kadın!”dedi;sonra düzeltti, kız, arkasından da Süheyla Öğretmen!”dedi. Tören her zamanki gibi Hidayet Öğretmenin gözetiminde sürdü. Hüsnü Baykoca Öğretmen bir duyuru okudu. Kepirtepe Köy Enstitüsü’ne bu yıl yeni öğrenci alınmamış, okul biz dönesiye dek kapalı kalacakmış. Duyurudan sonra “Kapalı değil bizi bekliyor!”diye bağıranlar oldu. Hidayet Gülen Öğretmen, konuşanlara doğru bakıp güldü:”Kendi kendinize ne söyleniyorsunuz?Birden herkes bağırdı:”Kapalı değil bizi bekliyor, yakında orada olacağız!”Öğretmen birden değişti, ”Ha şöyle söyleyeceğiniizi açık açık söyleyin de biz de tavrımızı koyalım. İnşaallah! hem de pek yakında dileğiniz , bizim de dileğimiz, yerine gelir!”…. Törenden sonra yemek biraz geç verilecek dendi. Konuşmalar Kepirtepe üstüne yıkıldı. Küçük gruplar olarak ayak üstü konuşularak yorumlar yapıldı. Okula öğrenci alınmaması çıkarımıza mı yoksa dönüşümüzün gecikeceğinin belirtisi mi?Bana soranlar oldu, doğru dürüst düşünemedim, anlaşılır bir yanıt veremedim. Mehmet Yücel’i dinledim. O, ”Biz ne bilelim bu işi yürüten Milli, Eğitim Bakanlığı bile ne yapacağıonı bilmiyor. Oraya öğrenci almadığına göre demek oradaki güvenlik tam kurulamamış. Öyleyse bizi nasıl geri götürecekler?”Tartışmalar sonunda yazı tura atmaya dayandı. =n kadar arkadaş ayrı ayrı yazı tura attı. Yazı gitme, tura kalma olarak saptanmıştı, yedi tura, üç gitme olarak gerçekleşti. Bu kez de “Yazı-Turanın güvenilir bir saptama aracı olamayacağı sonucuna vardık. İsmet bir saptama deneyi yaptı:Attığı on paranın dokuzunu yazı, birini tura tutturdu. Attığı on paranın de tura düşeceğini söylemişti. Olay bu kez para atma ustalığı üstüne döndü. Bizim arkadaşiların heyecanlı yarışlarına öteki sınıflar ilgi gösterdi. Yemek başladığı zaman kümeler bir süre daha para atışı yaptı. Hidayet Öğretmen düdük çalarak grupları dağıttı. Mercimek-Bulgur pilavı-Erik hoşafı…Tatlı olsun da ne olursa olsun, deyip ben tatlıları yiyorum. Bizim masanımn nazlı bebeği Hilmi bu kez de eriklere takıldı;çekirdekleri çok büyükmüş. Mehmet Aygün sözünü esirgemedi, “Eşek Hoşaftan ner anlar?”diyerek ortaya o ünlü sözü getirdi. Tartışma uzamasın, düşüncesinle ben, ”Ne anlar yerine anlamaz demek daha uygun!”deyip sözü saptırmak istedim. Hasan, Yusuf, bana katıldılar, böylece sözü Hilmi’ye bir süre bırakmadık. Ancak kurnazca susan Hilmi, kalkarken Mehmet Aygün’e bakarak:

-Eşek hoşaftan anlar mı anlamaz mı? Bunu ben de pek bilmiyorum, ancak eşşeğin hoşaftan anlamadığını kesin olarak eşşeklerin söyleyebileceğinden kuşkum yok!deyip gitti. Arkadaşlar gülerken Mehmet Aygün, “Gel, kaçma alacağın olsun!”diyerek tartışmanın bitmediği muştusunu verdi. Yemekten sonra da gene yazı tura, para tutma numaraları uzadı gitti. Tarihte adlarını yazdığım Yunan ünlülerinden Homeros’un İlyada destanından alınmış bir parçayı anımsayıp Lise 1. sınıf Edebiyat kitabındaki Hektor ile Aşil’in savaşını alımsayıp okudum. Ömer Seyfettin çevirmiş. Demek Ömer Seyfettin çeviri yapacak kadar fransızca da biliyormuş. Ben onun Bulgarca ile Yunanca bildiğini anlamıştım ama Fransızca’sını burada öğrendim. Hektor’la Aşil’in dövüşü bana Hazreti Ali ile Hazreti Hamza’nın düşmanlarıyla yaptığı cenkleri anımsattı. Bunlar kılıç kanla savaşıyor, Hektor’la Aşil oklarla, mızraklarla cenkleşiyor. Onları düşünüp anlamaya çalıştım. İnsanlar toplanıp onları izliyor, opnlar da ellerinde kılıçlar ya da oklar bir birine vurmaya çalışıyor. Sonunda biri ölüyor ya da kötü bir şekilde yaralanıyor. Bizim güreşlere benzeyen bir tarafı var yalnız güreşlerde ölüm yok. Güreşlerde de taraflar oluyor. Lüleburgaz’da yapılan yağlı güreşlere katılan bizim köylüler taraf tutarlar aylaca güreş tartışması yaparlar. İşin ilginci güreşe gitmemiş olanlar da kimi zaman dinlediklerinin etkisiyle güreşi izlemiş gibi heyecanla anlatırlar. Benim tanık olduğum bir olayı köyümüzün sevilen kişilerinden sayılan Çançik Ali’nin bilerek da da bilmeyerek tam anlamıyla tersini anlatmasını hiç unutmuyorum. Lüleburgaz gazetesi Özdilek, Kırklareli de çıkan Yeşilyurt yazmıştı. Tekirdağlı Hüseyin pehlivanla Yarım Dünya lakaplı Mülayim Pehlivan güreş öncesi iddialaştılar. ”Biri, karşısındaki için ben onu yere dikeceğim, öteki de ben onu pazlama gibi yere yapıştıracağım türü sözler söylemişti. O yılki Lüleburgaz Panayırı son günü(Panayırın 4. günü) güreş yapıldı. İki pe4hlivan da çok uğraştı ama dediğini yapamadı;ne Mülayim Pehlivan Tekirdağlıyı dikebildi ne de Tekirdağlı Hüneyin Yarım Dünya Mülayim Pehlivanı pazlama yaptı. Teknik bir üstünlükle Tekirdağlı, başpehlivanlığını korudu. Tekirdağlı zaten birkaç yıldır Başpehlivandı. Taraftarlara bakılırsa Mülayım Pehlivanı tutanların sayısı çoktu. İki grup da Lüleburgaz sokaklarında gezdiler. Ben, arkadaşım Hilmi Turan’la önce Mülayim pehlivanın sonra da Tekirdağlı Hüseyin Pehlivanın kalabalığına katıldık. Tam Sokollu Camisi önüne çıkarken İstanbul yolu üzerinde bir eşek arabası belirdi. Asrabayı süren telaşla, ”Deh, çuş muş edince Tedirdağlı eşek arabasının arka tekerinden tuttu, otut gibi çöktü. Eşekler durdu, adam elinde çubuğu vurduysa da eşekler sıçramaktan başka bir şey yapamadı. İnsanların gülüşleri alkışları arasında Hüseyin Pehlivan tekeri bırakınca eşekler, yuvarlanır gibi zıplayıp gitti. Olayı görenler bu biçimiyle anlattı. Bizim köylüler genelde Hüseyin Pehlivanı tutardı. Mülayim Pehlivan için Arnavut olduğu yayılmış. Arnavutluk İsyanı’nda köyümüzden çok insan kayıbı olduğundan Mülayim Pehlivan’a soğuk bakılmış. İşte bu olar birkaç yıl sonra tam tersi olarak anlatılmaya başlanmıştır. Oplayı anlatınca Çançik Ali, ”Ne fark eder yahu? Ha Ali olmuş ha Veli, bize göre ikisi de el deği m?, ”Kulakasma, doğrucu başı olmaya da çalışma!”deyip gülmüştü…Güreş, Arnavut, Arnavutluk, derken köydekileri özlediğimi anladım. Salt Çançik Ali değil, Abbas Veli, Abbas Kamber, Nadar Veli, Bekar Hasan, Furtun Şeriş, Kasım Hüseyin, Yoluç Hasan, Ellez Mustafa, Kara Veli, Molla Hüseyin benim çok dinlediğim insanlardı. Yoluç Hasan aynı zaman da dayım olur. Askerliğini Jandarma olarak Çankırı’da yapmış. ”Dağlık, taşlık bir yer, ”Köylerini gezmek, çile çekmekle birdir!”diyordu. Çile çekmenin ne olduğunu da ondan öğrenmiştim. Reşat Tekinay Öğretmenle İdris Dağına çıkınca arkadaşlar, ”Bu dağıon sonu nereye çıkar diye sorunca öğretymen, ”Çankırı’ya dek böyledir!”deyince Hasan Dayımıon sözünü anımsamıştım. . Abbas Veli, Erzurum’dan, Ankara’ya yürüyerek iki ayda geldiklerini anlatırdı. Onun yoculuk yaptığı yerlerde ya da yakınında bulunuyoruz. Yol yok ki onlar nerelerden yürüyerek gittiler?Belki de tren yolunu izlediler. O zaman tren yolu da henüz yapılmamışmış. Bir de benim Manika yoculuğumu düşünüyorum, Giderken yedi, dönüşte 8 köy geçtik yirmi köyü iki günde görmüş olduk. Bunlar uzaktan gördüklerimiz değiy içinden geçtiklerimiz. Uzaktan baktıklarımızı saysam kırkı da geçer. Çeşmekolu-Hamitabat-Tatarköy-Umurca-Turgutbey, Ahmerbey-Küçükkarıştıran-Büyükkarıştıran-Evrensekiz-Beyazköy- Velimeşe-Manika-Osmanlı-Poyralı-Yenicer-Evciler-HacıfakılıÇayırdereEğridereCeylanköy-Karıncak-Bayramdere-Deveçatak-Çeşmekolu. Şimdi bunlara bir yenisi, Kamber Amcamın köyü, Yernibedir de eklendi. Yenibedir, Karınca, bayramdere, Hamitabat, Tatarköy, Umurca ile Turgutbey köylerini çok gititğim için iyi tanıyorum. Bir de Evrensekiz’i tanır gibiyim. En az dört kez oraya da okul işlerimiz için gittim. Etrafımı di, nlşeyecek oldum herkes uyumuş. Bu kez İsmet ötekileri aşmış durumda tam anlamıyla horluyor. Yanındaki Abdullah Erçetin’miş. Söyleyenlere ianmadığı gibi iftira atıyorsunuz diye de küfrediyormuş. Ben söylemem. Zaten uyuyunca duymadığıma göre benim için önemli değil. Ancak İsmet için kaygılanıyorum. Boğazıonda et varmış. Bu ne demekse?Kimin boğazımnda et yok ki? dediğimde ismet üzülerek. 1Gereksiz bir şişlik oluşmuş, dayı, ilerde kulaklarımı etkileyebilirmiş!”deyince Abbas Amcamı anımsadım. Onun kulağı da böyle bir özürden sonra tam arkasından delindi. O delik kapanınca amcam duymuyor. Delik kapaanmayacak kadar büyük şimdilik duymasına bir engel yok ama askere bile almadılar, o durumuyla çürük sayılıyormuş. Sıkıntıya girmemesi, çopk soğuklarda kalmaması gerekiyormuş. Abbas Amcam askere alınmadığı içibn çok üzülmüştü. Doktorlar: “Üzülme!” demişler. Amcamsa “Bu benim için en büyük üzüntü, başka neye daha fazla üzülürüm!”deyip acı acı gülüyor. Bektaşi nefeslerini bağlamayla çalarak teselli arıyor. Bağlamayı şimdi daha çok ilerletmiştir. Akranlar hep gittiği için konuşacak insan kalmadı, eş dost dönene kadar dağarımı genişleteceğim!” diyordu. Bağlamayı bana da önerdi ama, okuldaki öğretmenler, akordiyonu yeğlememi söylediler. İlerde belki amcamla birlikter çalışırım. Kastamonulu çocuklar beni de heveslendirdiler ama. şimdilerde, akordiyondan geçemem. Nihanet çenem kulaklarıma dek açılarak esnediğimin ayırdına vardım. Gözlerimden uyku akıyor. Pancar taşıdığımız sıralar, sabaha karşı uyandırılıp yola çıkınca böyle uyku isteğim olurdu. Bektaş Ağabeyim, ”Lefeci deresini geçince uyu!”derdi. O zaman ben iki de bir”Lefeci Dersi nerede kaldı, hala gelmedik mi ?diye sorardım. Bektaş ağabeyim dayanamazdı;hadi uyu dereye varınca ben seni uyandırırım!”derdi. Dere dediğimiz ünlü Şeytan Deresi, sel zamanına raslanırsa arabaları sürükler, sallardı. O sarsıntılarda uyursam suya düşerim kaygısıyla ağabeyim uyumamı istemedi. Uyandırınca da ben bu kez gene söylenirdim:Ner kadar yakınmış, çok çabuk geldik!”diyerek uykuyla uyanıklık arasında gider gelirdim. Pancarları Kavaklıya teslim edince aynı yoldan dönerdik. Sudan geçince ötesi kolaydı. Bu kez Bektaş ağabeyim uyur, ben arabayı sürerdim. Arabayı sürerek eve dönmek biraz da hoşuma gidiyordu. İş yapar duruma gelmiş olmanın gururunu duyumsuyordum. Hele Bektaş ağabeyimin eve dönene dek uykuda olması beni iyice büyütüyordu. Koştuğumuz hayvanların adlarını söyleyerek durdurman, onlara paylarca bağırman sabahki yumuşuk durumumdan çok farklı oluyordu. Bektaş Ağabeyime, evin önünde “Geldik!”dediğim zaman dünyalar benim oluyordu.

 

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ