Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

16 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Köy Enstitüleri Gerçeğine Yan Bakanlarla İşbirliği Oldukça Zor!

 

30 Ağustos 1945 Perşembe

 

Oldukça geç uyandım, ses yok. Kalkıp arandım, ablam kahvaltılık hazırlayıp kapatmış. Besbelli harmana gitmiş. Kahvaltı ettim. Az sonra babam geldi, beni bekleyenler varmış. Babam kim olduklarını söylemeden döndü. Merak ettim, kim olabilir? Olsa olsa, Kadir Pekgöz, Hüseyin Orhan! Acaba yeni bir durum mu var? Hiçbiri değilmiş, Hamitabatlı iki öğretmen Mehmet Özalp’le İrfan Taşkın. Bana takıldılar:

-Bizi teftişe gelmedin, bari biz gelip teftiş verelim! Onların müfettişi olmadığımı, onların müfettişinin Kadir Pekgöz olduğunu anımsattım. Kadir’le bir kez görüşmüşler, Kadir köyde az kalıp gitmiş, Babaeski’de olduğunu duymuşlar.

Bir süre geçmiş günlerden söz ettik. Anımsadığım arkadaşlardan (onların sınıfından) adlar sordum, Mürsel Dilek, Hasan Çetin, Hasan Arabacı, Hasan Gülümser, Mehmet Aydemir. v.b.

Hasan Gülümser, Hatice Bayındır’la evlenmiş. Onlar daha ilk yıl anlaşmışlarmış. Bir ara okul müdürü çağırıp ikisi ile de ayrı ayrı konuşmuş. Söz dinlemişler. “Sabreden Derviş muradına ermiş!” İrfan:

-Hüseyin bunu yapamadı, cezasını çekti! dedi. Böylece duymadığım bir olay duydum. Hüseyin (anımsayamadım ama, dinledim) Gülsüm’e takılmış, Gülsüm yüz vermeyince vurmaya kalkmış. Böylece okuldan uzaklaştırılmış.

Babam bostana inmemizi, ocağından karpuz ikram etmemi önerdi. Konuşa konuşa bostana indik. Arkadaşlar gerçekten hoşnut oldular, kendi seçtikleri birer de karpuz aldılar. Dere boyunca köprüye dek indik, oradan ayrıldılar. Köy içinde yürümek istemediğim için dere kıyısından kahveye döndüm.

Babam bahçe içinde bir şeyler arar gibi geziniyordu. Meğer ince eleyip sık dokuduğu bir sorunu varmış; kuyu kazdırmak. Bunu çoktan düşünürmüş ama, yakın komşular su almaya gelirse bahçeyi korumak zor olacağı için bu projesini geciktirmiş. Şimdi Şerife Ablamların da taşınması, su sorununu büyütmüş. Babamın aklından geçenleri sezmiş gibi, Sili Usta ile çalışırken öğrendiğim bir yöntemi uygulayıp babamı inandırdım. Hububat çuvallarını dikmek için satılan bir kırnap yumağını açıp toprağa çaktığım bir kazığa ucunu bağladım. Öbür ucunu da Hanife Halamların bahçesindeki bir ağacın dalına gerdirerek su terazisi göstergesine uyarak bağladım. Bu kez de ipin ucunu Abbas Amcamın kuyusu bitişiğindeki ağacın dalına gene su terazisi göstergesine uyarak taktım. Beş metre yükseklik çıktı. Babam, kuyu kazdırırsa (uzak bir olumsuzluk olasılığı dışında) kazdırılacak kuyu, dört metrede suyu olan Abbas Amcamın kuyusundan beş metre daha derin olacak. Bu büyük bir derinlik değil, çünkü köydeki kuyuların çoğu daha derindir. Babama 1941 yılında Hasanoğlan’a gittiğimizde bu tür yöntemlerle tepeler aşarak dağlardan sular getirdiğimizi anlattım. Sili Usta’nın bu konudaki hünerlerini söyleyince babam:

-Biz gâvur mavur deyip geçiyoruz ama onlar olmasa aç bile kalacağız! dedi.

Eve dönüp öteberimi topladım. Getirdiğim kitapları gene götürüyorum. Rousseau’lar okulda işime yarayacak. Pek önemsemeyerek okumaya başladığım Altın Zincir, bildiğimi sandığım bazı konularda, bilgilerimin eksikliğini bana gösterdi; ayrıca hiç bilmediğim bir alanı da bilmem gerektiğini neredeyse kafama vuruca duyurdu. Amerika (A.B.D) edebiyatı ya da edebiyatçıları hakkında oldukça yaya kalmışım. Yazar, Upton Sinclair, Rousseau, Tolstoy, Victor Hugo, Oscar Wilde, George Sand gibi ünlülerin yanında kendi ülkesinin yazarlarını da aynı titizlikle tanıtmış, övmüş, eleştirmiş. Bunların sayısı az da sayılmaz. Ama berim onlardan haberim yok. Jack London’u, Mark Twain’i kem küm edecek derecede biliyorum (!) Pearl Buck ile John Steinbeck’ten kitaplar okudum, derinliğine bir bilgim yok. Yazar, bunlar dışında birçok ünlü yazarı sıralamış. Yatağa uzanıp, ara ara yabancısı olduklarımı okudum. Montagne adını görünce bizim Montaigne’in adı eksik yazılmış sanıp heyecanla okumaya başladım ama arkası gelmedi. Yakın bir ad benzerliği ile karşılaşmışım.

Sözde ben bu kitabı daha önce okumuştum, okunan kitaplar bu denli unutulur mu?

Uyumuşum, uyanınca kahveye indim,

Bugün Bayram için gidenler çoktu ama onlar gezmek için gittiler. Benim için yarın gidecek bir arabalı gerekli, çantalarımı onunla gönderirsem rahatlayacağım. Ayrılığımın uzunca süreceğini düşünerek Muhtar Hüseyin Çavuş Amca ile Eğitmen Mustafa Ağabey’e uğradım. Mustafa Ağabey de bana gelmeyi kurmuş, hemen sordu; yeni İlköğretim’in son sayısını gördün mü? İçimden eskilerini de görmediğimi söylemek geçti ama söyleyemedim. İlgiyle sordum:

-Bizi ilgilendiren bir yazı mı var? Mustafa Ağabey:

-Sanırım ilgilendirecektir; getirmek için hazırlamıştım! deyip dergiyi uzattı. Dergiyi açıp okumaya kalkınca Mustafa Ağabey, okuyup, kahveye bırakırsan alırım! deyip beni rahatlattı.

Mustafa Ağabey’e uğramam uğur getirdi, yeğeni, benim ilkokul arkadaşım Ahmet oradaydı, o yarın Lüleburgaz’a karpuz götürecekmiş. Sevindim, çantalarımı arabasına almasını söyledim. Ahmet bir koşul koydu:

-Ben akşamdan yola çıkacağım, yarın akşama dönmem gerekli, sen geç gelirsin, nerede nasıl buluşacağız? Dağlı Hasan’ın yerini tüm köylüler bilir, orasını tarif ettim. Az sonra Ahmet’in kardeşi Ali çantalarımı aldı. Gitmekten vazgeçsem bile çantalarım güvenli yerde! deyip rahatladım. Eve dönünce dergiyi önce bir karıştırdım. Mustafa Ağabeyin salık verdiği yazı, gerçekten beni ilgilendiriyormuş. Önce yazıda adı geçen öğretmenleri tanıyorum. Bizden bir yıl sonraki arkadaşlar. Yazan ise İlköğretim Müfettişi. İşini seven biri olduğu belli bir İlköğretim Müfettişi. Oldukça da kurnaz davranmış, sanki birisine yazıyormuşça, olayı mektup şekline sokup düşüncelerini, gördüklerini tarafsızca okuyucularına anlatmış. Yazıyı okuyup anlatmak yetmez okumayanlara okutmalı!! deyip olduğu gibi aldım.

 

Süreyya İşgör/Biga İlköğretim Müfettişi.

Sayın Büyüğüm,

Mektubunuzu aldım, çok memnun oldum. Mektubunuzda, bölgemde çalışan Köy Enstitüsü mezunu öğretmenlerin “şimdiye kadar ne gibi işler yaptığının, işi tutuşlarının” bildirilmesini emrediyorsunuz. Bunları sırasıyla aşağıda arzedeceğim.

1. İpkaiye köyü.

Bu köye Hüseyin Yazıcı diye bir öğretmen verildi. Köyde ötedenberi beş sınıflı bir okul vardır. Okul iki öğretmenle idare edilmektedir. Yeni öğretmene ikinci devre verilmiştir. Teftişte talebesini iyi yetiştirmiş buldum. Ayrıca akşam okulu da açarak 25 vatandaşı da okutuyordu.

Yaptığı işler:

A. Okulun beş dekarlık bahçesinin etrafına şimdilik ağaç dikmiş ve çalılarla çit çevirmiştir.

B. İşliğin tabanına taş döşemiştir.

C. Köyle okul arasındaki çamurlu yolu öğrencilerle birlikte düzelterek oldukça iyi şekle sokmuştur.

D. Köye ait bir tepenin yamacını kökliyerek bağ yapmaya başlamıştır.

2. Dimetoka Köyü:

Bu köye Nezir Üşenmez ve Nazım Akçıl adında iki öğretmen verilmiştir. Köyde eskiden beri tam devreli okul vardır. Birinci sınıf eski öğretmene, iki ile üç birine, dört ile beş de ötekine verilmiştir. Teftişte, çocukların iyi yetiştirildiğini gördüm. Ayrıca akşam okulu açarak 85er de talebe okutuyorlar.Biraz geç olmakla beraber bu köyde meslek kursları da açılmıştır. Buraya on altı vatandaş devam etmektedir. Öğretmenlerden birinin sanatı duvarcı, diğerinin doğramacıdır.

Yaptıkları işler:

a. İsteyenlerin bahçesindeki ağaçlara aşı yapmışlardır.

b. Köyün parkı yapılırken fikirlerini söyleyerek iyi şekilde yapılmasına yardım etmişlerdir.

c. Köyün köprüsünü onarmışlardır.

d. Okulun bahçesine yüzden fazla fidan dikmişlerdir.

e. Okulun çürük pencere çerçevelerini sağlamlaştırmışlardır.

f. 30 öğrenciye tulum yaptırmışlardır.

g. Arı kovanı yapmaya başlamışlardır.

3.Karahamzalı köyü:

Buraya İsmet Korkut adında bir öğretmen gelmiştir. Bu köyde de tam devreli bir okul vardı. Bundan ötürü öğretmen daha ilk yılında beş sınıfla karşılaştı.Teftişte tek başına beş sınıfı zor idare ettiğini gördüm. Öğretmen kendilerinin bu tip okullar için iyi yetiştirilmediklerini yana yakıla anlatıp durdu. Köy Enstitüsü mezunları öğretmenlerin çalıştıkları okullar için hazırlandığını haber aldığımız müfredat programı gönderilmediği için mecbur kalarak eski müfredata göre çalışılmaktadır. Öğretmen akşam okulu da açmış, 46 kadın, 42 erkek vatandaşı okutmaya çalışmıştır.

Yaptığı işler:

a. Okul bahçesinin duvarı için temel açmıştır.

b. Bahçenin münasip yerlerine asma dikmiş ve çiçeklik yapmıştır.

4. Örtülünce Köyü:

Bu köye verilen Tevfik Uğurlu, yüksek kısmın sınavını kazandığı için bir ay bile vazife görmeden ayrılmıştır. Okul öğretmensiz kalmasın diye her ay Savaştepe Köy Enstitüsünden iki çocuk gelmiş ve öğrencileri okutmuşlardır.

İşi tutuşları:

Bu husus hakkında izahat vermeden önce bazı müşahadelerimi arzetmeyi faydalı buldum:

A.Dimetoka okulunu teftişe gitmiştim. Öğretmenlere evlerini sordum. Rutubetten kapıların şiştiğini, yağmur olunca aktığını söylediler. Ertesi gün erken kalktım. Öğretmenin evinin önünden geçerken onun, kapıyı yerinden çıkarmış-rendelemekle meşgul olduğunu gördüm.Yağmur kesilince çatıya çıkarak kiremitleri de aktaracaklardı.

B.İpkaiye köyünde öğretmen, “Muhtar bana taş getirsin köyün içindeki çamurlu yollara kaldırım yapayım” dedi. Yazın tuğla hazırlayacak ve bunlarla okula kümes yapacaktır.

C.Karahamzalar okulunun bacası çekmiyor diye öğretmen soba borusunu pencereden çıkarmış, borunun ağzı duvara yakın bırakıldığından hem duvar hem de saçak simsiyah olmuştu.

D.Dimetoka öğretmen evlerinin helâ çukurları vaktinde kazılmış fakat taş kâfi gelmediği için tamamlanamamıştı. Öğretmenler bunu ikmâl ettirir diye bu işle yakından alakadar olunmadı. Teftişe gittiğimde bunun daha yapılmadığını gördüm. Öğretmenler muhtarın taş getirmediğini söylediler. Muhtarı çağırarak sıkıştırdım. Kaymakamlıktan emir verildi, bilâhare bunun yapıldığını öğrendim.

E. İpkaiye ve Karahamzalar öğretmenleri meslek kurslarını açamadılar. Bunun için sanat âletlerinin gelmediğini sebep olarak ileri sürüyorlar. Yüksek delaletinizle Millî Eğitim Bakanlığından gönderilen 500 liranın bir kısmı ile Biga’da bulabildiğimiz kazma, kürek, bel, keser, rende, çekiç v.s. gibi şeyleri aldık. Bir kısmiyle de 50 kadar tulum yaptırarak okullara gönderdik. (Tulumların bir kısmı geç gitti) buna rağmen meslek kursları açılmadı. Halbuki, meslek kursları öğretim programında bu husus için gereken araçların öğrenciler tarafından temin edileceği bildirilmektedir. İstanbul Maarif Müdürlüğü bunları gönderdiğini bildirdi. Ben oradan ayrılırken daha gelmemişti. Şimdi gelmiştir. Gelecek yıl bu işin de yola gireceği şüphesizdir.

Bu öğretmenlerin bana yaptıkları şikâyetler:

A. Bir kısmı, kendilerini beş sınıflı okulu tek başlarına idare etmek için iyi yetiştirilemediklerinden bahsediyorlar. Bu takdirde 4274 sayılı kanunun 10’ncu maddesiyle kendilerinden istenilen işlerin tam yapılamıyacağını ileri sürüyorlar. Yeni öğretim programının bu düğümü nasıl çözeceğini bilmiyorum. Bugünkü duruma göre tek öğretmenli okulda öğretmen, haftada 30 saat ders, 12 saat sanat ve 2 saat te akşam okulu ile meşgul olacaktır ki haftada 44 saat yapar.

B. Bazı öğretmenler kendilerine ait tarlaların köylüler tarafından sürülmesini istiyorlar. Bunun 4274 sayılı kanunun ruhuna uygun olmayacağı kendilerine anlatılıyor. İşte gerçek hayattan alınmış ve asla mubalagaya kaçılmamış olan bu notlar, zannımca bu genç arkadaşların işi tutuşları hakkında bir fikir verir kanaatindeyim. Maamafih, işi seven ve iş bizden korksun diyen bu öğretmenlere iyi rehberlik edilir, köy halkı üzerinde otorite yaratmalarına yardımlarda bulunulur ve zanaat bakımından noksanlarının ikmaline çalışılırsa kavuşmak istenilen amaca ergeç ulaşılacağına bu davaya inanan biri olarak sarsılmaz imanım bulunduğunu üstün saygılarımla arzeylerim.

Süreyya İşgör/İlköğretim Müfettişi-Biga. İlköğretim Dergisi- 1 Ağustos 1945

 

 

Yazıyı defterime geçirince ayrılık duygularımın duyarlığı içinde kahveye indim. Babam, kendi düzeni içinde rahatmış gibi görünmesine karşın, biliyorum ki rahat değil. Ancak o, içinde bulunduğu durumu rahat gibi algılayıp yaşamını sürdürüyor. Benim için, bana söylediği söz, hep aynı söz:

-Git, bu köylük yerden ayağını çek. Köyler, “Ne kokar, ne de bulaşır”, kendi düzeni içinde devri daimdir! (Hiç değişmez, tekrar eder) Payına düşen toprakları satma, onlar sana yetecek ekmeği her zaman getirir! Bunu bu kez söylemedi ama, eskiden söylediklerini unutmadığımı gördüğünden, sanırım mutlu.

30 Ağustos Bayramına katılanlar geldi. Askerlerin geçişlerini onların heyecanlı anlatışlarında görür gibi oldum. Dilimin ucuna geldi ama sormadım:

-İçinizde böyle bir bayram törenine katılan oldu mu? Olsa kesinlikle anlatırlardı. Onlar adına üzüldüm, bu bile onların uyanması için bir neden olmalı. Bu tür geriye itilme ileriye dönük gelişme gösteremez. Dün gece kendimi anlatırken bunu söylemek istemiştim. Bunu şimdi gene aynı konuya dönüp sorabilirim ama bunu yapmam. Çünkü bu onları iyice sindirir. Biz öğretmenler olarak bu konuyu öğrenciler için de önemsemeliyiz. Çocuğu sindirmek değil umutlandırıp öne çıkmasını sağlamak önemli. Lüleburgaz, 30 Ağustos 1945 Zafer Bayramı gösterilerini tekrar tekrar dinleyerek son gecemde salt dinleyici olarak kaldım

 

31 Ağustos 1945 Cuma

 

Ablacığım, çekinerek uyandırdı:

-Gideceğini söylemiştin, geç kalmıyor musun?

-Uykum varmış uyudum, geç kalmam! dedim ama geç kalmış gibi hazırlanıp, herkese sevgilerimi söyleyip kahveye indim.

Babam yalnızdı, para durumumu sordu. “Çok sıkılırsan yaz!,, dedi. Bana bir yolcu değneği hazırlamış, “Elinde bulunsun!” dedi. Babamın elini öptüm, her zamankinden farklı olarak, çok doğal duygular içinde ayrıldım. Bu kez sık sık gidip döndüğümden olacak, gene dönecekmiş havası içindeyim.

Yokuşu çıkınca bir daha baktım. Nedense köyü özlemeyecekmişim duygusuna kapıldım. Köy çevresindeki harmanlar nedeniyle biraz daha dağınıklık duygusu verdi bana. Hamitabat’a baktım o da öyle. Babamın dediğini anımsadım “Köyler ne onar ne de söner, böyle gelmiş böyle gider!,, Hamitabat’ı arkamda bırakınca anımsadım, A’nın evi yanından bakmadan geçmişim! Yol, araba yolu olarak dolaşır ama kestirme patikalar vardır, onları izleyerek Ayvalı Köyü simgesi ağacı görünce yolun yarısını geçtiğimi anladım. Buradan ötesi düzdür. Yüksek olduğundan çevre gözlenebilir. Umurca Höyükleri, ikiz kardeş olarak bölgenin en yüksek noktalarıdır. Bağlık sırtına gelince sevindim. Oysa bundan sonra daha tam bir saat vardır. Bağlık Sırtı denilen iniş, dik değil yan yan sürer. Arabalar için çaresiz böylesi seçilmiştir. Kırklareli yonundaki Kınalı Bayır da böyledir, yandan yandan aşağına inilir. Lüleburgaz’a girerken babamın verdiği değneği üzülerek bir köşeye bıraktım. Sanki babamdan şimdi ayrılmışım gibi kederlendim.

 

Lüleburgaz/ Sokullu Camisi Batı Çevresi-1945

Önce çantalarımı buldum, arkadaşım, konuşuğumuz şekilde götürüp Hasan Amcaya teslim etmiş. Kendisinden başkasına verilmemesini de tembihlemiş. Hasan Amca güldü:

-O bizi pek tanımaz, daha çok babası gelir! dedi. Çantaları gördüm ama almadım, Kepirtepe’yi bir kolaçan etmeden ne yapacağıma karar vermek istemedim. İstanbul yoluna çıkıp, bir araç bekledim, bir kamyona atlayıp Kepirtepe’ye geçtim. Kimsenin olmayacağını düşünüyordum. Arkadaşların dördü de bahçede oturuyordu. Beni görünce:

-Nerdesin kaçak? Aranıyorsun! dediler. Kadir’e çıkıştım:

-Asıl kaçak sensin, köyde sen aranıyorsun! Sözü uzatmadan anlattılar, onlar bir haftadır buradaymışlar. Biz koşuşurken yanımızdan geçenler oldu Hüseyin Orhan birine sataştı:

-İşt, işt, Ahmet Bey’li selâm sabah yok mu? Birisi durakladı. Dalgınlıkla tanıyamadım. Nedim Menekşe imiş. O:

-Bir dakika geliyorum! deyip gitti. Kimse umursamadı, zaten o da gelmedi. Ancak üstünde duruldu, Bizden sonraki sınıftan, burada kalmış. Bizim Mehmet Yücel gibi. Sorular soruldu:

-Hangi özelliğinden ötürü burada bırakılmış? Salih Arı’nın akrabasıymış. Söz dedikoduya kayınca ben, konuyu değiştirip neler yaptıklarını sordum. Akil Mengü, bölgenin genel durumu hakkında bilgi vermiş, rapor hazırlamışlar. Abdullah’ı jandarma telefonu ile bulmuşlar, bana haber iletememişler. Abdullah benim Kırklareli’de olduğumu söylediğinden beni görev başında sayıp, sonradan imzalamam için adımı rapora yazmışlar. Eğitimbaşı Kemal Üstün de benim arandığımı söylemiş. Nedenini söylemediği için iyiye yormamışlar. Askerlik Şubesince aranabileceğimi düşünmüşler. Biz konuşurken Kemal Üstün yanımızdan geçerken bana:

-Geldin mi? Bir imzan gerekli, lütfen! dedi. Anlatılanların karışık gibi olmasına karşın Bölüm Başkanımızın ayrılırken söylediğini beklediğimden; söylenenleri hep gülerek karşıladım. Nitekim telgrafı okuyunca haklı olduğum ortaya çıktı. İbrahim Tunalı’nın bundan böyleki staj çalışmasını okulumuzda sürdürmesi gerekli görülmüştür, tebliğinin temini rica olunur. Md. yerine M. Ö. (Mehmet Öztekin)

Arkadaşların bu haftaki çalışmaları bitmiş. Lüleburgaz’a gitmek için kararlıymışlar. Kemal Üstün:

-Biz görevimizi ifa ettik, ne zaman gideceksin, bizi soranlara selâm! deyip ayrıldı. Birden karar veremedim. Yarına kalırsam Pazar günü İstanbul’da yalnız yalnız ne yaparım? Bu gece gidersem, cumartesi günümü İstanbul’da geçirir, pazar günü de yolculuk yaparım! Gitmeye karar verdim. Arkadaşlara katılıp Lüleburgaz’a döndüm. Arkadaşlar benim dönüşümü hep hayra yordular. Oysa ben kuşkulu tavırlar içinde görünmek için geçen yıl Fahri Yücel’in başına gelen olayı anlattım. Bir olasılık, Akil Mengü, ya da Salih Arı, yokluğumu duyuramaz mı? Gene de arkadaşlar hep hayra yordular. Okulda geleceğini söyleyip de gelmeyen yakınımızdan geçerken bu kez görmezlikten gelemedi, yanımıza gelip ellerimizi sıktı. İşin ilginci elimi sıkarken bana “İbrahim Abi!” dedi. Hüseyin Orhan “Yakın köylüm!” diyerek sahip çıktı. Şaka olarak da:

- Köyüne gitseydin, şimdi seni teftiş edecektim! deyince bu kez:

-A, keşke gelseydin, ben tekrar köyüme atandım, burası beni sarmadı, işi çok, nöbetler möbetler! deyince konu hepimizin ilgisini çekti. Atamaların kolay olup olmadığı soruldu. Soruldu ama, soruların karşılığı beklendiği gibi olmadı, o, kendisinin haklı olduğunu, haklı olunca da kimsenin engelleyemediğini bir çırpıda anlattı. Bir de gerekçe öne sürdü:

-Geçen yıl biz kalabalıktık, 180 kişiydik; verilecek malzemelerin gecikeceği belliydi. Bu yıl çok az 34 arkadaş mezun oldu o nedenle istenilen malzemeler tıkırında verilecek! Belli ki konuştuğumuz kişi, işin hep kurnazlık tarafında! Söze karıştım:

-Çanakkale/Biga Bölgesindeki arkadaşımdan mektup aldım, o da bizim gibi müfettişlik stajında, Nezir Üşenmez, Nazım Akçıl, İsmet Korkut, Hüseyin Yazıcı, onun bölgesindeymiş, bana selâm göndermişler. Arkadaş onlardan çok memnun, kendilerine verilecek malzemelerin bir çoğunu alamamışlar ama arkadaşa göre çok başarılı işler görmüşler. Haftada 44 saat çalışıyorlarmış. “Senin buradaki haftalık saatin!” der demez Nedim Menekşe:

-Yok arkadaş, ben okuldayken de öyle işe pek gelemezdim. Buradan da onun için ayrılıyorum! deyip kesti. Benim konuşmamdan hiç hoşlanmadı. Adını verdiğim arkadaşların okuldayken pek başarılı olmadıklarını, kendisinin mandolin çaldığını, onlarınsa ellerine mandolin bile almadıklarını, arkadaşımın mektubunda mandolinden söz edilmemesinin de bundan olduğunu söyleyip kalktı. Köye gidecekmiş, vasıtanın kalkma saatiymiş! O gidince arkadaşlar biraz şaşkın bana sordular:

-Bu mektup işi doğru mu? Doğrusunu söyledim:

-Olay doğru, ancak mektup arkadaştan değil, İlköğretim Dergisinde bir İlköğretim Müfettişinin yazdığı yazı olarak anlattım. Tevfik Uğurlu da o bölgeye atanmış ama Yüksek Bölümü kazandığı için bir aylık bir çalışmadan sonra ayrılmış. Yazıda, yapıldığı söylenen işleri anlatınca arkadaşlar irkildi. Önce Kadir Pekgöz:

-Ohoo! Bizim buralarda böylesi çalışan kesinlikle yoktur. Ben konuştuklarımın hiç birisinin ağzından “Halk okuması!” sözünü duymadım! Söz gene Nedim Menekşe’ye döndü. Onu en iyi tanıyan Hüseyin Orhan. Nedim’in okulda da, dayısı, Arıcılık Öğretmeni Mehmet Salih Arı tarafından korunduğunu, o karışmasa bile öyle bilindiğinden üstüne kimsenin varmadığını, iş derslerinde kaytaranların başında geldiğini, Tarım Öğretmenimiz Salih Zeki Büyükaksoy Öğretmenimizin dediği gibi hep “Odun kesicisinin hık deyicisi” durumunda olduğunu anlattı. Canı istemiş, okulda kalmış; okulda ne yapmış, hazırlık sınıfı okutmuş. Okulda kaç kişilik hazırlık sınıfı varmış? Bundan sıkılmış! “Gemisini yürüten kaptan!”

Nezir Üşenmez, Nazım Akçıl, İsmet Korkut, Hüseyin Yazıcı, Tevfik Uğurlu adlarını tekrarlayarak anımsamaya çalıştık. İşlerden olmasa bile nöbetlerden tanıyanlarımız çıktı, iddiası olmayan kendi halinde arkadaşlar olarak gözlerimizde canlandırdık. Hiç birimiz onların göze batan bir anısını anımsamadı. Ancak Abdullah Erçetin, Nedim Menekşe’nin çalışanlara su taşıdığını (o günlerin deyimiyle sakalık yaptığını) anımsattı. Sonunda:

-İyi ki arkadaşa rastladık, onun sayesinde birlikte akşamı ettik! diye gülüştük. Benim ayrılma saatim gelmişti, arkadaşlar beni uğurlamak için İstasyona dek geldiler, neşeli olarak uğurladılar. Yedi yıl önce bu istasyondan Edirne’ye uğurlanmıştım, bu kez tam tersi İstanbul’a uğurlanıyorum.

Tren kalabalık değildi, rahat yer buldum. İyi bir rastlantı, yanlarına oturduğum iki yolcu Kırklareli Sanat Enstitüsü’nde öğretmenmiş, Necmettin Efe’yi tanıdıklarını söylediler. Böyle, geceleri, İstanbul’a gidip pazar akşamları dönüyorlarmış. Onların içleri rahat olduğu için hemen uyudular. Ben uyuyamadım. Gerçekte seviniyorum ama, uykum yok. Gidince ne yapacağım? Gene akordiyonu sırtlayıp oyun alanına mı çıkacağım? Salt bunun içinse bu benim zararıma olmacak mı? Ankara’ya inebilecek miyim? İnersem Faik Öğretmenle görüşebilecek miyim? Tezim için görüşmek üzere Faik Öğretmenle saptadığımız belli kimseler vardı; İhsan Künçer, Cumhurbaşkanlığı Bando Şefi. Cumhurbaşkanlığının başlangıcı bandoymuş. Yüz yıl bando olarak süren kurum Cumhuriyetten sonra ayrılmış; şimdiki Cumhurbaşkanlığı Orkestrasının yaşlı üyeleri hep bandodan geçmiş. Bir yandan da Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğretmenlerini düşünüyorum; aradan bir yıl geçti, eski ilgiyi görebilecek miyim? Nebahat’ı düşünmek bile istemiyorum, küsüp yüz çevirebilir. Böyle diyorum ama böyle bir durumla karşılaşınca salt onun değil tüm arkadaşlarının değişik tavırları olacaktır. Ya Bella? O nasıl bir tavır takınacak? Gece boyu bu tür saçmalıklar aklımdan geldi geçti.

 

1 Eylül 1945 Cumartesi

 

Yedi Kule’de uzunca bir süre bekledik. Arkadaşlar neşeli neşeli uyandılar. Benimse öyle bir uykum geldi ki, neredeyse ayakta uyuyacağım. Sirkeci’ye inince şaşkınlaştım, gezmek istiyorum ama eşyalarım var. Yolcu arkadaşlarım durumu anladılar sanırım, bana yol gösterdiler:

-Şurada emanetçi var, gezmek istiyorsan eşyalarını oraya bırak, gideceğin zaman alırsın! Bunu bilmediğime utanmakla birlikte tam zamanında öğrenmemi de mutluluk sayıp söylenenleri yaptım. Neyse ki insanların canlı canlı çevremde koşuşları, uykumu kaçırdı. İstasyon önüne çıkınca Rıdvan Umay’ların mağazasına uğramayı düşündüm. Yıllar önce İstanbul’a geldiğimde onlara uğramış, yakın ilgi görmüştüm. Rıdvan Umay dr. Fuat Umay’ın kardeşi. Dr. Fuat Umay’ın Vahit Dede’yi sevmediğini duyduğumdan beri Rıdvan Umay’a karşı da bir soğukluk duydum. Mağazanın levhasına baka baka karşıdan yürüyüp gittim. Bildiğim Çay Bahçesinde taze simitle çay içtim. Bir süre oturup insanların rol yapar gibi çevremde koşuşmalarını izledim. Köprüden yürüyerek Karaköy’e geçtim. Gezide buralardan geçmiştik ama bu çevreyi gezmemişiz. Buralarda büyük dükkânlar, köşe bucak alışveriş yerleri varmış. Bir süre dolaştıktan sonra Tünel’e gittim. Tünel’den, Taksim’e doğru yürümeyi göze alamadım, sağa dönüp yokuş aşağı inerken Papajorj’u gördüm. Gerçekte oraya uğramak istiyordum. Uzun uzun nota kitaplarına baktım. Beethoven’in Mandolin notalarını gördüm. Piyano ile diyor ama aldırmadan aldım Op, 43-44 yazıyor, gençlik yılları besteleri olmalı. Bölümler var, bölümlere göre ayırıp çaldırırım. Arkasından Hayvanlar Karnavalı, Bir Sergiden Tablolar, Frans Liszt’in 2 numaralı Macar Rapsodisi, Boccherini Menuet’in, piyano için notası ile film müziklerinden, Türkçe tangolardan tek tek parçalar aldım. “Aldıklarımı keşke çalabilsem!” diyerek çıktım ama gözlerim öteki notalarda kaldı. Bir süre iniş aşağı yürüdükten sonra gene aynı yere Karaköy meydanına çıktım. Bunca insanın arasında yalnız gezmek biraz zor geliyor insana. İlginç bir huyumu da saptamış bulunuyorum, gelip geçen insanların yüzlerine bakarak, tanıdığım birine benzetmek. Kendim dışında neredeyse tüm tanıdıklara birilerini buldum. Bir başka ilgim de, benim gibi vakit geçirenlerle iş görenlerin özellikleri, işsiz, başıboş gezenler ağır ağır gidiyor, sık sık da köprünün demirlerine dayanıp denize bakılıyor. Bir grup insan da koşarca yürüyüp köprüyü geçiyor. Yeni Cami’den köprüye giden yol oldukça temiz. Öbür tarafa saptım, balıkçılar, balık pişirenler, ellerinde yarım somun ekmek, ayakta balık yiyenleri görünce oldukça şaşırdım. Kapalı Çarşının benzeri ya da onun kardeşi durumundaki Mısır Çarşısına girdim. İnsandan geçilmiyor. Burada da hızlı yürüyenlerle bakınarak gidenlerin durumlarına baktım. Hızlı gelip gidenler, çevresindekilere hiç bakmıyor, geçecek yer bulup geçme telaşı içindeler. Öbürleri ise gözleri vitrinlerde, bir birine çarparak yürüyorlar. ”Yabancılık ya da boşgezenliğin özellikleri!” diye bunları adlandırırken kendimi de onlar arasında düşündüm. Sirkeci İstasyonu’na döndüm. Bab-ı Ali denilen yokuştan yukarı yürüdüm. İstanbul Valiliği. Burası eskiden Sadrazamların yeriymiş. O zamanlar girişi buradan değilmiş, bunu gezide öğrenmiştik. Tramvay yolu üstünde görkemli bir giriş vardı. Geri dönüp bir köfteciye girdim. Lüleburgaz’da çok yediğim köfte benzerlerini burada da yedim. Çıkınca cesaretlendim, tramvaya atlayıp Taksim Meydanına gittim. Hava sıcak ama insanlar umursamıyor. Taksim Anıt’nın tam karşısındaki gazeteciden gazete alıp bir gölgeye oturdum. Amerika teslim olan Japonya’ya bir günde 50.000 asker çıkarmış. Japonların tarihinde görülmemiş bir olaymış. Japonya çok eski bir devlet, üstelik de Çin’le sürekli savaşmasına karşın tarihinde hiç yenilgi görmemiş. Japonlar harakiri (kendini öldürme-intihar) yapıyormuş. Amerika bu son savaşta 280 milyar dolar harcamış. Bir dolar bizim paramızla 150 kş. 280 milyar. Bizim paramızla 420 milyar etmekte, vay canına….

Yeni yeni bittiği söylenen savaş 6 yıl önce bugün (1 Eylül 1939) başlamıştı. Gazetede bu olay da anlatılıyor. Panait Strati’nin (Istrati) yeni bir kitabı basılmış, Minka Abla! Almayı düşündüm ama vazgeçtim, Ankara’da alırım. Strati’nin Akdeniz’ini sevmiştim. Başka kitabını da okudum ama pek fazla iz bırakmadı. Tranvay yolunu izleyerek köprüye yürümeyi yeğledim. Köprüye ulaşınca da bu kez rahatlamış olarak yürüdüm. Sirkeci İstasyonu önüne çıkınca köyde zaman zaman kurduğum, Cumhuriyet Gazetesi’ne uğramayı anımsadım. Yerini biliyordum, Gezide gitmiştik, Büyük Lise binasının az ilerisindeydi. Elimle koymuş gibi buldum. İnsanlar girip çıkıyordu, ben de girdim. Benim yaşımda biri odalar arasında gidip geliyordu. Ona amacımı anlattım, elimden tuttu beni bir odaya götürdü. İyi giyimli orta yaşlıca biriydi. Durumu anlattım. Köy Enstitülü müsün? diye sordu. Kendimi ayrıntılı olarak tanıtınca çok memnun olduğunu söyledi. Yazının tarihini istedi, verince az önceki genci çağırdı, takvim yaprağına yazdığı notu verdi. Gazete beklerken bir başkası geldi, benimle konuşana “Abidin Bey!” dedi. Böylece Abidin Bey’le konuştuğumu öğrenmiş oldum. Bir an için Abidin adını anımsamaya çalıştım, köşelerin birinde bir Abidin vardı, kendimi sıkarak buldum Hem Nalına- Hem Mıhına başlıklı yazıları yazan olabilir mi? Böyle yazıları anımsadım ama sanırım doğru dürüst de okumamıştım. Salt başlığına bakıp gülüyordum. Eğer oysa bundan sonra okumadan geçemem! diye düşünürken genç geldi getirdiği gazeteyi Abidin Bey’e verdi. Abidin Bey gazetedeki yazıyı okuduktan sonra:

 

Abidin Daver

-Bu haber bizim gazetenin değil hususî bir bildirme, bizim haberimiz olsaydı, onun kaynağını bulmamız kolaydı. Bizim özel habercilerimiz vardır. Onlar verdikleri haberlerin kaynağını öğrenip haber yaparlar. Böyle hususî olanların kaynağı bize göre haberi verenlerdir. Bu haber, sizin okulunuzdan, pardon Edirne çıkışlı olduğuna göre Edirne Millî Eğitim Müdürlüğünden, pardon, pardon bu Genel Müfettişlik kaleminden çıkmış olmalıdır. Edirne muhabirimizden bunu buldurabiliriz. Sizce çok önemli mi, bu haberin kaynağı bulununca işinize yarayacak bir sonuç umuyor musunuz?

Abidin Bey’in konuşmasını dinleyince utanır gibi oldum. O bana bilgi verirken kapısı önünde iki tane görevli ellerinde dosyalar bekliyordu. Teşekkür edip çıktım. Bahçenin bir tarafında yığınla solmuş çiçek yığınları, çiçeklerle donatılmış sehpalar vardı. Başyazar Yunus Nadi’nin öldüğünü anımsadım. Yarı buruk yarı sevinç içinde geri döndüm. (*)

 

(*) Notlarımı bilgisayara yüklerken bu olaydan 17 yıl kadar sonra karşılaştığım bir başka olayı eklemeden edemedim. Tekirdağ/Namık Kemal Lisesi öğretmenliğimde çok yetenekli öğrencilerle karşılaşmıştım. Sanki doğuştan tiyatro yetenekli denecek ölçüde temsil merakları vardı. O sıralar Cevat Fehmi Başkut’un günün ortamına uyan eserlerini temsil etmek bir moda olmuştu. Benim öğrencilerim arka arkaya onun Paydos, Küçük Şehir, Harputta bir Amerikalı oyunlarını Tekirdağlılara tanıtmışlardı. Özellikle son oyun Harputta bir Amerikalı tekrar tekrar oynandı. Son bir tekrar söz konusu olunca yazarı Cevat Fehmi Başkut’a, aynı zamanda sürekli okuduğum Cumhuriyet Gazetesi sorumlu Yazı yöneticisiydi; bir tür teşekkür anlamında, lütfen gelmesi için mektup yazdım. Gelip gitme zorluğunu önlemek için araç da sağlamıştım. Temsil günü yaklaşırken İstanbul’a gittiğimde “bir de kendim görüşeyim” deyip gazeteye uğradım. Bendeki izleri belleğimde sürüp gelen Abidin Bey izleriyle, oldukça değişik bir görüntüyle karşılaştım. Gene de dilimin döndüğü kadar ricamı, daha doğrusu öğrencilerimin isteklerini tekrarladım. Cevat Bey hiçbir söz söylemedi, masasındaki sümeni karıştırdı. Uzunca bir aramadan sonra benim mektubu bulmuş, kaldırıp gösterdi:

-Bunu siz mi yazdınız? İsteğimin yerine geleceğini garantilemiş gibi sevinerek:

-Evet ben yazdım, ancak öğrencilerimin genel isteği üzerine! Derken Cevat Bey:

-Ancak mancak yok! Benim eserlerimi okuyan, bir de onları sahnelere koymaya kalkışan önce benim kim olduğumu doğru bilmeli! Mektubun zarfına parmağıylavurarak:

Cevat Fehmi Başkut

-Bak buraya ne yazmışsın?

Gözüme kakarca mektubu uzattı. Başkut soyadı Başkurt yazılmış. Sahiden büyük bir dikkatsizlik! O kusurun benim olduğunu yalvarırca tekrarladım. Öğrencilerin dilekleri falan dedim ama Cevat Bey başını çevirdi. Söyleyecek söz bulamadım. 17 yıl önceki insanın tavırlarına bu denli ters düşen bir durumla karşılaştığım için tarifsiz üzülmüştüm. “İnsanlar dertlerini anlatmak için ilgili makamlara çıkmaktan çekiniyor. Makamların suçu yok, oralarda oturanlar yaratıyor o çekingenliği!” diyerek Tekirdağ’a dönmüştüm!

 

 

İstasyona dönünce çantalarımı alıp, vapura bindim. Her taraf kalabalık diye yakınıp duruyordum, vapura binerken çektiğim sıkıntı hepsini gölgede bıraktı. Neyse, Haydarpaşa merdivenlerine çıkınca Ankara’ya inmiş gibi sevindim. Buradan ötesi kolay! Bilet alma kaygım boşunaymış, bir kaç yerde bilet satışı var. Yan yana oluşları önce beri duraksattı, dikkatle bakınca gördüm her birinin yazısı var. Ankara yazan yere girdim. Böylece bilet almam da kolay oldu. Bekleme yerini biliyordum, girip oturdum. Başka yolcular da var. Sabırsızlar sık sık konuştular; hangi tren Ankara’ya gidecek, nereden kalkacak? Dikkatle izledim, konuşanlar kalkınca sanki biliyormuşum gibi sorusuz sorgusuz yürüdüm. Baktım ki görevliler uyarıyor:

-Ankara 4 numara, 5 numara Eskişehir’den Konya’ya falan sesleri arasında doğru trene binerek yer bulup yerleştim. Yerim pencere dibi olduğunda başımı dışarı çevirip uyur gibi geçilen yerleri izledim. Buralarda hep insanlar yaşıyor. İnsanların yaşamları besbelli içinde yaşadığı topraklarla ilgili; kılık kıyafetler bile değişik. Uyumuşum, Eskişehir’de uyandım. Orada vagon takıldığı için birkaç kez kalkar gibi yapıp gene duruldu. Benim sıramda bir çift oturuyordu, birbirine yaslanıp sürekli uyudular. Karşımda iki yetişkince çocukla bir anne vardı. Çocuklar başlarını annelerine dayayıp mışıl mışıl uyudular. Anne başı örtülüydü ama canlı bir insana benziyordu. İkide bir iki omuzuna dayanan başları düzeltti. Sanırım hiç uyumadı. Polatlı’da indiler. Bu kez onların yerine 3 asker geldi. Onlardan biri biner binmez konuşmaya başladı. Uyuyan çift uyandı. Konuşan askere baktım, üç arkadaşın en zayıfı. Ancak anlattığı olaylarda hep kendisi kazanıyor. Tavırlarından anlaşılıyor, asker anlattıklarını daha çok bizlere duyurmaya çalışıyor. “Farfara!” dedim içimden. Arkadaşım Halil Dere’den öğrendim bunu. O, arkadaşı Sabri Taşkın’a böyle derdi. “Farfara!” , çok hatta biraz gereksiz konuşan, yeterinden fazla sözcük kullanan! Askerler Etimesut’ta inince kompartmanda üç kişi kaldık. Boşalınca karşı kanepeye geçtim. Bayan, oldukça gorgun, uykuya doymamış, kendini bir türlü toparlayamadı, Bay oldukça titiz, bu yolculuktan hoşlanmamış gibi. Bayan konuştu.

-Keşke gelmeseydik yolculuk bana yaramıyor! Bay, kesin bir tavırla:

-Gelmeyi sen istedin şekerim! 10 saat süren bir beraberlikte bay, ayrılırken bana iyi günler diledi. Yan gözle izlediğim kadarıyla iyi bir insan etkisi bırakmasına karşın susmasını, eşinin yanında olmasına, biraz da olaydan hoşlanmadığına dayandırdım. Yabancı erkekler arasında serilip uyuyan eşini çaresizlikten bu duruma düştüğüne üzülmüş olabilir. Bu duygulardan mı yoksa bu konuda kendi düşüncelerimin etkisinden mi, ayrılırken söylediği tek söz beni ona ısındırdı. Yüzü bir süre gözümün önünden gitmedi.

 

2 Eylül 1945 Pazar

 

Ankara garındayım, emanetçiliği öğrendim, hemen bulup çantalarımı bırakacağım, rahat rahat Ankara’da gezeceğim. Emanetçi varmış ama saat 10:00’da açılıyormuş. Bekledim. Beklediğime değdi, akşam treninin kalktığı yerin bitişindeymiş. Sevindim. Sevindim falan diyorum ama gerçekte huzursuzum. Akşama dek dolaşacağım buralarda. Ulus Meydanı’na yürüdüm. Aile Çay Bahçesinde insanlar var, bir masaya oturup simitle çay içtim. Gözlerim hep birilerini arıyor. Ulus Meydanı bomboş denecek durumda. Pazar günleri böyle oluyor besbelli. Ankara’ya 1941 yılından beri gelip gidiyorum ama sanırım böyle bir pazar günü gelmemişim. Kamplara katılırken Pazar günleri geldik ama buralarda dolaşmamıştık; demek böylesi de boşalabiliyormuş!

 

Ulus Meydanı- 2 Eylül 1945                                    

Varlık Dergisi aradım, “çıkmadı” dediler. Çıkmadı, iki anlama geliyor, bu ayın dergisi mi çıkmadı, yoksa bundan sonra Varlık Dergisi çıkmayacak! anlamında mı?

Ankara Sineması’nda Gazap Üzümleri varmış, tekrar olarak ona gittim. Henry Fonda. Amerika ilginç bir memleket, insanları bu bu denli yoksul, bu denli eziliyor, buna karşın dünyanın en güçlü ordusuna sahipler. Bunları içimden geçiriyorum, birine söyleyecek değilim. Söylesem alacağım karşılığı bilir gibiyim. Arkadaşım Nihat Şengül zaman zaman bunu söylüyor:

-Bizimkiler filmlere konu varsılları yapıyorlar, Ağalar, Beyler, Paşalar! Amerikalılar ise yerlileri, göçmenleri, yoksulları. Çünkü orada onlar azınlıkta! Ne anlama geliyor, pek anlamıyorum ama bu da bir fikir. Amerika, birleşik bir devlet tam 42 devlet bir araya gelmiş, bir devlet olmuş. On milyon kilometre kare. Türkiye’nin 14 katı büyüklükte. Nüfusu da en az on katı.  

Filmin yarısını uyuklayarak sürdürebildim. Unuttuğum sahneler olmuş, kimi yerlerde iyice yabancılık çektim. Çıkınca uykum açıldı. Tanıdıklarla karşılaşırım umuduyla gidip Tavukçu’da yemek yedim. Çıkınca Kızılırmak’a uğradım. Buranın bu kadar boş kalacağını hiç düşünmemiştim. Boş görünce Kızılırmak gözüme daha büyük göründü. Gene kitapçılara uğradım, Remzi Kitabevi tarafından Panait Istrati’nin Minka Abla kitabı duyurusunu okumuştum, kitabı görünce anımsayıp aldım. Remzi Kitabevi Istrati’nin Akdeniz’ini de çıkarmıştı. Kitabı alıp Gençlik Parkı’na gölgelik bir yere oturup okumaya başladım.

Yazarın öyle büyük çaplı bir yazar olmadığını biliyorum. Yoksulluk içinde yetişmiş, Fransa’ya gitmek istemiş, oraya giderse iyi bir yazar olacağını düşünmüş hatta kendisine yardım etmesi için büyük Fransız yazar Romain Rolland’a mektup yazmış. Romain Rolland da kendisine olumlu cevap vermiş. Ancak bu sıralar iyice umutsuzlaşan Istrati intihara kalkışmış, ölüm durumunda iken kendisine yardıma koşanlar cebinden Romain Rolland’ın mektubu çıkınca onu önemsemişler, iyileşmesine yardımcı olmuşlar. Yazarın böylesine bir zorlu yaşamı olmuş. Buna karşın, kendi dar çevresini ustaca anlatan bir dili var. Anlattıkları, herkesin yaşadığı olaylar, tanıdığı kimseler düzeyinde. Onun anlattıklarının benzerlerini ben yeni yeni yaşadım. İşte şimdi yazdıklarının biraz değişiklerinin içinden yeni geliyorum. O benim, karpuz tarlasından duyduğum kıvancı yaşamamıştır bile. Karpuzların düzgün olması için yüzlercesini sevinerek oturturken gösterdiğim dikkati, yazı yazarken bile göstermediğimin ayırdındayım. Ne var ki bunu anlatmaya kalkınca değil dikkatli okuyucunun beğenmesi, kendim bile beğenmiyorum. Ne sihir ne kerametse o bunu olağanüstü ustalıkla yapıyor. İşte burada da öyle, kendisine ait olmadığını bile bile (belki hiç yararlanamıyor) kırları, bayırları, çayırları özendire özendire anlatıyor. Istrati’nin ülkesi Romanya özellikle de Tuna güneyindeki Köstence yöresinin bereketli topraklarını, oraları görmüş olan babam anlata anlata bitiremez. Anlattığı bir olaya ise inanasım gelmemektedir. Köstence topraklarında tahıllar, çılgınca boy atar, başak tutarmış. Oradaki çiftçiler, söz gelimi buğday ekmişse, ürün dövülecek kıvamda olunca tarla sahibi ürünü biçmeye, demet yapmaya gerek görmeden döğeni hazırlar, tarlada gezdirirmiş. Böylece çiftçiler, bizdeki gibi ayrıca demet yapmak, harman hazırlamak işlerinden kurtulmuş olurmuş. Bu tüm Köstence’de mi yoksa çok sınırlı bir bölgede mi, bilmiyorum ama, babamın anlattığı bu olayı tüm Romanya için zaman zaman anlatıyorum. Istrati bana bunu anımsattı.

Istrati’ye göre köylüler, “Dünyaya acı çekmek için geldiklerine inanırlar! Onların toprağa ektikleri tohumdan tam randıman alması söz konusu değildir, bunu hiçbir zaman ummazlar! Niçin? O, bunu anlatmıyor, kendi kanısını söylüyor. Belli ki kendi inancı böyle. Bir yazar için böyle bir keskin yorum doğru olabilir mi? Ne var ki, o tüm anlattıklarını bu açıdan sürdürdüğünden, okuyucu ona kapılıp, onun beğenisine boyun eğiyor. Ancak anlayış genelleşemiyor, söylenenler salt o bölge insanının mantalitesi olarak sınırlı tutulup genelleşemiyor. Böylece yazar da evrenselleşemeden bölgesel kalmış oluyor. Bu nedenle Istrati, Romanya’yanın bilemedin Tuna boyu insanının yazarı boyutunu aşamıyor. Başka dillerde sevilmesi sanırım iyi çeviriciler eliyle olmaktadır. Söylenmek istenenleri çeviriciler, kendi dillerinde yorumlar katarak yaparsa, toprakla savaşan insanlar Panait Istrati’yi sever. Yazarları, sporcular gibi belli basamaklara ayırıp, azdan çoğa doğru sıralasalar bence Istrati ilk basamağın rekorunu kolay kolay bırakmaz.

*

Kitap, zamanımı sıkıntısız doldurdu, İstasyona inince emanetlerimi alıp trene bindim. Pazar akşamları çok tenha oluyormuş, bunun ayırdında değildim. Bir ara yanlış trene bindiğimden bile kuşku duydum. Abdülrezzak öğretmen eşiyle, Ramazan öğretmen yalnız olarak trene binince rahatladım. Pencereden bakarken birden Bella’nın geldiğini gördüm. Hasanoğlan’da olduğunu biliyorum, yanında birisiyle gelirken birden durdu, yanındakine bir şey söyler gibi yapıp geri döndüler. Beni kesinlikle gördü, dik dik baktığını gördüm. Peki, neden geri döndü? Yanındaki kimdi? Erkek mi, değil mi? Bir an bütün iyi kötü olasılıklar aklımdan geçti. Kesine yakın kanım:

-Beni görünce geri döndü! Peki, ama neden? Yanındaki erkekti, erkekle birlikte görünmek istemedi! Tümüyle kötümser düşünmeye başlarken Bella bu kez gülerek, biraz da koşarca geldi. Tren tam kalkarken yetişti. Kafamdaki sorular öylece sıralıyken:

-Yetiştim! diyerek yakınıma dek geldi. Bir şeyler söyleyeceğini kestirmiştim. Beni okumuş gibi anlatmaya başladı:

-Her cumartesi geliyorum, cumartesileri çok gelen oluyor. Ancak Pazar akşamları, kimi zaman bizden hiç kimse olmuyor. Yalnız dönmekten sıkılıyorum, komşumuz bir öğrencim var, beni çok seviyor. Anne-Babasıyla da iyi tanışıyoruz. Pazar akşamları onu arkadaş olarak götürüyorum, pazartesi evine dönüyor. Seni görünce onu geri çevirdim, arabaları var, anne babası getirmişti. Onlar gitmemiş, durumu anlattım!

Birden rahatladım. İnsan ne çabuk değişiyor. Kavga edenler, hatta cana kıyanlar böyle ani değişiklik yüzünden olsa gerek! gibisine yorumlar aklımdan geldi geçti. Bella, rahat, geldiğime sevindiğini söyledi:

-Piyanoyu ilerlettim! deyince ilgimi çekti. Piyanoyu ilerlettiğine göre bizim salonun boş olması gerekir. Oysa benim gelişim salonda mandolin çalışmalarının sürmesi nedeniyle. Sordum:

-Hangi piyanoda çalışıyorsun? Bella anlattı:

-Siyah piyano, markasını bilmiyorum, onu getirdiler!

Bu, “Getirdiler!” sözüne takıldım:

-Neyi, nereden getirdiler?

-Sizin oradan bizim salona!

-Sizin salon neresi?

-Yönetim binasının üst katı, Biçki-dikiş atölyelerinin karşısı. Müdürlüğün üstü! Şaşırdım, bizim piyano yönetim binasının üst katına taşınmış! Kızların orada çalıştığını biliyordum, Bella da onlarla çalışacak, bir arada olmaları iyi ama zaten iki piyano yetişmiyor, biri oraya gidince tek piyano ile nasıl çalışılacak? Kafam karıştı. Bizim yönetici buna nasıl razı oldu?

Bella, kendine göre programlar yapmış, salonunu hazırlamış, derslerin başlamasını bekliyor. Az önceki varsayımları bir yana itip eski Bella ile karşı karşıya olduğumu duyumsamaya başladım. Ancak piyanonun kızların oraya daha doğrusu yönetim binasına taşınmasını bir türlü benimseyemedim. Bir bakımdan sevinir gibi oldum, boş kaldığı zamanlar uğrar, gösterimi yaparım! gibilerde düş de kurdum. Ancak, piyanonun sesi o binayı köşe bucak doldurur.

Durakta indik. Elimde iki büyükçe çanta var, Bella, yardım etmek istedi ama çantaları bırakmadım. Bizim salona gidecek gibi ayrıldım, ancak doğrudan yatakhaneye gittim. Yatakhanede on kadar hazır yatak var. Enver Ötnü ile karşılaştım. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde öğretmen olarak kalanlar, henüz yataklarını taşımamış. Ekrem Ula, Hüseyin Çakar, Abdullah Ön, izinli ayrılmış. Şaka falan değil arada kısa kopmalar olmakla birlikte okuldan dört aya yakın bir ayrılık süreci yaşadım. Bunu, dönünce daha iyi anladım. 20 gün kamp, arkasından 20 gün gezi, bir süre sonra iki ay staj ayrılığı azımsanacak bir süre değil. Yemekte, öğrencilerden “Hoş geldin!” diyenler oldu. Hemen, cumartesi-pazar günleri gene çalışacağımızı söyledim. Yemek yedim ama uyku gözlerimden akıyordu. Enver Ötnü nöbetçi imiş, bana yatak hazırlattı, hemen yattım. Az sonra Süleyman Alkan geldi, oradakilere benim için “Kim?” diye sordu. Hasta olup olmadığım konuşuldu. Ölen bir arkadaşımız anıldı. Bunu duyunca uykum dağıldı. Arkadaşımız Sami Akıncı hastanedeydi, içim cızladı. Konuşmalar arasında geçti, ölen arkadaş bizim bölümdenmiş. İyice kederlendim, kim olabilir? Hasta kimse yoktu, kaza falan olabilir!

 

3 Eylül 1945 Pazartesi

 

Uyandığımda yatakhanede kimse yoktu. Meğer kalanların hepsi görevli kimselermiş, erkenden gitmişler. Kahvaltı zamanı çoktan geçmiş, Öğretmenler Kantini’ne gittim. Orası işliyormuş, sevindim. İyice ısınana dek yemekhaneye gitmemeye karar verdim. Kalkınca doğrudan bizim salona gittim. Salon açık, tertemiz. Orta Bölüm nöbetçileri, görevlerini yapıyorlar. Gözüm ilk olarak pikapla plâk dolaplarına takıldı. Plâklar ortalarda yığıntı durumunda, pikap açık. Piyano açık. Sanki biri gelmiş, beni kızdırmak için bunları inadına yapmış. Alt odaya baktım, gerçekten piyano yok. Üzülmedim, gideceğim yerde piyano olması uzak bir olasılık. Savaş bitti, yakında müzik alış verişleri canlanacak! Bunu Papajorji’nin orada söylediler. Bir akordion alır, derslerimi sürdürürüm!

Plâkları toplarken Öztekin Öğretmen geldi. Sanki yapılanlardan hoşnutmuş gibi:

-Buraları böyle görmeni istemiştim, o nedenle toplatmadım. Biz adam olmayız! Kendi elimle yetiştirdiğim, yetiştirip de burada bıraktığım bunu yaparsa ben kimden başka türlü iş beklerim?

Kim ya da ne diye sormadım; burada öğretmen kalan arkadaşımız Hüseyin Çakar için konuşuyordu. Ne diyebilirdim ki? “Önemli değil, ben onları eski düzene sokarım!” deyip, işe koyuldum. Öztekin Öğretmen piyano hikâyesini de anlattı. Hüseyin Çakar Hasanoğlan Köy Enstitü Müdürlüğüne dilekçe ile başvurmuş, piyano bölümünü bitirmiş, derslerinin normal sürdürülmesi için piyanoya gereksinim varmış. Bu sağlanmadığı takdirde müzik derslerinden randıman beklenmemeliymiş. Buna sinirlenen okul müdürü, piyanonun birini yukarıya aldırmış. Bölüm Başkanına da, piyano alınana dek piyano bölümüne öğrenci alınmaması talimatını vermiş. Öztekin Öğretmen üzgün olmakla birlikte gülümsüyor:

-Böyle başın, böyle olur traşı! diyor. Kendisi de:

-Siz böyle ayrılık yaparsanız ben de bu salonda çalışmanızı istemem! demiş. O nedenle şimdilerde buraya Enstitü bölümü öğrencileri çalışmaya gelmiyormuş. Ancak başlanmış, başarılı sonuçlar alınmış çalışmaların tümden durdurulmaması için seçimle bir grup öğrencinin mandolin çalışmasını sağlamayı düşünmüş. Bunu da ancak ben yapabilecekmişim. Bıraktığım yerden başlamak üzere 20-30 öğrenci seçmemi, hiç değilse pazar günleri bu çalışmaları sürdürmemizi düşünmüş, Okul Müdürü de uygun bulunca beni çağırmış.

Öğretmenle konuşurken, plâkları topladım, ortalıktaki notaları yerlerine koydum. Öztekin Öğretmenin Beethoven keman konçertosunu çok sevdiğini biliyorum, onu koydum. Oturduğu yerde arkaya yaslanarak:

-İşte bu be kardeşim, üç günlük ömrümüzü itiş kakışla geçimenin ne anlamı var! Müzik gibi insanın ruhunu rahatlatan bir güzel tutkumuz var, ona sarılıp huzur içinde yaşamak varken, işi dırdıra döküp kahırlanmanın ne anlamı var? Piyanonun biri gitti diye üzülme, zaman zaman gider orada çalışırsın. Sen acemi değilsin, çalacağın parçaları oradakiler zevkle dinlerler. Bir bakıma iyi oldu, bu yıl piyanoya kimseyi ayırmayacağız. Böylece piyano genellikle zaten senin olacak!

Öğretmenin konuşmasının biraz kararsız bulmakla birlikte bana güvenine sevindim. Yalnız kalınca kapıyı kapatıp uzun süre parmak çalışması yaptım. Hanon metodunu açıp, ağırdan ağırdan başlayıp yorulasıya çalıştım. Öğle paydosu olmuş, ayırdında değilim. Nöbetçi öğrenciler uyardı. Birisi mandolin çalışanlardanmış, sordu:

-Mandolin çalışması yapacak mıyız? Bu fırsatı kullandım:

-Birlikte çalıştığımız arkadaşlarının adlarını yaz bana getir! Onlarla hemen başlar, onlar aracılığıyla grubu çoğaltırım. Hasan Tekin’i sordum. Onun sınıfından bir grup bu ay Tarım Nöbetindeymiş, o da oradaymış, o nedenle ayrılıp gelemezmiş. Yarım saat bile geçmeden 20 öğrencilik bir gönüllü listesi geldi. İçlerinden birinin aramızda haber iletişimi kurmasını istedim, küçük sınıftan olmasına karşın Ali Demirci benim habercim olacak. Az sonra Ali geldi, mandolin durumunu, tel mızrap durumlarını, eksik mandolin olup olmadığını öğrenmesini istedim. Ali, her gün öğlede bana uğrayacak. Ali listedeki adlara baktı, hepsini tanıdığını söyledi. Kendi sınıfından başka gelecek olursa katılıp katılamayacağını sordu. 30 kişiye kadar çıkabileceğimizi söyledim. Yarın öğlede konuşmak üzere sözleştik.

İlk Grubumuz: Ali Akyol, Rıza Ay, Fazıl Erikçi, Kadir Yıldız, Naci Aral, Emin Çelik, Arif Kepenek, Ahmet Karadede, Satılmış Öztürk, Bekir Yıldırım, Mustafa Kutlu, Ahmet Topal, Yaşar Oğuz, Nurettin Alataş, Veli Özer, Ali Demirci, Adem Kara, Aslan Aslan, Kadir Deveci, Ömer Yazıcı…

Ad olarak hepsini ayıramam ama hepsinin az da olsa okul şarkılarını çalacağını bekliyorum. Gerçekte ise ben okul şarkılarından çok, nota çaldırmayı tasarlıyorum. Önce tek ses, yalın, melodik parçalar. Arkadaşların çalıştığı Seybold keman metotlarında böyle parçalar var, salt dörtlük, salt sekizlik sıralamalar şeklinde onlardan seçip çalıştıracağım. Çok tanınmış büyük eserlerin böyle kısa kolay bölümleri oluyor, 9. Senfoni’de olduğu gibi. Bunların adı da verilince çocuklar hiç değilse adlara dillerini alıştırırlar. Birileri böyle yapıp söz yakıştırmış ama eserlerin adını saklamış. Örneğin, Aida Operası’ndan “Artık Savaş bitti ey şen arkadaş” marşı, Bizet’nin Arlezyen Süiti’nden “Başımız gökte dağlar aşarız” marşları böyle yapılmış. Bunlar saklanmadan söylense nesi eksilir?

Bir süre Minka Abla’yı okuyup bitirdim. Kitapta insan gibi anlatılan iki nehirimsi dereyi (Seret ile Bistritsa) ben de bizim köyün iki deresine Üsküpdere ile Kurudereye benzetiyorum ama, orada kalıyorum. Istrati o denli çok söz biliyor ki onu okurken, ateşte mısır patlatırken mısırların sürekli çıkardığı sesler gibi durmadan konuşuyor duygusuna kapılıyorum. Sevgililerin birbirine kavuşmasını türkülerde duyuyorum ama gerçekte iki sevgilinin dereler gibi birbirine kavuşup yapışık bir beden olacağını aklımdan geçirmiyorum. Bizim köy ya da yakın köylerden geçen derelerin oluşmasını bir dizi köyden geçerek Ergene Nehrine dökülmesini düşünmüştüm. Özellikle benim sık sık dalarak geçtiğim Şeytan Deresi, Kavaklı Deresi, Üsküpdere, Istranca dağlarında başlayarak Ergene’ye dek kardeş kardeş, bir birine paralel olarak akarlar, bunların kimi yerde üstüne kurulmuş köprülerden kimi zaman da sulara dalarak geçerim ama bunları insanlara benzetip, bir de insanların hoşuna gidecek inciler sıralayamam. İşte, Istrati, insanlar için söylenecek sözleri güzel güzel kendi küçük dereleri için söyleyebiliyor. Sonunda da, “Bunlar, acımasız Tuna’ya karışıp yok oluyor!” hükmünü veriyor. Tuna neden acımasız oluyor? Bunu ise ben hiç anlamadım. Bir de, “Gerçekte de onlar yok olmuyor (Istrati’ye göre) onlar var da onları insanlar göremiyor!” diyor. Belli ki, usta yazar, dereleri bahane edip kendi duygu ve düşüncelerini ortaya döküyor. Ne desem gerçeği görmezden gelemem, Dünya yazarları arasında bir yazar Panait Istrati var. Dünya dağları arasında bir Elbrus ya da Erciyes gibi. Onları, görmezden gelsem bile onlar yerlerinde varlar. Kendini insanlığa tanıtmış yazarlar da öyle!

Aralıklarla piyanoya oturdum, kısa parçaları, Für Elise, Menuet, Moment Müzikal yerinde duruyor. Pathetique Sonatın zaten son kısmını, Rondo bölümünü çalmıştım. Çok tekrarladığımdan unutmamışım. Czerny, Chopin zaten notadan çaldım, gene bakarak çalarım. Mozart 331’in Marş öncesi gene takıntılı, gerekirse orasını atlar marşı çalarım. 545 oldukça iyi. Maman nasıl olsa gidiyor!. Yemekten sonra da bir dizi tekrardan sonra yattım. Süleyman Adıyaman da burada kalmış. İşte buna şaştım, neden kaldığını sormaya hakkım olmamakla birlikte içimden kendime soruyorum; neden? İyi İngilizce biliyormuş! İyi bildiğini kim biliyor? Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca ile iki Denizli’li hemşeri, sıkı fıkılar; bilirse o bilir! Atmaca, okulu bitirdi de Başkanlık görevini bitiremedi. Sanırım, başkanlığı öğretmen olarak sürdürecek. Nedense “Sana ne bunlardan? diyemiyorum kendime. Hani seçimle yapılırdı? İki yıldır buradayız, biz seçmedik. Bizden sonra gelenler de bir yıllarını doldurdu, onlar da hazır buldu. Hazır bulunan Başkan! Böyleyken gerek konuşmalarda gerekse dergide sık sık söylenip yazılıyor. Köy Enstitüleri’nde işler demokratik bir anlayış içinde yapılır. Öğrenciler seçimle görev üslenir, görevlerini seçimle devreder diye. Yedi yıldır içinde yaşadığım Köy Enstitüsü sürecimde bir kez seçim yaşadım, Kepirtepe Köy Enstitüsü Kooperatif kurulduğunda Kooperatif Yönetim Kurulu seçimi yapılmıştı. Öğretmen Fikret Madaralı denetiminde sahiden bir seçim olmuştu. Onun da ömrü ancak üç ay sürdü. Kepirtepe Hasanoğlan’a göçünce ne kooperatifi kaldı ne de adı. Bu yılı da geçirirsem, seçim denince yaşam boyu bunu anıp bunu anlatacağım:

-Bir seçim de ben yaşamıştım, 1940 yılının Aralık ayında Kooperatif Yönetim Kurulu seçmiştik! diye başlayacağım. Sonrasını soranlara da:

-Sonrası, sürekli seçim sözü dinledim. Ne sihir ne keramet, görünmeyen bir nesne gibi hep sözü edildi, seçildiği söylenenler, hep seçilmiş olarak kaldı! Bizim Kepirtepe’de arkadaşımız Sami Akıncı 1939 Ocak ayından 1941 Aralık ayına dek seçilmiş olarak kooperatif dediğimiz küçük bir odada, bizler sanat çalışmalarına dağılınca oraya çekilip kültür derslerine çalıştı. Öğleden sonraları hep iş dersi olduğundan kooperatiften kimse bir şey almıyordu. Ama Sami Akıncı seçilmiş olarak orada iki yıl oturarak hem sanat çalışmalarından kurtuldu hem de kültür derslerine rahat rahat çalışarak üstünlük sağladı. Çünkü Sami Akıncı’yı oraya Okul Müdürü seçmişti. Ne var ki, gerçek kooperatif 1940 Aralık ayında kurulduğunda aday olan Sami Akıncı Okul Müdürü adayı olmasına karşın seçilememişti. Bizim öğrenci başkanımız da biz gelmeden önce seçilmiş, iki yıldır seçilmiş olarak bizi yönetti . Şimdi de hem Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğretmeni olarak çalışıyor hem de bizi yönetiyor. Bu arada Eğitimbaşı Hürrem Arman’ın işlerini yürütüyor. Atmaca’nın işlerinden biri de Sabahattin Eyüboğlu Öğretmenin işlerini yürütmektir. Bunu kendisi övünerek söylemektedir. Demek ki seçilmek güzel bir olay. Oyla olmasa Keriman Halis Dünya güzeli seçilir miydi (? ) deyip noktayı koydum. Bir çırpıda kafamdakileri de noktalayıp gözlerimi yumdum.

 

 4 Eylül 1945 Salı

 

Uzaktan izlediğim arkadaşlardan biri de Süleyman Alkan. Sanırım ilk yıl, hiç konuşmadıklarımdan biriydi. Okul Müdürünün giysi yasağı olayında bana arka çıkınca ilişkimiz arttı. Tartışmalarda, şakalaşmalarda ağır başlı tavırlarıyla dikkatimi çekmişti. Bir ara Öğrenci Başkanlığı seçimi sözü edilince onu adaylar arasına katmak istediğimde Kızılçullu çıkışlı arkadaşlar (Niyazi Başkaya, Faik Demir, Kemal Güngör) beni uyarmıştı:

-Sen ne diyorsun? O aday olursa, başkanlığı onlara (Çiftelerlilere) kaptırırız! Seçim yapılmadığı için olay kapanmıştı.

Süleyman Alkan şimdi Hasanoğlan Kör Enstitüsü Öğretmeni. Yanımdan geçerken takıldı:

-Anladık, tatildesin ama unutma ki bizler çalışıyoruz. Hiç değilse bizler kalkınca kalk da sonra gene yat. İki gündür burdan geçerken esniyorum! deyip güldü. Ben de:

-Haklısın, ben iki yıldır, oyun alanına giderken sizlerin yanından hep esneyerek geçmiştim! deyince Süleyman Alkan birden durdu, kaşlarını çatarak:

-Bunun söylemek zorunda mıydın şimdi? Küçük bir takılma! dedi. Koluma girdi birlikte çıktık. Yemekte görmediğini söyleyince, benim yalnızlık duygusuna kapıldığımı söyleyerek:

-Öğlede beraber olacağız! deyip ayrıldı. Yan çizmenin uzayamayacağını bildiğim için, öneriyi benimsedim. Kahvaltıyı gene çay simitle geçiştirdim.

Mandolinlerin akortlarını tamamladım. Az sonra nöbetçi öğrenci üç yeni mandolini getirdi. Böylece mandolinler tamamlandı. Bir daha gözden geçirdikten sonra öğrencilere teslim etmek üzere hazırladım. Yarın öğle paydosunda ilk çalışmamızı yapacağımızı da duyurmak için tahtaya yazdım.

İlk gün, genel bir yoklama yapacağım. Biliyorum, öğrencilerin hepsi mandolin çaldığı kanısındalar. Sarı Kız, Çiğdem Der ki, Menekşe Buldum Derede ya da benzerleri kulaktan kulağa geçerek değişik ritimler ya da tonlarda çalınıyor. Bunları birleştirmek ancak akor birliği ile olacaktır. İlk koşul mandolin akorları için her dakika gelinebilirlik özgürlüğü vermek gerekir. Öğrenciler çalışma saatlerinde işlerde olduğundan zaten her saat gelmeleri olası değil. Öyleyse onlar paydoslarda gelecektir. Bu nedenle asıl görev bana düşüyor, öğle ve akşam paydoslarında burada bulunmak!

İlk hevesle List 2 nolu Rapsodiyi biraz çekiçledim. Mozart’ları özlemiştim. Özellikle Maman’ı çalarken birden aklıma takıldı. Mozart çocuk yaşta çok ün yaptı, Batı kentlerinde konserler verdi. Maman’ı da Paris’e gittiğinde duydu, varyasyon yaptı. Mozart’ın çocukluğu 1765-1775 arası. Bu on yıllık sürede Jean Jacques Rousseau da Paris’te idi. Mozart Paris’e gittiğinde ona sahip çıkanlardan biri, Alman asıllı filozof Grimm idi. Grimm aynı zamanda Rousseau’nun dostu. Rousseau İtiraflar’ında Grimm’le aynı evde kaldığından söz ediyor. Müzik alanında büyük iddialarla ortaya çıkan Rousseau’nun Mozart’tan hiç söz etmemesi dikkatimi çekti. Rousseau, o günlerin ünlü bestecisi Rameau ile önce işbirliği sonra da tartıştığına göre, özellikle de opera yazıp kral sarayında oynattığına göre Mozart’ı duymaması düşünülemez. Belki, Rousseau müzikle bir süre uğraştı ama 1762’den daha doğrusu Emil’i yayınladıktan sonra müzikle uğraşmayı bıraktı, hatta can derdine düştü denilebilir. Ancak İtiraflar’ında daha önemsiz olaylara yer verdiğine, özellikle de müzik görüşlerini savunduğuna göre, Mozart bir yana, Haendel, Johann Sebastian Bach hatta Paris’te yaşayan, opera alanında yeni buluşlar ortaya getiren Gluck’tan habersiz olamaz. Bir başka önemli nokta Rousseau İtalyan müziği için övücü sözler söylüyor. Oysa o dönemde İtalyan müziğinin modası geçmiş, bayrağı Almanlar almıştı. Gluck yanında Joseph Haydn ile Mozart, Viyana Klasiklerinin çitasını erişilemeyecek derecede yükseltmişti. Rousseau bunlardan habersiz olamazdı; önmsemedi mi, yoksa Rousseau’nun müzik görüşü, onun savunduğu gibi geniş soluklu değil mi idi? Özellikle Mozart, operalarını İtalyanca besteliyor, metinlerini de çoğunlukla Fransız yazarlardan alıyordu. (Fransız, Beaumarchais, İtalyan Lorenzo da Ponte) Bunu, konserler başlayınca ilk işim, Mahmut Ragıp Öğretmenden soracağım.

Tam kalkmak üzereyken kapıdan konuşmalar geldi. Gelenler beni çalışırken görsün düşüncesiyle daha doğrusu kalkıp onlara “Buyurun, muyurun” şeklinde karşılayıcı duruma girmemek için duymazdan gelip, duruma göre tavır almak için, gelenlerin yanıma gelmesini bekler gibi çalmaya devam ediyorum. Gelenler önemli kişi ya da topluluklar olunca çoğunlukla Ali Coşkun Öğretmen birlikte gelir. Onun sesini duyunca kalktım. Benim için her zaman söylediğini tekrarladı:

-O hep öyle kendinden geçerek çaatlerce çalar! Kalktım. On kadar insan, yarı köylü yarı kentli gibi… Ali Coşkun Öğretmen birisine dönerek:

-Bu bölümün öğrencileri hep stajda, öteki enstitüleri tanıyorlar. O kişi de “Gidecekleri okulları tanımaları güzel bir düşünce, kurayı çekince aklı meçhul bir yerlere takılmaz!” Keskin İlçesinden geldiğini duyuınca toparlandım, orasını gördüğümü söyledim. Konuşan Kaymakammış. Okullu köylerin muhtarlarıyla toplantı yapmış, 4274 sayılı yasa gereği muhtarların görevlerini anımsatmış, bir de öğretmen kaynağı olan Hasanoğlan’ı muhtarlara tanıtmak istemiş. “İşte kaymakam böyle olur!” dedim içimden. İçlerinde Hasanoğlan muhtarı Ahmet Çakır da vardı. Beni anlattı:

-41 yılında geldiğinde tanıdım, buranın inşaatlarında çok emeği vardır! deyince kaymakam:

-“Ne güzel, yapımına katıldığı binalarda oturuyor, piyano çalıyor, her kula nasip olmayan bir mutluluk!” dedikten sonra memleketimi sordu. Lüleburgaz deyince dikkatli baktı, “Lüleburgaz! Trakya’da değil mi? Memleketin her yeri birdir, ben de Urfalı’yım, Urfa’nın Mamuca köyünden. Mamuca’yı hep sordum, hiç bilen çıkmadı. Oysa Mamuca’da yaşayanlar bu dünyanın bir parçası, kendilerinin bilindiğini sanırlar, bir araya geldiklerinde dünya, memleket, insanlık dillerinden düşmüyor. Umarım bundan sonra zaman zaman da olsa bir Lüleburgazlı Mamuca’dan söz edecektir. Unutmazsa eğer.

Unutmayacağımı söyledim. Mamuca adı, benim soyum olan kabilenin adını çağrıştırıyor. Amuca, o nedenle unutmam. Kaymakam Bey ötekilere dönerek:

-Bakın, okumuşlar bunu yapar, Amuca- mamuca, gerçekten unutulmaz! Hep güldüler. Amuca- mamuca! diyerek çıktılar.

Yemekhaneye giderken Süleyman Alkan’la karşılaştım, beni bekliyormuş. Birlikte öğretmenler masasına oturduk. Nazif Balcıoğlu, Cemil Toygar bana sataştılar:

-Boza sevmediğin belli, bir kez olsun boza içseydin Vefa’nin değerini takdir eder, bizlere hasret çektirmezdin. Cemil Toygar bir genelleme yaptı:

-Şimdiki gençlerde vefa-mefa yok.

Vefa-mefa sözünü fırsat sayıp, az önceki olayı anlattım. Amuca Mamuca! Hemen Mamuca’yı sordum. Mamuca neresi? Yüzüme baktılar. Mamuca Urfa’nın bir köyü, Amuca da benim atalarımın boy adı. Amuca, Amuca’nın mamuca’sını buldum. Tıpkı Vefa’nın mefası gibi. Düşünün Amuca’ya bir bir dayanak bulmak için Urfa köylerine varana dek haritaları, atlasları taradım.

Söze hiç karışmayan Rahmiye öğretmen sordu:

-Niçin yapıyorsun bunları?

-Bunları şunun için yapıyorum, deneyimli ağabeylerimiz, görüyorsunuz, konuşmaları hep bildikleri, kendi alanlarına çekiyorlar. Doğal olarak o alanlarda deneyimleri olduğu için kazançlı çıkıyorlar. Böyle olunca tartışmaları kaybetmiş duruma düşen gençler zaman içinde ileri adım atma şevklerini kaybediyorlar. Hiç kaybetmeyeceğim biçiminde bir iddiam yok, genelde kaybetmek zorundayım, çünkü dünya düzenini deneyimliler tam geçirmiş. Hiç değilse kendi dar çevremde az da olsa direnmemi sürdürmek niyetindeyim.

Cemil Toygar Öğretmen Balcıoğlu’ya bakarak:

-Bu da bizim şanssızlığımız! deyince Balcıoğlu Öğretmen:

-Bunu ben şanssızlık değil şans sayıyorum, onun kazandıklarında bizim de payımız var, biz karşı çıkmasak o, tek başına ne yapabilir ki? Seller olmasa köprüler olur muydu?

-Kış olmasa soba olur muydu?

-Yağmur yağmasa şemsiye olur muydu?

-Rüzgar olmasa yeldeğirmeni olur muydu.

-Yeldeğirmeni olmasa Don Kişot olur muydu? Son soruya karşı olan çıktı. Cervantes olduğu sürece Don Kişot olacaktı! Buna da:

-Tatsızlık çıkarmayalım! denince bir süre gülündü ardından da yakın oturanlar kendi aralarında konuşmaya başladı, toplu gülmelere dönüştü. Rahmiye Öğretmen, Nebahat’tan söz etti:

-Sınıfı geldi, kendisi izinli ayrıldı. Sınıfını da başkasına verdiler. Sanırım ona yeni gelenlerden sınıf verecekler. O, bu konuda çok deneyimli sayılıyor.

Yemekten kalkınca Süleyman Alkan’a teşekkür ettim. Niçin? diye sordu. “Öğretmenler arasına katılmam…” derken beni susturdu:

-Sen bizden çok ilerdesin, biz henüz bu tür konuşmalara giremiyoruz. Bu apayrı bir konu, sen sıcak ilişkini sürdür. Soğuk durmak, sorun çözmüyor. Biz de zaman içinde bir şeyler yapacağız. İlânihaye yan bakışma bir çözüm değil.

Salona döndüğümde öğrencilerin beni beklediğini gördüm, üzüldüm, listeyi çıkararak ad ad okuyup mandolinleri verdim. Çocuklar hevesle bir süre bildikleri gibi çalıştılar. Bir süre sonra durdurup ses denemesi yapım. Laaaaa, miiiiii, sollllll, reeee!doooo, miiiii, solllll, doooo!… Akor birliğinin önemini tekrarladım. Öğrenciler giderken Öztekin Öğretmen geldi. Alt katta yapılması sürüncemede kalan keman odaları için yakındı:

-Birkaç yıl önceki gibi hevesli olsaydım, sıvayıp kolları kendim yaptıracaktım. Çalışmaktan değil de baştakilerin anlayışsızlıklarından usandım! deyince ben de bu kez öğrendiklerimi, duyduklarımı anlattım. Öztekin Öğretmen Genel Müdür için:

-“İşi boğuldu, yanlış başladığını anladı ama iş işten geçti. Çalışmalarından memnun olmadığı insanlarla büyük bir işe kalkıştı. İşte görüyoruz, buradaki yöneticilerin içinde köyde başarılı işler görmüş biri var mı? Başarılı işler var ama onları kimler yapıyor? Hasanoğlan’da en başarılı işler, inşaatlarla tarım. Tarımda başarıyı İzzet Palamar sağlıyor. Adamın çıkıp ortalarda nutuk attığını gördün mü? Atölyelerde üreticiler ortalıkta görülmüyor. Onlar kendilerinin görünmesi derdinde değil, işleri görülsün istiyor. Bir de yöneticilere bakalım. Sözgelimi okul müdürü, bir gün olsun bir Anadolu köyünde öğretmenlik yapıp bir başarı sağlamış mı? Konuşmasına bakarsan allâme! Şu eğitim başılığa ise hiç akıl erdiremedim, adam üç beş yıl köylerde dolaşıp öğretmenler hakkında, astı astarı belirsiz raporlar düzenlemiş. Kim nasıl değerlendirdiyse başarı olmuş, Köy Enstitüsüne Eğitimbaşı oluyor. Allah aşkına ne iş yapar bu eğitimbaşları? Her sınıfın bir öğretmeni var. Bu öğretmenler yönetmelik emirleri uyarınca her öğrenciyle yakından ilgilenmek zorunda. Eğer ilgilenmiyorsa görevini yapmıyor demektir. Öğretmen bu görevi yapmayınca Eğitimbaşı mı yapıyor? Bir de Yüksek Bölüme Eğitimbaşı eklediler. Türkiye’de bunca yüksek okul var, bunlarda böyle bir kurum var mı? İki yıldır buradasın, Eğitimbaşı ile ilgili bir işin oldu mu? Eğitimbaşı, Bölüm başkanından öne çıkarılıyor. Oysa yasalarda böyle bir otorite yok. Adamı buraya müdür yaptılar, hiçbir varlık gösteremedi. Varlık dediğim de gelen giden konukları hoşnut edemedi. Ne sihir ne keramet adam dünyada bir benzeri olmayan yüksek okul öğrencisine yol gösterici olarak oraya oturtuldu. Tek işi, bölümlerdeki öğrenci adlarının bir listesini alıp dosyada toplamak, sınav sonuçları geldiğinde hak edenlere bir diploma hazırlamak. Bunu fakülteler bir sekretere yaptırıyor. Ankara Hukuk Fakültesinin 3000 dolayında öğrencisi var. Onlar eğitimbaşısız diploma alıp avukat, hakim oluyor. Sizler buraya öğretmen olarak geliyorsunuz ama buradan Eğitimbaşısız çıkıp öğretmen olamazsınız. Acayip bir anlayış. İşin bir başka yanı da Eğitimbaşıların çoğu eğitim bilgisi, yani pedagoji dersi bile okumamış kimseler. Öğrenciler için böyle bir rehber gerekli ise bunu liselere, özellikle de öğretmen okullarına koy, özel eleman yetiştir. Resim Öğretmeni Eğitimbaşı, Bedeneğitimi öğretmeni eğitimbaşı. Bütün bunlar toplanınca Köy Enstitülerinin bir yanının sağlıklı olmadığı ortaya çıkıyor. Köy Enstitüleri için saçma sapan yazılar yazılıyor bunlara karşıyız ama bir yanımızın sağlıklı olmadığını da görmezden gelemeyiz. İşte bizim keman odalarının yapılmayışı da buna benzer anlayışsız bir durumdur. Adam “Müdür benim, piyanoyu alırım!” dedi aldı. Şimdi ne olacak? Bir piyano için ikiden fazla öğrenci alamayız! Öyleyse yeni geleceklere piyano şansı tanınmayacak!”

Öztekin Öğretmen bana bir görev verdi; tüm Köy Enstitülerindeki eğitimbaşı görevi üslenmiş olanların gerçek branşlarının saptanması.

Bunu arkadaşlar dönünce onlardan sorarak öğrenirim. Şimdilik kesin bildiğim Kepirtepe Köy Enstitüsü Eğitimbaşı, Kemal Üstün, İlköğretim Müfettişi, Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji bölümünü bitirmiş. Bir önceki ise Tarih öğretmeniydi. Birkaç yıl önce Trabzon/Beşikdüzü’nün Bedeneğitimi öğretmeniydi.

Öztekin Öğretmen ayrılınca bir süre çalıştım. Kısa parçalar arasına Boccherini Menueti eklemek istiyorum. Beethoven Für Elise, Schubert Moment Müzikal, Mozart Türk Marşı, Schumann Rüya, Booccherini Menuet, Beethoven Menuet aklıma geldi, onu neden eklemeyeyim? Notayı çıkardım, eskiden çalıyordum; şimdi ise konser repertuvarıma alacağım. Birkaç kez tekrarladım. Özellikle trio bölümündeki atlamalar hoşuma gidiyor. Beklediğim geldi, Bella! Kapıdan girerken daha “Bu parçayı benim için mi çalıyorsun? Bunu ben çok seviyorum” dedi. Notayı aldı, baktı:

-Bunu ben de çalarım! deyince notayı verdim. Nota göze pek karışık görünmüyor. Yaparsın! yapamam! derken piyanoya oturdu, tek parmakla denedi. Aklı yattı, parçayı birkaç kez tekrarladım, özellikle trio bölümünü güzel çaldığıma ben de inandım. Özellikle sol eli kaldırarak bedensel bir devinimle katılmak sanki parçayı daha güzelleştiriyor. Biz parçayla cebelleşirken, genç öğretmenler çıkı geldi. Benim beklemediğim bir durum, onlarınsa akıllarından bile geçirmedikleri bir olay, Bella’nın benimle olması! Ben konseri sürdürdüm Bella ayrıldı. Ekrem Ula azıcık kulağı delik, Süleyman Alkan için sürpriz. Konser bittikten sonra beni gariban sanıp, yalnızlıktan kurtarmak için çare ararken, kendilerinin benden çok yalnız olduklarını anlattılar. Enver Ötnü onlara sordu:

-Benim ona (benim için) niçin enişte dediğimi anladınız mı? Birlikte, bağ içinde açılan çay evine gidip bir süre oturduk.

Şakalar dışında arkadaşların durumları iyi. Okul Müdürünün kendilerini hep öğrenci gibi göreceği inançları rahatsız ediyor ama, bir süre çalışıp askere girmeyi tasarladıklarından onun üzerinde fazla durmuyorlar. İsmail Koralay izinden döndü ona sevindim. Onunla ilk tanıştığımızdan beri iyi konuşurduk. Heykel çalışmalarına katıldığımda bana çok yardımcı olmuştu. O gelince daha rahatladım. Hüseyin Çakar’la Abdullah Ön de gelirse yalnızlığım daha da azalacak!

Akşam yemeklerinde öğretmen masaları boş oluyor. Biz bizeyiz, daha rahat. Tatil dönemi olduğundan öğrencilerin de bir bölümü yok. Bir sınıf izinde, bir sınıf imeceye katılmış. Son sınıflar zaten ayrıldı. Yeni öğrenciler bekleniyor, iki sınıf alınacakmış. Yemekten sonra da salona inip bir süre çalıştım.

Yatınca, oldukça rahatladığımın ayırdına vardım. Kimse “ne geldin?” gibisine yan bakmadı. Yarın öğlede Mandolin çalışmalarına başlayınca kimse yadırgamayacak. Yatınca azıcık Bella’yı düşündüm. Ne rahat, ona uyarak ben de rahat oluyorum. Onunla olunca Yıldız ya da Halise’den farkı bir yanım yok. Ancak ikimiz bir aradayken, görenlerin neler düşündüğünü biliyormuşçasına onların zannettikleri şeyleri düşünüyorum. Böyle şeyler konuşmuyoruz ama o da biz bir aradayken biri gelince değişiyor.

Yarın, bir ara yönetim binasındaki piyanoya gidip çalmayı deneyeceğim.

 

5 Eylül 1945 Çarşamba

 

Konuşmaları duyunca kalktım. İsmail Koralay:

-Sen ne kalkıyorsun, yat uyu arkadaş, bize bakma biz yuların ipini verdik, sen daha özgürsün! Faik Canselen Öğretmenin bir sözünü anımsattım. Ben de bir gün ona “Siz öğretmenler özgürsünüz, öğrencilerde o özgürlük yok!” deyince öğretmen gülmüş sonra da:

-Hepimiz aynı gemi içindeyiz, farkımız, ayrı yerlerde duruşumuzdur. Kendimizden az ötede duranları farklı görüyoruz. Bu farklılık özgürlük değildir, özgürlük o gemiyi istediğin an terkedebilmektir. Ne var ki, yaşam bir derya, hangi gemiyi terketsen bir gemiye binmek zorundasın. Öyleyse özgürlük gemi terketme değil, o gemide huzurlu olmaktadır. Bu da yetmedi filozofun biri (hangi filozof anımsayamadım, sen bul) demiş:

-Huzurlu bir domuz olmaktansa huzursuz bir Sokrat olmayı yeğlerim! Yaşam bir terci işidir. Görkemli saraylarında hesap kitap içinde tedirgin krallar vardır, o kralların tebaları arasında nice yoksullar, kraldan daha huzurlu, daha mutlu yaşarlar.

İsmail Koralay, gerçekçi, daha doğrusu iş insanı, kitaplar okumak için yazılır. Yazanlar da kitaplarını okutmak için ilginç hikayeler anlatmak zorundadırlar. Ne anlatacaklar? Çaresiz yakası açılmadık olayları, inandırıcı sözleri seçeceklerdir. Yazarlar kitaplarının okunması için yeni hikâyeler anlatmak zorundadır. Sonuç olarak hepsi zekâ işi ama pasif etkenliklerdir. Bizim gibi bilek gücüne dayanan etkinliklerde onların pek geçerliliği olmamaktadır. Onları bilmekte yarar yok değildi, karşılıklı söyleşilerde değişik bir renk olur. Tıpkı sizin müzikleriniz gibi. Heykelini yaparken yontucu Beethoven’i zevkle dinler. Seslerin ona, yaptığı işte bir katkısı yoktur ama rahatlatıcı bir etkisi vardır. Heykeltraşa etkileyici müzik yerine kullandığı, işini gördüğü gereçlerin uygunluğu yardımcı olur. İnsanlar müzeleri gezenlere müzik dinletirler. Kimilerine göre sergi ya da müzeleri gezenlerin hafif birşeyler atıştırmasını da önerirler. Oralarda en büyük yük gözlerdedir ama diğer duyarlıkların katılması gerçek algılamayı daha etkili yaparmış. Sahiden bunu bize Malik Aksel Öğretmen anlatmıştı. Müzeleri gezenlerin çoğu heykele yaklaşır elini uzatıp dokunmak istermiş. Buun nedenini araştırıcılar böyle yapanlara sormuşlar. Niçin elinizi uzatıyorsunuz? 8/10 ölçeğinde kişi bilmiyorum, elim gitmiş! şeklinde cevap vermiş. Öyleyse görme mekanizmasının devinimi dokunmayı da devreye sokmak gereğini duyıuyor. Koklamayı da işin içine sokanlar olmuş ayrı dekorlar içinde aynı heykelleri sergilemiş. Birinde hafif bir koku varmış, heykeller rahat rahat görülebiliyor, isteyen dokunabiliyormuş. Ancak heykeller öteki sergidekilerin tıpkılarıymış. Değişik bir düzenlemeyle başka bir sergi havası verilmişmiş. Sergileri gezenler arasında yapılan bir soruşturmada serbestçe gezilen serginin eserleri çok üstün puvan almış.

Bunları konuşunca okuduğum bir yazıyı anımsadım. Amerika’da bayanlar için böyle bir deneme yapılmış. Ayni kurum, aynı yapımları başka başka yerde satışa çıkarmış. Ancak bir bölümü fark edilecek ölçüde kokulu yapılmış. Koku dışında kesinlikle bir değişiklik yokmuş. Kokulu satış yeri dolmuş boşalmış, öteki yerin satılamayan malları, kokulu yere taşınarak satılabilinmiş.

Kahvaltıdan sonra yönetim binasına gittim, üst katta kimse yok. Karşılıklı iki büyükçe salon, kapıları birbirine karşı. Birinde piyano. Piyanonun sesi karşı salona gidecek uzaklıkta. Kızlar karşıda çalışıken piyano çalmayı hesaplıyorum. Piyanoya oturdum. Akort berbat, getirirken çok yürütmüş olabilirler. “Olsun, akordu nasıl olsa yapılacaktı.”

Bir süre tatsız tuzsuz tıngırdattıktan sona kendi salonumuza geçtim. Kesin karar; bundan sonra plânlı programlı çalışacağım. Konser parçalarım bir tarafta, ciddi eser sayılan sonatlar bir tarafta, etüt ya da parmak geliştirme parçaları bir tarafta olmak üzere. Etütler dışındakiler bir saat on dakika sürüyor. Mozart, iki sonatla varyasyon Maman yarım saati geçiyor. Bunları kendi grupları içinde aralıksız tekrarlayacağım.

Mandolin çalışmalarını da bir düzene sokmayı tasarladım. Mandolini eline alan türkülere sarılıyor. Alıştırmak için verilen notaları belleğine alıp tekrarlayan yok. Notalı şarkılar, ya da şarkıların salt notalarını verip çaldırmak aklıma geldi. Neden tanınmış büyük eserlerin kolay, bellekte kalır bölümleri olmasın? Örneğin, Beethoven 9. Senfoni’nin ünlü melodisi? Onu işaretledim. Bir türkü, arkasından onu, araya bir başka melodi. Dörtlükler üzerine dizilmiş olması işi kolaylaştıracaktır. Mozart 40. Senfoni’nin girişini düşündüm, salt girişi, iki defa. Hemen onun ardından Maman giriş, çocukların bildiği şarkı. Şarkının sözlü bölümü bitince durdurup ben devam eden 2. bölümü çalacağım. Bölümün sonunda öğrenciler gene şarkının notalarını iki sesli çalacaklar. Bunu yapabilir miyim? Neden olmasın? Giriş şarkısını düşündüm, kolay olması bir yana melodik olmalı. Böylece bir şarkı ile başlayıp gene bir şarkı ile bitirmek. Çok sevindim. Şarkı ya da türküleri, sıraladım, Yenice Yolları, ağır, iyi ama ses uyumunu denemem gerekli, bittiği sese uyan bir sesle başlamalı. Çalınacak parçaların değişmez kuralları var. Öyleyse onlara uyan parçalar seçilmek zorundayım. Yenice Yolları’ndan başlayıp çok söylenenleri sıraladım. Çok ritmik olamayacak. Belki en sonundaki ritmik olabilir.

Hazır olanları denedim. 9. Senfoni, arkasından 40. Senfoni, arkasından Maman… Çok hoşuma gitti. İş iki ya da üç şarkı ya da türkünün seçimine kaldı. Çalınıp söylenen şarkı ya da türkülerin listesi dergide vardı açıp onları gözden geçirdim, Arpa da Buğday ile Süpürgesi Yoncadan bir grup, Yenice yolları ile Menekşe buldum 2. grup. Bunlar kesin değil, öğrencilerin önerileri de alınacak. Hemen işe başladım. 9. Senfoni, yıllardan beri dilimde, onu mandolinle, keman çalıştığım sürede kemanla, akordiyonla o denli çaldım ki, üstelik eski bir Musiki kitabındaki türkçe sözlerini de ezberlemiştim. ”Sosyal varlık, falan diye geçen özler sık ık dilime takılmaktadır. “Sosyal varlık bilgimize yol açar-Bilgimizin ışıkları insanlığa nur saçar!” gibi sözleri vardı. Mozart 40. Senfoni’yi konserlerde izledim. Yalın, tekrarlı bir giriş. Zaten kısa kesilecek. Önemli olan eserin adının anılması. Maman Varyasyonu’nun ilginç bir öyküsü vardır, öğrenciler gibi öğretmenlerin çoğu da bunu bilir. Geçen yaz mandolin çalışmalarında Okul Şarkıları çalışmalarını yaparken Küme Öğretmenleri de öğrencileriyle gelirdi. Bizim okullarda çok söylenen Daha Dün Annemizin şarkısını çalınca öğretmenler hemen söze karışır:

-A, bunu biz de biliyoruz! diyerek çalışmalarımızı küçümser bir hava yaratırdı. Bir öğretmenin bunu bir gün öğrenciler önünde söylemesi üzerine o şarkının 200 yıllık bir geçmişi olduğunu söyleyip piyanoda çalınca öğrenciler, o parçayı defalarca istediler. Mozart’ın elinden geçmiş bir beste oluşu, üstelik piyanoda defalarca dinlemeleri öğrenciler için çok uyarıcı olmuştu. Bu kez de mandolin çalışması sözü edilince bu parça soruldu. Ben de iki sesli olarak çalışacağımıza söz verdim. Bu nedenle bence Maman üzerinde duruyorum. Bu olay dinleyenler için de uyarıcı olacak. Çoğu, çocuk şarkısı deince dudak büküyor. Bu anlamsız hüküm verme öğrencilere de geçiyor. Johannes Brahms’ın Ninni’sini evvelki yıl Hilmi Girginkoç öğretmen öğretirken arkadaşın biri:

-Koca Brahms, ninni mi bestelemiş? demişti. Hilmi Öğretmen kaşlarını gerdirerek:

-Ne sandın, sen, ninni olayını kavrayamamışsın, nereden kavrayacaksın, ninni’nin genel anlamda anne çocuk duyarlığını kuran bir olay olduğunu nereden bileceksin? Benim şarkı litaratürümde 16 büyük bestecinin ninni bestesi vardır. Başta Mozart olmak üzere Tschaikovski, Haydn, Bach, Beethoven, kimleri sayayım, tüm büyük besteciler bu konuya el atmıştır. Bunlar da yetmemiş çok ünlü şairler de sayfalar dolusu ninni şiirleri yazmıştır! demişti. Bununla da yetinmedi, Mozart’ın ninnisi’ni okumuştu. Okul şarkıları da bu tür cahilce konuşmalarla küçümsetildiğinden:

-Okul şarkısı (!) denip gülümseniyor. Bunu diyenler bu konuda bilgili olanların gözünde nasıl değersizleştiğinin ayırdında bile olamıyor. Bunları düşündüğümde öğrencilerime bir örnek olur düşüncesiyle Maman’ı özellikle çalıp, ona temalık eden bölümü çaldırıyorum. Üstelik Türkçe sözleri de çok güzel uymuş. Daha dün annemizin kollarında yaşarken-Bugün okullu olduk, sınıfları doldurduk! Yaşasın okulumuz… Gerçek olayı ne güzel çağrıştırıyor. Tüm insanları kapsamayabilir; kimilerin için duyarlık belki fazla, ya da lüks sayılabilir, Ancak biz öğretmeniz, öğretmen yetiştiriyoruz. Böyle kurumlarda bu anlattıklarıma sırt çevirenlerin olması, halkımıza, Türkiye Cumhuriyeti’tine ihanettir. Çünkü öylesi, lâyık olmadığı bir noktada durmaktadır. Onun durduğu yanlış noktayı işaret alarak giden yolcuların, gitmek istediği noktaya ulaşması yok denecek ölçüde az olur. Bunu küçümseyenler de onlardan farksızdır.

İyi düşündüğümün bilincinde olarak, seçtiklerimi sıraladım. 40. Senfoni’nin girişini tek nota olarak tahtaya yazdım. Bugün küçük bir deneme yapacağız.

Yemeğe daha rahat gittim. Önce gelenler konu açıp, irdelemeye başlamışlar. Politika. Japonya bundan sonra ne yapabilir? Tam 40 yıldır savaştaymış. Belki ondan önce de Çin’le savaşmış ama bunu dünya duymamış. 1905 yılında Rusya ile savaşınca Çin savaşı da ortaya çıkmış. Cemil Toygar Öğretmen bunları iyi biliyor. Bu arada Rusya ya da Sovyetler Birliği konuşuldu. Ta Japonya’ya dek Rusya’nın yayılması nasıl oldu? Türlü görüşler öne sürüldü; Sibirya soğuk ülke, insan yok. O insan olmayan yerleri Çin ya da Japonya neden almamış? Cengiz imparatorluğunu kuran Mogollar, ya da Timur İmparatorluğunu kuran Kırgızlar/Özbek karması kuzeye neden el atmamış? Türlü olasılıklar öne sürüldü. Rus insanının soğuğa dayanıklığı öne sürüldü. Onların Kuzey Buz Denizini aşarak Alaska’yı işgâlleri tartışıldı. Alaska’yı Rusya Amerikalılara parayla satmış. İyi ki satmış, Amerika’nın başına dert olacağı öne sürüldü. Amerika’nın başına olası dertten söz edilmesine karşın Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğunu yok etmesine, giriştikleri tüm savaşlarda onların üstün gelmesine kimse değinmedi.

Bir süre sustum, ayırdında değilim, Nazif Balcıoğlu Öğretmene bakmışım. Gülümseyerek:

-Bana baktığına göre bana bir söyleyeceğin var anladım. Ancak biliyorsun ben pek konuşmadım. Masanın en yaşlısı olduğuma göre konuşulanları bana atfediyorsan konuş, Söyleyeceklerini dinliyorum, payıma düşenleri savunma koşuluyla dinliyorum. Teşekkür ettim:

-Şu insanların Osmanlı sözüne kendini kaptırıp kendi ailelerini umursamazlığı aklımı karıştırıyor. Dedesinin adını anımsamayan insanlar gördüm, Fatih Sultan Mehmet’i dilinden düşürmüyor. Oysa ben başka türlü düşünüyorum. Bir zamanlar insanlar boy boy ayrı yaşarmış. Oğuz Boyu, Kayı Boyu falan diye. Peygamberimiz Hazreti Muhammet de bir boydan ya da onlarda bu birimlere aşiret deniyormuş, belli bir aşiretten gelme. Bu boy ya da aşiretler kendi aralarında savaşırken güçlü olanlar ötekileri egemenliği altına almış, bu, devleti oluşturmuş. Daha sonra devletler arasında da savaşlar çıkmış kazananlar büyüyerek İmparatorlukları oluşturmuş. İşte Osmanlılar da böyle olmuş. Osman Gazi zamanında, babamın anlattığına göre bizim boyumuz Amucalar da varmış, büyük bir boymuş. Orhan Gazi ile birlikte Bursa’yı almışlar. Yine Orhan Gazi ile anlaşarak Rumeli’ye geçmişler. İçlerinden büyük kahramanlar çıkmış, Rumeli Fatihi sıfatını kazananlar olmuş. Şimdilerde Bulgaristan sınırında kalan Malkoçlar köyü dolaylarında türbesi olan Malkoç adlı birinin adı o köye verilmiş. Köyün çevresindeki kalıntılar bunu destekleyen belgelerdir. Ayrıca Malkoçoğullarından ün yapan başka Malkoçlular çıkmış. Elimdeki Damla dergisinde bununla ilgili yazı var. Mahmut Ragıp Öğretmen bu konuyu uzun uzun anlatıyor. Babamın anlattığı yazışlı belge değil ama dedesinden kalma bir kesici var. Babam ona Nacak diyor. Orhan Gazi komutasında birleşen Türk boyları Bursa’yı almak için nacaklarını şimdiki Bilecik dolaylarında bir bileği taşında bileyip Bursa’ya saldırmışlar. Atalarımızdan birisi de o savaşa katılmış. Babamın sakladığı onlardan biriymiş. Malkoçlar köyünde akrabalarımız var. Köy için kime sorsan 500 yıllık diyor. Kimse derinliğine araştırmamış. En eski belge olarak Evliya Çelebi gösteriliyor. Onunki de belge sayılmaz, kişisel bir görüştür. Ancak, tarih kendisi gerçek bir belgedir. Osmanoğlu Orhan Gazi ya da kardeşi tek başına mı Rumeli’yi almış? Bunca türbe, mezar, köy kent nasıl oluşmuş? Bunların hepsini Osmangazi ile onun soyu mu yapmış? Benim ilimin adı Kırklareli. Edirne’de Kırkpınar güreşleri yapılıyor. Bu “Kırklar!” söylemi Osmanoğullarının kırkları mı? Hepimizin ailelerinin bir ucu o dönemlerde kendine göre büyük özveride bulunmuş. Bunları düşünürsek geçmişimizden onayımız olduğu bilincine varırız, kendi hakkımızı kendi dilimizle Osmanlıya bırakmayız. Oysa şimdi büyük bir çoğunluk, kendi geçmişini yok sayıp Osman Gazi soyuna övgüler yağdırıyor. Divan Edebiyatı da bunu yapıyor. Zaten adı da Divan Edebiyatı, buna Osman oğulları Edebiyatı demek daha yerinde olacaktır. Divan padişahın karşısında toplanılan yer. Padişah bir Osmanlı ailesi bireyi olduğuna göre, o biçim de Osmanlı ailesi için geçerli bir anlayış sayılır. Eline kalem alan, biraz laf edebilen herkes kaside yazmış. Çünkü kaside karşılığı akçeler alacaktır. Bu dilenci anlayışı gerçek tarihin gün yüzüne çıkarılmasını engellemiştir. Durum böyleyken kimilerinin günümüzdeki Osmanlıcığı biraz yapmacıklık hatta suç oluyor!

Cemil Toygar:

-Bu dediklerini başkaları tarih boyunca dedi, halkın, dediğin edebiyata katılmayışı bundandı, Karacaoğlan, Aşık Ömer, dahası Yunus Emre’den bu yana Halk edebiyatı olgusu bunun belgeleridir. Bektaşi cönkleri, bunun yazılı belgeleridir. Ne var ki, iktidarda olanlar borularını öttürüyorlar. İşte halkın uyanması bunun için gerekli, bunu da Cumhuriyet Öğretmeni yapacak. Bu konuda en büyük sorumluluk da sizlerin olacak!

Enver Ötnü güldü, arkasından da:

-Eyvallah Abi, ağzına sağlık, ödevlerimin burasını daha duymamışım, bunu da sizin buyruğunuz olarak defterime yazacağım. Gülüşerek kalktık.

Az sonra Mandolin grubum geldi. Hepsi tanıdık, adlarını bilmiyorum ama, kısa zamanda öğreneceğime inanıyorum. Boy sırasına göre oturmalarını söyledim. Çalışma yerimizi saptadık. Piyano kapıdan girince tam karşı köşede. Ancak köşeye az dönük, tuşlar köşe tarafında oturunca biraz yan olmakla birlikte sağ taraftaki dizili sandalyeler görülüyor. Arka arkaya iki sıra oturttum. Tam arda değil aralıklı. İlk sıra oldukça geniş aralıklarla dizildi arkada oturanlar öndeki aralıktan rahatça görülüyor. Piyanoda otururken verebileceğim işaretleri denedim. Ses verdim, tınılar hoş geldi. Tahta aradaki duvarda, notalar yazılı. Önce la sesi verdim mandolinler kontrol edildi. Tahtada çocuk şarkısı “Daha dün annemizin” notası yazılıydı, hepsi gülümsedi. İşaret ettim çaldılar, biraz karmaşa oldu ama tekrar edince oldukça düzeldi. Sonunda onlara dur işareti verip ikinci bölümü çaldım. Bu kez açıklama yaptım. “İşaret verince, gözleriniz bende, el işaretime göre sesler azalacak çoğalacak!” Başladık kısa bir kargaşadan sonra ikinci tekrar güzel oldu. Gene ben aynı bölümü çaldım. Bitince ikinci notayı gösterdim. 9. Senfoniden. İki kez tekrarlattım. İkinci kez güzel oldu. Az durdurup hazırlayacağımız programı anlattım. Öğrenciler çok sevindiler. 10 dakika ara verdim: “İstediğinizi çok ses çıkarmadan çalın!” Çaldığımız iki parçanın dışında kimse başka bir parça çalmadı. Vakit tamam olunca hepimiz sevinerek ayrıldık. İlk çalışma kesinlikle kusurlu ama böyle bir düzenli program olabileceği inancım perçinlendi. Öğrenciler gidince parçaları sıralamayı bir türlü kararlaştıramadım. Başta 9. Senfoni olmuyor. Herkesin anımsadığı melodi arkasından gene herkesin anımsadığı çocuk şarkısı iyi etki bırakmaz. Öyleyse önce Maman, sonra bir başka melodi arkasından 9. Senfoni, sonra, gene bilinen kolay bir melodiler, Ali Baba, Mini Kuzu, Neşeli ol, Arpa da Buğday, Neşeye Şarkı, Verdi, Rigoletta Operası’ndan. Sonunda da gene Maman… Ali Baba, Minik Kuzu, Arpa da Buğdayın melodileri, Neşeli ol ile Neşeye şarkı öğretilecek. Bir engel çıkarsa onları eklemem. Eklediğimi düşünerek bir sıra yaptım.

1. Daha Dün Annemizin
2. Maman, 2. Bölüm. Piyano
3. Beethoven, 9. Senfoni’den.
4. Mini Kuzu
5. Neşeli Ol
6. Arpa da Buğday
7. Neşeye Şarkı
8. Verdi, Rigolette Operasından…

Maman Varyasyonu esas alıp ötekilerini ona göre ayarladım. Sırayla birkaç kez tekrarladım. Yaptığımı oldukça önemsedim. Bir türlü piyanodan kalkamadım. Minik kuzum ya da Arpa-Buğdaya piyano ile katılabilir miyim? Ben çalışırken bir grup öğrenci geldi, Çifteler Köy Enstitüsü’nden Sivas/Yıldızeli’ye gitmişler, dönerken Hasanoğlan’a inmişler. İlk denemem onlara oldu. Başlarındaki öğretmen de müzik severmiş, oturdu uzun uzun benimle konuştu. Öğrenciler piyano görmemişler, gıpta ile baktılar. Yapmaya çalıştığımın hiç saçma olmadığına inandım. Önemli olan öğrencileri iyi kaynaştırmak. Bu da çok çalışmayla olacaktır. Başka çalışmalara fırsat vermeden bu düzeni benimsetmek. Önce kendim ezberlemeliyim. Konuklar gidince eni konu çalıştım. Yemekte gene biz bizeydik. Konuşmalara pek kaılmadım, aklım hep yaptığımda. Öğrenciler de benim gibi sırayı benimserse sanki tek parça çalıyormuş gibi başlanıp bitirilebilir.

Yemekten sonra da salona dönüp çalıştım. Düşündüğüm gibi oldu, parçalar oldukça uyumlu. Çocukları da kendim gibi inandırırsam, sanırım güzel bir olay olacak!

Yorgun ama umutlu bir rahatlık içinde yattım.

 

6 Eylül 1945 Perşembe

 

İsmail Koralay yanımdan geçerken “Yalnızlıktan sıkılırsan gel, temizlik bahanesiyle heykelleri, büstleri gözden geçiriyorum!” dedi. “Sıkılmak şöyle dursun, zaman darlığı çekiyorum!” diyemedim, geleceğime söz verdim.

Kahvaltıda Süleyman Adıyaman’la karşı karşıya oturdum. Günaydın’dan sonra ne diyeceğimi düşünürken o, söz buldu, nereli olduğumu sordu. Lüleburgazlı olduğumu söyleyince, oralar hakkında bilgisinin azlığından söz etti. Ben de şimdiye dek, Lüleburgaz’la ilgili önemli bir olayla karşılaşmamış olmasına yordum. “Nasıl?” diye sorunca anlattım:

-Ben de sizin Denizli hatta Çal ilçeniz hakkında bir şey bilmezken iki olay, bana oralar hakkında bilgi kazandırdı.

Şaşkın şaşkın yüzüme bakarak sordu:

-Nasıl yani?

-Çal ilçesi için Mehmet Tuğrul’un “Çallı’ların eşek bağladığı ağacı kes!” sözünü duyduktan sonra Çal dendikçe dikkatle baktım, Ressam İbrahim Çallı. Bu nedenle belleğimde kaldı. Denizli ise o kanlı olayla, Demirci Mehmet Efe’nin olayından dolayı unutulmaz bir iz olarak belleğime yerleşti.

Süleyman Adıyaman daha da şaşırarak yüzüme baktı. Meğer Mehmet Tuğrul’u tanıyormuş. Arkasından Demirci Mehmet Efe olayını, daha doğrusu o olaya neden olan Denizlilerin ayıplı durumunu anlattım. Herkes özgürlüğü ararken onların Yunanlılarla iş birliği ettiklerini söyleyince, itiraz etti:

-Bunu, Denizlililer için söyleyemezsin!

-Ben de zaten tüm Denizlililer için söylemiyorum. Denizli üstüne anlatılanların olduğunu duyduğumu söylüyorum. Süleyman Adıyaman birden değişti:

-Her yer için rivayetler vardır, onlar bir zaman geçerli gibi ortalıkta dolaşır, sonra sonra unutulur! deyip konuyu değiştirdi. Kepirtepe Köy Enstitüsü eski müdürünü tanıdığını, uzun siyah saçlarını, kimi zaman çok komik fıkralar anlattığını söyledi. Nejat İdil’in görevden, başarısızlığı için alındığını söyleyince inanamadı:

-O da Soysal gibi tembel oldu sonunda demek (!) deyip yüzüme baktı.

Kahvaltıdan sonra salona inip kaldığım yerden gene aynı konuya sarıldım. Sırayla kendim çalıyorum, kendim dinliyorum ama seçtiğim parçalarda sıcak bir uyum bulamıyorum. Mamanla onun şarkısı birbirini tamamlıyor. Onun güzel uyumuna hangi türküyü ya da şarkıyı eklesem önce kendim beğenmiyorum. Türkülerden ya da söylenen şarkılardan bir demet yapılır ama öyle karışıklık bir olumlu etki bırakmaz! deyip plânımı bozdum. Mamanı gene çaldıracağım. Zaten amacım, o küçük, değme kişilerin küçümsediği şarkının dünya insanının benimsediği bir melodi olduğunu Mozart aracılığıyla kanıtlamak istiyorum. Araya 9. Senfoni’yi de ekleyerek bir başka olayı yaymak, yayarak en kolay tarafından tanınmasını yaygınlaştırmak da güzel. Bu arada yeni aldığım Beethoven Mandolin parçalarını anımsadım. Beethoven adı bile dinlemek için yeter. İki parçadan da birer bölüm ekleyeceğim. Verdi ile Offenbach’ı düşündüm. Barcarol’ün ünlü girişini. “Akşam olunca kalpteki ıstırap diner, gecenin sessizliği her tarafa siner. Bir sessizlik iner, Ah! gel ey gece!...” Tekrar! O kadar. Arkasından da Neşeli ol ki genç kalasın! Şarkıların adlarını tahtaya yazacağız. Onu Neşe izleyecek. Arkasından gene Maman. Bu kez piyano ile 3, 7, 8, , bölümleri çalıp bırakacağım.

Son düşündüğüm şekil.

1. Daha Dün Annemizin

2. Varyasyon 1

3. 9. Senfoni

4. Beethovenden iki parça

 5. Barcarol…. Neşeli ol ki

6. Neşe (Hoş bir şey var mı?

7. Gene Maman. (tk)

8. Piyano… var. II, III, V11, VIII, IX……. Gerekirse varyasyonları kısaltırım.

Hemen başladım. On beş dakika sürüyor. Çok sayılmaz. Sevindim. Şimdi bunu Öğrencilere benimsetip işlerlik kazandırmak gerek.

Kafamdaki karışıklığı önlemek için Liszt, 2. Rapsodiyi açtım. Plâk var onu koydum. Benim çaldığımla farklı sesler kulaklarımda çınlıyor. “Plâk yanlıştır!” deyip kendimi güldürürken Öztekin Öğretmen geldi. Anlattıklarımı dinledikten sonra:

-Denemekte yarar var, biz çalışma yapıyoruz, değişik yöntemler uygular, bir gün en doğrusunu buluruz! diyerek bir işmarda bulundu (!) Aldırmadım, ben düşündüğümü deneyeceğim.

Yemekte İsmail Koralay sitemde bulundu:

-Gelmedin, heykeller öyle kalmadı, hepsini temizledik, gidip temizken görebilirsin. Meğer dilinin alında başka bir giz varmış, Temizlik işlerine Bella da katılmış. Ne demek istediyse anlamazdan gelerek:

-Daha iyi işte, ben gelseydim o gelmeyecekti, onun yaptıklarını ben yapamayacaktım, kazançlısınız işte! dedim ama üzüldüm; “Keşke orada olsa idim!” özlemi içimde belirdi. Gene de açık vermemeye çalıştım; sonradan aklıma gelen bir eksikliğimi tamamladım. Bugün çalışmaya başlıyoruz, erken gelişim onun içindi! diyerek kendimi haklı çıkardım. Okul Müdürü dönmüş. Nereden döndüğünü sormadım, ancak hemen bir sıkıntı duyar gibi oldum. Gerçi o, biri beni gammazlamazsa hangi sınıfta olduğumu kolay kolay anımsamaz ama, içimdeki kaygı beni rahatsız etti.

Yemekten hemen sonra öğrenciler geldi. Onlara yeni çalışma yöntemimizi anımsattım. Bu tür çalışmamızın nota kullanmaya daha elverişli olduğunu, öğretmen olacaklarına göre nota bilmelerinin yararlarını açıkladım. Sürekli, pratik türkü ya da şarkı çalmanın bir gelişme sağlayamadığını, nota okumanın tıpkı yazı okuma gibi bizi güçlendireceğini anlattım. İyi ki, Beethoven mandolin notalarını almışım, onlara çok ilgiyle sarıldıklarını görünce cesaretim arttı. Hemen tahtaya dönüp çalışmaya başladık. Maman birinci bölüm iyi kavrandı, 9, Senfoni melodisi zaten biliniyormuş, mandolinde yer değişikliği azıcık aksaklık yaptırdı. Barcarol biraz monoton kaçıyor ama sanırım, alışınca onu da daha sevimli duruma getireceğiz. Olmazsa çıkarabiliriz. Neşeyi çok sevdiklerinden güzel çaldılar.

Sonunda gene Maman’a dönüşümüze hep sevindiler. Ben çalarken katılamıyorlar ama piyanonun sesine bayılıyorlar. Ben kendime göre güzel bir çalışma olacağı inancımı arttırdım. Öğrenciler, cumartesi, pazar günleri daha uzun çalışma sözü verdiler. Benim için azıcık yorucu oluyor ama öteki arka arkaya şarkı, türkü tekrarı da gına getirdi.

Öğrenciler gidince Mamanı birkaç kez tekrarladım. Bella gelmiş, kapıda bir süre durup dinlemiş. Belli yerlerde durup tekrarladığımı fark etmiş, nedenini sordu. Anlattım, belli zaman içinde bağlantı kuramıyorum. Ses çıktığı için dinleyen ayırdında olmayabilir ama çıkan ses bestecinin istediği ses değildir. Eseri bilen bu farkı sezer. Gerçek dinleyici de o tür bilinçli insanlardır. Önemli olan onlara beğendirmektir, bin tane cahil, bilmeden alkışlasa, onların alkışına karşın bir bilen dudak bükerse başarı sıfırdır. Beni dikkatle dinleyen Bella:

-Sen de eniştem gibisin, o da çok titizdir. Üstelik o böyle sanat eseri falan için değil, yemek içmek işlerinde de böyledir, ablam sabırla çeker onun huysuzluğunu!

-Bunun huysuzluk olduğunu söylersen sen bale male öğretemezsin. Bale bir güzel sanattır. Güzel sanatlar adı üstünde Güzelliktir; güzellik kusur kabul eder mi? Kabul ettirirsen, senin balen de bizim göbek oyunlarına döner. Onlarda estetik falan aranmaz, kim daha çok kıvırırsa o makbul sayılır.

Bella, gülümseyerek yaşımı sordu. 24 yaşımda olduğumu söyleyince, elini şıklattı, bu iki katı anlamına gelirmiş, “Kırk sekiz yaşı gibi konuşuyorsun, Tahir Amca gibi.” Tahir Amca, okul Müdür Yardımcısı Tahir Erdem. Bella şimdilerde onun yanında çalışıyor. Ona verdiği her işte önce uzun uzun öğütler sıralıyormuş! Belli ki Bella oldukça sıkıntılı!

Hazırladığım parçaları Bella’ya dinlettim. Çok beğendi, öğrencilerle çalışma saatini sordu; gelip dinleyecekmiş. Önemli olan öğrencilerin uyum sağlamasıymış. Bunu gerçekleştirirse çok sevineceğimi söyledim. Bir şeyler yapıyorum ama dışardan nasıl görüneceğini ben de bilmiyorum.

Yemekte gene biz bize oturduk. Ziya Kaplan Öğretmen nöbetçi, geldi, bir süre yemek yemeden bizimle oturdu. Oruçlu olup olmadığı soruldu. Ziya Öğretmen Köy Enstitülerinin çalışma temposu seferî sayılabileceği için oruç tutmadığını söyledi.

Yemekten sonra Öğretmenler lokalinde İsmail Koralay’la satranç oynadık. Üst üste yendim. Öğrenci olarak öğretmeni yendiğim için beni itaatsiz bir öğrenci olarak sıfatlandırdılar.

Yatınca eylül ayının da pek yararlı geçmediği üstüne hesaplar yaptım. Öğrencilerle çalışmak iyi ama geleceğime yönelik hazırlığa bir türlü geçemiyorum. Rousseau’nun öteki kitaplarını okuyacaktım. Nelerdi onlar? Bir ciltte 6 Kitap!

 “6 Kitabıyla Rousseau” kitabı şunlardan oluşuyor.

1. İlimler ve Sanatlar hakkında nutuk.

2. Müsavatsızlık hakkında nutuk.

3. D’Alembert’e mektup.

4. İçtimai mukavele.

5. Dağdan yazılmış mektuplar.

6. Yalnız gezen adamın hayalleri.

Bu kitabı çevirenler, Zahir Güvemli, Selmin Evrim, Mehmet Evrim; geniş bilgi vermelerine karşın çevirileri dışındaki yayınları kitap olarak yazmamışlardır. Emil’de ise özgün adlarıyla, içerikleri üstüne de özet bilgiler verilerek tüm eserleri sıralanmıştır. Onları da aldım.

Rousseau’nun Eserleri

 

 

Rousseau hakkında oldukça bilgi topladım, ancak Rousseau’nun Büyük Fransız İhtilâline neden, nasıl etkili olduğunu tam olarak anladığımı söyleyemem. Bestelediği eser kral sarayında oynamış, kraldan takdir almış. Yaşam boyu kontlarla, konteslerle düşmüş kalkmış, üstelik halkın gazabına uğramış, çıkıp sokaklarda dolaşamadığını, kendini gizlemek için Ermeni kılığında gezdiğini söylüyor. Oysa ihtilâli yapan halk, onu sokakta gezdirmemesine karşın hangi nedenlerle İhtilâlden sonra onu kahraman yapıyorlar? Kendi çocuklarına bakamayan bir baba, nasıl oluyor da kendisinden sonrakilere çocuk yetiştirmek için yol gösterici sayılıyor? Bu sorumun cevabını sezer gibiyim ama, onu okumamış, kulaktan dolma bilgilerle savunan ya da eleştiren kimselere bunu nasıl anlatırım? Rousseau, çocuk eğitimi üstüne birilerini konuşturmuş. O birilerinin kendisi olduğunu biliyoruz. Ne var ki fikirleri gerçekten uygulama alanına dökmemiş. Üstelik fikirleri başkasından aldığını (örneğin İngiliz filozofu John Locke) söylüyor.

 

John Locke

 

Julie romanındaki Kont Wolmar’ın İşveren- İşçi ilişkileri üstüne görüşleri de çok ilginç. Rousseau, yaşamını kavgalar işinde geçirmiş, oysa sanki bir barış meleği… Ondaki bu zıtlığı anlatmak oldukça zor. Buna karşın bunu anlatmak, onu sevenler için bir boyun borcu! Rousseau’nun bir gece mermer taş üstünde uyuduğunu anımsadım. Sap- saman da olsa bir yatağım var, 200 yıl sonra Rousseau’nun mermer taş üstünde uyuduğunu düşünmek iyi mi, yoksa sinirsel bir zayıflık mı? Bir tür Donkişot’luk da olabilir!

 

7 Eylül 1945 Cuma

 

Herkesle birlikte kalktım. Bugünkü çalışmalarda nota kullanılacak. Notaları tahtaya yazmam gerekecek. Gidip onları yazdım. Önce tek ses.

 

1. Grup. . .

 

 

Bunu iyice pişirdikten sonra ikinci ses. Ancak ikinci sesi de tahtaya yazacağım, öğrenciler ikisini de yazıp çalışsın. İki sesliye geçince daha bilinçli kendi grubuna sarılırlar.

2. Grup.

 

 

2 sesli:

 

Arkasından piyano:

Gerekirse şarkının sözlerini de söyleyebiliriz. Daha dün annemizin kollarında yaşarken-Çiçekli bahçemizin yollarında koşarken.

Bugün okullu olduk, sınıfları doldurduk sevinçliyiz hepimiz, yaşasın okulumuz!

 

Gerekirse 2 Bölüm:

 

 

 

Piyano, Beethoven G dur. Menueti,

9. Senfoni’nin ünlü melodisi…

Arkasından piyano, Für Elise, Moment Muzikal, Türk Marşı. (Marştan önce Kv. 331 La majör sonatın ilk bölümleri de olabilir.

Yerine göre, şarkı ya da türkü. Gerekirse; Yenice Yolları, Manastır, Süpürgesi Yoncadan, Menekşe, Sarı Kız, Irmaktan Geçemiyom… Kır At, Ilgaz, Sonbahar, İlkbahar, Bülbül Ne Güzel Kuş,  Köy Yolu…. .

Yemekte konuşmalara katılmadığım gibi konuşulanları dinlemedim bile. Oysa konu, ilgimi çekiyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşu, İç savaş falan. Amerika Birleşik Devletleri’nin hükümet şeklini bir türlü kavrayamadım. Örneğin Millî Eğitim Bakanlığı yokmuş. Okulları, mahallelerde kurulan kurumlar yönetiyormuş. İsteyenler, okul açabiliyormuş. Dr. Halil Fikret Kanad’ın Pedagoji Tarihi’nde adı geçen Zenci Booker Washington Tuskegee okulunu açmış, zenci çocuklarını iş yaşamına hazırlıyormuş v.b.

Öğrenciler çok neşeli olarak geldi. Ancak tahtaya bakınca bir değişiklik olacağını sezenler olduğu gibi, işin biraz zora gireceğini sezenler de oldu. Kısa bir açıklama yaptım:

-Bu bir deneme olacak, bizim için değil dinleyiciler için bir deneme! Biz nasıl olsa elimize geçen notaları çalacağız.

Hep bilinen melodinin 1. sesini kolayca çaldık. 2. seste atlamalar, azıcık zorladı. Atlama zorluğu çekenlere ilk notanın iki kez çalınabileceğini anlattım. Bir iki tekrardan sonra herkes çalmaya başladı. Parçayı iki sesli çalıp bıraktık. Ben birinci, ikinci bölümleri çaldım. Akşam üstü toplanmak üzere bıraktık. Mandolinler, öylece yerlerinde kaldı. Öğrenciler gidince mandolinleri elden geçirdim. Bölüm Başkanımız geldi, tahtadaki notaları görünce övücü sözler söyledi. “Müzik öğretmenliği, Temcit pilavı gibi aynı parçaları çaldırırsan, dünyanın en sıkıcı dersi olur. Bu tür yeknesaklığı aşmak zorundayız!” Araya piyano parçalarını bunun için eklediğimi, başka çalışmalarda da apayrı parçalar çalacağımı söyledim. Öğretmen beni serbest bıraktığını, sonunda öğrencilerin mandolin çalışmayı benimseyeceklerine inandığını söyleyip ayrıldı. Öğretmen gidince, sanki çocuklar varmış gibi parçaları tekrarladım. Ayırdında olmadan akşamı yapmışım, öğrenciler geldi. Daha az uyarılarla programı uyguladık. Dağılırken öğrenciler daha mutluydu. Mandolinleri bırakmalarını söylediğimde, ara ara az da olsa çaldıklarını söyleyip bırakmak istemediler. Buna da sevindim. Yemekten sonra bir süre Öğretmenler Lokalinde arkadaşlar satranç oynarken Altın Zincir’i karıştırdım. Yazarın tarih konusunda da keskin sözleri var.

Bunları okurken bizim trajedi yazarı olarak öğrendiğimiz Aiskhilos (Aşil-Aşilos) karşıma çıktı. Yazar Upton Sinclair’in yorumu ilginç. Biz, Aiskhilos’u yazdığı trajedilerle tanıyoruz. Onların dışındaki Aiskhilos sanki yokmuş gibi. Oysa onun, o trajedileri yazmandan önce de belli bir yaşamı vardı. Yazar bu konuyu, çok önemli bir açıdan önümüze seriyor:

-Kader bir kere Yunanlılara büyük bir olay hediye etti; Beşinci yüzyılda Juggernaut’ un (bir Hint Mitoloji kahramanı) arabası İran’dan üzerlerine doğru yuvarlanırken, kral Serhas çevresine barbar sürülerini, kabilelerini, vahşi süvari ve esir saflarını, savaş fil ve arabalarını toplamış geliyordu. Bu istilâcılara göre Yunanlılar, modern. Uygar insanlar, ruhlarında geleceğin bütün hazineleri saklı hür erkeklerdi. Devletler arasındaki kıskançlıkları unutup birleştiler ve kültürlerini kurtardılar. “Klâsik” edebiyatta değerli olarak ne varsa hemen hemen hepsi bu damar atışından doğmuştur. Yunan ruhu burada bilinç kazandı. Yunan vatanseverliği ve Yunan dini burada anlamını buldu, aynı zamanda propaganda olan sanat durumuna geldi. Maratonda savaşan ordu rehberleri arasında Aiskhilos adında biri de vardı. Ulusal gururla göğsü dolarak savaştan döndü ve bir trajedi yazdı. “İranlılar!” Dram, yenik olmasına yardım ettiği kralın hikâyesini anlatır ve yüksek noktasını ozanın bizzat yönettiği anda bulur. Bu apaçık vatanseverliktir. Dram, büyük başarı kazandı ve Aiskhilos, yalnız Atina’nın değil bütün Yunanistan’ın ulusal ozanı oldu.

Yazar, Euripides üstüne de bir şeyler yazıyor. Arkadaşlar kalkınca kitabı kapattım. Hep birlikte yatakhaneye döndük. Yatınca Maraton olayını anımsamaya çalıştım; şimdilerde uzun koşular için söylenen bu sözün tarihte çok önemli bir yeri var. Yazara göre bu, aynı zamanda uygarlıkla yağmacılığın ölüm kalım savaşı. Batılı devletlerin birbirlerine destek olup Osmanlılarla sürekli savaşları da böyle bir kaygıdan mı acaba? diye düşünürken uyudum….

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ