Kepirtepe Köy Enstitüsü'ne Alınan İlk Öğrenciler Geldi
1 Temmuz 1940 Pazartesi….
Bir haftadır söylenen bir söz:. Yeni giysiler için ölçü alınacak. Bu sabah gene giysi sözleriyle uyandık. Geçen yıl gelenler de bizim giysilerden, bizim kasketlerden istemişler. Okul müdürü “O benim elimde değil, bundan böyle öğrenci giysilerini Milli Eğitim Bakanlığı üslendi, onlar ne derse o olacak. Bu iş benim yetkimin üstünde!”demiş. Bizim giysiler için de, ”Onlar onu hak edip aldılar, eskitinceye dek de yiyeceklerdir. Ancak bundan sonra onlar da okuıldan verilecek giysileri giyecekler!”demiş. Okul Müdürü bizimle bu konuda hiç konuşmadı. Edirne’de kasketler için konuşmuştu. ”İlerde istediğiniz olacak!”demişti. Gerçekten 7 ay sonra istediğimiz giysileri, kasketleri yaptırdı. Şimdilerde de onları giyiyoruz. Bir kez Ömer Uzgil Öğretmen isteyen, okulun verdiğine uygun kendi giysisini yaptırıp giyebilir demişti. Buna dayanarak ben bir lacivert çubuklu, bir de düz kahverengi giysi diktirdim, onları istediğim gibi giyiyorum. İş derslerinde de okulun verdiği iş giysilerini kullanıyorum. Yeni gelenlere de iş giysisi verileceği söylenmektedir. Kasket için biz eskiden olduğu gibi diretemiyoruz. Okulun adından öğretmenlik kaldırıldığı için Öğretmen Okulları şeritlerini istemeye hakkımız kalmadı. Bunu bildiğimiz için biz susuyoruz. Bakalım Milli Eğitim Bakanlığı bize nasıl bir giysi şekli seçecek? Bunu söyleyince arkadaşlar eskiye dönüp Edirne ÇÖPÇÜLERİ söylemlerini anımsatıyorlar. O ilk günlerin acılarını unutmuştuk, galiba gene tekrarlanacak. Ben giysi konusunda hiçbir kaygı duymuyorum. Verdikleri giysileri zorunlu olduğum yerlerde giyerim. Öteki zamanlarda keyfimce giysi giymeme kimse karışamaz. İlerde öğretmenler için de polisler ya da subaylar gibi bir zorunlu kılık isterlerse o zaman da severek görevimin giysilerini giyerim. Bu nedenle bu giysi söylentilerine hiç karışmıyorum, söylenenlere de zerrece katılmıyorum. Öğretmen sözünün okul adından kaldırılmasına karşı olanlar bir süre söylendi. Bunlar yirmiden çok insandı. Okuldan ancak ikisi ayrıldı. Bir ay sonra da 100 kişi yeni şekline geldi katıldı. Bu yüz kişi şimdi öğretmen okulu giysilerini nasıl isteyecek? İstese bile kim niçin verecek? Ben bunları düşünerek bu tür söylentilere gülüp geçeceğim. Bunun yerine öğrenebildiğim kadar yeni birşeyler öğrenip başarılı olmaya çalışacağım. İşte bunun içn de kitapları bir an önce sağlayıp hiç değilse konuları gözden geçireceğim. Kahvaltıda giysi ölçüleri için duyuru yapıldı. 7. 8. sınıfların ölçüleri Kitaplık koridorunda, öteki sınıfların kendi dersliklerinde alınacağı bildirildi. Biz kahvaltıdan sonra üst salona sıralandık. Terziye kasket soran oldu. Usta gülerek “ Kasket modası geçti, şimdi moda Panama!”dedi. Panama dediği büyük kenarlı yuvarlak silindirlerdi. Gerçekten bir çok öğretmenimiz onlardan giyordu. Nanık, Hamdi, İrfan, Hidayet öğretmenler, Alman Ahmet(Elektrikçi-Usta Öğretici) panamalıydılar. Ölçülerden sonra atölyede konuşmalar döndü dolaştı giysilere gelip dayandı. Tüm okul bir renkte olmazsa bayramlara katılmama konuşuldu. Bu konuşmalara öğretmenler de katıldılar. Hamdi Öğretmen bizi çok haklı buldu, ”Koskoca Türkiye Cumhuriyeti devleti size düzgün bir giysi nasıl giydiremez? Bunu aklım almıyor!”diye yüksek sesle bağırdı. 3. sınıfa geçtik, ilk günden beri Hamdi Bağ Öğretmen çalışıyorum. Öğretmenin böyleri sinirlendiğini hiç görmemiştim. Çok üzüldüm. Arkadaşları susmaya, bu giysi sözünü de bir daha konuşmamaya çağırdım. Hamdi Bağ Öğretmen bana teşekkür etti. ”Bu bir çare değil ama gene de bir tedbirdir. Susuşumuz hakkımızdan vazgeçtiğimiz anlamına gelmemek koşuluyla ben de susuyorum!”dedi. Öğleden sonra Bankların ayakları taktık. Arkadaşlar sıra ile oturup devrilip devrilmediklerini gördüler. Paydosa doğru Hamdi Öğretmen geldi. Meğer Hamdi Öğretmen çok sinirlenmişti, öfkesini yenememiş gitmiş Okul Müdürü ile konuşmuş. Okul Müdürü gelen bakanlık emirlerini okumuş, emirlerde, açılmış bulunan yeni okulların giysi durumu için yeni emirleri bekleyin şeklindeymiş. Öğretmen okullarından bambaşka bir şekle sokulacağı için öğretmen okullarının formaları da söz konusu değilmiş. Buna karşın Müdür Bey, eski giysilerin giyilmesini önlemeyi düşünmüyormuş. Bunu duyunca biz bir daha sevindik. Hiç değilse koruduğumuz giysilerimizi giyebileceğiz. . Paydos zili vurunca Hamdi Öğretmen bu sıkıntıyı ancak maçla gideririz deyip arkadaşları topluca futbol sahasına götürdü. Giderken kapıları kapat durmadan sen de gel, bizi yalnız bırakma!”dedi. Dediğini yaptım. Ayakkabımı değiştirip ben de futbol oynamaya gittim. Ancan Namık Öğretmenle takımı tam kadro gelince bana takımda yer kalmadı. Kenarda bir iki koştuktan sonra ben dersliğe döndüm. Derslikteki arkadaşlar gene giysi sözü ediyordu, atölyede olanları anlattım. Onlar da bundan böyle bizim derslikte giysi sözü edilmemesi için kararlı olduklarını söylediler. Mustafa Saatçı arteziyenin kaç metreye indiğini, kaç metrede su çıkabileceği olasılıklarını anlattı. ”Ya hiç çıkmazsa? ”diye sordum. Mustafa “Hiç çıkmamak söz konusu değil, o delikten çıkmasa bile birkaç metre ilerden bir başka delik açılır, kesinlikle su bulunur!”diyor. Lülebugaz’da harmanlık denilen düz bir yerde ilk açılışta çıkmıştı. Biz konuşurken futbolcular geldi. ”Ter içinde kalmışlar. Gerçekten top mop derken kimse giysi sözünü etmedi. Tarih öğretmeni Selçuk Korol’dan konuşuldu . Çok güzel ders anlatıyormuş. Yeni gelenlerin tarih-coğrafya derslerine o giriyormuş. ”Derslere başladığımızda bizim derslere de girecek!”dedim. Nerden biliyorsun? ”dediler. Biraz böbürlenerek Fikret Öğretmenin söylediklerini tekrarladım. Konu tarih-coğrafya derslerine döndü. Arkadaşların genel kanısı da benim gibi Herkes “Tarih neyse ne de coğrafya dersinden oldukça geriyiz. 2. sınıfta hiç ders görmedik. Fizik de öyle. Fizik dersinde ne okutulduğunu bile tam bilmiyoruz!”deyip ortak üzüntülerini belirttiler. Bakalım bu yıl hangi dersler boş geçecek? Kimi arkadaşlara göre bu yıl dersler boş geçmez. Çünkü öğretmen adedi çoğaldı, birileri kendi alanı olmasa da yerine girer, böylece boş dersi kapatır. Sami Akıncı söze karıştı”Her öğretmen öyle boş doldurmayı üslenmez, Hidayet Öğretmen buna bir örnek. Müzik dersini ona vermek istediler ama girmedi!”dedi. Biz duymamıştık ama Ahmet Gürsel Öğretmene de fizik dersleri verilmek istenmiş, Ahmet Gürsel Öğretmen”Ben fizik derslerinde yararlı olamam!” yanıtını verince fizik dersleri boş kalmış. Arkadaşlar haklı olarak okulun Rukiye Öğretmenin deyimiyle kırlıkta oluşundan kaynaklanmaktadır. Okulu neden böyle kırlığa yaptırdılar ki? Bunu bir bilen bulsak da sorsak. Ben böyle bulsak da sorsak deyince İsmet uzaktan bana takıldı:Fikret Madaralı Öğretmen gibi konuşuyorsun: Bulsak, sorsak. Sözleri onun sarsak sözünü anımsatıyor. Yusuf Asıl İsmet’e karşı çıktı. ”Dayın aslında “Bulsak, sorsak sözleriyle bu okulu buraya hangi salak ya da susak yaptırdı demek istiyor. Fikret Madaralı Öğretmenin sözüyle hiçbir ilgisi yok, istersen kendisine sor!”dedi. Ben güldüm. ”Öyle bir amacım yoktu ama şimdi Yusuf’un dediğine kendimi daha yakın bulduğumu söyleyebilirim. Duyduğuma göre burasını Okul Müdürü ya da öğretmenleri seçmiş değil. Seçenler de uzaklardan, Ankara’dan falan gelmiş değil, ikisi Kırklareli’den biri de Lüleburgaz’dan yetkilendirilmiş üç kişi Türkgeldi, Saranlı önerilerini beğenmeyip burasını seçmiş. Komşu kötümüz Yeni Bedir Muhtarı Kamber Uzun bu olayı çok yakından izlemiş, önce razı olmamışlar hatta mahkemeye yoluyla engel olmak istemişler. Daha sonra Okulun onlara sağlayacağı yararları düşünerek vazgeçmişler. Muhtar Kamber Uzun benim çok yakınım, ikimiz kardeş çocuklarıyız. Benimle Yeni Bedir köyüne geklenler oldu, onlar bilirler, gelmeyenlerle de bir gün gider söylediklerini dinletebilirim. Şimdilerde Okul Müdürümüzle araları çok iyi olduğundan okuldan memnundur ama başlangıçta yer seçiminin yanlış yapıldığını da saklamamaktadır. Kamber Uzun’u aslında hepiniz biliyorsunuz. Fikrtet Madaralı öğretmenle höyük için gittiğimizde bizi karşılayan muhtar amcam Kamber Uzun’dur. Okula da çok sık gelmektedir. Gelince de doğrudan Müdür Beye uğrar. Ben bunları anlatınca, bu kez benim kimden cesaret aldığımı, Binbaşıya, başka öğretmenlere dikeldiğimi şaka da olsa buna bağlayanlar oldu. Okulu bitirince o köye mi gideceksin? diyenler çıktı. Ben, okulu bitirince okumaya devam etmek istediğimi, ama bir köye gitmek gerekirse amcamın köyüne gidebileceğimi söyledim. Mustafa Saatçı salt bana takılmak için, sen gitmekten vazgeçersen söyle amcana oraya ben geleyim!”dedi. Bunu benim kolayca anlayacağım belli bir amaç için söylemişti. Nitekim Mehmet Yücel hemen “Sen oraya gidemezsin, o köyde cami yoktur!”dedi. Mustafa Saatçı bana sordu, ”Onlar ne yapıyorlar? Ben anlamazdan gelerek “Neyi ne yapıyorlar? diye sordum. Ezanı nerede okuyorlar? ” deyince . Bu konuda daha önce çok tartışmalar dinlediğim için Mustafa’ya yanıtta hiç güçlük çekmedim. ”Peygamberimiz, yüksekçe bir yerden herkesin duyabileceği bir sesle ezan okunsun!”buyurmuş o köyün yüksekçe bir yeri var, höyük, imam oradan namaz vaktini rahatça duyuruyor. Bu nedenle minareye gereksinim kalmamış. Arkadaşlar güldüler. Mustafa “Yok arkadaş ben günde beş kez o höyüğe çıkamam. Vazgeçtim ben o köyden!”dedi. Gene de sordu, ”Sahiden o köyde cami yok mu? ”Olmaz olur mu? Asfalttan kuzeye yönelince doğru camiye gidilir. İstersen cumartesi günü beraber gidip gezelim!” Mustafa memnun oldu. Bir cumartesi birlikte Kamber amcamı dinlemeye gideceğiz. Uzun uzun konuşup tartıştık ama sonunda ortak noktalarda buluştuk. Ben oldukça boşalmış olarak yattım. Yatar yatmaz da uyumuşum….
2 Temmuz 1940 Salı….
Uyanınca gördüğüm rüya geldi aklıma. ”Görülen rüyalar kimi zaman görülenin tersi olarak çıkarmış. Bu rüyamın da öyle olmasını istedim. Ayrıca bu rüyayı arkadaşlara anlatmamaya karar verdim. Anlatırsam, arkadaşlar beni de o tarafı tutuyor sanacaklar. Sözde yeni giysiler dikilmiş, öğrencilere dağıtılmış. Tüm okul öğrencileri yeni giysileriyle okul önüne çıkmış. Tek bizim sınıf eski giysileriyle. Boynumuz bükük, bekliyoruz. Okul Müdürümüz, öğretmenler, yeni öğrencilerin giysilerini beğendiklerini söylüyor. Biz hepimiz öfkeli ama susuyoruz. Okul Müdürü yeni giysili öğrencilere, ”Bir de onlardan sorun, onlar bu okulun ağabeyleridirler, size söyleyecekleri vardır!”diyor arkasından kahkahalarla gülüyor. O öyle yapınca tüm öğrenciler bize bakıp gülüyorlar. Arkadaşlara “bir şeyler söyleyelim!”diye öneride bulunuyorum. Bu kez onlar da dönüp bana gülüyorlar. Birilerini itip sıradan çıkmaya çalışıyorum. Beni tutmaya çalışanları tepiklerken uyandım:Sanırım gece yarılarıydı. Rüyayı unutmamak için baştan sona tekrarladım. Kalkınca anımsadım. Öyle ki yeni giysilerin renkleri bile hala gözlerimde. Gözlerimde diyorum ama , o renkleri gerçek renklerden hiç birine benzetemiyorum;değişen türden renkler. Gözlerimi açınca nedense renkler silindi. Rüya da bir kargaşaya dönüşmeye başladı. Anlatsam belki yarısını bile anlatamayacağım. Kahvaltıda yavaş yavaş tanımaya başladığım yeni öğrencilerin hiç birisi benim rüyamda yoktu. Kendi kendime, ”Yoksa onlar asker miydi? diye kendi kendime soruyorum. Yanıtını da gene kendim veriyorum:Asker olsa bizim müdürümüz neden asker işine karışsın? Atölyeye gidip kapıları açtım. Arkadaşlar, öğretmenlerle birlikte geldiler. Hamdi Öğretmen İrfan Evren Öğretmene, ”Makine tezgahı ile ekibini bugün ben alabilir miyim? diye sordu. Biz konuşmaları izlerken Hasan Üner bilmiş bilmiş, bana bakıp”Gene angarye var abi!”dedi. Gerçekten Hasan Üner’in dediği doğru çıktı. Bugün voleybol sahası için direk hazırlayacakmışız. Daha önce iki üç kez yaptığımızdan yeni bir durum değil ama başladığımız işlerin aksaması nedeniyle aramızda soruyoruz, ”Niçin biz? ”Üstelik iki tane voleybol sahası yapıldı. Biz hazırlanırken bir grup bizim atölyenin yakınındaki alanı temizleyip düzeltmeye başladı. Onları gören Hamdi Öğretmen “Ha işte, şimdi oldu, bize direkleri hazırlamak kaldı, haydi çocuklar!”dedi. Olay üstüne konuşmalar bir süre devam etti. Sonuçta gerçeği öğrendik. Voleybol sahaları okuldan biraz uzak kalıyor. Az ilerisinde de futbol oyun yerleri var. Günün her saatinde oralarda insanlar bulunuyor ama paydoslarda öğrencilerin neredeyse hepsi oralara yığılıyor. Ancak kızlar oralara gitmiyor. Belki de gitmeleri istenmiyor. Bu nedenle olacak Nahide Öğretmen okula yakın bir voleybol sahası istemiş. Arkadaşlar hemen 6-7 kız için mi yapılıyor? diye sorunca Hamdi Öğretmen, önümüzdeki günlerde yeni öğrenciler gelecek, onların sanırım yarısı kız olacak!”dedi. Arkadaşlar bu bilgileri alınca bakıştılar. Öğretmen ”Hadi bunları ben görmüş olmayayım!”deyip ölçüleri verdi. İki direklik seçip planyadan geçirdik. Toprağa girecek yerleri kavlayıp yerine götürdük. Esas saha yaptırıcısı Namık Öğretmenmiş o sıra o da geldi. Direk yerleri açılıp direkler dikildi. Sahanın kumlanması işi zaten 7. sınıflardan birine verilmişmiş, onlar yapacakmış. Biz atölyemize döndük. Öğle yemeğinde yeni haber hemen yayıldı:Yeni gelecek öğrencilerin çoğu kız olacakmış. Mehmet Yücel kendine özgü konuşmasını yaptı:Gelecekse doğru dürüst kızlar gelsin!”Bunların nesi var? ” diye soranlara, Bunların nesi var nesi yok, orasını ben bilmem ama bunların galiba bir şeyleri var. Geldikleri günden beri yüzlerini açıp, neşeli bir şekilde ortalığa çıkmadılar. Şimdilerde de başlarını sarıyorlar. Öğretmenlerinin başları açık öğrencileri başlarını sarıyor. İdris Destan gülerek Mehmet Yücel’e “Başların neden sarıldığını sen bilmiyor musun? Yoksa bilinen şeyin iyice yayılması için mi böyle konuşuyorsun? ” diye sordu. Gerçekten ben duymamıştım. Benim gibi bir çoğu da yeni duydu:Kızlarda kel, ya da saç kıran hastalığı görülmüş, önlem için saçları kesilmiş. Yeni bir tartışma başladı, ”Öyle hastalık olur muymuş. Söze hiç karışmamıştım, birden “Olur!”deyip benim tanık olduğum bir olayı anlattım. Kendi köyümde ilkokul 3. sınıfa kadar okunuyordu. 3. sınıfı bitirince 2 yıl okul dışında kaldım. Bu kez komşu köyümüz Hamitabat okulu 5 sınıflı oldu. Yakın olduğu için ailelerimiz anlaşarak bir arkadaşımla beni Hamitabat okuluna yazdırdılar. Arkadaşım yakın akrabamdı. Hem çalışkan hem de çok zekiydi. Çevremizdeki konuşmalara bakılırsa ben onun yanında, onun desteğiyle belki okuyacaktım. Halam oğlu Hilmi gerçekten benden çok becerikli biriydi. Hiç kimse bir şey demese bile ben Hilmi’nin benden daha uyanık olduğunu çoktan anlamıştım. Oynadığımız oyunları o seçer, oyunlara kendine göre yön verir, kendini saydırırdı. Yeni okulumuza başladığımızın belki ilk haftası sonunda aynı sınıfta oturduğumuz tüm çocuklar onu tanıdı, adıyla çağırmaya başladı. Beni ise sadece sıra arkadaşım adımla çağırmaya başlamıştı. İkinci hafta içinde okulun başöğretmeni dersliğimize geldi. Saçlarımızın uzun olduğunu söyledi. Elinde bir cetvel vardı. Cetveli kafalarımıza dokundurup, ”Seninki de uzamış!”deyip cetveli kafalarımıza dokunduruyordu. Hilmi benim az ilerimde görebildiğim bir sırada oturuyordu. Cetvel Hilmi’nin başına da indi, kalktı. Ancak Başöğretmen Hilmi’yi ayağa kaldırdı. Başını eğdirerek inceden inceye baktı. Öğretmeni çağırdı, ona bir şeyler söyledi. Öğretmenle başöğretmen uzunca konuştular. Biz sus pus olduk, Hilmi ayakta bekledi. Bir süre sonra öğretmenle başöğretmen derslikten çıkıp gittiler. Hilmi öylece ayakta kaldı. Çocuklar, Hilmi’ye oturmasını söylediler. Sıra arkadaşı kalkıp kolundan çekerek oturtmayı denedi ama Hilmi dimdik orada durdu. Dersten çıkınca öğretmen geldi, Hilmi’nin saçına bir daha baktı. ”Hiçbir şey yok, üzülme canım, otur yerine!”dedikten sonra Hilmi’yi okşayarak yerine oturttu. Öğretmen Hilmi’yi okşamakla kalmadı, gülerek saçını karıştırdı sonra da sevecen bir gülüşle saçından çekti. ”Bunları kestir!”dedi. Bana döndü “Berabersiniz, ikiniz de saçınızı kestirin, kısa saçlı olarak okula gelin!”dedi. Öğretmen gidince Hilmi sıraya kapandı, katıla katıla ağladı. Nedense son derse öğretmen gelmemişti. Tüm çocuklar Hilmi’nin başını kardırmaya çalıştılar. Hilmi dirençle karşı koydu başını kaldırmadı. Zil çalınca öğretmen geldi, hepimizi dışarı çıkardı, Hilmi ile bir süre yalnız konuştu. Hilmi, gülümser bir yüzle çıktı. Merdivenlerden inerken dönüp öğretmene “Allahaısmarladık!”dedi. Öğretmen, Bu Allahaısmarladık, sözünden ne anladıysa yüksek sesle, bu kez “Sakın ha, seni yarın bekliyorum, beni sakın üzme, güle güle!”dedi. Hilmi önümde koşar gibi yürüdü. Köyden çıkıncaya dek benimle konuşmadı. Ben şaşırdım, söyleyecek bir söz bulamıyordum. Aramızdaki sorunları her zaman Hilmi çözdüğünden bu tür bir durumla karşılaşmadığım için ona yardıma hazır değildim; gerçek anlamda afallamıştım. Köyümüzün yoluna çıkınca Hilmi biraz değişti. Taş toplayıp atmaya bayılıyordu. Gene taş attı. Giderek neşemiz geldi, her günkü gibi, köye tepeden bakıp bir birimize evleri göstermeye başladık. Özellikle kızlı evleri göstererek aklımızca gönül eğleyecek bir takım kurgular kotarıyorduk. O günkü olay üstüne ne Hilmi bir söz söyledi, ne de ben sorabildim. Akşam, ders çalışırken Hilmi’nin annesi Hanife Halam bize geldi. ”Hilmi biraz rahatsız, yarın okula gidemeyebilir, haberin olsun. Yalnız gitmek istemiyorsan, birini akşamdan hazırla!” dedi. O gün, okula yalnız gittim. Öğretmen, beni karşıladı. Tasalı bir sesle, Doğrudan doğruya ”Gelmedi mi? diye sordu. Ben ağzımı bile açamamıştım, o, arkasını döndü “Tü Allah kahretsin, yazık ettik çocuğa!”dedi. O hızla Başöğretmenin odasına daldı. Bir süre sonra başöğretmen beni çağırdı, sakin bir sesle Hilmi’yi sordu, ”Dün yolda ne konuştunuz, anımsadıklarını söyle!”dedi. ”Yolda hiç konuşmadık!”deyince bana, ”Yalan söyleme, yalan söylemek fenadır!”diye bağırdı. Sustum. Başöğretmen yerinden kalktı, yanıma geldi. Ben vurmasını beklerken o, elimden tutup beni dersliğe götürdü. Öğretmene, sırıtan bir yüzle ”Ne yapalım, bunu bari kaçırmamaya çalışalım!”dedi. Öğretmen çok üzgündü, bunu anlamıştım. Bana da üzgün üzgün baktı, Hilmi’yi kandırmaya çalışmadın mı? ” diye sordu. Hilmi benimle hiç konuşmadı ki!” deyince öğretmen, “Demek ki o kararını tam vermiş, bunu sezmiştim!”dedi. Öğretmen, Hilmi’nin ailesini sordu. Tek çocuk, kardeşi yok!”deyince, ”Belki de bu yüzden okumayı kolayca tepti, önemli görmedi besbelli!”deyip geri döndü. . Hilmi bir daha okul sözünü hiç ağzına almadı. Oysa Hilmi’de ne kel vardı, ne de başka bir hastalık. Hilmi’nin anne kardeşi, Kırklareli Devlet Hastanesi yöneticisiydi. Sık sık gider kontrolden geçerdi Bu bakımdan da köyde hepimizden şanslıydı. Gerçekten de çocuklukta olduğu gibi, delikanlılık dönemlerinde de köyde en uzun, gür saçlı Hilmi idi. Evlendiğinde ise eşi, sık sık Hilmi’nin uzun saçlarından söz eder, ”Kıskanıyorum, onun saçları benimkilerden gür!” derdi. . Sanırım şimdilerde de köyde en gür saçlı Hilmi’dir Bir yanlış tanı, ya da bir sorumsuz kel sanısı Hilmi’yi okumadan, beni de yetenekli bir okul arkadaşımdan, belki de daha sonraki okullarda bana destek olacak bir can arkadaşımdan yoksun bıraktı. Bu nedenle ben, kel mel gibi sözlerin şakalarda geçirilmesine hem sinirleniyorum hem de çok üzülüyorum. Mehmet Yücel, ”Aslında ben de böyle, incitici şakalara karşıyım. Konuştuklarımızın, sözünü ettiğimiz kimselere gitmeyeceğini düşünerek söylüyoruz. Ancak kimi arkadaşlar işi tadında bırakmıyor, ilgili insana duyuruncaya dek uzatıyor!”Anlattığım öykü etkiledi mi oldu yoksa gönül almak için mi, arkadaşlar şakaların incitici yapılmaması üstüne bir kez daha birbirlerinin dikkatlerini çektiler. Verilen sözler tutulacakmış gibi bir birimize baktık. Kısa bir suskunluktan sonra ilk söz Hilmi Altınsoy’dan geldi ”Bu söz doğru olamaz, geçendeki gibi 100 öğrenci alsalar, yarısı 50 kız eder, o zaman burası kız dolacaktır!”diye bir sevinç kahkahası attı. Hiç kimse en küçük bir uyarıda bulmadan herkes kahkahaya katıldı. Onların neşesine ters olmamak için sustum ama üzüldüm. Sözünü ettiğim bizim Hilmi sık sık Lüleburgaz pazarına gelir. İyi bisiklet kullandığı için arada bir bisikletle gelip beni görür. Arkadaşlara, ”Bir dahaki gelişinde onu size tanıtıp anlattığım öyküyü tekrarlatmamı ister misiniz? ”diye sordum. Arkadaşlar, bana inandıklarını buna gerek olmadığını söylediler…. Öğleden sonra başladığımız üç katlı somya hazırlığını sürdürdük. Paydostan sonra atölyede armonika çaldım. Ses yeni voleybol sahasına gidiyor. Orada top atıp tutmaca oynayanlar dönüp dönüp baktılar. Üzüldüm. Ben, beni kimse dinlemesin isterim. Severek dinlerse o zaten nasıl olsa dinler. Ama zoraki dinleme olursa o insan için sıkıntı olur. Hele burada kızlar, belki de onlarla beraber öğretmenler top oynarsa benim çalışmam biraz aksayacak demektir. Kendi kendime kuruntu yapıp kendi neşemi kendim kaçırdım. Zili beklemeden kendime dinlence verip, dersliğe gittim. Bize bir çok haberi doğru olarak ileten Sami Akıncı arkadaşımız bir yeni bir duyuru yaptı, ”Okuma saatinde Fikret Madaralı Öğretmen gelip bizimle konuşacakmış!”Bunu duyunca çok sevindim. Ancak arkadaşlar hemen yoruma kalkıştılar. Yorumlara katılmamakla birlikte kendimi üzülmekten de alamadım. ”Her halde Fikret Madaralı Öğretmen ayrılacak!”Yemek süresince de bu konuşuldu. Oldukça tedirginim, öğretmeni bekledim. Gerçekte öğretmen nöbetçiymiş, bu gece okulda kalacakmış. Bu nedenle de bizimle konuşmayı tasarlamış. Zaten dersler kesilmeden önce sık sık gelir geçen yıl gibi kitap okumaları sürdürürüz , demişti. Ancak bu yıl yeni gelenlere kültür dersi konulunca öğretmenler zorunlu olarak tatile giremediler. Bizler de sürekli işte olduğumuz için, eski programlar aksadı. Öğretmen gülerek geldi, topluca hatırımızı sordu. Zaman zaman getirdiği büyük çantasını göstererek, ”Görüyorsunuz ya bizim işimiz Yörük işi, bir bakıma da salyangozlar gidi yükümüzle geziyoruz!”dedi. Çantayı kürsüye koyup açtı, içinden bir tomar dergi, gazete çıkardı. Rule olmuş dergileri biraz düzeltip masaya bıraktı. Bu kez gazeteleri de eliyle bir süre bastırdıktan sonra. İsmet’e işaret etti. İsmet koşup öğretmenin yanına gitti. Öğretmen dergileri İsmet’e uzatarak “Bunlar, yettiği ölçüde arkadaşlarına dağıt!”dedi. İsmet, kimi arkadaşları atlayarak bana gelinceye dek dergileri arkadaşlara dağıttı. Bana geldiğinde de gergi bitti. Yetecek düşüncesiyle ayakta bekliyordum. Öğretmen bana “Ne o yetişmedi mi? ” diyerek güldü. ”Arkadaşlarından alır okursun!”dedi demedi, az öndeki Yakup Tanrıkulu bana “Önce sen oku, ben senden alırım!”diyerek sanırım benden çok öğretmene bir çalım yapmak amacıyla dergiyi bana uzattı. Dergileri aldık. Dergilerin bir kaçını azar azar görmüşlüğümüz vardı. Ancak, özellikle de ben bu dergiyi Yeni Adam ölçüsünde tanımıyordum. İlköğretim Dergisi. Öğretmen açıklama yaptı. Dergi özel olarak ilkokul öğretmenlerine ışık tutan bir dergiymiş. Öğretmen olunca en büyük yardımcımız bu dergi olacakmış. Bu tür açıklamalardan sonra şimdi dağıtma amacının ise”Bu dergide okulumuzdaki değişiklikleri anlatan yazılar var. Sayısız insan düşüncelerini söylüyor. Gelecekteki ödevleriniz gibi yaşamınızı da ilgilendiren tartışmaları mutlaka izlemeli, bu konuda bilgi edinmelisiniz. Şimdiden öğrendikleriniz, geleceğinizi aydınlatan düşünce ışığınız olacaktır. Bu ışığı tutuşturmalı, hiç sönmeyecek şekilde canlı tutmalısınız. İşte bu ışık, gazete, dergi, kitap gibi yayınlardan güç alır!” dedi. Öğretmen, ” Soracağınız varsa, son kez açıklayacağım, zamanınızı çok aldım!”dedi. Bu nedenle mi ne, kimse bir şey sormadı. Ben, bir çok zaman yaptığım gibi, gene çekinmeden sordum:”İlköğretim dergisini almak istesek nerede bulabiliriz? Öğretmen, Okulumuza geliyor, alır okursunuz!”Öğretmen sözünü daha bitirmeden ben acele ettim, Köyde okumak için almak istiyorum!”deyince öğretmen, ”Senin köyünde okul vardır, o dergi tüm okullara gelir, öğretmenler onu sıraya koyup saklar, öğretmenden rica etsen okumana izin verecektir!” dedi. Dağıtılan dergileri sıra ile okumamızı, gerekirse aramızda tartışmamızı önerdi. ”Yakın bir zamanda uzunca bir tatile çıkacağımızı söylemiştim, tatiller, öğrenciler için zamanı boş geçirme süreci değildir. Dersler kesilmiştir ama, öğrendiklerinizi diri tutmak sizin kendinize karşı görevinizdir. Aldığınız bilgilerin yakasını bırakırsanız, tatiller sizin zararınıza işler, Bu kez de tatil, ”Bilgi yitirme sürecine dönüşür!”Tekrar, günlerimizi iyi değerlendirmemizi, kendisinin daha önce verdiği ödevleri yapmamızı, köylerimizi incelememizi, insanlarını ise yeni bilgilerimizin ışığı altında değerlendirmemizi bastıra bastıra söyledi. . Öğretmen masasına giderek oradaki dergilerin arasından bir dergi seçti. Gülerek bize döndü:Şimdi size herkesin ileri geri konuştuğu, bilenin de bilmeyenin de fetvalar verdiği bir gerçeği duyurmak istiyorum. Siz ilerde bu gerçekle çok karşılaşacaksınız.
Ancak bunu, olanak bulmuşken ben duyurmak istedim. İşte sizin çalışma yaşamınızı düzenleyen, görev çizgilerinizi belirleyen yasa. 3803 nolu yasa. Bunu öğretmen olduğunuzda adınız gibi ezberleyeceksiniz. Ancak bu günden de öğrenmeniz, hiç değilse duymanız gereken önemli buyruklar var;bunları da bilmek sizin çıkarınıza olacaktır. Ben önemli bulduğum maddeleri okuyacağım. Siz isterseniz tamamını alır okursunuz. Sanırım yakında size bundan birer tane vereceklerdir. Yasa. 3803…
Madde. 1-Köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabı yetiştirmek üzere tarım işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerd nim süresi en az beş yıldır. diye okuyunca Sami Akıncı parmak kaldırdı. “Buna göre bizim okul yanlış bir iş yapıyor. Bir yılda e, Milli Eğitim Bakanlığınca Köy Enstitüleri açılır…. Öğretmen bir daha “Ben size şimdilik ilgili maddeleri okuyacağım, yasanın tamamını değil!” diye bir daha uyardıktan sonra okumayı sürdürdü. Enstitülerde öğre iki sınıf geçenler dört yılda bitirecekler!”dedi. Öğretmen Sami’ye “Haklısın galiba ama, bu yasayı uygulayacak olan Milli Eğitim Bakanlığı onu da öyle yaptırıyor. Bunun başka bir açıklaması zamanla yapılacaktır, herhalde!”deyip okumayı sürdürdü. ”Buraya dikkat!”dedikten sonra okudu. Öğretmen olamayacağına kanaat getirilen öğrencinin ayrılacağı mesleklerin öğrenim süresi Milli Eğitim Bakanlığınca saptanır. Öğretmen burada da uyarı yaptı. Öğretmen olamayacaklar, okuldan ayrılıp gidemeyecek, gene Milli Eğitim bakanlığın göstereceği bir başka okulda başka bir meslek için öğrenimini sürdürecek. ”İşte bu, sizin için yeni bir umut olabilir!” dedikten sonra 4. Maddeyi okudu:Köy Enstitülerine giren öğrenciler, sağlık nedeni dışında herhangi bir nedenle okuldan çıkarılırlarsa, okulda kaldıkları sürenin iki katı harcama karşılı ları, yani sizin için harcanan paraların iki katı tutarı, kendilerinden ya da kefillerinden alınır. Bu konuda kimse ses çıkarmadı. 5. Madde:Köy “Enstitülerinden öğretmen çıkanlar, gösterilecek yerde yirmi yıl çalışmak zorundadır. Bu zamanı tamamlamadan öğretmenliği bırakanlar devlet kademelerinde görev alamaz. Bunlardan da okulda geçirdikleri zamanın iki katı ceza ödetilir!” deyince bir kaç parmak birden kalktı. Öğretmen gülerek “Ben yasanızın maddesini okudum, amacım sizden istenecekleri duyurmak. O nedenle benden sınırlı soruları sormanızı, gene sınırlı yanıtlar beklemenizi bir daha anımsatıyorum!”dedi. Bu kez kendisi açıkladı. Atandığınız köyde yirmi yıl çalışacaksınız. Bir bakıma öğretmenliğiniz orada geçecek, bir bakıma da siz o köylü olacaksınız. Orada evleneceksiniz, orada doğacak çocuklarınız, askerlik çağına gene orada erecek. Ya da kızlarınız orada gelin olacak. Zaten bu durumda başka yeri isteuemeyeceksiniz. Bu nedenle bu maddeye karşı olmamanız gerekir. Ancak bunu bir yurttaşlık hakkı olarak düşünürseniz, onu da benimle değil yetkili makamlarla tartışacaksınız. Bu yasa yeni çıktı;bu nedenle daha çok tartışılacaktır. Siz de görüşlerinizi ilgililere duyurabilirsiniz. Öğretmen gözleriyle madde sıralamasına bakarak. Sizin önem verdiğiniz bir madde deyip 9. Maddeyi okudu. Köy Enstitüsü‘nü bitirenlerin askerlik nedeniyle çalıştığı yerden ilgisi kesilmez. Bunlar, askerlik görevlerini asteğmen ya da asker memur olarak tamamlarlar. Arkadaşlar, yedek subaylık olayına sevindiler ama, bu memur asker sözüne takıldılar. Öğretmen bu maddenin gelecek yıllarda okulun alacağı yeni, durumlarla ilgili olduğunu, Sağlık memurları ya da öğretmenlik dışı öteki bölümler için böyle bir madde konmuş olabilir!”dedikten sonra, ”Madde çok uzun okusam da tap kavranmayacak. Zaten bunlar bir tür ayrıntı. Ancak içerikleri, sizin için hepsinden önemli. Burada kimi haklarınız sanki sınırlandırılıyor. Bu maddeleri dikkatlice okuyup ona göre hazırlıklı olun!”dedi. Gülerek, ”Okuduğum maddeleri unutsanız bile çalışmalarınızı düzenleyen bir yasanın olduğunu bilin, buna sevinin!”deyip elindeki dergiyi kapattı. Dergiyi masa üstündeki öteki kitapların arasına koyduktan sonra bize doğru döndü. ”Allahaısmarladık!”deyip gidecek diye düşünürken, bize doğru yürüdü, sıralarımızı gözetler gibi hepimizin önündeki sıra üstlerine bakarak biraz gezindikten sonra Mehmet Başaran’a, gülümseyerek: Şiir yazmayı sürdürüyor musun? ” diye sordu. .
Başaran, Yazıyorumla yazmıyorum arası, bizim duyamayacağımız sessizlikte bir şeyler söyledi. Ben, yazmadığını anladım. Sonradan arkadaşlarla konuşmalarımızdan edindiğim izlenimlere göre çoğumuz benim gibi anlamış. Oysa Mehmet Başaran, öğretmenin“Oku!” işareti vermesi üzerine, elinde oldukça mıncıklanmış rule şeklini girmiş bir defterle kalkıp şiirini okudu. Öğretmen “Aferin!” dedikten sonra da gülerek, Rıza Tevfik’ ten etkilenmiş gibisin, ondan çok mu okuyorsun? ” diye sordu. Başaran gene çok yavaş konuşarak bir şeyler söyledi. Bu kez de bir kitap gösterdi. Gösterdiği kitabı ben de okumuştum. Rıza Tevfik’i tanıtan bir kitaptı bu. Rıza Tevfik’in bolca şiirleri yanında yaşamıyla ilgili bilgiler de vardı. Öğretmen kitabı aldı, şöyle bir karıştırdı, gene Mehmet Başaran’ın sırasının üstüne bıraktı. Rıza Tevfik’in özellikle gençlik dönemi şiirlerinin halk üzerinde büyük etkisi olduğunu, o döneminin gençliğini şiire yönlendirmiş bir şairimiz sayıldığını, şiir sevip de onun etkisinde kalmayan çok az insan bulunduğunu, ayrıca . Halk şiirimize de yeni bir hava getirdiğini anlattı. !”Bana dönerek, ”Sizin Dede Vahit’inizin de dediği gibi o, Hececilerin de aruzcuların da “Üstad “saygınlığını kazanmıştı. Bir yandan da devlet hizmetlerinde bulunmuş, Milli Eğitim Bakanlığı, meclis başkanlığı gibi yüksek makamları yönetmişti. Ancak padişah yanlısı kalıp Kurtuluş savaşımıza karşı çıkanlar arasına katılınca Cumhuriyet döneminde bu saygınlığını yitirdiği gibi yurdu terk etmek zorunda kaldı. Şimdilerde dış ülkelerin birinde yaşamını sürdürmektedir. Bu durumu onun şiirlerinin değerini düşürmemiş olmakla birlikte kişiliği üstüne olumsuz yorumlar, okuyucuları onun adına olumuz etkilemekte giderek onun unutulmasına neden olmaktadır!”. Öğretmenin bana , ”Sizin Dede Vahit’iniz !”demesi hem hoşuma gitti hem de söze karışma cesareti verdi. Parmak kaldırdım. Öğretmen belki hiç beklemiyordu, ”Ne var? der gibi “Söyle!”deyince ben kitabı göstererek “O kitabı okudum:Kitapta Kabe’ye gittiğini, herkesin kutsal su saydığı, damlasını almak için çırpındığı o kutsal suyun kaynağı olan Zemzem kuyusunda”Ben yüzdüm!”gibi sözler söylüyor. Bu doğru ola bilir mi? ”Öğretmen kahkahalarla gülerek, ”Ne var bunda? Adam tenha bir zamanda bir yolunu bulup dediğini yapmıştır. Bunu sen neden önemsedin? ” diye sordu. ”Kitaba yazdığına göre önemsenmesini istiyor olmalı, böyle istemese yazmazdı!”dedim. Öğretmen , ”Haklısın, ben kitabı okumadım. Yazarın söylediği mecazlı bir konuşma da olabilir. Şu senin söylediğin gibi demişse, ki ben pek sanmıyorum, o konuda çok eleştiriler alırdı. Belki de, ”Nasıl olsa yurt dışındadır!” denip üstüne varılmamıştır. Biz onun beğenimizi kazanan şiirleri üzerinde duracağız!”dedi, kitabı gene eline alıp sayfaları çevirerek Fikret’in Necip Ruhuna adlı Tevfik Fikret’in mezarını gittiğini anlatan şiirini okudu. Hepimiz duygulandık. Oysa biz o şiiri daha önce okumuştuk. Soluğumuzu keserek dinlediğimizi görünce öğretmen, ”Ağlamak yok, bir de bunu dinletin dedikten sonra “Sorma Hocam!” diye başlayan bir başka şiir okudu. ”Şairleri, yazarları böyle anlamaya çalışmalısınız. Gerçek şairler, büyük yazarlar tek yönlü olmazlar. Onlar duygularını, düşüncelerini anlatırlar. Bu tavırları bazen zıtlıklar da gösterebilir. Siz beğendiklerinizi alıp kendi duygularınızla düşüncelerinizle kaynaştırıp fikir dağarınızı zenginleştirmelisiniz!”İşte böyle, söz sözü açıyor. Siz kitapları karıştırdıkça benim de hoşuma gidiyor. Daha rahat konuşma olanağı doğuyor. Öğretmenliğin iyi taraflarından biri de budur. Öğretmen kendi doğrulusunda öğrenci yetiştirir, aynı doğrultuda yetişen insanlarla daha sonra kolayca anlaşır. Aslında bu anne-baba çocuklar arasında olagelen en sağlıklı yoldur. Bunun sağlanamadığı ailelerde hemen kavgalar başlar. Bana-oğul çatışmalarının kökeninde bu tür bir terslik vardır!”Tam bu sıra sormayı daha önce tasarladığım bir sözcük aklıma geldi. Anlamını az-çok çıkarmıştım ama gene de sormak , aynı zamanda dergi okuduğumu da kanıtlamak istiyordum. Kıpırdanır gibi oldum. Öğretmen “Bana bakarak bir soracağın mı var? ”dedi. Kalktım, ”Bir dergide okudum, Bizim okulun bir benzeri olan İzmir_Kızılçullu’yu anlatıyor. Yazının başlığı “Müşahade!”Sözün tam karşılığını bulamadım!”Öğretmen , ”Haklısın, yazıyı ben de okumuştum. İlginç, yazıdaki anlatış başlıktan daha kolay anlaşılıyor. Nedense yazarı, eski bir sözcüğü, sözün tam anlamıyla Osmanlıcasını kullanmış. İyi ki sordun, ben sana bir kitapçık vereyim, sende kalsın, zor geldiğinde buna bakıp sözleri çözersin. Hem de yeri geldiğince arkadaşlarına yardımcı olursun. !”dedi çantasından küçük bir sarı kitapçık çıkarıp, ”Al kendin bak, ben de kullanabildiğini göreyim!” Kitabı verdi. “Osmanlıcadan Türkçeye Cep kılavuzu. aldım, kolay buldum. Müşahede. Görüm, yazıyordu. ”Görüm. !”dedim. Bak bak!” dedikten sonra kahkahayla güldü. ”Bakın çocuklar, bazı sorunlar, öyle bir çırpıda çözülmüyor. Bir sözcüğün anlamını kimi zaman kılavuz lügatlerle bile tam çözemeyeceksiniz:Bunu azıcık da sız kendinizi sıkıştırıp açıklama yollarını arayacaksınız. Bakın müşahede:Görüm demiş. Görüm sözde Türkçesi. Ama siz görüm diye bir söz kullanmıyorsunuz. O zaman bunu kendiniz çözeceksiniz. Görüm, görmekle ilgili. Yazar ne anlatıyor? ”Öğretmen bana döndü:”Söyle, yazar ne anlatıyor? ”Ben yazıdan bir bölümü anlattım. Öğretmen, sözümü keserek “Tamam, bakın yazar gezmiş, gördüklerini anlatmış, gördükleri, öğrencilerin şiir okuması, mandolin çalması, yatmaları, gezmeleri…. Siz bunları pekala yazarın gördükleri diyebilirsiniz. Kısacası bunu demelisiniz. Yoksa sözlerin çok defa anlamlarını büyük sözlüklerde de bulamayacaksınız. !”Bana bu soruyu iyi ki sordun, kitaplığımızda iki büyük Almanca lügat var da ne Türkçe ne de eski Türkçe yok. İvedi olarak bunları getirtelim!”Az duraksadıktan sonra öğretmen, tatil konusuna değinerek, ”Tatile çıkacağımızı, eğer gerçekten çıkarsak, günlerimizi iyi değerlendirmemizi, okul bir yıl kısaltıldığına göre yolun yarısını bulduğumuzu oysa önümüzde daha çok bilgi düğümlerinin bulunduğunu; bu düğümlerin her birinin, altından, gümüşten örüldüğünü, bunları yakalayıp çözmemizin, çözdüklerimizle de bir güzel örünüp donanabilmemiz içinse derslerimizdeki geçmiş konuların iyi sindirilmesi gerektiğini anlattı. Birlikte okuduğumuz romanların adlarını sıralattı. Küçük Paşa, Çıkrıklar Durunca, Yaban, Çalıkuşu, Kuyucaklı Yusuf olarak sıraladık. ”Bunlara Ömer Seyfettin’in öykülerini de ekleyin!” dedikten sonra, bunlardaki olaylar, anlatılan insanlar, tıpkı sizin köylerinizdeki insanlardan farksızdır. Hatta sizin burada her gün karşılaştığınız insanları izleyince bile her birinden bir öykü çıkarabilirsiniz. Dikkat süzgecinizden geçirdiğinizde, benzerlikleri, tıpa tıp olanları ya da zıtlıkları kolayca yakalayacaksınız. Okuduklarınızı anımsadıkça, tanıdıklarınızın benzerleriyle karşılaşacaksınız. Okuduklarınız çoğaldıkça, dikkatli seçme yetiniz geliştikçe romanlarda ya da öykülerde tanıdığınız çok kimselerle buluşacaksınız. İşte bu düşüncelerle ben, okuduğumuz kitaplardan birer kişi peyleyip, onların özellikleri taşıyan, köyünüzde sizce ilginç davranışları olan birer kişiyi anlatmanızı istiyorum. Adını andığımız kitaplardaki belli başlı kişileri göz önünde tutarak seçeceğiniz köylünün ilginç bulduğunu yanlarını belirteceksiniz. Ayrıca kendi ailelerinizi de bana yazılıyla tanıtacaksınız. Aile kişilerinin özelliklerini anlatmaya kalkışmayın. Aile bireyleri, sayı olarak, aile içindeki durumları, yaşları, sayıları, ailedeki işbirliğine katları, ailenin, köydeki genel ortalamaya göre varlık durumu, aile bireylerinden ayrı olanlar varsa onların durumlarını da kısaca anlatacaksınız. Öğretmen gülerek”Ben vereceğim ödevleri verdim. Şimdi sıra sizde. Siz de söyleyin, ben size nasıl yardımda bulunabilirim? Arkadaşların çoğu”, Sağolun!”dedi. Öğretmen, gözlerinin üzerimizde bir süre gezdirdikten sonra ”Ben size başka bir uyarıda da bulunmak istiyorum, Belki çoğunuzun gözünden kaçmaktadır;çok iyi bir müdürünüz var. Sizin üstünüze titriyor. Söze başlarken söylediğim o yıllık izin işini sanmayın ki yukarıdakiler düşündü.
Müdürünüz bana, ”Ben bu çocukları bu yıl da izinli çıkaramazsam büyük bir vebal taşırım, ne yapıp yapıp onları bu yaz uzunca bir süre dinlendireceğim!”dedi. Uzun uğraşlar sonunda size bir buçuk aylık bir tatil iznini o aldı. Benden duymuş olmayın ama önümüzdeki günlerde bu izini kullanacaksınız. Bu tatil sizin geçen yıllardan geçmiş haklarınızın karşılığı. Bu nedenle çok özel bir durum. Sakın bu durumu öteki öğrenciler için de düşünüp onları özendirecek türden konuşmalar yapmayın. Bunu yaparsanız, demin söylediğim sözü de zedelersiniz:Sizi çok seven müdürünüz ise bu durumdan derin üzüntü duyar!”Bence bu tatil üstünde sözlü olarak hiç durmayın. Sanırım ay ortalarında gideceksiniz!”Öğretmen, dergilerdeki yazıları da dikkatlice okumamızı, gerekirse önemli bulduğumuz yerlerden notlar almamızı bir daha tembihleyip ayrıldı. Öğretmenden sonra bir süre sessiz durduk. Tatil muştusu hiç etkilememiş, tersine haksızlığa uğramış gibi hareketsiz kaldık. Kimi arkadaşlar yerlerinden kalkıp bir başka arkadaşın yanına gitti. Bu zorunluymuş gibi, tüm arkadaşlar bir süre yer değiştirdi. Besbelliydi ki, Fikret öğretmenin konuşmaları, benimle bir iki arkadaş dışında herkesi olağanüstü etkilemişti. Halil kalkıp Bekir Temuçin’in yanına gidince Mehmet Başaran kalktı benim yanıma geldi. Ben bunu fırsat sayıp Türkçe ödevleri konusunu ortaya getirdim. İstedim ki benim anladığımın doğru olup olmadığını bir de ondan sorayım, bakalım o ne diyecek? Kolay anlaştık . Mehmet Başaran bana Çalı Kuşu romanından dr. Hayrullah ile, Ömer Seyfettin’den Efruz Beyi önerdi. Önce Efruz beye karşı çıkar gibi davrandımsa da sonradan Olur!”u çektim. Çünkü kendisi de Ömer Seyfettin’den ya Çiroz Ahmet’i ya da Koca Ali’yi seçeceğini söyledi. Romanlardan seçim işinde biraz çekimser kalan arkadaş, bunu ele alacağın kişiyi de hesaba katarak kendin bulmalısın, öğretmen bunu daha çok önemseyecektir!”dedi. Mehmet Başaran kitaplık nöbetinde öğretmenle bu konuda daha önce konuşmuş, öğretmen benzer konularda ona uzun uzun açıklamalar yapmış. Bir taraftan bunları dinlerken bir yandan da Efruz Bey tipine giderek ısındım. Dr. Hayullah beyi bir kez daha gözden geçirmeyi düşündüm. Bunları tasarlarken yat zili çaldı. Kafamda Efruz Bey, onun çevreyi gezmesi, ilgili ilgisiz insanlarla konuşması, öğrenme tavırları içinde gerçekte başkalarına bir şeyler verme gayretkeşliklerini göz önüne getirerek uzun süre onu düşündüm. Gerçekten var mı yoksa çok düşündüğüm için ben mi yakıştırdım. Köyümüzde birisi Efruz beyi andıracak tavırlar içinde, belki onun kadar ileri gitmiyor, daha çekimser ama göz ardı edilemeyecek ölçüde kendine özgülükleri de var, bizim Efruz beyin. Yalnız bizim köyün Efruz beyi, bir dede. Kendisi, tüm halkınca Damgalı Dede olarak anılır. Köyün en yaşlılarındandır. Damga sözü de kendisiyle doğuştan ilgilidir. Alnın tam ortasında bir ben vardır. Bu benden dolayı kendisine bu lakap takılmıştır. Soyadı yasası çıkınca da soyadsı olarak bunu yazdırmış. Böylece doğuştan damgası, yasayla da pekiştirilmiştir. Dedenin, şimdilerde köyde bir oğlu vardır. Oğlunun çocuğu olmadığından baba-oğul, gelin olarak üç kişi oturmaktadırlar. Ancak dedenin gerçekte dört oğlu olmuş, diğer üçünün çocukları da varmış. Birinin bir kızı, bir oğlu, diğerlerinin birer oğlu olmuş. Ancak iki oğlundan biri Çanakkale Savaşlarında biri de Galiçya’da şehit düşmüş. Çanakkale şehidinin bir kız, bir oğlu, Ötekinden de bir oğul kalmış. Damgalı dede, şehit oğullarının eşlerini yani gelinlerini çocuklarıyla (Torunlarıyla) birlikte eski ailelerinin yanına göndermiş. Çocuklar büyüyüp yetişkin olunca da, çocuklarını anneleri bizden koparıp götürdü, diyerek sahiplenmemiş. Kalan iki oğlundan birinin de bir oğlu olmuş. Öteki oğlunun ise hiç çocuğu doğmamış. Çocuklu oğlu da genç yaşında bir kazada vefat etmiş. Dede onun eşini de çocuğuyla birlikte gene onun eski ailesine göndermiş. Onun oğlunu da aynı gerekçeyle mirasından yoksun bırakmış. Böylece dedenin dört torununa karşın yalnız kalmasını, köydekiler bir “Kader!” ya da kendi geleceğini kendi “Karartma!” olarak algılayıp anmaktadırlar. İşin ilginç tarafı dört torun da sonraları türlü nedenlerle gene köye dönmüş, değişik ailelerle karışarak yaşamlarını sürdürmektedirler Bu yanıyla ilk bakışta katı yürekli olarak göze çarpan dedenin, bu katılığını örtecek çok değişik özellikleri, insancıl yanları vardır. Bir ilginç özelliği de Damgalı Dede, köyün genel konumu içinde çok gezer. Çevre köyleri sık sık dolaştığı gibi yakın uzak ilçe, bucak, il demeden gider gelir, oralardan kazandığı izlenimleri sağlıklı olarak dönünce köylülere anlatır. Onun anlattıklarından şimdiye dek hiçbir olay değişik ya da yanlış çıkmamıştır. Tekirdağ’da yetişen kavun ya da karpuzun, Edirne’de yetişenlerle farkını bir tarım uzmanı ölçüsünde bilir. Köye gelen Tarım görevlileri onunla konuşmadan edemezler. Bağındaki meyveler, bahçesindeki sebzelerin kesinlikle komşularından farklı bir tarafı görülür. Bunu yıllardır deneyen köy halkı, sonunda dedenin köklü bilgi gerçeğini olduğu gibi benimsemişlerdir. Dedenin köyde herkesin birleştiği bir özelliği de çocukları sevmesidir. Kendi yaşamıyla ters düşer gidi görülen bu olayın nedenini köyde kimse çözememiştir. Köyde çocukları ayırım gözetmeden kimse onun kadar tanıyamaz, çocukların ona karşı tavırlarını da kimse onun kadar kazanamamıştır. Ağlayan bir çocuk sesi duysa, en önemli işini bırakıp o yana gider. Ancak kendi ölçülerine göre gerekirse ilgilenir. Olaylar karşısında seçiciliği de ilginçtir. Karıştığı sayısız olayda haklı olduğu görülmüş. ”Sen ne karışıyorsun? Sorusu karşısında kaldığına kimse tanık olmamıştır. Köy dışı gezileri gibi köy içi gezileri de önemlidir. Hemen hemen her gün köyün dışına çıkar, bölge bölge tarlaları dolaşır, oralarda çalışanlarla bir kaç söz eder, ”Hayırlı işler!”diyerek ayrılır. Yanına uğradığı herkese bir öncekinin yaptıklarından söz açar, gördüğü kusurları hemen oracıkta anlatır, yoluna devam eder. Köyümüz 60 hanedir. Köy merası sınırlı, tarlalar, ormanlar belli ölçüler içinde fazla değişmeden süregelmektedir. Dede, tüm köy kaplağının 40. 000 dönüm olduğunu, bunun 8000 dönümünün tarla, 2000 dönümünün köy, mezarlık, dere, göller, 14000 dönümün mera, 16000 dönümün de orman olduğunu, bilerek, belki de ölçmüş olarak söyler. Ayrıca köyde bir kimseyle konuşurken şaşılası bir ilgiyle varsayımlar da yapabilir. Söz gelimi Ali Ağabeyimle konuşurken, ”Ali sen geçen yıl Sayadereleri nadasa bıraktın, bu yıl oraları iyi buğday yapar, ya da geçen seneki Arpalığa bu yıl mısır ekmelisin!”gibi yoklamalı uyarıları kimseden esirgemez. Dargın olanları barıştırır. Av zamanının sınırlarını avcılar ondan alırlar. Leyleklerin geliş gidişlerinden, turnaların sesinden ya da dizilişlerinden anlam çıkarır, dinleyenler saygıyla söylediklerini algılamaya çalışırlar. İşin bir başka ilginç yanı Torunları da onu saygıyla dinlerler. Ancak, komşu olarak gelme gitme yapmazlar. Onlar için kan bağı yok olmuştur. Dedenin bu özelliklerini dinleyen yabancıların değişmeyen soruları ise, Bu köyde hiç kimse “Dede’den el çocuklarını seviyorsun, oysa dört torununa çimdi de altı çocuk eklenmiş, torunlarının çocukları, onlar da torunların, onlar için ne düşünüyorsun? diye sormuyorlar mı? Bunu diyenlere köylüler, Bu bizim aklımıza gelmemişti, buyurun az sonra dede buraya gelecektir, lütfen siz sorun!”……Tasarladığım Damgalı Dede tiplemesini kendim beğendim. Ancak çok da kendi beğenime güvenim yok. Bir ara gene Mehmet Başaran’ın fikrini alacağım. Fikret Öğretmenin söylediklerini düşünerek yattım.
3 Temmuz 1940 Çarşamba. .
Birisi Abi kalk, nöbetçiymişsin!”dedi. Şaşırdım. Ben nöbetçi falan değilim!”dedim ama uyandıran 7. sınıflardan Hasan Gülümser, sevdiğim, konuştuğum biri. Sanki onu dinlemez duruma düşmeyeyim diye kalktım. Nöbetçi Öğretmeni Latif Yurtçu öğretmen kaldırtmış. Gittim, öğretmene Benim nöbet sıram değil, o nedenle gelmedim!”deyince Latif Yurtçu Öğretmen gülerek, Ne demek gelmemek, işte geldin ya!dedi. Elindeki kağıda bir daha baktı. Numaran kaç? ” diye sordu. 66 deyince güldü, Haklıymışsın, burada 60 yazıyor. Ben dikkatli bakmamışım. Neyse bugün sen tut, arkadaşınla değişmiş sayılırsın!”dedi. Gülerek işbaşı yaptık. Öteki nöbetçilerin çoğuyla daha önce de nöbet tutmuştum, hepsi çalışkan çocuklar. Hasan Gülümser, Mehmet Özeren, Hasan Çetin, Mehmet Aydemir, Fahrettin Şen, Haydar Mandacı, Ali Ergin, Musa Güner, Sıdıka Özbek. . Latif Öğretmen onların dersine girdiği için çocuklar bir biriyle yarışır gibi koşuyorlar. Ben bir yabancı gibi ortalıkta dolaşmaktan öte geçemiyorum. Kahvaltı zili çalınca bizim sınıf arkadaşlarında bir tepki oldu, Sen neden nöbetçisin? Olayı anlattım. Kimisi güldü, kimisi bu bir oyun mu? ”diye sordu. Oyun denmesinin nedeni var:Bu gün atölye çalışması yok, bahçe sulanması var. Tüm çocuklar, üç grup oluşturup, bidon dolduracak, bidon boşaltacak, fidanlığa taşıyacak. Hava da oldukça sısak. Ben Salih Baydemir’in yerine geçmiş olduğum için Salih’e baktım, Salih Baydemir herhangi bir hile düşünmüyor. İçim rahatladı. Kahvaltıdan sonra işleri aralıksız sürdürdük. Her nöbette olduğu gibi yemek aralarında boşluklar oluyor. Bu arada mandolin çalışanlar mandolin getirmişler. Hasan Çetin, Mehmet Aydemir, sıra ile alıp alıp, Dumlupınar, Menekşe Buldum Derede, Dürriyenin Güğümleri gibi ezgileri tımbırdatıyorlar. Birinden mandolini alıp Hidayet Gülen Öğretmenin herkesin dinleyip sevdiği Kazaskasını çaldım. Onlar benim armonika çaldığımı duymuşlar ama daha önce mandolin çaldığımı bilmiyorlarmış. Hem şaştılar hem de sevindiler. Armonika çalmamı istediler. Koşarak gidip armonikayı aldım. Ben çalarken Latif Yurtçu Öğretmen geldi. O gelince ben durdum. Öğretmen işinizi bitirdiniz burada olmak koşuluyla müzik çalışabilirsiniz!dedi. O ayrılınca ben tüm çalabildiğim parçaları biraz da abartılı akor sesleri karıştırarak çaldım. Çaldığım parçaları hepsi daha önce duymuş olmakla birlikte ezgileri tekrarlayacak durumda değiller. Benim çaldıklarımın bir kaçı dışında hepsi nota parçası. Macar Dansı, Çardaş Früstin, Tuna Dalgaları, Karmen Silva, İzmir Marşı, Rıza Tevfik Zeybeği. . . Nöbetçi çocuklar biraz şaşkın, biraz sevinç içinde etrafımda dört dönmeye başladılar. Ali Ergin-Musa Güner olanak buldukça şarkı söylüyorlarmış. Bir cumartesi gecesi eğlence düzenleyip böyle bir etkinliği başlatmayı bile konuşur olmuşlar. Hasan Gülümser, Böyle bir gecede bize katılır mısın diye sordu. Çaldıklarımı irterseniz severek katılırım ama türkü mürkü çalmam. Armonikada türküleri çalmak zor oluyor. Zaten öyle çalışmayı da istemiyorum. Nota getirirseniz onları çalarım!”dedim. Onlar birden”Biz bunlara dünden razıyız!”diyerek sevinci bastılar. Latif Öğretmen gelince olayı ona da açtılar, Çok yerinde bir karar, bir başlangıç yapın sonra sonra daha emek vererek gönlünüzce eğlenebilirsiniz. Yatılı okulların yaptığı hep budur!”dedi. Öğle yemeğinden sonra Hidayet Öğretmene de konuyu anlatmışlar, o da yardımcı olacağını söylemiş. Öğleden sonra da bir ara ben gene onların isteğiyle parçalar çaldım. Beni dinleyince her şey hazırmış havasına girdiler, önlerine gelene, cumartesi gecesi için duyuru yapmaya başladılar. Akşam paydosunda bir çok kimse geldi, ilişki kuruldu, yemekten sonra hazırlık başladı. Ben, çalışmalara katılmayacağımı ancak beğendikleri parçaları çalacağım üstüne kesin söz verip ayrıldım. Dersliğe gidince bu konuda kimseye bir şey söylemedim. Ancak hemen duyulmuş. Hatta benim nöbet değişikliğim bu hazırlık için yapılmış bir numara olarak da ortaya yayılmış. Bizim arkadaşlar, bir çok olayda olduğu gibi bunda da kendilerine özgü yorumlar yaparak karşıcı bir durum aldılar. Ancak kısa bir süre içinde karşılıklı iki kanat oluştu. Geçen yılki Mavi Yıldırım temsili için yapılan kaytarmalar sayılıp döküldü. Sözler kıskançlıkta sıkışıp kalınca karşıcılar sustu. Bir yandan da öteki sınıflardan gelenler, hemşerilerine danışanlar çoğalınca olay gündeme oturdu. Yat zili çaldığında herkesin ağzında cumartesi gecesi yapılacak eğlence sözleri dolaşıyordu. Gene de bizimkilerden birileri beni ortaya sürmekten vazgeçmediler. Sözde ben nöbeti kasıtlı öne aldığım gibi armonika çalıp gösteriş yapmak için çocukları kandırmış olabileceğim varsayımları üzerinde durulduğu arada kulağıma geldi. Bunlara karşın böyle bir girişimin olmasına çok sevindim. Yorgun olmama karşın rahat bir durumda uykuya yattım. Yatınca hiçbir şey düşünmeyeceğim üstüne kendi kendime söz verdimse de duramadım. Daldım gittim. Eğlence ya da temsil sözleri ilkokulu anımsattı. Pancardan şeker oluşunu anlatan temsil, Ay şeklinde durup karşılıklı mani okumak, A ile bir birimize bakarak “Yalancı” şarkısını söyledikten sonra (Önceden anlaşmış olarak )kavuştaklarda, bir birimize Yalancı! diye bağırabildiğimiz kadar bağırmalar nerede kaldı? . Bunlar, bugün için önemsiz gibi görünse de kendi kendime kalınca içimi kemiren anılar olarak belleğime oturuyor.
4 Temmuz 1940 Perşembe…
Konuşmalar akşamki kaldığı yerden sürüyor. Cumartesi eğlencesi mi olsun yoksa sinemaya mı gidelim? Kimileri de yüksek sesle soruyor, ”İsteyince sinemaya gideceğinizi mi sanıyorsunuz? Unutun siz o Lüleburgaz içinde kaldığınız günlerdeki rahatlığı. Sinema önerisinde bulunanlar daha çok öteki sınıfların eğlence hazırlamalarına tepki gösteriyorlar. Tartışa tartışa kahvaltıya gittik. Kahvaltıda pek karşılaşmadığımız bir görüntüyle karşılaştık. Çoktan dır yemeklere bile pek ender gelen Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen kahvaltıda. Yanında da Naci Birkök Öğretmen. İkisi de giyimli kuşamlı, ceker, kravat. Belli ki, ya bir yere gidecekler ya da onları ilgilendiren konuklar gelecek. Tarım nöbetçimiz Sefer Tunca arkadaşa sorduk:Bir şey bilmediğini söyledi. Biz konuşurken Naci Öğretmen Sefer Tunca arkadaşa işaret etti. Sefer Tunca gitti Az sonra gülerek geldi bize, Sarımsaklı Çiftliği’ne gidilecek!”dedi. Arkadaşların kimisi bütün okul mu? ” diye sordu. Ben “Bütün okul olur mu? bütün okul oraya nasıl gider? ” deyince arkadaşlar, ”Neresi olduğunu biliyor musun? ” diye bana sordular. Bildiğimi, kamyonla gidilirse en az iki saat yol olduğunu, Lüleburgaz Alpulu yolu üzerinde bir büyük çiftlik olduğunu anlattım. Daha önce Tarım derslerinde adı geçmişti, o zaman da ben açıklamalar yapmıştım, bunu anımsayanlar oldu, benden ek bilgiler istediler. Konu hemen değişti:Saat kaçta, nasıl gideceğimiz soruları tekrarlanmaya başladı. Öğretmen masasının yanından çıkarken Naci Öğretmen bir grup arkadaşa okul önünde toplanmamızı söyleyince zaten dikkatle onları gözleyen arkadaşlar da hemen hazırlanıp, okul önüne indik. Ben koşarak atölye anahtarlarını İrfan Öğretmene verdim. Hamdi Bağ Öğretmen Salih Zeki Öğretmen için, ”En önemli bir günümüzde bizi gene yalnız bıraktı!”dedikten sonra da gülerek bari bolca sarımsak getirin, madem Sarımsaklıya gidiyordunuz, her türlü sarımsaktan birer tane bekliyoruz!”deyip Naci İnan Öğretmene baktı, başıyla “Öyle değil mi? diye sordu. Naci İnan Öğretmense, ”Birer tane olur mu getirecekseler çok getirsinler!”deyince, Hamdi Bağ Öğretmen “Ben birer tane derken, giden herkesi kastettim. Bunların sınıfı otuz kişidir, her tür sarımsaktan otuz tane bize yetmez mi? ” deyince gülüşerek, ”Yeter, yeter! Güle güle gidin !”dediler. Yanlarına döndüğümde arkadaşların kamyon çevresinde eski bir tartışmayı gene gündeme getirdiklerini gördüm. Okulun tek taşıma aracı bu kamyon. Yoldan gelip geçenlerin çoğuna göre daha büyükçe, Vabis. Biz zaten çoğunlukla kamyon değil Vabis diyoruz. İlk geldiği günler, okulumuzun teknik uzmanı bazılarımızın deyimiyle Alman Ahmet, arkadaşımız Mustafa Saatçı gibi onu yakından tanıyanların Ahmet Abisi, gerçekte okulun elektrik santralini yapıp yöneten Usta öğretici öğretmen olan kişi, İstanbul-Edirne Asfalt olu yapılırken, yolu yapan Alman ekibiyle yıllarca çalışmış, yıllarca Almanya’da kalmış, Almanca’yı anadili gibi bilen bir uzman. Kamyon alındığında arkadaşlara onun yapımı, markası üstüne bilgiler vermiş. İsveç yapımı, ünlü bir markaymış. Onu tasarlayan mühendis başarını sonuç alınca adının yanına kendi kızının adını da eklemişmiş. Kızının adı ise Skania (Sıkaniye) imiş. Böylece kamyonun esas markası Vabis’ken, Skania-Vabis olmuş. Ayrıca bu adı simgeleyen bir de küçük metal heykelciği önüne taktırmış. Güzel bir kız heykelciği…Bize göre çok şanslı bir kız olan Skania’yı konuştukça biz, daha da değişik boyutlara taşıyarak iyice öyküleştirdik. Konuşmalarımızdan okul kamyonu silindi önce Vabis sonra sonra da uçan bir kız Skania oldu çıktı. Saknia için planlar kuranlarımız oldu. Hele kızın güzelliği yanında yarışçı oluğu, iyi otobobil sürdüğü, dereceler aldığı duyulunca iyice simgeleşti. Zengin olup otomobil sahibi olmak isteyenler yanında fabrika kurup kamyon üreticisi olmak isteyenler gün günden çoğaldı. Derken bu konuşmaları dinleyen Sürücü Kazım ağabey bu düşleri bir gün, bilmeden bozdu. Kendi aramızda konuşup düşler kuruyordu ama yabancılar yanında bunlara değinilmiyordu. Bir gün nasılsa Skania ile araba yarışı yapmakta direnen bir arkadaşa ötekilerin takılmalarını duyan sürücü Kazım ağabey, br yanlışı düzeltmek ya da doğru bilgilendirmek amacıyla arkadaşların sözlerine karışıp”, Skania ile yarışamayacaksınız, çünkü o artık yok; yıllarca önce bir yarışta arabası parçalandı, Skania’yı kurtaramadılar!”deyiverince arkadaşların tüm düşsel kuruntuları silindi gitti. Çok zamandan beri bu konuya dönülmemişti. Bugünkü Vabis sevgisi bana konuyu anımsattı. Çiftliği merak eden arkadaşlara bildiğim kadarıyla anımsattım. Yolu tanıttım. Yolu benim kadar Kadir Pekgöz de bilmektedir, beraber açıklamalar yaptık. Köylerimizin Lüleburgaz’a iki gidiş-geliş yolu bulunmaktadır. Yukarı yol, aşağı yol. Çok yağışlarda Lüleburgaz deresi taşınca şehre yukarıdan gelince sulardan geçimek güçleştiğinde aşağı yoldan dolaşıp Edirne yolu köprüsünden Lüleburgaz’a girilir. İşte bu yol Sarımsaklı Çiftliğine yakın yoldur. Çiftliğe gitmeyenler bile yerini bu yoldan gelip giderken öğrenirler. Öğretmenler geldi. Salih Öğretmen kısa bir açıklama yaptı:”Tatile hem de uzunca bir tatile gideceğinizi geç öğrendim, size verilmiş sözüm vardı, onu yerine getirmek için böyle ani bir gezi yapmak zorunda kaldık. Tahıl biçme mevsimi geçmeden görmemiz yararlı olacaktır. Anlatılanları dikkatli dinlemeniz yetecektir, Yeri geldikçe bize açıklama yapılacak Sayısal durumlarda içinizden birileri not alırsa sonradan o notları hepimiz alırız. !”Kamyona atlayıp yola çıktık. Yola çıkınca Hamdi Bağ, Naci İnan öğretmenleri sarımsaklı şakalarını anlattım, arkadaşlar güldüler. İçlerinden kimileri unutmayalım, bu şakalara karşılık verelim!”dediler, Göreceklerimizden seçerek hediye getirmemiz çoğunlukla benimsendi. Lüleburgaz köprüsünden sonra bağlık sırtına çıkarken kamyon durdu. Öğretmenler inince biz de atladık. Öğretmenler bağlara bakıp iç çektiler. Bağların bir bölümü bozulmuş. Naci Birkök öğretmen:”Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur!”demişler, işte çocuklar bakılmayan bağlar dağ olma yolunu tutmuş!”dedi. Bağlık üstü bizim köyün yukarı yoluna dek beyaz çadırlarla dolu. Oralara asker yerleşmiş. Ayvalı sırtları dediğimiz düzlük mantar gibi beyaz çadır. Kamyona gene binip Sarımsaklı yoluna yöneldik. Kadir Ayvalı köyünü gösterip, ”Onun öbür tarafı bizim köy!”diyor. Ben, ”Bir ötesinde de bizim köy deyince Mehmet Yücel dayanamadı, ”Ne var yani, işte şuralarda da bizim köyler!” diye Umurca höyüklerini gösterdi. İdris Destan da “Bizinki de orada!”, arkasından Recep Kocaman, Ahmet Güner bağırarak “Ötesinde de bizimkiler!”diye gülüştüler. Fettah Biricik bu konuşmalardan çok sıkılmış olacak, yanındakilere dönerek, ”Anasını sattığım, bizim köyü belirleyecek hiçbir işaret yok buralarda!”deyince Ali Önol, Sefer Tunca karşı koydular, Ergene ovasının batısını göstererek, ”İşte orada!”deyip Fettah’ı yatıştırdılar. Çiftlik binalarının önünde kamyon durunca ilgilerimiz bir noktada toplandı. ”İşte Sarımsaklı Çiftliği-Çiftçinin iyi tohum kullanması için her türlü tohumu üretip yurtta üretimi arttıracak örnek çiftlik. İki genç bizi karşıladı, kendilerini tanıttılar. Beşir Sağlam, Necati Tosun. İçimden Sağlamı anladım ama Beşir adını hiç duymamışım. Bekir arkadaşımız var ama bu Beşir. Bekir-Beşir. Bizim Bekir’e de bundan böyle Beşir, diyebiliriz!”. Kısa bir süre ben böyle düşünürken, yakınımdaki arkadaşlardan İdris Destan’la Yusuf Asılgülmemek için dudaklarını ısırıyorlar. Yusuf yavaşça, ”Tosun!”dedi. Belli ki onlar da Tosun soyadına takılmışlar. Neyse hemen yürüdük. Yürürken ufak tefek konuşmalar sinirlerimizi yatıştırdı. İlk olarak onların tarla dedikleri, dümdüz yerlere gittik. Tarla dedikleri yerler, gerçekte göz görebildiği genişlikteki ekilmiş buğday alanları. Buğdaylar tam biçme kıvamında. Zaten anlatıcılar “Tam zamanında geldiniz!”dediler. Biz buğday başaklarına, tarlanın büyüklüğün bakarken arkadaşların, görünce hemen Yürüyen Ev dedikleri büyük bir makine önümüze geldi. Necati Bey bize sordu, bileniniz var mı bu ne? Benzerini daha önce görmüş ya da duymuş olanlar, ”Biçer-döğer gibi sözler söyleyince Beşir Bey, ”Evet evet, Biçer-döver. Ama biraz daha ileriye!”deyince sustuk. Biçer-döğer-sürer!”dedi güldü, ”Daha tamam olmadı!”dedikten sonra “Haydi devamını sonra tamamlayalım deyip makineye atladı. Makine daha doğrusu koca ev tarlada yürümeye başladı. Çok ağır gittiğini görünce biz çalıştırılamadığı kanısına vardık. Biz bakarken geniş bir alanın buğdayı yok oldu, yukarılarda saplar samanlar dolaşırken Arkada sürülmüş tarla kaldığını gördük. Bu kez bilmiş bilmiş konuşmalar başladı:”Biçer-döver-Öğütür-Sürer makine !”Makine, biz öylece bakıp kalmış durumda onu izlerken gideceği yere gitti, döndü geldi. Meğer sandığımız kadar da ağır çalışmıyormuş. Dönüp yakınımızda durunca bu kez Beşir Bey bir sorumuz olup olmadığını sordu. İsmet Yanar, Bu makinelerin buğdayı öğütüp ekmek yapanı var mı? ”dedi. Biz hem güldük hem de dikkatle yanıtını beklerken, Beşir Bey, o kolay, taze buğdayın hemen öğütülmesi alınacak un açından pek makbul sayılmamaktadır. Ekmeğe gelince!…dedikten sonra az durdu, gülerek, ”Buna biz pek razı olamayız. Bakın, kentlerden uzaklardayız, ekmek yaparsak onları dağıtmamız sorun olur. Bunu sizler düşünün, yetişince daha uygun ortamlarda uygulamaya koyarsınız!”Naci Öğretmen İsmet’e sordu, Ne o acıktın mı? Bu kez de Necati Bey, yakında kantin bulunduğu söyleyince, İsmet’in şakalı sorusu azıcık anlam kayıklığına itilerek gerçek yanıtına ulaşamadı ama gene de bir başka yanıtla karşılandı. Hava oldukça sıcak. Çiftliğin büyükçe bir çay bahçesi var, bizi oraya davet ettiler, çay içtik. Beşir Bey, çiftlik üstüne geniş bilgiler verdi. Önce çiftliğin adından söz etti. Çiftliğin sarımsakla hiçbir ilgisi yokmuş. Halkın taktığı bir admış. Yakın köy Ayvalı’yı da benzer, yakıştırmalı ad olarak anlattı. . “Gidin bakın köyde tek bir ağaç ayva bulamazsınız ama adı Ayvalı dedi. . Yurdumuzda böyle ilginç adlandırmalar vardır. Çiftlik Cumhuriyet öncesi bir azınlık yurttaşınmış. Daha önceleri de Osman oğullarını, yani Sarayın malıymış. Nasılsa oradan bir kişi almış, Bu kişi, Balkan savaşında Bulgar yönetimiyle işbirlikçilik yaptığı için savaş sonunda Bulgaristan’a kaçmış. Yasal bir mirasçısı çıkmayınca devlet el koymuş. Ancak o dönemlerde padişahlık yönetimi çiftlik işletecek durumda olmadığı için çiftliği gene bir azınlık yurttaşa satmış. Kurtuluş savaşından sonra bu yurttaşın da öteki gibi yurttan ayrılmak zorunda kalması üzerine çiftlik bir kez daha devlet eline geçmiş. Cumhuriyet hükümeti tarıma önem verince çiftçiye yardım amacıyla burası bir örnek çiftliğe dönüştürülmüştür. Şimdiki durumda Trakya çiftçisinin tüm tohum gereksinimlerin karşılamaktadır. Çiftliğin esas amacı kaliteli tohum üretmektir. Gördüğünüz tarlaları ekip sürmek aslında bir yan iştir. Asıl amaç kaliteli tohum yetiştirmektir!” Bunları söyledikten sonra bahçeler arasındaki sebzelik bölümünü gezdik. Çoğumuzun hiç görmediği sebzeleri, fideleri ilgiyle izledik, notlar aldık. Ozellikle, pancar, patates, soğan, mısır, süpürge şekerkamışı tohumluklarını, örnek mısır, darı, süpürgelik, afyon, tütün, pamuk türü bitkileri daha önce görmemiş arkadaşlar dakikalarca baktılar. Çiçek bölümünde hepimiz şaşırıp kaldık. ”Ne kadar çok renkte çiçek varmış!” En çok ben şaşırdım. Oysa babam çiçek severdir. Onun yetiştirdikleri bunların yanında silindi gitti. Örneğin benim renklerine bayıldığım o iri Yıldız çiçeklerini önce rengi değişik ayçiçeği sandım. O denli büyükler. Zambaklarla laleler de öyle. Gerçekten de çiftlik aynı zamanda tam anlamıyla bir örnek çiçeklik. Biz giderek her bitkiye uzun uzun bakmaya başladık. Sebze bölümündeki kabaklar bile bizi oyalamaya yetti. Özellikle asma kabakları arkadaşlar arasında takılmalara neden oldu:”Bak, Yusuf kabak, ”İsmet kabağı gördün mü? türünden takılmalar oldu. Biz kendimizi kaptırmışız ama zaman da geçmiş. Kuşkusuz daha göreceklerimiz vardı. Buraları gezerken arkadaşlar bana anımsattılar:“Öğretmenlere ne götüreceksin? . ”Çok şey var ama bunu kime, nasıl söyleyeyim? Biz fısıldaşırken Naci Birkök Öğretmen gördü, Salih Ziya Öğretmene bakarak, ”Bunların bir sorunu var galiba !”dedi. Salih Öğretmen sorun sözünü sorusu anlamış olacak, ”Sorusu olan sorsun!”deyip geçti. Naci Öğretmen diretmedi, bu kez bana “Sen söyle ne var? ”deyince ben, Hamdi Ö Bağ Öğretmenin bana şakasını anlattım. Arkadaşlar hep döndüler. Bizi görünce Beşir Bey olayı önemsedi, durdu Naci Birkök Öğretmenden sordu. Naci Öğretmen gülerek, ”Beşir beye bir öğretmen arkadaşın şaka takılması!”dedi ama olayı da anlattı. Beşir Bey, Öğretmenin bekar olup olmadığını sordu, ancak bir şey de demedi. . Konuyu umursamadığını düşünerek yürüdük. Kamyona binerken bir görevli kocaman bir çiçek yumağıyla geldi Beşir beyin işaret etmesi üzerine çiçekleri bana verdi. Beşir Bey ayrıca “Öğretmene selamlarımızı ilet!”dedikten sonra önce öğretmenle, sonra da bizlere bakarak. ”Tekrar görüşmek umuduyla iyi yolculuklar!”dilediğini söyleyerek öğretmenlere bir daha teşekkür etti, Bizler de, çok yararlandığımıza söyleyerek ayrıldık. Ben gene arkadaşların çoğu için dert yaratmış oldum. (!)Sorular başladı:”Çiçekleri öğretmene verecek miyim? Verirsem nasıl vereceğim? Birileri bunları konuşurken , öğretmenler yolu değiştirip bağlık arkasına, yani bizim köy yoluna yönelip bağların bu taraflarını görmek iştemişler. Öğretmenler bağların bu denli bozulmasına bir türlü inanamıyorlar. Özellikle de bağların içindeki ceviz ağaçlarına bakıp bakıp “Bunların en genci yüz yıllık!”dedikten sonra arkasından da bunlar, bir daha kolay kolay yetiştirilemez!”deyip üzüntülerini belirtiyorlar. Arkadaşlarsa tepeden Lüleburgaz’ bakıp ”Lüleburgaz ne kadar küçükmüş, İstasyon Lüleburgaz’a çok yakınmış!”türünden konuşup duruyorlar. Vakit olarak, paydostan az sonra okula indik. Tüm öğrenciler bizi çevreledi. Nereye gittiğimizi, neler gördüğümüzü, onların da aynı yerlere gidip gidemeyeceğini sordular. Onları zar zor yarım yanıtlarla savuşturmaya çalıştık. Ali Ergin-Musa Güner geldi, Okuma saatinde onların dersliğinde bulunmamı söylediler. Orada toplanacaklarmış. Hidayet Gülen Öğretmen benim de gelmemi istemiş. Biraz duraksadım. Gitmek önemli değil ama öğretmenin isteklerine yanıt veremezsem ne olacak? Kolay yanıtlayamadığım bir durum. a üstesinden gelemeyeceğim bir durum doğarsa? Kendimi vesveseye kaptırıp elimde çiçekler dalgın dalgın dersliğe giderken Namık Öğretmenle karşılaştım. Gülerek, ”Delikanlı adam böyle olur, kime getirdin o çiçekleri? ” diye sordu. Utanarak Hamdi Öğretmene!”diyebildim. Bu kez “Bak bak, ver öyleyse ben götüreyim!”dedi. Ben uzatmadan da çiçekleri elimden aldı, eğilerek kulağıma “O bu gece yok, ben, yarın o gelir gelmez çiçekleri aldığımı söylerim!” Gülerek çiçekleri elimden alıp gitti. Çiçeklerden kurtulduğuma bir bakıma sevinerek dersliğe girdim. Halil henüz gelmemiş. Sıranın boş yanıma Hilmi Altınsoy gelip oturdu. Bana teşekkür etti. ”Bu okulda okumaya hak etmiş birisi varsa oda sensin!” diye konuşmaya başladı. Önce pek önemsemedim. Sözü nereye getireceğini beklemeyi yeğledim. Hilmi eskilere döndü, ilk derslerimize dek dönerek o günden bu güne neredeyse özellikle tarım derslerinin bir özetini yaparak sözü bu güne getirdi. Fikret Madaralı Öğretmenin bir sözünü anımsatarak, ”Bizim çoğumuz “Sarsakız, ”ne yaptığımızı ne yapacağımızı bilmiyoruz, bilmek için de hiçbir çaba göstermiyoruz!”dedi. Hilmi Altınsoy arkadaşa şaşkınca bir yüzle bakarak, ”Bunları bana niçin söylediğini sordum. O kendine göre haklı bir neden söyledi idiyse de ben sözünü kestim, ”Bunları bir başka zamansa daha sakin düşünerek konuşabiliriz” deyip kestim. Hilmi konuşmak için diretmedi, ”Beni yanlış anlama, ben bunu içimden geldiği gibi sana duyurmak istedim!”deyip ayrıldı. Akşam yemeğinde sözler döndü dolaştı Sarımsaklı Çiftliğine takıldı. Beşir Sağlam, Necati Tosun. Ben gene Beşir sözünü ilk kez duyduğumu söyleyince bana katılanlar olduğu gibi birileri de Tosun soyadına takıldılar. Oysa tosun sözü konuşmalarda çok geçer. Hasan Üner Tosun adının Ömer Seyfettin öykülerinde bulunduğunu anımsattı. Bir ara benden çiçekleri sordular. Çiçekleri Namık Öğretmenin aldığını söyleyince bir kımıldanma oldu. Bir birine bakışmalar ilgimi çekti. ”Ne denek istiyorlar? Olayı anlattım, Elimde çiçeklerle dersliğe girerken karşılaştığımı, Namık Öğretmen , ”Ben arkadaşlara veririm!”diyerek aldığını, söyledim. Mehmet Yücel duraksamadan “ Namık Öğretmen onları Nahide Öğretmene vermiştir bile, gidin bakın kızlar onları vazoya çoktan yerleştirmiştir!”Çoktandır kimi arkadaşlarımızın dilinin altındaki bir geveleme sözü ortaya çıktı. Namık Öğretmen-Nahide Öğretmen. İkisini de seviyoruz. Ancak bunu söylemek bizim için özellikle benim için büyük bir ayıp. ”Ya gerçek değilse? ”İkisi için de gerçek olmayan bir söylentiye katılmak çirkin bir yalana katılmak olur. Mehmet Yücel soruyor ”Ne var bunda çirkin olan taraf? İki genç anlaşıp evlenemezler mi? ”Arkamı dönüp yanlarından ayrıldım. Çiçekleri ben verdiğim için sanki dedikoduyu ben çıkarmışım gibi telaşla uzaklaştım. Az sonra dedikodunun çoktan çıkarıldığını düşününce rahatladım. Üstelik arkadaşlar bunu çok konuşmuş gibi davrandıklarına göre bugünün dedikodusu değil. !”deyip teselli buldum. Yemek zili çalınca yalnız yalnız yürürken, birden çevremi küçükler sardı “Ağabey geliyor musun? ””Siz gelmemi istiyorsanız, gelirim!”deyince sevindiler. Yemekte de Sarımsaklı çiftliği, iki genç için, Tarım uzmanı mı? Yoksa mühendis mi? Tartışması çıktı. Salih Öğretmenin uzman demesine karşın Naci Birkök Öğretmenin Beşir beyle konuşurken “Mühendis bey!” demesi ortalığı karıştırdı. Benim bu konuda hiçbir bilgim yok. Sami Akıncı açıkladı. Yüksek Ziraat okulunda okuyanların kimisi öğrenimini uzatarak mühendis oluyormuş. Konu bizim öğretmenlerin ne olduğuna dek kaydırıldı. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin yüksek mühendis olması gerektiği sonucuna varılıp söz başka bir konuya kaydırıldı. Okuma saatinde söylen yerde toplanıldı. Ben armonikayı götürmedim. ”Öğretmen gerek görürse bir solukta getiririm!”diyerek bir sıraya oturdum. Hidayet Öğretmenle birlikte Latif Yurtçu Öğretmen de geldi. Cavit Kafkas öğretmenlerin yanında yapılacakları yazdı. Öğretmen kısa bir konuşma yapacak, iki şarkı söyleyecek İki öğrenci karşılıklı konuşarak bu gece gibi bundan sonrakilerin de nedenlerini soru-yanıt şeklinde anlatacak. İki öğrenci şiir okuyacak, 7. sınıflardan 20 kişilik bir grup(Kızlar da var) beş şarktı söyleyecek. Mandolin grubu beş parça çalacak. Musa Güner-Ali Ergin 4 şarkı söyleyecekler. İki küçük öğrenci ayrı ayrı keman çalacak. Öğretmen mandolin çalacak. Gelin kaynana konuşması, arkasından ben çalacağım. Bir grup okul şarkıları söyleyecek. İki öğrenci Köy muhtarı ile köylü temsili yapacak. Söylerse Ahmet Güner yalnız bir türkü, sonra da köylü Musa Günerle berabar iki türkü söyleyecekler. Hidayet Öğretmen bir karagöz konuşması ile iki karagöz şarkısı söyleyecek. Bu sıralamadan sonra Hidayet Öğretmen saatine bakarak provayı başlattı. Bir iki itiş kakış dışında büyük bir aksaklık olmadı. Sıra bana gelmeden çıkıp armonikayı alım. Ben çıkarken Hidayet öğretmen gülerek ”Nereye? Sakın kaçayım deme? ”Gidiş nedenimi söyledim, gittim döndüm. . Sıram gelince altı parça çaldım. Latif Yurtçu Öğretmen herkesten izin isteyerek benim dört parça çalmamı önerdi. Parça seçmeyi gene bana bıraktılar. Son konuşmadan sonra saatine bakan Hidayet öğretmen”Oldukça uzadı, bir iki kırpıntı yaparak normalleştireceğiz. Ancak ben unuttum siz de unutmuş olacaksınız, Latif Öğretmenin kemanını kesinlikle dinleyeceğiz!”deyince öğrenciler alkışladılar. Hidayet Öğretmen “Herke kendi ödevini biraz daha pişirsin, cumartesi akşamı toplanmak üzere iyi geceler!”deyip kesti. Bu arada yer düzenleyicilerinin yarın akşam toplanacağını durdu. Yapılmak istenenlerin olabileceğine inanarak dağıldık. Türk Marşından bir bölümünü, Tuna Dalgalarını, Çardaş Fristini, Rıza Tevfik Zeybeğini çalmaya karar verdim. Kesin kararımdan sonra daha rahatladım. Parçaları çok çalarak ezberlediğim için gözüm kapalı sürdürüyorum. Güvenim armış olarak yattım. Tam yattım, Ahmet Güner geldi, kararsız, bana “Ağabey doğru söyle sen katılacak mısın? ” Katılacağımı söyledim. Sevindi Öyleyse beraberiz!”deyip gitti. Ahmet Güner’in bana inanmasına da sevinince iyice rahatladım o saat uyuduğumu sanıyorum.
5 Temmuz 1940 Cuma…
Sabahleyin kalkınca ne yorgunluk ne de bir tasam kalmadığını duyumsayarak sevindim. Dünkü aradan sonra atölyeye gider gitmezlmez bana sarımsaklar sorulacak. . Yusuf konudan habersiz, ”Sarımsak yoktu öğretmenim, size çiçek getirdik!”deriz. Bu kez Hamdi Öğretmen, ”Sahi mi buna daha çok sevindim, çiçekleri isterim!”der, ”Çiçekleri odanıza götürdüm, Namık Öğretmen vardı, o da gördü, ben çiçekleri odanıza bıraktım, sizi aradım bulamadım!”desem, Naci Öğretmen:”İbrahim kurnazdır, üstüne suç almaz, o gerekeni yapmıştır!”deyip beni savunacaktır. . Ancak Hamdi Öğretmen “Çiçekler sarımsak yeriner geçmez, ya da çiçekleri bile getiremedin!” diyebilir. Arkadaşlarla birlikte bunları konuşarak atölyeye gittik. Öğretmenler gülerek geldi. ”Günaydın!”dedikten ummadığımız bir yumuşaklıkla “Sarımsak olayını biliyoruz, teşekkür ederiz!”deyip günlük işlerimizi söylediler:”Atölye inşaatında çalışacağız!”. Kapı, pencere kalıplarını yapmak üzere işbölümü yaptık. . Hava çok sıcak. Öğretmenler panama şapkaları altında, bizler kasketsiz. Okul kasketimiz var ama bunları işlerde giymeye kıyamıyoruz. Biz, bugün güneşteyiz ancak inşaatçı arkadaşlarımız her gün böyle güneşte. Mehmet Başaran bugün su nöbetçisi. ”Hergün su nöbetine koşarak giderdim ama bugün isteksizim!”diyerek hepimizi güldürdü. Yusuf asıl bu şakaya fena takıldı, sık sık su istemeye başladı. Hem çalışıyor hem de bu iki sucunun atışmalarına gülüyoruz. Yusuf Asıl Mehmet Başaran’a su taşıdığı için arada saka, çoğunlukla sucu diye bağırıyor. Mehmet Başaran da Yusuf’a çok su istediği içi, n Sucu diyor. . Öteki arkadaşlar da arada ikisine birden, ”Susun, konuşmayın sucular!”diyerek onları kızıştırıyorlar. Konuşmalar üstüne arka yoldan gelen Namık Öğretmen, az durdu, ”Nedir bu sizin yüksek dozlu tartışmalarınız? “ diye Mehmet Başaran’a sordu. Mehmet Başaran biraz çekimser davrandı ise de sonradan Yusuf Asıl’dan yakındı: ”Çok su içiyor, yetiştiremiyorum!”Yusuf, öğretmeni yok sayarca Başaran’a “Yalan söyleme, yetiştirememek değil ağırdan alıyorsun!”deyince Mehmet Başaran arkadaşlara soralım, onlar da senin gibi şikayetçi mi? diyerek Yusuf’u suçladı. Böyle dedikten sonra da durmadı, ”Fil gibi su içiyorsun!” diye benzetmeyi yaptı. Öğretmen bir üre onlara baktı. Öğretmenin gülerek susuşundan yararlanan Yusuf, Mehmet Başaran’a sen de Deve gibi ağırdan alıyorsun!”deyince öğretmen ikisins birden “Siz şakanızın dozunu kaçırıyorsunuz. Benzetmeleriniz hiç de yerinde değil!” Mehmet Başaran sustu. Ancak Yusuf Asıl bu kez öğretmene “Benim benzetmem yerindedir öğretmenim. Arkadaş kendisi deveye benzemiyor ama deveye özgü iki tavrı var. Onlar da benzetme yapmaya yeter!”dedi. Öğretmen Yusuf’a : “Eeee, neymiş onlar bakalım? ”diyerek yanıtını bekledi. Yusuf, ”Birincisi develer ağır hareket ederler, arkadaş da öyle yapıyor. İkincisi develer çok su içmez ya da sık sık su içmezle, arkadaş da bize bunu öğütlüyor!” Namık Öğretmen gülerek, ”Ben size hakemlik yapamam, en iyisi siz kendi sorunlarınızı kendiniz çözün!”deyip ayrıldı. Tartışma kesilince Salih Baydemir: “Arkadaşlar arasında fille deve adı yoktu, onlara da hoş geldiniz diyelim mi? ”diye sordu. Recep Kocaman, Hüseyin Orhan: “ Bu adlar, Mehmet Yücel yakıştırmazsa tutmaz, o dile dolarsa ancak benimsenir!”dediler. Mehmet Başaran güldü:”Ceylan köylü Mehmet Başaran’a yine bir Ceylan köylü olan Mehmet Yücel kesinlikle ad yakıştırmaz. !”Bunu bildiğimiz için zaten konuya geçici gözüyle baktık. Ancak Namık Öğretmen olayı bizim öğretmenlere anlatmış, az sonra onlar gelince olay gene ortaya geldi. Hamdi Öğretmen “Biz yokken burada söz yarışı yapmışsınız, biz de sizin güzel benzetmelerinizi duymak isteriz!”öğretmen bir bakıma, dolaylı yollardan bizi azıcık sıkıştırdı. Sonra da “Ortada uzayıp gidecek bir dargınlık, bir kırgınlık yoksa böyle atışmalar olur. İyi arkadaşlar bunları hoş görüp sorun yapmaz!”diyerek konuyu kapattı. Yusuf Asıl’’a dönerek yarın da sen su nöbeti tut, Mehmet Başaran’a bol bol su ver, su içmeyi sevsin, o zaman susuzların durumunu daha iyi anlar!”dedi. Pencerelerle kapı lentolarını bitirdik. Yarın beton kalıplarını tamamlarsak çatı çıkıncaya dek burada bizim işimiz kalmadı!”Naci Öğretmen, ”Siz , çatıyı izin dönüşünüzde tamamlanmış olarak bulacaksınız. Okulumuz, yeterince usta yetiştirmiş durumda. Bundan böyle işler, daha çok el değişe değişe, ayrı ekiplerle, imecelerle yürütülecek!”dedi. Bu sözler bizim için ne anlam taşıyordu pek anlamadık ama öğretmenlerin yumuşak tavırlarından kendimize beğenilmişlik payı çıkardık. Bizimle arkadaş gibi konuşmaları kültür dersleri öğretmenlerinden farklı bir etki bırakıyor. Sanki bunlar bizi daha iyi tanıyorlar, daha çok koruyorlar. Hiç değilse ben böyle düşünüyorum. Ahmet Gürsel Öğretmeni de çok sevip sayıyorum ama ondan çekinen bir durumum var. Onun bilgi dağarının sınırlarını çizemiyorum. Bana göre o, benim habersiz olduğum derya kadar bilinmeyeni biliyor. Oysa İrfan Öğretmen tüm bilgilerini benim gözümün önüne serip, yapılacakları göstererek yapıyor. Elindekini yapıp bitirince de sanki ben yapmış gibi bir duyguya kapılıyorum. Ele alınan konu tamamlanınca, başka bir şey kalmamış gibi geliyor bana. İrfan Öğretmenin bilgisi boşalmış da o bilgileri ben kazanmışım gibi cesaretleniyorum. Ele beraber aldığımız tüm işlerde bu böyle oluyor. Aynı işleri ben yalnız yapmaya başlayınca artık İrfan Öğretmen benim başımda bir bilge, yönlendirici değil, bir cesaret verici, güç verici, güven verici bir bilgi kaynağı olarak kalıyor. Zorda kalınca tutunacağım bir kurtarıcı oluyor. Ahmet Gürsel, Fikret Madaralı ya da öteki öğretmenler de güç verici, koruyucu ama onlardaki bilgileri toparlayıp bir bütün olarak kazanacağımı bir tülü düşünemiyorum. Buna birazda tavırları ya da giyim kuşakları neden oluyor. Onlar giyim kuşam bakımından sürekli bir düzen içinde oluyorlar. Biz öğrenci olarak onların giyim titizliğini sürdüremiyoruz. Üç takım giysim olmasına karşın, bunları arka arkaya iki gün bile giyemiyorum. Sanat öğretmenlerimiz de öyle. Onlar da bizim gibi sürekli iş giysileri içinde. Konuşmaları ise daha candan:Naci Öğretmen, toparlamakta sıkıntı çektiğim bir işi alıp yardım edebiliyor. Kusurlu yapımlarda başa kakma söz konusu değil. İş görürken yapılan konuşmalarda annesinden söz ettiği gibi, çektiği sıkıntıları anlatıp, bizim geçmiş yaşamımızdan aktardığımız öyküleri arkadaş gibi dinliyor. Naci Öğretmen için anlattıklarım, İrfan, Hamdi, Namık, Hasan öğretmenler için de aynen geçerli. Sanırım ben işte çalışmayı sevdiğim için böyle düşünüyorum. Sami Akıncı arkadaşın da böyle düşünüp düşünmediğini merak ediyorum. Harun Özçelik, Salih Baydemir, Halil Basutçu gibi iş derslerini, severek çalışanların böyle düşündüğünü biliyorum. Sanırım öğretmenler de bu özel duygularımızı biliyorlar. Bize karşı davranışlarındaki farklılıkları buna yoruyor, bundan kıvanç duyuyoruz……Biz paydos zilini beklerden iki büyük kamyon dolusu kereste geldi. Daha önce sipariş verilmiş, Daha önce çok gördüğümüz bir kişi, elinde liste il önce Naci Öğretmene sonra Hamdi Öğretmene selam verip listeyi uzattı. Kamyonlarda keresteyi indirecek adamı varmış. Bunu duyunca sevinenler oldu. Naci Öğretmen bunu fark etmiş, uyarıda bulundu:Gelen kereste dört beş boyda, onları biz boyutlarına göre sıralayacağız. O nedenle zil çalınca hemen ayrılmayacağız. Az önce gülenlerde bir bozulma oldu. Ben sırıtmamıştım ama ben de çok bozuldum:Yarın akşam için bugün son çalışmamı yapacaktım. Kereste taşıma uzun sürerse planlarım bozulacak. Bunları düşünürken öğretmenlerle gelenlerin konuşmaları duyuldu. Kereste deposunu sahibi Naci Bey de askere gitmişmiş. Öğretmenler üzüldüler. Naci Bey şimdilik Babaeski yakınında bir yerdeymiş, Pazar günleri geliyormuş. Önemli olan Naci Bey değil benim için, kendi ağabeylerim askerde. Bir ağabeyimle eniştem gideli beri hiç gelememişler. Daha ne kadar kalacakları da belli değil. Bu düşünceler içinde keresteleri dizdik:dört metre boyunda 2x4, 4x4, 4x6, 6x8, 10x10, 2x8, 2x10, 2x20, 4x20, 4z30, 4x40’lık yığınları ayrı ayrı sıraladık. Naci Öğretmen kalmıştı, hepimize teşekkür etti, ayrıldı. Bir süre üzgün durduktan sonra armonikayı alıp İzmir Marşını arka arkaya on kez tekrarladım. Sanki armonikadan öcümü aldım. Yemekte Arif Kalkan ”Bendeki dergide senin, İzmir’deki arkadaşının okulunu anlatan bir yazı var, alıp okur musun? diye sordu. Arkadaş bana okulunu anlatmıştı ama gene de okumakta yarar gördüğüm için, ”Okurum!”dedim. Dersliğe gidince yazıyı dikkatlice okudum. Arkadaşın yazdıkları ne ki? Bu yazı , İzmir –Kızılçullu Köy öğretmen okulunu göklere çıkarıyor. O okulda her şey tamam. Dersler düzenli görülüyor. Geziyorlar, müzik çalışmaları yapıyorlar. Biraz şaşırdım:Arkadaş bunların yarısını bile yazmamıştı. Ancak bu yazı hala Köy Öğretmen Okulu diyor. Bu okul bizim gibi Köy Enstitüsü olmadı mı yoksa? İkircil bir duruma düştüm. Arif’e “O benim arkadaşın okulu değil herhalde!”dedim. Başka arkadaşlar söze karıştı. ”Yazar , okulun yeni adını iyi öğrenemediği için böyle yazmıştır!” gibi, ”Eskiden yazmış, şimdilerde basılmıştır!”gibi olasılıklar öne sürülünce aklım yattı. Arif’in bu yazıyı göstermesi bir bakıma işime yaradı, tüm sınıf yazıyı okudu, benim daha önce arkadaşın mektubuna dayanarak anlattıklarımın doğruluğuna inandılar. Hele okulda kurulmuş olan kooperatif, kooperatifi yöneten öğrencilerin iki ayda bir öğrenciler tarafından seçilenlerce yönetilmesi. Arkadaşları bir kez daha bir noktada birleştirdi. Bizim niçin öyle değil? Buna çok sevindim:Daha önce de bu konuya eğinmişti. O zaman olayı ben kurcalıyorum sananlar çoktu. Bu nedenle Sami Akıncı’ya arka olmak amacıyla yan çizmişlerdi. Şimdi onlar da karşı durumdalar. Ancak konu o zaman da okul yönetimine kadar götürülmüş ama bir sonuç alınamamıştı. ”Okul Müdürümüz öyle istiyor denip konu kapatılmıştı. Bakalım şimdi ne diyecekler. ? Arif’in dergisinden sonra başka arkadaşların dergilerini de karıştırmak hevesine kapılım. Dergileri yanında olan birkaç arkadaştan aldım. Ancak zil çaldı, tamamını okuyamadan kapattım. Yarından sonra kesinlikle okuyacağım. Bu dergi daha önce de çıktığına göre belki daha eskilerinde de böylesi yazılar vardır. Bunları da okumakta yarar olacaktır. Fikret Madaralı Öğretmenin sözünü anımsadım. Dergi okullara gönderiliyor. Okullar bu dergileri dosyalayıp saklıyor. O halde köyde bu dergileri bulabileceğim. Eğitmen Mustafa ağabey bana yardımcı olacaktır. Böyle düşünüp rahatladım. Ancak bu kez de “Dank!”diye aklıma C’nin bebeği düştü. Kucağında bebekle onu görünce ne diyeceğim? Ne diyeceğimi kesinlikle bilmiyorum. Onu incitmeyi kesinlikle düşünmüyorum. Ama sevdiğim insanları hoş tutacak davranışları da bilmiyorum. Söylenecek sözü yerinde söylemezsem karşımdaki incinir. Bunu biliyorum da hangi söz nerede , ne zaman, nasıl söylenir? İşte onda kararsızım. C kendi köyümde, uzun süreli bir yere gitmezse karşılaşacağım kesin. Öyleyken hiçbir söz seçip düşünemiyorum. Ya A ile karşılaşırsam? Ya o da bir bebekle karşıma çıkarsa? A için biraz daha rahat gibiyim. Sanırım onun bebeğini sevebilirim. Eskiden konuştuğumuz gibi kendi aramızda anlayacağımız sözler seçebilirim. Böyle dedim ama gene de rahatsızım. Elimde olmayarak bir sağa bir sola döndüm Sonunda yüzüstü, dimdik yattım
6 Temmuz 1940 Cumartesi…
Öğleye kadar çalışma öğleden sonra dinlenme, sözleri arasında uyandım. Ne çalışması, ne dinlenmesi? Öyleymiş. Kültür dersi yapanlar, derslerini görecekler, biz okul çevresini düzenleyecekmişiz. ”Bu kaçıncı düzenleme? ”diye soranlar oldu. Bundan öncekiler bozma, bozulmaymış, bugün gerçek düzenleme yapılacak!”diyenler var. . Kahvaltıda Yalnız Namık Öğretmen Selçuk Korol Öğretmen vardı. Arkadaşlardan biri “Bu öğretmen yoktu gene gelmiş!”dedi. Meğer Selçuk Korol Öğretmen evini taşımak için uzunca bir izin almışmış. Az önce konuşan arkadaşın sözüne karşı “O çak iyi bir öğretmen, derslerine girdiği öğrenciler onu çok seviyor!”yanıtı verildi. Az sonra Nahide öğretmenle ablası bayan Nafıa geldi. Bayan Nafıa öğretmen gibi. Belki de bir okulda öğretmendir ama ben sormadım, öğrenmedim, kimse de bana bir şey söylemedi. Bir kez Halil’e sordum, ”O senin dengin değil, boşuna araştırma, baksana Nafıa bakanlığı gibi büyük biri, Nafıa adı taşıyor. Öyle bir abla, baksana, öğretmenin bile ablası!”dedi. Bir daha bu konu üstünde durmadım. Arkadaşlar ilgiyle bir birine soruyor, ”Bugün okulun neresini düzelteceğiz? ”Mehmet Yücel, ”Ne netameli şeylersiniz, hiç kafanız çalışmıyor. O, önceleri yaptıklarınız okulun eski durumuyla ilgiliydi. Şimdi yeni bir okulda okuyoruz, her şey değişip yenileşecek. !”İdris Destan Edirne-Karaağaç’taki yemek tabaklarını anımsattı, ”O padişah saraylarından gelen tabaklar gene çıkacak mı? ” . Mehmet Yücel, İdris’e “Sen hala Sami Akıncı’nın öyküsündeki, rüyayı, çoban yatağında yatıp, padişah rüyası sayıklıyorsun. Biz, elimizdeki tabaklara, bardaklara şükür diyerek dört elle sarılalım; gelecekte, köy kuyularında ya da hayrat çeşmelerinde kullanılan susak kabaklarıyla da çay içirebilirler bize!”Mehmet Yücel arkadaşın sözü gerçekten acıydı ama biz ona aldırmadan benzetme buluşuna katılarak güldük. İdris bu kez Mehmet’e ”Nerden buluyorsun bu yakası açılmadık sözleri? ” diye sordu. Mehmet Yücel gülerek, ”Siz gördüklerinizi nasıl unutmuyorsanız ben gördüklerimi hemen unutup, unuttuklarımın yerine ne gelebilir diye araştırma yapıyorum. Örneğin sizler iki aydır ayrılan Ömer Uzgil yerine gene onun gibi sakin, tığ gibi bir delikanlı yönetici bekliyorsunuz. Ölçüleriniz Ömer Uzgil ölçülerinin dışına çıkamıyor. Daha doğrusu çıkmasına siz izin vermiyorsunuz. Oysa ben o ölçüleri bozup yerine lanet olası ölçüleri koyup düşlerimde onun seyrini yapıyorum. Üzülüyorum, hem de çok üzülüyorum ama benzer bir durum gerçekleşince de sizin gibi apışıp kalmıyorum. O benim için doğal oluyor. Şimdilerde, şişman, bastı bacak biri Ömer Uzgil Öğretmenin yerine gelse siz şaşıracak, ah, vah edeceksiniz. Oysa ben hiç oralı olmayacağım. Birileri “Bundan sonra Mehmet Yücel’e İskelet demek yok, !” uyarılarında bulundu. birileri de “O iskelet olmasa bunları düşünemez, onun gizine dokunmayalım, diyerek güldüler. İşbaşı yapmak üzere okulun yatakhane yanında toplandık. Namık Öğretmen geldi. Önce Halil’le bana, ”Sizin marifetiniz olan Madaralı Hatlarını kaldıracağız!”dedi. Madaralı Hattı dedikleri, ağaç yollar daha önce kaldırılmıştı. Bunların Madaralı Hatlarıyla hiçbir ilgisi yok. . Hemen düzeltmeye kalktık. Öğretmen gülerek, ”Ben şaka olsun diye öyle söyledim, Fikret Madaralı’ nın yaptırdıkları Fransızların Majino hattından daha dayanıklı çıktı. Onlarınki Almanlara 14 gün dayandı, bizimkiler 21 ay, yani 630 gün kullandik. Bana dönerek “Doğrumu, istersen saatini, dakikasını da söyleyeyim!”dedi. İşimizi belirledi:yarımız okul-yatakhane arasını sıfır –düz yanı terazi ile düzeltilecek. Diğer yarımız yapılmakta olan revir merdivenlerini beton dökümü düzeyine hazırlayacak. Arkadaşların gönlünce eşit olarak ayılmasını istedi. Bana ise , ”Benim sana burada çok ihtiyacım olacak, git , dört metrelik iki pervazlık getir!”deni. Bu kez Halil Basutçu’ya “Halil , sana da ihtiyacım var, kazılacak merdiven altlarının tesviyesini sen ayarlayacaksın. İbrahim’in getireceği pervazlıkların biri al, sık sık ölçerek seviyeyi bozdurma!”Halil’le birer tahta alıp belli yerleri ölçmeye başladık. Salih Baydem, İbrahim Ertur, Mehmet Aygün boydan boya ip çekerek üst taban merdiven yüksekliğini saptadılar. Bu ölçüler arası kazıldı, toprak taşındı, dolduruldu. Ancak kepir toprağını bu denli kuruduğunu, beton kalıbı gibi kaynaştığını bugün daha iyi anladık. Yusuf Asıl Namık Öğretmene “Öğretmenim, bu işi yağmurlar başlayınca yapsaydık daha iyi olmaz mıydı? ”diye sorunca öğretmen, Yusuf’a olurdu ama o zaman ben seni çamurdan zor koparırdım!”dedi. Arkadaşlar güldüler. Bu kez öğretmen arkadaşlara “Ne o, yanlış bir söz mü söyledim yoksa? ” diye sordu. Arkadaşlar gülerek Öğretmenim çamur mu arkadaşa yapışırdı yoksa arkadaş mı çamura? ” diye sordular. Öğretmen, ”Anladım, ikisi de olabilir. Ama biz kimseye fırsat verip onun gönlüne hizmet etmek istemiyoruz!”Bu söz herkeste değişik yankılar yaptı. Kimse sözü uzatmadı, işine eğilip sessizliğe döndü. Bayrak töreni çalınca elimizdeki gereçleri bir yere yığıp törene katıldık. . Oldukça sıcak bir gün. Hidayet Öğretmen uyarılarda bulundu. Özellikle sınırsız futbol sahasında bulunanların kendilerini korumalarını, çok terliyken su içmemelerini tembihledi. . Törenden sonra araçları toplayıp, atölyeye yerleştirdik. Öğleden sonra nöbetçiler dışında genel dinlenme var. Yemekte kimi arkadaşlar Lüleburgaz’a gitmeyi tasarladı. Ancak istekliler yeterince yandaş bulamadı. Öteden beri okuldan Ergene’ye inme konuşmaları yapılır. Benim de aralarında bulunduğum bir grup iki kez bu işe kalkışmıştı. Birinde zamanı hesaplayamadığımız inçin ötekinde de yağmur korkusuyla nehre yaklaştığımız halde ulaşamamıştık. Bugün gene bir grup üçüncü denemeyi yapacaklar. Nehir, çok yakın görünmesine karşın yollar dolaştığından aldatıcı bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Ben, geç kalırım kaygısıyla bu kez, gitmeye hiç kalkışmadım. Yemekten sonra derslikte bulunanlarla bir süre konuştum. Konu gene tatil. Bir ara akşamki eğlence dile getirildi. Arif Kalkan’daki dergiyi karıştıranlar İzmir_Kızılçullu’daki temsilleri, oyunları, müzik çalışmalarını okumuşlar, anlatılanlara şaşıyorlar. Teselli olanlar, onlar kalabalık 400 kişiymiş, 28 kız varmış, gibi bahane öne sürüyorlar. Onların müzik öğretmenleri yanında oyun öğreten ustaları da varmış. ”Bizde bunlar olsa ne olacak? ” diye sordum. ”Sahiden kaç arkadaşımız mandolin çalar, kaç arkadaşımız oyun oynar? Bunu deyince hemen yanıt veriliyor:Sen oynarsın, sen çalarsın!”Armonikayı alıp atölyeye gittim. Bir iki çaldım, nedense hemen sıkıldım. Anlayamadığım bir durgunluk bastı, armonikanın sesi rahatsız etmeye başladı. Bırakıp önce voleybol sonra da futbol sahalarına gittim. Öğrenciler ter toprak içinde oynuyorlar. Ben neden isteksizim. Fidanlığın yanından dereye dek indim. Yavaş yavaş okula dönerken Yeni Bedir köyünden adını bilmediğim ama Kamber Amcama gelip giderken çok gördüğüm biriyle karşılaştım. Adam yüzüme bakınca “Merhaba!”dedim. Adam selamımı aldı benimle konuştu. Bu kez Kamber Amcamı sordum. ”Lüleburgaz’da imiş. Ancak pazartesi günü köye dönermiş. Selam söyleyip ayrıldım. Okul önünde gölgede oturan arkadaşlar vardı, onlara katıldım. Mehmet Başaran, Hasan Üner, Hüsnü Yalçın, Mehmet Başaran’ın köylüsü Mehmet Karadeniz, Yakın köylülerden Mürsel Dilek kendi köylerinden söz ediyorlar. Onları dinledim. Beyaz köylü, Evrensekizli, Ahmetbeyli çocuklar çokmuş okulda. . İlerde belki daha çok okul arkadaşları gelecek, öğrenciler daha da kaynaşarak okuyacaklar. Onlardan ayrılıp dersliğe gittim. Sami, Akıncı’dan başka kimse yok. Sami Almanca çalışıyor. ”Yeni bir şey değil, birinci kitabı tekrarlıyorum!”dedi. Ortaokul 3. sınıf kitaplarını getirtmiş. Nasıl aldığını sordum, Kendisinden küçük, okuyan kardeşi alıp göndermiş. Al bak!”dedi. Türkçe Kitabını aldım. 1. 2. sınıf kitaplarımızdan farkı yok gene öyle beyaz, içindeki parçalar da bir birine benziyor. Bir çırpıda sonuna geldim. Dışarda bir gürültü oldu, baktım, 7. sınıflar yer hazırlıyorlar. Sıra kanepelerini taşımışlar. Öğretmenler için sandalyeler ayrılmış. İş giderek ciddileşiyor. Hasan Gülümser, Cavit Kafkas, Musa Güner, Ali Ergin, Mehmet Aydemir, Bizim 9 Mehmet bile çalışanlar arasında. Kızlar tam kadro onları destekliyor. Bir yandan taşıyıp düzenleme yapılırken bir yandan da gelip oturanlar oluyor. Gürültü patırtı oturanları kaldırdılar, temsil , için ayrı zil çalacakmış. Tam bu sıra Hiyadet Öğretmen deldi “İşi olmayanlar, arkadaşlarını rahat bıraksın!”dedi. Herkes dağıldı. Kalabalığı görünce atölyeye gidip çalışma isteğim doğdu. Yavaşça gittim, çok yavaş seslerle birkaç kez tekrarladım. Gündüzkü gevşekliğim gitmiş. Notalar aklımda, sesler kulaklarımda, ses düğmeleri parmaklarımın ucunda. Birden bu gece çalacaklarımı bir kenara itip söylenecek şarkıları denedim. Manastırı çalabiliyorum. Okul şarkılarını zaten çalıyordum. Kapı tıkırdadı, İdris Destan geldi. Senn yapıyorsun burada? ” diye yüksek sesle sordu. Çok merak ediyormuş benim bu gece çalacaklarımı. Hemen ona bir konser verdim. Çok sevindi. Tatilde kendisi bir mandolin alıp bundan böyle düzenli çalışacakmış. Benimle beraber başlamıştı, sonra bıraktığın pişman olmuş. Yemek zili çalınca birlikte gittik. İdris bana başarılar diledi. Yemekte ayrı masalardayız. İstemeyerek dinledim, beni öven sözler söyledi. Yemekten sonra bir süre ön kapı kapalı tutuldu, zil çalınca da açıldı. Kalabalık bir görevli grubu var, büyük bir titizlik içinde öğrenciler yerleştirildi. Hidayet Gülen Öğretmen yanında Latif Yurtçu Öğretmenle Nahide Öğretmen, sonradan Namık Öğretmen dikkatle gözlediler. Okuldaki tüm öğretmenler gibi hizmetliler de geldi. Kural mıdır ne Okul Müdürü en sonra geldi. Müdür Bey gelince Hidayet Öğretmen, Hazırlanmış kara tahtayı göstererek programı anımsattı. Kısa bir açıklama yaptı. ”Göreceğiniz çalışmalarda benim en ufak bir payım yoktur. Ben sadece çocukların yanında bulunum. Bir de onların çok istekleri üzerine iki parça çalıp bir şarkı söyleyeceğim!”dedi. Konuşmasından sonra mandolin aldı, İki demesine karşın nedense üç parça çaldı. Kafka dansı, Mevlana Peşrevi, De bre Hasan adlı Rumeli Türküsü. Çok alkışlandı, gene oturdu, Kafkas dansı Kazaskayı tekrarladı. Kendi öğrencilerinden ikisi şiir okudular. Kızlarla karışık bir grup şarkı söyledi. Manastır şarkısını Atatürk’ün de çok sevdiği anımsatıldı. Önce erkekler söyleyip arkasından kızların devamı çok güzel oldu, çok beğenili, tekrar edildi. Manastırın ortasında var bir çeşme, diye erkekler söyledikten sonra kızların, Manastırın kızları hepğsi de seçme diye sürdürmeleri tekrar tekrar alkışlandı. Bundan sonra kadın kılığına girmiş iki öğrenci önce gelin kaynana kavgası, (ağız kavgası)yaptı Ancak sonunda barıştılar. Yalnız konuşmayı çok uzattılar. (Tekrarlanan sözler pek iyi olmadı). Ama sonunda gelin-kaynana barışması iyi oldu. Ali Ergin_Musa Güner beş şarkı söyledi. Alişim’i, Kurbanlar Keseyim kavuştaklı bir Rumeli Türküsünü, Burma da burma duman tüter, adlı gene bir Rumeli türküsünü, İzmir’in Kavakları adlı Ege-Efe türküsünü, At Yarim Yazmayı Boylu Boyunca, adlı türküyü çok güzel söyledilerBu kez, öğretmenlerin alkışları öğrencileri geride bıraktı. Arkasından Hasan Arabacı, Fahrettin Şen adlı iki öğrenci birer şiir okudular. Arkalarından gene iki öğrenci bir uzun tekerlemeyi karşılıklı konuşarak okudular. Bunları da iki öğrenci izledi. Bunlar, çiçeklerle arıları, kuşlara avcıları karşılıklı konuşturdular. Bir başka grup (40 kişi) okul şarkılarını söyledi. Hep bilinen şarkılar ama birliktelikleri oldukça güzeldi. İki öğrenci keman çaldı, biri nota açarak(4. sınıftan beri tanıdığımız, şair Mehmet Gürtunca ’nın yeğeni küçük Doğan Güney)öteki(İlyas)ezberden çaldı. İki öğrenci de mandolin çaldılar. (Bunlar, yeni başlamış). Yalancı, Daha Dün Annemiz gibi parçaları tekrarladılar. Latif Yurtçu Öğretmen keman çaldı. Peşrev, bir bölüm. Saz Semaisi bir bölüm. Bir şarkı:Giyer Fistanını Atlas. Çok alkışlandı Ardından, büyük giysileri giymiş iki öğrenci köy işlerini konuştular. Biri muhtar öteki de köyde görevli bir kişi. Yapma bıyıkların büyüklüğü nedeniyle zaman zaman konuşmaları anlaşılmamakla birlikte gene de inandırıcı tavırlar sergilediler. Bu öğrenciler de çok alkışlandı. Ancak öğretmenler bu kez oldukça çekingen davrandılar. . Benim sıram geldi. Çalacağım parçaların tahtadaki adları iyi okunamamış, benden sordular. Önce dördünü de söyledim. Bu kez Hidayet Öğretmen “Çaldıkça adları gene sırala!”dedi. Bu iyi oldu. İzmir Marşı deyince çalmadan alkışlandım. Bitince bu kez daha çok alkışlandı. Çardaş Früstin deyince herkes bakıştı. Parça bitince daha da çok alkışlandı. Rıza Tevfik zeybeğine başlayınca Hidayet Öğretmen kalktı, kollarını açarak “Haydaaa!” deyip yerinde bir dönüş yapınca alkışlar başladı, alkışlar sürerken yerine oturdu. Ben çalarken bile alkış sürdü. Bu alkış Hidayet Öğretmeneydi ama benim de çok işime yaradı. Az duraksadım, bir radyo parçası deyip Türk Marşı’nı çaldım Bildiğim yerleri bir bütün gibi ara vermeden iki kez tekrar ettim. . Bitince olağanüstü alkışladılar. Arkamdan Hidayet Öğretmen kalktı. Bir karagöz fıkrası anlattı. Karagözle karısı arasında geçen bir kavgayı, sonra Karagöz Hacivat’a anlatıyor. Ancak karısından dayak yediği halde o pataklamış gibi anlatıyor. Hacivat olayı daha önce duymuş, Karagöz anlattıkça “Ah Karagöz’üm nasıl dayandın? ” diye soruyor. Sonunda Hacivat’ın kül yutmadığını anlayan Karagöz, ”Seni Hacı caf caf diyerek paylıyor. Sıra bizim sınıftan Ahmet Güner’e geldi. Ahmet’le köylüsü hem de akrabası Musa Güner beraber oturuyordu. Ahmet Edirne Köprüsü’nü söyledi. Çok alkışlandı. Bu kez beraber bir kendi yörelerinin türküsü olan Maya Dağı’nı söylediler. Hidayet Öğretmen birilerine işaret verdi birden şarkı grubu kalktı, tekrar Manastır türküsünü söylediler. Arkasından Hidayet Öğretmen kısa bir açıklama yaptı. Kepirtepe’yi şenlendirmek istiyorsanız, siz de bize katılın hiç değilse ayda bir burada bir birimizi alkışlayalım, ellerimiz bir birini unutmasın!”dedi . Uzun bir alkışla karşılandı. Müdür Bey kalkınca onu öğretmenler izledi, öğrenciler yavaş yavaş dağıldı. Görevli öğrenciler arı gibi, aldıklarını yerlerine taşıdılar. Hidayet Öğretmen herkese teşekkür etti. ”Güzel eğlendik, , kusurlar bizden değildir, onları unutalım. . Güzel olan tarafları aklınızda tutalım ki ilerde daha güzeli yapalım!”dedi. Okul Müdürü, arkasından öğretmenler kalktı. Öğrenciler yavaş yavaş öğretmenleri izlediler. İyi görev bölümü yapılmış, kısa zamanda meydanda bulunan her türlü nesnele yerlerine kaldırıldı, okul önü tertemiz oldu. Görevli çocukların arı gibi çalışmasına şaştım. İçimden”, Bizim arkadaşlarda bu istek yok!”deyip üzüldüm. Ya da bana öyle geldi. . Biraz gecikerek yattım. Alkışlar güzeldi ama gene de kendi arkadaşlarımın beğenisini merak ediyorum. Fısıltı konuşmaların dışında belli bir kesin kanı ileri sürülmedi. Olsa bile duymadım. Sanırım yatar yatmaz uyudum.
7 Temmuz 1940 Pazar…
Akşam yatınca boşuna beklemişim, meğer değerlendirmeler birilerince sabaha bırakılmışmış. Her kafadan bir ses çıkarak beğenilerle eleştiriler bir çorba oluşturuyor. ”Şarkılar güzeldi!”diyen olunca, birkaç kişi birden bilinen şarkılar olduğu öne sürülüyor. ”Şiir” dense, bilinen şiir sözü ediliyor. Sonunda gene Mehmet Yücel konuştu:”Bir de siz yapın, onu da görelim!”Fettah Biricik, ”Yaparız ne var, o şarkıları onlar kadar biz de biliyoruz!”Mehmet Yücel, tekrar “Be kardeşim ne uzatıyorsunuz yaptınız da yapma diyen mi oldu? Hodri meydan!”Hızını alamayan Fettah Mehmet Yücel’e “Yaparsak sınıfça yaparız sen bu sınıfta değil misin? Sen de katılacaksın. Mehmet Yücel sabırla, ben de katılırım ama elimden bir şey gelmez. Zaten bunun için elin çocuklarını eleştiremiyorum, eleştirenlere de kızıyorum. !”dedi. Öbür taraftan takılanlar oldu:Sen de zurna çalarsın!”Mehmet Yücel duydu ama üstünde durmadı. Bu kez Fettah aynı sözü tekrarladı Sen de zurna çalarsın!”Mehmet Yücel gülerek “Ah işte şimdi oldu, ben zurna çalarım, ancak benim de bir koşulum olacak, ”Şu bizim zenne oynarsa zurna benden!”Zenne Fettah’ın takma adıydı. Çok sinirlendiği için , arkadaşlar, özellikle köylüsü Sefer Tunca rica ederek bu söylemi durdurmuştu. Mehmet Yücel Fettah’ın bugünkü anlamsız diretmesi üzerine ortaya getirdi. Hilmi Altınsoy Fettah’a “Arayan bulur inleyen ölür!”dedi. Bir an sessizlik oldu. Arkadaşlar birer ikişer dışarı çıktı. . Birileri Fettah’ın kavga çıkaracağını sanmıştı. Mehmet Yücel’i gözetledim. O, bunun ayırdında olmadan yakından izledim. Kahvaltıya birlikte gittik. O belki bunu sezmedi bile ama ben onu aklımca kolladım. Bir süre sonra Fettah’ların grubu artezyen yanındaki işlerine gittiler. Mehmet Yücel’in grubu atölye inşaatındaki duvar örme işine gitti. Kavgasız ayrıldılar. Kavga çıkaracaksa Fettah çıkarırdı. Ancak haksızdı, arkadaşları onu uyarac ağı için bundan sonra aynı konuya dönüp sözü uzatamaz. İçimden de sevindim, Mehmet Yücel, Fettah’ı çok fena incitti. Umarım o bu incinmeyi anımsar da ona buna sataşırken daha daha düşünerek söz söyler. Nedenzse bu sabah Fettah’ın hemşerileri Ali Önol’la Sefer Tunca söze karışmadılar. Biz dünkü keresteleri ayırıp biçmeye başladık. Bir süre konu olarak Fettah’ın anlamsız sataşması, sonra da Mehmet Yücel’in haklı olarak tepkisi konuşuldu. Bugün, İrfan Öğretmenle Naci Öğretmenler gelmedi. Öğretmenlerin Pazar çalışmalarında atlama günleri sanırım. . Bunları biz tam bilmiyoruz ama zaman zaman gelmiyorlar. İşte bugün de yanımızda Hamdi Öğretmen yalnız. Bana takıld: “ Atölyemizi sesle eskittin ama sonunda biz seni kazandık. Başardın, aferin sana!” dedi. Arkasından da o armonika artık sana küçük, daha doğrusu az gelecek doğru dürüst bir akordiyon al!”Hiç düşünmemiştim, daha doğrusu bilmiyordum, sordum:”O dediğinizi nerede bulurum? ” Öğretmen gülerek, ”Paran varsa İstanbul’da çooook!”dedi. Birden aklım karıştı. İstanbul, akordiyon. Tatilde Kırklareli’ye gidince Hasan Amcamdan bilgi alacağım. O müzik okulundan yetişmiş, bandoda da çalıyor. Çalgıları iyi bilir. . Kendi kendime sevindim, gülümsedim. Hasan’ın gözünden kaçmamış, ”Gene bir şeyler düşünüyorsun. Ne o sabahki Fettah olayını mı anımsadın. ? Fettah’ı nasıl sevdiğini (!) bilirim, Gülmekte de haklısın!””Hiç ilgisi yok, öğretmenin akordiyon sözünü çözmeye çalışıyorum. Akordiyon nasıl bir çalgı? Hasan şaştı, ”Nasıl olur akordiyonu radyoda sık sık çalıyorlar. Sesi senin armonika gibi belki biraz daha çok. Radyo izlersen kolayca rastlayıp dinleyeceksin. !”Bu kez de Lüleburgaz’da olup olamayacağını düşündüm. Hasan gene bana ışık tuttu. ”Koskoca kasabada olmaz mı? Halkevinde, Asker kışlalarında kesinlikle bulunur. Halkevini biliyorum, gider sorarım. Bir daha sevindim. Bir yandan da dikkatle tahta biçiyorum. Öğretmen bana güvendiği için hiç ilgilenmiyor
ya da öyle görünüyor. Bir ara” 66 o işi bugün bitirmek zorunda değilsin!”dedi. Biraz duraksadım. Öğle yemeğinde de içimden akordiyon yeyip akordiyon içtim. Paydosta kitaplık aralığına gittim. Öğretmenlerin kaldığı yerden radyo sesi geliyordu, onları izledim. Yazık ki bugün öğretmenler haberlerden sonra radyo falan açmadılar. Ömer Uzgil Öğretmenin eski odasında radyo açılınca pür dikkat kesildim:Haberleri verdi:Fransa’nın Almanya’ya koşulsuz moşulsuz tesliminden sonra Almanya tüm gücüyle İngiltere’ye saldırıyormuş. İngiltere hava savaş alanına dönmüş. Radyo bunları söyledi kapandı. Dersliğe döndüm. Arkadaşlar haftaya tatile çıkmaktan söz ediyorlar. Bugün pazar, bunu saymazsak daha altı günümüz var. ”Çok değil, deyip dışarı çıktım. Cavit Kafkas:”Abi akşam Müdür Bey bizimle konuşma yapacakmış, Hidayet Öğretmen senin de gelmeni söyledi. Yemekten sonra bizim derslikte olacağız. !”Gene bir kaygı, bir sevinç ama niçin? Bunu düşünerek çözemem, bekleyip görmem gerekecek. Atölyeye gittiğimde, arkadaşlardan önce İrfan Öğretmen geldi. Buna azıcık şaşırdım. İrfan Öğretmen sabahleyin yoktu. Öğretmen bakışımdan anlamış olacak “Ne o beni beklemiyordun değil mi? Ben aslında bugün izinli idim ama Hamdi Öğretmenin ani bir işi çıktığı için geldim!”Ben hık mık derken arkadaşlar da yetişti. Yusuf Asıl dolambaçlı yollara sapmadan “Aaa, siz bugün yoktunuz!”deyiverdi. Öğretmen gülerek durumu onlara da açıkladı. Elektrikler kesik olduğu için makineyi çalıştıramadık. El rendeleriyle, planyalarla bir hayli iş gördük. İrfan öÖretmen planyayı özlemişim!”diyerek uzunca bir zaman planya kullandı. İnşaatçılar erken bırakınca biz de onlara uyduk. İrfan Öğretmen, kısa kesmeyi biz zaten hak etmiştik, motor yerine biz çalıştık!”diyerek güldü. Erken paydos, oyuncuları top sahalarına yöneltti. Az sonra bayrak töreni çalınca biraz gevşek davranıldı. Hidayet Öğretmen “Bayrak töreni savsaklanamaz, bunu unutmayalım. Gerekirse zili yarın saat öne alırız, bundan siz zararlı çıkarsınız!”dedi. Arkadaşlar dikkat kesildi. Bu dikkat İstiklal Marşı’nın güzel söylenmesini de sağladı. Hidayet Öğretmen bu kez teşekkür etti. Müdür Beyin konuşmasını anımsayıp yemekhane tarafına yöneldim. Zaten zil de çaldı. Yemekte değişik konular tartışmalar sıralandı. ”Haftaya bu saatte burada olmayacağız!” sözü ilgi çekti. Arkasından burada olacağımız Pazar akşamı hesapları yapıldı. Doğru dürüst hiç birimiz döneceğimiz ilk pazarı bulduramadık. Neşeli bir hava işçinde dersliğe gittim. Bu kez Hasan Gülümse’le Mehmet Aydemir geldi, bana Müdür Beyin geleceğini anımsdattılar.
Onlarla gidip kenarda bir yere oturdum. Derslik tıka basa doluydu. 40 kişilik sıralara 6o kişi sıkışmış sessizce bekliyordu. Sanırım herkesin beklentisi, ”Acaba Müdür Bey ne diyecek? ”Çok beklemedik. Hidayet Öğretmen kapıdan baktı, ”Hazır mısınız? ” diye sordu, kalmadan ayrıldı. Kapı açık olduğu için konuşmaları duyduk:Müdür Bey Hidayet öğretmene”Gel, sen de kal!”dedi. Arkasından dersliğe yalnız girdi. Sıkışıklıktan ayağa zar zor kalkıldı. Müdür Bey, oturmamızı söyledikten sonra bir süre öğretmen masasına dayanıp hepimizi süzdü. Daha önceki konuşmalarından anımsadığım kimi durumları izledim:Müdür bey, bir elini gene pantolon cebine soktu. Öteki elini birkaç kez bileğinden oynattıktan sonra konuşmaya başladı. İlk sözü, İyi ki bir eğlence düşünüp bize güzel bire gece geçirttiniz!” oldu. Daha sonra kendisinden söz etti. Sıra ile tiyatro sevdiğini. Bu sevgiyi okul sıralarında aldığını. Bunun da başlangıcının böyle küçük temsilli oyunlarla başladığını, anlattı. Yavaş yavaş konuşmasını ciddi tiyatro oyunlarına kaydırdı. Ulaşılması gereken tüm insanlığın değerlerine ulaşmak olduğunu ancak bunun da iyi seçerek güzel örneklerden gidilerek olabileceğini söyledi. Kendinden örnekler verdi. Öğretmen okuluna girdiğinde gerçek tiyatro hallında hiç bilgisi yokmuş. Adım Adım çalışarak hem tiyatro kitaplarını okumayı hem de tiyatro adabına uygun roller üslenmeyi öğrenmiş. ”Sonunda bir gün!”dedi azıcık durdu, gene “Sonunda bir gün Gazi Paşa’nın önünde Şekspir oynadım!”dedi Az durduktan sonra tekrarladı, ”Evet çocuklar, o büyük insanın önünde Şekpir oynadım, beğenildiğimi onun kendi dilinden duydum!”Bundan sonra, gelecekte bizim okulumuz için tasarladığı etkinlik üstüne düşüncelerini anlattı. Şimdiye dek yapılamamasının nedenlerini anlattı. Yavaş yavaş olanaklarımızın attığını, öğretmen yetersizliğinin de kısa zamanda çözüleceğini söyledikten sonra “Gelelim sizin dün gece yaptıklarınıza, gelecekte yapmanız geleceklere!”deyip azıcık durdu. Dün gece yapılanları küçümsemediğini, bunun iyi bir başlangıç olduğunu, söyledi, ”Gördüğünüz gibi alkışladım!”dedi. Arkasından “Bu dilerim bir başlangıç olur, bundan sonrakiler bunun bir tekrarı düzeyinde kalmaz. Önce eğlenceyle sanatsal etkinlijkleri bir birinden ayırmamız gerekecek. Bizim halkımız bunu oldum olası kavrayamamış, aynı düzeyde babadan oğla uzatıp getirmiştir, Yaşamı boyu bir tiyatro izlememiş sayısız insan horoz dövüşü yaptıranlara tiyatrocu demiş, sahnede kadın kılığına girmiş bir iki hoptiri zoptiri yapanlara tiyatro sanatçısı gözüyle bakmıştır. Aman dikkat edin sizin yaptıklarınızı küçümsemiyorum. Bunu tekrar tekrar söylememin nedeni aynı şeyleri gene tıpkısı yapmayı düşünmenizi önlemek için uyarıyorum. Bunun bir yolu vardır, bunları açıklamakta yarar gördüğüm için sıcağı sıcağına sizinle konuşmak istedim. Bunu örnekleyerek söyleyeyim. Gelin kaynana atışmasını dün gece izledik. Arkadaşlarınız başarılı bir sahne sundular. Gelecek eğlence gecesinde gene bu ya da benzer bir gösteri olmamalı. Kesinlikle ondan fazla bir gösteri ortaya getirilmelidir. Keza muhtar köylü takazalaşması da güzeldi. Biliyoruz ki yurdumuzun 40000 köyünde bir o kadar muhtar var. Bu adamlar sabahtan akşama sayısız sorun için sayısız söz söuylüyor, çene yoruyor. . Bunları ele alıp tekrar edersek sonuçta yeni bir şey kazanamayız. Bunu daha yaygın insan kitlelini kapsayacak bir yöne geçirirsek yaygın alanların, geniş katmanların ilgisini çekmiş oluruz. İşte tiyatro böyle başlar. Sözlerim şarkılar türküler için de geçerlidir. Köyden getirdiğiniz türküleri temcit pilavı gibi ilanihaye tekrarlayamazsınız. Onlara yenilerini ekleyip türkü, şarkı
dağarınızı çoğaltacaksınız. Bu da yetmez bunları çalgılarla çalacaksınız, , gerçeğine uygun kalması için bunları nota ile okucaksınız. !” Müdür Bey, tam karşısında oturan Ali Ergin ile Musa Güner’i göstererk, Arkadaşlarınızın söylediği şarkıları düşünüyorum, Çok güzel söylediler. Siz bilmezsiniz ben Ege bölgesinde gezdim, İzmir okullarında çalıştım. Arkadaşlarınızın söylediği o Ege, İzmir Kavakları Zeybek türküsünü oralardan en az yüz kez dinlemişimdir. İnanı ki onlar, arkadaşlarınızdan daha güzel söylememişlerdir Bu şarkılar, bu kadar söylenir, deyip duramayız. Bunu daha çok söyleyeceğiz, daha çok çalgıyla renklendirip genişleteceğiz. Bakın bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum. (Beni göstererek)Arkadaşınızı ben çağırttım, arkadaşınız altı ay önce sizlerden biriydi. Gene sizlerden biri mi? Buna kolay kolay “Evet” diyemezsiniz. O şimdi dinlediğim kadarıyla iki enstroman çalıyor. Bir bakıma iki insan gibi. Bunu nasıl kazandı? Çalışarak!” 6 ay önce olmayan şey, altı ay sonra oldu. İşte bir örnek. Aşmanız gereken tümsek ya da sıçramanız gereken çita bu! 6 ay sonra siz de bir başkası gibi kendinizde, şimdi kendinizde olmayan bir yeni kazanımla donanmalısınız. Bu hep müzik aleti ile olmaz, okuyacağınız yeni şiirler, öğreneceğiniz yeni şarkılar, okuyacağınız yeni kitaplar sizi hep yeni adam yapacaktır!” Müdür Bey bundan sonra gene okulda yapılacak yeniliklere, eklenecek binalara değindi. Eldeki binalar tamamlanınca ilk iş olarak spor salonu, dolayısıyla temsil işine yarayacak ek yapıları anlattı. Bu tür gösterilerin hiç değilse ayda bir yapılmasını önerdi, gülerek başarılar diledi. Müdür Beyin konuşması uzun sürmüş, biz ayırdına varmamışız. Dersliğe gittiğimde arkadaşların derslikte olmadığını gördüm. Bir bakıma da iyi oldu. Bu nedenle kimseyle konuşmadan yattım. Uzun süre Müdür Beyin dediklerini kendi söylenişi doğrultusunda değerlendirmeye çalıştım. Müdür Beyin söylediklerinin çoğunu da doğu değerlendirdiğime inanarak uyudum.
8 Temmuz 1940 Pazartesi…. .
Akşam rahat olarak yatmamın sonucu mu yoksa eskiden kalmış düşünce kırıklarından mı etkilendim, karmakarışık rüyalar gördüm. İlkinin etkisiyle uykudan uyandım. İkinci de benze şekildi sürdü. Köydeymişim, düğün mü yoksa bayram mı var. Ablalarımı görür gibi oluyorum. Yaklaşınca onların olmadığını anlayıp uzaklaşıyorum. Bu kez ağabeylerim, babam görünüyor ama onlara yaklaşamıyorum. İşin ilginci, kendimin rüyada olduğumu, o nedenle üzülmemek gerektiğini rüyamda kendime söylüyorum. Bir başka ilginç taraf, iki rüyayı da yarı bulanık olarak uyanınca anımsamam oldu. Elektriklerin yandığını görünce atölyede çalışmalarımız için sevindim. Dün elektrik olmadığı için elde çalışmış çok yorulmuştuk. Kahvaltıdan sonra atölyede gene dört kişiyiz. Bu kez Naci İnan Öğretmen yok. Okula da gelmemiş. ”Askerlik mi yoksa ? diye İrfan Öğretmenden sordum. Hayır, Lüleburgaz’da evinde, özel bir işi var!”dedi. İrfan Evren Öğretmen , Salih Baydemir’le Harun Özçelk’e takıldı, ”Gelin şimdi, şu kuyumcu dikkatiyle çizdiğiniz lambaları açın!”Onlar da özellikle Salih Baydemir“Açarız öğretmenim!” diyerek tezgaha geçtiler. Biz Yusuf’la cam yataklarını açtık. Onlar dişi-erkek geçmeleri hazırladılar. Her zamanki sessi, zliğimiz içinde çalışırken İrfan Öğretmen bana, ”Bak seni dışarıda birisi gözetliyor, bir diyeceği var galiba!”dedi. Alışmadığım bir söz olduğu için kuşkulanarak gösterilen tarafa baktım. Gerçekten birisi dışarıda duruyor. Okula yeni gelenlerden benim köylüm Ramazan. Çıktım. Gerçekten beni bekliyormuş. Baba annesi gelmiş. Arabayla geldiği için arabasını tepe arkasına Elektrik santrali yanına çekmiş. Gelmişken beni de görmek istemiş. Yemek arasında gideceğimi söyledim. Öğretmen şimdi gidebilirsin dedi ama ben gene de gitmeyi yemekten sonraya bıraktım. Zaten az sonra yemek zili çaldı. Yemek boyunca düşündüm. ”Ben, gideceğimi söyledim ama, gidip ne yapacağım orada. ? Beni çağıran insanı pek tanımıyorum ki!”Ramazan’ın babaannesi. Bu kadarını biliyorum ama köyde görüştüğüm biri değil. Ailemden de bir kimse ile görüştüğünü anımsamıyorum. Onların evleri köyün en alt tarafında bizim evler ise köyün en yukarı ucunda. Babaanneyi ben Hamitabat okuluna giderken kapı önlerinde görürdüm ama onun bana söz ettiğine pek tanık olmadım. Anımsadığım kadarıyla 5. sınıftayken torunu Ramazan’ı da Hamitabat okuluna yazdırmışlardı. Birlikte gelir giderken bazen kapı önünde karşılar, onu içeriye alırdı. Bana pek ender söz söylediğini anımsar gibiyim. Bir kaç kez de bana annemden söz etmişti, annemi iyi tanıdığını, annemim beni okutmak istedipğini, yaşasaydı şimdi çok mutlu olacığını söylemişti. Gerçi annemle yakınlığı olduğunu ablam da anlatmıştı ama gene de ben onlara gitmiş değildim. Öte yandan onların evinde sürüyle köpek vardı. Köpekler zaman zaman sokağa çıkar, korku salarlardı. Bu yüzden o evdekilere kızdığım olmuştur. Tüm bunları anımsadıktan sonra ben şimdi onunla ne konuşacağım? Gene de içimden söylene söylene gittim. Yanlarında çalışan hiç tanımadığım biriyle gelmiş. Kendisi arabada yalnız oturuyordu. Bana ilk bakışta tanıdığımdan daha yaşlı göründü. ”Hoş geldiniz deyip elini öptüm. O da, beni iyi gördüğünü söyleyerek önce gönlümü aldı. İçimden Ne güzel konuşuyormuşsun, geçmişte de böyle konuşsaydın!” gibilerde düşünmeye başladım. Sakin sakin dinledim. Meğer babaanne benim annemin çok yakın arkadaşlarındanmış. Konuyu buraya getirince dikkat kesildim. İki ablamdan sonra ben erkek olarak dünyaya gelince annem çok sevinmiş, yaşarsam beni okutacağına kuran üzerine (O musaf dedi) yemin etmiş. Bu kararını da her konuşmasında tekrarlarmış. Babaanne kendisi, annemden daha yaşlı olmasına karşın annemle candan bağlı arkadaş olmuşlar. Bu yakınlıkları annemin ölümüne dek sürmüş. Annemin ölümüne o denli üzülmüş ki, ondan sonra bizim tarafa yıllarca gidememiş. Annemin ölümünü haksızlık olarak düşünmüş, bu düşüncesini de hala değiştirmemiş. Benim Hatice’min bu günleri de görmeye hakkı vardı. İlahı takdirin adaleti bu olmamalıydı!”dedi; başındaki beyaz yaşmağın ucuyla gözlerini sildi. Göz ucuyla baktım, babaanne sırılsıklam ağlıyordu. O sözünü değiştirip ablalarımın bana iyi baktığını, babamın beni çok koruduğunu anlattı. Gözlerimin dolduğunu fark eder gibi oldum ama silecek bir bezimin olmadığını anladım. Kendimi tutmaya çalıştım Gözlerim yaş dolu babaanneye baktım, onunkiler benden daha doluydu. Birden yüzü bana güzel göründü. Aklımdan hiç düşünmediğim bir soru geçti. Annemin arkadaşı olan bu insan bu denli güzelse annem niçin güzel olmasın? Zaten babaanne birkaç kez “annem için benim güzel arkadaşım!”demişti. Nasıl oldu bilmem boğazımda bir düğüm oluştu. Yutkunmak istedim yutkunamadım. Boğulur gibi oldum. Sesli sesli ağladığımı daha sonra anladım. Ramazan arkasını döndü. Ben bir çaba ile babaannenin elini göz yaşlarımla ıslatarak öptüm. Elimi sallamak aklıma geldi, elimi salladım. Bangır bangır ağlayarak koşar adımlarla okula yöneldim. Okula girecek durumda değildim. Yan taraftan lavaboya girdim, yıkandım. İşbaşı yapıldığı için kimsecikler yoktu. Aynalara baktım, atölyeye gidecek durumda olmadığımı anladım. Tuvalete girip uzun süre kendimi sakladım. Bir süre sonra çıkıp hiçbir şey olmamış gibi atölyeye gittim. İrfan Öğretmen beni görünce, köyden iyi haberler almadın herhalde? dedi. Elini omzuma koyarak “Sen bugün dinlen!” dedi. Önce razı olmak istemedim. Aynadaki yüzümü anımsayarak, öğretmenin önerisine uydum. Öğretmen arkamdan, sakın üzücü şeyler düşünme, al bu kitabı oku, sonra da bana anlatırsın!”dedi. Kitap elimde dersliğe gittim. Sıraya kapanıp babaannenin anlattıklarını bir daha zihnimden geçirerek geçmişi düşündüm. Onun anlattıkları, şimdiye dek bana, ablalarımın, teyzelerimin anlattıklarıyla tıpa tıp uyuyordu.
Birden gene geçmiş günlere gittim, ben onların kapıları önünden geçerken” Bu teyze bana neden böyle bakıyor ? ” diyerek olumlu olumsuz yorumlar yaptığımı anımsadım. Sonra da bu yorumlarımı olumsuzluk sayar, oradan geçerken aklımca onlara arkamı dönerdim. Torunuyla okul dönüşlerimizde birkaç kez içeriye çağırdığını anımsadım. Şimdi çok iyi anladığım yanlış yargılarım yüzünden hep yan çizerdim. Bu kez de o yanılgılar nedeniyle neredeyse gidip konuşmayacaktım. Elimdeki kitabı karıştırdım. 200 sayfalık bir kitap. Öğretmen
verdiği, ne göre zorunlu okuyacağım. Neyse ki kitabın başlangıcı ilgimi çekti Cihan Şampiyonları. . Cihan Şampiyonlukları hakkında tek bilgim, Koca Yusuf –Adalı Halil, Koca Yusuf-Paul Pons, Koca Yusuf-Cim Landos güreşleriydi. Onu da yıllar önce bir gazetenin sürekli yazılarında okumuştum. Bu kez daha ayrıntılı şampiyonluk bilgileri alacağımı düşünerek okumaya başladım. , Norden. Bir profesör bir çok öğrencisi var. Ancak o, zeki öğrencileriyle bir birlik ya da klüp kuruyor. Bu kulübün adı Cihan Şampiyonları. Buradaki üyelerden dördünü tanıyoruz:Biri Broçki, binlerce kişi içinden yarışarak gelmiş, seçkin bir konuşmacı. Nişanlısı Nadin ise dünya güzeli, zeki, zarif bir bayan. Veb , ünlü bir senatörün oğlu, zengin mi, zengin. Norden ünlü bir yarışçının oğlu, babasının bir yarışta ölümü üzerine o güne dek görülmemiş bir tazminat alır(150 milyon)Ram çok güçlü bir gençtir. Tek amacı iyi bir boksör olmak, sonunda Dünya Boks Şampiyonluğu ünvanını kazanmaktır. Cihan Şampiyonları kulüp üyeleri bir karar alırlar:Her on yılda bir toplanıp başarılarını bir birlerine anlatacaklar, eski günlerini anacaklardır. Yıl 1909. İlk toplantıları 1919 yılında olacaktır. Araya 1. Dünya savaşı girmiş, insanlar oradan oraya savrulmuş milyonlarcası da ya ölmüş ya yaralanmıştır. Günü gelince Cihan Şampiyonları kararlaştırdıkları yerde toplanırlar. Veb, zengin bir politikacı olmuştur. Amerika Devletinin politikasında söz sahibidir. Norden savaşta büyük yararlıklar göstermiş ünlü bir hava subayıdır. Aldığı madalyalarla ortalıkta dolaşmakta, adına kahramanlık destanları söylenmektedir. Ram, isteğine kavuşmuş, yüzlerce maçtan sonra Dünya Boks şampiyonu olmuştur. Üç arkadaş konuşup özlemlerini giderirler ama dördüncü arkadaşları bir türlü gelmez. Oysa yakın zamana dek onun ünü hepsinin üstünde yayılmıştır. Sonunda Broçki’nin karısı güzel Nadin gelir . Üzgündür. Kocası yakın zamanda bir iftiraya uğramış, tüm varlığına el konduğu gibi kendisi de hapse atılmıştır. Şampiyonlar buna üzülürler. Ama onlar çok güçlüğdürler;yasal yollarla kefil olur arkadaşlarını hapisten çıkarırlar. Cihan Şampiyonlarının birinci on yılı böylece gerçekleşmiştir. Hapisten kurtarılan Broçki’yi arkadaş Veb, kendi şirketlerinin başına geçirir. Büyük değişikliklerden biri de Ram’ın evliliğidir. Ram, çok ünlü bir güzelle evlenmiştir. Bu güzel, adı dillerde dolaşan Roda’dır…
. Aralıksız okuduğumu gören arkadaşlar, ilgiyle bana baktılar. Hasan Üner , Yusuf Asıl İrfan Öğretmenden izin aldığımı biliyorlardı ama neden izin aldığımı bilmiyorlar. Yanıma geldiler. Hasan kitabı görünce, ”Öğretmenlerin kitabını almışsın, !” deyip güldü. Bir süre konuştuk. Yemeğe birlikte gittik. Yemekte, akşamları pek alışmadığım sayıda öğretmen vardı. Arkası dönüklerden birini görmüş gibi oldum. Yüzünü tam görmediğim için sustum. 72 Orhan arkadaşımız nöbetçi, o daha önce gelenleri görmüş. Yavaş sesle” Yeni öğretmenler!”dedi. Tatil, matil diyerek yemek yeyip dersliğe gittik. Okuma saatinde kitabımı açmak üzereyken Okul Müdürümüz yanında bir yabancıyla geldi. Müdür Beyin yanındaki benim arkasından görüp tanır gibi olduğum kişiydi. Müdür Bey, ”Arkadaşımız bizi çok özletti ama sonunda geldi. Ömer Uzgil Öğretmeninizin görevini üslendi. Böylece benim işlerim de biraz azaldı. Bundan sonra birçok sorununuzu Hüsnü Beyle çözeceksiniz. Umarım iyi anlaşacaksınız, arkadaşım size yardımdan zevk alacaktır!” dedi. Yanındaki Hüsnü Bey, güleç bir yüzle bize baktı ama hiçbir söz söylemedi. Müdür Beye teşekkür etti, geldikleri gibi çıktılar. Gelen Hüsnü Beyin adını söyleyince ben anımsadım. Bu, bizim köy okuluna gelip teftiş yapan kişi. Aynı zamanda Edirne-Karaağaç’ta da okulumuza gelmişti. Hüsnü Baykoca adlı ilkokul müfettişi. Halil sordu “Bunu da mı tanıdın? Nasıl tanıdığımı uzun uzun anlattım. Ben anlattıkça onlar güldüler. İlkokul 2. sınıfta okuduğumuz yıl bu müfettiş ansızın okulumuza gelmişti. Okula yüksekçe bir yoldan girilirdi. İki atlı okula yönelince öğretmen beni, muhtara yolladı. ”Koşarak git, muhtar amca saati beşe alsın!”dedi. Unutmamak için içimden Beş, beş, beş!” diye diye koştum. Muhtar amca beni tanırdı. Sevecen bir yüzle, ”Pekiyi, ben şimdi beşe alıyorum ama, sen şimdi de babana koş, o da kahvedeki saati beşe alsın!”Dediğini yaptım, alt yoldan, okulun arkasına dolanarak okulun bahçesine girdim. Gelen o iki kişi öğretmenle konuşuyorlardı. Öğretmen bize, ”Zilin çaldığını duymadınız mı? haydi evlerinize!” dedi. Biz de evlerimize dağıldık. Buraya kadar hiçbir olağan üstülük görememiştim. Akşam, gelen o iki kişiden biri müfettişmiş öğretmenle birlikte bizim kahveye geldiler. Köylüler saygı gösterdiler. Zaman zaman öğretmen, zaman zaman müfettiş bir şeyler anlattı. Kahve salonu oldukça büyüktür. Babam benim için dükkan tarafında bir kanepe ayırmıştı, her akşam uykum gelene dek orada oturuyordum. Müfettiş beni gördü, sen çoktan yatmalıydın!”dedi. Babam onlara bir şeyler anlattı. Babam, sanırım annesi yok, beni bekliyor, gibi bir şeyler söyledi, Hepsi bana bakıp gülüştüler. Az sonra da babam beni alıp eve götürdü. . Devrisi gün ben, kırk yıllık tanıdıkmış gibi müfettişe yaklaşmaya kalkıştım Sınıfımızın benden çok çalışkanları vardı. Bunlardan birinin adı Bektaş’tı. Müfettiş bize sorular yöneltince Bektaş, hemen kendini gösterdi. Yanılmıyorsam her soruya doğru yanıt verdi. Başlangıçta konuşup sonradan susuşumu gören müfettiş yanımdan geçerken bana :”Nasıl, erkenden uyuyanı görüyor musun? Sen o kahvede oturmayı sürdürürsen hep böyle susacaksın!”dedi. Söyleneni o zaman doğru anlamadım. Üstelik kahvede oturduğumu arkadaşlara duyurduğu için sevindim. Müfettiş Bektaş’ın bu denli sivrilmesini de öğretmenden sordu. Öğretmen kendisinin onların evinin ikinci katında oturduğunu, Bektaş’ın ise çok soru sorarak böyle geliştiğini anlattı. Müfettiş, derslikte asılı resimleri , asılı yazıları sordu. Hepsi Bektaş’ın. Müfettiş nedense gene benim önümde durdu: ”Neden hep Bektaş, senin neden yok? dedi. Susmam gerekirken nasıl bir tepki oluşturmuşum ki, birden “Öbür defa geldiğinizde onların hepsi benim olacak!”dedim. Müfettiş katılarak güldü, ”Bak bu güzel, ilk fırsatta geleceğim, elini çabuk tut!”dedi. Sıramın önüne geldi, okşadı. Bektaş’ a da “Dikkat et, bu dediğini yapacağa benziyor!”dedi. Dersten sonra öğretmenle müfettiş gittiler. Arkadaşlar müfettişe öyle deyişimi beğenmişler beni över bir durum takındılar. Çalışkan arkadaşımız Bektaş ilk kez , telaşa kapılmış bir tavırla bana, ”Sen dün müfettiş gelince muhtara gidip ne dedin? ” diye sordu. Ben de doğrusunu, ”Muhtar amca saati 5’e çek dedim. !” Bektaş az durduktan sonra gene bana “Sonra ne yaptın? ” ben gene doğruyu söyledim, babama koştum, ona da saati 5’e al edim!”Ben böyle deyince Bektaş, ”Olmaz, bak işte yanlış yapmışsın!”dedi. Bu kez yanlışı düzeltti. Muhtar amcaya ben söyledikten sonra bizim kahvere giderken vakit geçmimiş, aynı şekilde o saat de 5’e alınırsa saatler yanlış olacakmış. . Benim gibi de arkadaşlarda buradaki inceliği o zaman anlamadık. Daha sonraki konuşmalarda buradaki farkı anladık ama, o zaman da Bektaş’ın kıskançlığı üstüne fikir oluşturduk. . Mufettiş Hüsnü Baykoca, Köy öğretmen Okulu sınavlarına girerken de Sınav Salonundaydı. . Halil Basutçu beni dinledikten sonra “Öyleyse o da seni tanıyacaktır!”dedi. Biz konuşurken İsmet geldi. O, daha sormadan söyledi. Bizim Kırklareli müfettişi, babamın çok iyi bir tanıdığıdır, beni de tanır, geldikçe bizde kalır, bizim Nazif Öğretmenle de eşi Hamdiye Öğretmenle de iyi tanışırlar!”dedi. Bu kez de, bazı arkadaşlarımızın, okullarını teftişe gelen müfettişleri neden tanımadığı tartışıldı. Değişik görüşler ileri sürüldü. . Yat zili çalınca herkesin dilinde kendi okuluna kim nasıl, ne zaman teftişe gelmiştir, sözleri ediliyordu. Yatarken, arkadaşlara uzun uzun anlattığım kişi beni tanımazsa arkadaşlar benim için ne düşünürler? Acaba anlatmasaydım daha iyi mi olacaktı? gibi sorularla kendimi sorguladım. Sonunda arkadaşlar kendi okullarının teftiş edildiğinin ayırdında bile değil, benim tanıdığım müfettiş beni tanımamış olursa bunun neresi kusur olur? deyip, içimden ağız dolusu bir “Adammmmmm sende !” çektimKitap 19. -2 Kuşkulu Bağlılık
9 Temmuz 1940 Salı…
Nöbetçi Kadir Pekgöz… Uyanıktım, öyle yatıyordum. Kadir bu müfettiş size de gelmiş miydi? diye sordu. Kadir tanımış. Hemen “Bizim sınavları da bu yaptı!”dedi. Müfettişin Müdür Yardımcısı olması biraz yadırgandı. Kahvaltıda başka yeni yüzler gördük. Müdür Beyin dediği çıktı, ”Yeni öğretmenler gelecek!”demişti. Naci İnan Öğretmen geldi, uzak bir yere gitmemiş herhalde. Atölyeye neşeli girdi. Hamdi Öğretmen Naci Öğretmene “Geçmiş olsun!”deyince meraklandık. ”Ne oldu acaba? Durum az sonra açıklandı. Naci Öğretmen ev değiştirmiş, o nedenle gelmemişmiş. ”Böylece sizin Lüleburgaz’ınıza yerleşmeye çalışıyoruz!”dedi. Ne düşündüyse düşündü:”Şaka söylüyorum, Lüleburgaz da yurdun her köşesi gibi hepimizin!”İkişer ikişer çerçeveleri takıştırmaya başladık. Cuma gününe dek zaman verildi:22 çerçeve bitirilecek. Geçmeleri alıştırıp çerçevevi kuruyoruz. Öğretmenler inceleyip “Tamam!” deyince işaretli parçaları ayrı ayrı istifliyoruz. . Hedef cuma günü olarak gösterilince, fısıltılar başladı:”Cumartesi bizi izinli bırakacaklar!”Hızlı bir tempo ile çalışmaya koyulduk. Arkadaşlar, ”Öğle paydosu yapmayalım, daha erken bitirelim!”dediler. İrfan Öğretmen ”Bundan biz de memnun oluruz, ben de size katılırım!”dedi. Böyleyken akşama dek tam olarak dört çerçeve ile iki yarım yapabildik. Yorgun olmama karşın dersliğe dönünce Cihan Şampiyonlarını açıp gene okumaya başladım.
Cihan Şampiyonları ikinci on yıl toplantılarını Paris’te yapmaya karar verdiler. Yıl 1929. Aslında Fransız olan profesör Paris’e daha önce gelmiştir. Ayrıca Norden de Paris’te yaşamaktadır. Arkadaşının işlerini yürüten Broçki bir kez daha hata yaptı. Bu kez de arkadaşının ününü lekelememek için suçu kendi üslenip, ortalıktan kayboldu. Boksör Ram ise karısı Roda’nın aşırı harcamalarından bunalmış, ününü bir yana bırakıp sıradan maçlara başlamıştır. O da menajerinin ihanetine uğrar, ününün lekelenmesi kaygısıyla intihar eder. Nadin’le Roda hala güzeldirler. İkisi de Norden’in çevresindedirler. Bu kez de bir başka klübe üye olmuşlardır:Yeni Isparta klübü. 1929 toplantısı gerçekte acılar getirir. Broçki arkadaşı Veb için uzak bir yerlerde gizlenmiştir. Öte yandan Veb, Broçki’nin karısı Nadin’i, sevmektedir. Nadin kocasının gerçek suçunu, kaçışının nedenlerini Veb’e anlatınca :Veb, içine düştüğü çıkmazdan sarsılır. Bu sarsıntı sonucu Veb, felç olur. . Kitabın değişip yaşlanmayan kişisi profesör de Nadin’i baştan beridir seviyormuş, onların aralarında bir yaklaşma olur ama bu yaklaşım gene bir tartışmayla son bulur. Böylece 2. on yılda, yani 1929 yılına gelindiğinde gerçek kişilerden ikisi ölmüş, biri kayıp birisi yaşamaktadır. Nadin hala güzeldir, İspanya kral ailesiyle yakınlık kurmuştur. Norden ise hem Nadin’le hem de Noda ile ilişkisini sürdürmektedir. Başlangıçta verilmiş güzel sözler, iyi duygulara dayanır gibi görülen niyetler beklendiği gibi bitmemiştir. Sona yaklaştıkça kişilerin bireysel çıkarları egemen olmuştur. Böylece kitap, oldukça çatışık duygularla, karmakarışık olayları açığa çıkmış olarak bitti. Kitabı kapatınca İrfan Öğretmeni düşündüm:Bu kitabı niçin okudu. Beğendiği için mi bana verdi. Yoksa elinde o vardı da onun için mi? Hasan’ın sözünü anımsadım. ”O kitabı öğretmenler okuyor!”demişti. Nedeni üzerinde fazla durmadan kitap listeme Cihan Şampiyonlarını da ekledim. Arkama yaslanıp öylece kendimi dinlerken bir öğrenci, kapıdan bana:Seni Müdür Yardımcısı çağırıyor!”dedi. Müdür Yardımcısı sözü azıcık yabancı geldi, ama anladım;yeni gelen Hüsnü Basykoca Öğretmen. ”Acaba neden? ” sorusu kafamı kurcalarken, kapıyı vurdum. İçeri girince Kamber Amcamla karşılaştım. O bir şey demeden Hüsnü Baykoca Öğretmen, ”Ooo, Çeşmekollu gel bakalım. Biz seninle eski dostmuşuz da ben bunu yeni öğrendim!”diyerek beni karşıladı. Arkasından Kamber Amcamı eski köyünden tanıdığını, buraya gelince de sık sık görüştüklerini anlattı. Bu kez de amcam, Hüsnü Beyin eski bir dost olduğunu, eski köylerinde olduğu gibi yeni köylerindeki okulların yapılmasına onun önayak olduğunu, ondan çok yarar gördükleri tekrarladı. Hüsnü Baykoca bu kez beni tanıdığına sevindiğini, ondan uzak duramayacağımı, kabahat işlersem beni sorgulayacağını söyledi. Hüsnü Öğretmen bir bahane öne sürerek bizi yalnız bıraktı. Ancam bana “Beni sormuşsun, biraz da onun için uğradığını, gelmişken Hüsnü Beye de bir ”Hoş geldin” demesi gerektiğini anlattı. Babam için, ”İzinli gidince dayıma saygılarımı söyle, dönünce, en kısa zamanda bize uğra!”dedi. Hüsnü Öğretmen dönünce ben izin istemeye çalışırken amcam daha önce davrandı. Birlikte çıktık, asfalta dek birlikte gittik. Pencereden arkadaşlar gördüler. Dersliğe girince Mehmet Yücel, ”Kamber Amcanla Hüsnü Baykoca elense yaptılar mı? ”dedi arkadaşlar güldüler. El ensenin ne olduğunu sordum. Mehmet Yücel bana önce elense sözünün anlamını, güreşlerde kullanıldığını anlattı. Ben gülerek, ”Yorma kendini ben onları biliyorum. Sorduğum;burada el ensenin ne anlamı var? ”Soruma değişik ağızlardan değişik yanıtlar verildi. Bu tartışmalar içinde yemeğe gittik. Yemekte Ahmet Gürsel Öğretmeni görünce şaşırdım. Daha doğrusu Ahmet Gürsel Öğretmeni özlemiştim. “Neden geldiğini de merak ettim. Arkadaşlar nöbetçi olduğunu söylediler. Kendimi toparladım:İçimden, dersliğe geleceğini, bizlere bir şeyler söyleyeceği olasılığını düşünerek, yemeğimi çabuk bitirip dersliğe koştum. Matematik derslerini oldukça ihmal etmiştim. Defterlerimi karıştırdım, son ödevleri bir çırpıda geçtim. Yan gözle baktım Sami Akıncı da matematik kitaplarını karıştırıyor. Üstelik o, yeni kitapları, Orta 3. sınıf kitaplarını almış, sırasının üstünde duruyor. Öteki arkadaşlar kendi havasında , her zamanki savrukluğunu sürdürürken Ahmet Gürsel Öğretmen geldi. Gülerek, ”Sizi özledim, nasılsınız? Yeni ders yılına daha dinç girmeye hazır mısınız? Yeni yasa size daha büyük yükümlülükler getirdi, bunları karşılamak için daha bilgili, daha pratik beceriler kazanmanız gerekiyor. Bunlara hazır olmak zorundasınız!”dedi. Arkasından “Bakıyorum da genel havada böyle bir değişim göremiyorum. Ben mi miyop oldum, siz mi hazır değilsiniz? ” diye sordu. Aralarda gezerek herkesin önündeki kitapları, defterleri, zaman zaman karıştırarak, zaman da bakarak inceledi. Kürsü önüne inerek, 2. sınıfta atladığımız ya da fazla üstünde durmadığımız konuları anımsattı. ”Bunları kesinlikle tatil sırasında tekrarlamalısınız!”dedi. Ayrıca ileriye dönük çalışmamızın gereğine değinerek, Sami Akıncı’nın sırasındaki 3. Sınıf kitaplarını alıp gösterdi. ”Bunları, okuldan bekleyip çalışmalarınızda gecikmemelisiniz. Kitapları almak onları öğrenmek değildir ama bir alışkanlık olur, okumaya başladığınızda yenilik ürküntüsü geçirmezsiniz!”dedi. . Arkadaşların susması, öğretmeni üzecek düşüncesiyle parmak kaldırıp, Sami arkadaşın kardeşi alıp göndermiş, biz almak istesek nereden alacağız? ”dedim. Öğretmen önce orasını ben bilmem, Sami’nin kardeşi almışsa sizin de ailelerinizden birileri alır, siz tatile gidince kendiniz alırsınız!”dedi. Benim soruma oldukça sert düşen bu yanıt canımı sıktı, oturdum. Ben de arkadaşlar gibi boynumu büküp söylenenleri dinlemeye başladım. Öğretmen, yıllık iznini kullandığını, bundan böyle okula sık geleceğini, sorularımıza her zaman yanıt vereceğini tekrarladı. Hiç beklemediğim bir sırada bana, ” 66, senin çalıştığını biliyorum, kitaplarını alıncaya dek kullanmak üzere kendi matematik kitaplarımı sana verebilirim. Ancak onları gene geri isterim. Çünkü ben sayfa aralarına zaman zaman ekler yapmışımdır. Bu ekler bana her zaman gerekli olur!”Birden tüm bedenim gevşedi. Sıraya sıkıştığımı duyumsayıp gittikçe sinirleniyordum Birden, sıra genişledi, bedenimin rahatladı, belim doğruldu. Nedense verilecek kitaplardan çok arkadaşlara karşı bir ayrıcalık saydığım bu seçim neşemi yerine getirdi. Teşekkür anlamında “Sağolun!”diyebildim. Öğretmen birkaç söz daha söyledikten sonra ayrıldı. Ayrılırken de bana, ”Kitaplar yanımda, yarın bir ara öğretmen odasına uğra, al!”dedi. Öğretmen çıkınca hoşnut olanlar olmayanlar bir süre sustular. Halil Basutçu bana, yavaşça “Gene içimizde en karlı sen oldun!”dedi. Yüzüne baktım, :İyiliğim için mi, eleştiri için mi? Sonra da “Arkadaşım neden kötülüğümü düşünsün? O, kendi değerlendirmesini yaptı. !”deyip sustum. Köye kitap götürmeyecektim. Şimdi matematikleri götürmek zorundayım. Bu , bir bakıma iyi oldu. Kahvede birileriyle çene çalacağıma oturur çalışırım. Ahmet Gürsel Öğretmeni göremiyorduk. Demek izin kullanmış. Ahmet Gürsel Öğretmeni, ilk dersinden bu yana gözlerimin önüne getirdim, hiç değişmeyen bir tavrı var. Çalışırsan, çalıştığına inanırsa öğrencinin yanında olmak istiyor. Bu, benim istediğim bir tavır. Onun için onu çok seviyorum. Cumartesi akşamı burada olmayışına üzülmüştüm. Şimdi daha çok üzüldüm. Müzik çalıştığımı biliyor ama yakından dinlemedi. Yakından dinlese belki daha güzel sözler söyleyecek. Çok güzel keman çaldığını, hem de notadan, çaldığını biliyorum. Benim de notadan çalıştığımı görünce bana güvei daha da artacaktır. . Kendi kendime “Acaba keman mı çalışsam? ” diye sordum, durdum. . Yarın uygun bir zamanda kitapları almayı düşledim. Ya ben kitapları almadan giderse !Ya ben izinli çıkmadan önce bir daha göremezsem ne olacak? Birden aklıma geldi, Emin Özdil Lüleburgaz Ortaokulunda okuyor. O kitapların nerede satıldığını da bilir. Hatta bana eski öğrencilerden kitap bile bulabilir. Rahatladım, uyudum. Rüyamda Ahmet Gürsel Öğretmeni, gördüm. Bir yerde keman çalıyor. Çevresinde kalabalık var. Keman sesini duyamıyorum. Az ileri gidebilsem duyacağımı sanıyorum, sıkım sıkım sıkışıyorum. Uyandığımda sırılsıklam terlediğimi gördüm. Bunun ne anlamı olabilir? ” diye düşünürken gene uyumuşum.
10 Temmuz 1940 Çarşamba. .
Uyandığımda Yusuf Asıl İsmet’le tartışıyordu. Daha doğrusu buna tartışma denmez, düpedüz şamata ediyorlardı. Yusuf Asıl bir an önce tatile çıkmak istemiş. ”Bir gün bile kısaltmak kardır!”diyor. Buna karşı İsmet, ”Bir gün önce izin iste, verirler!” önerisinde bulunuyor. Nedense Yusuf, buna razı olmuyor:O, öteki arkadaşlarla beraber olmalıymış. Bunun için de bu hafta Perşembe gününü kaldırıp hemen cumayı getirecekmiş. Perşembeyi de gelecek haftaya ekleyecekmiş. Gülenler oldu. ”Saçmalıyordun!”diyenler oldu. Mehmet Yücel sözde Yusuf Asıl tarafındaymış gibi “Neden olamazmış? Arkadaş isterse pekala olur. Bakın ne güzel değişiklikler yapıyor. Uslu akıllı Yusuf Asıl yerine geçiip Ali Aga oluyor, onun gibi saçmalıyor!”Yusuf bir an sustu. Herkes gülünce Ali Aga kendisinden söz edildiğini duymuş “O ne dedi, o ne dedi? ” diye sormaya başladı. Bir kaç kişi birden “Ali Aga, ne söylendiğini sen çok iyi duydun, neden soruyorsun? diye bağırdılar. Kapı yanından bir ses, ”Elinde sopa, yeni Müdür Yardımcısı geliyor!”deyince , sesler kesildi. Oysa gelen giden yokmuş. Böylece bir tartışma da şimdilik kapandı. Kahvaltıda Ahmet Gürsel Öğretmeni gördüm. İçimden okul binasına gidinceye dek izleyip kitabı almayı tasarladım. Kahvaltıdan çıkarken öğretmen beni görünce “66, kitabı unutmadım, öğretmen odasında gazeteye sarılı, alabilirsin!”dedi. Teşekkür edip gittim, aldım. Hiç yıpranmamış, yeni gibi biraz daha kalınca eski kitaplar. Hemen dolabıma sakladım. Bugün dünden daha iyi olduğumu düşünerek atölyeye indim. Önce Naci Öğretmen, arkasından Hamdi Öğretmen biraz geç olarak İrfan Öğretmen geldi. Tezgahın kenarına çantası, yanına da iki gazete koydu. Ulus, Cumhuriyet. İkisinin de başlıkları Trakya’da Harekat-Trakya’da asker yer değiştiriyor şeklinde başlıklar var. İrfan Öğretmen geç geliş nedenini öğretmenlere açıkladı:Bizim üsteğmenin birliği de Kırklareli-Kavaklı bölgesine gitmiş. Üsteğmenle birlikte başka arkadaşları da varmış, köprü yolunda onları uğurlamışlar. Hamdi Öğretmen üzgün kendi aralarında ama bana çok yakın konuştu:Arnavutluk gitti, şimdi de Yunanistan gidiyor. Fransa’nın cılkı çıktı, bakalım İngiltere ne yapacak? . Acı acı gülerek, az durduktan sonra da ”Dilerim sıra bize mi gelmez!” dedi. Hemen konuyu değiştirdiler;yeni gelen kerestelerin yetip yetmeyeceğini, , kapı-pencere hazırlığından hemen sonra çatıya başlanacağını konuşmaya başladılar. Öğleye dek üç öğretmen de çok düşünceli olarak çalıştılar. Şakalaşma bitmiş, konuşmalar kesilmiş olarak paydosa çıktık. Arkadaşlar, ancak yemekte konuştular. ”Öğretmenler neşesiz olunca çalışmalar, bizim için de çok zorlaşıyor!”Konuşmalara katılmadım, gözlerim öğretmenler masalarında. Ahmet Gürsel Öğretmen Hüsnü Baykoca Öğretmenle oturuyordu. Ben geçerken arkamdan “Çeşmekollu!” diye bağırdı. Durup baktım, eliyle işaret etti, ”Buraya gel!” gittim. Ahmet Gürsel Öğretmene beni tanıttı. ”Eski bir dost çocuğu, tüm sülalesini tanırım, bir yaramazlığını görürsen, bana söyle, onun hesabını ben sorarım!” diyerek bir çırpıda buna benzer daha bir çok söz söyledi. Ahmet Gürsel Öğretmense gülerek, elini yumruk edip işaret parmağının dirseğiyle masaya vurarak“Aman efendim, o söylediklerinizin hiç birisine gerek yok, İbrahim bizim, özellikle benim dersimin en iyilerinden biridir, bu okul için gerçekten iyi bir örnek öğrencidir. Siz onun çocukluğunu bilirsiniz. bir de şimdi yetişkinliğini göreceksiniz. O, e yetişmesinde emeği bulunan kimseyi mahcup etmeyecek bir öğretmen olacak!”dedi. Öğretmen böyle dedi ama ben Ahmet Gürsel Öğretmene karşı çok utandım. Sanıyorum o böyle konuşmaları pek istemiyor. Suçlu gibi yanlarından ayrıldım. Atölyede benim durumum günün konusu oldu. Kimisi öğretmenlerin karşısında duruşumu, Kimisi Hüsnü Baykoca’nın söylediği sözleri beğenmemiş, tekrarladılar durdular. Sonra sonra öğretmenler de karıştı. Naci Öğretmen sonunda bana ”Bu öğretmenler hep böyledir, öğrencileri nasıl tanırlarsa öyle anlatırlar. Kendilerini öğrencilerin nasıl tanıdığını hiç sormazlar. !” Bana, ”Gel İbrahim sen de bize Hüsnü Baykoca’yı nasıl tanıdığın ı anlat!”dedi. Ben sahiden kendisini uzaktan görmüş olduğumu, yakından tanımadığımı anlatmaya başlayınca Naci Öğretmen konuşmamı durdurdu. ”Biz de zaten anlatmanı istemiyoruz. O şimdi bizim arkadaşımız, biz onu nasıl olsa tanıyacağız. Herkesin bir görevi var. Bu görevler yapıldıkça zaten fazla bilgiye gerek kalmaz. Ben şaka olarak söyledim!”Naci Öğretmen, yüzlerimize bakarak:”İnsanlara kuşku duyarak bakmayın. Bir kötülüğünü görmeden de kimse için olumsuz kararlar vermeyin. Hele başkalarından duyduklarınıza kapılıp kimseye sırt çevirmeyin, sonunda siz zararlı çıkarsınız!’
Bu günü de böyle bitirdik. On çerçeve tamam, dört yarım…Paydosta futbol sahasına gittik. Toz toprak içinde koşanları biraz izledik. Dönüşte kız voleybolculara yan gözle baktım. Namık öğretmen, Naci Birkök Öğretmen Nahide Öğretmen kızlarla oynuyorlar. Ben dersliğe gittim, yeni kitaplarımı açıp karıştırdım. Okuduğumuz konularla başlıyor. Kare köklerin bir tekrarından sonra küp köklere sıçrıyor. Bunların çoğunu çözeceğime inanarak tüm sayfaları birer birer çevirdim. Arkadaşlar biraz daha inanarak tatil hayalleri kuruyor, gezecekleri yerleri sayıp döküyorlar. Yusuf Çerkezköy’e Harun Saray’a gidecek. İsmet Harun’a takılıyor, ”Ne yapacaksın Saray’da? Harun Yusuf’a gideceğim. İsmet bilerek, Yusuf saray’da değil Saray’ın küçük bir köyünde. Yusuf’ karşı duruyor, Benim köyüm küçük değil “”Adı Büyük Manika!” Bu kez İsmet “O Manika’nın küçüğü var mı? ””Var!” bu kez İsmet, İdris’le birlikte , Yusuf kesinlikle Küçük Manikalı’dır. O kendini büyük görmek istediğinden köyünü de büyük gösterir. Yusuf fena halde sinirlendi, önce İdris Destan’a yağdı esti;sonra da İsmet’i payladı. Onların, görmediği köyleri üzerine değişik varsayımlar öne sürdü. İsmet’e susmasını işaret ettim;ondan mı yoksa kendi istediği için mi İsmet sussu. Sustuğu gibi İdris’i de susturdu.
Mehmet Yücel’le Lüleburgaz pazarında buluşmayı daha önce kararlaştırmıştık. Mehmet Başaran da bize katılacak. İki yıl önceki tatilde de böyle bir kararımız olmuştu ama o zaman kıştı. Lüleburgaz’a gittiğimiz gün sokağa çıkamamıştık. İkimiz birden “Şimdi yaz, öyle bir engel olmaz!”diyoruz. . Biz konuşurken Hüsnü Yalçın döndü bize katıldı. Ben gene çağrımı yaptım:Gel gidelim bizim köye!”Halil’le ses birliği yapıp “O bir şarkıdır!”dediler. Ben de “Daha iyi ya!” seni şarkıyla davet ediyorum!”dedim. Hüsnü, Edirne’ye gideceklerini. Çağrılı oldukları için gününü kestiremediğini öne sürdü. Bu kez akla uygun bir engel koydu, onu haklı buldum, sustum. Halil arkadaşla bize kesin olarak verilen ödevleri bir daha birlikte tekrarladık. Fikret Öğretmenden iki ödev:Bir tip seçme bir de gözleme. Hüsnü Yalçın ekleme yaptı:
”Bir de okulumuzun yeni durumu hakkında çıkan yazıları bulup okuma. Salih Ziya Öğretmenden, Bağların bozulmasıyla ilgili soruşturma, bilgi toplama, Ahmet Gürsel Öğretmenden geçmiş konuları tekrar. ”Çok değilmiş!”dedik ama unuttuğumuz öteki dersler ne olacak. Hep birlikte ”Gelince okuruz!”Halil bana takıldı ”Senin körüklü çalgın var. onu öttürürsün!”Gelen giden olmadı okuma saatini konuşarak geçirdik. Kendi kendime, ”Kimi arkadaşlar her geceyi böyle geçiriyorlar;oh, ne rahat onlar için. Ama birçok şeyden de habersiz gün geçiriyorlar!”Aklım köye gitti. Köylüler işte tümden böyle, yaşam boyu kahvede çene çalıyorlar. Onların, en önemli konuşma konuları asker ocakları, oralarda geçen günler. Oralardan da herkes aynı bilgileri alıyor mu ki? Eğitmen Mustafa Ağabeyle Küçük Ali denilen kişi aynı birlikte 24 ay kalmışlar. Mustafa ağabey o günleri saatlerce anlatır. Bizimle birlikte dinleyen Küçük Ali hayretle “O öylemiydi yahu? ” deyip şaşkın şaşkın bakar. Bu da gösteriyor, insanların kimileri çaba harcamadıkları için yeni şeyler öğrenemiyorlar. Fikret Öğretmenin ödevini düşündüm. Köyümüzün küçük olması işime yaradı, köyde herkesi biliyorum. İnsanları sayılı, kahvemiz olduğu da ayrıca işimi kolaylaştırdı. Herkes hemen hemen her gece gelip bir süre oturuyor. Kahvenin dumanlı havasını düşlerken uyudum.
11 Temmuz 1940 Perşembe…
Uyandığımda Mustafa Saatçı Yusuf Asıl’ı paylıyordu:”Boyuna bakmadan hafta günlerini değiştirmeye kalkıyorsun. Hani Perşembe olmayacaktı. ? Yusuf “Onu ben haftaya erteledim. Haftaya Perşembe olmayacak. Haftaya perşembe günü kalkma!”Başka sözler karıştı, kahvaltı zili çalınca herkes hızlanıp yola çıktı. Belli oluyor, hava bu gün çok farklı, şimdidet sıcak basmış. . Duvarcılar bakıp bakıp başlarının derdine düştüler. Kağıttan şapka düşleyenler, kasketlerini giymeyi söyleyenler oldu. Bizim böyle bir sorunumuz yok;gölgedeyiz. İki günümüze karşı dört yarım sekiz bütün çerçeve. Arı gibi çalışıyoruz. Bugün konuşma, şakalaşma yok. Bir ara Namık Öğretmen geldi. . Naci Öğretmen sıcakla aralarının nasıl olduğunu sordu. Namık Öğretmen, ”Dağlar nasıl serinse bizim yüksek iskeleler de öyle serindir!”gibi bir söz söyledi. Yusuf Asıl güldü, Naci Öğretmene “Biz de iskelede çalışalım!”dedi. Namık Öğretmen Yusuf’a “Vay açık göz, bizim küçücük bir avantajımız var, sen de ona göz diktin!”Arkadaşlar gülerek Yusuf’un perşembeyi haftadan düşmesini, böylece gün kazanıp tatile erken gitmek istemesini anlattılar. Namık Öğretmen İrfan Öğretmene “İşleriniz çok mu diye sordu. İrfan Öğretmen ciddi ciddi başlanmış bir bu işimiz var!”deyince Namık Öğretmen gülerek “Başlanmış iş yarı yarıya bitmiş iş sayılır. Bırakın bu çocuğu!”diye Yusuf’ gösterdi. Bu kez Yusuf, ”Başlanmış iş yarı yarıya bitmiş sayıldığına göre biz yaptık demektir, öteki yarısını 7. sınıflar yapsın!”. Namık Öğretmen gene Yusuf’a önerini kabul ettiremiyorsun en iyisi ben seni geçen pazartesiden izinli sayayım. Böylece sen bu tasalı günlerini izinde geçirmiş olursun!”Herkes güldü. Yusuf bir düre düşündü, sonra”Yani ben şimdi izinli miyim? Dört gündür ben burada değimliydim? diye sordu. Namık Öğretmenden önce İrfan Öğretmen Yusuf Asıl’a Bitmemiş işi bitmiş dersen, geçirilmemiş izinin neden geçirmiş olmasın? ” diye sordu. Namık Öğretmen Yusuf’ a teselli edici sözler söyleyerek ayrıldı. Ayrılırken Yusuf’a “Burası sıcak gelirse bizim oraya gel, en yüksek iskeleyi sana veririz!”Yusuf gülerek, ”Teşekkür ederim, ben yüksek yerlere çıkmaktan korkuyorum!’” yanıtını verdi. Namık Öğretmen gittikten sonra da bir süre daha Yusuf’a takılmalar oldu. Hamdi Öğretmen, Yusuf’u savunucu sözler söyledikten sonra konuyu değiştirdi. Dört yeni Öğretmenin geldiğini muştuladı. Ancak gene kendisi kuşkulu sözler söyleyerek bizde de kuşku yarattı. Çünkü Hamdi Öğretmen “Dört yeni öğretmen geldi, dedikten sonra “ Eğer buradakileri almazlarsa!” gibi bir söz de eklemiştii. Benim aklıma hemen Ahmet Gürsel Öğretmen geldi. ”Ahmet Gürsel Öğretmeni almasalar!”dedim. Hamdi öğretmen “Onu kolay kolay almazlar, onun eşi de öğretmen ikisini de birlikte almaları gerekecek bu nedenle onu biraz zor değiştirirler!” Bunu duyunca çok sevindim Ahmet Gürsel Öğretmenin ayrılmasını hiç istiyorum. Bu konuşmalardan sonra işlerimize koyulduk. Amaç, cuma günü akşama 22 pencerenin hazır olması. Her birimiz kendimize düşeni yapmaya çalışıyoruz. . Salih Baydemir, ”Yaşasın, 18. pencere de bitti!”deyince Hamdi Öğretmen, ”Nedir o? ”diye sordu. Birkaç arkadaş birden, “Yarın akşama 22 pencereyi yetiştireceğiz!”dediler. Hamdi Öğretmen “Öyle miiiii? dedikten sonra ciddi ciddi ya kapılar ne olacak? Bir sessizlik oldu. Hamdi Öğretmen konuşulanları mı unuttu? Yoksa konuşulanları hiçe mi saydı? İrfan Öğretmen, yumuşak bir sesle, bize söylermiş gibi, ”Ne olacak canım, tatil ayın 15’inde daha üç gün var. Kapıları da yetiştiririz!”Böylece bizim için bir başka üzücü durum ortaya çıktı:Giderayak cumartesi pazar günleri de çalışacağız. Hamdi Öğretmen masada çizim yapıyordu. Konuşmaları duymazdan geldi. Hiç karışmadı. Zil çalınca da “Ben voleybola gidiyorum gelen var mı? deyince. Naci Öğretmenle İrfan Öğretmenler ikisi birden: “Biz Lüleburgaz yolcusuyuz!” dediler. İrfan Öğretmen güzel bir filmden söz etti. Harun Özçelik “Biz çoktandır sinemaya gidemedik!” diyerek üzüntüsünü belirtince İrfan Öğretmen “Tatilde gideceksin üzülme, iki gün kaldı şurada!”Biz güldük” Harun Çerkezköylü orada sinema var, ya bizler ne yapacağız? Böyle demedik ama sanırım hepimiz böyle düşündük.
Arkadaşilar futbol oynamaya gidince ben, dersliğe döndüğm. Derslikte tek kişi Sami Akıncı var. Uyur gibi duruyor , dudaklarını oynatıyor. Sami dersleri böyle ezberliyormuş. Sırama geçip dergiyi karıştırdım. Hıfsırrahman Raşit Öymen diye birisi yazmış. Bizim okulların yeni şeklini beğenmiş. Ancak benim anlayamayacağım kadar karışık, gene gene değinilip tam açıklanamayan taraflar var. Bizim okulların benzerleri başka ülkelerde de varmış. Buralardan çıkan öğretmenler köylerde çalışıyormuş. Bunlar bile cumartesi günleri gelince kentlere kaçıyormuş. Bunu önlemenin yolları aranmalıymış. Tam anlamadım, tekrar tekrar okudum:Ben kendi köyüme öğretmen olmak için bu okula girdim. Köyüm, ilçem olan Lüleburgaz’a 12, ilim olan Kırklareli’ye de 18 km. Akranlarım, iyi havalarda her ikisine de bisikletle yarış ederek gidiyorlar. Öğretmen olarak köye gidince ben, bu yazarın düşüncesine göre arkadaşlar arasına katılamayacağım. Neden katılamayacağım? Öğretmen olduğum için. Yazar, açık açık bunu söylüyor: “Gitmemelidir, gitmesine izin verilmemelidir!”diyor. Bir daha okudum. O sıra Halil geldi, hemen “Sen de oku!”dedim. Halil yazıya baktı “Çok uzun, ben uzun yazıları okurken sıkılıyorum!”dedi. Ben gene de direttim, yazı üstüne konuştum. Halil benim gibi düşünmüyor. Yazarın yazısını okumadı ama bana başka örnek vererek yazar gibi düşündüğünü açıkladı. ”Bizim öğretmenler her ders olmayan zamanlarda binip otobüslere İstanbul’a ya da Edirne’ye gidebiliyorlar mı? ” diye sordu. Ben bunun aynı şey olmadığında direttim ama bir haklı yan da görmedim değil. Belki ben salt kendimi, kendi köyümü düşünüyorum. Olsun, ben burada yaşayacağıma göre doğal olarak bunu düşüneceğim. Bir cumartesi günü arkadaşlar ilçeye inmek isteyecekler. Okul paydos. Ben öğretmen olduğum için arkadaşlarla ilçeye inemeyeceğim. Bu beni arkadaşlarıma karşı küçük düşürür. Eğer gerçekten böyle olacaksa ben bu köy öğretmenliği işine yan çizerim. Hiç değilse yedek subaylık hakkını alırsam askerliğe geçerim, ya da sınavlara girerek başka okullara giderim. Halil, benimle tartışmadı, ”B!”Sözü uzatmadık ama ikimiz de Fikret Madaralı Öğretmenin, ”Okulunuzun yeni durumu, yani sizin geleceğinizle ilgili bir çok yazı çıkıyor. Bunları bulabildikçe okuyun, geleceğinizi şimdiden bunlardan öğrenebilirsiniz. unu sen yapabilirsin ama herkes yapamaz, onlar da köylere gider tıpış tıpış emirlere uyup köyleri beklerBelki, birinin dediği tıpkısı çıkmaz ama genel olarak estirilecek hava sizi çok yakından ilgilendirecektir!”demiş bir tomar dergiyi sınıfa getirmişti. Dergileri karıştırma merakım arttı. Tatili beklemeden burada, arkadaşlarda olanları gözden geçireceğim. Dergi alanları saptamaya başladım. İsmet, Kadir, 4 Mehmet, Ali Önol, Bekir Temuçin, Recep Kocaman, İbrahim Ertur, Hüsnü Yalçın…Biz konuşurken Hüsnü dinlemiş, sırasındaki dergiyi uzattı. Dergiye baktım, onda da bir yazı var:Müşahede. Başlığı tam anlamadım ama okuyunca çok iyi anlaşılıyor. Yazar gezip gördüklerini anlatmış. Hem de İzmir-Kızılçullu Köy Öğretmen Okulunu, numara arkadaşım Ziya Fikri Özlen’in okulunu. İşin ilginç yanı Ziya Fikri arkadaşın yazdıklarına uygun bilgiler veriyor. Anlayamadığım, okulun adı değiştiği halde bu kişi neden eski adı yazmış? Acaba onların okulunun adı değişmedi mi? Böyle olur mu, benzer okul değişmeye bilir mi?
Akşam yemeğinde kalabalık bir grup vardı. . Arkadaşlar, ”Yeni öğretmenler gelmiş!”dediler. Yeni öğretmen dediklerinin birini ben tanıdım, Lüleburgaz Ortaokulu müdürü, yanındaki de müdür yardımcısı Hasan Bey, Matematik öğretmeni ama, futbol da oynuyor. Geçen yıl bizim okula geldi, arkadaşlarla futbol oynadı. Onunla futbol oynayan arkadaşlar onu nasıl tanımıyorlar? ” diye sordum. Sorun az sonra aydınlandı. Ortaokul müdürü Yalçın Bilguvar, daha önce ilkokul müfettişi idi. Bizim köye de Hamitabat okuluna da gelmişti. Aynı zamanda müfettiş olan Hüsnü Baykoca’ nın eski arkadaşı. Ona konuk gelmişler. Gerçekten topluca onun odasına gittiler, uzun süre orada konuştular. Sonra da gelen bir faytona atlayıp gittiler. Arkadaşlar bir birlerine sormaya başladırlar:Müfettiş Yalçın Bilguvar, sizin okulunuza hiç geldi mi? Anımsayanlar oldu, ”Gelmişti, galiba!”diyenler oldu. Ben, uzun karlı geçen günlerden sonra bizim köye geldiğini, bize sorular sorduğunu daha önce arkadaşlara anlatmıştım. Onu bir daha tekrarladım. Okulumuzun en zekisi olarak tanıtılan arkadaşımız Bektaş’ın uyarısı üzerine aralıksız okula geldiğimizi, müfettiş yazılı sorunca da öyle yazdığımızı, buna karşın halam oğlu Hilmi tam tersini yazıp söylediğini, (Okul açılmadığı için bir ay gelemedim, demişti) arkadaşlara anlatmıştım. Bunu anımsattım. Hüseyin Orhan, Kadir Pekgöz, Recep Kocaman onlara da o müfettişin okullarına geldiğini anımsadılar. Kimileri ise hala Yalçın Bilguvar’ı yeni görmüş gibi susuyorlar. Oysa kaç kez bayramlara katıldık, Yalçın Bey her bayramda konuştu, sıra olarak yürürken yanımızda durdu. Bunları söyleyince tümden ayıldılar. ”Sahi, o, bu muydu? ” gibi sözler söylendi. Gene, kendi dışımda bir sorun buldum. Arkadaşlar sahiden bu denli unutkan mı, yoksa şaka mı ediyorlar. Geçen günler kızların voleybol direklerini hazırlarken, okulun ilk günlerinden, Edirne-Karaağaç’tan söz edildi. Okala geldiğimiz ilk günlerde özellikle öğretmenler çok voleybol oynuyordu. Hamdi Öğretmen “O zaman voleybolcu arkadaşlarımız kalabalıktı!”dedikten sonra bir iki isim saydı. O saymayı kesince ben saymayı sürdümdüm:Ömer Tunalı, deyince öğretmen “A, evet!” dedi, arkasından “Cıhat Öğretmen!”dedim bu kez de “Ya evet evet, Cihat’ı iyice unutmuşum!”. Bu kez arkadaşlar kim bu Cıhat? diye tutturdular. Atölyede kimse anımsayamadı. Naci Öğretmen gelince ona da sordular. Naci Öğretmen Cihat’i nasıl unuturum, o benim on yıllık arkadaşım. O şimdi İstanbul’da Sultan Ahmet Sanat okulunda!”dedi. Arkadaşlar baktı kaldı. Ben de onlara bakıp güldüm.
Okuduğum Müşahede yazısından , İzmir –Kızılçullu’da 400 öğrenci olduğunu, bunların 28 tanesinin kız olduğunu tüm öğretmenlerinin tamam olduğunu öğrendim. Ayrıca o okulda bizde bulunmayan Resim-fotoğrafçılık, Halıcılık, çalışmaları yapıyormuş;bunlar için ayrı öğretmenler geliyormuş. Bizde de açılacak, deyip durdular ama bir türlü açılmadı. Hatta öğretmenimiz Nazmi Aybar, iki yıldır Demircilik atölyesinin açılmasını bekliyor ama Demircilik atölyesi bir türlü açılmadı. Oysa Kızılçullu da öteki atölyeler gibi Demircilik atölyesi de düzenli çalışıyormuş. Bir ilginç tarafı da onların Tarım çalışmaları okuldan uzak yerlerdeymiş. Bu nedenle tarımda çalışanlar bir süre orada kalıyormuş. Ben işte bunu hiç sevmedim. Ancak bizim arkadaşların bir kısmı bunu duyunca sevinecekler. Yat-kalk tarım çalışması, bence bu güzel olmasa gerek. Bunu yanında kooperatifleri çok düzenli çalışıyormuş. Bunu arkadaşlar daha önce duydular ama bu yazıdan bir daha okumalarını isterim. Kooperatifi yönetenler iki ayda bir seçiliyor. Üstelik tek kişi, değil, bir grup;her sınıftan temsilci bulunuyor. Okulda ayrıca yaygın bir mandolin çalışması varmış, bunlar müzik öğretmenleri yönetiminde topluca konserler veriyormuş. Müzik öğretmenimiz olsaydı herhalde biz de bir şeyler yapardık. Bunu okuyunca kendimi düşündüm:Müzik öğretmenleri acaba yararlı oluyor mu? Adem Gürçağlayan ayrılmasaydı acaba ben gene böyle müzik çalışacak mıydım? Anımsadığım kadarıyla o, bana hiç iyi davranmadı. Ama bunun bir bakıma yararı oldu, ona inat ben çok çalıştım. O bana öyle davranmasaydı belki çalışmayacak, öteki arkadaşlar gibi diyezle bemolü hala bir birinden ayıramayacaktım. En çalışkanımız Sami Akıncı bile müzikte sıfır. Öteki arkadaşlar müzik deyince şarkı söylemekten öte bir şey düşünmüyorlar. Abdullah Erçetin’in sesi güzel . Ahmet Güner Edirne Türküsünü okuyor, ikisi bizim arkadaşlara göre müzikçi. Oysa önlerine bir nota konsa onu seslendirmeleri olanaksız. İdris Destan başlangıçta bildiği birkaç okul şarkısını hemen çalınca müzikçi olarak öne çıkarılmıştı. İdris o şarkıları gene çalıyor ama biraz karışık melodilere gelince susup kalıyor. Geçen cumartesi küçük öğrencilerden biri kemanı notaya bakarak çaldı. Çaldığı parça Şubert’ (Schubert)inmiş. (Doğan Güney)Bizim arkadaşlar bundan hiçbir şey anlamadılar. Benim notalara arada bakanlar oluyor. Onları benim gerçekten seslendirdiğime inanamıyorlar. Oysa İzmir-Kızılçullu ‘daki öğrenciler topluca konserler veriyormuş. Onlar konserlerde herhalde her zaman aynı parçaları söylemiyorlardır. Demek sayısız parçayı çalışıp seslendiriyorlar. Böyle düşündükçe benim de daha iyi çalışmam gerekeceğini anladım. Tatilde Kırklareli’ye gidince bu kez Hasan amcamdan daha kesin bilgiler almaya karar verdim. Akordiyon alacağımı da hesaplayarak, nasıl çalışırsam daha başarılı olurum? Amcam kendi deneyimlerinden esinlenerek bana bir şeyler söyleyecektir. Bu arada belki bize de müzik öğretmeni gönderirler!”Müdür Bey de Fikret Madaralı hatta Ahmet Gürsel Öğretmen de bizimle konuşurken, aralarında anlaşmışlar gibi, ”Yolun yarısına geldiniz, bu yıl orta yolu yürüyorsunuz. Bundan sonra geçireceğiniz boş dakikaları gelecekte kazanma olanağınız olmayacak!”dediler. Önümüzdeki günlerde ne kazanırsak, bu bizim yararımıza olacak. Bunu ben de biliyorum ama, yaptığımdan daha fazlasını nasıl yapacağımı tam kestiremiyorum. Şimdiki durumda, kültür derslerinden Ahmet Gürsel Öğretmenle Fikret Madaralı Öğretmen var. Onlardan elimden geldiğince yararlanıyorum. Onlar yardımlarını esirgemedikçe elimden geldiğince de yararlanacağım. Tarih, coğrafya, yurttaşlık, fizik, Tabiat Bilgisi derslerimiz, öğretmen geldi - gelmedi sözleriyle geçti. Fizik dersi içinse kapımızı kimse çalmadı. Bakalım bu yıl ne olacak? Bu yıl bir de kimya dersi olacakmış. Tüm bunların tam olduğu bir yer düşünüyorum:İzmir-Kızılçullu. Sanırım bizim ilk toplandığımız Edirne-Karaağaç gibi. Orası da çok güzeldi. Tarım öğretmeni Salih Ziya öğretmen ikide bir bize, az uzağımızdaki fidanlığı gösterip, ”Çocuklar yakında derslerimizi orada uygulamalı olarak yapacağız!”derdi. Ne uygulaması, oraya, bir kez bile gidemedik. Edirne fidanlığı denince gözlerimin önüne koca bir yeşillik alan geliyor. Onu da Edirne’ye gidip gelirken faytonlardan görmüştüm. İzmir-Kızılçuıllu böyle bir yerde olsa gerek. Bu okulu gözümde o denli büyüttüm ki rüyamda görürüm her halde!Kimi kez iyi bieşey isteyince “Rüyanda görürsün dersler. Bunu arkadaşımız Mehmet Yücel çok söyler. Kızılçullu okulunu sık sık andığımı duysa sanırım bana bunu söyler:”Sen rüyanda görürsün öyle okulu!”birkaç kez sağa sola döndükren sonra sanırım uyudum.
12 Temmuz 1940 Cuma. .
Salih Baydemir’le Yusuf Asıl gene tartışıyorlar. Öteki konuşmalar arasından onları seçtim. Salih biraz sinirli konuşuyor:”Oğlum, dört çerçeve bitse ne olacak? Kafana bir çerçeve lafı takmışsın. İşte o çerçeve bugün bitecek. Hamdi Öğretmen söyledi, kapılar var. Kapılar bitse, bacalar çıkacak. Salih Baydemir’in bacalar sözüne yapıcılar yanıt verdi:”Şişşşşt, bizim işlerimize bari burnunuzu sokmayın!”Burun sokma işi ortalığı karıştıracakken, ”Nöbetçi öğretmeni geliyor!” uyarısı havayı değiştirdi. Kahvaltıda bizim dört çerçeve tartışması sürdü. ”En iyisi biz o çerçeveleri tutkallayıp, hazır bırakalım!”Atölyeye bu tür gereksiz konuşmalarla yöneldik. Ben kapıyı açtım, arkadaşlar kapı önünde etraflarına bakınarak güldürücü sözler söylerken mutfak tarafından öğretmenler geldi. Hamdi Öğretmen önce “Günaydın!”dedi arkasında arkadaşlara “Ne o, kafese girmek istemiyor musunuz? ”Hepimiz güldük Hamdi Öğretmen bu kez bana “ 66 kafes nedir, biliyor musun? dedi. Doğusu ben kafes sözünü çok duydum ama, tek bildiğim, panayırlarda birilerinin delikli bir büyükçe kutudan kuşlara parayla kağıt çektirmesi, bu kuşların uçmalarını engelleyen çubuklu kutulardı. Benim bildiğim bir başka kafes de köylerde arabalarla gezen tavukçular, tavuk toplarlar, tavukları çubukla örülmüş sandıkımsı dar aralıklı yatık sepetlere koyarlar, bir de onlara kafes dendiğini, biliyorum. . Öğretmen atölyeyi göstererek sorduğunu anımsayınca bir an duraladım. Birden aklıma Türkçe dersinde okuduğumuz yazar Süleyman Nazif ‘in Esir Aslan’ı geldi. Gecikmiş olarak da olsa birden öğretmene “Biliyorum, insanlara zarar vermemeleri için aslanların kapatıldığı yerdir!”dedim. Üç öğretmen de bana baktılar. Naci İnan Öğretmen gülerek, ”Tek omu? dedi. Ben “On iki insanın daha küçük bir yere giremeyeceğini düşünerek ben o örneği verdim!”dedim. Hamdi Öğretmen beni göstererek “İşte bunun için ben ona “Ağabey!”diyorum. düşünür taşınır illa taşı gediğine koyar!”dedi; güldüler. İş bölümün göre gene İrfan Öğretmen bizimle oldu. İşbaşı yaparken İrfan Öğretmen, Süleyman Nazif’in parçasını sordu. Arkadaşlar konuyu hep bildiğimizden, birbirimizi destekleyerek anlattık. Öğretmenin soruşu benim için iyi oldu. Cihan Şampiyonlarını bitirdiğimi anlattım. Öğretmen, beğenip beğenmediğimi sordu. Ben o türlü biten kitapları sevmediğimi söyldim. Bu kez de öğretmen romanların çoğu öyle biter. Hayatın kendisi öyledir!”dedi. Ben Çalı Kuşu romanını örnek verdim. Öğretmen, ”Haklısın, yalnız hep Çalı Kuşu türü romanları okumak da insanı bıktırır. Cihan Şampiyonlarının da güzel bir tarafı var, arkadaşlık duygusunu geliştirici girişimleri övütlüyor. Gerçi bu duygu, bir yerde kuşkulara dönüşüyor ama, zaten yaşamda sonsuzluk söz konusu değil, her şey zaman içinde değişiyor. Olsun benim isteğimle o kitabı da okumuş oldun. Kitap dağarın da o da bulunsun!”…. Öğretmene teşekkür ettim. . Öğle yemeğinde Hüsnü Baykoca yemek masalarını gezerek öğrencilerle konuştu. Bizim masaya yönelince bana “Çeşmekollu, köyden iyi haberler alıyor musun? diye sordu . Ben ağzımı açmadan o konuşmasını sürdürdü. Arkadaşlara bizim köyü çok iyi bildiğini, bağlık, bahçelik bir köy olduğunu, Trakya’da hatta tüm Türkiye’de en tatlı karpuzun orada yetiştiğini, bizim köylülerin karpuz konusunda uzmanlaştığını, beni, okula ilk başladığımdan beri tanıdığını saydı döktü. ”İnşallah yakın zamanda sizin köyün karpuzlarını burada da yiyeceğiz!”diyerek ayrıldı. Biraz çekingen gibi durdum ama içimden çok sevindim. Özellikle küçük sınıf öğrencileri Hüsnü Baykoca benimle konuşurken öyle bakıyorlardı ki, her birinin benim yerimde olması için can atıkları gözlerinden okunuyordu. Öte yandan bizim sınıftakilerden özellikle Sami Akıncı, Fettah Biricik, Baba Ali, (Ali Önol)Ali Aga gibi salt çalışkanlığımda dolayı bana karşı olanların kara kara bakmaları, onların acınası düşünceleri adına beni çok mutlu etti. Gerçekte ise ben böyle konuşmaları sevmem; o sözler ne bana, ne aileme ne de köyüme büyük bir onur kazandırmaz. Bizim köylüler bir şey yaptıysa çalışarak yapmıştır. Onlar bunun belki ayırdında bile değildir. Onların Kepirtepe için düşünceleri sorulsa haklı-haksız söyleyecekleri sözler nedeniyle sanırım burada adları bile anılmaz. Öğleden sonra bizim atölyede akşama dek Hüsnü Baykoca konuşuldu. İşin ilginç yönü, onun yemekteki konuşmasına ise kimse değinmedi. Konu Hüsnü Baykoca’nın kendisi, tipi, boyu, saçsız kafası, , ikide bir “ke ke ke-ka ka ka” diye gülüşü, konuştuklarının hep yemek üzerine oluşu. Hangi dersin öğretmeniymiş? , o bile bilinmşyormuş v. b. Yapılan konuşmaların hiç birine katılmadım. Söylenen sözleri duymazdan geldim ama kendime bir pay çıkardım. En yakın saydığım arkadaşlar bile içinden bir takım olumsuzluklar geçiriyor. ”Her yüze güleni dostum sanma!”….
Tasarladığımız gibi çerçeveleri erkenden tamamladık. İrfan öğretmen, ”Ne olur ne olmaz İbrahim, sen bu parçaları bir daha say, bizim not defterimize yaz!”dedi. Hasan bana yardım etti saydık, öğretmenlerin girdi çıktı defteri dedikleri deftere yazdık44 dik, uzun, 44 yan, 88 ara, kısa bölme parça…. İrfan öğretmen “Atölyemiz iki gün tatil!”dedi. Arkadaşlar hemen “Biz de mi? ” diye sordular. İrfan Öğretmen “Yok, ben öyle bir şey demedim, sizi bilmem. Ama sanmam siz tatil edesiniz. Herhalde bir toplu iş olacaktır. Bize duyurulan atölyelerin cumartesi, pazar günü kapalı olacağı!”Arkadaşları aldı bir tasa!Ne olacak acaba? Gene bir toplu iş var. Bu sıra haberler genellikle Hidayet Öğretmenin sınıfından geliyor. Onlar okulun eski öğrencisi, küçüklükleri nedeniyle hep gözde sayıldılar. Şimdi ise iki sınıf birden geçme şansına kavuştular. Ne iyi. Bir kaç ay ders görecekler bir sınıf atlayacaklar. Onlar bizimle bu okula girdi. Girdikleri yıl 4. sınıfı okudular. Onlar 4. sınıfı okurken bir de 5. sınıf vardı. Cavit Kafkas’ların ya da sınıf öğretmenlerine göre Adem Gürçağlayan’ın sınıfı . Onlar geçtiğimiz sene 6. sınıfı okuyup haklı olarak 7. sınıf oldular. Bir sınıf geriden gelenler, birkaç ay sonra aynı sınıfta birleşecekler. İşin bir başka haksızlık yani:Cavit Kafkas’ın sınıfı bizim gibi tüm gün işlerde çalışıyor, bahçelere su taşıyorlar. Kısa devre sınıf geçenler işlerden de kurtulmuş durumdalar. Yeni gelenler de öyle;yeni gelenlerin tümü tıpkı bizim gibi 5. sınıfı bitirmiş olarak köylerden geldi. Söylendiğine göre birkaç ay sonra onlar da 7. sınıf olacakmış. Bir yılda iki sınıf. Acayip bir durum. Biz okul süremiz bir yıl indirildi diye üzülüyoruz. Yeni gelenler, bu işi dört yılda tamamlayacaklar. Biz , 1938-39, 1939-40, 1940-41, 1941-42, 1942-43 yıllarını tamamlayıp öğretmen olacağız. Bu durumda onlar 1940-41, 1941-42, 1942-43, 1943-44 yıllarını, yani dört yıl sonunda öğretmen olacaklar. Bence bu haksızlığı yapanlar benim gibi düşünenlerin dilinden kolay kolay kurtulamayacaklar. Çoğu öğretmensiz geçen dersleri görmezden gelip bizi yaz boyunca işte çalıştırıyorlar. Bizden sonrakilerin bazılarına ise gözümüzün önünde böyle bir kayırma yapıyorlar. Bu gerçek olursa çağrısına koşarak geldiğimiz devletin de adaletine güvenimiz azalacakır. Hele konuştuğumuz öğretmenlerin, ”Onlar yeni yasaya göre, bu okulun gerçek öğrencisi sayılıyorlar!” demeleri, bir bakıma “Burada ne duruyorsunuz? ” demekle aynı anlama gelmektedir. Ben böyle düşünüyorum. Cavit Kafkas’la konuştum. Daha doğrusu o bana geldi, kararlaştırdık:Milli Eğitim Bakanlığı makamlarındakilere mektup yazacağız. Biz gene böyle bir kararla ikimiz Eskişehir_Çifteler, İzmir _Kızılçullu öğrencilerine mektup yazmış birer arkadaş edinmiştik. Bizim sınıfta hiç kimseye güvenmediğim için onlara bu konuyu açmadım bile…. . Derslikte arkadaşlar seviniyorlar, ”Yarın atölye çalışması yok. Bu birinci haber. Asıl sevinilen ise yarın akşam Lüleburgaz’a sinemaya gidilmesi. Sinemaya hepimiz gitmek istiyoruz. Ancak gitmek de gelmek de zor. Beş km. yürümek değil, arkadaşların yol boyunca bir yürüyüş düzeni kuramaması, her araba geçişte bir itiş kakış yaşanması insanı gittiğine de gideceğine de pişman ettiriyor. Biz bunları konuşup gene de sevinmeyi sürdürürken Sami Akıncı, Bir başka haber getirdi. Cumartesi gün atölye çalışmaları yerine , Tarım çalışması yapılacakmış. Bizim sınıf gene bahçe sulama, ders yapmayan 7. sınıflar, sebze bahçesini temizleyip sulayacakmış. Haberin, bizim için hoş olmayan tarafıysa kamyonun tamirde oluşu, su taşımaların kiralanmış atlı arabalarla tapılması. Bu bir defa daha yapılmıştı ama bizim grup buna katılmamıştı. ”Daha iyi oldu!”diyenler gibi, ”Çok fena, bu haksızlıktır!”diyenler de oldu. ”Su taşımadan sonra sinema hiç de güzel değil!” Sami suçlu gibi, yerine oturdu. Birisi”Sami gene gitti, Hüsnü Baykoca’ya hizmete başladı !”deyince, tüm konuşmalar kesildii. ”Kim söyledi? ” sorusu sorulunca 6 Ali “Ben söyledim, ne olacak? Uzunca bir sessizlik oldu. Sami Akıncı duymamış gibi başını kitabına dayamış okumasını sürdürdü. Böyle durumlarda Sami hep öyle yapar. Ama onun yakınlarından biri bir bahane uydurup ona çatana hesap sorar. Arkadaşlar bunu bildiği için sustular ama sanki bu kez kim çıkacak? Beklentisi içinde oldukları bakışlarından belli oluyordu. Bir iki öksürük oldu. Sanki bu öksürükler Hadi, çık, ne yapacaksan yap!”der gibi beklenti işmarıydı. Nasıl bir rastlantı ise, bu kez kimse çıkmadı. Tam bir sessizlik içinde beklenirken bu kez Sami Akıncı kendisi, ” Yeni Müdür Yardımcısı beni kendisi çağırdı, ben kendiliğimden gitmedim. Çağırınca, gitmem mi diyecektim? Ali hiçbir şey demek istememiş gibi “Yok, yok ben, seni gelir gelmez nasıl tanıdı? Dersimize filan girmediğine göre seni nasıl seçti? O maksatla söyledim. Sakın kızma, beni de çağırsa giderim. Bunda ne var? Hepimiz gideriz!” deyip sırasına kapandı. Demin sessizlik için bir beklentisi olanlar, yavaş yavaş kıpırdanmaya başladı. Tıs, pıs, derken, arada “Ali Aga” lafları ortaya çıkmaya başladı. Neyse ki yemek zili çaldı. Daha büyük bir çıngar patlak vermeden yemeğe gittik. Yemekten sonra Ahmet Gürsel öÖretmenin kitaplarını kapladım. Geometri çizimlerine baktım. Geometriyi aritmetikten daha mı çok seviyorum bir türlü anlayamadım. Geometriyi daha kolay buluyorum. Belki de şekiller geometriyi kolaylaştırıyor. Bekir Temuçin elinde bir kağıtla yanıma geldi. Bu sözlere bakalım!”dedi Hezimet . Huruç Tezyin . Hilkat, fasid, mizan , necip, Nizam , tecrit, hüsn. On söz. Almanlar, İngiltere’ye saldırışlarının ilk haftasında hezimete uğradılar. Hezimet, bozgun:Bozguna uğradılar. Huruç:Bu sözü ben biliyordum. Mavi Yıldırım piyesindeki rolümde geçiyordu. ”Huruç ettik de geldik buraya hafız!”diyordum. Huruç:Karşı çıkma, karşı olmak. Tezyin sözü, kılavuzda tezyin etmek olarak geçiyor. . Biz de öyle aldık. Hilkat:Yaratılış. Hilkat garibesi:Yaratılıştan garip, çarpık, bazuk Fasid:Bozan, bozulmuş Mizan:Ölçü, terazi, tartaç. Necip:Asil, temiz, Rıza Tevfik’den Fikret’in Necip Ruhuna…. Nizam. Düzen . . Nizam-ı Cedit. Tecrit:Ayırsamak, ayırmak, Bombay’daki aslanı, öteki aslanlardan tecrid etmişlerdi. . Hüsn. Bu sözü ararken Hüsnü adına da rastladık. Güzel, güzellik. sözü karşımıza çıkınca bir anda tüm arkadaşlar Hüsnü Yalçın’a döndüler. Geçmiş dönemde söylenen sözler birden tekrarlandı. . Güzel, güzeller güzeli, diyenler yanında, ”Abe Fusni sen neymişsin? Kaksi bre dobralisi, çok güzel çok güzel , Petli pipirika, tri metelika, Do gospotin eminamsof gibi anlamını bilmedikleri basmakalıp sözleri tekrarlayanlar oldu. Hüsnü kızmadı, ”Bize dönerek:“Be yahu, şimdi sırası mıydı? Beni bu işe, neden karıştırdınız? ”diyerek azıcık mız mızladı. Bunları okula geldiğimiz ilk günler Hüsnü arkadaşımız, Bulgarları taklit etmek için anlatırdı. Kukli pirika , tepeli horoz, tri metelika üç kuruş, . Do Gospotinin ise, delikanlı olduğunu söylemişti. . Momçe de çocuk ya da genç. Arkadaşlar bunları giderek ona karşı bir takılmaya döndürünce Hüsnü çok güceniyordu. İçinden kırılmış olmakla birlikte bu kez takılmaları gülerek karşıladı. Biz de bu kez başka sıfatlar öne sürüp olayı yaygınlaştırdık. Hidayet Öğretmenin adını ortaya attık. Hidayet:sözünün karşılşığı ”Uzyönüm”müş. Kahkahalarla güldük. Bu da ne demek? ;İsmet geldi Bekir’in elinden kılavuzu aldı, başka adlar aradı. Benim adımın köyde söylendi şekli buldu, İbram, İbram etmek:Üstüne varmak. Ne demekse!Arkadaşlar benim kızacağımı düşünerek İsmet’i uyardılar, ”İsmet dayının üstüne varma, şimdi kızacak, seni paylayacak!”. İsmet kılavuzu da dersliği de karıştırmaya devam etti. Kendi adını buldu, biraz da böbürlenerek tahtaya yazdı , İsmet:Temiz, arı, arılık!Herkes gülüp İsmet’e söz yetiştirirken İsmet bir şey bekler gibi bir süre durdu. Bu arada Mehmet Yücel gülerek, ”Temiz İsmet, kaç gündür yüzünü yıkamadın? ”diye sordu. İsmet’in niçin beklediği hemen anlaşıldı. Tahtaya dönüp kocaman bir iskelet yazdı. Eşit çizgisini çektikten sonra bu kez daha büyük harflerle gene iskelet yazdı. Arkadaşlar gülmekten yerlere yattılar. Tahtada koskocaman iki iskelet yazısı bir süre öylece durdu. Hüsnü Baykoca Öğretmenin geldiği söylenince herkes bir kitap çıkarıp yüzlerini kitaba çevirdi. Hüsnü Baykoca Öğretmen. , Tahtaya baktı:”Bu sıcak günlerde hem de derslerin kesildiği bir sırada insan anatomisi incelemek kolay olmasa gerek, öyle değil mi? ”diye sordu. İdris Destan’la Kadir Pekgöz dışında hiç kimse hık mık demedi ama Hüsnü Baykoca sanırım bir süre geçince durumdan kuşkulandı. Dersliğin ortasına inince bu kez sordu: “Ben mi yanıldım? Tahtada iskelet yazılı, oysa sizin çoğunuz roman okuyor, dergi karıştırıyor. Öyleyse bu iskelet neyi temsil ediyor? ”İsmet kalktı, özür diledi. O”nu ben şakadan çizdim, efendim. Arkadaşım bir problem sordu. Ben karşılığını verdim. Açıkçası yapamayınca çaresizliğimi anlatmak için öyle yazdım. İskelet eşittir iskelet. Yani bir değişiklik yok anlamı taşımaktadır. Bu tür şakalara arkadaşlar alıştığı için bu kez üstünde kimse durmadı. Yat zilinde silecektim!”dedi. . Hüsnü Baykoca kısa boylu ama oldukça şişman. Gülerken göbeği oldukça sallanıyor. Tam derslik ortasında bir kahkaha attı. Gülerken sallanan göbeği hepimiz gördük. O gittikten sonra komiklik taslayanlar, birer birer çıkıp göbek sallayarak gülme yarışı yaptılar. Abdullah Erçetin yarışı kazandı. Ancak yarışı kaybedenler Abdullah’ın yarışa girmesini onaylamadılar. O zaten doğuştan Gebeş!” biz onunla nasıl boy ölçüşürüz? Bu şakaya Abdullah çok sinirlendi. Bu kez Arif Kalkan’la Yakup Tanrıkulu Abdullah’ı savundu. ”Herkese bir kulp takıyorsunuz, kendiniz nesiniz ki? Gidin biraz da aynalarda kendinizi dikkatle inceleyin!”Yakup arkadaşımız, ince, biraz zayıf ama, temiz giyinip, kendini hiçbir zaman dağıtmayan bir arkadaş. Bu nedenle bir adı, Yakışıklı. Azarlananlar, Arif Kalkan’ı görmezden gelip Yakup Tanrıkulu’ya sataştılar:Yakışıklı sen neden gocundun? İstersen sen de göbek oynatabilirsin. Üzülme seninki de içeriye doğru sallanır!” sinirli konuşmalarla yataklara dağıldık. Yatarken Halil arkadaş bana gene söz attı. Osmanlıca-Türkçe kılavuzu kastederek, ”Senin küçük kitap büyük olaylar yarattı!”Ben aldırmazdan geldim ama “O kitap benim değil Fikret Madaralı Öğretmenin. Bende emanet duruyor. Sabah sana vereyim al da sen daha iyi kullan!” Arkadaş bunu beklemiyormuş. ”Breh breh, herkes sinirli. Bu kadar şakadan sonra böyle sinirlenmek!”Arkadaş gene de iyi geceler diyerek yatağına geçti. Ben de oldukça karışık düşüncelerle yattım…Yatınca ilk kez tatilimiz ayın 15’inde başlayacaksa, pazartesi gününe gelecek. O gün, evden kesinlikle Lüleburgaz’a gelen olur. Bizden olmasa bile köyden gelecekleri düşünerek yükümü onlara vermeyi tasarladım. Zaten bizim at arabası gelmeze başka arabalara binmiyorum. Yaya gitmek daha hoşuma gidiyor. Yürüyeceğim yolun bir Lüleburgaz bağlık yokuşu önemli, orasını geçince zaten ya düzlük ya da yokuş aşağı oluyor. Düşüncelerimde köye bir solukta gittim. . …
13 Temmuz 1940 Cumartesi…
Geç uyananlardan biri oldum. Hilmi az önce kalkmış, anlattı. Yakup Tanrıkulu ile Mehmet Aygün atışmışlar; konu gene göbek atma, şakalaşma, şaka kaldıramamak, şakaları sınırlandıramaktan
kaynaklanmış. Kahvaltıda yapılacak işler sayıp döküldü. At arabalarıyla su taşımak nasıl oluyor? Bilenler, ”Kolay deyip bir çırpıda yapılacakları anlatıyorlar. Beşer kişilik gruplar oluşacakmış. ”Grupları kim seçiyor? ”Numara sırasıyla oluyormuş. Bizim grup, 66-70-72-73-74- sevindim; bana göre yabancı yok. Kahvaltıdan sonra okul önünde toplandık. Üç araba geldi. 6 grup olduk. Üç saat çalışmaya göre ayarlandı. Her arabaya bir doldurucu bir de boşaltıcı grup. Bir buçuk saat sonra değişilecek. Biz grup olarak bir birimizden hoşnuduz . Biz boşaltıcı olduk. Boşaltmak ise, ark başlarına kovalarla suları dökmek oluyor. Konuşa konuşa iş yaptığımızdan ayırdında olamadan boşaltma süremiz bitti. Biz su doldururken Yeni Bedir köyünden insanlar geldi. Hemen hemen hepsi beni tanıyor. Aralarında konuşurken “Uzun Kamber’in yeğeni diye konuşuyorlarmış. Onlar da bir süre su taşıdılar. Köyce dört gözle artezyeni beklediklerini söylediler…. . Zil çabuk çaldı. Öğle yemeği şenlikli geçti. Akşam sinema var sözü herkesi neşelendiriyor. Ancak nasıl bir sinema? Son gittiğimiz gibi gene Halkevi kapalı salonunda salt bizim için mi? Yoksa akşam yazlıkta herkesle birlikte mi? Sinema olsun da ne olursa olsun diyenler var, Yazlıkta olsun da insan görelim diyenler, ağır basıyor. Bana da soran oldu. Doğrusu inandırıcı bir seçim yapamadım. İnsanların nesini göreceğim? deyip geçemedim. Ancak insan görmek için çok geç zamanı da göze almak var. Saat 21-oo da başlayan filmler 23-oo ila 24 oo’ü buluyor. En az bir saat yolculuk eklenince yeni gün başlamış oluyor. Kesin bir seçim yapamıyorum….
Uzunca bir öğle paydosundan sonra gene iş başı yapıldı. Bu kez sebze bahçesini suladık. Sebze bahçesine çoktandır gitmemiştim. Hoşuma gitti, bizim köydeki adayı andırıyor. Çok çeşit yok ama olanlar iyi gelişmiş. ”Sırık fasulyeler!”dedim gülenler oldu. ”Sırık fasulya denmezmiş. Sırıkta fasulye ya da sırıklı fasulye denirmiş. Konuyu uzatmadım:Haklısınız:Fasulye fasulye onun gerçekten sırıkla bir ilişkisi yok. Fasulyeler pekala duvara ya da ağaca da tırmanır. O zaman da başka adlar verilir. Bu doğru olmaz!”deyip kestim. Sulama işimiz uzun sürmedi. Daha doğrusu yorulmadan işi tamamladık.
Sinema için yola erken çıkmak üzre yemek öne alındı. Belli ki kapalı salona gidiyoruz. Yolda üzülenler düşüncelerini açıkladılar:Halkevi makineleri eski olduğu için filmleri koparıyormuş. Ara filmleri eski seçiliyormuş. Bunları dinleye dinleye Lüleburgaz’a vardık. Girişte arka yola saptık. Pazar önüne çıkıp oradan gireceğiz. Gözlerimizle iyibildiğimiz kimi insanlar Belediye parkında otururken biz salon girdik. Parktan geçerken bize dikkatli dikkatli bakanlar oldu. Bizim sınıf en arkada yürüyordu. Birileri “Bunlar neden değişik giysili diye bağırdı. Bizim sınıfın okul giysileri farklı. Aynı zamanda şeritli kasketlerimiz var. Yeni gelenlerin giysileri, sarı, yazlık asker giysilerinden. Önümüzdeki çocuklar söylenmeye başladılar:Bir daha sinemaya gelmeyelim!”Film gecikmeden başladı, İşin ilginç yanı hiç de kesinti yapılmadı. Ayrıca iki ek kısa film gösterildi. Film bir kavuk devrildi. Ötekiler de Şarlo ile Üç ahbap Çavuşlar. Bunlara gülerken girişteki üzüntü unutuldu. Korktuğumuz olmadı, saat 23-oo de okula döndük. Yatarken bir ara giysi olayına değinenler oldu. Bizim yatakhanede yatan 7. sınıf öğrencileri işaret edilerek konuşmalar, göz kaş işaretiyle önlendi. Fikret Madaralı Öğretmenin son konuşması etkili oldu. O, ”Sakın Müdür Beyi üzecek tavırlar almayın, ona en büyük kötülüğü yapmış olursunuz!”demişti. Gene de üzgünüm, onlara kumaş giysi hiç mi verilmeyecek? Bu düşünceleri kafamdan uzaklaştırıp, filmleri anımsamaya çalıştım. Bir Kavuk Devrildi ama hangi kavuk devrildi? Kavuk devrilince ne oldu? İnsanlar gene bir birine kötülük yapıyorlar. Anlatılan bir savaştan sonra gene savaş olmuş. Babam 93 Savaşı diye Plevne savaşını anlatıyor. Babam o savaşta çocukmuş. Bu savaştan sonra sayısız insan göç etmiş, yerinden yurdundan olmuş. Aradan otuz yıl geçmiş geçmemiş Balkan Savaşı patlak vermiş. . Balkan Savaşında babam 40 yaşlarındaymış. Arkasından babamın Seferberlik dediği 1. Dünya savaşı çıkmış. Bu savaşın devamı olan Kurtuluş Savaşı da eklenirse sekiz yıl aralıksız kan dökülmüş. Şimdi savaş içinde değiliz ama, her an savaş olabilir söylentileri, askerlerin geliş gidişleri. Savaş nedeniyle söylenen “O yok, bu yok!” sesleri birer “Kavuk Devrildi etkisi yapıyor. Kim kazanıyor, kim kaybediyor? Sayısız insanın yaşamı genç yaşında bitiyor. Böyle düşünerek gene Balkan Savaşında annemlerin evlerini terk edip Balıkesir’e gidişlerini, Küçük ablamın orada doğuşunu, annemin biri yeni doğmuş, biri 3 yaşında çocukla neler çektiğini, o zaman yeni doğan küçük ablamın şimdi tıpkı annemin o günkü yaşamı gibi 2 yaşında bir çocukla eşi askerde, yalnız yaşadığını düşündüm. Uykum iyice dağıldı. Hiç uyuyamayacağım derken, dalmışım…